Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Üç Diktatörlük Türü…

Siyasi Tahlil

Günümüzde olsun, tarihte olsun, saf haliyle bilinen üç diktatörlük türü vardır: İdeolojik diktatörlük; siyasi diktatörlük; ekonomik diktatörlük. Gerçek hayatta bunları saf halleriyle de bulmak mümkündür ama karma biçimleri de bir haylidir: Yarı ideolojik-yarı siyasi diktatörlükler; yarı siyasi-yarı ekonomik diktatörlükler gibi.

İdeolojik diktatörlüklerde, ideolojik alan (ya da elit) siyasi ve ekonomik alanı güdümler; siyasi diktatörlüklerde, siyasi alan (ya da elit) ideolojik ve ekonomik alanı güdümler; ekonomik diktatörlüklerde ekonomik alan (ekonomik elit) ideolojik ve siyasi alanı güdümler.

Yirminci yüzyılda saf ideolojik diktatörlük olarak bilinen üç ülke vardı: Lenin’in kurduğu ve Stalin’in yürütücülüğünü yaptığı Sovyetler Birliği (Kruşçev’in iktidara gelmesiyle birlikte sistem saf ideolojik diktatörlükten yarı ideolojik-yarı siyasi diktatörlüğe doğru evrilmiştir); Nazi Almanya’sı; ve Mao zedung Çin’i (Mao’dan sonra da sistem yarı ideolojik-yarı siyasi bir diktatörlüğe evrilmiştir). Günümüzde ise, saf anlamıyla tek ideolojik diktatörlük kalmıştır: Kuzey Kore.

Siyasi diktatörlüklerin yirminci yüzyılda birçok örnekleri görülmüştür. Örneğin Portekiz’deki Salazar diktatörlüğü salt bir siyasi diktatörlüktü. Küba’daki Batista diktatörlüğü ve Şah’ın İran’ı da öyle. Ne var ki, geçmişte olsun, günümüzde olsun salt siyasi diktatörlüklerdense yarı ideolojik-yarı siyasi diktatörlüklere daha çok rastlanmaktadır. Bunun nedeni, siyasi alanın ideolojik alanı ya da tersine ideolojik alanın siyasi alanı kendine güçlü bir payanda yapma arzusudur. Örneğin Arap dünyasındaki Baas rejimleri, milliyetçi ideolojileriyle, Rusya ya da Almanya’daki gibi saf bir ideolojik diktatörlük kurmak istemişlerdir ama ideolojilerinin gücü buna yetmemiş, bu yüzden siyasi alanı kendilerine dayanak yapmak için diktatörlüklerini karma hale getirmek zorunda kalmışlardır. Keza bugün İran’daki diktatörlük de salt bir ideolojik diktatörlük olma arzusuna rağmen bunu başaramamış, ister istemez siyasi alanı bu diktatörlüğe ortak etmek zorunda kalmıştır. Bunun tersine, siyasi diktatörlük arzusu ağır bastığı halde yarı ideolojik-yarı siyasi nitelikli diktatörlükler de vardır. Örneğin Latin Amerika’da 1960’lı ve 1970’li yıllarda hüküm süren kimi askeri diktatörlükler böyledir. Bunlar esasen siyasi diktatörlük yönelimi içinde olmalarına rağmen, rejimlerine payanda olması için bir takım yarı-faşist ya da falanjist ideolojileri kendilerine payanda yapmış, böylece yarı ideolojik-yarı siyasi diktatörlük biçimlerine bürünebilmişlerdir.

Bir kısım diktatörlükler de, bugün Türkiye’de olduğu gibi yarı ekonomik-yarı siyasi diktatörlüklerdir. Bu tür diktatörlüklerde iktidar alanı siyasi güçlerle ekonomik güçler arasında paylaşılmış ve ortak yürütülen bir diktatörlük ortaya çıkmıştır. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan 1940 yılına kadar yarı ideolojik-yarı siyasi bir diktatörlüktü. Milli şef yönetimiyle birlikte ideolojik alan üst belirleyici olmaktan çıktı. Böylece 1940-50 arası, Milli Şef yönetiminde bir siyasi diktatörlük olarak yürüdü. 1950’de diktatörlüğün niteliği bir kez daha değişti ve Türkiye’de o günden sonra bir siyasi-ekonomik diktatörlük hüküm sürdü, bugüne kadar. Elbette iktidar bu iki alan tarafından paylaşıldığından bazen birinin, bazen diğerinin ağır bastığı dönemler olmaktadır ama rejimin temeldeki karma karakteri değişmemektedir. Bugünkü Rusya da Türkiye gibi yarı siyasi-yarı ekonomik bir diktatörlük olarak görülebilir.

Salt ekonomik diktatörlükler esasen Avrupa’daki ülkelerde hüküm sürmektedir. Keza ABD de saf anlamıyla bir ekonomik diktatörlüktür. İdeolojik ve siyasi alan tamamen ekonomik alanın yönlendiriciliği altındadır. Ekonomik diktatörlüğün yönetim biçimi parlamenter “demokrasi”dir.

Gün Zileli

27 Eylül 2010

65 Comments

  1. Timur

    Bu kadar önemli saptamalar içeren bir yazıya ilgi gösterilmemesi ve hiç yorum yapılmaması tuhaf gerçekten.

  2. malişér

    yoruma gerek bırakmayacak yazılar olamaz mı?
    gene de şu sorunun yanıtı aranabilir mi; küresel bir diktatörlük inşası süreci için;” hangi tipi?”
    ilk bakışta ekonomik denebilir ise de , bence kolayca öncelenemez bir durum var.
    ??

  3. Bardamu

    Bu yazının altında yorum bulunmayışı, bence de ilgi gösterilmemesinden değil, yazının bize söylenecek bir şey bırakmamasından.

  4. ertan

    Bu yazının altında yorum bulunmamasının nedeni, en azından benim açımdan, böyle bir kategorizasyonu daha önce duymamış olmam, çok subjektif ve yetersiz bulmamdır. Örneğin ideolojimiz hakim olsun diye kimse diktatörlük kurmaz, bu süreçler çok karmaşıktır.

  5. Gün Zileli

    Ertan, tabii ki hiç kimse “ideolojim hakim olsun diye” diktatörlük kurmaz. Orada anlatılan bu değil. Diktatörlüğün esasen ideolojik alandan yönlendirildiği ya da güdümlendirildiği söyleniyor. Bazılarında ise siyasa ya da ekonomik alandan.

  6. Bardamu

    Ertan, ideoloji hakim olsun diye diktatörlük kurulmaz haklısın, yazının da öyle bir iddiası yok zaten ama hakimiyetin haklılaştırılması için ideoloji bir araçtır. Süreçlerin karmaşıklığı Gün Zileli’nin yazısında gayet isabetli bir şekilde değindiği özü değiştirmiyor ki. Evet 6 bin yıl önce devletin oluşumunun ilk örnekleri sayılacak örgütlenmelerden başlayarak, oluşumunu, dönüşümünü ve buna etki eden değişkenleri anlatabilirdi. Bu yazıda devletin bir tahakküm aracı olduğu gayet güzel özetlenmiş. Sanırım, Zileli’nin yazısında verdiği örnekler rahatsızlık yaratmış. Marx da devleti tahakküm aracı olarak tanımlarken, sosyalist devleti bu tanımdan gayri tutmuyor ki. Ben bu yazının kategorilerini gayet isabetli buluyorum. Burada devlete dair haklılaştırmalar gayet iyi anlatılmış. Daha da detaylandırılabilir miydi, evet ama bunu söylemenin bir anlamı yok kanımca.

  7. ertan

    Bu sayılan diktatörlüklerin hepsinin özünde bir sınıfın sömürüsü vardır.

    Ekonomik diktatörlük için, “ideolojik ve siyasi alan tamamen ekonomik alanın yönlendiriciliği altındadır” denmiş…Diğerlerinden ayrılmış.

    Diğer diktatörlüklerin (bu arada diktatörlük iktidar kelimesi yerine kullanılmış, her iktidarın bir diktatörlük olduğu kabul edilmiş, bu aslında sınıflı toplumlarda her iktidarın bir sınıfın diktatörlüğü olduğu gerçeğiyle örtüşüyor fakat orada da belirleyici olan ekonomidir, birikimin biçimidir) yönlendiricisi ekonomik alan değil mi? O ekonomik alandan ne kastedildiği de muğlak (hadi yazının kapsamı gereği öyle kullanılmış diyelim), ekonomik alan denilen sonuçta sermayenin birikimini sağlayan ekonomik düzendir.

    Bu nedenle, Avrupa ve ABD diktatörlükleri ile diğer diktatörlükler arasında ekonomi açısından farklı bir kategorizasyon koymak gereksizdir. Bir ayrım yapacaksak, emperyalist batı kapitalizminin gelişmiş yapısı daha gelişkin ideolojik aygıtlarla işleri yürütüyor diyerek yapmalıyız. ABD’nin Kuzey Kore’den daha az ideolojik olduğunu söylemek görünene aldanmaktır. K. Kore’de ideolojik baskı hegemonik olmaya çalışırken (yani rızayı almaya çalışırken) daha zora dayalıdır, göze batar, sıradan insanlar parti sloganlarını ve liderlerinin fotoğraflarını korkarak, belki hasbel kader ikna olarak taşıyorlardır. Fakat ABD’deki ideolojik hegemonya daha gelişkin olduğu için (sermaye birikimi daha gelişkindir, daha akıllı birikim stratejileri kullanmaktadır) göze çok batmaz, fakat hemen her ABD’li bir K. Kore’li gibi sloganlar taşır. Hatta biraz da Gramsci ve Althusser’i hatırlarsak, batı kapitalizminde ideolojik hegemonya zorla kuşanmıştır. Onların ideolojisi hegemonik olamazsa veya olamasaydı, zorla inerdi, tıpkı K. Kore’de olduğu gibi.

    Şimdi bunlardan birinin ekonomik diğerinin ideolojik olduğunu söylemek anlamsızdır. İktidarın deyim yerindeyse “bu çağa uygunluğu”yla ilgili, geliştirdiği taktik ve esneklikle ilgili bir durum vardır. Hele bir de arada politik diktatörlük tanımı yapılmış ki, bunu bir yere koymak iyice imkansızdır.

    Bu yazıda olan şey, tüm literatürü, Marksizmi bir kenara koyup, kendimize, gündelik hayatta gördüğümüz ve aldandığımız biçimde bir dünya çizmek.

  8. ertan

    Ayrıca bu son cümle anarşistlerin de genel sorunudur. Kerameti kendinden menkul bir iktidar/diktatörlük anlayışıyla ancak bu kadar olur zaten.

  9. ertan

    Biraz sekter bakmış da olabilir fakat hepsinde domine eden alan ekonomiktir.

  10. Gün Zileli

    Sanki anlamamakta direniyorsun gibi geliyor bana. Elbette bütün diktatörlüklerin temeli ekonomik, elbette ekonomik diktatörlükler aynı zamanda (senin açıkladığın şekilde) en güçlü ideolojik hegemonyaya sahiptirler. Burada anlatılmak istenen ise başka bir şey. Burada diktatörlüğün esas olarak hangi alan tarafından yönlendirildiği belirleyici oluyor. Sovyetler Birliği’nde, Almanya’da (Nazi döneminde), Çin’de (Mao döneminde) diktatörlüğün yönlendirici gücü ne ekonomik ne de siyasi alandır. Doğrudan doğruya, son derece keskin bir ideolojinin taşıyıcısı olan partidir. Yani ideolojik alandır. Askeri cunta yönetimlerinde diktatörlüğün yönlendirici gücü ne ideolojik alan, ne de ekonomik alandır. Doğrudan siyasi cihazı yönlendiren cuntalardır. Bu cuntalar, birinci örnekteki gibi keskin bir ideolojiye sahip olmadıklarından yönlendiriciliklerini tamamen siyasi cihaz üzerinden yaparlar. Ekonomik diktatörlüklerde ise belirleyici olan ekonomik alan, daha doğrusu doğrudan doğruya tekelci burjuvazidir. Her şeyi ekonomik güç belirler ve öyle olduğu içindir ki, bu diktatörlüklerde ideolojik ve siyasal hegemonya çok daha sağlamdır. Ben ideolojik ya da siyasi diktatörlük derken bu diktatörlüklerin ideolojik ve siyasal anlamda sağlam olduklarını söylemedim ki zaten. Hatta belki de tam tersine. İdeolojik diktatörlüklerin hepsi kısa ya da orta vadede (bugünkü Kuzey Kore hariç) ideolojileriyle birlikte yıkılıp gitmişlerdir. İnsanları ekonomik bakımdan uzun süre sömürebilirsiniz, üstelik onlara bir özgürlük ve demokrasi ilüzyonu bahşederek yaparsınız bunu. Ama insanları, göremez, konuşamaz, sağına soluna bakamaz hale getirirseniz bu kısa ve orta vadede çok fena teper. 20. yüzyılın bütün deneyleri bunu göstermiştir. İşte bu yüzden ideolojik, hatta siyasi diktatörlükler önemli ölçüde başarısız olmuş, ama ekonomik diktatörlükler, yarattıkları özgürlük ilüzyonuyla başarı sağlamışlardır. Marx’ın bütün bu ayrıntıları gözleyecek ne zamanı oldu ne de onun zamanında bu çeşitlilikler böylesine belirgindi. Marx’a bağlı kalmak asla dogmatizme dönüşmemelidir.

  11. Gün Zileli

    Yani örnekleyecek olursak, Stalin döneminde siyasetin de, ekonominin de ideolojinin güdümünde olduğunu inkar temek mümkün değildir. İdeolojik şef (Stalin) karar verir ve siyasi lan onun güdümü altında iyice monolitekleşir, karar verir ve hızlı sanayileşmeye girişilir. Elbette bu kararlar ekonomik alanın “ihtiyaçlarına” göre verilir. Yani ülkeyi bir tarım ülkesinden bir sanayi ülkesi haline getirme ihtiyacına. Ama ideolojik diktatörlük olmasaydı böyle korkunç bir işe (yani milyonların ölümü ve zulme uğratılması pahasına) girişilmeyecekti. Bunu zorlayan tamamen ideolojik diktatörlüğün dayatmalarıdır. Yani “tek ülkede sosyalizm” ve “sosyalizmin üretici güçler temelinin yaratılması” dayatması.

  12. Bardamu

    Ertan, bu yazıda devletin bir sınıfın tahakküm aracı olduğunun reddi anlamına gelecek bir görüş dile getirilmiyor ki. Gün Zileli’nin sınıfsallığı reddettiğine dair bir imanız varsa, bu yazı buna dayanak oluşturacak bir şey sağlamıyor bence. Bu yazıda benim gördüğüm, haklılaştırılma biçimleri üzerinden devletin kategorileştirilmesi var. Devlet fenomeni bu haklılaştırmalar üzerinden anlatılırken, altyapıya dair başka teori ileri sürülmüyor ki. Tamamen simgesel alana dair olarak algıladığım bu yazı, üst yapının kazandığı biçimlerin meşrulaştırılmasındaki farklılıkları gayet güzel anlatmış bence. Bu yazı bence sizin iddianızın aksine Marksist bir yaklaşımın yansıması. Sanırım yazıda olandan ötesini okuyorsunuz ama onu da yanlış okuyorsunuz.

  13. Jargon marksistleri

    Yahu siz marksist jargondan birkaç kelime ögrenip kendini allame-i cihan zanneden ve “sosyalizmin alfabesi” diliyle konusmayan herkesi cahil, “cesur cahil” vb ilan eden jargon marksistleri marksizmle anarsizmin birbirine zit oldugunu, bu iki akimin özellikle de devlet konusunda ayristigini nasil bilmezsiniz? Belki de biliyorsunuz da ne bileyim “taktik, tiktak” yapmaktasiniz, bunu da taktik cahilligime verin. Belki de Karl Marks’in anarsistleri 1. Enternasyonal’den atmasi olayi da karsi devrimcilerin bir yalani, AKP komplosu veya cemaatin bir isidir.

  14. devletten bana ne

    devlet varsa diktatörlük var sonucuna varıyoruz. benim şahsen bu diktatörlükle (mevcut devlet) fazla bir sorunum yok. vergi almasa memnun olurum.bir de pasaport harçlarını kaldırırsa fena olmaz. ama genel olarak yaşamak istediğim hayatı yaşıyorum. devlet bana karışmıyor. bence asıl toplum devletten daha baskıcı bir oluşum. devlet sürekli yaşamımızdaki ağırlığını geri çekiyor. yerini toplum dolduruyor. bütün toplumlardan ama özellikle türk toplumundan nefret etmemek imkansız.

  15. abg.

    bu yazının temel sorunu kullandığı kavramların işlevsel tanımlarının olmayışı ve üzerinde tartışılabilecek bir analitik zeminin bulunmamasıdır. okuyup da tartışmaya girenler maalesef tuttukları bir yerden konuyu ele almaya çalşıyorlar. bir kere hakikaten anlamadım, diktatörlük ile tanımladığınız şey ne? herhangi verili bir politik rejim kayıtsız şartsız diktatörlük mü oluyor? devlet yerine pejoratif anlamı var diye mi diktatörlüğü koydunuz? devlet ve diktatörlük arasında nasıl bir ilişki var, devlet bu ilişkilerin tamamının adı mı luyor? ideolojik/siyasal/ekonomik alanları nasıl oluyor da birbirinden ayırabiliyorsunuz ve bu keskin ayrım üzerinden nasıl kategorilendirmeler yapabiliyorsunuz? Örneğin Türkiye bugün neden ideolojik diktatörlük niteliğini yitirmiş oluyor?

    En bilinen tanımıyla diktatörlük bir yönetim biçimidir, yönetimi bir kişi veya zümrenin elinde, siyasi otorite ve erki özel bir duruma ve ihtiyaca dayalı olarak talep eden alan ve geçici olma iddiası taşıyan baskıcı rejimlere denir ve demokrasinin karşıtıdır. (bakınız 12 eylül cuntası. veya bakınız seçim barajının 10%a düşürülmesi argümanına ülkenin istikrara ihtiyacı var diye karşı çıkan akp hükümeti) Demokrasi çoğunluğun diktasıdır gibi provokatif bir argümanı ortaya koymak gibi bir niyetiniz yoksa, “ekonomik diktatörlüğün yönetim biçimi parlamenter “demokrasi”dir.” gibi bir cümleyi sarf edemezsiniz, mantıken hatalıdır.

    siyasal konuların tartışmasında kışkırtıcı bir tavır, hani şu ara dillere pelesenk olan tabirle “ezber bozmak” açısından işlevsel olabilir, fakat tozu dumana katmak, kavram karmaşasına düşmek hem düşünsel hem de siyasal anlamda yol kaybettirir. önerim, temiz bir dil ve kafayla yazıların kaleme alınmasıdır. teşekkürler

  16. Gün Zileli

    Ben de teşekkür ederim. Ortaya attığınız sorular yararlı oldu. Özellikle liberal bakışla aramdaki ayrımı ve mesafeyi koymak açısından. Evet, her devlet bir diktatörlüktür ve ekonomik diktatörlüğün siyasi sistemi de parlamenter demokrasidir. Yani parlamenter ve temsili demokrasi de diktatörlüğün bir türüdür. Burjuvazinin ekonomik diktatörlüğünü perdelemeye ve halkın rızasını sağlamaya hizmet eder. Bu bakımdan diktatörlük-demokrasi diye bir ayrım sahtedir. Sadece diktatörlük ve özgürlük diye bir ayrım vardır ki burada doğrudan demokrasi dışındaki bütün demokrasi biçimleri diktatörlüğün tarafında yer alır. Burjuvazi bizleri ideolojik bakımdan öylesine uyuşturur ki, üzerimizde işleyen diktatörlüğü görmeyiz bile. Oysa diktatörlük, bütün kurumlarıyla, polisiyle, hapishanesiyle, ordusuyla, baskısıyla ve bunların da dışında insanları ekonomik cenderesiyle ezmesiyle işbaşındadır. Canını Stalin’den kurtarmak için intihar eden birisiyle, banka kredi borçlarını ödeyemediği için intihar eden birisi arasında çok büyük bir mesafe yoktur.

  17. Gün Zileli

    Türkiye ideolojik diktatörlük değildir çünkü artık siyaseti ve ekonomiyi ideolojik alan güdümlemiyor. Atatürk zamanında güdümlediğini söyleyebiliriz. Belki de yeni kurulan devletlerde ideolojik diktatörlük ağır basıyor da sonradan devreye başka güçler ve alanlar giriyor. Türkiye bugün yarı siyasi yarı ekonomik bir diktatörlüktür. Yani siyasi alanla ekonomik alan toplumu birlikte güdümlemektedirler. İdeolojik alan bu ikisine tabi durumdadır. Bugün Türkiye’deki egemen blok içindeki çekişmeyi diktatörlüğün bu parçalı niteliği çok iyi açıklar.

  18. abg.

    tahmin ettiğim gibi. yalnız daha önce de belirtmeye çalıştım ben elimizde her durumu tanımlayacak kavramlar varken hepsini bir torbaya koymanın doğru olmadığını düşünüyorum. bunu liberal bir perspektiften, birini olumlamak diğerini ise olumsuzlamak amaçlı olarak söylemiyorum.

    Diktatörlük ve demokrasi işleyiş biçimleri açısından veya yarattıkları sonuçlar açısından birbirlerinden farkı olmayan iki rejim türü gibi görünebilir ama biçimsel olarak ayrıdırlar. en basitinden diktatörlük yönetimin şiddetinin açık edildiği bir rejimdir, liberal demokrasi manipülasyon ile veya sizin işbaşında olduğunuz yanılgısıyla da olsa sizin onayınızla çalışır veya öyle işler görünür. anarşist bir argüman elbette tüm “iktidar” biçimlerini reddeder gerçi bunun karşısına özgürlüğün yerleştirilmesini de sorunlu bulduğu söylemeliyim, iktidarıns adece devlet eliyle ve kanalıyla yürüdüğü gibi bir varsayımdan çıkan ve mikro düzeyde çalışan tüm iktidar biçimlerini görmezden gelen bir yaklaşımdan bahsedebilir, özgürlüğün anlamı üzerine bir tartışmaya da girebiliriz ama konu uzar ve dağılır.

    tüm rejimleri diktatörlük olarak adlandırdığımızda örneğin hitler rejimi ile norveç’in yönetim biçimi arasında nitelik açıdan bir fark olmadığını iddia ederiz ki bu doğru olmaz. (tüm rejimleri diktatörlük olarak tanımlıyorsak sonra neden kendi içlerinde daha sorunlu ayrımlarla kategorilendirmeye gidiyoruz birinci sorum.) siz burada birinin ideolojik, diğerinin atıyorum ekonomik bir diktatörlük olduğu ayrımını savlayabilirsiniz, bu durumda ideolojik diktatörlükler daha baskıcıdırlar gibi bir sonuca mı gideriz diye sormam gerekir. dolayısıyla yaptığını ayrımların işlevselliklerini açmanız gerekir.

    diktatörlük sizce “devletlilik” “muktedir olma” durumunu tanımlıyor ise, sizin tanımınıza göre bir yönetim biçimi değilse ekonomik diktatörlük-demokrasi ilişkisinden yola çıkarak soruyorum, diğer yönetim biçimlerini nasıl tanımlıyorsunuz.
    ve bu şekilde tanımlamanın işlevsel/analitik/politik faydaları nedir?

    diktatörlük tipi (tanım?): yönetim biçimi (tanım?)
    ———————————————
    ekonomik diktatörlük —–> demokrasi ise
    ideolojik diktatörlük- ——->???
    siyasi diktatörlük ———>???

  19. Gün Zileli

    banırım diktatörlük terimi bir idieolojik yafta olarak ele alındığı için karışıklık doğuyor. Oysa diktatörlük esasen bir yönetim biçimidir. Bir sınıfsal hakimiyet durumudur. Bir kötüleme sıfatı değil. Elbette faşist diktatörlüklerle, askeri diktatörlüklerle ve parlamenter diktatörlüklerle aradaki ayrımı net bir yekilde belirlemekte fayda var. XXBu bakımdan Almanya’daki Nazi diktatörlüğü ile Norveç’teki parlamenter diktatörlük tabii ki farklıdır. Ne var ki, Norveç’te de polis vardır ve insanlar orada bile polis zoru altındadır. Burada tartıştığımız diktatörlüğün ağırlığı ya da hafifliği ya da yöntemleri değil, sonuç olarak diktatörlük olup olmadığıdır. Dün de bugün de diktatörlük olmayan bir rejim türü yaşanmadı ve yaşanamaz da. Doğrudan demokrasi gerçekleştiğinde temsili demokrasi yani parlamenter diktötarlük de sona erer. Demokrasiye atfedilen olumlu özelliklerin tek temsilcisi doğrudan (yani devletsiz) demokrasidir.

  20. Gün Zileli

    ekonomik diktatörlük – parlamenter demokrasi
    ideolojik diktatörlük – tek parti yönetimleri (faşist ya da “sosyalist”)
    siyasi diktatörlük – çoğunlukla askeri cunta yönetimleri
    yarı-ideolojik yarı siyasi diktatörlük – örneğin 1940’lardaki milli şef yönetimi ya da bugünkü Küba
    yarı siyasi yarı ekonomik diktatörlük – bugünkü Türkiye yönetimi. ya da bugünkü Rusya yönetimi.

  21. doğrudan

    demokraside de topluma yani çoğunluğa tabi olunmayacak mı? bu da bir diktatörlük türü olarak düşünülebilir.

  22. malişér

    skalayı demokrasi ile diktatörlük arsında düşünürsek, bence mesele biraz daha açıklık kazanır gibi.
    demokrasi bir devlet (yönetimi) biçimi değil, ideal haliyle halkın (demos) kendini aracısız yönettiği ve kimseye kendini yönettirmediği, doğrudan öznelik hali diye anlaşılırsa;
    diktatörlüğün ,ideal anlamıyla kendi yaşamı hakkında hiçbir karar ve yetki sahibi olmadığı durum olarak tanımlanırsa…
    ve geriye kalan tüm reel siyasi/ekonomik/ideolojik yapılanmalar bu sıralamada yerine yerleştirilirse, durum daha açıklamış olur, diye düşünmekteyim?

  23. anton

    Parlementer demokrasinin de bir diktatörlük biçimi olarak addedilmesi 19.yyda geçerli bir tanımdır. Hatta Marx’ın kullandığı proletarya diktatörlüğü kavramı da bu gelenek içerisinde değerlendirilir. Diktatörlükten kasıt demokrasi karşıtı baskıcıbir yönetim değildi. Kavram Roma’da Cumhuriyet dönemindeki düzene dayanır (dictatura). Diktatörlükteki amaç cumhuriyete yöneltilmiş iç ve dış tehditlere yani tam da bugünkü anlamıyla diktatörlere karşı cumhuriyetin korunması için verilen anayasal bir yetkidir. Bir anlamda sıkıyönetim gibi. Buradaki anlamla günümüzdeki anlam farkı karmaşaya yol açıyor.

    19.yyda halkın diktatörlüğü kavramı bir dönem demokratikleşme hamlelerinin adı olmuştur. Bugün kullanılan, 1840lara dayanan bir terim. Terimin bir anlamda evrimi söz konusu. Neyse bu gereksiz bilgilerden sonra konuya dönersek: Demokrasinin (doğrudan olanı hariç tutulursa) tüm biçimleri de dahil diktatörlük (yönetici-yönetilen ilişkileri var) olarak sınıflandırılması yanlış olmaz. Parlementer demokrasinin rızaya dayalı hegemonik iktidarı onun bir diktatörlük olduğu (hatta daha sinsi bir biçimde) gerçeğini değiştirmez. Bu açıdan Gün Zileli’nin yapmaya çelıştığı diktatörlük sınıflandırması yerinde bir çaba diye düşünüyorum. Parlementer demokrasinin ‘az’ baskıcı görünmesinin sebepleri açıkken bunu diktatörlük olarak adlandırmamak yanlış olacaktır.

  24. abg.

    “demokraside de topluma yani çoğunluğa tabi olunmayacak mı? bu da bir diktatörlük türü olarak düşünülebilir” mi??

    şaka mı bu?? aynı noktalar üstünde dönülüp duruluyor, aynı argümanı yüz kere yazınca siyasi tahlil mi yapılmış oluyor?
    herkese aynı isimle hitap edin, hepsine aynı p.kun laciverti diyin gitsin madem. sayfalarca yazı ya da yorum döşenmenin manası ne?

    malişer, yanlış anladıysam söyle ama zaten bildiğimiz siyasi literatür demokrasiyi de diktatörlüğü de o şekilde tanımlamıyor mu? senin önerinin nasıl bir müdahele olduğunu anlamadım.

    Gün Zileli’nin eklediği sınıflandırmalara baktım, bakıyorum. özgün olan şeyin ne olduğunu hala anlamadım, hırsımdan çocuğumu mu kessem diye düşünüyorum.

    diğer yorumlara baktım şimdi, aslında erkan isimli yorumcu benzer düzlemde geçerli itirazlarını sıralamış.sorun bende değilmiş, çocuğun hayatı kurtuldu.

  25. Gün Zileli

    İtirazlar olması çok doğaldır, zaten bu istenir bir şey. itiraz ve tartışma olmadan bir fikrin gelişmesi zor. bu bakımdan, “çocuk öldürme” şakasının dışında her şeyi ciddiye almamız gerekir. Evet, özellikle anarşistlerin içinde çoğunluğun karar verdiği durumları diktatörlük olarak görenler de vardı. Özellikle bireyci anarşistler böyledir. Heinrich İbsen’in “bir halk düşmanı” oyunuf da çoğunluğun isterisine karşı çıkar. Elbette çoğunluk isterisiyle çoğunluğun kararları aynı şey değildir. Çin Kültür devriminde çoğunluk karar verir gibi görünüyordu ama manüplasyon çok büyüktü. Bu tehlikeli bir zemindir zaten. Doğrudan demokrasi derken kastedilen yönlendirilen kalabalıkların zorbalığı değildir. Faşizm bile böyle bir ortamdan yararlanabsilir. Ya da stalin devrinde olduğu gibi “emekçi isteklerine” bağlı olarak insanların idam edilmesi türü şeyler. Benim anladığım doğrudan demokrasi kalabalıkların histerik arzularına boyun eğmek değildir. Dorudan demokrasi, parlamenter demokrasiden farklı olarak, bilinçli bireylerin temsili değil, doğrudan katılımını öngörür. Bu katılıın organları olmalıdır, denetim mekanizmaları olmalıdır. Toplumun bütün olumlu potansiyeli serbest kalmalı ama bu başıboşluk biçiminde anlaşılmamalıdır. Çoğulcu bir kaotik özgürlük ortamı, manüplasyona değil, farklı gğüçlerin birbirini denetlemesini ve dengelemesini getirecektir, İşte temsili demokraside olmaylan budur. Temsili demokrasi kitleleri pasifleştirerek ve manüple ederek gerçek toplumsal aktifleşmeyi engeller.

    Bilmiyorum, abg, parlamenter demokrasinin de bir tür diktatörlük olduğu anlaşılabildi mi? Öyledir, çünkü bu sistemde egemen sınıflar gerek devletleriyle, gerekse de ekonomik güçleriyle tüm toplumu egemenlikleri altoında tutarlar.

  26. Bardamu

    Farklı sınıfsal yaklaşımların kavramlara yükledikleri anlam da doğal olarak farklıdır. Üstelik kavramlar da sabit şeyler değildir. Temsil ettikleri ilişkiler değişip, dönüştükçe onlar da değişip, dönüşür; bu değişim ve dönüşümü yaşamayan kavramlar da ölür. Abg, siz eleştirdiğiniz, devletin tüm farklı görünümüne rağmen diktatörlük olduğu gerçeğinin karşısına birbirinden farklı devlet/iktidar kavramları mı koyduğunuzu sanıyorsunuz? Dolayısıyla siz egemen sınıfların devlet kavramını anladığı şekliyle bir işlevsellikten hareket ediyorsunuz, kavramın buradaki ele alınışını işlevsiz buluşunuz o yüzdendir.

    Peki Abg, sizin anladığınız biçimiyle diktatör ya da parlamenter rejimlerde egemen olan hangi sınıftır ve devleti bir biçiminden diğerine dönüştüren hangi ilişkilerdir? Siz, Hitler Almanyası ile Norveç’in farklılığını nasıl açıklıyorsunuz? Bizim yapamadığımız siyasal analizi siz yapın lütfen.

  27. doğrudan demokrasi

    Aşağıda yazdıklarınızla ilgili olarak somut örnekler üzerinde konuşabilir miyiz. Benim anladığım doğrudan demokrasi koşullarından bütün yurttaşların karar alma süreçlerine aktif katılması anlaşılıyor. benim yaşadığım kasabanın yerel organı diyelim bir karar alıyor. Buna benimle birlikte biz 500 kişi katılıyoruz diyelim. Tartışıp oyluyoruz. Bugün ki refarandum gibi birşey oluşmayacak mı sonuçta. Çoğunluk ne derse o olacak. O zaman bu da bir tür diktatörlük olmayacak mı? Ben karar alma süreçlerine aktif olarak katılsam da içinde yaşadığım toplumun kollektif iradesine tabi olmak zorunda olacağım. Mesela isviçrede bazı kantonlar refarandumlar yoluyla karar alıyorlar. Eğer çoğunluk hayır derse cami bile açamıyorsunuz. Burada da bir diktatörlük oluyor o zaman. Temsili demokraside de çoğunluk ne derse o oluyor zaten. Ben kimseye tabi olmak istemiyorum. İsviçrede diktatörlük yok mu?

    ————-
    Dorudan demokrasi, parlamenter demokrasiden farklı olarak, bilinçli bireylerin temsili değil, doğrudan katılımını öngörür. Bu katılıın organları olmalıdır, denetim mekanizmaları olmalıdır. Toplumun bütün olumlu potansiyeli serbest kalmalı ama bu başıboşluk biçiminde anlaşılmamalıdır. Çoğulcu bir kaotik özgürlük ortamı, manüplasyona değil, farklı gğüçlerin birbirini denetlemesini ve dengelemesini getirecektir, İşte temsili demokraside olmaylan budur. Temsili demokrasi kitleleri pasifleştirerek ve manüple ederek gerçek toplumsal aktifleşmeyi engeller.

  28. doğrudan demokrasi

    abg sen benim sorumu anadın mı? ben siyasi tahlil yapmadım soru sordum

  29. Gün Zileli

    İsveç de kendine özgü bir parlamenter demokrasi, yani ekonomik diktatörlüktür. Kanton seçimlerini fazla önemsemeyin, bu sadece yerel yönetim anlamında geçerlidir. Devletin ana politikaları ve ekonomisi asla oylanmaz kantonlarda. Doğrudan demokrasi dediğimiz şeklen İsviçre’daki kanton yönetimlerine benziyor gibi gözükse de aslında tamamen farklıdır. Çünkü doğrudan demokraside binlerce yönetim organı olacaktır. Bu anlamda da azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi diye bir şey olmayacaktır. Şu anlamda: Diyelim ki o komünal bölgede komün oylayarak sizin oturduğunuz mahallenin aleyhine bir karar aldı. Sizin mahalle aleyhte oy kullandığı halde kaybetti. Evet ama mahallenin de bir komünü vardır ayrıca. Bu mahalle komününde ayrıca alınacak kararla bu karara karşı çıkabilirsiniz ve en azından mahalle ölçüsünde kararın zıddını uygulamayabilirsiniz. Doğrudan demokrasi, sahte ve sahtekar partiler sistemine değil, çoğulluğun kaotik çatışmasına dayanır.

  30. doğrudan demokrasi

    eğer mahalle komününden de karşı olduğum bir karar çıkarsa? başka komüne taşınabilirim…. peki, ya doğrudan demokrasi koşullarında komünlerin çoğunluğu faşizan taleplerde bulunmaya başlarlarsa. mesela reformasyon döneminde isviçre kantonlarında doğrudan demokrasi koşulları geçerli değil miydi. cenevreyi şehir komünü yönetirken, fahişeler, farklı tarikatlere mensup hristiyanlar, heterodoks alimleri nehirde boğdurarak idam ediyorlardı. burada da katılımcı bir irade var. insanlar katılımcı demokrasi sayesinde yönetime daha çok dahil olunca daha fazla baskı, zulüm talep edebiliyorlar. benim özgürlüğümü toplumlar ve cemaatler de tehdit ediyor bence. devletin ana politikası ve ekonomisinden isviçreliler memnun olmasalar onu değiştirecek partilere oy verirler ama vermiyorlar. demek ki memnunlar. insanların aptal olduklarını düşünmüyorum. bence düzenin parçası olmaktan çok memnunlar.

  31. ertan

    Gün Zileli’nin ve diğer arkadaşların benim söylediğim şeyi anladıklarını sanmıyorum. Veya ben çok kestirmeden ve keskin ifade ettim, anlaşılmadı.

    Tartışma ölçeğini çok geniş tutmadan, örneği sınırlandırarak hem söylediğimi daha da somutlaştırayım hem de ne dediğim anlaşılsın. Türkiye’nin ilk zamanlarında veya Stalin döneminde ideolojik alanın ekonomik alanı domine ettiğini söylemek Marksizmin dışına çıkmak, sınıf tahakkümünü yok saymak demektir. Sınıf tahakkümü derken, yönetici, politik önderlikten oluşan parti ya da başka bir yapı kastedilmiyor. Bizzat o ülkede sermaye birikiminin başında duran, artı değere el koyanların tahakkümünden bahsediyorum.

    Bu çerçevede, Kemalist rejimin önderlerinin kendi ideolojileriyle ekonomik alanı domine ettiğini söylemek, ilk etapta görüneni söylemektir. İşin aslı, küresel ölçekte değişen sermaye birikim tarzının bu memlekette, ulus, ulusçuluk, ulusal kalkınma, aydınlanma, muasır medeniyetleri yakalama, sanayi hamleleri vs. gibi jargon ve anlayışlarla hakim olması yatar. Kemalist önderlik, günün sermaye birikim tarzının getirdiği ideolojik jargonla burjuva, ulusal ekonomiyi inşa etmiştir. Fakat bu onların ideolojilerinin ekonomiyi domine ettiğini söylememizi gerektirmez, güne uygun birikim rejimlerinin ihtiyaç duyduğu sloganlar onların ağzından çıkmıştır o kadar. Yeni kurulan devletlerin ideolojik diktatörlükler olduğunu söylemişsiniz. Yeni kurulan devletler, yeni sömürü mekanizmaları demektir, yeni birikim tarzları eskiyi tasfiye ediyordur da ondan o derece keskin söylemlere ihtiyaç duyarlar.

    Hele ki şu söylediğinizi 12 eylül cuntasının gelişi, amacı ve sonuçları açısından tartın bakalım: “Askeri cunta yönetimlerinde diktatörlüğün yönlendirici gücü ne ideolojik alan, ne de ekonomik alandır. Doğrudan siyasi cihazı yönlendiren cuntalardır.” Yanlış, 12 Eylül askeri cuntası, kesintisiz biçimde beraberinde gelen, Türkiye’nin neo-liberal birikim rejimine uyum hamlesidir. Yüzde yüz ekonomik temellidir.

  32. Gün Zileli

    Ertan’a. Evet ekonomik temellidir ve bu ekonomik temeli gerçekleştirmek için siyasi diktatörlük zorunlu olmuştur. söylenen tam da budur.

  33. Gün Zileli

    Doğrudan Demokrasi’ye. İsviçre örneğinin gerçek doğrudan demokrasiyle ilgisi olmadığını söylemiştim. Kararlara katılmayan, kendi aynı birliklerini, komünlerini kurabilirler ve bu komünler vasıtasıyla kararlara direnebilirler. Daha başka ne olabilir ki.

  34. ertan

    Hadi bakalım öyle olsun.

  35. anton

    Ertan o halde Kuzey Kore halkı de üretim güçlerinin inanılmaz gelişimiyle komünizme doğru mu itilmiştir? Tarihi tamamen ekonomik belirlenimlere bağlı okumakta biraz fazla ileri gitmiyor musun? Yani tamam ulus devlet vesaire gibi yapılarınn ortaya çıkışında kapitalist gelişim şemaları işler. Ancak tarihi tamamen deterministik okumak tarihsiciliğe varmaz mı? Yani demek istediğim tarih sınıf mücadelelerinin tarihi ise işçi sınıfının da etkinliğini yok saymadan belirlenimcilikten kaçılabilir ki tarih pek çok kırılmaya sahne olmuştur. 12 eylül konusunda da rejimin ideolojik dayatmaları tam anlamıyla iktisadi ve toplumsal alanı kontrol altına almaya yöneliktir. Bu çaba ne kadar başarılı oldu tartışılır ancak o rejimin ideolojik boyutu inkar edilemez.

  36. doğrudan demokrasi

    ben de bilmiyorum. ama doğrudan demokrasi fikrini idealize etmek doğru değil bence. insanların devletin ya da temsili kurumlarının yokluğunda, siyasi insiyatife sahip çıkmaları illa ki özgürlükçü bir sonuç vermeyebilir. faşizm yukarıdan aşağı işlemekle birlikte bence aşağıdan yukarı, gündelik insan ilişkileri üzerinden üretilen birşey. tşk ederim.

  37. anton

    Doğrudan demokrasi ben faşizmin yukarıdan aşağıya olduğu konusunda şüpheliyim. Faşist yönetimin biçimlenmesinde tabanın etkisi yabana atılamaz. Ancak doğrudan demokrasi konusunda mesele bu yapının karakteridir. Komünist ruha sahip doğrudan demokrasi aynen kapitalist birikim biçimlerinin yüzyıllardır yaptığı gibi insanın toplumsal davranışları üzerinde etki sahibi olabilir ve ‘ütopya’ yolunda inanılmaz büyük adımlar atılabilir. Grev yapan işçilerin toplumsallaşmalarını düşünün. Çok kısa süreli de olsa dayanışma insan karakterini etkiler. Aynen Lenin’in dediği gibi komünist yapıyı örecek tuğlalar daha ortada yok ama mücadelede pişecek bunlar merak etmeyin(!)

  38. abg.

    Günaydın

    Tartışma hali hazırda başka bir mecrada akmaya başlamış ama dün bana yöneltilmiş soruları gördüm, onlara bir cevap yazabilirsem sevinirim.

    Gün Zileli’ye; parlamenter demokrasinin de bir tür diktatörlük olduğu anlaşılabildi mi sorusuna cevaben.

    Ben, diktatörlük kavraminin spesifik/belirli bir yönetim biçimini tanımladığı hususunda ısrarlı olacağım. Bu yönetim biçiminin, (tekrar için özür dileyerek) bir kişi veya zümrenin siyasi otorite ve erki özel bir duruma ve ihtiyaca dayalı olarak ele geçirdigi, geçici olma iddiası taşıyan ve baskıcı niteliği açık (manifest) (dikta eden) rejimleri tanımladığını söyleyecegim. Bakın tekrar ediyorum, “diktatörlük kötüdür temsili demokrasi iyidir” yorumu çıkmıyor bu argümandan. Bu işlevsel tanım. Bir şeyin “ne”liğini anlamak için kullanıyorum. Sorumuz kırmızı nedir? de olabilirdi.

    Dolayısıyla mesela, anton’un verdiği tarihsel tanıma itiraz etmiyorum proletarya diktatörlüğü kavramının da bu tanıma ters düştüğünü ve bununla çeliştiğini sanmıyorum. Bunun marksist terminolojideki karşılığı burjuva diktatörlüğüne (veya kapitalist devlet) karşılık proleterya diktatörlüğü, di mi?

    Burda zaten sınıf temelinde bir ayrım var. Bunun üzerinden gidecek analizler de kapitalizmin örgütlenme biçimleri açısından rejimleri ele alır. neo-liberal devlet, korporatist devlet, refah devleti vs.

    Antona: Diktatörlüğün demokrasi karşıtı oldugu yönündeki saptama yine tanımından çıkan bir şey. Bakın burda da normatif bir değerlendirme olmak zorunda değil. Demos-kratos.iktidarin, ekonomik üretim ve bölüşüm faaliyetlerinin belli bir zümrenin denetiminde olmadığı bir öz-yönetim(?) halinden bahsediyoruz. Dolayısıyla muhtemelen Gün Zileli’nin doğrudan demokrasi ile ilgili görüşleriyle çatışmayan ama aslında sınıfı daha doğrusu sınıfsız toplumu da işin içine katan bir yorum bu. Umarım anlatabilmişimdir.

    Bardamu’ya: “Her devletin diktatörlük oldugu gerçeginin karşısına birbirinden farkli devlet/iktidar kavramlari mi koydugunuzu saniyorsunuz” demişsiniz, ben böyle bir kavramsallaştırma koyduğumu sanmıyorum. Bu mantıktan giderek her devlet özünde tiranlıktır, despotluktur da diyebiliriz, bu durumda yazının başlığı 3 tip despotluk/tiranlık da olabilirdi.

    Ki temel argümanı devlet denen şeyin/ temel belirleyici niteliğinin zor kullanma olması, son kertede siyasi/ekonomik kararları veren entite/kurum/kuruluş olması. Bu 16. Yüzyıldan beri söylenen, 20 yüzyılda ise en bilinen biçimiyle Weber’in bile söyledigi bir şey, devlet dediğin entite bu şekilde tanımlanır. diktatörlük diyince yeni bir buluş yapılmış olmuyor ki? burjuva diktatörlüğü, koy onun yerine devleti, burjuva devleti. anlam degişti mi? hayır…

  39. abg.

    Bu durumda, bir politik rejimce belli bir tarihsel dönemde bir kararın hangi saikler veya belirleyenlerce alınıyor olması onu neden belli bir tipolojinin parçası yapsın ki? Tarihsel dinamikler bugün “ideolojik”miş gibi görünen bir siyasal yapılanmayı yarın ekonominin etkisine kolaylıkla evriltebilir, üstelik bu dinamikler böyle birbirlerinden bağımsız steril “hah şu noktada ekonomik bu noktada ideolojşiktir” diye kolaylıkla saptanabilir değildir. En azından geçtiğimiz yüzyıl boyunce bunların fazlasıyla kompleks olduğunu gördük.

    Bana sorarsanız, fikir jimnastiği olsun diye bu saptanan 3 alana atıyorum militer/güvenlik alani, toplumsal/kültürel alanı da ekleyelim derim. Sonra bu alanların kendi iç dinamiklerinin zaman içinde çatışmaları diğer alanlarla ilişkileri sonucunda ortaya verili siyasi rejimi ve toplumu etkileyen, bağlayan kurallarin vs.nin çıktığını iddia edelim de derim.

    İngiltere”diktatoryasi” veya ABD’de olur bir ada parçası olmaktan kelli görece güvenlik sorunu çekmemiş bu açıdan güvenlik alanının (elitlerin) etkisini görmemiş, ekonomik ve siyasi dinamiklerle yönetimini sürdürmüştür diyelim, derim. Nazi Almanya’sı ile bir farkı budur derim. Ne oldu tipoloji 4’e mi çıktı sanki?

    Demek istediğim dinamikler alınıp tipoloji yapılmış sanki.Ben daha süper siyasi analiz yaparım da demiyorum, biri bana bu tahlilin işlevselliğini, kapsayıcılığını, hali hazirdaki analizlerde neyi eksik görüp hangi noktalarda dolduruyor onu anlatabilir mi diyorum.Böyle bir iddiası yok denilip çıkılabilir.

    Bardamu’ya sınıf mevzuu üstüne: Peki, sinif bu 3’lü tipolojide nereye oturuyor? Elit yaklaşımı sınıfsal analizden ziyade Weberci bir bakış açısını çağrıştırmıyor mu? Mesela, niye hegemonya değil de de diktatörlük? hangi açıdan biri diğerine göre daha tercih edilebilir?

    “çocugumu kesicem” bir durum karşısında hissettiğim umutsuzlugu gösteren abartı bir tepki. Çocuğum olmadığı için absürd de bir tepki.

    Derdimi izah edebildim mi bilmiyorum. Burdan doğru bir kafa karışıklığı olursa affola. Bu arada hayırlı(?) olsun, bir ara siteniz kapalıydı.

  40. Gün Zileli

    Bu yönetim biçiminin, (tekrar için özür dileyerek) bir kişi veya zümrenin siyasi otorite ve erki özel bir duruma ve ihtiyaca dayalı olarak ele geçirdigi, geçici olma iddiası taşıyan ve baskıcı niteliği açık (manifest) (dikta eden) rejimleri tanımladığını söyleyecegim.

    Parlamenter demokraside bunların hepsi söz konusu.

  41. malişér

    gün zileli ve diğer arkadaşalar diyeceklerimin çoğunu söyledikleri için uzatmak gereksiz olacak. konuyu daha iyi bilenleri dinlemek hoş bir şey.
    biraz da konu dışına çıkmak pahasına” kendi ” tahayyülümü ifade etmekle yetineyim.
    her toplumsal üretim alanını , anaşist (devletsiz, dolayısıyla da mülkiyetsiz) piyasaya hitab eder hale getirmek için mücadele… ve aynı zamanda iç işleyişini komünalize ederek..
    üretim dışı yaşam için özgür irademle katıldığım ve istediğim anda terk edebileceğim komün(cemaat) yapıları içinde olmak.
    kafama uyarını bulamazsam -yapabilirsem yenisini inşa etmek.
    özgürlükten anladığım; kendimi tanıma ve değerlerime uygun bir yaşantı için alan açma..

  42. anton

    abg. demişsin ki: “bir kişi veya zümrenin siyasi otorite ve erki özel bir duruma ve ihtiyaca dayalı olarak ele geçirdigi, geçici olma iddiası taşıyan ve baskıcı niteliği açık (manifest) (dikta eden) rejimleri tanımladığını söyleyecegim.”

    Bu cümlede “özel bir duruma ve ihtiyaca dayalı olarak ele geçirdigi, geçici olma iddiası taşıyan ve baskıcı niteliği” kısmı zannedersem diktatörlüğü demokrasiden ayırt eden kısım. Burjuva demokrasisi de geçici değil midir(böyle bir iddiası olmaması öyle olduğunu göstermez, faşizme kolayca evrilen rejimlere bakarak söylüyorum bunu), baskıcı niteliği (burada itiraz bekliyorum) açık değil midir?

    Tekrar alıntıya dönelim. Çok güzel. Ancak demokrasinin bu dediğinin dışında bir sistem olduğunu mu düşünüyorsun? Sonuçta burjuvazinin yöntemlerini hegemonik temellere dayandırması baskıyı yönlendiren ve baskının (baskı ve zor var değil mi?) yöneltildiği kesimi değiştirmiyor, aksine kapitalist birikim mantığını da sermayenin kliklere bölünerek kendi iç rekabet dinamiğini de yansıtabilmesi açısından daha verimli hale getiriyor(özel durum şartı!). Yani demokrasi dediğimiz yönetim biçimi de özünde günümüzde burjuva siyaset terminolojisinde diktatörlük olarak geçen kavramdan farklı bir öze sahip değildir. Yine hakim bir zümre, sınıf, kişi gibi muktedirler mevcut. Dağdaki çoban edebiyatına bir gönderme yaparsak, o hala koyunlarını güdüyor (çok güzel bir alegori!). Demirel (çoban Sülü!!!), Olaf Palme (belki yakışmadı buraya), De Gaulle (general demokrasi) gibi demokrasi yıldızları maaalesef başka diyalektik süreçlerin ürünü şeffaf ve katıllımcı demokrasinin değil. Tarihte bireyin rolü başlığı bu tarz liderliklerin ruhunun incelenebileceği daha sağlıklı bir başlık.

    Weber’in tanımına da değinmişsin tam konuya oturmuş. Devletin tanımını bugünkü anlamıyla diktatörlük olarak yapmak sadece tarihsel örneklere bakılarak doğrulanabilse de tanımın bu haliyle çok dar olduğunu kabul etmelisin. Devletin organizasyonel işlevi dışarıda bırakılıyor burada. Doğrudan demokrasinin hakim olduğu bir sistemde de devletin silahlı aygıtının bulunması ve bunun da organizasyonel bir niteliğe halel getirmemesi güzel bir örnek olabilir. Tabii tarihi örnek isterseniz Paris Komünü (devlet değil diyeceksiniz belki ama devlet tanımına işlevsel açıdan uyuyor), Rusya 1917-21 arası derim. Maalesef aklıma gelen örnekler hep olağanüstü hal dönemlerinde yok edilen yapılar, idare edin lütfen.

    Bu arada Zileli’nin yaptığı sınıflandırmalara itirazlarını da gayet doğal bulduğumu da belirteyim. Gerçi bunu diktatörlük kavramını gereksiz kullandığını göstermek için yapmışsın ama olsun. İstediğin kadar nitelik ekleyip sınıflandırmanı sürdürebilirsin ancak gözden kaçmaması gereken demokrasinin şişede durduğu gibi durmadığıdır.

  43. Beyazdis

    Merhabalar sayin G.Zileli,Turk solu icerisinde ,cizgisini ekonomik menfaatler ugruna degistirmeyen ,ucbes savascidan birisi olarak, size duydugum saygiyi belirterek baslamak istiyorum.
    yukaridaki keskin teorik tartismalari zevkle okudum..Zaten sorularla dolu kafam, yeni sorularla tasmaya basladi.Son yuz yildir, sol’un teorik tartismalari, bana yumurtasiz tavuk, yada tavuk’suz yumurta nasil olur sorusunu tartisiyormus gibi gelmeye basladi..Birilerini incitmek yada fikirleri kucumsemek amaciyla soylemiyorum bunlari..Ozgurlukse maksadimiz, bende burada ozgurce aklima gelen sorulari sormak istedim..
    1. Sayin Zileli,
    varolan ve tarihte varolmus olan tum devlet yada yonetim sekillerini siyasi, askeri yada ekonomil diktatorluk olarak tanimladiniz..Diktatorluk olmayan yonetim sekilleri nasil olacaktir?
    2.Dogrudan demokrasi nedir? nasil ve kimler tarafindan uygulanacaktir?
    3.Dogrudan demokraside binlerce yonetim organi olacaktir diyorsunuz.Bu nasil olacaktir?Kim sececek, kim secilecek, kararlar nasil ,neye gore veya hangi yasal olcutlere gore alinacaktir?

  44. Gün Zileli

    1. Diktatörce olmayan tek yönetim şekli özyönetimdir. Yani özyönetim her birimde insanların kendi kendisini yönetmesi, böylece yöneten-yönetilen çelişkisinin ortadan kalkmasıdır ki, bu da diktatörlüğün ortadan kalkması anlamına gelir.
    2. Doğrudan demokrasi de yöneten-yönetilen çelişkisinin ortadan kalktığı, gerçek demokrasidir. Bir yerde temsiliyet varsa orada gerçek demokrasiden söz edilemez.
    3. Yönetimlerin bölünmesi ve yerinden yönetimin gerçekleşmesi gerekir. Küçük birimler kendilerini rotasyon usulüyle gayet güzel yönetebilirler. Ancak birim büyüdükçe yönetim zorlaşır ve yönetimde profesyonellik gündeme gelir. Evet, binlerce, hatta onbinlerce yönetim birimi olmalı ve bunlar aralarında serbestçe ilişki kurabilmelidirler. Doğada trilyonlarca küçük birim nasıl kendini yönetip birbiriyle ilişkiye geçerek kaotik bir uyum kuruyorlarsa, bu yönetim birimlerinin kaotik uyumu da mümkündür. Müdahelesiz ama. Eğer bir tanrı yoksa doğayı düzenleyen ve bu doğa kendi uyumunu kurabiliyorsa, toplumlar bunu neden yapamasın ki…

  45. Beyazdis

    Sayin Zileli,
    sorularimi parca parca yaziyorum, kusura bakmayin..Yuz yildir tartisilan sorunlari benim cozmek yada analizini yapmak gibi bir iddiam yok.Zaten marksizmin yada sosyalist hareketlerin tarihsel gelisimi konusunda yetersiz olan bilgi duzeyim nedeniyle, boyle bir konuda iddiada bulunmayi komik bulurum pekcok azgelismisin aksine..Sorularimi bitirince,aklima takilan aciklamalariniza, kafamdaki sorular ortadan kalksin diye yeni sorular ekleyecegim..Yanit vermeniz gereken ,pekcok kisi ve soru oldugunu biliyorum..Bende kisa kesmeye calisacagim..Sadede gelelim artik dediginizi duyar gibi oldum ..Peki sorulara gelelim..
    1.Uretim ve tuketim iliskisi devletsiz bir toplumda nasil ve neye gore duzenlenecektir?
    2.Bu iliskiyi kim kontrol edecek ve hangi ticari(varsa) yasalari uygulayacaktir?
    3.Eger ticari yasalar varsa ,bu yasalari kimler neye gore yapacaktir?
    4.Bu sistemde para olacakmidir(para=enflasyon sarmali?)
    5.Her kafadan farkli bir sesin ciktigi , devletsiz bir duzen/duzensizlik? toplam dunya nufusunun 8 milyar oldugunu dusunursek, pratik olarak uygulanabilirmi?Nasil?Simdilik bu kadar.
    saygilar

  46. Gün Zileli

    kısaca cevcaplamaya çalışayım:
    4. para olmayacak. Paranın olduğu yerde sömürü vardır.
    1. devletin olmadığı yerde bütün ilişkiler komünlerin birbirleriyle serbestçe kurdukları kaotik ilişkilerle düzenlenecektir (aynı doğada olduğu gibi)
    2. kontrol diye bir şey olmayacaktır. Piyasanın yerini özgür komünlerin serbest ilişkileri alacakır.
    3. ticaretin yerini takas alacaktır.
    5. eğer tanrı olmadan doğa kendi ilişkilerini düzenleyebiliyorsa, 8 milyar insan da kendi ilişkilerini baskıcı bir gğüç olmadan güzelce düzenleyebilir.

  47. Anonim

    Sayın Zileli, doğanın kendi ilişkilerini düzenlemesini örnek vermişsiniz, fakat insandan farklı olarak doğadaki tüm diğer canlılar sadece yiyecek, barınak gibi son derece sınırlı şeyler ister. Dolayısıyla, insanlar sadece bu zorunlu ihtiyaçlarla yaşasaydı hayatlarını bu şekilde düzenlemek kolay olurdu. Bu toplum tahayyülü bana pek gerçekçi gelmiyor.

  48. çıracı

    * Var olan kapitalist sistem hem insanların temel/zorunlu ihtiyaçlarının karşılanmamasına (kabaca tabirle insanların “açlıkla terbiye edilmesine”) neden oluyor; hem onların gerçekte ihtiyacı olmayan bir sürü çöplük eşyanın üretilip satılmasına; hem de insanların bu gereksiz eşyaları üretirken hayatlarının önemli bir zamanını angaryaya sarfetmesine neden oluyor.
    * Komünal yaşam, insanların hem kısa çalışma saatleriyle kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar (ve karşılamaya yönelik ürünler üreterek) çalışmasına, hem insanların kendi yaratıcılıklarına ve eğlenmeye ayırabildikleri uzun boş/serbest zamanların oluşmasına, hem de insanların tüketim kültürünün bütün afyonlarından uzak, rahat bir yaşama kavuşmasına önayak olacaktır.
    * İnsanların hayatlarını sıradanlaştıran, onları ev-market-işyeri üçgenine hapseden, onların bütün beyinsel aktivitelerini pop-kültürü yoluyla köreltmeye çalışan şey zaten bu çok harika bulduğumuz(!) kalkınmacı anlayıştır. Sizin o beğenmediğiniz primitif yaşam tarzı (bile) günümüzde var olan ev-market-işyeri şeytan üçgeninden kat kat daha olumlu bir yaşam tarzıdır.

  49. Gün Zileli

    Çıracı, gerektiği gibi anlatmış. ekleyecek pek bir şeyim yok.

  50. Anonim

    Çıracı arkadaş, görüşlerinize katılmamak mümkün değil, ancak tartışmak istediğim, bunun doğruluğu değil, imkanı ve uygulanabilirliği.

  51. Anonim

    Batı uygarlığı, tek dişi kalmış bir canavar mıdır?

    Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
    Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
    Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar
    Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?
    (M. Akif Ersoy, İstiklal Marşı, 1921)
    I.
    Aşağıdaki listede, Batı uygarlığının öncüsü durumunda olan sekiz-on ülkede son beşyüz yıl içinde icat edilip insanlığın genel kullanımına sunulan nesne ve kavramların küçük bir kısmı gösterilmiştir:
    Aerosol, alüminyum, analitik geometri, anayasa, anestezi, ansiklopedi, antibiyotik, antropoloji, apandisit ameliyatı, artezyen kuyusu, asfalt, asgari ücret, asma köprü, aspirin, avogadro kanunu, balistik füze, banka, barometre, basın özgürlüğü, basın sansürü, belediye, benzin, benzin istasyonu, betonarme, biberon, bilanço, bilgisayar, bisiklet, bordo bulamacı, bulaşık makinası, buldozer, buzdolabı, cam (sınai üretimi), caz müziği, cekvalf, ciklet, cumhuriyet, çamaşır makinası, çapraz bulmaca, çek, çelik (dökme), çelik zırhlı duvar, çengelli iğne, çevrecilik, çimento, daktilo, ddt, demiryolu, demokrasi, denizaltı, dergi, deterjan, devlet tahvili, diferansiyel ve entegral hesabı, dikiş makinası, dinamit, diş dolgusu, diş macunu, diş protezi, dizgi makinası, doğal gaz, doğum kontrol hapı, dolmakalem, don lastiği, döviz bürosu, düdüklü tencere, dürbün, elektrik, elektrik lambası, elektrik sayacı, elektrik sigortası, elektrik süpürgesi, enjektör iğnesi, ensülin, faks, fare zehiri, fatura, fayans, fermuar, fotograf makinası, freze tezgâhı, futbol, galvaniz sac, gaz sobası, gazete, gazlı çakmak, gazoz, gazyağı, gelir vergisi, gemi (buharlı ve motorlu), genel eğitim, genel seçim, gensoru, gözlük, grev, harita projeksiyonları, havagazı, hayvanat bahçesi (halka açık), hidroelektrik santral, hidrofor, hisse senedi, holştayn ve montafon inekleri, ışık hızı, idare lambası, ikinci derece denklemlerin çözümü, ingiliz anahtarı, insan hakları, internet, işitme cihazı, izocam, jeoloji, jilet, kadastro, kadın hakları, kâğıt para, kalorifer, kamyon, kan grupları, kan nakli, karbüratör, katma değer vergisi, kaynak makinaları, kelime işlem, kibrit, kimyasal gübre, kok kömürü, kompresör, kondansatör, konik kesitler, konserve, kontraplak, kooperatif, köleliğin yasaklanması, kredi kartı, kriko, kuduz aşısı, kurşun kalem, kuşe kâğıt, kuvöz, laiklik, lens, lüks lambası, margarin, marsilya tuğlası, matbaa, merdiven otomatiği, meslek odası, meşruti monarşi, metrik sistem, metro, metronom, meşruti krallık, mikrofon, mikroskop, modem, müze, napolyon kirazı, naylon poşet, neon, nisbi temsil, nükleer bomba, ofset baskı, oksijen, otomatik dokuma tezgâhı, otomobil, otoyol, para sayma makinası, park (kentsel ve ulusal), parlamento, patates (ticari üretimi), penisilin, perspektif, petrol borusu, petrol kuyusu, petrol rafinerisi, petrol tankeri, pikaj masası, pistole, plak (ses kaydedici), planya makinası, plastik, polis teşkilatı, polyester gömlek, posta, posta pulu, prezervatif, prima bebek bezi, primüs lambası, psikanaliz, radyo, reklam, röntgen filmi, saat (mekanik ve elektronik), saç kurutma makinası, sanayi robotu, sekurit cam, seçim (tek ve çift dereceli), sendika, sentetik elyaf, sermaye şirketleri (limited ve anonim), sezaryen doğum, sigara, sigorta şirketi, sinema, sivrisinek pedi, siyasi parti, sosyal sigorta, sosyalizm, sosyoloji, suluboya, sunta, şehir planlaması, şeker pancarı, tabanca, tank, teflon, telefon, telgraf, teleskop, televizyon, termik santral, termodinamik kanunları, termometre, termos, termosifon, teyp, toplu ulaşım araçları, tornavida, traktör, transistör, traş bıçağı, traş makinası, trigonometri, tüfek, tükenmez kalem, uçak, uçan balon, uhu, ulusal devlet, ülser ilacı, ütü, vaşington portakalı, video, vitamin, yale kilit, yapay uydu, yayınevi, yerçekimi kanunu, yüksek verimli buğday türleri, zekâ testi.
    Aynı devirde (1494-1994) Türklerin, kahramanlık ve konukseverlikleriyle dünyaya örnek oldukları bilinir. Öteki şark uluslarının o kadarını bile yapabildikleri şüphelidir.
    Sayılanlar, üstelik, Batı’nın “üstün maddi imkânları” sayesinde satın aldığı ya da şunun bunun “emeğini sömürerek” elde ettiği şeyler değildir. Kendilerini sıradışı fikirlere adamış insanların geceli gündüzlü çalışmalarının, sonsuz fedakârlıkların, uykusuz gecelerin, harcanmış evliliklerin, kuşkuların, hayal kırıklıklarının, insanüstü sabır, azim ve çabaların eseridir. Başarıya ulaşmış her yeni fikir için, belki on, belki yüz tanesi hüsrana uğramıştır. Yarattığı eserden maddi çıkar sağlayan her kişi için, pek çokları sadece haklı çıkmış olmanın manevi hazzıyla yetinmek zorunda kalmışlar; birçokları onu bile tadamadan bu dünyadan ayrılmışlardır.
    “Maddi imkânlarıyla” başkalarının emeğini satın alanlar, hatta satın bile almadan kopya edenler ya da hile ve zorla ele geçirenler, yani sömürücüler ise, herhalde bu eserleri ortaya koyanlar değil, yukarıdaki listeye tek bir şey eklemeden bugün onları kullanma hakkını sanki dünyanın en doğal hakkıymış gibi kendilerinde görenlerdir. Beşyüz yıldan beri Batı uygarlığının nimetlerinden yararlandıkları halde karşılığında insanlığın ortak uygarlık hazinesine bir tek katkıda bulunmamış olanların, teşekkür etmek ve minnet duymak bir yana, üstelik sıkılmadan dönüp Batı’yı “sömürücülükle” suçlamaları ise, insanlık tarihinin eşine az raslanır tuhaflıklarından biri sayılmalıdır.
    II.
    Batı uygarlığına intibak etmek (veya kısaca “Batılılaşmak”) denen davanın temel konusu, bu utanç verici sömürücülük ve inkârcılık konumundan çıkıp evrensel kültürün gerçek üreticileri arasında kendine bir yer bulabilmektir.
    Batı uygarlığını toptan ve tüm sonuçlarıyla reddetmek, kişisel düzeyde, saygıdeğer bir tutum olabilir. Taktığı gözlüğün ve yaktığı kibritin yaratıcılarına gönlünün bir yarısıyla bile olsa minnette kusur etmemek koşuluyla, kimi ender insanlar, modern-öncesi dünyanın daha sade ve daha manevi değerleriyle yaşamayı tercih edebilirler. Bulaşık makinasına, kredi kartına ve psikanalize ihtiyacı olmadan yaşamak, yabana atılacak bir felsefi ideal değildir. Bu yolu seçenlerin toplum yaşamına getirdiği zenginlik, bazen gözlüğü ve kibriti keşfedenlerinkinden az olmayabilir.
    Fakat kişisel düzeyde anlamlı olabilen bu idealin, bir toplumsal tercih olarak benimsenmesi, günümüzün dünyasında, mümkün gözükmemektedir. Batı uygarlığının ürünleri insanların ezici çoğunluğu açısından öylesine dolaysız ve öylesine tartışmasız bir şekilde caziptirler ki, bütün bir toplumu bunlardan vazgeçirmek ancak olağanüstü baskı ve şiddet tedbirleriyle, insan doğasına aykırı yasaklarla, terör ve katliamlarla birlikte düşünülebilir. Batı uygarlığının çağdaş dünyadaki alternatifi, barbarizmdir. Yakın dönemde ciddi ve tutarlı bir biçimde Batı uygarlığını reddetmeye çalışmanın bildiğimiz tek örneği, Kamboçya’da 1975-80 arasında hüküm süren Khmer Rouge rejimidir. Beş yılda ülke nüfusunun üçte birini katletmiş, buna rağmen başarılı olamayarak devrilmiştir.
    Batı uygarlığının ürünlerini sömürmekte hiçbir sakınca görmedikleri halde o uygarlığın kendisine, o uygarlığın kurumlarına ve o uygarlığın yaratıcılarına düşman olan toplumların tavrı ise, ancak ahlaksızlık ve utanmazlık gibi gayrı siyasi terimlerle tanımlanabilir. Küba “sosyalizmi” buna dahildir. Irak’ın, Libya’nın, eski Cezayir’in “üçüncü dünyacılığı” buna dahildir. İran’ın “İslamcılığı” da buna dahildir. Antibiyotikler sayesinde vebadan ve hummadan kendini koruyabilen bir toplumun, antibiyotiği keşfeden adamlara ve onları yaratan kültüre, sevgi şöyle dursun, merak bile duymaması; ya da gazete çıkararak fikirlerini yayabilen bir siyasi hareketin, matbaayı, ofseti, rotatifi, hurufatı, fotoğrafı, klişeyi, renk ayrımını, katlama makinasını, sanayi kağıdını, matbaa mürekkebini, süreli yayın fikrini, basın özgürlüğü idealini, kitle gazeteciliğini, makaleyi, düzyazı uslubunu, paragrafı, başlığı, mizampajı, punto hesabını, muhasebeyi, reklamı, dağıtım sistemini, o dağıtımı yapan kamyonları ve hatta o gazete muhabirinin giydiği lastik ayakkabıyı icat eden bir uygarlığın önünde saygıyla eğilmemesi, “fikir” değil, ancak cehalet ve ahlaki yozlaşma gibi kavramlarla ifade edilebilecek bir durumdur.
    Üstelik bu tavrın zararı sadece ahlaki değil, ekonomik ve kültüreldir. Ekonomiktir: çünkü tüketimine talip olduğu uygarlığın üreticilerine ve üretim sürecine düşman olmak, kendini ebediyen tüketiciliğe – ürettiğinden fazlasını yemeye – mahkûm etmek demektir. Kültüreldir: çünkü kendi yaşamını ve kendi zihnini biçimlendiren şeylerin aslını inkâr etmek, kendi kendini inkâr etmekle birdir. Yaşantısıyla inançları birbirini nakzeden bir toplum, sahtelikten ve iğretilikten kendini kurtaramaz. Yaşam biçimini açıkça savunabilecek fikirlerden mahrumdur: prensipte reddettiği şeyleri pratikte yapmak, pratikte yapmayı sevdikleriyle prensiplerini çürütmek zorundadır. Kendi koşullarını anlamaktan ve anladığını söylemekten kendini mahrum ettiği için, o koşulları geliştirecek, hatta değiştirecek donanımdan yoksundur; o iş için gerekli fikir ve ruh özgürlüğüne sahip değildir.
    Bu yüzden, böyle bir toplum, sömürücülük konumundan asla kurtulamayacak; özendiği ve nefret ettiği uygarlığa karşı, yaltaklanma ile meydan okuma arasında gidip gelen çürütücü ikilemi asla aşamayacaktır. “Tek dişi” olduğuna kendini inandırdığı medeniyeti kıskana kıskana, onun çelik zırhlı duvarı önünde darmadağın olan imanına içten lanet ede ede, kahredici bir korku ve kompleks batağında sonsuza dek debelenecektir.
    III.
    Batı uygarlığına son beşyüz yıldaki olağanüstü dinamizmini kazandıran etkenin veya etkenlerin hangileri olduğunu bildiğimizi ileri sürmeyeceğiz. Bizzat Batılı düşünürlerin beşyüz yıldan beri üzerinde anlaşamadıkları bir konuda kesin öneriler üretmek, bu kitabın boyutlarını aşar.
    Çeşitli yerli ve yabancı yazarların Batı uygarlığının “anahtarı” olarak ileri sürdükleri kavramlardan birkaçını sıralamak, işin zorluğu hakkında fikir verebilir:
    Hıristiyanlık, demokrasi, eğitim, laiklik, bilimsel düşünce, kapitalizm, materyalizm, sömürü, eski Yunan-Roma uygarlığı, akılcılık, çalışkanlık, Protestanlık, Katoliklik, bireycilik, Cermen ırkı, Haçlı zihniyeti, ılıman iklim, denizlere egemen olmak, cumhuriyetçilik, faiz, pozitivizm, çoğulculuk, çoksesli müzik, ademi merkeziyetçilik, domuz eti yeme alışkanlığı, “zulüm, kahır, tahakküm,” emperyalizm, matbaa, şapka.
    Birbiriyle bağdaşması kolay olmayan bu unsurlardan hangisi Batı uygarlığının püf noktasıdır? Batı uygarlığına özenen bir toplum, bunlardan hangisini uyguladığı takdirde başarıya ulaşmayı umabilir?
    Batı uygarlığını oluşturan kurum ve gelenekler arasında belirleyici olanlar hangileridir? Farklı kültürlere sahip toplumlara nasıl ve ne ölçüde uyarlanabilirler?
    Bu soruların tatmin edici cevabı yoktur. Ancak böyle bir cevaba ulaşmak için atılması gereken ilk adım, yeterince açıktır. Bu adım, şu ya da bu nedenle üstün konuma gelmiş bir uygarlığa karşı ilgi, merak, saygı ve hatta sevgi duymaya izin veren zihin devrimini gerçekleştirmektir. Batı uygarlığına ilgiyi ve merakı körelten ideolojik dirençleri aşmak; o merakın tatmin edilmesine imkân verecek iletişim imkânlarını ve haberleşme özgürlüğünü yaratmak; yalnız teknik sonuçları değil, o sonuçların gerisindeki insan unsurunu, inanç ve değerleri, kurumları ve tarihi tanımak ve tartışmaktır. O uygarlığa sahip ülkelerle ortak bir kadere ve ortak davalara sahip olunduğu inancını kazanmak; o uygarlığın eserlerini alırken, onları yaratan toplumlara sunabilecek bir şeyler yaratma ihtiyacını ve sorumluluğunu hissetmek, aynı zihin devriminin ögeleri arasında sayılabilir.
    Bu devrimi gerçekleştirebilen bir toplumun, bir süre sonra, Batı uygarlığını güçlü ve evrensel kılan faktörlerin hangileri olduğu konusunda, kendi usul ve adabı çerçevesinde birtakım cevaplar üretmeye başlayacağı muhakkaktır.
    http://nisanyan.com/?s=soru-29

  52. Gün Zileli

    uyguflanma olanağı var, hem de fazlasıyla var. İnsanlığın doğal hali bu önerdiklerimizdir.

  53. no

    Çıracı’nın yazdıklarına ben de katılıyorum ve de uygulanabilirlik kısmında herkesin bir biçimde maximal ya da minimal ölçekte bir yerden başladığında ‘başka bir yaşamın’ mümkün olduğunu düşünüyorum.

  54. no

    yani sanırım aslında, üzerinde konuşmaktan çok eyleme geçip deneyimlemek ve mümkün olup olmadığını bu deneyim sayesinde öğrenmek.. en azından bu mümkün. Çünkü herkesin koşulları, deneyimi kendine..

  55. çıracı

    Anonim arkadaş, kendi yorumumu yeniden gözden geçirdim de; biraz polemikçi bir üslup kullanmışım, ironinin dozunu da kaçırmışım, kusuruma bakma…

  56. çıracı

    Uygulanabilirlik konusuna gelince…
    * No arkadaşa katılıyorum, komünal yaşamın uygulanabilirliği onu yeniden ve yeniden pratiğe dökerek sağlanacak, deneylerin biriktirilmesiyle, modellerin sürekli yeniden yapılıp bozulmasıyla oluşacaktır diye düşünüyorum.
    * Ayrıca kendi adıma şunu söyleyebilirim, bu pratiklerin de mükemmelleşmesi, komünal yaşamın sürekli hale getirilmesi (yani sınıflı toplumun yeniden hortlamaması) için bu pratiklerle eşzamanlı olacak bir çeşit “kültür devriminin” gerekliliğine de inanırım. Tabii kültür devriminden kast ettiğim şey tepeden inme bir aydınlanma değil; daha çok ezilenleri erklendiren ve onların bilim, felsefe, sanat ve politika üretme sürecine doğrudan katılımını sağlayan, bilimi yeniden tarif ederek insan-merkezli kalkınmacı düşünce yerine doğa-merkezli, dayanışmacı, öğrenme aşkını ve yaratma güdüsünü temel alan bir bilim anlayışını ortaya çıkaran bir kültür devrimini kast ediyorum. Bu, aynı zamanda yozlaştırıcı, yabancılaştırıcı tüketim kültürü karşısında da iyi bir çekim merkezi olabilir.

  57. Anonim

    Çıracı arkadaş, son yorumunuza katılıyorum. Bu arada aşağıdaki şu yorum da dikkat çekici

    Her solcu, anti-faşist veya anti-kapitalist devrim ve komünizm yanlısı olmak zorunda değildir. Örneğin Batı Avrupa’da çok sayıda solcu, anti-faşist, anti-emperyalist, anti-kapitalist politik kişi ve kuruluş var. Buna karşın Batı Avrupa’da devrim ve komünizm yanlısı politik bir parti yoktur. Politik bir parti olabilmek için hatırı sayılır kitlesel bir desteğe sahip olmak gerekir. Bu nedenle kendini “parti” olarak tanımlayan “devrimci” grupcuklar gerçekte parti sayılmazlar.Avrupa’da devrim ve komünizm yanlısı olan insan sayısı hemen hemen yok denilecek kadar azdır. Öyle gözüküyor ki, Batı Avrupa’da devrim ve komünizm yönünde yapılan çok önemsiz sayıdaki kişisel tercihleri sosyal bir fenomen olarak değil, daha çok psikolojik bir feomen olarak tanımlamak gerekir. Sonuç olarak Dersimlilerin geleneksel solculuğunu devrimcilikle özdeşleştirmek abesle iştigaldir. Dersimliler solcu eğilimlerini devrimden veya komünizmden yana olmak gibi bir aşırılığa vardırmadan da sürdürebilirler. Bunda utanılacak bir yan yoktur. Bu son derece normal, medeni ve humanist bir tutumdur. Örneğin dünyanın en ünlü solcularından biri Amerikalı profesör Noam Chomsky’dir. Chomsky kapitalizme, emperyalizme faşizme vb. karşıdır. Fakat Chomsky devrim ve komünizm yanlısı değildir.
    http://www.geocities.ws/dersimsite/dersimsorunu.html

  58. çıracı

    Geocities’deki yazıya baktım. Klasik “devrimci” tipolojisi hakkında bu yazıda haklı bulduğum eleştiriler var, ANCAK devrimin yanlış örneklerine bakarak “devrimcilik” fikrini komple mahkum etmeyi doğru bulmuyorum; hele hele devrimcilik yerine AB normlarını ve reform-eksenli mücadeleyi ikame etme fikrini hiç doğru bulmuyorum kendi adıma. Devrim fikrini reddeden bir solculuk, iyi niyetli olduğu zamanda bile, (maalesef) pusulasını kaybedip egemen sınıf kliklerden birinin peşine takılmaya, onlar tarafından sürekli oyalanmaya, uzun vadeli ideallerinden kopmaya, örgütsel bağımsızlığını, sınıf bağımsızlığını yitirmeye kadar bile sürüklenebilir.
    …Tabii ki devrimcilik olarak savunduğum şey bir dar grup öncülüğünde iktidarı ele geçirmek değil; kitlelerin güçlü ve kararlı özneler haline gelip bütün iktidar odaklarını yıkmasıdır.

  59. Beyazdis

    Sayin Zileli ve Sayin Ciraci,
    Anonim arkadasin gonderdigi yazinin altina aynen imzami atarim.Ayrica birkac sey daha eklemek istiyorum..Oncelikle sayin Zileli’nin aciklamalarinda kafama takilan bazi sorular var..
    1.Komunal sistemde para olmayacak demissiniz..Bunun yerine, ticari iliskilerde takas sistemi uygulanacak diyorsunuz..Proudhon ayni tezi1838 de yazdigi Mulkiyet nedir? adli eserinde savunmustu..Ancak bu tezin gunumuz dunyasi icin uygulanirligi olan bir ticari degisim tarzi olarak kabul edilebilirligi tartisilir..Ozellikle Ticari mallarin uretim sureci,maliyeti ve miktari takasi neredeyse imkansiz kilmaktadir.Sizce oluru varmi, ornekleme yapabilirmisiniz?
    2.Insan iliskilerini, dogadaki diger canlilarinin, birbirleriyle olan iliskileriyle bir tutmak ,insan aklini kucumsemektir.Benzerlikler olabilir ama bu, yasamlarini basit iliskiler icerisinde surduren vahsi doganin, bizlere ornek olabileceginin, kabul gorecek bir aciklama oldugunu sanmiyorum..
    3.Piyasa kontrolu diye birsey olmayacak diyorsunuz.Yine Proudhon’cu bir aciklama getirmissiniz.Devletin olmadigi ozerk bir toplum ongoren Proudhon,gelecegin toplumunun
    zanaatci,koylu ve endustriyel uretim kooperatiflerinden olusacagini soylemis, her turlu merkeziyetcilige karsi tavir
    almistir.Sizce her turlu kontrolun kalktigi bir toplum nasil bir toplum olurdu.(Dunyadaki butun insanlari mukemmel olarak kabul edeceginizi dusunmuyorum).
    4. Dogadaki denge, guclunun zayifi yendigi bir dengedir..Buyuk balik kucuk baligi yutar dengesidir..Yani Darwin’in deyimiyle(natural selection)dogal eleme yada secme de diyebilecegimiz, guclu olanin hayatta kalacagi tezine dayanir..8 milyar insani, kuralsiz bir sosyal yapi icerisine sokarsaniz ,ne tur bir sosyal iliskiler duzeni ortaya cikar size gore?
    Sayin Ciracinin aciklamalarina gelelim,
    *kapitalist sistemin insanlarin zorunlu ihtiyaclarini karsilamadigini , yasamlarini bir suru angarya is pesinde tukettiklerini soyluyorsunuz…Kismen katiliyorum.Insanlar bir suru meta’yi ihtiyaclari olmadiklari halde aliyorlar.Peki sizin kafanizdaki sistem bu soruna nasil cozum bulacak.Teoriniz nedir?
    *Komunal yasamda insanlarin, daha az calisip yalnizca kendi ihtiyaclari kadar, uretim yapacaklari icin, bolca bos vakitleri olacagini , daha fazla eglenceli bir yasam sureceklerini iddia ediyorsunuz.Bu az calisma nasil olacak?Yani firinci, 1 ekmek yerine yarim ekmek pisirecek, kunduraci sadece kendi ayagina giyecegi aykkabiyi yapacak, ciftci sadece kendine yetecek kadar bugday uretecek, madenci yerin bin metre altinda degil ustunde calisacak vs.vs. ornekler cogalabilir.Soyledikleriniz, bir roman icin guzel sozler olabilir ama, bu nasil olacak , 8 milyar insani nasil besleyeceksiniz,onlarin binbir turlu ihtiyaclarini az calisip cok eglenerek nasil gidereceksiniz? orneklerle aciklayip beni aydinlatabilirmisiniz?
    *Haklisiniz ..insanlarin yasamlari ev ,market, isyeri ucgeni arasinda gidip gelmelerden olusuyor.Aynen katiliyorum..Ama ilkel yasami, gunumuz yasamindan ustun gormeniz ,sizce ne kadar tutarli bir yaklasim?Bakin teknolojinin imkanlarindan(Internet) ne guzel yararlaniyorsunuz.Butun bunlardan vazgecebilirmisiniz?
    Bugunku yasam biciminden daha iyi bir yasam bicimi yada alternatif bir sosyal iliskiler duzenini tarif edermisiniz, somut orneklerle, yuvarlak olmayan kelimelerle?
    Saygilar

  60. çıracı

    Beyazdis,
    * İlk iki sorunuz (bana yönelttiğiniz kısımlardan) hakkında şunları söyleyebilirim: a) Savunduğum, aşağıdan “kültür devrimi” fikri, gereksiz meta tüketimine dayalı pop-kültürü karşısında alternatif bir eğlence anlayışı ve bilgi-üretimi tekniği oluşturmak için iyi bir başlangıç olabilir b) Kâra dayalı üretim yerine küçük bölgelerde takasa dayalı ekonomi ilk başlarda “8 milyar insanı beslemeye” yaramayabilir, ancak bu modelin yaygınlaşması 8 milyar insanın kendi kendine yetecek şekilde “kendini beslemesine” yardımcı olabilir. 8 milyar insanı aç bırakan şey zaten metaların kârlı oldukları yere transfer edilmeleri uygulaması ve arz-talep dengesini burjuvaziden yana değiştirilmesi için fazla üretilen ürünlerin (gıdalar da dahil) yok edilmesi gibi kapitalizme içkin uygulamalardır. c) Komünal yaşamı kurmak için öyle günlük dahiyane projelerin veya formüllerin değil, gerçek hayat deneyimlerinin/pratiklerinin birikerek başarılı olacağına inanırım. Günümüzde var olan kurumlar zaten tarihte yer yer birikerek, yer yer kendinden öncekinin işlemeyen kısımlarını devre dışı bırakarak kurulmuştur. Mesela, parasal sistem bir anda dahiyane bir proje olarak ortaya çıkmamış, binlerce yıl önce merkezi devletlerin kurdukları ticaret yollarından (Mezopotamya’daki Sümerler sonrası merkezi imparatorluklarda olduğu gibi), koloniler arası deniz ticaretinden (Antik Yunan’daki gibi) başlayarak sürekli evrimleşmiş, kendisini tahkim etmiştir. Kapitalizm pat diye Adam Smith’in yazdığı kitapla birlikte ortaya çıkmamıştır, bunu söylemeye çalışıyorum. Komünal yaşam biçiminin de benzer şekilde uzun soluklu deneyler ve yanılgılar sonucunda birikerek oluşacağını, kendini tahkim edeceğini düşünüyorum. O yüzden ütopyalarımızın kesin formüllerle değil, deneysel yollarla hayata geçeceğini söylüyorum e) Kâr yerine takasa dayalı ekonominin nasıl olacağıyla ilgili Peter Kropotkin’in meşhur “Karşılıklı Yardımlaşma Evrimin Bir Faktörü” kitabında faydalı notlar ve tarihsel örnekler vardır.
    * Üçüncü soruyla ilgili olarak: evet, ilkel yaşamı bugünkü tüketim kültüründen çok daha olumlu bulduğumu (tekrar) söylemeliyim. Bu tarz yaşamda çok fazla eşyanız olmasa da en azından daha rahat, huzurlu (neredeyse sıfır hiyerarşiyle) ve sömürüsüz yaşadığınızı söyleyebilirim. Tabii bu tarz primitif yaşam biçimini de yeterli bulduğumu söyleyemem (zaten kapitalizmi yeniden hortlatma gibi tehlikeleri de içinde barındırır) . O yüzden “aşağıdan kültür devrimi” tarzı fikirler ortaya atıyorum. Bilgi üretme süreci uygarlıklar tarihinin çoğunu kapsayan dönemlerde dar bir zümrenin tekelinde olduğu için bugünkü çarpık modernizme sahibiz. Halbuki bilimin bizzat halklar tarafından üretilen, kâr amaçlı değil, iyi yaşama amaçlı olduğu bir paradigma; kalkınmacılığa meyletmeyen sağlıklı bir aydınlanmanın önünü açacaktır.
    * Teknoloji imkanlarına örnek verdiğiniz internet üzerinden yola çıkacak olursak; bu tarz iletişim teknolojilerinin asli kuruluş amacının sermayenin ve bilginin transferini ve kontrolünü kolaylaştırma olduğunu görürürüz. Fakat bu tarz olanaklar, kimi zaman sermaye düzeninin aleyhine dönmekte, ezilen kitleleri mobilize etme, özyönetimi ve özörgütlenmeleri kolaylaştırmada da kullanılabilir (geçen yılki halk isyanlarında da görüldüğü gibi). O yüzden bilimsel mirası tümden ortadan kaldırmak yerine onun üretim ve kullanım sürecine ezilenleri doğrudan dahil etmenin daha sağlıklı bir yol olacağını ısrarla vurguluyorum.

    Saygılar

  61. Anonim

    Dinle Marksist!

    Yönetici sınıf haline gelmiş proletaryadan bahsediyorsun. O halde sorabilir miyiz proletarya yönetici sınıf olmuşsa kimi yönetecektir? Ayrıca “yönetici sınıf düzeyine yükselmiş proletarya” ne demektir? Proletarya bir bütün olarak yönetimin başına mı geçecektir? Şu anda Türkiye’de yaklaşık altı milyon işçi vardır. Bunların hepsi birden yönetici mi olacaktır? Eğer bütün halk yönetici olacaksa, o zaman hükümet yok olacak, devlet yok olacak demektir; ancak ortada bir devlet varsa orada yöneten efendilerle yönetilen köleler de var demektir.
    Son söyleyeceğin söz halkın yöneticilerini demokratik yöntemlerle seçeceği, gerektiği zaman da görevden alabileceği olabilir. Burjuvalar da aynı şeyi söylüyorlar. Ama biz özel mülkiyeti kaldıracağız, dolayısıyla herkes işçi olacak ve temsilci olarak kendi aralarından birini seçecekler diyorsun. Eski işçi demek istiyorsun. Çünkü geçmişi ne olursa olsun bir milletvekili, bir bakan artık bir milletvekili ve bakandır. Koltuk ve ayrıcalık çok tatlıdır. Hem sen demez miydin, insanların bilinçlerini sosyal konumları belirler diye. İşçi sınıfı devleti öncü partisi aracılığı ile yönetir diyeceksin. Öncü partinin kimlerden oluştuğunu biliyoruz. Marksizm-Leninizm bilimini, onun rehberliğini kabul etmiş profesyonel devrimcilerden. Bu formülasyona bakıyoruz. Ortada Marksizm-Leninizm var, profesyonel devrimciler var, bilim var. Ama hani işçi sınıfı? Cevabın hazır biliyorum. Marksizm-Leninizm işçi sınıfının çıkarlarını savunur diyorsun. Sana Sovyet deneyiminden sözetmeyeceğim, cevabını biliyorum. Onlar revizyonistti, Stalinistti falan.
    Ama dünyanın hiçbir yerinde işçiler senin gibi Marksizm-Leninizm bizim çıkarlarımızı savunur diye düşünmüyor. Tam tersine şöyle düşünüyorlar. Devlet kapitalist de olsa sosyalist de olsa benim yaşamımda ne değişecek. Ben gene sabah 8’de işe geleceğim, 5’te çıkacağım. Fabrika eskiden patronunken şimdi devletin olacak. İyi de bundan bana ne? Ben zaten patronun suratını hiç görmem ki. Benim işim ustabaşıyla, nadiren müdürle. Ustabaşım SHP’li, müdürüm ANAP’lı. İkisi de komünist olsa ne olacak? Hem duydum ki artık fabrika anonim şirket oluyormuş. Bir sürü patron olacak, ben de para biriktirebilirsem biraz hisse senedi alabilirim. Diyorlar ki sosyalizmde fabrika devletin olacak, devlet senin olacak, o halde fabrika senin olacak. Nasıl yani? Fabrika benim olacaksa ben şu Allahın belası işi bırakabilir miyim? Ya da çalışma saatlerini kısaltabilir miyim? Yok, ona merkezi planlama karar verir. İyi o zaman şu hesaplara bir göz atalım; bizim ücret herhalde 3, 4 kat artar. Olur mu Yoldaş, kârın hepsini sen alırsan yeni yatırımları nasıl yaparız, savunma sanayii nasıl olacak, komünist partinin, gizli polisin, bürokratların maaşları nereden verilecek; ücretleri de merkezi planlama belirler. Peki grev ? Ne grevi, kendi kendine mi grev yapacaksın, fabrika zaten senin. Peki sendika? Sendika olacak tabi, komünist parti politikalarını sana benimsetmek için. İyi o zaman, ben sosyalizm almayayım, şimdi hiç değilse arada bir grev yapıp bazı isteklerimi kabul ettirebiliyorum.
    Yoldaş, bu işçi sınıfı çok dar kafalı değil mi? “Tarih yapmak” falan umurunda değil. İyi de başka türlü olabilir mi? Devrimciliğinde samimiysen, biraz düşün işçi olmak ne demektir? Ücretli kölelik. Köleler köle olarak yeni bir hayat kurabilirler mi? İşçi sınıfının devrimci olabilmesi için “işçi” olmayı reddedebilmesi gerekir. Bu durumda -gene başa geldik- kim yönetecek işçi devletini?
    Sakın ağzı laf yapan yeni partili akademisyenler, bürokratlar ve politikacılar olmasın?
    Kaynak: A-Politika, Mayıs 1994, Sayı: 1, sayfa 34.

  62. Beyazdis

    Sayin Ciraci
    *8 milyar insani beslemek ve ayni zamanda da somuruyu onlemek amaciyla, parayi ortadan kaldirip, bunun yerine takas sistemini yerlestirme onerisi yapilabilir ama ne kadar uygulanabilir oldugu sorusu cevaplanmalidir bundan once…
    *Evet gunumuzde,Takas(Barter sistemi adiyla),uluslararasi
    ticarette kismen kullaniliyor.Ama son asamada degerleri belirleyen yine para.Eger mal vaktinde satilmazsa(3.Kisilere para karsiligi),yada malin karsiligi olan mal, vaktinde tedarik edilmezse, bunun karsiligi para olarak odenmek zorunda…
    Dunya ticaretinin hareketliligi, buyuklugu ve zamanin cok kisitli olusu(pekcok malin ulasim suresi yurticinde 24 saat, yurtdisinda birkac haftadir), takas olayinin ,boylesine buyuk hacimli bir harekette uygulanmasini pek mumkun kilmamaktadir..
    *Kar’in olmadigi bir ekonomik duzen calisabilirmi?
    *Soyle basit bir ornekle fikrinizi sorayim;
    Kendinizi su aritma sistemleri yapan(insan herseyin en iyisine layiktir, suyunda temizine felsefesinden hareketle)
    bir sanayici, yada boyle bir sinif yoksa , devlet ,devlet yoksa komunal orgutlenme(ki bana gore komunal orgutlenme ilkel topluluklara ozgu ve onlarin basit yasam bicimlerine uygun bir orgutlenme tarzidir),yerine koyun…
    Boyle bir sistemi yapmak icin yaklasik 500 farkli parcayi biraraya getirmek gerekiyor.
    *kuyu acmaniz gerekiyor
    *bu kuyuya su pompasi indirmeniz gerekiyor
    *Bu suyu yukariya tasiyacak, plastik hortum gerekiyor
    *Sonra bir muhendisin cizecegi plan, bu plani uygulayacak teknisyenler
    *Gelelim aritma sisteminin kendisine
    *ana motor Danimarkadan geliyor.(petrole ihtiyaclari var sizde yok.Araplar su istiyor.Sizde su kit ,ama yinede 1 milyon litre suyu araplara gonderiyorsunuz, onlarda petrolu Danimarka’ya gonderiyor.Danimarka’lilarda ana motoru size gonderiyorlar.
    *Filtreler Cin yada ABD’den geliyor..Onlara ne gondermeyi dusunuyorsunuz?
    *Elektrik baglantilari icin elektrikciye ikiyuz cift ayakkabi??
    Ne yaparsa yapsin!!
    *Celik cerceve(celik olmak zorunda,su ve tuza karsi direncli)
    demirci ustalari tarafindan yapilacak.Onlara ne verecez.??
    *Daha bitmedi geriye 400 den fazla parca birlestirmek kaldi..Butun bunlar kar olmadan yapilacak??Boyle surup gidiyor.
    Sayin Ciraci
    umarim yazi tarzim sizi rahatsiz etmedi..Kafama birsey yatmadimi, dogruya ulasana kadar once kendimle didisirim sonrada baskalariyla..
    Simdi soylermisin, bu cok zahmetli isi (yaptigim icin biliyorum) yapacaksin, bu cihazi o insanlara bedava vereceksin,bu malzemeleri satanlar bu isten hic para kazanmayacaklar,peki bu arkadaslar, devlet yada komunal sistem niye bunu yapacak,nasil yapacak ve hangi kosullarda yapacak.(parayla bile zor is)..Butun dunya bir anda komunal sisteme gecmediyse, bu mallari disaridan nasil alacaklar?
    Yani Ciraci arkadasim, somut olaylarla ve orneklerle bana nasil olacagini aciklayabilirmisiniz?
    *Hiyerarsi yada esitlikcilige gelince,ilkel yasami israrla begeniyorsunuz,(nerdeyse sifir hiyerarsi diyorsunuz) ama mutlak esitlik, ilkel yasamlarda bile yoktu.Bugunden bakip, o toplumsal yapi icin hemen hemen sifir hiyerarsi var diyebilirsiniz,O gunun kosullari icerisinde oldukca etkili bir hiyerarsik yapilanma vardi.Ozellikle ilk insan gruplarinin cogalmaya basladigi ve ilk aletler ile ilk tarimsal(ilkel, yanlizca toplayicilik duzeyinde)urunler alinmaya basladigi donemlerde kabile yasamlari tipik bir(sizin begendiniz) komunal yasam bicimiydi ve bu kabile icerisinde avci olan erkekler ve av aletlerine sahip olan erkekler digerlerine gore ozellikle kadinlar karsisinda hiyerarsik olarak ustun duruma gectiler.Karar alma sureclerinde on plana ciktilar(ortacaga gelindiginde bunlar kral yada derebey oldu)Tekrar olacak ama, basit yasam bicimleri, basit sosyal iliskiler duzeni, ilkel toplumlar icin basit hiyerarsik yapilanma uretmis olabilir ama toplumlarin yapisi cesitlendikce ve sosyal iliskilerin yapisi gelistikce(ozellikle teknolojinin insan yasamina uyarlanmasindan sonra,eskiden postacilar mektup tasirlardi,simdi sadece fatura tasiyorlar, mektuplar internetten geliyor), karmasiklastikca, bu duzen icerisinde basit hiyerarsik yapilanma, pek mumkun gorunmemekte bana..
    sayin Ciraci ben bu takas isine biraz fazla taktim..Bana biraz 1840(Proudhon1838) lardan kalma ,gunumzde uygulanmasi mumkun olmayan bir heves gibi geliyor ,belkide ondandir..
    Saygilar

  63. çıracı

    * Günümüz kapitalizminin bir anda ortaya çıkmadığını, binlerce yıllık tarihsel süreçlerden geçerek kendi kurumlarını tahkim ettiğini; benzer şekilde takasa dayalı ekonominin bir anda kurulamayacağını, deneyler yoluyla tecrübelerin biriktirilerek, yatay örgütlenmelerin teknik özelliklerinin kah üst üste yığılarak kah önceki bazı teknik özellikleri ekarte ederek (bilimde olduğu gibi) karmaşıklaşacağını anlatmaya çalışmıştım. Bu yolla, bahsettiğiniz su sorununu örneği gibi karmaşık teknik sorunları da çözecek yapı ve ilişkilerin gelişebileceğini (fakat bu üretim-bölüşüm-takas ilişikilerinin gelişmesinin çok uzun zaman ve deneme-yanılma gerektirdiğini) düşünüyorum.
    * Primitif yaşam tarzını modernist yaşam tarzına kıyaslayarak olumlamıştım, fakat bunun ideal bir düzen olduğunu söylemedim (galiba burada da iyi anlaşılamadım), yetersiz bulduğumu söyledim. Primitif yaşamın açmazlarını aşmak için bazı naçizane çözüm önerileri de sunmuştum.
    * Benim 60 no’lu yorumumu tekrar (ve bu sefer sindire sindire) okumanızı tavsiye ederim 🙂

  64. Gün Zileli

    Beyazdiş arkadaşım, yanıldığın nokta, olayı, sermaye düzeninin bizleri bugün getirdiği noktadan alman. Su arıtması ne için gerekli oluyor? Çünkü doğal sui kaynaklarını bitirdiler, içine ettiler; çünkü şimdi bize bir de boklu suyu arıtarak satacaklar vb. vb. Oysa bu dünyada, şu kar mekanizmalarının kirlenme ortadan kalksın, hepimize yetecek kadar su da var, her şey de var. Marmksistler bolluk toplumunu bekler dururlar. Oysa bu doğa öylesine bol bir şekilde her şeyi sunuyor ki ve insanlar gerçek ihtiyaçlarını üretmekten hiç de aciz değiller. Kafamızdaki önyargıları yıkmaktan başlamalıyız önce. Bak gör gerisi nasıl gelecektir. Tekrar soruyorum. Bu evreni bir düzenleyen var mıydı, yok ise nasıl oldu da kendi kendisini örgütledi, sayısız yıldız,. sayısız canlı organizma ve hâlâ organize etmekte.

  65. Anonim

    (Yukarıdaki tartışmalarla ilgili aşağıdaki yazı da okunmalı)

    Anayasa Sohbetleri 5 – Küçük Neden Güzeldir

    Yerel yönetimi güçlendirmek neden iyidir? Teorik sözleri bir yana bırakıp bu ülkenin tarihinden bir örnekle anlatmaya çalışayım. Olayı daha önce bu yönden düşündüğünüzü hiç sanmıyorum. (Ankara’nın Doğusundaki Türkiye kitabımda kısaca yazmıştım gerçi, kısmen tekrar.)

    Hikâye şöyle.

    Beylikler devri

    Anadolu’nun Bizans tarafından yönetilen bölümünde medeniyet sanki 6. yüzyıl ortalarında sona erer. 550’leri izleyen 600 küsur yıl boyunca başkent İstanbul dışında dişe gelir tek bir eser görülmez. Sanki bu yüzyıllar hiç yoktur. Denizli’ye, Manisa’ya, Adana’ya, Tokat’a bakın: antik döneme ait bir dizi etkileyici kalıntı, sonra uzun bir sessizlik.

    Türklerin gelişinden üç-dört kuşak sonra müthiş bir imar patlaması başlar. Anadolu’da bugün varolan kent ve kasabaların hemen hepsi o dönemde kurulmuş veya yeniden şekillenmiştir. 1100’lerin sonundan başlayıp 1500’lerin başına dek hepsi cami, han, hamam, medrese, kervansaray, tekke, saray, şifahane ve imaret ile donatılır. Bunlar gerek sayı, gerek kütle, gerek işçilik bakımından son derece şaşırtıcı eserlerdir. Konya’yı, Sivas’ı geçin, Divriği’ye, Bitlis’e, Niksar’a, Eski Malatya’ya, Kastamonu’nun Kasaba’sına, Harput’a, Ahlat’a, Tercan’a, Eğridir’e, Sivrihisar’a, Milas’a, Selçuk’a bakın. Hepsinde göz kamaştırıcı işler yapılmış.

    Şişineceklerdir: “Türkler Anadolu’ya medeniyet getirdi.” Yok efendim, öyle değil. Madem getirecek medeniyetleri vardı, neden Orta Asya’da bunun izi görülmedi? Madem getirdiler, neden 1071’den sonra yüz yıl belli etmediler?

    Doğrusunu söyleyelim: Türk beylikleri Anadolu’ya medeniyet getirdi.

    Yüz tane başkent

    Malazgirt’ten sonra Türkler buraya gelip o eşsiz devlet kurma yetenekleriyle bir Devlet kurmadılar, hayır. Bizans düzenini yıktılar. Yerine sabah akşam birbiriyle didişen, çeteden az hallice birkaç yüz tane beylik kurdular. Konya Selçukluları da bildiğiniz anlamda Devlet değildi, her şehirde ayrı kardeşin, her diyarda ayrı vezirin hüküm sürdüğü bir tuhaf yamalı bohçaydı. “Federasyon” demek fazla iyimser olur sanırım. Daha çok, bir tür organize anarşi durumu.

    Merkezi devletin ölü sıkletinden kurtulan Anadolu, Türk beylikleri devrinde muazzam bir canlanmaya tanık oldu. Eskiden imparatorluk memurlarına ve kilisesine giden – ya da nasıl olsa onlara gidecek diye atıl bırakılan – kaynaklarla sayısız mini-devletin başkenti finanse edildi. Her başkentte mimarlar, sanatkârlar, şairler, fakihler, alimler, dervişler doyuruldu. Lüks tüketim malları ticareti patladı.

    İnanır mısınız, 1200’lerde lüks parfüm, lüks ziynet eşyası, pahalı kumaş deyince Avrupalının aklına Anadolu limanları gelirdi.

    Anadolu’nun o kadar çabuk Türkleşmesindeki asıl etkeni belki burada aramak lazım: kılıç değil, fırsat.

    Osmanlı Devleti 16. yüzyılda egemenliğini pekiştirip Bizans’ın yoluna girince işler gene tersine döndü. Memleket Devlet gördü. 1550’leri izleyen 300 yıl boyunca Anadolu’nun İstanbul’dan yönetilen kısımlarında gene taş üstüne konmuş bir taş görünmüyor.

    Tezi kanıtlayan istisna

    Anadolu’nun Bizans tarafından yönetilen kısmında hayat yoktu dedik. Ya diğer kısmında?

    Türklerden önceki yüzyıllarda bu memlekette büyük imar faaliyeti gösteren TEK bölge vardır, o da Van’dan Artvin’e uzanan kuzeydoğu sınır ülkesidir. Arap egemenliğinin doğuda çözülmeye başladığı devirde burada bir dizi Ermeni ve Gürcü devletçiği türemiştir. Bizans’ın askeri gücüne teslim oldukları 11. yüzyıl ortalarına dek, boylarından beklenmeyecek eserler ortaya koyarlar. Sırf Van gölü çevresinde kimine göre 100, kimine göre 300 tane heybetli manastır sayabiliyoruz, hepsi bu devirden. Artvin’in kervan geçmez köylerinde, her biri büyük metropollere yakışır heyula boyutlu kiliseler var, aynı devirden. Kars’ın hangi köyüne gitseniz yine aynı durum. Bunları yapanlar, en muktediri bugünkü Van vilayeti büyüklüğünde olan, her yirmi yılda bir amip gibi bölünen birtakım mikro-devletlerdir.

    880 ile 1040 arası o bölgede onca anıtsal kilise, manastır, saray, kale yapılırken neden Bizans egemenliğindeki Anadolu’da bir tane yok? Soru bu.

    “Ermenilerde var o haslet” deseniz, 880 yılı öncesinde neden yokmuş, 1040’tan sonra neden olmamış diye sorarlar.

    *

    Yerel yönetimi güçlendirelim derken kastettiğimiz budur işte. Mantığı sonuna kadar götürürsek merkezi devleti toptan lağvedelim dememiz gerekir. Ama ona cesaret edemeyiz; etsek de kimseyi inandıramayız. O yüzden yerel yönetim reformuyla yetineceğiz, mecbur.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2010/11/anayasa-sohbetleri-5-kucuk-neden.html

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑