Tarihteki Diktatörlük Karşıtı Darbeler: II Stalin’e Karşı “Generaller Komplosu”!
Kızıl Ordu Komutanı Tukaçevski
Stalin, 1937 yılının Büyük Temizlik’leri sırasında, Kızıl Ordu üst düzey generallerinin kendisine karşı bir “komplo” içinde olduklarından kuşkulandı ve onları temizlemeye karar verdi. Fakat ülkede ve Parti’de temizliklerin büyük hoşnutsuzluk yarattığını bilen Stalin, büyük saygınlığı olan bu komutanları ortadan kaldırmak için “komplo” yapmış olmalarını yeterli görmedi. Bu komutanlar, “Alman gizli servisleriyle ilişki halindeydiler ve bir darbe yaparak ülkeyi Nazilere teslim etmek” istiyorlardı. Stalin bu iddiayı inandırıcı kılabilmek için derhal gerçek bir komplonun hazırlıklarına girişti. Stalin’in “inandırıcı belgelere dayanan” planı şöyle uygulandı:
Generaller, Hitler-Stalin ortaklığının
Sahte Belgeleriyle Tasfiye Edildi
“1936 Aralık ayında Alman politik polis şefi Heydrich, (Stalin’in ajanı) Skoblin’den, Tukaçevski ve Kızıl Ordu’nun diğer üst düzey komutanlarının Stalin’e karşı bir komplo hazırladıklarını ve kendi ülkelerindeki ‘parti bürokrasisi’nin vesayetinden aynı şekilde kurtulmak isteyen bazı Wehrmacht (Alman Genel Kurmayı) generalleriyle ilişki içinde oldukları haberini almıştı. Skoblin, bu enformasyonu destekleyici hiçbir doküman ortaya koyamasa da, Heydrich bu bilgide Kızıl Ordu’yu zayıflatmak için bir imkân görmüştü. Hitler’in danışmanı Janke, yanında istihbarat işlerinden sorumlu Hess de olmak üzere, Heydrich’e, Skoblin’den gelen bilgilerin doğruluğu hakkında şüpheleri olduğunu söylemiştir. Japon gizli servisinden aldığı bilgilerin yanı sıra, elindeki verilere dayanarak, Skoblin’in eşi Pleviskaya’nın (Rus halk müziğinin tanınmış bir şarkıcısı) uzun yıllardır GPU ajanı olduğunu ve Skoblin’in verdiği bilginin Stalin tarafından yönlendirildiğini ona anlatmıştır. Janke, Stalin’in bu sahte enformasyonla Tukaçevski’nin emri altındaki “isyancı generalleri ” halletmek hedefi güttüğü ve aynı zamanda Alman Wehrmacht komutanlığına darbe indirmek istediği görüşündeydi. Ona göre, Stalin parti içi nedenlerden dolayı, Tukaçevski ve çevresinin halledilme bahanesinin o sıralar SSCB’nin en tehlikeli düşmanı olarak algılanan Nazi Almanya’sından kaynaklanmasını istemekteydi.” (Vadim S. Rogovin,1937- Stalin’in Terör Yılı –henüz yayınlanmamış çeviri, çev: Selçuk Eralp, orijinal kitapta s. 418)
“Heydrich, Skoblin’in versiyonunu derhal Hitler’e iletmiş ve o da Stalin için bu versiyonu teyit edecek dokümanların hazırlanması emrini vermiştir. Schellenberg’e göre, Hitler, ‘Rus ordusu askerî komutanlığının budanarak zayıflatılışının onu belirli bir süre Batıya karşı rahatlatacağını’ hesaplamaktaydı. Bu operasyonun Rusya için devrimden sonraki en büyük yıkım olacağı görüşünü savunan Heydrich en yakın çalışma arkadaşlarına şu açıklamada bulundu: ‘Stalin Skoblin’in bu enformasyonuyla bizi yanlış yola sokmak istese bile, Kremlin’deki amcacığı yalanının katışıksız doğru olduğunu ispatlayacak yeterli kanıtlarla besleyeceğim.’
“Sovyet generalleriyle Wehrmacht komutanlığı arasındaki gizli ilişkiler üzerine dokümanlar düşünülüp taşınılmış bir manevrayla imal edilmeliydi. Hitler’in emri üzerine Alman silahlı kuvvetlerinin gizli arşivlerinin saklandığı odalara gece baskını düzenlendi. Bu arada (Kızıl Ordu komutanı) Tukaçevski’nin elyazısı mektuplarının orijinalleri, Sovyet ve Alman komuta kademelerinin temsilcilerine ait konuşma kayıtları, v.b.çalındı. Baskının izlerini silmek için bir yangın sahneye konarak arşivin Sovyet-Alman askerî işbirliğine (Nazi’ler iktidara gelmeden önce Sovyetlerle Almanya arasında askeri alanda yakın işbirliği vardı. G.Z.) ilişkin belgelerinin depolandığı dolaplar imha edildi.
“Çalınan dokümanlara dayanarak, sadece elyazısının değil, aynı zamanda mektup yazma stilinin titiz bir şekilde taklit edildiği Tukaçevski’ye ait sahte bir mektup imal edildi. İçinde Tukaçevski ve aynı fikirdeki arkadaşlarının iktidarı ele geçirme planlarından bahsedilen bu mektubun üzerine Abwehr’e (Alman genelkurmayı karşı istihbaratı) ait ‘çok gizli’ ve ‘sadece ilgililere’ mühürleri vuruldu. Hitler, sahte mektubu tetkik etmiş ve kenarına, Tukaçevski’yle güya ilişki içinde olan Alman generallerinin takip altına alınması gerektiği notunu düşmüştür.
“Hitler’in şahsen incelediği dosyada, Sovyet generallerinin sözümona verdikleri enformasyon karşılığı aldıkları yüksek meblağ tutan paraları imzalarıyla kanıtladıkları sahte makbuzlar da vardı. Ayrıca Alman gizli servisinin sahip olduğu SSCB ve Almanya’nın komuta kademesindekiler arasındaki ilişkiler üzerine ‘komplo’ ve ‘soruşturma malzemeleri’yle ilgili Alman subaylarının ‘gizlice dinlenmiş’ konuşmalarının raporları yer almaktaydı.
“Bir sonraki görev, tüm bu malzemeyi Stalin’e ulaştırmaktı. Bunun için yanlış bilgilendirme çabaları Çekoslovakya’ya kaydırıldı. O zamanlar Çekoslovak hükümeti, Alman genişleme politikasına karşı durabilmek için SSCB’ye dayanıyordu. Operasyonun bu safhasından Çekoslovak devlet başkanı Benes savaş sonrası çıkan anılarında bahseder. Benes, Alman hâkim çevrelerinin Moskova’daki hükümetin kısa bir zaman içinde ordudakilerden oluşan güçlü komplocu bir grup tarafından devralınacağını beklediklerini Almanya’daki Çekoslovak elçisi Mastni’nin 1937 Şubat ayında kendisine bildirdiğini anımsamakta. 8 Mayıs’da Benes, Stalin’e hitaben gizli bir yazıda ona Kızıl Ordu’daki bir komplodan bahsetmiş ve bunların aynı şekilde kendi ülkelerinde iktidarı devralma hazırlığı yapan bir grup Nazi karşıtı Alman generaliyle ilişki içinde olduklarını bildirmiştir.
“Daha bu olaylardan önce Alman gizli servisi ordunun önde gelenleriyle ilgili sahte haberlerin Sovyet ajanlarının eline geçmesini sağlamıştır. İşte bu şekilde Pravda Berlin muhabiri A. Klimov, Alman subay çevrelerinde ısrarla Alman faşistleriyle Kızıl Ordu’nun en üst komuta kademesindekiler arasındaki ilişki konuşulmakta ve ‘bu bağlamda Tukaçevski’nin ismi geçmekte’ diye haber yapmıştı.” (Agy, s. 419)
“Gestapo ajanı Giering, Stalin-Hitler provokasyonunun seyrindeki mekanizmadan, Sovyet gizli servis mensubu L. Trepper’e savaş esnasında övgüyle bahsetmiştir. Arka plandaki bu enformasyonla Trepper, bu provokasyonda ‘Stalin ve Hitler görevi paylaşmışlardır; birincisi komplonun fikriyatını oluşturdu, ikincisi ise onu yürürlüğe koydu’ diye yazmıştı. (Agys. 420)
“Tukaçevski’ye ve silahlı kuvvetlerin diğer önde gelen komutanlarına karşı provokasyon Stalin’in de, Hitler’in de çıkarlarına hizmet etti. Stalin bu sayede, kendisine yönelebilecek örgütlü en son gücü yok etme olanağına sahip oldu. Hitler kendi açısından Stalin’in eliyle Sovyet askerî elitini imha etmek için Kızıl Ordu’nun kapasitesinin düşürülmesi fırsatından yararlandı.
Schellenberg haklı olarak şu saptamada bulunuyordu: ‘Tukaçevski vakası Stalin-Hitler ittifakının ilk illegal girizgâhıydı.’” (Agy, s. 424)
Gerçekten Bir Darbe Komplosu Var mıydı?
“’Gerçekten askerî bir komplo var mıydı’ sorusuna Troçki şöyle cevap veriyordu: ‘Her şey komplonun nasıl tanımlandığına bağlıdır. Stalin’in bakış açısından, her hoşnutsuzluk, hoşnutsuzlar arasındaki her yakınlaşma, hükümetin iflah olmaz politikasının önünü kesmek için neler yapılması gerektiğine dair her türlü eleştiri ve akıl yürütme bir komplodur. Totaliter bir rejimde, şüphesiz ki, her muhalefet bir komplo nüvesidir.’ Troçki, generallerin orduyu ‘GPU’nun moral bozucu entrikalarına karşı koruma’ çabasını böyle bir ‘nüve’ olarak değerlendirir. ‘Onlar, savunmanın çıkarlarını korumuşlardır. (Agy, s. 459)
Bununla birlikte, Stalin’in generallere karşı komplosunun derinde bazı nedenleri daha olduğu bilinmektedir. Stalin’in, muhaliflerin aleyhinde delil toplama çabası, gelip Stalin’e çarpmış ve bu araştırma sırasında, Stalin’in, Çarlığın gizli polisi Okhrana’ya rapor verdiği ortaya çıkmış, bu bilgi zaten rahatsızlık içinde olan Kızıl Ordu komutanlarına ulaşmış ve komutanlar, Stalin’e karşı ölümcül derecede önemli bir delil bulduklarını düşünerek gerçekten bir darbe planı yapmışlardır. Generalleri zaten tasfiye etmeyi planlayan Stalin’i bir an önce harekete geçmeye zorlayan, hakkındaki bu bilginin generallere ulaştığını anlaması olmuştur:
“İlk teşhir davasının hazırlıkları sırasında Stalin, (o zamanki NKVD şefi. G.Z) Yagoda’ya, eğer NKVD temizliklerinin muhtemel bazı kurbanlarının, Okhrana’nın, Çarın gizli polisinin ajanları olarak faaliyette bulunduklarını gösterebilirse bunun yararlı olacağını belirtmiştir. (Bir devrimcinin Okhrana’ya hizmet etmiş olması, düşünülebileceği gibi SSCB’de en utanç verici bir suç olarak değerlendirilmekteydi.)
“Yagoda, NKVD subayı Stein’e, haklarında dava açılması istenen eski Bolşeviklerin itibarını sarsacak dokümanları polis arşivlerinde arayıp bulması talimatını verir. Stein böyle dokümanları bulamaz ama buna karşılık beklenmedik bir şekilde, aralarında elyazısıyla formüle edilmiş Stalin’e ait, onun yıllarca Çarcı Okhrana için çalıştığına dair şüpheye yer bırakmayan raporların da olduğu Çar gizli polis şef yardımcısı Vissarionov’un dokümanlarıyla karşılaşır.
“Stein, bu dokümanları Yagoda’ya iletirse başına ne geleceğini kavradığı için ondan gizler. Dokümanları bir arkadaşına, İçişleri Halk Komiseri Balitzki’ye göstermek için Kiev’e gider. Balitzki ve Kaznelson bu dokümanları bir bilirkişi titizliğiyle incelediklerinde gerçek olduklarını bir nebze bile şüpheye yer bırakmayacak şekilde saptarlar. Dokümanlardan kayıtsız şartsız güvendikleri iki kişiye bahsederler: Yakir ve Kosior. Yakir de, ‘Stalin’e karşı şahsi antipatisi bilinen’ Tukaçevski’yle konuşur. Kaznelson bu sırra ortak edilen şahıslar olarak Gamarnik ve Kork’u da saymaktadır.
“Artan dehşetin sorumlusu tiran ve caninin gerçek bir devrimci bile olmadığı, bir dalavereci ve o kadar nefret edilen Okhrana’nın bir yaratımı olduğu anlaşılınca, komplocular eyleme geçmek için birbirlerine daha da yaklaşmışlardı. Yaşamlarını hep birlikte tehlikeye atarak, tahta çıkmış olan ‘ajan provokatörü’ ortadan kaldırıp ülkelerini kurtarmaya karar verdiler.” (Agy, s. 473)
“Komploya girişecek olanlar kesinlikle biliyorlardı ki, parti ve ordu önderlerini gittikçe daha fazla yutmaya yönelen dehşetengiz kanlı temizliği, sadece Stalin’i zorla halletmekle durdurabilirlerdi. Yalnızca bu şekilde Tukaçevski, Yakir ve mücadele arkadaşları, başları üzerinde asılı insafsız kılıcı uzaklaştırabilirlerdi.
“Kaznelson’un Orlov’a bahsettiği gibi, generaller henüz ‘güçlerin toplanması’ aşamasındaydılar ve darbe için son ve kesin plan henüz hazırlanmamıştı. Tukaçevski şöyle bir harekât tarzına eğilimliydi: ‘Stalin ve Voroşilov’u, ülke savunmasının akut problemlerini görüşmek üzere ordu ileri kademesindekileri topluca toplantıya çağırmaya ikna edecekti. Bu danışma toplantısında komplocular Stalin’i tutuklarken, aynı esnada Kızıl Ordu’nun iki elit alayı, yalnızca Stalin ve Yejov’un emrindeki NKVD birliklerinin muhtemel ilerleyişini durdurmak için Kremlin’e girişleri tutacaktı.” (Agy, s. 473)
“Komplocular arasında, Stalin’i tutukladıktan sonra ona karşı nasıl davranılacağı konusunda iki görüş vardı. Tukaçevski ve diğer generaller, Stalin’i derhal kurşuna dizip ardından Merkez Komitesi plenumunun toplanması ve onu ele veren dokümanların orada gözler önüne serilmesi düşüncesindeydiler. Kosior, Balitski gibi ordudan olmayan diğerleri ise, Stalin’i Merkez Komitesi plenumuna götürmeyi ve devrim öncesi faaliyetiyle ilgili ajanlık ve provokatörlük suçlamalarını yüzüne karşı orada yapmayı gerekli görüyorlardı. (Agy, s. 474)
“…generallerin SSCB’de askeri diktatörlük kurmak gibi bir niyetleri yoktu. Bolşevik düzeni yeniden kurmak istiyorlardı ve Stalin’i devirmek için MK’nin çoğunluğunu yanlarına çekebilecek bir gerekçeyi bu nedenle seçmişlerdi. Stalin gerçekten Okhrana’nın bir ajanı (birçok ciddi tarihçinin doğruluğundan emin olmadığı bu mesele bugüne kadar açıklığa kavuşmamıştır) olsa bile, bu suç iktidardayken işlediği suçlarla hiçbir şekilde boy ölçüşemez. Ancak Stalin’in diktatör olarak suçları ya resmî olarak en üst parti organları tarafından onaylanmıştı (örneğin ‘kulakların’ sürgününde veya muhalif faaliyet nedeniyle yapılan baskılarda olduğu gibi) ya da sıkı bir gizlilik atmosferinde, en üst parti görevlilerinin bile haberi olmaksızın (Kirov cinayetinde veya dosyalar ve davalardaki sahtekârlıklarda olduğu gibi) gerçekleşmişti. Stalin’in ajan provokatör olarak kendi partisine karşı faaliyeti, o zamanki parti mentalitesi açısından onun hâkimiyetinin gayrimeşruluğuna ilişkin en ikna edici kanıt olarak işe yarayacaktı. (Agy, s. 480)
İşkence ve İnfaz
“Şubat-Mart (Merkez Komitesi) Plenumu’ndan sonra komutanlara yapılan baskının boyutları çok ileri düzeye ulaştı. 1 Ocak’tan 30 Mart 1937’ye kadar politik nedenlerle 577 kişi Kızıl Ordu’dan atılmışsa, 1 Nisan’la 11 Haziran (basında önde gelen sekiz ordu komutanı davasının yakında başlayacağına dair haberin çıktığı gün) arasında bu sayı 4.370 kişiye ulaştı. Ordudaki devlet suçlarını soruşturan NKVD özel şubesinin şefi Leplevski, Nisan ve Mayıs aylarında, tutuklanması gereken komutanların ve siyasi komiserlerin isim listesini onaylanmak üzere her gün Voroşilov ve Gamarnik’e gönderiyordu. Voroşilov ve Gamarnik (o da tutuklanacağını öğrenince daha sonra intihar etmiştir, G.Z.) böyle yüzlerce evraka imza attı. (Agy, s. 424)
“Aynı esnada NKVD özel şube eski şefi Gai ve eski İçişleri Halk Komiser vekili Prokofiev NKVD’nin işkence odalarında Tukaçevski ve diğer generallerin Yagoda’yla (o sırada Yagoda da NKVD şefliğinden düşmüş ve işkenceye uğratılmıştı. G.Z.) komplocu ilişkilerin içinde olduklarına dair ifade veriyorlardı. NKVD’den eski bölüm şef yardımcısı Voloviç, Tukaçevski’nin bir askerî darbe hazırladığını iddia ediyordu. (Agy, s. 425)
“Generallerin elinden bir karşı hareket için gerekli her türlü olanağı almak için Stalin, onları alıştıkları ortamdan ayırmaya karar vermişti. Komutanların görev yerlerinin değiştirilmesine, Nisan ortasında Feldman’ın Savunma Halk Komiserliği’ndeki kadro sorunları idari şefliği makamından alınarak Moskova Askerî Bölge şef muavinliği makamına ve Uboreviç’in iki vekilinin de Belarus askerî bölgesi dışında bir göreve atanmalarıyla başlanmıştır.
“10 Mayıs’da Politbüro, ordu yüksek komuta kademesindekilerin görev yerlerindeki yeni değişiklikleri içeren talimatnameyi kabul etti. Yakir, Kiev askerî bölgesi komutanıyken Leningrad askerî bölgesi komutanı oldu. Tukaçevski komuta kademesinde aşağıya kaydı, Savunma Halk Komiseri vekilliği görevinden affedildi, ikinci derecede bir görev olan Volga Askerî Bölge Komutanlığına atandı. Tukaçevski bu karardan üç gün sonra Stalin tarafından kabul edildi. Stalin, ona, Kuibyşev’e naklinin, arkadaşı Kuzmina’nın ve haber subayının casuslukla suçlanmaları ve tutuklanmaları nedeniyle olduğunu açıkladı. Tukaçevski’nin son makalesi Krasnaia zvezda [Kızıl Yıldız] gazetesinde, 6 Mayıs 1937’de yayınlandı. (Agy, s. 426)
(Kendisinden işkenceyle ifade alınan, Kızıl Ordu generallerinden. G.Z.) “Primakov’un soruşturma dosyasından bellidir ki, o 1937 Mayıs-Haziran tahkikatı sırasında ‘faşist komplo’ üzerine uydurma bilgilerin yanında birçok komutanın gerçek tavırlarıyla ilgili enformasyon da vermişti: Bir yandan zorla kolektifleştirmeden ve sonuçlarından hoşnutsuzluk (eldeki hayvanların imhası, köyün çöküşü, köylü ekonomisinde ‘itinalı bir elden’ yoksunluk), diğer yandan (Stalin’in ordu içindeki, askeri işlerden anlamayan beceriksiz ve yeteneksiz generali, G.Z.) Voroşilov’un ordu içinde nasıl bir etkisinin olduğu. Primakov’a göre, Kolordu komutanı N. W. Kuibyşev, ‘Voroşilov’un ya Chmelnizki gibi uşaklara ya da Kulik gibi aptallara veya Şapoşnikov gibi her şeye evet diyen moruklara ihtiyacı var’ demişti. (s. 428)
“24 Mayıs’ta Politbüro, ‘İşçi Köylü Kızıl Ordusundaki Komplo’ üzerine karar aldı. Bu kararda Benes’in Stalin’e gönderdiği yazıdan söz edilmekte, ‘komplocuların Alman genelkurmayı ve Gestapo’nun ortak katkısıyla askerî bir darbe sonucu Stalin’i, Sovyet hükümetini ve tüm parti ve devlet organlarını devirmeyi ve askerî bir diktatörlük kurmayı’ planladıkları ileri sürülmekteydi.
“28 Mayıs’ta Yakir, 29 Mayıs’ta Uboreviç tutuklandı. Merkez Komitesi’nin partiden atma kararı, tutuklanmalarından hemen sonra, 30 Mayıs ya da 1 Haziran’da alındı. Bu kararda Yakir ve Uboreviç, ‘Sağcıların ve Troçkistlerin askerî-faşist komplosuna katılmakla’ ve ayrıca artık sadece Almanya için değil, Japonya ve Polonya için de casusluk yapmakla suçlandılar.
“1950’li yılların ortalarında, 1960’lı yılların başlarında yapılan soruşturmalarda, generallere karşı davanın hazırlanmasına katılmış kişiler, önde gelen ordu mensuplarına yönelik ‘vahşice, zalimce sorgulama metotlarının’ uygulandığını anlatmışlardır. Aynısını 1938’de tutuklanan sorgucular da söylemişlerdir. Örneğin Uşakov, generallere karşı uyguladığı aynı metotlara maruz kaldıktan sonra, ‘bizzat ben Lefortovo hapishanesinde (sadece orada değil) parti ve Sovyet iktidarının düşmanlarını dövdüm ama hiçbir zaman dövülenlerin acılarıyla ve hisleriyle ilgili bir fikrim olmamıştı’ diye anlatmış, ayrıca ‘B. M. Feldman benim yanımda antisovyetik askerî komploya katıldığını itiraf etti’ demişti. ‘Ayın 25’inde Tukaçevski’yi bana verdiler, ayın 26’sında itiraf etti ve ayın 30’unda Yakir’i aldım. Bu üçlü sorgulamayı tek başıma, yardımcısız… yaptığım için ve birkaç gün sonra bu meselenin sonuçlanması ve duruşma için devredilmesi gerektiği talimatını aldığımdan, hemen hemen hiç uyumadan onlardan olabildiğince fazla veri ve komplocu çıkarttım. Hatta dava günü, sabah erken Tukaçevski’den Apanasenko ve bazı başkaları üzerine ek itiraflar aldım.’ ‘Başkaları’ arasında örneğin Timoşenko da vardı.” (Agy, s. 430)
“Stalin, NKVD organlarının ‘Sovyet iktidarına karşı Alman faşistlerince teşvik ve finanse edilmiş bir askerî-politik komployu’ açığa çıkarmış olduğunu ilan etti. Komplonun siyasi önderleri olarak, Troçki, Buharin, Rikov, Rudzutak, Karahan ve Yenukidze’yi; ‘askerî düzeydeki’ elebaşları olarak, Yagoda, Tukaçevski, Yakir, Uboreviç, Kork, Eideman ve Gamarnik’i saydı. Stalin bu on üç kişiden onunu Alman ajanı, geri kalan üçünü (Rikov, Buharin ve Gamarnik) ‘Alman Reichwehr’i için casusluğun organizatörleri ve destekçileri’ diye tanımladı. (Agy, s. 432)
“Böylesine üst kademedeki insanların neden Reichwehr’in ‘köleleri’ ve ‘mahkûmları’ı haline dönüştüklerinin izahına gelince Stalin, bazılarının ‘mesleklerinde yükseltilmeyince’ hoşnutsuz olduklarını ve ayrıca Almanya’daki ‘tecrübeli ve güzel gizli servis ajanı’ Josephine Gensi’nin ‘kadınsı çekiciliğini’ kullanarak Karahan, Yenukidze, Tukaçevski ve Radzutak’ı elde ettiğini söylemiştir. (Agy, s. 433)
“Dava günü gazetelerde SSCB savcısının bir açıklaması yayınlandı. Sekiz generale karşı soruşturma sonuçlanmış ve ‘askerlik görevlerine (yeminlerine) sadakatsizlik, vatana, SSCB halklarına ve Kızıl Ordu’ya ihanetten’ suçlu bulunmuşlardı. Haberde, soruşturmalar aracılığıyla, sanıkların ve aynı zamanda Gamarnik’in de, ‘SSCB’ye karşı düşmanca bir politika izleyen bir yabancı devletin önde gelen askerî çevreleriyle bağlantı içerisinde bulunduklarının’ saptandığı ifade ediliyordu. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, kastedilen Almanya’ydı. Devamla, sanıkların bu devletin askerî gizli servisi için çalıştıkları ve yine bu devletin askerî çevrelerine Kızıl Ordu’nun durumu üzerine düzenli rapor verdikleri, Kızıl Ordu’yu zayıflatmak için zararlı faaliyette bulundukları iddia ediliyordu. Böylece Kızıl Ordu’nun savaşta yenilmesini sağlayacaklardı. Neticede ‘amaçları, SSCB’de toprak sahipleri ve kapitalistlerin iktidarının yeniden kuruluşuna katkıda bulunmaktı.’” (Agy, s. 441)
“Bir hafta ya da daha uzun süren gösteri davalarından farklı olarak, askerî mahkemedeki kapalı duruşma sadece bir gün sürdü. O bir gün içinde Ulrich, Stalin’le bir araya geldi ve Stalin, Molotov, Kaganoviç ve Yezhov’un yanında bütün sanıkların kurşuna dizilerek ölüme mahkûm edilmeleri talimatını verdi. Karar, Ulrich tarafından saat 23.35’de açıklandı ve aynı gece Ulrich ve Vişinski’nin önünde infaz yerine getirildi. (Agy, s. 443)
Gün Zileli
6 Ağustos 2016
Bundan sonraki yazı: Çar’a Karşı Dekabrist Darbesi
‘Acimasiz diktatorler vs humanist generaller’ diye de ozetleyebilecegimizi dusundugum bu kiymetli yazi disizinde, Stalin’in ismini gormek beni sasirtmadi; fakat, nedense Lenin ismi hic gecmiyor.
Halbuki, kendisine askeri darbe yapilmis ya da yapilmamis olsun, Rusya’da (SSCB’de) ‘diktator’ tanimina uyan ilk liderin Lenin olmasi gerekmior mu?
Oye ya, 1990’lardaki cokusune kadar, SSCB’de (Rusya’da) yapilmis ilk serbest ve cok partili secimde (1917) sadece yuzde 23.5 oy almis olmasina ragmen, yuzde 40.4 alan ‘Sosyalist Devrim Partisin’ne iktidari birakmayisini; ardindan da ulkeyi tek-parti rejimine donusturmesini nasil acikliyoruz?
Secimle is basindan gitMEmek degil miydi ‘diktator’lugun tanimi?
Lenin’in tek parti diktatörlüğünün kurucusu olduğu doğru. Fakat burada genel olarak diktatörlükleri değil, özel olarak diktatörlüklere karşı askeri darbe girişimlerini tartışıyoruz. Lenin döneminde böyle bir darbe girişimi olmamıştır.
“Lenin’in tek parti diktatörlüğünün kurucusu olduğu doğru.”
E. Boyle bakarsak, insancillik adina, vicdan adina, falan filan adina, Stalin’in ne gunahi vardi? Adam, kurulu bir duzenin mirasini (legacy) devraldi sadece.
“[..] özel olarak diktatörlüklere karşı askeri darbe girişimlerini tartışıyoruz.”
Meslekleri insan oldurmek olarak da tarif edilebilecek olan askerlerin, humanizma askina insanligi diktatorlerlerden kurtarmak icin kariyerlerini riske atmalari tabii ki goz yasarticidir ve hem savunulmali hem de tesvik edilmelidir.
Bunu bir yere yazdiktan sonra, ‘diktator’e karsi cikanlar arasinda askerlerin ozellikle secilmesinin ozel bir sebebi yok ise, SSCB’nin ilk (orjinal) diktatoru olan Lenin’e sandik yoluyla karsi cikanlarin yapmaga calistiginin da neden bir darbe tesebbusu sayilmadigini (dolayisi ile de neden onemsenmedigini) anlatmak lazim.
Şu günahı vardı ki, Stalin tüm partiyi ve ülkeyi teröre boğdu ve nefes alınmaz bir totaliter diktatörlük kurdu. Lenin döneminde pardi içinde tartışma hatta hizipleşmeler açıkça gelişebilirdi. Diktatörlük olmakla birlikte Stalin dönemindeki totalitarizme varılmasına bir halli mesafe vardı. Siz değil miydiniz farklı olan şeyler arasında titizlikle ayrım yapmak gerektiğinde kuzum? Görüyorum ki tam bir reelargümanistsiniz (reelpolitiker teriminden tarafımdan üretilmiştir).
Reelargümanist …Bunu sevdim.
Reelargümanist yerine halk baska bir deyim kullanir ama yazmiyim buraya:)
“Şu günahı vardı ki, Stalin tüm partiyi ve ülkeyi teröre boğdu ve nefes alınmaz bir totaliter diktatörlük kurdu.”
Benim Rusya/SSCB tarihi bilgim sizinkinin yaninda yok mertebesindedir. Bu size bir iltifat bana hakaret degil; bir gercegin teslimi veya tesbitidir.
Dolayisi ile, sizinle uzmanlik yaristirmak gibi bir niyetim ya da hevesim sozkonusu degil.
Bu boyle de, bu, benim Rusya/SSCB ile ilgili soz soyleyenleri hic takip etmedigim anlamina da gelmiyor.
Lenin/Stalin baglaminda, yanlis hatirlamiyorsam, merhum Mahir Kaynak [*] soyle bir seyler demisti: {mealen} “Lenin bir Alman projesiydi, Stalin ise Rus Devletinin adami.”
Sizin yukarida (yazida/makalede) dediklerinizi okuyunca, bilhassa da Stalin’in Okhrana’yla itrtibatinin olduguna dair ipuclarindan bahsedildiginden hareketle (Mahir Kaynak’in sozlerini de dikkate alirsak), olan bitenin (darbe tesebbusunun) sistem-ici olmaktan oteye bir sey oldugunu dusunmeden edemiyorum.
“Lenin döneminde parti içinde tartışma hatta hizipleşmeler açıkça gelişebilirdi.”
Ne demisti Hz Henry Ford? ‘Siyah olmak kaydiyla, istediginiz rengi secebilirsiniz‘..
Baska butun partilerin Lenin tarafindan kapatilmis oldugunu da dikkate alirsak, evet, bu da bir tur rahmet olsa gerek 😉
“Diktatörlük olmakla birlikte Stalin dönemindeki totalitarianizme varılmasına bir hayli mesafe vardı.”
Baska bir deyisle, “Lenin, bir erken donem Stalin idi” diyebilir miyiz?
“Siz değil miydiniz farklı olan şeyler arasında titizlikle ayrım yapmak gerektiğinde kuzum? Görüyorum ki tam bir reelargümanistsiniz (reelpolitiker teriminden tarafımdan üretilmiştir).”
Evet. Ve, o titiz ayrimin kristalize olmasina yardimci oluyorum.
[* Mahir Kaynak hakkinda sol cevrelerin, bilhassa da kuyruk acisi olanlarin, genel kanaatinin pek de olumlu olmadiginin farkindayim. Benim oyle bir takintim yok. Bence iyi bir entellektueldi. In the name of full disclosure, soyleyeyim dedim.]
İyi bir entelektüel miydi bilmiyorum ama iyi bir intelligence agent’dı. “Kuyruk acısı” ha! Diyelim ki bizim kuyruk acımız var. Fakat bir ajanın insanlara verdiği zararı “kuyruk acısı” diye değerlendiren biri bunu söylerken acaba vicdan acısı duyar mı hiç, merak ederim.
Öte yandan, elbette Lenin, kurduğu “proletarya diktatörlüğü” ile Stalin’e giden yolun taşlarını döşemiştir. Bununla birlikte, bu taşları döşeyen Lenin’in yakın arkadaşları eski Bolşeviklerin neredeyse hepsi Stalin tarafından ölüme gönderilmiştir. Her şeyi yerli yerine koyalım.
“Öte yandan, elbette Lenin, kurduğu “proletarya diktatörlüğü” ile Stalin’e giden yolun taşlarını döşemiştir. Bununla birlikte, bu taşları döşeyen Lenin’in yakın arkadaşları eski Bolşeviklerin neredeyse hepsi Stalin tarafından ölüme gönderilmiştir. Her şeyi yerli yerine koyalım.”
Herseyi yerli yerine koymak baglaminda, sizin “Lenin’in yakın arkadaşları eski Bolşeviklerin neredeyse hepsi” dediklerinizin Mahir Kaynak’in ‘Alman Projesi’ dedigi kapsamda olmak ihtimali artiyor.
Bunlarin ‘Rus Devletinin adami’ olan Stalin tarafindan –kellesi lazim olmaksizin– tasfiye edilmesi de bu baglamda aciklanabilir olmuyor mu?
Bu son cümlenizdeki yorumunuzla siz, “rahmetli” Mahir Kaynak ve Stalinistler birleşebilirsiniz. İstahbaratçı kafası her şeyi milli çıkarlarla açıklar ve dolayısıyla aynı Stalin’in yaptığı gibi, eski Bolşevikleri alman projesi (Lenin, mühürlü alman treniyle gelmemiş miydi!), Rus devletinin başındaki Stalin’i de halis bir Rus projesi olarak değerlendirir. Stalinistler de bu bakışa elbette teşekkürlerini sunar. Kıaca söyleyeyim: “Milli proje” denen şey tam bir palavradır ve bir istihbarat projesidir. Milli proje diye bir şey yoktur. Her şey sınıfsal veya hizipsel (biraz tuhaf bir deyim oldu ama) tarafından belirlenir.
“Fakat bir ajanın insanlara verdiği zararı ‘kuyruk acısı’ diye değerlendiren biri bunu söylerken acaba vicdan acısı duyar mı hiç, merak ederim.”
Merakinizi giderir mi bilemem; ama benim baktigim yeri yazayim:
‘Silahlli devrim’i ve/ya ‘silahli propoganda’yi (yani, gerekli oldugunu dusundukleri zaman ve gerekli oldugunu dusundukleri kadar sayidaki insani oldurmegi) mesru kabul eden, bu tur orgutlere uye ya da sempatizan olanlarin, kendileriyle muacadele eden yapilarin basvurdugu gri/siyah yontemlerden sikayetci olmalarini oldum olasi yadirgadim.
“Her şey sınıfsal veya hizipsel (biraz tuhaf bir deyim oldu ama) tarafından belirlenir.”
Tuhaf dediginiz kismini gecelim 🙂 de su ‘sinifsal’ tarafinda odaklanayim:
Sizce, Lenin, hangi ‘sinifsal’ tabana dayaniyordu?
Okur-yazar oldugu dahi supheli o yuzde 23.5’a mi (bunlar buradaki ‘makarnaci’lara tekabul etmiyor muydu?); yoksa, o siniftan olmayip, onlara liderlige soyunan bir zumreye mi?
Yuzde 40 oy almis oteki partiye iktidarini teslim etmeyisine bakarsak, ortada bir ‘siyasal cogunluk’ var diyebiliriz. Sizce ‘bu’ kimlerdir?
Sonuncu soru: Boylesine bir ‘siyasi cogunluk’ Lenin’in arkasinda idiyse, Stalin’in (ilahi kudreti oldugunu varsaymiyorsak) butun kadrsonu kisa zamanda neye dayanarak tasfiye ettigi hakkinda ne dusunuyorsunuz?
çıkarlar tarafından, olacaktı.
Sorumun cevabı değil bu. Ben, “kuyruk acısı” derken kastettiğiniz çirkin şeyin cevabını merak etmiştim.
“Ben, ‘kuyruk acısı’ derken kastettiğiniz çirkin şeyin cevabını merak etmiştim.”
‘Kuyruk acisi’ deyiminin ne anlama geldiginde farkli dusunuyoruz anlasilan.
Once bu deyime baz olan su menkibeyi asagiya alalim:
https://eksisozluk.com/entry/234476
Burada da goruldugu uzere, ‘kuyruk acisi’ deyimi, karsi tarafa da zarar vermis oldugu halde kendi gordugu zarari one cikarmaga isaret eder.
Sizce, bu baglamda, hala daha cirkin bir sey demis miyim?
İşin başında işçi, köylü ve askerlere dayanıyordu ama kısa sürede bu tabanı kaybetti. Bundan sonrasında devrimci azınlığın diktası söz konusudur.
Sosyalist devrimciler köylülüğü temsil ediyordu ve kurucu meclis seçimlerinde çoğunluğu aldılar. Bunun üzerine Lenin “devrim adına” bu seçimi iptal etti. Üstelik, kurucu meclis’e kilit vuran da devrimci krostadt bahriyelileriydi. Devrim adına Lenin’e inanmışlardı. Kısa sürede, azınlık diktatörlüğünü gördüler ve Bolşevik rejime karşı ayaklandılar ve ezildiler.
Lenin’in kadrosunu tasfiye eden Stalin, gücünü, devrimle hiçbir ilgisi olmayan ikbal düşkünlerinden alıyordu. Aynı bugün Türkiye’dekiler gibi. iktidar her zaman etrafında bir eyyamcı takımı toplar.
Fıkra güzel ama bugünkü kullanışı açıklamıyor bence. Birisine, “onun kuyruk acısı var” dendiğinde anlaşılan, o kişinin geçmişte birinden gördüğü “haklı” bir zarara karşı diş bilediğidir. Sizin sözünü ettiğiniz bağlama gelirsek, “rahmetli” Mahir Kaynak, solun içine girip sola zarar vermiştir. Bu yüzden sol ona diş bilemektedir. Fakat burada, bunu söyleyen kişinin, solun gördüğü zarara üzülmeyip, ona zarar veren kişiyi haklı gördüğü sonucu çıkar. Yani ettiğiniz sözle, solu bu durumda haksız görüyorsunuz ve onun “kuyruk acısıyla” dalga geçiyorsunuz. Naçizane bunu belirtmek istemiştim.
Milli proje diye bir şey yoktur derken doğru söylemişsiniz ama eklenmeli; “millet” de yoktur, milliyetçilik yalandır (tıpkı Allah’ın yok, dinin yalan olması gibi).
“Sizin sözünü ettiğiniz bağlama gelirsek, ‘rahmetli’ Mahir Kaynak, solun içine girip sola zarar vermiştir. Bu yüzden sol ona diş bilemektedir.”
Bu dogru degil mi?
Ustelik de, Mahir Kaynak’in yaptigi is bir darbenin engellenmesinde gorev almak oldugu halde.
Bunun yanlis olan kismi, galiba, ‘gorev almis olmasi’ mi idi?
Yoksa, masum ve insancil darbecilerin ol humanist amaclarina ulasmasina engel oldugu muydu?
‘Sol’ bunun tam olarak neresindedir?
“Fakat burada, bunu söyleyen kişinin, solun gördüğü zarara üzülmeyip, ona zarar veren kişiyi haklı gördüğü sonucu çıkar. Yani ettiğiniz sözle, solu bu durumda haksız görüyorsunuz ve onun ‘kuyruk acısıyla’ dalga geçiyorsunuz.”
Yok. Dalga gecmiyorum –iki tarafin da birbirine zarar verdigine isaret etmek istiyorum.
“Naçizane bunu belirtmek istemiştim.”
Estagfurullah.
Gelelim, su ‘merhum’ konusuna: Iciniz rahat edecekse, bundan boyle Marx’tan da bahsederek ‘merhum’la baslayayim. Belki affederseniz. 🙂
“(tıpkı Allah’ın yok, dinin yalan olması gibi).”
Varolussal Felsefeyle ilgileniyorsaniz (ve Ingilizce biliyorsaniz) asagidaki linklerin ilginizi cekecegini dusunuyorum.
http://www.simulation-argument.com/simulation.html
http://web.stanford.edu/class/symbsys205/BostromReview.html
Linklerini verdigim bu iki site magazin/televole sitesi degil.
Gunluk siyasetten daha ‘derin’ seyler uzerinde kafa yormak isteyenlerin okumasini tavsiye ederim.
Hala bu rezil laf ebesi devlet-iktidar-efendi yalakası kömünizmle mücadele projesinin günümüz versiyonu her türden sol devrimci özgürlükçü cümleye bahane ararken öküz altında kalan rezile cevap yetiştirmeyin sayın zileli.
Adam devrimcilerin içine girmiş mit ajanını savunup insanlık tarihi boyunca ağır bedellerle devrimcilerin insanlığın kazanımına sunduğu hakları kullanıp bunu yapanlara aşağılayıcı cümlerle alay edip küfürden daha ağır hakaret eden bu rezili bu sitede onurlandırmayın!!!
önceki makalendeki silinen yoırumumu admine buldurup yayımlayın rahatsız edici cümle varsa ……..noktalayın
Bu gün devlet-iktidar-efendi-sermaye düzenini savunan necip 200 yıl önce yaşasaydı paris kömünü esnasında kimi savunurdu belli değilmi?????
Bu rezil ispanya iç savaşında yaşasaydı kimi savunurdu belli değilmi?????
Bu rezil vietnamda kimin yanında dururdu belli değilmi????bu rezil 1917 şubat toplumsal ekim politik Sovyet devriminde yaşasaydı kimi savunurdu eminim çarı.
Bu rezil bu günde yaşadığımız bu günkü zalim sömürgeci rantçı hırsız katil sermaye düzenini savunup eksik yanlış bu düzene itirazı olup mücadele edenlere saldırıp hakaret ve aşağılayarak küfrederken bu düzenin sahibi efendisi ve kurumlarını bu sitede yalayor o anarşist biz lümpen oluyoruz ayıp ayıp site bu hale düşemez???
Gitsin kendine en düzen yalayıcı öncü anarşist sitesi kursun orda yapsın rezilliğini.
Zorba, dünya nimetlerini açgözlülükle yağmalamak isteyen burjuvazi denilen çetelerin, N. Hikmet’in betimlediği “çiftlikleri” içindeki sömürü düzeneklerine “Millî Proje” denilir!
Milyonlarca ezik, zavallı, kul ruhu taşıyanlar için bu proje mevcuttur.
Yoksa nice paylaşım savaşında birbirlerini neden boğazlasınlar? Bakınız..”şehitlik” retoriği…
Millî proje vardır… Yediriyorlar… Doyuyorlar! “Şehit” değilsen hainsin! Son “Millî proje” de bu!
Necipgiller de bu projenin ölü yıkayıcısı… İmamı. Bır..bır..bır konuşur. Kuyruğu sıkıştığında çivili sopalarla “hain” kovalayacaktır bu omurgasız, yumuşakça… Sonra evine dönüp insanlıktan çıkmış ruhunu olumlama adına zehirlenmiş aklı ile yazıp duracak…
Ben Mahir kaynak’a mevta demeyi tercih ederdim. Neyse…
Hiçbir polisi ve ajanı sevmem. Devrim adına “karşıdevrimci” izleyen Çekacılar da dahildir buna.
Tarih bu şahsı, “demokrasi” adına darbaeilerin içine sızmış “demokrasi kahramanı” olarak değil, bir ajan provokatör olarak kaydetmiştir. Onu aklama çabalarınız boşuna.
Doğu-Batı Almanya’nın birleşme sürecinde, Stasi’nin sızdığı bütün kurumlar karantinaya alınıp temizlenirken, ne olaylar yaşanmıştır, ne absürtlükler, ne hazin insan öyküleri…
Aklıma gelen ilk şey, 2006 Alman yapımı şu film, “Das Leben der Anderen – The Lives of Others – Başkalarının Hayatı”. 1984’te Doğu Almanya’da bir Stasi ajanının, zaman geçipte yaptıklarını gördükçe pişmanlığının artışını anlatan güzel bir film.
İzlemek isteyenler için:
http://unutulmazfilmler.co/the-lives-of-others.html
http://www.filmozel.com/baskalarinin-hayati-das-leben-der-anderen-the-lives-of-others-2007-turkce-altyazili-izle.html
Gün Bey, Erdoğan’ın, devlet kurumlarındaki Fethullahçıları ortadan kaldırma girişimi, Stasi’nin ortadan kaldırılmasına benzetilebilir mi?
Stasi ile ilgili kitaplar var mı Türkiye’de? T.C. vatandaşı yazarların araştırarak yazdığı veya çeviri?
Sizin kuşağın dünya görüşünü şekillendirmiş 20. Yüzyıl kafasını bırakın artık. Toplumsal sistem global elitlerin tekno orwelyen iktidarı biçiminde yeniden kuruluyor. Demokrasi dikta özgürlük vs. kavramları ve somut karşılığı kurumlar ve gerçek ilişkiler geçmişteki kendilerinin gölge karikatürlerinden başka bir şey değiller.
AKP’LİLER “GEZİCİ Mİ” OLDU?
“Her şerde bir hayır vardır” derler. Uzun süredir yaşadığımız felaketlerin üzerine tüy diken 15 Temmuz zorbalığının ülke ve yurttaş için doğuracağı sonuçlar zamanla belirginleşecek. Göz gözü görmeyen şu toz bulutunda ne olup bittiğini hakkıyla kavramak güç. Her kafadan bir ses çıkarken, Anayasaya aykırılıklarla dolu KHK’ler düzeni dolu dizgin sürerken, TV’ler acınası haldeki muhterislerin ‘günah çıkarma’ kabinine dönüşmüşken…
Şimdilik hiç olmazsa, ‘darbenin’ neye benzediği ve kimin hangi tepkiyi verdiği görülmüş oldu ki, önemli bir şey bu.
CHP’nin eli güçlenmiş görünüyor. Genel başkanının tutarsızlıklarına rağmen! Hem laiklik savunusu yapan bir parti olarak alnı secdeden kalkmayanların neden oldukları rezaletlerin sorumlusu olmadığı, hem de “Bu CHP darbecidir” propagandasını boşa düşürdüğü için. “HDP olmazsa gelmem” demeyi başarabilseydi keşke. Ama o zaman ‘tam’ doğru bir iş yapmış olurdu ki, bu da CHP’ye yakışmazdı!
Darbenin ‘neye benzediğinin’ deneyimlenmesi, sanırım Gezicilerin lehine oldu. Şortlu ve sırt çantalı gençlerin tepkisi biçiminde başlayıp yurt çapında milyonlarca yurttaşın katılımıyla kitlesel bir ‘olguya’ dönüşen hareketi ‘darbe’ olarak tanımlayanların hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Tabii yanlış anlaşılmasın, bunu dillendirmeyi sürdürecek olanlar var kuşkusuz. Nihayetinde Kabataş fantezisi gibi bir saçmalığı türetip aylarca kullanabilen zihniyetten söz ediyoruz. Buna mukabil artık herhalde birileri de çıkıp “Darbenin aslını gördük, Gezi’ye hiç benzemiyordu” diyecektir. Her neyse, yaşayıp göreceğiz…
Önceki Gezi yazılarında asıl olarak, kaçınılmaz biçimde dönüşecek temsil ilişkilerine vurgu yapmış, özetle şu gerçeğin altını çizmeye çalışmıştım: Eskiden bizim adımıza bir yerlerde toplanan ve taleplerimizi dillendiren (ya da öyle yaptıkları varsayılan) insanlara ihtiyacımız vardı. Toplandıkları yerin adı parlamento, yaptıkları işin adı temsil idi. Oysa günümüzün sunduğu teknolojik olanaklar ile buna gerek kalmadı. Benim artık temsilciye ihtiyacım yok. Sizin de yok. Taleplerimizi istediğimiz zaman, istediğimiz yerde ve istediğimiz sözcüklerle, istediğimiz insanlara ulaştırabiliyoruz. Hâl böyleyken klasik ilişkiler kestiremediğimiz bir süre daha, sürekli sorun çıkararak devam edip sona erecek. Evet, söylemek istediğim böyle bir şeydi…
Bu ne demek? Örneğin şu anda üç dört milyon takipçisi olan sanatçılar, yazalar mı daha etkili, yoksa İstanbul vekilleri mi? Sizce ne işe yarıyorlar? Ya da şöyle soralım: Sizin hangi sorununuza ‘vekaletleri sayesinde’ derman olabilirler? Neden kamusal sorunları, sosyal medya üzerinden oylamayalım? Bir engel geliyor mu aklınıza? Şimdi Cem Yılmaz’ın sosyal medya hesabına baktım. 11.6 milyon takipçisi var. Türkiye’deki tüm siyasetçilerden daha fazla yurttaş tarafından izleniyor. Demek ki yazdığı her bir sözcük, nüfusun yaklaşık sekizde biri tarafından okunuyor. Yani sanatçı, bir soru yöneltip kamuoyu eğilimini öğrenmek istese, üç beş saatte 550 vekil ya da herhangi bir anket şirketinden çok daha doğru sonuçlara ulaşacak. Böyle çok örnek var…
Ancak söz ettiğim yalnızca bir ‘oylama’ değil tabii. Oylama, adını ister ‘milli irade’ ister ‘genel oy’ koyun, büyük bir aldatmacaya dönüşebilir. Yani ‘sandık,’ tek başına bir katılım aracı değil. Bunu ben değil, demokrasi tarihi söylüyor. Genel oy ile düzen değişir mi? Örneği yok. Çünkü Marx’ın dediği gibi, “Toplumun egemen düşüncesi, egemen sınıfın düşüncesidir.” İnsanları, içinde yaşadıkları, var oldukları koşulların ürünü ve koşulları belirleyen, egemen sınıf…
Örneğin şu anda Türkiye’de ya da başka bir kapitalist düzende, yaşamı her açıdan çekilmez hale getiren mülkiyet ilişkilerini sorgulamaya kalktığınızda, ortalama insanın dudağı uçaklar değil mi? O özel mülkiyet, mutsuzluğunun başat kaynağı olmasına karşın. İlk tepkiler, kuşkusuz en yabanisi olur: “Ne yani arabam, evim olmayacak mı?” Haklı çünkü, o ev ve arabanın var olduğu bir yaşam biçimi üzerine temellendirilmiş tüm dünyası. Uzatmayayım, sonuçta hiçbirimiz nefes aldığımız dünyadan ayrı düşünemeyiz. Ya da, ne biliyorsak, bize ne öğretildiyse o kadar eyleriz…
Ancak, eğer bir değişim olacaksa da bizler, yani insan sayesinde olacak. Tarihsel bazı çizgiler var kuşkusuz ama insansız bir tarih yok. Malum, kaderciliğin en vahim yanı, insan iradesine asgari önem atfetmek. Oysa yurttaş vergi vermezse düzen sürmez, hiç kimse askere gitmezse ordu olmaz vs. Sevgili Hocam, ‘dil’ için söylemiş ve yazmıştı zamanında: Çok özetle, “Serbestçe, kendiliğinden gelişen dil yok, sen hangi sözcükleri tercih edersen o yerleşir. Eskiden cankurtaran deniliyordu, şimdi ambulans oldu. Bunun kendiliğinden gelişmeyle ne ilgisi var?” Çok doğru değil mi? Her ne yaşıyorsak, bizlerin, insanın katkısıyla sürüyor. Kuşkusuz şunu hiç unutmadan: Belli koşulların ürünü olan insanın…
Dolayısıyla herkes, insan faktörünü küçümsemeden hareket etmek zorunda. Bu zorunluluk, yaşamımızı kavrayan bir ‘sistem’ olduğu gerçeğini görmemize engel değil. İkisi aynı anda. İsveç’te doğup büyümüş 30 yaşındaki birinin idam cezasına karşı olma ihtimali, aynı zaman diliminde Türkiye’de doğup büyümüş 30 yaşındaki yurttaştan çok daha yüksek. Buna mukabil, Türkiye’de eline bayrak alıp “İdam isteriz” diye haykıran insan, deli ya da canavar olduğundan yapmıyor ki bunu. Üstelik o yurttaşın toprağında, belki de hemen bir sokak ötesinde oturan bir başkası, insan hakları çalışıyor, dünyadan haberdar, yabancı dostlarıyla sohbet ediyor vs. Arada yalnızca bir sokak var…
Sandık/genel oy, tek başına değersiz ve hatta zaman zaman çok tehlikeli derken anlatmak istediğim, ‘namuslu bilimsel bilgiden mahrum’ kullanılacak oyların, yaşamı katlanılmaz hale getirme olasılığı. Katılım bu nedenle çok önemli. Ancak buradaki ‘katılımdan’ kastım, artık örneğin Sovyet modelindeki ve hatta federal yapılardaki türden bir katılım da değil. Bunlar mümkün tabii. Yani, şuralar/kurallar yoluyla kararlar alıp aşağıdan yukarıya bir mekanizma oluşturmak ya da federal sistemlerde olduğu gibi, bazı temel konularda yerel birimlerin tek karar verici olmasını sağlamak.
Ancak sonuçta bu düzeyler arasında da bir ‘hiyerarşi’ var. Oysa Gezi benzeri yönetim talepleri, hiyerarşiyi dışlıyor. Reddediyor. Hiyerarşiyi reddeden kitleler, ortak yaşam için gerekli kararları nasıl alacak? İşte bütün mesele bu. İletişim teknolojisinin sunduğu fırsatlar, bu sorulara yanıt olabilir; muhtemelen olacak. Burada unutulmaması gereken, böylesi bir katılım mantığı açısından ‘doğru’ bilgilendirmenin yaşamsal önemi. Bunları bir sonraki yazıda tartışmaya çalışacağım…
Yazının başlığına gelince. Ben genellikle lafı gereğinden çok uzatıp yazıyı okunmaz hale getirmeyi başardığım için, bu kez kısa kesip bir iki gün sonra devam edeceğim. Şu kadarını söyleyerek: AKP kitlesi Gezici oldu mu olmadı mı, tartışılır. Belli açılardan kesinlikle olmadı. Belli açılardan benzer. Buna mukabil, meydanlara çıkmalarını çok ama çok önemsiyorum. Kuşkusuz davetle, kuşkusuz yönlendirmeyle, kuşkusuz zahmetsizce, kuşkusuz çoğu anti demokratik (idam vs.) taleplerle… Hepsi kabul. Ama sokağa çıkmaları, meydanları doldurmaları iyi bir şey. Değil mi ki her birimiz ‘sosyal varlıklarız’ ve bizleri diğer canlılardan ayıran temel niteliğimiz bu… Meydanları doldurmak, çoğulculuk açısından bulunmaz bir nimet. Şöyle soralım: Muhafazakar kesim nasıl sosyalleşecek? Meydanlarda hak talep etmeyi, hangi yolla öğrenecek? “Efendim iyi hoş da bakınız tekbir getirenler…” Eh adamın bildiği o, başka ne getirsin?
Sonraki yazı, meydanlardaki kitleler ve benim bu yazılardaki ‘tutarsızlıklarım’ üzerine tartışarak devam edecek…
Söyleşi önerisi: Gelecek yazıda yararlanacağım zihin açıcı bir metni şimdiden öneriyorum. Prof. Cem Eroğul’un Şubat 2015’te Birgün’de yayımlanan söyleşisi.
http://www.birgun.net/haber-detay/akp-tarihsel-gelisimi-terse-cevirmek-istiyor-75196.html
Film önerisi: Cezalandırma/jüri sistemine ilişkin insanın önünde kapılar açan, Sidney Lumet’nin bir büyük yapıtı. 1957 yapımı, ’12 Angry Men’ (12 Öfkeli Adam). İzlemeyen genç arkadaşlarımın çok etkileneceğinden ve kafalarının karışacağından eminim. Şu hayatta kafamız ne kadar karışsa, o kadar iyi! Film internette var, rahatlıkla bulunabilir…
Doç. Dr. Murat Sevinç
Ankara Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
6 Ağustos
10 EKİM, CENAZESİNE SÖVÜLENLER GARI
Bir sorunu nasıl tanımlarsanız, çözüm öneriniz de ona uygun olur. Ayrıca tanımınız ve sunduğunuz çözümler, sizin kim olduğunuzu sergiler.
15 Temmuz gecesi silahlı zorbaların gerçekleştirdiği katliamlar öncesinde, Türkiye’de ağır hukuk ihlalleri yaşanıyordu. Eleştirenler, karşı çıkanlar ‘ihanet’le suçlanıyordu. Hakaretlere maruz kalıyordu. Peki, şimdi ne oluyor?
İşi bilen herkes bir kez daha haklı çıktı
İki önceki yazıda [http://www.diken.com.tr/ohal-kararnameleri-ya-da-kararnameyle-yonetilmek/] bu koşullarda OHAL ilanının mümkün olduğuna dair bir iki satır karalamıştım. Başkaları da yazdı. Ve bu işi bilen herkes, aynı zamanda OHAL KHK’lerinin risklerine de dikkat çekti. Ardından öyle KHK’ler çıkarıldı ki, o ‘herkes’ bir kez daha haklı çıktı endişelerinde.
OHAL KHK’si, adı üzerinde, ‘OHAL’le ilgili ve ‘OHAL süresi’yle bağlı olarak çıkarılabilir. OHAL’i ilgilendirmeyen konularda ve ilan edilen sürenin sonrasında etkili olacak hükümler yaratılamayacağı gibi, OHAL KHK’leri ile ‘kanunlar’da değişiklik yapılamaz. Bunları söyleyen ben değilim, Anayasa Mahkemesi! Türkiye’de iliklerine kadar iktidar yanlısı bir hukukçu da şu ölçüde somut bir ‘kuralın/gerçeğin’ tersini iddia edemez. Ders kitabına yazamaz. Öğrencisine anlatamaz.
Buna mukabil şimdi de “Böyle KHK mi olur, başta hukuk devleti olmak üzere temel ilkeler yok ediliyor”, diyenler yine hakarete uğruyor, hedef gösteriliyor, iktidara dalkavukluk etmeye yeminliler tarafından. Oysa en ufak kuşkunuz olmasın, bu KHK’lerle yapılanların zararını, bir süre sonra görecek Türkiye. Yazık değil mi? Böyle göz göre göre. Yine mi “Kandırıldık” diyecek, kandırılmaya doyamayan yazarlar, çizerler, televizyoncular, müteahhitler. Allah aşkına bu nasıl bir ülke ki nüfusunun azımsanmayacak bir kısmı ‘mümeyyiz’ değil!
Yiğidi öldür hakkını yeme
Ama yiğidi öldür hakkını yeme, ana muhalefet partisi lideri ‘serzeniş’te bulundu. Yüz küsur yıllık köklü kurumlar iki üç günde ve bir iki kişinin kararıyla, kararnamelerle hallaç pamuğu gibi atılırken, “Bize danışmıyorlar” deyiverdi. “Binali Bey’in bizi araması gerekirdi” diye de ekledi. Ana muhalefet partisi lideri. La havle…
Allah bir memlekete başka elem vermesin
Hayli yıllar önce, Süleyman Demirel cumhurbaşkanıyken, bizim Cebeci Yerleşkesi’nin bir salonunda ‘hükümet sistemleri’ üzerine toplantı düzenlenmişti. Ben de mesleki deformasyon nedeniyle cumartesi sabahın köründe kalkıp gitmiştim. Kırk elli kişi ya var ya yok. Baktım ki dinleyicilerden biri Demirel. Parlamenterler Birliği’nden de birileri vardı. Bir iki eski vekilin, 80’ine merdiven dayamışken nasıl hala Demirel’e yaranmaya çalıştığını hatırlıyorum. Zavallı adamlar. Hatta içlerinden biri aşka gelip yerinden fırlamış ve Demirel’i başkan olarak görmek istediğini ‘haykırmıştı’ salona. Yani ‘haykırarak göze girme’ eğilimi eski hastalık Türkiye’de!
Toplantıdaki akademisyenler, başkaca konular yanında Türkiye için parlamenter sistemin uygun olduğunu anlatmıştı. Tarih hocamız Taner Timur’un, konuşmasının bir yerinde siyasal ve askeri ‘karar alma süreçleri’ konusunda söylediklerini hatırlıyorum. Ezcümle, ‘Askeri karar dediğiniz de siyasal bir karardır’ anlamına gelen bir iki cümle.
Özellikle Taner hocanın konuşması Demirel’in canını sıkmıştı. Sabahtan akşama dek not tuttuktan sonra son konuşmayı yaptı. Kırk yıldır olduğu gibi, sanki orada o kadar insan saatlerdir hiçbir şey söylememiş gibi, askeri çözümleri ve başkanlık sisteminin nimetlerini anlatıp bunamanın eşiğindeki emekli vekillerden dehşetli bir alkış aldı, el sallayıp veda etti! Toplantıdan yıllar sonra, yine kendi aklından başkasınınkini beğenmeyenlerce yönetilirken, Türkiye’de TSK’nin yapısı, askeri çözümler ve başkanlık sistemini konuşuyoruz. Allah bir memlekete başka elem vermesin…
Demirel’i asıl sinirlendiren askeri/siyasi çözüm ayrımına dair ifadelerdi. Malumunuz, Türkiye’de işin içine askeri konular girdiğinde sanki siyasetten bağımsızmış muamelesi yapılır. Tabii bildik gerekçelerle. TSK faaliyetlerini ‘tartışmasız’ kılmak ve muhalifler üzerinde ‘gerekli’ baskıyı kurabilmek için. TSK faaliyetleri ne kadar tartışılmaz olursa, o kadar iyi ve yararlıdır!
30 küsur yıldır ‘dokunulmazlık zırhı’nın kumaşı Kürt sorunuyla dokunuyor. Oysa daha geçen ay, ‘Şehirleri dümdüz ettiler ve sivil ölümleri söz konusu’ eleştirisine maruz kalıp havuz soytarıları tarafından her zaman olduğu gibi kahraman ilan edilen kimi rütbelilerin emriyle bu kez TBMM bombalandı, sokaklarda siviller katledildi. Gözlerini kırpmadılar…
Kürt’e sövmek, hayli kâr getiren bir iş
Gelelim yazının başlığına.
Yalnızca 10 ay önce Ankara’da, Gar Meydanı’nda, barış mitingi için toplanan insanların ortasında patladı bombalar. 100’ün üzerinde insan paramparça edildi. Onlarca yaralı, sakat.
Suruç’ta toplanan gençler parçalandı.
Şu devleti yönetenlerden biri bile, acıyı hafifletecek, insancıl ve içten bir açıklama yapmadı, yapamadı, dilleri varmadı. Katledilenlerin cenazeleri, saygı duruşlarında yuhalandı. Kimlerdi bu acımasızlığın sorumlusu?
Suruç’ta ve Gar’da katledilen güzelim insanlara içten bir rahmet dilemeyi dahi zül gören dünya görüşüne sahip olanlar değil miydi, Cemaat’in TV kanallarında Kürtleri küçük düşüren dizileri ‘severek’ izleyenler? Hatırlar mısınız? Hiç girmeyelim mi bu konulara yoksa?
Darbe girişimi sonrası salalar eşliğinde sokağa çıkan bir grup Gar’ın önündeki küçücük ‘anma noktası’nı tahrip etti. Birkaç metre karelik alana dahi tahammül edemeyerek. Sonrasında tepki gösteren insanlara, çevik kuvvet müdahale etti. Herhalde hem o çevikler hem de anıta saldıranlar, o akşam demokrasi nöbetindeydi, ellerinde bayraklarla…
Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevilerin talepleri, Türkiye’de turnusol işlevi görür. Başta ırkçılar olmak üzere her ideolojinin zorbası bilir ki Kürt’ü (ve tabii sosyalisti) hedef aldığın sürece yılan bile dokunmaz! O sorun sürdüğü müddetçe, en niteliksiz adam prestij sahibidir. En çok söven gazeteciler okunur. En çok bağıran parti liderleri üç beş oy alır. Beş para etmez uzmanlar TV ekranlarını doldurur. Bolca silah alımı yapılır. Yerli ve milli silah sanayi gelişir! Bu arada yoksul çocuklar canlarını kaybeder. Eh olur o kadar!
Anlayacağınız Kürt’e sövmek, hayli kâr getiren bir iş. Oysa kıyafetini beğenmeyip gariban bir Kürt işçiye Atatürk büstü öptüren, köprüde sivil halka top namlusu doğrultan, cenaze yuhalayan ve bugün vatan hainleri mezarlığı yapmaktan söz edebilen zihniyet, aynı…
Taptaze gerilim kaynakları
Sosyaliste, Kürt’e, Alevi’ye, aslında ‘kendinden olmayan’a rahmet dilemeyi olsun çok görenler, Boğaziçi Köprüsü’nün adını değiştirdiler aceleyle. ‘Üç harfliler uzmanı’ belediye başkanı da Kızılay’ın adını değiştirecekmiş…
Peki, köprüde katledilen sivil halk, Türkiye’yi uçurumun kıyısına getiren tüm arazlarımızın dışavurumu olan böyle bir ‘uygulama’yı hak ediyor mu? Ya da, ‘can verenlerin hak ettiği bu mu?’
O köprüye, katledilenlerin anısına bir anıt dikilebilir, gelen geçenler insanca yaşamın, demokrasinin, özgürlüğün değerini bir kez daha anlasın diye. Pek çok şey yapılabilir. Neden en tuhaf iş yapılıp 40 küsur yıllık isim değiştirilir? Olup biten, zaten şu yaşadıklarımız için elverişli siyasal kültürü yaratan ideolojilerden besleniyor olmanın sonucu değil mi? Böyle yaparak, katledilen insanların anısına haksızlık edilmiyor mu? Emin olun şimdi de bir kesim yurttaş “Vay efendim köprüye neden Boğaz Köprüsü dedin?” diye düşer birbirine. Yeni, taptaze gerilim kaynakları! Yazık günah…
Oysa bütün mesele, köprüde, Gezi eylemeleri esnasında olduğu gibi Kızılay ya da Eskişehir’de, Ankara Garı’nda, Suruç’taki insanların, ‘katledilmiş olması’, ‘insan olması’, ‘yurttaş olması’ değil mi?
Pes, hakikaten pes…
Bugün öldürülmüş ya da yakalanmış darbecilerin ailelerine, sevenlerine dünyayı dar eden acımasızlığı alkışlayan kendini bilmezlik, üç yıl önce berbat yargılamalarla mahkûm edilenlere yöneliyordu. Yarın bir gün, bir başkasını hedef alacak. “Cemaat kadrolaşıyor” denildiğinde saçma sapan tepkiler veren muktedir dil, şimdi “Bunlara öyle bir ceza vereceğiz ki, keşke geberip gitseydik diyecekler… insan yüzü görmeyecek, insan sesi duymayacaklar… 1.5- 2 metrekarelik yerlerde lağım fareleri gibi ölecekler” buyuruyor. Ulusal ve uluslararası hukuk tarafından mutlak biçimde yasaklanmış ‘işkence ve kötü muamele’ özlemini, ballandıra ballandıra açığa vuruyor…
Tutmuş idam cezasını getirmekten söz ediyorlar. Eğer o ceza olsaydı, bugün yeniden ataması yapılan kimi askerler iki yıl önce idam edilmişti. Bırakın insan haklarını, insanlık dışılığı şunu bunu. İdam cezasının ‘geri dönülemez niteliği’ tek başına ret gerekçesi olmalı. Eğer idam daha erken kaldırılmış olsaydı, 27 Mayıs sonrası darbe mahkemeleri tarafından yargılanıp asılan Menderes, Polatkan ve Zorlu, yataklarında ölecekti. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Erdal Eren ve daha niceleri yaşıyordu. Şu kadarını da mı düşünmez insan. Pes, hakikaten pes…
İnsan gibi yaşayacağımız bir gelecek inşa edilecekse…
Yönetenler, ‘Bakalım hangimizin sözcükleri daha acımasız ve şehvetli?’ yarışına girişmişken, beri yanda Türkan Elçi, “Eşimin katilini gözaltına alırsanız sakın işkence yapmayın” diyor…
Balyoz’da yargılanan, üç yıl çoluk çocuğundan ayrı kalıp sonunda mahkûm olan, sevdiğim saydığım bir insanla telefonlaştım geçen hafta. ‘Bu deliller sahte’ iddiası dahi ciddiye alınıp incelenmeyen biri. Ne hissettiğini sordum. “Bize ve ailelerimize yapılan, bu insanların ailesine yapılmamalı, böyle insanlar olmamalıyız” dedi. Hiç duraksamadan. İşte bu kadar basit. Bu sözlerin sahibi gibi olmak, Türkan Elçi gibi olmak. Dürüstlük, ilkelilik ve insancıllık…
İnsan gibi yaşayacağımız bir gelecek inşa edilecekse herhalde bunun yolu ne solcu ya da Kürt cenazesine sövmek ne de zorbaların tankı tüfeği karşısında can veren insanları diğerlerinden ayırmak. Köprü meydan isimlerini değiştirdiğinizde, aslında bir şey değiştirmiyorsunuz. Başta bıktırıcı ve ürkütücü kibriniz olmak üzere, başka bir şeylerin değişmesi gerekiyor…
Film önerisi: İdam cezasıyla ilgili, henüz izlemeyenlere Krzysztof Kieslowski’nin ‘A Short Film About Killing’ (Öldürme Hakkında Kısa Bir Film) adlı eserini öneririm. Bu büyük yapıt, konu hakkında katı olanlarda belki bir kafa karışıklığı yaratır. İnternette var ancak hangisi yasal hangisi yasa dışı anlayamadığım için buraya ekleyemiyorum.
Yazı önerisi: OHAL KHK’leri ile ilgili Cem Eroğul’un zihin açıcı ve öğretici makalesini öneririm. Özellikle hukukçulara ve hukuk öğrencilerine.
(http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/pdf/54/4/Cem-Erogul_Anayasa-Mahkemesi-Kararlari-Isiginda-Olaganustu-Yasa-Gucunde-Kararnamelerin-TBMMce-onaylanmasi–sorunu.pdf)
Doç. Dr. Murat Sevinç
Ankara Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
2 Ağustos
DARBEYE KARŞI ÇIKMAK GÖREVDİR VE O ÇOCUKLARI LİNÇ EDEN SÜRÜ, DEMOKRAT DEĞİLDİR
Darbeye karşı çıkmak, demokrat yurttaşın görevidir.
O çocukları linç eden sürü, demokrat yurttaş değildir…
‘Gezi’ yazı dizisine, zorunlu bir ara. Ama ara verirken ve asıl konuya geçerken, yine de değinmeden geçmemeli: Gezi, iktidar ve karşıtları tarafından anlaşılabilseydi, herhalde bu darbe girişimi olmazdı…
Böylesi karmaşa zamanlarında, her şey birbirine girmişken olup biteni layıkıyla kavramak mümkün değil. Türkiye’nin yaşadığı kabus gecesi, günü ve sonrası üzerine yıllarca yazılıp çizilecek. Zaman geçtikçe yeni bilgiler, belgeler çıkacak. Şimdilik sağlıklı bir değerlendirme yapabilecek verilere de, bizleri adam akıllı aydınlatacak özgür basına da sahip değiliz. Ancak şu aşamada da bir iki satır karalanabilir.
Umursadıkları demokratik hukuk devleti değil
‘Askeri vesayet bitti’ propagandasının zırva olduğunu defalarca yazdık. Askeri vesayetin yalnızca apoletliler ile ilgili olmadığını, siyaset üzerindeki belirleyiciliğin tarihsel birikimden kaynaklandığını, söz konusu etkinin sermaye hareketlerinden ve Türkiye’deki sınıf mücadelesinden bağımsız olmadığını anlatmaya çalıştık. Konu üzerine yıllardır yazıp çizen çok sayıda nitelikli, önemli yazar çizer, yazdı ve çizdi. Anlayan oldu, anlamayan oldu.
Entelektüel birikime, akla, fikre, tarihe önem vermeyen ve günü kurtarmaya çalışanlar, vesayetin sona erdiğini düşünmeyi, daha da vahimi buna inanmayı tercih etti. Daha geçen hafta, askere yargı muafiyeti tanınmasını eleştiren aklı başında insanlar, her zaman olduğu gibi yine nohut kafalılar tarafından ihanetle itham edildi. Çünkü umursadıkları demokratik hukuk devleti değil, kendi yanlarında olan bir silahlı gücün varlığıydı ve muafiyet, asıl olarak Kürt illerinde işlev görecekti…
Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıllarca hüküm süren bir imparatorluğun yıkıntısı üzerine kuruldu. İmparatorluğun temel niteliklerinden biri ‘askeri’ oluşuydu. Büyümesi, gelişmesi, ‘fetih/gaza’ üzerineydi ve ekonomik yapısı bu ilkelere dayanıyordu. 19. yüzyılda başlayan modernleşme ilk ve doğal olarak (aynen Rusya’daki gibi) askeri alanda yaşandı.
Bu nedenle ‘Harbiye’ ilk açılan batılı okullardan. 20. yüzyılda Cumhuriyet’i kuran kadronun iskeleti, askerdi. İktidarı da muhalefeti de. Savaş içinden gelmiş insanlardı. Burjuva devriminin kurumları hızla inşa edilmeye çalışıldı ve asker sivil bürokrasinin temsilcileri, Türkiye’de burjuvazi henüz gelişme aşamasındayken 27 Mayıs 1960’ta, 1950’de yitirdikleri iktidara el koydu.
Rezil idam kararları verildi vs. Sonrasında Türkiye ve dünyadaki gelişmelere paralel olarak önce 12 Mart, ardından bu kez tam bir büyük sermaye marifeti olan faşist 12 Eylül gerçekleşti. TSK, bürokrasi ile arasını 28 Şubat’ta düzeltir gibi oldu. Ancak sonunda yine büyük sermaye ve batı desteğiyle ‘Müslüman demokrat’ etiketli AKP, iktidara taşındı. Sonrası malum…
Darbeyi hiç bir zaman yalnızca TSK mensupları yapmadı
Cumhuriyet tarihi, aynı zamanda darbeler tarihi. Bu iş Abdülaziz’in indirilmesiyle başlamıştı ancak Cumhuriyet döneminin dinamikleri farklı tabii. Asker her zaman, memleketteki kargaşayı, kendi tanımladığı ‘kötüye gidişi’ bir süre seyretti ve sonrasında yönetime el koydu. Devlet organları, TSK ile uyumlu çalışma üzerine dizayn edildi. İdeolojik tercihler/söylem, toprağımıza son derece uygun, kullanışlıydı: Uluslararası sermaye ve tabii ki ABD ile uyumlu, milliyetçi ve sınırları çizilmiş bir alanda dini bütün ya da dine saygılı…
Bu ideoloji ile yetişen kuşaklar, okumuşu ya da okumamışı, zihin olarak her zaman TSK ile ‘beraber’ oldu, öyle hissetti. Öncelikle, herkes askerlik (zorunlu) yapıyordu. Evlerden ‘Mehmetçik’ uğurlanıyordu. Gerek hakim inanç sistemi (Peygamber ocağı, şehitlik vs.) gerekse siyasal/soysal kültürel ortam, söz konusu birliktelik için çok uygun. Bu nedenle Türkiye’de darbeyi hiç bir zaman ‘yalnızca’ TSK mensupları yapmadı.
Çok mu saçma geldi bu cümle? Canınız sağolsun, tekrar edeyim: Yalnızca TSK yapmadı! Türkiye’de darbeler, ortalama yurttaş zımnen ya da açıkça ‘talep ettiği için’ gerçekleşti! Öyle koşullar doğdu/yaratıldı ki, sıradan insanların çoğu bir kurtarıcı aradı.
‘Biri benim canımı kurtarsın’ demeye başladı. O kurtarıcının apoleti varmış ya da yokmuş, sıradan insan buna bakmaz. Bilinen sözdür: ‘Önemli olan kedinin fareyi yakalamasıdır, kedinin cinsi ya da rengi değil.’ Herkes değil tabii, ancak ‘çoğunluk’ böyle düşünür! Fırsatçıdır, çıkarcıdır. Eh, çoğunluğun istemesi yetiyor zaten. Bu nedenle 27 Mayısçılar da, 12 Martçılar da, 12 Eylülcüler de halk ‘çoğunluğu’ tarafından desteklendi.
Cenazesine gidilmeyen Kenan Evren, Türkiye tarihinin görüp görebileceği en yüksek oy oranı ile seçildi. 1982 yılında ‘milli iradenin’ % 92’si, Kenan Evren dedi…
Aman canım darbe yapacak asker mi kaldı
Demek ki darbe olgusu öyle üç beş yılda, höt zötle, kabadayılıkla savuşturulamayacak, bir yanıyla son derece karmaşık diğer yandan son derece basit bir tehdit. Gelişi her defasında görülüyor, sürpriz yok. Başarılı olduğu durumda, halk ortalaması tarafından destekleniyor. O ‘çoğunluk’ istemediğinde, büyük sermayeyi arkasına alamadığında ve dış desteği güçlü olmadığında ise çuvallıyor darbeciler.
Türkiye gibi demokrasisi ve ekonomisi kırılgan ülkelerde, hele ki NATO üyesi olduğu ve ABD izni olmadan (1945-46’dan bugüne) helanın yolunu dahi bulamayacağı düşünüldüğünde, darbe tehlikesi her zaman var.
Örneğin kimi ‘darbe isteklileri’ üç beş gün öncesine dek ‘aman canım darbe yapacak asker mi kaldı?’ serzenişinde bulunuyordu değil mi? Çünkü onlar da darbeyi Ahmet ile Mehmet’in yaptığını düşünüyor. Gerek bu aklı evveller, gerek iktidar sevdalıları, 27 Mayıs 1960 günü emrindeki askerlerce aşağılanıp yerin dibine batırılan Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un hikayesini bilmiyor ya da hatırlamıyorlar. Yazık…
Darbeciler başarısız oldu. Olup biteni ‘tiyatro’ olarak adlandıranlara katılamıyorum. Çok saçma görünen işler olduğunun farkındayım tabii ama yine de bir kurgu için fazla cüretkar. Muhtemelen tek grup değil, bir ‘koalisyon’ tarafından örgütlendi. Eğer başarılı olsalardı, dün geceden itibaren manzara değişecek ve tarihsel birikimin tüm çıktısı, göz önüne serilecekti. Tekbir getiren şalvarlı ve sarıklı, demokrat olduğu iddia edilen tipler tankların önünde durmak bir yana, sokağa dahi çıkmayacaktı. Her birimiz gibi, evlerinde perdelerini çekip kıçlarını kırarak oturuyorlardı.
Basının tamamına yakını darbecileri öven yayınlar yapıyordu. Erdoğan’ın gazetecileri, onu yeren ve ‘oh be kurtulduk’ deyiveren manşetleri hazırlamakta birbiriyle yarışıyordu. Türkiye Türklerindir adındaki gazete, her zaman olduğu gibi devlete sadakatini ilan etmiş ve darbecilerin yanında hizalanmıştı. Partilerin, dernek ve sendikaların çoğu kapatılmıştı. Nefes alamıyorduk. Siyasi kadrolar göz altına alınıyordu. Adetten olduğu üzere ne kadar sosyalist ve Kürt düşünce insanı ve siyasetçi varsa, toplanmıştı!
Bunlar olurken, son iki gündür sokağa çıkıp kutlama yapanlar, evlerinde çekirdek çitleyerek olup biteni izleyecekti. Ben pek romantik biri değilim, kusura bakmazsınız herhalde! SBF’de, neredeyse tüm hocaları darbeciler tarafından ya cezaevine atılmış ya meslekten ihraç edilmiş bir Kürsü’de, berbat hatıralar dinleyerek yetiştim. Onlara eziyet edilirken, yurttaş ortalaması meyvesini yiyip balkonuna bayrak asıyor, kimi ‘duayen’ gazeteciler ise evinde faşist generaller için ‘parti’ veriyordu…
Eğer bu memleketi yönetenler, Gezi’deki yurttaş kızgınlığını anlayabilseydi, dünyanın ve Türkiye’nin nasıl dönüştüğünü kavrayabilseydi, 2000’li yıllarda 1970 model Milli Görüşçü ya da 1930 model Kemalist kafasıyla memleket yönetilemeyeceğine ikna olabilecek kadar öngörü sahibi olabilseydi, eli silahlılar TBMM bombalamayı akıllarına getirecek cesarete sahip olamazdı. Şu kadarını yapabilselerdi, iki gündür meydanlara çıkanlar yalnızca kendi taraftarları olmazdı.
Milyonlarca ‘muhalif’ yurttaş darbecilerin yanında durmadı
Kendimizi kandırmayalım, kutlama yapanlar yalnızca Erdoğan taraftarları. Oysa milyonlarca ‘muhalif’ yurttaş darbecilerin yanında durmadı. Buna mukabil sokağa çıkıp tekbir getiren kitlelerin, zavallı asker çocukları linç eden heriflerin yanında da durmadı. Kaygıyla, bundan sonra olacakları izliyorlar…
Aklı başında, demokrat, özgürlükçü her yurttaş, demokratik hukuk devletine yönelik hukuk dışı her müdahaleye karşı çıkmalı. Nitekim çıkıyor. Darbe, devlet içindeki bir gücün, diğer gücü hukuk dışı yollarla alaşağı etmesidir. Bu eylem, eli silahlı ve apoletli zorbalar tarafından da, takım elbiseliler tarafından da gerçekleştirilebilir. Darbe, hukuk dışı olduğu için, zorbalık/kaba güç içerdiği için, yurttaş iradesini hiçe saydığı için berbat bir iş, eğilim, kültür. Bu nedenle karşı çıkılmalı.
Laiklik, demokrasi, hukuk devleti bu gerekçeyle savunulmalı. Laik demokratik sistem ve duvarında ‘hakimiyet milletindir’ yazan TBMM, pamuklara sarılıp sarmalanmalı…
İki gündür yöneticilerin ifadeleri, siyasetçilerin tavrı, umuyorum yanılıyorumdur ancak felaketin niteliğinin tam olarak kavranmadığını gösteriyor.
Bir anda binlerce hakim savcı için gözaltı kararı çıktı. AYM’nin iki üyesi göz altına alındı. Kaldırmak için seksen yıl mücadele verilen ölüm cezası yeniden gündeme geliyor. Gösterilerde, tekbir getiren sarıklılar ön planda. Danıştay Başkanı, Diyanet İşleri Başkanını kutluyor!
Bazı muhalif haber siteleri engellenmeye başlandı bile. Muhalefet sus pus. Yurttaşın meydanlara, sokaklara çıkmasını her zaman savunanlardanım, ancak meydanlar yalnızca sarıklı iktidar yandaşlarına tahsis edildi artık, çok açık biçimde. Her Allah’ın günü on beş yirmi kez sela dinliyoruz. Sela ile darbe savuşturmaya çalışmak nedir?
Memleketin yarısını motive edeceğiz diye, kalan yarısına bu denli bıkkınlık vermek, tedirgin etmek nasıl bir politik zekanın ürünüdür? Sela dışında motivasyon biçimi yok mu akıl edebildikleri? Tüm bunlar, katlanılmaz duruma gelen gerilimi daha da artırıp yarılmayı derinleştirmekten başka ne işe yarar? Bu kadar mı tanımıyorlar kendilerinden olmayanı, bu kadar mı habersizler memleketin tarihinden ve halinden!
Darbe, bir memleketin başına gelecek en kötü işlerden. Tarih bilen ve aklını fikrini üç kuruşa feda etmemiş olan aklı başında insanlar, yıllardır ‘bu gidiş iyi değil’ diye çığlık atıyor. İç savaş olasılığına vurgu yapıyor. Türkiye’de işler, üç gün önce de kötü gidiyordu, yine kötü.
Çoğulcu, katılımcı, demokratik ve laik bir hukuk devleti yaratılamadıkça, kötüye gidiş devam edecek. Bizlere sövmeyi marifet sayan Allah’ın cezaları, bunun bir temenni değil, endişe, korku olduğunu kavramalı artık. Hepimiz aynı gemideyiz. Hepimiz, birlikte, birbirimize müdahale etmeden insan gibi, özgürce yaşayabiliriz.
Ben deli miyim AKP’li komşumdan nefret edeyim? O deli mi, bana kötü gözle baksın? Çok zor ama imkansız değil insanca yaşamın koşullarını yaratmak. Buna mukabil giderek imkansızlaşıyor, kör değiliz. Eğer başarılamazsa çok daha kötü geceler ve günler göreceğiz belli ki…
Linçciler, demokrasi mücadelesinde birlikte olunacak insanlar değil
Ben, ne elinde silah zorbalıkla iktidar olmak isteyenlerin ne de tekbirler ile demokrasiye sahip çıktıklarını iddia edenlerin yanındayım. Ayrıca, silahını bırakıp teslim olmuş yirmi yaşında gariban askerleri köprüde linç eden o faşist sürüsünün yanında durmamak da yurttaşlık görevimdir.
Linçciler, demokrasi mücadelesinde birlikte olunacak insanlar değil, benim düşmanlarımdır. Bombayla parçalanmış gencecik insanların cenazelerini yuhalayanlardır.
Beğenmedikleri heykele, benimsemedikleri insanlara saldıranlardır. Hukuka aykırılıklar ayyuka çıkmışken, anayasa çiğneniyorken gıklarını çıkarmayan çıkarcı arsızlardır. Ayrıca bu sürü, üç yıl öncesine dek Türkçe Olimpiyatları’nın adını duyduklarında, duygulanıp göz yaşı dökenlerdir…
Ve son olarak: Müneccim olmadığım, ayrıca henüz yargılama başlamadığı için, gözaltına alınanların tam olarak ne yaptıklarını, kimlerden olduklarını bilemem. Suçluluğu mahkeme kararıyla hükmen sabit olana dek herkes suçsuzdur. Bu kadar basit. Kişisel tahminlerim hukuku değil, beni ilgilendirir.
Ancak, iddia edildiği gibi eğer Cemaat ile bağları varsa da konuya (en azından şimdilik) girmeyeceğim. Çünkü bu satırların yazarı ve başkaca ‘hainler (!)’, darbe yargılamalarındaki anormallikleri, bürokrasi ve yargıda liyakat ilkesinin ırzına geçen kadrolaşmayı, 2010 anayasa değişikliği şaklabanlığının vahim sonuçlarını eleştirirken; ‘Yüce Allah verdikçe veriyordu,’ memleket ‘parsel parsel’ satılıyordu, ‘davaların savcılığı’ üstleniliyordu.
Hal böyleyken Cemaat analizlerini de, şimdilerde kan ter içinde o malum ‘şemsiyeyi’ yeniden açmaya çalışanların dalkavukları yapıversin!
Allah bu memlekete yardım etsin…
Doç. Dr. Murat Sevinç
Ankara Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
17 Temmuz
“GEZİ” HER BİRİMİZE DEDİ Kİ:
ALIŞTIĞINIZ NE VARSA, SONUNA GELDİNİZ
2014 yılında, ‘devrim yapıyoruz’ diye diye bitirilen Radikal 2’de yayınlanan herhalde son yazım, ‘Gezi’de ne oldu, kim ne anladı?’ başlığını taşıyordu. Konuyu biraz dallandırıp budaklandırmakta yarar var.
http://www.radikal.com.tr/radikal2/gezide-ne-oldu-kim-ne-anladi-1194938/
İyi kötü düşünebilen, görebilen, duyabilen ve iktidar odaklarından beslenmeyen herkes, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun vahametinin farkında ve olabildiğince dile getirmeye çalışıyor.
Buna mukabil yine ‘aynı herkes,’ dünyanın ve batı demokrasilerinin halinin de şu aralar pek parlak olmadığını görüyor.
ABD’de, muhtemelen seçilemeyecek de olsa Cumhuriyetçiler’in adayı, sağlıklı bir insanın oturup çay içmek istemeyeceği, fırsatçı, yalancı, ırkçı, para babası bir maganda.
Tahmin ediyorum ırkçılığı, iş adamlığından besleniyor. WASP (Amerikan beyaz ve mütedeyyin orta sınıfı) duygularını sömürmeye yönelik. Seçilirse Güney sınırına duvar örüp Müslümanları sınır dışı edeceğini vs. sanmıyorum.
Ancak Trump’ın bir yalancı oluşu, onun bu söylemine meyleden milyonlarca insanın varlığını görmeye engel değil.
Fransa’daki saldırılar Le Pen’i güçlendiriyor. Polonya ve Macaristan’ın durumu malum. Macarlar’ın Reis’i bizimkine hayran!
Burjuva hâkimiyetinin ve parlamenter demokrasinin beşiği İngiltere ise ‘yedik bir halt’ şaşkınlığı içinde. Bir yasa değişikliği için bazen komisyonlarına üç beş yıl inceleme yaptırıp yüzlerce sayfalık raporlar yazdıran İngilizler, sığ ve sağ Cameron’un milliyetçi duyguları okşamaya yönelik seçim vaadi (halkoylaması) nedeniyle zor günler yaşıyor.
Ayrıca Brexit propagandası mimarlarının ne yapacaklarını pek bilemedikleri ve bolca yalan söyledikleri de açıkça görünür oldu.
Trump için söylediğim onlar için de geçerli. İçlerinde yüzüne bakılacak tek bir adam yok. İnsan bazen, zamanında bir yerlerde kılıksız ve boş bakan bir milliyetçi siyasetçiyi klonlayıp bütün ülkelere dağıttılar mı acaba diye düşünmeden edemiyor…
Ancak İngiltere’nin bolca yalan ve yönlendirme soslu halkoylaması saçmalığı da, AB’nin bir proje olarak tecrübe ettiği sıkıntıları görmeye engel olmamalı.
Şuraya varmak istiyorum: Orta yerde, herkesi ilgilendiren bir büyük dert var!
Batı demokrasileri olarak adlandırıp idealize ettiğimiz siyasal yapılar, ‘klasik liberal demokrasilerin’ güncel versiyonları. 12. yüzyıl İngiltere’sinden başlayarak palazlanan, birkaç asır içinde feodalizme, monarşiye ve kiliseye karşı savaşını kazanıp hâkimiyetini ilan eden burjuva sınıfının icadı olan bir sistemden söz ediyoruz.
Haliyle, klasik demokrasi ile kapitalizm arasında kopmaz bağ var. Bu nedenledir ki demokrasinin mucidi burjuvazi, tepe taklak olduğu 20. yüzyıl başlarında bu kez demokrasiyle taban tabana zıt ‘faşizmi’ yarattı. II. Dünya Savaşı ardından yine olağan yönetimine, demokrasiye döndü.
Şimdilerde kapitalizm yine grip oldu ve işin doğrusu mikrobu bünyesinde barındıran burjuvazinin, toplumlara vaat edecek ‘çekici’ bir şeyi kalmadı.
1930’larda vardı, 1960’ların sonunda da vardı. Artık yok.
Neo liberalizm ucubesinin sonuna gelindi.
Gelindiği içindir ki, tüm batı demokrasilerinde büyük toplumsal hareketler, patlamalar görülüyor. Kalmadığı içindir ki devletler giderek daha fazla şiddete ve baskıya başvurmaya başladı. Baskının gerekçesi örneğin Fransa’da bir gün varoşların ayaklanması iken, beriki gün bir IŞİD katliamı oluyor.
Her bir gerekçe, devleti ‘güvenlik devletine’ bir adım daha yaklaştırıyor ve milliyetçilik ateşini harlıyor, önemli olan da bu.
Dünyadaki servetin yarısından fazlası, parmak hesabıyla sayabileceğimiz büyük şirket ve sermayedarların elinde. Dehşetli sömürü ve gelir uçurumu çaresizlik hissini derinleştirdikçe derinleştiriyor. Tüm toplumlar travma yaşıyor.
Takdir edersiniz ki bir İngiliz’in, Londra’nın bir sokağından çıkıp IŞİD saflarında savaşarak kafa kesmek için Suriye’ye gidişini yalnızca IŞİD propagandasının başarısı ile açıklamak mümkün değil.
Kuşkusuz herkesin bunalımı da kendi meşrebince; bizim payımıza kapkaççı kapitalizmin siyasal İslam versiyonu düştü!
Sanayi Devrimi’ne benzer etkileri olan ve toplumları, ülkeleri, sosyal ilişkileri hallaç pamuğu gibi atan teknoloji/iletişim devrimi her şeyi dönüştürüyor. Üretimin verimliliği çılgınca arttı. Artık çok daha az insanın emeğiyle, daha fazla değer üretmek mümkün. Ancak değerin dağıtımında devasa adaletsizlikler var.
Sorun burada.
Birkaç milyar insan günde üç beş kuruşla hayatta kalmaya çalışırken, örneğin İsviçre ‘herkese yurttaşlık maaşı’ konulu halkoylaması düzenleyebiliyor. Böyle bir düzenin sürmesi, kazasız belasız atlatılması hiç kuşkusuz mümkün değil. Olmadığı için, kafası biraz çalışan sermayedar kesim kaygısını belli ediyor.
Koç Holding’in genç üyesinin son aylarda söylediklerini hatırlayın. ‘Eğer bir kısmını paylaşmazsak hepsini kaybedeceğiz’ deyişini. Akıllı kapitalist çünkü. Anadolu taygırları henüz yüz yıllık açlığın etkisiyle salya akıtarak küp doldurma telaşında olduğundan, durumun farkında değil. ,
Yalnızca bir hatırlatma: Türkiye’de son altı ayda (resmi rakam) 900’ün üzerinde işçi öldü. Kayıtların iş kazası, benim katliam olarak adlandırdığım şekilde…
Hızlı değişim sancısında kurulu düzenin her cıvatası yerinden oynadı, oynuyor. Bazısı çıktı bile. Klasik demokrasilerin işleyiş kuralları da etkilenecek haliyle. Tüm temsil ilişkileri değişecek, kısa süre içinde.
Bakınız: Bundan kırk elli yıl önce Manchester’daki fabrika işçilerinin ya da Liverpool’daki bir kumaşçının Avam Kamarası’ndaki temsilciye ihtiyaçları vardı. Dertlerini, şikâyetlerini ve taleplerini dile getirmek için. Londra ahalisinin dünya ile bağı, radyo ve gazeteydi. Peki, şimdi öyle mi?
Bırakalım İngiltere’yi; Malatya’daki kayısı üreticisisin dünyanın herhangi bir yerine ürününü göndermesi için kime ve neye gereksinimi var artık? Malatya mebusuna mı? Kars’ta deresine HES yapılmasını istemeyen bir yurttaş, Türkiye’yi beş dakikada, eğer iki satır İngilizce yazarsa dünyadaki çevrecileri on dakikada haberdar edebiliyor olup bitenden ve protesto örgütleyebiliyor.
Bu yazıyı okuyanlardan kaçı, kendi ilinden seçilen milletvekillerini tanıyor? İki üç kişinin adını sayabilir mi? Sayamaz çünkü onların önemi yok artık.
Eh peki böyle bir devirde seksen yıl önceki ‘temsil’ ilişkilerinin sürmesi mümkün mü? Değil tabii ki. Ve hızla değişiyor/değişecektir, kuşkunuz olmasın.
Bakın yasama organları ve siyasetçiler dünyanın her yerinde hızla prestij kaybediyor. İtalya’da bir komedyen sosyal medyadan örgütlenip sistemin/parlamentonun canına okumuştu hatırlarsınız. Batı ülkelerinde ‘yavaş şehirler’ pıtrak gibi çoğalıyor.
Çıldırmak üzere olan toplumlar, kendilerine yeni yollar, yeni yaşam formları arıyor. Mutlaka bulacaktır.
Her şey böyle hızla değişirken, başta temsil ilişkileri olmak üzere tüm eski kurumlar da yerle bir olacak, yeni formlarına kavuşacak. Sıkıcı emekli kulüplerine dönüşmüş siyasal partiler, sendikalar, dernekler vs… Böylesine çılgın bir dönüşümün içinde, yüz küsur yıllık ilişki biçimlerini olduğu gibi sürdürmek olanaksız.
İşte ‘Gezi,’ dünya çapındaki değişimin ve çığlığın Türkiye’deki adıydı. Bu nedenle herkesi şaşırttı, bu nedenle kurulu düzenin temsilcilerini çileden çıkardı ve bu nedenle ‘bittiği’ düşünülüyor.
Ne bitmesi, ‘Gezi’ bir aşama. Büyük ve ciddi bir aşama. Son üç yılda yaşadığımız hemen her şey o aşamanın izdüşümleri. Ezcümle, ne başlayan ne de biten bir olgu…
Yeni, yepyeni bir şey, eski olanla anlaşılamaz ve yönetilemez. Büyük liderlikler vs. bunlar boş işler artık.
Bir yanda faşizmin gölgesi, diğer yanda her tür otoriteye isyan eden, çileden çıkmış bir zihin. Faşizmin araçlarıyla belki bir süre oyalanılır, eziyet edilir. Hepsi bu…
Doç. Dr. Murat Sevinç
Ankara Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
4 Temmuz
GEZİ, “GELECEKTEN” HABER VERDİ
Bir önceki yazıda, Gezi eylemlerinin niteliği konusunda bir başlangıç yapmaya çalıştım Daha çok olup biteni anlamaya ve demokrasi cephesi tartışmasına kenarından katılmaya dönük bu yazıların bir görüş alışverişi olarak kabul edilmesini dilerim. Devam…
Evet, Gezi, ‘başlamadı’ ve dolayısıyla ‘bitmedi.’ Bir sürecin, yalnızca bir, ancak gösterişli bir aşamasıydı. Çağımızın, bizlerin yaşam süresi içindeki alışkanlıklarımızın, düşünce kalıplarımızın kaçınılmaz biçimde ne ölçüde değişeceğinin görünür hale gelmesiydi. Türkiye özelini bir yana bırakırsak, benzer tespitler büyük bunalımlar ve kitle ayaklanmaları yaşayan her demokratik toplum ve devlet için yapılabilir. Gezi’nin gelecekten verdiği ilk haberlerden biri ‘siyasal temsil’ ilişkisinin artık eskisi gibi olamayacağı idiyse bir diğeri, katı ‘merkezi’ idari yöntemlerle ve azgın kapitalist politikalarla fazla yol alınamayacağıydı.
Kuşkusuz üç, beş, on yıl gibi zaman aralıkları bizlerin yaşamında hayli uzun süreler. Ancak tarih için pek değil. Konuşurken, Fransa’da 1789 burjuva devrimi yaşanmasaydı 1848 işçi devrimleri olmazdı diyoruz demesine de, arada bir insan ömrü var! İngiltere’de oy hakkının genişlemesi neredeyse bir yüzyılı buldu. Ya da örneğin Kurtuluş Savaşı yalnızca üç yıl, devrimler süreci altı yedi yıl sürdü; buna mukabil olup bitenin ve devrimleri gerçekleştirenler, II. Mahmut döneminde başlayan büyük dönüşümün meyvesiydi.
Dönüşüm dönemlerinde, çalkantının konusu olan her bir unsur aynı biçimde ve aynı hızda değişmez. Neo-liberalizm belası can çekişirken, sınıflar ve sınıfları kesen kimlikler, cinsiyetler arası ilişkiler vs. yeniden şekilleniyor. Ancak bir önceki yazıda da vurgulamaya çalıştığım gibi, her memleket meşrebince yaşıyor. Örneğin Türkiye’deki işçi ve kadın katliamını düşünelim. Hukuksuz, azgın ve arsız kâr elde etme isteği her yıl binlerce işçinin ölümüne neden oluyor. Böylesine pervasız bir sermaye biriktirme karşısında toplumun diğer bileşenlerinin sağlıklı kalabilmesi mümkün mü?
Öte yandan, toplumsal/kültürel ilişkilerdeki dönüşüme paralel olarak iş güç sahibi, ayakları üzerinde duran, ‘itiraz eden kadın’ ile ‘eski olanın’ temsilcisi erkek (tek kelimeyle müesses nizamın sembolü) arasında çatışma yaşanmaması ihtimal dahilinde mi? Katledilen kadınların tamamı, boşanmak isteyen ya da birlikte olmayı reddeden insanlar. 2040 yılında bugünler, kadın özgürleşmesinin tarihi içinde anlatılacak.
Uzatmayayım, her dönüşüm şu ya da bu ölçüde dirençle karşılaşır. Direncin rengini, kokusunu, şeklini belirleyen ise toplumların özgün nitelikleri. O toplumlar da uzayda olmadığı için, karman çorman siyasal/sosyal ilişkiler ağı içinde serpilir.
Gezi, Türkiye’de eski olan her ne varsa sarstı. Siz bakmayın iktidarın rutin saçmalıklarına, muhalefet de ne tepki vereceğini şaşırdı. Çünkü binlerce insan Boğaz Köprüsünü yürüyerek geçti. Çünkü milyonlarca yurttaş sokağa döküldü. Çünkü Gezi Parkı’nda bir komün deneyimi yaşandı. Çünkü mizah büyük bir silah haline geldi. Herkesin bildiği şeyler…
Çarpıcıydı çünkü yeni ve dönüştürücüydü. Toplumdaki ‘birikimin’ niteliğini çıkardı ortaya. Peki, nasıl karşılandı, neler söylendi ilk aşamada? Yeni bir savaş karşısında elinde eski stratejilerinden başka bir şeyi olmayanlar ne söyleyebilirse, o kadar. Kimi Türkler’in “Kürtler Gezi’de yoktu” deyişleri ile kimi Kürtler’in “Bize ne orada olup bitenden” deyişleri eşit derece sığ olduğu için bunu bir kenara bırakıyorum. Yalnızca bir iki örnek. Örneğin birileri çıkıp ‘gezi partisi’ kurulsun deyiverdi. İşte ‘anlamamanın’ en çarpıcı örneği. Yepyeni bir harekete, iki yüz yıllık kurumsal öneri! Tabii Türkiye öyle bir ülke ki, anarşizm akımını benimsemiş olanlara önce parti kurdurup üç yıl sonra CHP ya da HDP ile birleştirirler.
Birileri de çıktı ve darbe girişiminden söz etti. Bana kalırsa darbe iddiası zırvasını, yalnızca iktidarın ‘bilinçli yönlendirmesi’ ile açıklamak yetersiz kalır. Anlamıyor olmaktan, şaşkınlık ve telaştan kaynaklanan tepkilerdi büyük ölçüde. Öyle bir tarihimiz var ki, kitlelerin sokağa çıkması ile askeri müdahaleye zemin hazırlandığı ihtimali, hemen birleştiriliyor. Tabii bu birleştirme, masum bir çabanın ürünü filan değil.
Gezi’de yeni bir yaşam formu denendi. Dindar olan ve olmayan birlikteydi. Biri namaz kıldırırken diğeri megafonu tuttu. İsteyen içti, isteyen ibadet etti. Şarkı türkü söylendi. Kitap okundu. İstanbul’un göbeğindeki küçücük bir yeşil alanda. Öyle bir manzara ki, hem etnik kimliklerin, farklı inançların bir arada olmasını hazmedemeyenleri hem de dinci yobazları çileden çıkardı.
Gezi Parkı’nda yaşanan deneyim ve özellikle park forumları, heyecan verici olmasının ötesinde, sonu gelen kurumları afişe etmesi açısından çok ama çok değerliydi. Katı üniter sistemlerin miadının dolduğunu gösterdi. Tek merkezden alınan kararların artık meşru kabul edilmeyeceğini gösterdi. Yurttaşlık için ‘katılımın’ ön şart olduğunu, olacağını gösterdi. Böyle bir çağda parlamentoların, karar vermek için bir araya gelmek zorunda olan ‘temsilcilerin’ ne denli gereksiz hale geldiğini gösterdi. Hiyerarşisiz örgütlenmenin yeni bir gelecek vaat ettiğini gösterdi. Barışçıl karşı çıkışların ve sivil itaatsizlik eylemlerinin olağanüstü gücünü gösterdi. Günümüz dünyasında örneğin bir ‘duran adam’ın, binlerce şiddet yanlısı eylemciden daha çok ses getirdiğini gösterdi.
Eh, Milli Görüş geleneği içinde yetişmiş ve bildikleri 1970’lerin insan tavlama taktiklerinden ibaret olanlar ne tepki verirse, memleketin tepesindekiler de o tepkiyi verdi ve veriyor. Hatırlayın, hocaları Erbakan da yıllar önce Susurluk’a tepki gösteren yurttaşa “Gulu gulu dansı yapıyorlar” demişti. Tekrar edelim: Son derece doğal bu. Çünkü başka yol bilmiyorlar ve yeni olanı doğru bir biçimde algılayacak deneyim, öngörü ve bilgiden yoksunlar. Yoksun oldukları içindir ki, 2016 dünyasında, potansiyelini göstermiş bir toplumun her ferdini ‘dinci (pazarlamacı!) sadık seçmen’ haline getirmeye çalışıyorlar. Ya da gerçekleri ‘interneti yavaşlatarak’ gizleyebileceklerini düşünüyorlar. Çaresizlik böyle bir şey. Ve ne yazık ki şiddet tekelini elinde bulunduranların çaresizliği, çok can yakıcı…
Doç. Dr. Murat Sevinç
Ankara Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
11 Temmuz
Necip kardeşim, niye Gün Zileli’yi sol kamuoyunda zor durumda bırakacak türde sorular soruyorsun? Adam, Lenin’e açıktan diktatör diyemiyor işte. Deden yaşında adam. Ayıptır. Sıkıştırma bu kadar.
O da en az senin kadar biliyor Lenin’in nasıl uyanık bir diktatör bozuntusu olduğunu. Ama bunu açıktan dillendirdiği an, Türkiye solunun bütün şimşeklerini üzerine çeker. O bakımdan Gün Zileli’nin en azından Lenin’in bir yönüne sempati duyduğunu göstermesi, dahası kanıtlaması lazım.
Bak şimdi BHH gibi oluşumlar kamuoyuna hitap ederken Gün Zileli’yi de kurucular arasına yazıyorlar, etkinliklerine davet ediyorlar, konuşturuyorlar, yazdırıyorlar. Lenin’e de Stalin’e ettiği lafları etse hiç barınabilir mi oralarda?
Stalin’i hakkıyla eleştirsen ucu Troçki’ye ve Lenin’e dokunur. Onları eşelediğinde ucu Marx’a dokunur ki zinhar günahtır.
Dersim’i kurcalarsan Atatürk’ü sorunsallaştırırsın ki şu sıkışık zamanda kemalist solcuları karşına almana ne lüzum var? Daha bunun HDP’si falan var. Gerçek bir anarşist olursan, Türkiye solunda bir dakika bile barınamazsın.
Gün Zileli geçenlerde Steinbeck’in bir romanını çevirmiş ve kitaptan hareketle Stalin’i eleştiren bir de önsöz yazmıştı. Neticede Sel yayınları bu önsözü yayımlamadı.
Şimdi Türkiye solu değerleri konusunda bu kadar hassasken Gün Zileli’nin bir de Lenin’i keskin bir dille mahkum ettiğini düşün. Bu işin sonu nereye varır sence?
Siradan bir gorus beyani olan bir yazinin altina, kisi, neden akademik ‘titr’ini ve makamini yazar?
Ben bunlari gordugum zaman, “Pasa! Pasa! Once uniformani cikart da ondan sonra siyaset yap”tan mulhem “Docent! Docent! Once titrini cikart da ondan sonra siyaset yap” demek gerektigini dusunurum.
Alinti yapmadan cevap vereyim (bu, benim hayli seyrek yaptigim bir seydir).
Sunu acikca teslim etmek zorundayim: Aldigim cevaplarin durust/gercekci oldugunu dusunuyorum. Bu bakimdan, tesekkur ederim. Ayrica, ‘mahalle’nin ne tur baskilar sergileyebildigini iyi-kotu bildigim icin, sergilenen cesareti de takdir ediyorum.
Yine de, konunun bu vechesi uzerinde fazla durmak bence cok da dogru degil.
Gün tek usta olduğun şey bir şeyin içine etmek. Bir zamanlar herkes acaip anti darbeci idi, zamanında orducu olan bir çok sol liberal, sol da gerçekten ordu darbesine karşı çıkan bir avuç sosyalisti sırf AKP yi desteklemedikleri için sabah akşam saldırıyorlardı, cuntacılık ile suçluyorlardı, hesapta onlara göre sivil her şey iyi, ordunun yaptığı herşey kötü idi ve biz faşist de olsa sivil yönetimleri desteklemeli idik.
BU tabii sakat bir anlayışın ürünü idi, bazan ordu toplumda oldukça ilerici rol oynayabilir. Verdiğim örnekler de mesela 27 Mayıs darbesi ya da Portekiz de karanfil devrimi filandi hatta buna Şubat ve Ekim devrimi bile eklenebilir, sonuçta bu devrimlerin ana gözdesini askerler oluşturuyordu.
Ama sen de şimdi sırf diktatörlüklere karşı diye nazi darbecileri destekleyen, Tukaçevski gibi faşistleri destekleyen şeyler yazıyorsun. Üstelik saçmalıyorsun, bir yandan Tukacevski nin aslında darbeci olmadığını, ama diğer yandan Stalin’ı tutuklayıp idam etmeyi planladıklarını söylüyorsun. Bir de darbe planlasa ne yapacaklardı?
Ve tüm bu saçmalıkları fettullahçı faşist bir darbeyi meşrulaştırmak için yapıyorsun. Sebeb, çünki Erdoğan diktatörlüğüne karşı! Erdoğan bir diktatör ama darbecilerin ondan daha demokrat olduğunu nerenden uyduruyorsun? O da faşist bu da faşist! Neden iki faşist arasında seçim yapma ihtiyacı duyuyorsun? Medem demokratlaştırıcı bir darbeye örnek vereceksin Türkiye tarihinde bundan bolca var, en önemlisi de 27 Mayıs ya da daha eskisi 1908 Jön türk devrimi. Bu topraklar gördüğü görebildiği en demokratik iki anayasaya 1908 ve 27 Mayıs ihtilalleri ile kavuşmuştu.
Ama sorun şu; Türk ordusunda artık ilerici bir özellik kalmışmıdır? Bir gram bile yoktur, o yüzden darbecilik 1960 ta da sağlam pabuc değildi, şimdi ise ordu tamami ile gericidir, bu ordudan artık demokrat hiç bir şey gelmez. O yüzden cuntacılık boş iştir. Cuntacılık 1960 larda bile boş işti, Mahir ve diğer devrimciler sizi o zaman da uyardılar, dinlemediniz cuntacılık şimdi daha da boş iş. Yıl olmuş 2016 sen hala cuntacılığı meşrulaştırma peşindesin!
Tukaçevski ve yoldaşlarının içeri alındığı sırada E. Ginzburg Butirgi hapishanesindedir. Stalinist bir mahkûm kadına dışarda neler olduğunu sorar. Kadın, bütün Kızıl Ordu üst kademesinin, bütün parti üst kademelerinin ihanet içinde olduğunu söyler. Bunun üzerine Ginzburg şöyle der: “herkesin bir kişiye ihanet etmesini düşünmektense, bir kişinin herkese ihanet ettiğini düşünmek daha mantıki değil mi?”
Kızıl Ordu’nun en değerli komutanlarını faşist diye nitelemek ancak Ahmet gibi anakronik Stalinistlere yakışır.
RTE’nin adamları seni keşfetselerdi kesin danışmanlık teklif ederlerdi. Onlara çok uygun bir kafa yapın var.
Ahmet, bu darbeye karşı olmana birşey demiyorum ama “Fetullahçı” diyorsun ya. İktidarın ve medyanın şu iğrenç FETÖ yalanlarına (onları günah keçisi yapıp kendilerini aklamalarına) bilmeden ortak oluyorsun. Darbe sadece onların işi değil, bunda yer alan diğer kesimler yok sayılıp FETÖ diye birşey uyduruluyor. Tıpkı ETÖ gibi (bundan Ergenekon sanığı ulusalcıları savunduğum anlaşılmasın).
İkinci darbe bekleyenler, hatta bu ikinci darbenin kemalist karakterde olacağını öngörenler kafayı yemişler.
Bakın Erol Mütercimler yirmi sene deniz kuvvetlerinde çalışmış. Birliklerde cumhuriyet gazetesi okuyan subay ya bir tane vardı ya hiç çıkmazdı diyor. Rütbeli askerlerin çoğu ülkücü, muhafazakar, mütedeyyin insanlarmış.
Erol Mütercimler’e bu konuda güvenmek lazım. Adam kaç sene içlerinde bulunmuş.
Velhasıl bu sağcı, aşırı sağcı subay kadrosundan 27 mayıs tarzı sola meyilli, kemalist darbe beklentisi içinde olanlar tam şapşik tam.
27 nolu anonim sanirim haklisin ben de bu darbenin sadece Feto culerin olmadigina inaniyorum ama bazan bazi seyler o kadar cok kullaniliyor ki biz de dusunmeden kullaniyoruz. Darbede Fetocu subaylar var ama bana bu darbe AKP ici bir darbe gibi geliyor, darbe de one cikan subaylar AKP nin doneminde ( ozellikle AKP Feto catismasinin yogunlastigi son 3 sene icerisinde) atanmis subaylar.
Gun,
Hitlere darbe organize eden subaylar fasisttir, amaclari demokrasi filan degildir, yenilmek uzeredir ulke, kiclarini kurtarmaya calismaktadirlar. Tukacevski solcu degildir, sosyalist degildir, anarsist degildir, eski carlik ordusunda gorevli profesyonel bir subaydir. Peki politik gorusleri nedir, bunu da onun bir arkadasina birakalim:
1928 yilinda Tukhacevski nin fransiz arkadaslarindan birisi Tukhacevski nin biyografisini yayimlar. Dikkatinizi cekerim yil 1928, Tukhacevski Kizil ordunun en onemli subaylarindandir ve dunyada iyi taninmaktadir. Zaten biyografi bu yuzden yazilir. Yazarin Tukhacevski ile beraber ayni esir kampinda kalmis Remy Roure adli fransiz bir gazetecidir, zaten kamp arkadasligi omur boyu arkadasliga donusmustur. Roure kitapciginda Tukhacevski nin daha 1917 yilinda irkci oldugunu yahudilerden nefret etmekte oldugunu yazar. Roure generale sen irkcisin birader dediginde Tukhacevsky evet der yahudilerden nefret ediyorum ve neden nefret ettigini aciklamaya baslar. sosyalizmi ve hristiyanligin yahudilerin isi oldugunu soyler bu yuzden hem yahudilerden hem de sosyalistlerden hristiyanlardan nefret etmektedir.
Tukhacevski ve yazar iki iyi arkadastir, kitapcik basildiktan sonrada arkadasliklarini surdururler ve degisik kereler bulusurlar ama Tukhacevski bir kere bile olsun bu yazilanlara itiraz etmez.
Soylediklerin arasinda en dogru olan Kizil Ordunun onemli bir komutani oldugudur ama irkci bir adam, profesyonel yetenegi nedeni ile baska bir cok subay gibi gorevde tutulmus ama o seninde soyledigin gibi darbe yapip Stalin i duzmece bir iddia ile idam etmek istemis. Simdi bu adamin demokrasi neresinde? Ama ille de demokrasi getiren bir darbe istiyorsan mesela biz de 1908 Ittihatci darbesi var, onu anlat mesela gercekten de Turkiye hayatinda en ozgur gunleri 1908 sonrasi bir yilda gormustur. Ne isin var senin bu yastan sonra fasistlerle
benim merak ettim insanlar ve toplumlar neden despot liderlere hayran ve ilahi gibi tapip kendi fikrini yok sayar???
sorununu baskasi mi cözsün veya toplumun genel kültür yapisi mi ???
ilk aklima gelen cevap insanlarin kendine göre birey olamamak hayatin zorlugunu kendisi cözeme duygusu,galiba türkiyeye bakinca bir dini refleksde olabilir.
sorgulamayan bir insan nasil dogruya ilgi ve cevap beklesin???
birde tabii siniflarin daha dogrusu bir isci sinifin olmamazidir,buna cevap verecek sayin zilelidir ama benim hayat tecrübem islam dininde insanlar birey ve hür düsünemiyor ve o yüzden bugünün türkiyesi cikiyor.kemalist devrimde bir dönem aydinlanma yasanmistir ama buda bir dönem sonra kendisini bir büyük milliyetci anlayasa birakildi.tarih depot ille dolu stalin,hitler 20yüzyillin büyük insan kiyimlari gerceklesdiren kisiler.marjinal ve militarist kalan toplumlar hep dis dinamiklere baglidir ve benim görüsüm de bunadir türkiyeye demokrasi kültürü ancak bir dis dinamikle olabilir.türkiye olarak bu tren 43sene önce kacirilmistir herkes anlar kimlerden bahsedimi.
Tukaçevski’yi bilmiyorum ama Stalin’in esaslı bir Yahudi düşmanı olduğu ortadadır. II. Dünya savaşından sonra SB’deki önde gelen Yahudileri bilinen yöntemlerle ( faili meçhul, trafik kazası, sahte suçlamalarla idam vb) ortadan kaldırmıştır.
Erol Mütercimler de tam yandaş tam. Kanala’ya bile çıktı. bkz:
http://www.gunzileli.com/2016/07/28/etik/
üç yazıda da darbe girişimcilerine ait bir “kişisel” övgü görmüyorum. Sol bakış açısı içinde yazılmış… Hepsi bu…
*
Bu Ahmet’i izliyorum. Gülünç, beyni dedikodular üzerinden besleniyor. Hep böyle. Ne aptal iddialar; bilimsel-objektif bir zihin olgular üzerinden konuşur; doğruluğu her zaman şüpheli olabilecek dedikodular üzerinden değil..
“…Tukhacevski ile beraber ayni esir kampinda kalmis Remy Roure adli fransiz bir gazetecidir, zaten kamp arkadasligi omur boyu arkadasliga donusmustur. Roure kitapciginda Tukhacevski nin daha 1917 yilinda irkci oldugunu yahudilerden nefret etmekte oldugunu yazar. Roure generale sen irkcisin birader dediginde Tukhacevsky evet der yahudilerden nefret ediyorum ve neden nefret ettigini aciklamaya baslar. sosyalizmi ve hristiyanligin yahudilerin isi oldugunu soyler bu yuzden hem yahudilerden hem de sosyalistlerden hristiyanlardan nefret etmektedir.
Tukhacevski ve yazar iki iyi arkadastir, kitapcik basildiktan sonrada arkadasliklarini surdururler ve degisik kereler bulusurlar ama Tukhacevski bir kere bile olsun bu yazilanlara itiraz etmez.”
Biz (Ahmet’in bu hikayesi ile) böylece bu trajik ve tarihî önemi büyük olayda, Tukhaçevski’nin haksız ve işkence sonrası öldürülmesinin haklı olduğunu öğreniyoruz. Gülünç olanı GZ’nin dediği gibi Stalin de ırkçıydı…
Ahmet benim için aşağı mahallenin sıradan, eğitimsiz, yöntemsiz dedikoducu kadınları mantığına sahip, “hıh” deyip geçilecek birisi… Ve çok önemli; o tüm Stalinistseverlerin ortak aklının; ortak zihinsel işleyiş sisteminin prototipi.. korunması gerekli.. Ondan bunu olsun öğreniyoruz…
Padişahları deviren yeniçeri isyanları da bu diktatörlük karşıtı ilerici darbeler kapsamında değerlendirilebilir mi peki sn. Zileli? Yoksa yeniçeriler de bazen o padişahlar kadar kan döktükleri için, veya devirdiklerinin yerine eskisinden farksız başka bir padişah getirdikleri için sayılmaz mı? (Roma’da ve Bizans’ta da bu tür olaylar olmuş ama onlarda da pek birşey değiştirmemiş anlaşılan). Bir de acaba bu örnekler de başarılı olsaydı aynı durum olmaz mıydı? Yani Hitler ve Stalin kadar totaliter olmasa da başka bir diktatör gelme ihtimali büyüktü bence.
Tabii ki öyle olurdu. Ama bu, kendimizi mağlupların yanında hisetmemize engel değil.
“Ama bu, kendimizi mağlupların yanında hisetmemize engel değil.”
GirGir dergisinde soyle bir karikatur vardi:
1nc kare: Giyom Tel (William Tell), icinde asilzadeler olan bir fayton dolusu insani soyar. Mucevherlerini filan alir.
2nc kare: Ilerde bir yerde yolun kenarinda gordugu bir culsuzun kucagina atar bir torba dolusu mucevheri ve –misyonunu yerine getirmis bir kahraman edasiyla– yoluna devam eder.
3nc kare: Culsuz, bunca mucevheri elinde gorunce, “Zengin oldum!”, “Zengin oldum!” diyerek sevinc nagralari atarken, Giyom Tel bunu duyar ve hisimla geri donup, culsuzun elindeki mucevheri filan kapar gider.
Cunku, Giyom Tel, zenginden alip fakire vermesiyle bilinir. Fakiri zengin kildigi anda da –haliyle– onu soyacaktir.
Bu, ‘prensipsiz merhamet’e iyi bir ornek olarak aklimda kalmis.
Bu karikatür benim tutumumu iyi tanımlıyor. Birgün mazlum durumuna düşersen beni yanında bil.
1) “Ama bu, kendimizi mağlupların yanında hisetmemize engel değil.”
2) “Birgün mazlum durumuna düşersen beni yanında bil.”
Sizce ‘mağlup’ ve ‘mazlum’ kelimeleri esanlamli midir?
Ya da, soyle sorayim: Her ‘mağlup’ ayni zamanda, otomatik olarak, ‘mazlum’ mudur?
Genellemeler pek iyi sonuç vermez ama çok kabaca öyle olduğu söylenebilir.
Dördüncü demagoji, “Erdoğan giderse yerine daha beteri gelir” sözleriyle ifade edilen “gelen gideni aratır” halk sözüne dayandırılmaktadır. Böylece “allah daha beterinden korusun” zihniyeti içinde Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak iktidarı”nın kabul edilmesi sağlanmak istenmektedir.
Bu demagoji, “Abdi ağa”yı vuran ve yerine daha “beter”, daha büyük zulüm yapan “Kel Hamza”nın gelmesi karşısında köylülerinin gösterdiği tepkiyle ne yapacağını bilemez hale gelen İnce Memed’i akla getirmektedir.[4*]
Gerçekte ise, böylesine bir “motto” ya da “ikilem” yoktur. Diyalektiğin ünlü sözüyle, “aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” ve tarih, basit yinelenmelerden ibaret değildir.
[4*] “Memedin aklında hep Abdi gitti Hamza geldi vardır. Ali Safayı öldürse Kenan gelecekti. Ne yapacağını düşünür durur.”
İşte bu düşünce içinde sıkışıp kalan İnce Memed ne yapacağını bilemez halde dolaşıp durur. Ve İnce Memed bu sıkışmışlıktan İdris Bey’le konuştuğunda kurtulur:
“Abdi gitti Hamza geldi.”
İdris Bey:
“Hamzayı da öldür,” dedi.
Memed, İdris Beyin saflığına gülümsedi.
“Gene Hamza gelecek. İlde Hamza çok. Hamzanın kökünü kurutmak yok mu?”
İdris Bey:
“Onu bilmem,” dedi. “Ben önce Hamzayı ortadan kaldırırım, gelecek Hamzayı da geldiği zaman düşünürüm.”
“DARBE” RİVAYETLERİ VE DEMAGOJİLER [Kitlenin Güdülenmesi ve Yönlendirilmesi]
KURTULUŞ CEPHESİ – Temmuz-Ağustos 2016
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc151_3.html