Tarihte ve Günümüzde İmalat Davalar…
Siyasi davaların hepsi, halihazır iktidarların bekçi köpeği polis örgütlerinin imalatıdır. Yani ortada bir “suç” varsa, o da o anki iktidarın çizgisinden çıkmak, ona muhalefet etmek ya da bir nedenle iktidarın o “suçluları” bertaraf etme isteğinin hedefi olmaktır.
Mesela tek parti dönemindeki “İzmir davası” esasen Atatürk’ün ve CHF’nin muhaliflerinin sindirilmesini amaçlamaktaydı. Bununla birlikte, Kemalist dönemin siyasi davaları, Stalin dönemindeki davalarla hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Sadece ölümler ve idamlar açısından değil, iktidarın ya da şefin komplosunun çapı açısından da kıyaslanamaz. Hatta Hitler rejimindeki imalat siyasi davalar bile Stalin dönemindekilerle boy ölçüşemez. Stalin dönemi, tarihteki imalat siyasi davalardaki rakipsizliğini halen sürdürmektedir. Bundan sonra da onun rekorunun kırılabilmesi zayıf ihtimaldir. Zaten Hitler döneminde çok fazla siyasi dava da yoktur. Hitler, parti içi muhaliflerini “bir gece ansızın” düzenlediği “Uzun Bıçaklar Gecesi” operasyonu ile ortadan kaldırmış, sonra da komünistleri, sosyal demokratları, anarşistleri ve tüm muhalifleri, “ihtiyati tutuklama” adı verilen uyduruk bir Nazi rejimi yasasına göre (Bkz. Margarete Buber-Neumann, İki Diktatörlük Altında, çev: G. Zileli, 2012, İmge) belirsiz bir süre için toplama kamplarına atmıştır. Hitler sadece “ibretlik” siyasi davalar düzenlemiştir. Örneğin çatışmalarda Nazileri öldürmüş militan işçilerin acilen yargılanıp ölüme mahkûm edilmesi gibi davalar. Bu davalarda ölüme mahkûm edilenlerin başı,” ibret-i alem” için baltayla kesilmiş ve bu olay toplumsal bir gösteriye ve histeriye dönüştürülmüştür (Jan Valtin, Karanlığın Ötesinde, çev: G. Zileli, 2009, Kibele).
Stalin, siyasi davalar imal ederken ve bu yolla insanları kitleler halinde ölüme gönderirken (ya doğrudan idamlar yoluyla ya da çalışma kamplarının ağır koşulları nedeniyle) daha sofistike bir yol izlemiştir. Dünyanın bugüne kadar gördüğü ve tanıdığı en totaliter rejim olan Stalin rejiminde (bu konuda Nazi rejimi bile onunla boy ölçüşemezdi) davalar imal edilirken iki amaç güdülüyordu: Birincisi, toplumdaki hiçbir bireyin rejim karşısında kendini güvende hissetmemesini sağlamak, böylece bütün bir toplumu tamamen sindirmek ve iktidarın yönergelerine kayıtsız şartsız boyun eğmelerini sağlamak; ikincisi, ülke içinde ve dışında, “sosyalist iktidarın” ne büyük bir komployla ve “terörist” saldırıyla karşı karşıya olduğu propagandasını yaparak bundan sonra yapılacak her türlü baskının önünü iyice açmak (tabii burada, zorla kolektifleştirme sırasında köylülerin kitleler halinde tutuklanmasıyla ve her bölgeye tutuklama kotaları tayin edilerek muazzam bir köle-işçi rezervi yaratılmasıyla sanayileşme için bedava emek sağlama amacından söz etmiyorum bile).
Stalinist rejim, siyasi davaları nasıl imal ediyordu? Bunu, bu sitede okuyabileceğiniz, “Savcılar, Troçkist-Buharinist Terörist Ergenekon örgütü Hakkında Kesin Delillere Sahip!!!” başlıklı (8 Mart 2011) makalemde ayrıntılı bir şekilde incelemiştim. Aşamalar şöyledir:
1.Parti (hükümet), birilerini mahkûm edip ortadan kaldırmaya karar verir. Daha önceden ideolojik günah keçisi zaten oluşturulmuştur: “Troçkistler”, daha sonra “Troçkist-Buharinistler”, daha sonra “Troçkist-Buharinist-Terörist çete”. Genel kategori ise, “halk düşmanları”dır. Davalara, birkaç gerçek Troçkist de konur ki, yargılananlara yöneltilen “Troçkist” suçlaması inandırıcı olabilsin;
2.Parti Politbürosu, pratikte de bizzat Stalin, tutuklanıp yargılanacakların listesini önceden belirleyip emrindeki polise (GPU-NKVD) verir. Operasyonun esas yürütücüsü gizli polistir. GPU-NKVD, kendine verilen listeye uygun olarak kurbanları tutuklar ve tutuklulara bir örgüt imal eder. Bu, bazen sanayileşmeyi baltalamak isteyen bir “sabotaj örgütü”dür. Bazen devletin başındakilere suikast yapmak isteyen, sağa sola bomba atmayı planlayan bir “terör örgütü”. Kurbanlar, “örgütlerinin” varlığını ve bu “örgüt”e “üye” olduklarını polis sorgusuna çıkarıldıklarında öğrenirler. Baskı ve işkenceyle itiraf ifadeleri alınır. Direnenler, GPU bodrumlarında öldürülür. Mahkemeye sadece itiraf yapmayı kabul edenler çıkarılır;
3.Bundan sonraki aşama “hukuk” aşamasıdır. Polis nasıl Partinin aletiyse, savcı da polisin aletidir. O, sadece GPU’nun önüne getirdiği “delil” ve “ifade”lere göre iddianame düzenlemekle görevli bir memurdur. Suçlamalar esasen ideolojiktir, “maddi deliller” ise tamamen polisin imalatıdır ve tek dayanak, mahkûmların itiraflarıdır;
4. Mahkemeler ve yargıçlar, önceden verilmiş kararları onaylama mercileridir. Sovyetler Birliği’nde ceza verileceklerin çokluğu nedeniyle, gösteri yargılamaları dışındaki davalarda hızlı yargılama yoluna gidilmiş ve tutuklular en fazla on beş dakika süren yargılamalarla ölüm cezasına ya da ağır cezalara çarptırılmıştır. Hatta giderek bu bile zaman kaybı olarak görülmüş, mahkemelerin yerine geçen “özel komisyonlar” veya “Troykalar”, sanığı yargılamadan, sadece önlerine çağırıp cezasını yüzüne karşı okuma yoluna gitmişlerdir. Bu daha çok, daha “alt” mahkûmlara uygulanmıştır (bkz: Buber-Neumann);
5. Bütün bu yargılamalar sürecinde basın, akademisyenler, yazarlar, gerek korku, gerek menfaat, gerek baskı yoluyla manüpile edilmiş ve “halk düşmanları”nı kamuoyunda lanetleme ayinlerinin başını çekmeleri istenmiştir. Öyle ki, Stalin bununla da yetinmemiş, mahkûm edilenlerin karılarının ya da kocalarının veya varsa yetişkin çocuklarının ve akrabalarının da bu lanetleme yarışmasına katılmasını istemiştir. Gerçi bu kampanyaya ister katılsınlar ister katılmasınlar, eşler ve yetişkin çocuklar, hatta bazı durumlarda yakın akrabalar da içeri alınmaktan kurtulamamışlardır (bkz: Eugenia Ginzburg, Anafora Doğru, çev: G. Zileli, 1996, Pencere). Anneleri ve babaları mahkûm edilip kayıplara karışan 12 yaşından küçük çocuklar ise, isimleri değiştirilerek özel yetimhanelere gönderilmişlerdir. O dönemde çıkarılan özel bir yasayla suç yaşı 12’ye indirilmiş, böylece 12 yaş ve üstü çocukların da suçlu olarak kamplara yollanması mümkün olabilmiştir (bkz: Orlando Figes, Karanlıkta Fısıldaşanlar, çev: N. Elhüseyni, 2011, YKY).
Türkiye’de son yıllarda görülen ve imalat oldukları orta zekâda herhangi birinin kolayca anlayabileceği Balyoz, Ergenekon, Devrimci Karargâh, Oda-TV, KCK vb. gibi davaların tarihteki imalat davalarla birçok ortak yanları vardır. Zirvedeki Stalin davalarıyla bile önemli benzerlikler söz konusudur (elbette özellikle sonuçları itibariyle benzemezlikleri de vardır ki, kimseye haksızlık etmemek için bu benzemezliklere de dikkat çekeceğim). Benzerliklerin üzerinde duralım:
1.AKP hükümeti, birilerini mahkûm edip uzun yıllar içerde tutmaya karar vermiştir. Bunun için çeşitli adlarda “örgüt”ler imal edilmiştir. İnandırıcı olmak için devletin gizli suçlarına karışmış ve artık iktidarın işine yaramayacağı anlaşılan birkaç unsur da bu davalara katılmıştır;
2. AKP iktidarı, tutuklanıp yargılanacakların listesini önceden ve süreç içinde peyderpey belirleyip emrindeki Fetullahçı polis teşkilatına vermiştir. Ne var ki, Fetullahçı polis teşkilatı, Rusya’daki GPU’dan daha fazla inisiyatif sahibi ve daha özerk olduğundan listeye yeni yeni ekler yapmıştır. Bundan sonra I. Dalga, II. Dalga diye adlandırılan operasyonlar birbirini izlemiştir. Kurbanlar, “örgütlerinin” varlığını ve bu “örgüt”e “üye” olduklarını polis sorgusuna çıkarıldıklarında öğrenmişlerdir. Sovyetler Birliği’nden farklı olarak, tutuklananlara aşırı bir baskı uygulanmamıştır ifadeleri alınırken. Çünkü ifadelerin ne yargılanma, ne de propaganda açısından bir önemi vardır artık. “Modern çağın hukuku”na göre ifadeler ve savunmalar geçersizdir. Dolayısıyla bir önemi kalmadığından işkence yoluyla ifade alma zahmetine girmeye gerek yoktur. Gizli tanıklarla falan zaten yeterince “delil” sağlanmaktır.
3. Bundan sonraki aşama “hukuk” aşamasıdır. Polis nasıl iktidarın aletiyse savcı da polisin aletidir. O sadece polisin önüne getirdiği “delil” ve “ifade”lere göre iddianame düzenlemekle görevli bir memurdur. Suçlamalar esasen ideolojiktir, “maddi deliller” ise tamamen polisin imalatıdır.
4. Mahkemeler ve yargıçlar, önceden verilmiş kararları onaylama mercileridir. Sovyetler Birliği’nden farklı olarak Türkiye’deki siyasi davalarda hızlı yargılama yoluna değil, tam tersine yavaş yargılama yoluna gidilir. Örneğin bir Ergenekon davası beş yıldır sürmektedir. Aslında mümkün olsa hükümet bu davaların sonsuza kadar bitmeden sürmesini ister. Burada Stalin rejimi ile AKP rejimi arasındaki önemli bir farklılığa dikkat çekmek gerekmektedir. Stalin rejimi, hızlı yargılama yoluyla öldürülecekleri bir an önce mezara, diğerlerini de çalışma kamplarını yollamak zorundaydı. Çünkü arkadan yenileri geliyordu ve çalışma kamplarının canlı emeğe ihtiyacı büyüktü. Türkiye’de ise böyle bir durum yoktur. Bir kere ölüm cezası yoktur. İkincisi, canlı emek bekleyen çalışma kampları da söz konusu değildir. AKP rejiminin amacı, hoşlanmadığı unsurları mümkün olduğu kadar uzun süre içerde tutmak, bu arada davayı gündemde tutarak, “demokrasinin ne kadar tehdit altında” olduğunu göstermek ve sanıkların yatma süresi alacakları cezayı geçmeye başladığında da cezayı bastırıp ceza ile yatma süresini “ödeştirmek”tir. İki rejimin arasındaki fark, birinin totaliter bir rejim, diğerinin ise post-faşist otoriter bir rejim olmasından kaynaklanmaktadır.
5. Bütün bu yargılamalar sürecinde basın, akademisyenler, yazarlar, menfaat, kariyer ve şöhret gibi güdülerle manüpile edilir ve “terörist”leri kamuoyunda lanetleme ayinlerinin başını çekmeleri istenir. Fakat AKP’nin post-faşist rejimi altında, Stalin rejiminden farklı olarak, “suçun” şahsiliğine riayet edilmektedir. Gerçi, ilginçtir ki, Yahudilere uygulanan soykırımı bir yana koyarsak, Hitler rejimi altındaki yargılamalarda da, Stalin rejiminden farklı olarak, suçun şahsiliği ilkesinin dışına pek çıkılmamıştır.
Dün Silivri’de yapılan Ergenekon yargılanmasına ben de gitmek isterdim, yargılananlara destek vermek için. Eğer o ulusalcı semboller, ulusal bayraklar falan olmasaydı elbette. Ve eğer gitmiş olsaydım, oraya yargılananlara destek için gelenlere sormak isterdim: “Nasıl, jandarmanın biber gazıyla polisin biber gazı arasında bir fark var mı?”
Gün Zileli
14 Aralık 2012
‘1973 yılının başlarında Ankara Sıkıyönetimde Birleşik Cephe Davası diye dediğin gibi ,son anda sıkıyönetimi uzatmak için uydurulmuş bir davada 1 yıla yakın tutuklu bulundum.davada kimler yoktu ki;Kurthan Fişek’ten Aşık Mahzuni’ye,Siyasallı son öğrenci liderlerine …asistanlara..silah kaçakçılarına vs.Bir iki de ajan vardı aramızda.İçerdeyken Şili’de darbe oldu.Ecevit seçimleri kazandı ve af çıktı.Davanın savcısı Baki Tuğ,mahkeme başkanı Ali Elvedi idi.Dava sonra çöktü herkes beraat etti.Yattığımız,yediğimiz dayaklar işkenceler kar kaldı.
sayın zileli size sormak istediğim, o zamanların sovyetler birliği ile ilgili ve özellikle de Stalin dönemiyle ilgili bu bilgilere nasıl ve ne zaman ulaştığınız. 70’lerde sıkı bir maoist-stalinist profil çizerken ne tür bir sihirli değnek size dokundu da Stalin ve stalinizm konusunda bu kadar aydınlandınız ya da içsel olarak huzura ve kesin tutarlılığa kavuştunuz? yani yanlış anlamayın ben de merak ediyorum. kafamdaki soru işaretleri beni bu konuda agnostik olmaya itiyor. çünkü stalin zamanındaki sovyetler içe kapanık gizli bir devletti. Hitler Almanyası ile kıyaslandığında yaptıkları çoğunlukla muamma bir rejimden bahsediyoruz. Hitler’in yaptıkları daha daha ulu orta ve herkesçe tanık olunan, malum olan şeylerdi. Stalin’in cani olduğuna kani olmanızı sağlayan süreçte en çok faydalandığınız kaynaklar nelerdi mesela ya da bunların objektif olduklarından emin miydiniz?.. tam anlamıyla bilgi ve bir fikir sahibi olmadan insanları etiketlemek ya da yaftalamak istemem. bu stalin ya da hitler de olsa.. teşekkürler..
İsaac Deutscher’in Troçki (Ağaoğlu yayınları) ciltleri ile başlayın. Sahaflarda bulabilirsiniz. Hele onları bir okuyun, sonra sırasıyla;
Arthur London, İtiraf (Milleyt) ; (Kosta Gavras’ın çevirdiği filmi de vardır)
E.Ginzburg, Anafora Doğru, anaforun İçinde (pencere)
Jan Valtin, Karalığın ötesinde (Kibele)
Margarete Buber-Neumann, İki Diktatörlük altında- Stalin ve Hitler’in Mahkûmu (imge)
Orlando Figes, Karanlıkta Fısıldaşanlar (YKY)
Anatoli Ribakov, Arbat Çocukları, (Cem)
Soljenitsin, Gulag Takımadaları vb vb. devam edersiniz. Saygılarımla.
Not: Ardre Wajda’nın Katyn filmini ve ayrıca Nikita Mithalkov’un Güney Yanığı (Burnt by the sun) filmlerini görmenizi salık veririm.
Çok teşekkür ederim, saygılar bizden..
Kucuk bir katki: Konchalovsky’nin Inner Circle -Projeksiyoncu diye bir filmi vardir. Direk Stalin’in yakinlarindan gozlemler icerir. Bir de Baskalarinin Hayati var mesela. Dogu Almanya hikayesi.
Tabi bir de
https://www.youtube.com/watch?v=zrQaPPETpR4
var. I remember…
Savcılar iddianame bile yazmıyor. Polis önlerine yüzlerce, binlerce sayfalık fezlekeleri koyuyor, onlar da aynen iddianameye geçiriyor. Pek çok davada bu şekilde olduğunu ortaya koyan ve inkar edemedikleri yüzlerce trajikomiklik yaşandı. Normalde polisin savcının emrinde olması gerekirken, pratikte savcı, polisin emrindedir, emrinde değilse de avucundadır. Polisin yargı mekanizmasını nasıl maniple ettiğinin ve Türkiye’de nasıl bir polis rejimi işlediğine dair Birikim’in Ocak sayısında ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlı ile yapılmış çok güzel bir röportaj vardı. (Olağanüstü Yargı Rejimi ve Polis – “Elastik ve Yapışkan Bir Ağ”)
Bu mekanizmanın rezilce tezgahlarıyla, emniyette, savcılıkta, mahkeme salonlarında uğraşan bir avukat olarak gayet esaslı bir şekilde açıklıyor.
İddianamelerde Nazlı Ilıcak’ın, Şamil Tayyar’ın ve Samanyolu TV’de çalışan senaristlerin de katkısını unutmamak gerek 🙂
Anarşizm,düzene teslim olmanın kılıfı.
Savaşımın kıyısında durmanın,teslim olmanın kılıfı anarşizm oluyor.
Teslim olan adam sürekli devrime,devrimci değerlere saldırıyor.
Zileli,Silivri-ye gidecekmiş de ama bunun yerine dönekliğin gerekçelerini oluşturmak için kitap listesi yapıvermiş.
Zileli,azap içinde mi…
Utanç salt soyut bir kavram değildir.
Sayın Ayanoğlu,
Lütfen, bırakın bu kılasik nefret üslubunu. ”Anarşizm,düzene teslim olmanın kılıfı” diyorsun.Haydi buradan yak denir bu söze. Ne büyük bir iddia değil mi?. Bir teoriyi ne kolay bir kaç cümlede açıklamışsın!!. Peki burdan yola çıkıp ta Gün Zileli’nin hain,dönek olduğuna nasıl ulaşabildin be kardeşim? Bende gençliğimde Stalin’e çok saygı duyardım. Onun hakkındaki bilgilerim sınırlıydı. Ancak ilerliyen yıllarda bilgi kaynaklarının artmasıyla birlikte Stalin hakkında birçok belgelere ulaştım. Meğer benim saygı duyduğum ve Hitler Faşizmini yenen büyük devrimci lider olara gördüğüm bu insan kendi vatandaşlarını imha etmekle meşgülmüş. Bu durumda bir özeleştiri yapıp Stalin’i lanetledim. Peki soruyorum sana: Şimdi ben dönek mi, hain mi oldum? Eğer sorun yanlıştan dönmek ise elbetteki dönek oldum.
‘Yeminler edildi, yıkılacak Silivri’
Roni MARGULIES/Taraf GAZETESİ
Silivri’de Ergenekon davasında ne yargılanıyor?
Çarşamba günü duruşmayı izleyen CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce’nin değerli görüşlerine başvuralım:
“Bu topraklar ilk kez böyle bir mahkemeye tanıklık ediyor. Savcısı AKP, tanığı PKK, yargılanan Türkiye’dir.
Savcısının başbakan olduğu bir dava. Sahte düzmece belgelerle insanlar içeride tutuluyor. Burada bir yargılama yapılmıyor.
Bu Cumhuriyet’le hesaplaşmadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kökünü kurutmak için uydurulmuş bir davadır.”
Duruşmayı başka kimler izledi?
CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, genel başkan yardımcıları Umut Oran, Gürsel Tekin, Bülent Tezcan ve Gökhan Günaydın, aralarında Süheyl Batum ve İlhan Cihaner’in de bulunduğu 40’a yakın CHP milletvekili, CHP İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı, CHP’li Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Vedat Ahsen Coşar, İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal. Ve barikatların üzerine en ön saflarda atılan Tarık Akan, Rutkay Aziz, Ataol Behramoğlu ile Bedri Baykam gibi sanatçılar ve modacı Barbaros Şansal.
Duruşma salonuna giremeyip dışarıda bulunan binlerce kişiyi Silivri’ye kimler getirdi?
CHP, İşçi Partisi ve Atatürkçü Düşünce Derneği.
Niye getirdiler?
CHP Milletvekili Bülent Tezcan’a göre, çünkü “Mustafa Kemal’in askerleri yalanın iktidarını bozacak”.
Bir başka meczuba göre, “Silivri, Türkiye’nin Tahrir’i”.
İşçi Partisi Genel Başkan Vekili, “Yeminler edildi, yıkılacak Silivri” sloganları arasında, “Atatürkçü devrimci güçleri birleştirecek miyiz? İşçi Partisi’ni, CHP’yi, DSP’yi, MHP’yi birleştirecek miyiz? Bizler İlker Başbuğ’uz, bizler oradaki herkesiz, hepimiz Atatürk gibi olacağız” diye konuşmuş kalabalıklara.
(İP, CHP ve DSP’yi “devrimci güçler” olarak düşünmek yeterince komik değilmiş gibi, bunlara MHP’yi eklemek gerçekten dâhiyane bir fikir!)
Yukarıda alıntıladığım sözlerden anlaşılıyor ki, CHP, İP ve ADD “Bu dava uzun fazla sürdü”, “Bu davada hukuksuzluk yapılıyor” veya “Sanıklar iddianamede belirtilen suçları işlememiştir” demek için gitmemiş Silivri’ye.
Ne için gitmişler?
Ergenekon davasının “Türkiye Cumhuriyeti’nin kökünü kurutmak için uydurulmuş bir dava” olduğunu düşündükleri için.
“Mustafa Kemal’in askerleri”ni savunmak için.
“Atatürkçü devrimci güçleri birleştirmek” için.
Deseler ki, “Darbe girişiminde bulunmak, seçilmiş hükümeti silah zoruyla devirmeye yeltenmek, darbeye zemin hazırlamak için boktan işler yapmak suçtur. Bu sanıklar bu suçları işlemişse, hapiste sürüm sürüm sürünmelidirler, ama biz işlediklerine inanmıyoruz”, itirazım olmaz.
Ama öyle demiyorlar. “Uydurulmuş” bir dava diyorlar. Böyle bir dava olamaz diyorlar.
Ne demek bu?
“Asker istediği zaman darbe yapabilir, bazı hükümetleri devirmek meşrudur, asker yargılanamaz” demek.
Böyle düşünenler olası bir darbenin tabanını oluşturur. Demokrasinin, özgürlüğün, adaletin düşmanlarıdırlar. Bunlar var oldukça, darbe olasılığı da var olacaktır.
Ama sorun sadece bunlar değil.
AK Parti hükümeti ve Başbakan da, en az eşit ölçüde sorun.
Burası Türkiye olduğu için, yargı bağımsız filan olmadığı için, savcılar ve hâkimler siyasî iradeyi arkalarında görmedikleri takdirde şuradan şuraya adım atmazlar.
Başbakan, “İlker Başbuğ’un cezaevinde olmasından üzüntü duyuyorum” dediği anda hâkimlere mesaj vermiş ve Ergenekon davasını da, ilişkili diğer davaları da gebertmiştir. Hrant Dink davasını geberttiği gibi.
Mustafa Kemal’in askerlerini ve yüce Türk devletinin hizmetkârlarını koruyanlar sadece CHP, İP ve ADD değil.
Ayanoglu’nun Kurtlar Vadi’si ozentili belli ki. Sozlerini derin anlamlar iceriyormus gibi gostermeye calisiyor. Belki sozlerinin gercekten derin anlamlari olduguna inaniyordur. Bilemiyorum. Ama sanirim bu satirlari okuyan cogu kisi olayin farkinda. O halde gecelim. Bostan korkulugu yalnizca kargalari korkutur.
Benim ilgilendigim nokta TBMMde okunan su mars. Jandarma biz sosyalistiz, dostuz biz sana. Bu blogdaki tum yazilari oturup inceleyecek vaktim olmadi. O sebeple yaniliyor da olabilirim. Ama Gun Zileli’nin ozellikle bu davalar sirasinda Kemalizm’le Turkiye Sol’u arasindaki iliskilere karsi bir yazisini goremedim. Eminim satir aralarinda olsa dahi geciyordur. Anlatmak istedigim mesela Stalinizme karsi yazdigi yazilardaki o enerjinin Kemalizme karsi olusmadigi.
Bunu Gun Zileli’nin kemalizmle olan eski baglarina yormak mumkun degil. Evet, taktik olarak onu kemalistlere karsi daha mesafeli olmaya tesvik icin bunu iddia edebiliriz. Ama ise yaramaz saniyorum. Cunku onun bu konumunu yaratan mekanizma “vicdan” mekanizmasi. Gercekligin cozumunde ortaya cikan celiskiler, buyuk buyuk fikirlerin her gercek deneyimde cozulup sapitmasi, onu daha temel oldugunu dusundugu vicdani hesaplama yontemlerine itmis. Vicdanin kendisi de buyuk bir fikirdir gercekte ve o da insanlari icinden cikilamayacak celiskilere ve suclara goturur. Dostoyevski’ye inat. Raskolnikov Alyosa Karamazof’tan daha yalan bir karakter.
Neyse, egemen olanlar bizim egemen olmayan karsitlarimiza vururken, karsitlarimiza karsi elestirilerimizi bir an icin de olsa geri cekmek vicdan icin de olsa, “susma sustukca sira sana gelecek” icin de olsa kabul edilemez bir davranis bana gore. Biz elestirilerimizi, olanlara ragmen soylemeye devam etmeliyiz. Mesela yalnizca “jandarma ve polis gazi arasindaki farki” sorarak bu elestirimizi yapamayiz. Onlara, siz egemenken, daha dogrusu cogunlugunuz kendini egemen saniyorken Kurtleri ve bizi ezerken biz de benzer konumdaydik yavrucugum, demekten daha agir elestirilere ihtiyacimiz var.
Hem iktidar hem de magdur rolunu oynayan sirf AKP degil. Kemalizm yillar boyunca bunu yapti. Ilhan Selcuk’un, Ugur Mumcu’nun hayatlari ve yazdiklari buna taniktir. Dusunuyorum oyleyse vurun, kendileri hapiste fikirleri iktidarda olmanin en mukemmel ornegidir. Kemalizm sagci bir fikir akimidir, cunku organik toplumun dis dusmanlar, ideolojiler sebebiyle curudugu on kabulune sahiptir. Kemalistlere gore Amerika, ondan once de Araplar bu ilerici milleti gericilestirmislerdir. Rabita’nin her satiri bu fikir salatasiyla doludur mesela. Kisacasi kemalizm AKPnin yaraticisidir. Bir zamanlar soylenen Mustafa Kemal yasasaydi AKPli olurdu sozu bos degildi.
Bu sebeplerle Gun Zileli’nin vicdani basitlestirmesini kabul edilemez buluyorum. Cunku celiski yaratiyor. Gucumuzu, etkililigimizi -eger hala biraz dahi varsa- dogru kullanmamiz gerek. Dolayisiyla bu Stalin mahkemelerine karsi cikarken, o mahkemelerin asil kurucularina da elestiri silahini kullanmak gerekiyor. Ama nedense Gun Zileli Lenin/Trocki’nin Stalin mahkemelerindeki kurucu rollerini ortaya sererken, Kemalistlerin AKP mahkemelerindeki kurucu rollerini ihmal ediyor. Kisacasi ondan Kemalizm elestirisi de beklemek hakkimiz. Hem de simdi. Hem de kemalistler mahkemelerde surunurken…
Adimi yazmayi unutmusum. Gun Zileli’den kemalizm elestisi talep eden benim. 🙂
Yusuf Cemal arkadaşım, bu sitenin sağ tarafındaki kategoriler bölümünde bulunan anti-emperyalizm ve ulusalcılık kategorisini açıp oradaki yazıları okursan, mebzul miktarda Kemalizm ve ulusalcılık eleştirisiyle karşılaşacaksın. Ayrıca bu ülkede, Ulusalcılık-Bir ideolojinin Krizi (2007, Özgür Üniversite Yayınları) başlıklı kitabı yayımlayarak derli toplu ilk ulusalcılık eleştirisini yapanlardan biri de benim.
Bunun ötesinde, kemalistlerin ve ulusalcıların Stalinizm eleştirisinden ne kadar rahatsız olduklarını da görmek gerekir. Yukarıda “Ayanoğlu” adlı kişi acaba neden AKP’nin adaletsizliğine yüklenen bir yazıdan bile bu kadar rahatsız olmaktadır, hiç düşyündün mü? Çünkü kendisi İP görevlisidir ve İP’lilerin en rahatsız olduğu şeylerden biri, hatta Kemalizm eleştirisinden bile daha fazla, Stalinizm eleştirisidir.
Mustafa Yılmaz/Moskof’tan ödünç gözyaşları: Bozkurtların Ölümü
04.12.12 ZEKİ SARIHAN’dan İŞÇİ PARTİSİ’NE İSTİFA GEREKÇESİ
01.12.12 Su Koyuveren Yazar…
28.11.12 Fikret BAŞKAYA/Gazze: Direnme Hakkının Terör Sayıldığı Bir Dünya!
25.11.12 “Büyük Türkiye” Milliyetçisi Cengiz Çandar…
22.10.12 Arif Dirlik’te Bugünkü Ulus-devlet ve Bugünkü Çin…
13.10.12 Bataklıktaki CHP
06.10.12 Savaşçı Türk Basını…
24.07.12 Çelişmeler… Çelişkiler…
03.07.12 Ulusalcılığın Rezilce Halleri…
28.06.12 Ulusalcılığın Tuhaf Halleri…
24.06.12 Yenilgicilik!
24.06.12 Gazeteler, Kuşaklar, Uçaklar…
11.06.12 Vatan Haini?!
02.03.12 Anjel Dikme/Nedir Ermeni? “Piç” midir yoksa “Hiç” mi?
01.03.12 Galiyev, Roy, Fanon…
27.11.09 Kazanımlar ve Kazadımlar!!!
14.07.09 Sokak Salondan Nasıl Görünüyor?
23.04.08 Toplumsal Yapı ve Ulusal Hareket (köxüz)
21.08.07 Kemalizmin Altı Oku!
02.07.07 Rezaletin Son Perdesi: İP’li Kadınların Askere Alınma Başvurusu
10.06.07 Anti-emperyalizm!!!
02.06.07 Yürüyüş’ün Yürüdüğü Yer!
02.05.07 Çağlayan’daki Çılgın Kalabalık…
28.04.07 Ne Mutlu….!
12.03.07 Gerçek Mahkûmiyet!
10.03.07 Ulusal Bayrak
02.03.07 Gerçeklikle Aramızdaki Mesafeyi Azaltmak
29.01.07 Türklük ve Türkçe
10.02.06 Ulusların Kendilerini İlga Hakkı
25.09.05 Tersinden mi, Düzünden mi?
19.04.05 Bir de bakmışsınız…
23.11.04 Yön, Leninizm, Kemalizm, MDD’cilik ve Ulusalcılar
23.03.00 Ulusal Sorun
23.12.98 İdeolog üzerine
23.07.98 Galiyev Üzerinde El Sıkışmak
Liste yukardadır. Bu yazıların çoğu Kemalizm ve ulusalcılık eleştirisidir ve görüleceği gibi birçoğu da 2012 yılında yazılmıştır. Özellikle “Kemalizmin Altı Oku” yazısını okumanızı salık veririm.
Ben de şunu ekleyeyim:
“Herkesin bir kişiye ihanet ettiğini düşünmektense, bir kişinin herkese ihanet ettiğini düşünmek daha mantıki değil mi?”
Eugenia Ginzburg, Butrki Cezaevinde, Tukaçevskilerin tutuklanması üzerine, “büyük ihanetten” söz eden bir Stalinist mahkûma söylenmiştir- Anaforun İçinde)
Kemalizmin Altı Oku!
Herhangi bir devlete özel düşmanlığım yok ama tüm devletlere ayrımsız karşıyım. Hiçbir devlet adamına ya da kurucusuna karşı da özel bir düşmanlığım yok ama devlet adamlarının ve kurucularının hiçbirini sevmem. Çünkü devlet kuruculuğu demek, öldürme, işkence, baskı ve sömürü aygıtlarının kuruculuğu demektir bence.
Mustafa Kemal Atatürk’le hiçbir alıp veremediğim yok. Kendisini tanımam. Şahsıma karşı herhangi bir olumsuz tutumuyla da karşılaşmadım. Kendisi hakkında anlatılanlardan edindiğim izlenime göre, kararlı bir devlet adamıymış. Yani ölüm, işkence baskı ve sömürü aygıtını kurmakta ve geliştirmekte duraksamayan bir lider. Buna rağmen, kendisiyle aramdaki uzaklık, diğer devlet kurucularıyla ve devlet adamlarıyla olan uzaklıktan daha fazla değil.
Kafamı meşgul eden, Mustafa Kemal’den çok, onun adına kurulan devlet ideolojisi: Kemalizm.
Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin temellerindeki bu Kemalizm ideolojisi nedir, fiiliyatta nasıl uygulanmıştır?
1. Kemalizm, başından itibaren kapitalist-emperyalizmle iç içe olmuştur. “Kurtuluş savaşı” denen şeyin, “düveli muazzama” adı verilen o zamanki emperyalist devletlerle savaşmakla bir ilgisi yoktur. Ankara hükümeti, düveli muazzamanın desteğini çektiği Yunan ordusuyla savaşmıştır sadece. Yine Mustafa Kemal ve maiyeti, ülkeden emperyalist sermayeyi atmak için herhangi bir girişimde bulunmadıkları gibi, emperyalistlere kapıları sonuna kadar açmış ve ülkeyi onlarla birlikte yağmalamışlardır. Ülkenin, 1950′deki Demokrat Parti iktidarıyla emperyalizme teslim edildiği büyük bir yalandır.
2. Kemalist iktidar başından sonuna kadar baskıcı, anti-demokratik bir iktidar olmuştur. Adı üstünde, bir tek parti diktatörlüğüdür bu. Dolayısıyla, hakim sınıflar içindeki farklı fraksiyonlara bile hayat hakkı tanımayan, hatta, Şeyh Sait isyanından ve İzmir Suikastından sonra yapıldığı gibi onları da baskı altına alan tekelci bir iktidardır. Ancak 1946′dan sonra, Fikret Başkaya’nın deyişiyle, taşaron partilere izin verilecektir. Taşaron partinin anlamı, gerçek iktidarın yine Kemalist devlet diktatörlüğünün elinde bulundurulmasıdır. Bu Kemalist rejim, sadece düzen içi muhalifleri ezmekle kalmamış, komünistlere baskı ve işkencenin en korkunçlarını uygulamıştır. Üstelik komünistler, Komintern’den aldıkları talimatların gereği olarak bu Kemalist iktidarı kölece destekledikleri halde.
3. Kemalist rejim, üniter ulus-devletçi misyonunun gereği olarak, içerde ırkçı-asimilasyoncu bir politika uygulamış, Kürtlerin direnişine devlet baskısı, idam ve katliamlarla cevap vermiştir. Zaten bu ideolojinin temelinde, Anadolu’daki Ermeni ve Rum halklarını yok eden İttihat Terakki ulusal katliamcılığı yatmaktadır. Kemalistler bu politikayı aynen devralmış ve sürdürmüşlerdir. 1940′lı yıllarda varlık vergisi aracılığıyla azınlıklara uygulanan cezalandırma ve zorla çalıştırma politikası bunun en açık kanıtıdır. Bugün Türkiye Cumhuriyetinin Ermeni katliamını inkârının en büyük nedeni de devraldığı bu katliamcı mirastır.
4. Kemalizm, ulusal baskıcı olduğu gibi, dinsel baskıcıdır da. Üstelik onun dinsel baskıcılığı iki taraflı çalışan bir bıçak gibidir. Şimdi var mı bilmiyorum ama eskiden nüfus cüzdanlarında din ve mezhep zorunlu olarak yazılırdı. O kadar “laik” olan Kemalist Cumhuriyet bu zorunluluğu neden koymuştu acaba? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Türk olduğu kadar İslamdı da. Hem de nüfus cüzdanının mezhep kısmına zorla “Hanefi” diye yazdırtacak ölçüde. Kemalist Cumhuriyetin dincilere baskısı, tamamen dini devletin tekeline alma çabasının ürünüdür, yoksa aydınlanmacı bir ideolojinin değil. Kaldı ki, Kemalist iktidar yalnızca sunni inançlı kesimleri değil, alevi inançlı kesimleri de baskı altında tutmuş, onların kendi ibadetlerine izin vermemiştir. Kemalist Cumhuriyet, ordu ve din de dahil olmak üzere kadim Osmanlı’nın tüm mirasını devralmış, aslında genç değil, kadim bir devlettir.
5. Kemalist Cumhuriyeti kuranlar ve bugünlere kadar getirenler, halkla hiçbir zaman kaynaşmayan, işçileri ve köylüleri küçümseyen elitler tabakasıdır. Bu tabaka, işçilerin ve köylülerin aşırı sömürülmesi, kanının emilmesi sonucu palazlanmıştır. Kemalist iktidar, 1960′lara kadar işçi sınıfının yasal ekonomik örgütlenmesine bile izin vermemiş, “milletin efendisi” köylüyü bir yük hayvanı derekesinde insafsızca sömürmüştür. Bu mirasın temsilcisi CHP’nin köylük bölgelerden hiçbir zaman yeterli oyu alamamasının en önemli nedeni budur.
6. Kemalist ideoloji, “inkılapçı” değil, tipik muhafazakâr bir ideolojidir. Kendi devletini ve ideolojik hegemonyasını kurduktan sonraki tüm çabaları, hayatı dondurmak ve değişim yolundaki her gelişmeyi engellemek yolunda olmuştur. Kemalistlerin “inkılap” dedikleri, kendi karşıdevrimci hegemonyalarını, tüm iktidarlar gibi, bir yandan baskı, diğer yandan rıza yoluyla sağlama almaktan ibarettir.
İşte Kemalizmin gerçek altı okunun özeti bence bundan ibarettir.
Gün Zileli
21 Ağustos 2007
Read more: http://www.gunzileli.com/2007/08/21/kemalizmin-alti-oku/#ixzz2F7D4oBbh
Yanlis anlasilacagimi dusunmem gerekirdi. Ben genel kemalizm elestirilerinden bahsetmiyordum. Sizin kemalizm elestirilerinize asinayim. Kastettigim bu davalara konu olan, yalandan Ergenekon diye adlandirilan aslinda siradan devlet faaliyetlerinin kemalizmin kendi mantigindan ciktigini bugun, tam da bu davalar surerken ifade etmekti. Yani mahkemede yargilananlara karsi sempati gosterirken, onlarin politik suclarini da gostermek. Suc diyerek cezalandirilacak suctan bahsetmiyorum. Orada yargilananlarin politik sorumlulugundan bahsediyorum. Ziverbeyde iskence gorurken muhalif olan Ilhan Selcuk, sonradan birileriyle barisiyorsa, bu o islerde politik sorumlulugu vardir demektir. Ister Balbay’la birlikte komutanlarla gorussunler, ister bu bir hikaye olsun. Orada yargilananlarin derin devletin icinde fiilen olmayanlari politik olarak olanlardan sorumlu. Bu onlari davalarda masum yapar tabi ki. Suclamalar komik de olabilir.Ama bu onlari politik olarak temize cikarmaz. Iste kastettigim simdi, su anda, davalar surerken bu fikri surekliligin elestirisi.
Sunu demek yani: Bu mahkemeleri siz kurdunuz. Simdi yargilanirken mi adaletsizlik akliniza geldi? Hala sanki politik olarak bu islerde sorumlulugunuz yokmus gibi, haksizliga ugrayan taraf yalnizca kendinizmissiniz gibi, siz kimseye zarar vermemis haksizlik yapmamis gibi hareket edip yazilar yaziyorsunuz. Oysa fikri olarak durustseniz, once gecmiste soyledikleriniz icin, mesela Kurtleri emperyalizmin masasi olarak gosterip onlarin ustune gelen tum baskilari aklilestirdiginiz icin, nedamet getirin.
“AKP eskiden iyiydi, sonradan çok kemalistleşti!” diyerek muhalefet yaptığını sanan ahmaklar için:
Kemalist ve hatta Maoist!
Kadri Gürsel (3 Mayıs 2012)
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, Danıştay’ın 19 Mayıs Genelgesi’ni durdurma kararına tepki gösterirken açıkladı geçen pazartesi; bundan sonra “Türkiye’nin bütün bayramlarını modern dünyanın anlayışına göre ve yeni bir paradigmayla, yeni bir yaklaşım tarzıyla kutlamak için” çok kapsamlı bir yönetmelik çıkarmaya hazırlanıyorlarmış.
Sadece 19 Mayıs’ı değil, 23 Nisan’ı, 30 Ağustos’u ve 29 Ekim’i nasıl kutlayacaklarına dair bir genel çerçeve oluşturacaklarmış.
Yaparlar. Normaldir.
“Cumhuriyet”in Atatürkçülüğüyle, ulusçu ideolojisiyle, Batıcılığıyla, laikçiliğiyle, modernleşmeciliğiyle, velhasıl kimliğiyle derinden kavgalı olan siyasal İslam, kendisini tam muktedir hissettiğinde, “Kemalist cumhuriyet”in bayramlarına da dokunur.
Resmi bayram kutlamaları süregeldikleri biçim ve muhtevada bırakılsalardı, bu ülkede yeni bir rejimin kurulmakta olduğu herkes tarafından anlaşılmayabilirdi.
Bayram kutlamaları egemen sistemin ideolojisini ve referans değerlerini topluma yaymak ve yaşatmak içindir. Ve tam da bu nedenle AKP iktidarı eski rejimin bayramlarını gözden geçiriyor. Çünkü Kemalizm, ya da 1980 darbesinin yorumuyla “Atatürkçülük” artık Türkiye’de egemen değil. Yeni egemenler de Kemalizmi tamamen tasfiye etmek istiyorlar.
Rejimlerin “kitle ayinleri” olan resmi bayramlar, hegemon güç AKP tarafından Kemalizmden aşamalı biçimde arındırılmak isteniyor. Ya da 19 Mayıs örneğindeki gibi, kutlanan olayın özelliği dolayısıyla içinden “Atatürk”ün çıkarılması mümkün olmayan bayramlar, bu kez görünür olmaktan çıkarılmak isteniyor.
Bütün bunları tek başına AKP iktidarı, kendisine bir “kurucu irade” olma vasfı atfederek yapıyor.
Bu tabii ki AKP iktidarının son zamanlarda, benzersiz bir haz ve iştahla kendisini kaptırmış olduğu toplum mühendisliğinin bir boyutudur.
Peki, Cumhuriyet’in resmi bayramlarının reforma tabi tutulması gerekmiyor muydu?
Demokrasi mefhumunu gölgeleyen otoriter, totaliter ve militarist öğelerin bayramlardan temizlenmesi hususu elbette ki lüzumlu bir hal almıştı.
Bu reform, politik ve toplumsal yelpazeyi en geniş biçimde temsil eden bir kurulda, katılımcı ve demokratik tartışma süreçlerinden geçilerek yapılsa idi, “toplum mühendisliği” tespitini gündeme getirmeye kimsenin hakkı olmayacaktı.
Şimdi ise AKP, Türkiye’ye ve toplumuna kendi biçtiği bir elbiseyi ne yapıp edip giydirme çabasında…
Tıpkı “dindar nesiller” yetiştirmek istenmesinde olduğu gibi…
Tıpkı seçmeli ders operasyonlarıyla, eğitimde laiklikten uzaklaşılmasındaki gibi…
“Tiyatro ya benim olur ya da hiç kimsenin” mealinde özetlenen despotluktaki gibi…
Fiili alkol yasaklarının resmileştirilmesindeki gibi…
Ve hükümet üyelerinin, TV dizisi karakterlerinin uçkuruyla, içkisiyle, argosuyla uğraşmayı kendilerine iş edinmelerinin de gösterdiği gibi…
Türkiye bugün yeni bir toplum mühendisliğinin abanması altındadır.
Saklanamaz, inkâr edilemez bir hal aldı bu abanma. Mızrak çuvala sığmıyor.
Şimdi bakıyorum da bazıları, artık kendilerinin de görmezden gelemediği o “mızrağı” boyayıp başkasına aitmiş gibi etrafa yutturmanın telaşında. Çünkü suçluluk duygusu içindeler; ülkeyi teslim alan bu totaliter yönelişte tarihi pay ve sorumlulukları var.
“Kemalist cumhuriyet”in askeri/bürokratik vesayet sistemini tasfiye edenler muktedirleştikçe, bundan otomatikman demokratikleşmenin galip çıkacağı basitliğindeki bir görüşü savuna gelmiş bazı liberaller, şimdi iflas etmiş olmanın manevi baskısı altındalar.
AKP’ye yöneltilmiş en gülünç ve en saçma “eleştiri”yi son zamanlarda bunlardan duymaktayım. Kayda geçirmek maksadıyla AKP’ye nihayet bir çift laf etmek zorundalar ya, diye diye “AKP Kemalist oldu; Müslümanlar Kemalistleşti” diyorlar.
AKP kendi çapında bir “kültür devrimi”ne soyunduğuna göre, bazısı eski Maocu olan bu arkadaşlar bu gidişle yakında “AKP Maoist oldu” bile derler.
Oysa “toplum mühendisliği”nin sadece otoriter/totaliter bir yöntemden ibaret olduğunu, ideolojilerin “yöntem”den öte “hedef” gibi bir de tayin edici boyutunun bulunduğunu bal gibi biliyorlar. Ve tabii ki Kemalizm ile İslamcılığın hedeflerinin birbirinden çok farklı olduğunu da biliyorlar.
Yani şimdi her totaliter eğilimin adı “Kemalizm” mi olmaktadır?
AKP’nin gerçekte ne olduğunu söylemekten kaçtıkları ve kaçak güreştikleri için dönüp dolaşıp “Kemalist AKP”ye sığınıyorlar.
Kurnazcadır ama anlamsız ve geçersizdir.
(Milliyet)
Yusuf Cemal’in ağzında sakladığı bakla: “Düşenlere bir tekme de siz vurun. Bütün bu faşizan uygulamaların kökünü ’90 yıllık ceberrut devlet geleneğine’ dayandırarak AKP’nin suçsuz olduğunu söyleyin! AKP’nin geçmişte aslında çok demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi bir partiyken sonradan kemalistleştiğini, ceberrutlaştığını, ve bunda AKP’nin kendisinin suçunun olmadığını yazın.”
Bırakın bu mavallları…
Evet dusene bir tekme de biz vuralim. Cunku ayaga kalktiklarinda yine kafamiza indirecekler. Cunku ilkesiz ve iceriksizler. Temelde yalnizca iktidarlarini korumak isteyen ceberrut tipler bunlar. Onlara simdi yalakalik yapip ah canim vah canim demek, ayaga kalktiklari anda bizi tekrar iskencehanelere atmayacaklari anlamina gelecek.
AKPnin eskiden iyi oldugu da senin dusuncen heralde. Ehven-i serciler hep daha iyi taraflari arar. Reel politik bu iste.
Yanlis yazmisim. Ayaga kalktiklari anda bizi yeniden iskencehanelere atacaklar.
Yazının sonunda ulusalcılara, “Nasıl, jandarmanın biber gazıyla polisin biber gazı arasında bir fark var mı?” diye sorarken tam da dediğin eleştiriyi yaptığımı sanıyorum. Buna benzer başka dokundurmalarıma başka yazılarda da rastlayabilirsin.
Ama katılamadığım iki nokta var. Bir kere “düşene” vurmam. Bunun ahlaki boyutunu bir yana bırakalım, düşene vurmak, ona vurana yardım etmek, onunla müttefik olmak anlamına gelir, şu somut durumda.
İkincisi: İlhan Selçuk vb. konusunda biraz ileri gittiğini düşünüyorum. İlhan Selçuk’a her ne kadar benim de birçok eleştirim varsa da (ömrünün sonlarına doğru MHP ile barışma çabası mesela) onu işkencecilerin yardakçısı ya da işbirlikçisi olarak görmeyi doğru bulmam. İlhan Selçuk,, 12 Mart döneminde Ziverbey köşkünde işkenceye uğramış bir insandır. Kaldı ki, Hrant Dink öldükten sonra, diğer ulusalcıların tersine, “Hepimiz Ermeniyiz” diye yazı yazmıştır. Veli Küçüklerle İlhan Selçuk’u karıştırmayalım lütfen.
Abi, ben o elestirinin zayif kaldigini dusunuyorum iste.
Ilhan Selcuk bu ulkede son 30 yilin en buyuk acilarini yasatan sorunda, yani Kurt sorununda, Kurtler emperyalizmin oyuncagi propagandasiyla su andaki cozumsuzlugun ortaklarindan oldu. Hala onun yazilarindan cikma argumanlarla bogusuyoruz. Ustelik muhalif oldugunu iddia eden insanlardan geliyor bunlar. Bir konuda muhaliflerken Kurt sorununda milliyetciler ve onun argumanlarini kullaniyorlar. Toplu yazilari gibi bir sey olsa da gosterebilsek.
Tabii ki bu eleştiri konusudur. CHP’lileri de bu açıdan çok eleştiriyorum çok…
Sevgili Gün,
Bana göre, kurgusal bir yargılama izleyerek “Derin Devlet”in aklanmasına yardımcı oluyorlar. Orada yargılananların içinde yargılanmayı ve cezalandırılmayı hak eden çok sayıda faşist ve işkenceci yok mu? “Derin Devlet” Abdülhamit’ten bu yana yok mu?
10-17 no’lu yorumlar arasında kalan tartışmaya bakınca konu hakkında ben de birkaç şeye değinme ve önerilerde bulunma gereği duydum. Sırayla:
1. Eleştirilerde “eski rejimi” hedef almanın bugün pratikte hiçbir değeri yoktur (2008’den bu yana böyledir). Bugün, tüm organlarıyla rejimin sahibi AKP-Cemaat bloğudur. Bu durum, eski rejime yönelik eleştirilerimizi unutacağımız anlamına gelmez. Sadece, bugünkü önceliğimiz “yeni diktatörlüğün” sahiplerine karşı mücadele etmek olmalıdır.
2. Hedefi yanlış olarak belirlemekten daha da vahim bir durum varsa, o da yanlış hedefe saldırırken eski rejime dönük muhafazakar-liberal “eleştiri” cephaneliğini kullanmaktır. Bugünkü muhafazakar-liberal hegemonyanın eski rejime yönelik eleştirisi, bütün sınıf-ilişkilerinden, kapitalizm ve emperyalizm faktörlerinden arındırılmış bir “merkez-çevre çelişmesi” veyahut “laik-elitler vs müslüman-halk çelişmesi” tezinden temel alır. Devrimciler ise eskisiyle, yenisiyle Türkiye düzenine yönelik eleştirisini/itirazını emekçilerin ve ezilenlerin yaşadığı çelişmelerin dinamiği üzerinden kurmalıdır.
3. Bu tarih tezinin yanlışlıkları:
a) Sünni-Hanefi islam, cumhuriyetin başlangıcından beri “devletlû” bir karaktere sahip olmuş, Diyanet İşleri kurumu eliyle (ve başka araçlarla) ideolojik hegemonya aleti olarak kullanılmıştır. (Sünniliğin “devletlû” karakteri Muaviye dönemine kadar götürülebilir ama şu anki konumuzla pek alakası yok.)
b) “Eski rejimin” sahipleri olarak bilinen TÜSİAD-TSK-CHP bloğu, 1980 darbesinden günümüze, AKP’nin yaratılmasında ve geliştirilmesinde bizzat rol üstlenmiştir. Son kırk yıldaki dinselleşme “halkın geleneklerinin” değil, büyük-sermayenin politikalarının bir ürünüdür. 21 Mart’çıların ve 12 Eylül’cülerin “yürü ya kulum” dediği Aydınlar Ocağı, Gülen Cemaati, Nakşibendiler ve sayısı hızla arttırılan İmam Hatipler, burjuvazi tarafından mutasyona uğratılmış bir “islam” yorumunun halk içinde kökleşmesini sağlamış, AKP’nin yaratılmasının “dinsel” ayağını oluşturmuştur. Öte yandan, yeni hegemonyanın liberal kanadı, TÜSİAD tarafından oluşturulmuştur. Çeşitli parti, gazete ve dergi çevrelerine dağılmış halde bulunan, AKP’ye “soldan” rıza üretmiş olan sol-liberal entelijansiyanın ortak finansörü TESEV, bizzat üst düzey TÜSİAD’cılar tarafından kurulmuş ve yönetilmiştir/yönetilmektedir. İşin komik yanı; AKP’yi desteklemek için “geleneksel laik burjuvaziyi geriletmek amacıyla, onunla çelişen otantik Anadolu sermayesini desteklemek” tezine sarılan bu zevatın arkasındaki maddi gücü sağlayan her daim “geleneksel laik burjuvazi” olmuştur. Onların tezlerinin kofluğunu buraya bakarak sınayabiliriz. Ayrıca TÜSİAD burjuvazisi ile “otantik Anadolu burjuvazisi” (MÜSİAD, TUSKON) arasında bir çelişme olmamıştır. İslami sermaye, ilk başlarda TÜSİAD’ın acentelik görevini üstlenen yerel eşrafın palazlanmasıyla oluşmuştur. Bugün, TÜSİAD’ın büyük ölçüde terk ettiği imalata dayalı sektörlerde “Yeşil Sermaye” etkisini arttırırken; TÜSİAD daha kârlı olan sektörlere (finans, telekomünikasyon, hizmet sektörü vs.) hakim hale gelmiş, AKP döneminde elde ettiği kârı inanılmaz ölçüde arttırmıştır. Kısacası “laik burjuvazi” ile “islamcı burjuvazi” arasında bir çelişme yoktur, mutualist bir işbölümü vardır. CHP de toplumsal muhalefetin bütün alanlarından fiilen çekilmiş, kritik dönemeçlerde de AKP’nin kendi egemenliğinin taşlarını döşeyeceği uygulamalara fiilen destek vermiştir; salt seçimlerdeki muhalefet “performansıyla” elindeki enstrümanların (ve maddi kaynakların) arasındaki açıya bakmak bile yeterlidir.
c) Yekpare bir “eski rejim” yoktur. 1950’den bu yana (birkaç istisnayı saymazsak) iktidara çoğunlukla merkez sağ hükümetler (bazen koalisyon halinde) ve “milliyetçi cephe” tipi koalisyonlar hakim olmuştur. Bu iktidarların dönemlerinde, TSK’nin de teşvikiyle, bütün devlet kurumlarında her türden sağcının (islamcı, Türkçü, neoliberal, sağ-kemalist vs.) kadrolaşması sağlanmıştır. O yüzden, “1920’lerden 2000’lere kesintisiz sürmüş olan Kemalist Vesayet” tezi bu açıdan da koftur, gerçek dışıdır.
4. AKP-öncesi dönem ile AKP-dönemi arasında sürekliliklerin (rejimin tekelci-burjuva karakteri, ABD-İsrail’e göbekten bağlı oligarşi vs.) yanısıra kopuşlar da vardır. Ancak AKP’nin gerçekleştirdiği bu kopuşlar, eski rejimin sahiplerinin arzuladıkları sömürü düzeninin daha da tahkim edilmesi yönünde olmuştur. Kısaca bahsedecek olursak:
* İslam’ın kırıntı seviyesinde kalan son “sosyal adaletçi” ve “Batı karşıtı” söylemlerinden arındırılmasıyla, kapitalizme-emperyalizme tam uyumlu hale getirilmesi,
* Parça parça ele geçirilen devlet aygıtının daha da merkezileştirilmesi, parti-devlet rejiminin kurulması; zaten halihazırda kör-topal işleyen “kuvvetler ayrılığının” (bu kuvvetlere, fiiliyatta, basın da dahildir) tamamen ortadan kaldırılması.
* Neoliberal talan ekonomisini az-çok dizginleyen kurum ve uygulamaların (KİT’ler, yerindelik denetimi, bilimsel ve kamucu muhteva taşıyan eğitim vb.) tasfiyesi.
5. Eski rejiminden arta kalan ve bugün “cumhuriyetçi muhalefet” olarak tezahür eden kesimlere nasıl yaklaşılmalı? Yazdığım ilk maddeden hareket edecek olursak, bu kesimlere düşmanca yaklaşmanın hem toplumsal mücadele pratiğinde hiçbir olumlu getirisi olmayacak, hem de bu, yeni rejimin sahiplerinin elini güçlendirecektir. Sağlam bir baskıyla tepeden çökertilmiş olan, ancak faaliyetine devam eden bir siyasi hareketin her zaman halka, ezilenlere yaklaşma potansiyeli vardır; Türkiye özelinde de “cumhuriyetçi muhalefet” içinde bunun kanallarının açık olmasını sağlayan sosyalist/sosyalizan unsurlardan bir miktar bulunmaktadır. Sosyalist solda, haklı olarak AKP karşıtlığını öncelik olarak alan kesimlerin yaygın şekilde savunduğu “kurtuluş reçetesi”, maalesef CHP ile BDP’nin herhangi bir şekilde bir araya gelmesidir (birleşme, seçim ittifakı, ortak mücadele vs.). Ben ise bu tarz bir ittifakın hiçbir işe yaramayacağını, AKP’yi yıksa bile bir başka halk düşmanı burjuva iktidarının kurulmasına hizmet edeceğini düşünüyorum (80’li yılların sonunda Erdal İnönü’nün SHP’si, yükselmekte olan işçi sınıfı mücadelesine ve Kürt halk mücadesine karşı, egemenler tarafından bir “amortisör” olarak kullanılmış idi; sonrası malum, şahane (!) 90’lı yıllar… Bugün Kılıçdaroğlu yönetimine sempatiyle bakan birtakım sosyalistlerin bu acı deneyden ders çıkaramamış oldukları anlaşılıyor.).
6. Benim savunduğum “reçete” ise farklıdır. Bugün hem Kürt hareketi, hem de “cumhuriyetçi muhalefet” denen kesimler, sınıfsal kompozisyonları gereği feci birer “ulusal sapma” içindedirler. Her iki kesim de kâh kısa yoldan başarı sağlamak amacıyla, kâh bu coğrafyada ve komşu coğrafyalarda emekçi hareketinin durgunluğundan kaynaklanan umutsuzlukla, kendi “ulusal” burjuvazilerinin belli başlı klikleriyle makyavelistçe ittifak arayışlarına yönelmiştir. İşte benim savunduğum reçete, emekçi hareketinin bu coğrafyada yeniden somut bir güç olarak sahneye çıkmasıdır; genelden özele giderek söyleyecek olursak, kentlerde neoliberalizme karşı tepkilerin birlikte örgütlenmesi, en çok da yeni rejimin “inşaat ve enerji yatırımları yoluyla büyüme” modeline karşı örgütlenilmesi, benim savunduğum reçetedir. Daha önceki yorumlarımı takip etmiş olanlar (varsa) hatırlayacaktır; AKP’nin ve tekelci-burjuvazinin (tüm fraksiyonlarıyla), yaklaşmakta olan krize karşı sarıldığı ekonomi modelinin “inşaat ve enerji yatırımları yoluyla büyüme” modeli olduğunu, bu yolda korporatist uygulamalara girişeceğini söylemiştim. İşte bu büyüme modelinin mağdur edeceği kesimler (en başta metropollerin varoşlarında yaşayan Kürt yoksulları, ikinci aşamada kentli alt-orta sınıflar) aynı zamanda Kürt hareketi ile “cumhuriyetçi muhalefetin” hitap ettiği halk sınıflarının bir bölümünü oluşturmakta yani iki hareketin de mücadelelerinin ortaklaşabileceği bir “düğüm” noktasını oluşturmaktadır. Bu açıdan, bu alanda (kent mücadeleleri) yüksek bir dinamizm yaratılabildiği zaman, her iki harekette gömülü halde bulunan sosyalist/sosyalizan unsurlar, bu alandaki mücadeleye kayıtsız kalamayacaklardır. Öte yandan, bu alanda oluşturulacak direniş, Türk tekelci-burjuvazisinin (ve tabii ki AKP’nin) ekonomide türbülansa girmesine yol açacak; dolayısıyla iki muhalif hareketin ittifak halinde oldukları burjuva unsurların, bu mücadelelerden uzak durmasıyla (ve bu hareketlerdeki sol unsurların bu mücadelelere dahil olmasıyla) her iki harekette sınıf temelinde gerilimlere ve ayrışmalara zemin yaratacaktır. İşte bu sınıf temelinde ayrışmalar yaşandıktan sonra, her iki hareketin devrimci-demokrat unsurları arasında bir birliği tartışmak daha faydalı olacaktır.
Yazdıklarınıza üç itirazım olacak. İlki, eğer rejimin eski sahiplerinin bugüne kadar yaptıklarının AKP’yi var ettiğini düşünüyorsak, eski sahiplere yönelik eleştirimizin olumlu bir getirisi vardır demektir. Bugün yaşadığımız, giderek bizi boğazlayan baskıların politik değil, pratik failleri, AKP öncesi dönemde yetiştiler. Bu insanlar, en küçük karakol amirinden, valisine, savcısından mesela Milliyet gazetesinde şu gün içi haberleri özel olarak Kürt karşıtı hale getiren teşkilattan küçük Berkay’ına kadar hepsi, bir önceki dönmeden yetişme. AKP, sizin de söylediğiniz gibi, eski rejimi tasviye etmedi. Onu kendi tarihsel bloku için massetti, içerdi. Onlar hala “iktidardalar”. Bu sebeple AKP, mesela Ombudsman olarak Hrant Dink’e ceza veren bir hakimi atadı. Hrant Dink’e yapılanlara karşı eleştiri, Veli Küçük’lere yapılan eleştiri ile eş değer. Ve AKP’ye karşı eleştiri, mesela bu noktada, rejimin eski sahiplerini, Kürtlerin katillerini eleştiriden geçiyor.
Ayrıca rejimin eski sahiplerini sahiplenip, “terör, vatan, bölündü” lafları edip, bir taraftan da AKP karşıtlığı yapan Sözcü gibi gazetelerin etkinliğini kırmak gerekiyor. Yoksa özellikle örgütsüz çalışan sınıfların AKP’ye karşı ani öfkesi, başlangıçta bu tip, AKP karşıtlığıyla şövenizmi birleştiren demagogların hanesine yazılacaktır. Toplumsal ortalama fikri sola döndürecek ilk ani hareketlenmelerde, özellikle örgütsüz kesimler muhalefette diri duran ve cazgırlık yapan ilk odağa kapılabilirler. Ki bunun için Muarrem İnce’den Emin Çölaşan’a kadar sert bir çekirdek hali hazırda mevcut. Bu çekirdek, yalnızca AKP karşıtlığıyla eritilemez.
İkinci itirazım, burjuvazinin katmanları arası çelişkiler konusunda. Burada bir iş bölümü konsensüsü geçici olduğunu düşünüyorum. Yeşil sermaye kendisine politik olarak o kadar güveniyor ki, karlar azalmaya başladığı anda, daha karlı sektörlere elindeki devlet gücünü kullanarak girmek isteyecektir. İleride ehven-i şer diye TÜSİAD’ın peşinden gidecekler yine olacak. Eğer böyle bir oprasyonlar silsilesiyle karşılaşırsak, muhalefetin TÜSİAD’ın arkasına toplanmasını istemeyiz sanırım.
Ve sonuncu itirazım, dinamizmler meselesinde. Mağdurluk üzerinden bir muhalefet yükselmiyor. Bir anlık bir mücadele yükselse bile o noktaya hapsoluyor ve diğer yerlere sıçramıyor. Habersiz oldukları için değil. Kendi dertleri olmadığını düşündükleri için. Yarın kendi başına gelecek olanı, bugün başkasının başına geldiğinde umursamadığı için. 2001 krizinden beri bunu sayısız kez gözlemliyoruz. Burada sınıfın sınıf olarak var olamama problemi var. Herkes parça parça. Herkes yalnızca kendi derdini umursuyor. Bizim henüz bir “birlikte mücadeleye” değil, bir varolma aşamasına ihtiyacımız var. Bu varolma aşaması, sokak muhalefetinden geçebilir. Belki bir muhalefet birliği, bu hareketi daha da niteliklendirebilir, belki yeniden sınıf refleksleri gösterebilecek bir mücadeleci harekete yol açabilir. Özellikle artık geldiğini kesin olarak bildiğimiz kriz şartlarında. Ama işyerlerinden büyüyen bir muhalefet olmadan sokak muhalefeti, ancak burjuva istikrarı bozacak dalgalanmalar yaratabiliyor. Bunun ana örneğini, sokak muhalefeti dışında sayısız işyeri deneyimi olmasına rağmen, ana odağı hala sokak olarak gören ve çuvallayan Yunanistan’da gördük. Bizim düşünsel olarak nitelikli, ama pratik olarak işyerleri çalışması yapacak muhalifler bulmamız gerekiyor. Aktivistler vs değil. Ve böylesi insanlar ancak o alanların kendisinde bulunabilir. Diye düşünüyorum.
Yusuf Cemal arkadaş,
* Eski rejimle AKP rejimi arasındaki süreklilik ilişkisi hakkında söylediklerinize büyük ölçüde katılıyorum, benim söylediklerimle pek çelişmiyor. Ancak, benim asıl vurgulamak istediğim nokta, AKP-C’yi doğrudan hedef almanın gerekliliğidir. Yoksa güncel bir haksızlığa karşı spontane tepkiler geliştiği zaman bizzat AKP’nin üst düzey sözcüleri de “bu bizim suçumuz değildir, bu sorun bizden öncekilerin yaptığı düzenlemelerden kaynaklanıyor” diyerek veya “biz yapmadık, devlet yaptı” diyerek topu başkalarına atıyorlar. Ben ayrıca, bu sürekliliklerin yanısıra AKP’nin bunları daha da tahkim ettiğinden söz ettim. Bir de benim öne sürdüğüm çözüm, salt AKP karşıtlığını değil, AKP’yle tekelci-burjuvazinin ACİL ihtiyaçlarının örtüştüğü alanlara karşı doğrudan müdahaleyi içeriyor; o yüzden Muharrem İnce ve Emin Çölaşan (bu kişiler ve benzerleri de TÜSİAD güdümlüdür) gibilerin bu alandaki mücadeleyi soğurabilecek bir söylem geliştirmelerini pek mümkün görmüyorum.
* TÜSİAD ile İslami-burjuvazi arasında ileriki bir zamanda ciddi bir çelişme olacağını sanmıyorum, çünkü TÜSİAD, tümden Türkiye kapitalizmi için kritik önem taşıyan FİNANS sektörünü elinde tutuyor ve bu alandaki bütün alternatif yaratma çabalarını baltalayacak donanıma sahiptir; AKP kendi sermayesini ne kadar semirtirse semirtsin, topyekun kriz yaşamamak için bu alana kolay kolay dokunamaz. Aynı zamanda TÜSİAD’ın uluslararası desteği de AKP’nin dayandığı sermaye fraksiyonlarına kıyasla daha güçlüdür. Bununla ilintili olarak, AKP’nin TSK’deki, NATO-dışı inisiyatif kurmaya çalışmış olan unsurları tasfiye etmesi sadece kendi işine yaramakla kalmamış, TÜSİAD’ın da TSK’deki konumunu sağlamlaştırmıştır (zaten TÜSİAD güdümündeki liberallerin Ergenekon ve Balyoz davalarının en radikal savunucuları olmasının nedenlerinden biri budur).
* Emekçi sınıflar içinde, sınıf bilincinin aşama aşama gelişebileceğini düşünüyorum. Bundan ötürü yerellerde, neoliberal düzenin güncel saldırılarının (“kentsel dönüşüm”, sağlık, eğitim, ulaşım vb.) ve valilerin, kaymakamların otoriter uygulamalarının vb. güncel çelişmelerin sınıf için daha öğretici olduğuna inanıyorum. Bence bugünkü aşamada, önce buraya müdahale ederek kitleyi hareketlendirmenin (hele Türkiye gibi bir yerde), daha sonraki aşamalarda ise işyeri örgütlenmelerine ve yerelde komünal yaşam ilişkilerine doğru geçişin faydalı olacağını düşünüyorum. Toplum durağan bir yapı olmadığı için, onun içinde inşa edilecek mücadele-yapılarının ve yeni yaşam-ilişkilerinin de durağan/donuk/genelgeçer bir modele değil, güncel ihtiyaçların getirdiği araçları üretebilecek, akışkan ve amorf bir doğaya sahip olmaları gerektiğini düşünüyorum.
Sevgili Akın, Ergenekon’da yargılanan sadece birkaç eski kontrgerillacıdır (Veli Küçük mesela). Ama Veli Küçük’ün şefi Korkut Eken dışardadır ve AKP’nin himayesi altındadır. Veli Küçük gibi unsurlar Ergenekon davasına, inandırıcı olsun diye kondu ve zaten bunlar ulusalcı çizgiye kayıp AKP’yle çatıştıklarından işe yaramayacaklardı, hükümet onları kolayca harcadı. Ama senin “derin devlet” dediğin gerçek kontrgerilla, bırak yargılamayı, tam istim çalışmaya devam etmektedir AKP-devletin hizmetinde. Bugün de işbaşındadır. Solculara ise “Ergenekon” adlı bir horoz şekeri vererek aldatmışlardır. Hrant Dink cinayeti, AKP-Devlet’in emri altında faaliyetini sürdüren kontrgerillanın marifetidir ve bu katiller bugün de himaye altındadır. Ama ne oluyor: Hrant Dink cinayetinden sonra “Hepimiz Ermeniyiz” diye yazı yazan İlhan Selçuk Ergenekon sanığı olarak yargılanıyor, ama gerçek katillerin azmettiricisi konrgerilla bu yargılamanın tamamen dışında.
Türkiye’de insanlar birbirinin yargıcı,gardiyanı ve celladı gibi.Herkes düşünce özgürlüğünün, aklın bağımsızlığının karşısında.Adı sağ ya da sol olsa da her hareket zamanla inanç sistemi haline geliyor. Ve bu inancın değerleriyle karşımızdakini yargılıyoruz,denetlemeye çalışıyoruz ve cezalandırıyoruz.Bu yüzden Gün ZİLELİ, Kürt sorununu ele alınca bölücü,Ergenekon yargılamalarını eleştirdiğinde Kemalist,Stalin eleştirilerinde dönek olabiliyor.
Birilerini bu kadar rahat yargılayabilmek garip geliyor. Hangi kimlikle çıkarsanız çıkın,birileri, bir yerlerde acı çekiyor ve haksızlığa uğruyorsa ve siz de buna mantıki haklı sebepler arıyorsanız ,vicdanınız sadece size benzeyenler için çalışıyorsa söylenecek pek bir şey kalmıyor!
Yapılan bir Stalin değerlendirmesi ya da Stalin-in aşılması değildir.
Teslim olmanın ve kıyıya çekilmenin,düzene uymanın kılıfını oluşturmaktır.
Bakıyoruz bütün dönekler,teslim olanlar işe Stalin-le başlıyor ve sosyalizme,devrimlere küfürle bitiriyor ve düzene teslim oluyor.
Anarşizm gevezelikleri bu bağlam içinde bir kılıftır.
Ya da AKP-nin anarşistleri,Troçkistleri olmaktan öteye gidilemiyor.
Zileli ruhunu rahatlatmak için “Silivri-ye gitmekten ” söz ediyor.yoksa devrimci bir duyarlık yok.
Devrimciler gericilikle savaşırken Zileli savaşı penceresinde izliyor.
Devrimci olsa atlar Silivri-ye giderdi ve herkeste o-nu alkışlardı.
Durum budur.
Sen 1920lerden itibaren tum sola hakim ol. Her muarizini karsi devrimcilikle sucla. 80 yil isci devrimleri bastir. Senin kontrolundeki tum devrimler yozlasma ne kelime kapitalizmin kurtaricisi olsun. Sonunda mariinal bile denemeyecek pozisyona getir tum solu. Sonra da baska yol arayanlari yine karsi devrimcilikle sucla. Bu ne yuzsuzluktur beyim?
Kim karsi devrimci? 80 yildir arpa boyu yol alamamis, sosyalizmin adini iki paralik etmis sen mi, senin haltlarini temizlemek icin yol arayip kafa patlatan bizler mi? Isine yuru Ayanoglu, isine yuru…
Sizler bir Stalin eleştirisi yapmıyorsunuz.
Yaptığınız sosyalizme karşı KÜFÜR YAZILARI yazmaktır.
Zileli işe Stalin-le başladı,Marx-la bitirdi ve anarşizme demir attı.
Zileli ve benzerleri her yazısında devrime ve sosyalizme KÜFÜR YAZILARI yazıyor.
Y.Cemal gibileri ise yazdıklarıyla Zileli-yi artık hiç rahatlatamıyor.
AKP-ye teslim olmuşsunuz.
AKP-nin ve F TİPİ-nin yarattığı ortamda yaşayabiliyorsunuz.
İşiniz ve yolunuz bu.
Teslim olmak ve devrimcilere küfretmek.
Ama artık geminiz batıyor.
İşte Taraf..
İşte hal-i pür melaliniz.
Stalin baska sinifin babasi. Burokrasinin babasi. Elestirisi de sert olacak, normal elestiri olmayacak tabi ki. Nasil cildirmis Alman kucuk burjuvazisinin lideri Hitler’i lanetliyorsak, burokrasinin sefini de lanetlememiz gerekiyor. Oyle ayri gayrilik olmaz. Sen hala burokrasinin oz fikirlerini savunuyorsan gecmis olsun. Kalmadi ama o sinif. Cin civarinda var diyolar. Buralarda baska sinif bulmaniz gerek. Hayir ortada ortaklasmis proleterya ideolojisi felan olsa, dukkan sizin. Buyrun. Ama gelin de diyemiyoruz. Ortalik toz duman. Siz hele bir bekleyin, o isi halledince doncez biz size.
Döneceğiniz kadar dönmüşsünüz zaten.
Artık başka dönecek yeriniz de yeniniz de yok.
Vardığınız yer Marx-ın deyişiyle “Kral-ın soytarısı olmak”tır.
Bugün de AKP-nin anarşizmi olmaktır.
Bidiğiniz de zaten iki buçuk tümce.
“Stalin-le Hitler aynı” saçmalığı.
Bu kafa yapısı da ancak karşı-devrimciliğe özgüdür.
Ayni degil Ayanoglu. Okudugunu anlamak icin daha gayretli olmalisin. Anlaman icin aciklayayim. “Marx, Gotha Programinin Elestirisi’ni yazarken, “bu Alman Sosyaldemokratlari ve Lasalcilar kim oluyor da beni isin icine katmadan parti kuruyolar? Ben de bunlarin programlarini incik cincik elestireyim bari, demis.” olmali” bir elestiridir. Komik bir elestiridir ama Gotha ve Erfurt programlarinin elestirisini ilk okuyan herkes bu ilk yargiya ister istemez kapilir.
Bu tur bir elestiri, partinin Ekim devrimi sirasinda merkez komitesinde olan herkesi oldurten, burokrasiyi dolu dizgin somuru yapacak konuma getirmis, sirf birikim yapabilmek icin koylerde politikayla iliskisi bile olmayan milyonlari, kentlerde grev yapan iscileri olduren ya da toplama kamplarina atan birisine yapilamaz. O tur birisine ancak toplama kamplarinda yine milyonlari oldurten birisine yapilan turde bir “elestiri” yapilabilir.
Simdi, eger bunlar olmadi, merkez komitesi imha edilmedi, burokrasi iktidara oturmadi, milyonlarca koylu, isci ve entellektuel oldurulmedi, 1933te Hitler’in iktidara gelisine goz yumulmadi, 1939da Hitler’le Stalin Polonyayi paylasmak uzerine pakt yapmadilar, 1936da Ispanyol devrimi, 1943te Yunan devrimi, 1979da Iran devrimi vs. satilmadi, 1953te Dogu Almanyada, 1957de Macaristanda, 1968de Cekoslavakyada isci devrimleri bastirilmadi, 1980de Polonyada iscilere karsi darbe yapilmadi, diyorsan bunca olayi nasil aciklayacagini anlat. Isin baya bir zor, benden soylemesi. Yoksa “Konusulamayacak olan uzerinde susulmali”
Hitler faşizmiyle,Faşizmi ezen sosyalizmi aynı göremek için ancak karşı-devrimci olmak gerekir.
Devrimci Parti hata yapmaz değil.
Hatalar karşı-devrimci konumlanmanın gerekçesi yapılırsa sonuç dönekliğin ideolojisini savunmak olur.
Kendine sosyalist diyen herkesin peşinden gideceksek, Hitler’in ‘Nasyonal Sosyalizm’ (Ulusal Sosyalizm) safsatalarına da inanıp, onu da sosyalist ilan etmemiz mümkün, Ayanoğlu’nun mantığına göre.
Hitler fasizminin iktidara gelmesine on ayak olan Stalin’dir. Hata degil, burokratik manevralar yuzunden. Sonra Molotov-Ribbentrop pakti imzalaniyor. Polonya paylasiliyor. Ardindan Almanlar SSCBye saldiriyor. Ta Kafkasyaya kadar ellerini kollarini sallaya sallaya gidiyorlar. Ustelik bazi bolgelerde halk da Almanlara yardim ediyor. Leningrad tek basina kaliyor. Stalingradsa butun SSCBnin gucunu yogunlastirdigi yer. Ve Almanlar ideolojinin sacmaligina kapilip orada israr ediyorlar. Ardindan tabi ki kocaman bir hinterlandi olan bir ulkenin, hinterlandsiz bir baska ulkenin ordusuyla kapismanin klasik sonucudur. Yavas yavas gucler tersine doner ve savunmada ama devasa kaynaklari olan ulke digerini yener. Napolyonun Rusya seferi, Balkan Savaslarinda Osmanli, Cengiz ve ogullarinin Araplara dalmasi… Daha sayayim mi? Hitlerin istedigini almasina imkan yok. Bu Stalin’in mi eseri simdi?
Adam Hitlerin iktidar olmasina on ayak oluyor. Okusana su Jan Valtin’i. Hayatinda bir kez ayni olayi baska kaynaklardan oku. Ya da okuma bosver. Boyle kal sen. 100 tane soru sordum. Bir tanesine bile cevap vermedin. Ama icin hala rahat. Demek ki iceride tutarlilik, gercegi bulma istegi ve dolayisiyla devrimcilik acisindan bir eksiklik var. Nasil olacak sizlerle bu is? Nasil? Devrimin kendisi, insan karakterini duzeltir mi acep?
Ayrıca Hitler faşist değil, nasyonal sosyalistti. Nazizm ile faşizm aynı şey değildir.
Y.Cemal aslında Hitler-i destekliyor.
Y.Cemal neredeyse Hitler-e Stalin-i yenemediği için yazıklanıyor.
Her sözünüzde karşı-devrimci niteliğiniz boyveriyor.
“Hitler fasizminin iktidara gelmesine on ayak olan Stalin’dir.”
Bu sözünüzde caheletin ötesinde…
Bahse girerim Hitlerin iktidara nasil geldigine iliskin en kucuk bir sey okumamissin. Hic incelememissin. Sosyal demokratlara sosyal fasist dendigini, KPDnin ilk basta Nazilerle ortak eylemler yaptigini, bir referandumda fasistlerle birlikte oy kullandiklarini, Thaelmann’in Hitler ilk iktidara geldigi gun “Bu Hitler’in en mutlu gunu. Artik dususu basladi” dedigini, dedikten gunler sonra Reichtag yanginini ve ertesi komunist avini hic duymamissin.
Tabi aklina asla su soru gelmedi: Kac milyon uyesi olan KPD Nazilere nasil olup da yenilir? Nasil olur da elini bile kaldiramadan milyonlarca komunist toplama kamplarina atilir? Aklina bu sorular asla gelmez. Cunku size soru sorma, akil yurutme degil, itirazsiz kabul, din gibi ideolojiye tapinma, itiraz edenlere kufur etme ogretiliyor.
Diyorum ya, nasil olacak sizlerle bu is? Bir sosyalistin bir komunistin bir anarsistin kafasinda olan sey, Aydinlanmanin solda sifir kalacagi bir donusumdur. Daha, rasyonel dusuncenin ilk asamalarinda bile olamayanlarla nasil olacak bu is? Moral bozucu…
Siz hatalardan devrimciler küfretme dersi çıkarıyorsunuz ve tarihi,toplumsal olguları çarpıtıyorsunuz.
Konunun özeti şudur ..
14 Eylül 1930 Seçimleri :
Nazi Partisi : 107 Milletvekili ( Milletvekili sayısı 12’den 107’ye çıkıyor.)
Alman Komünist Partisi : 77 Milletvekili ( Milletvekili sayısı 54’den 77’ye çıkıyor.)
Sosyal Demokrat Parti : 143 Milletvekili ( Milletvekili 152’den 143’e düştü.)
31 Temmuz 1932 Seçimleri :
Nazi Partisi : 230 Milletvekili
Alman Komünist Partisi : 89 ”
Sosyal Demokrat Parti : 133 ”
6 Kasım 1932 Seçimleri :
Nazi Partisi : 196 Milletvekili
Alman Komünist Partisi : 100 ”
Sosyal Demokrat Parti : 121 ”
Hitler 30 Ocak 1933’te şansölye olarak atandı.
Her hangi bir darbe olmamıştı.
Bir “Roma Yürüyüşü” de olmamıştı.
Yeni Hükümetin 12 üyesinden 3’ü Nazi idi.
27 Şubat 1933’de Reichstag yangını çıktı.
Sola karşı bir saldırı başlatıldı.
Alman Komünist Partisi lideri Thalmann 3 Mart’ta tutuklandı.
Ardından Komünist Parti kapatıldı.
22 Haziran 1933’de Sosyal Demokrat Parti kapatıldı.
14 Temmuz 1933’de Nazi Partisini tek siyasal parti kabul eden kararname çıktı.
( E.H.Carr,Komüntern’in Alacakaranlığı,İletişim Yayınları,Sy: 42,84,102,109,115,120 )
Son seçimlere kadar Komünistlerle Sosyal Demokratların milletvekili toplamı hep Nazi Partisinden fazlaydı.
Ama bu iki Parti Faşizme karşı birleşemedi.
Cok guzel! Cok guzel! Simdi bir de o iki partinin neden is birligi yapmadigini soyle. KPDnin sosyal demokratlara sosyal fasist diyerek bu isi imkansiz kildigini, oysa Leninlerin Kornilov ayaklanmasi sirasinda yaptiklari gibi birlesik cephe taktiklerine sahip olsalar Nazileri ezebileceklerini soyle, bu sosyal fasizm sacmaliginin nereden kaynaklandigini soyle. Bunu soyle, bitsin bu iskence…
Merhaba Ciraci, aradaki yazismalar sebebiyle konu biraz dagildi. Neyse, benim anlatmak istedigim suydu: Elbette AKP’den sonrasi icin kendi planlarimiz olmali. Ama AKP iktidari yikilirken secim sistemleri, demokrasi fikrine asiri bagimlilik, yerlesmis gelenekler vs. sebebiyle Kurt sorununda oyalamaci ya da milliyetci, devlet yonetme zihniyetinde kati bir baska alternatifin ortaya cikacagini, egemenlerin de bu alternatife meyledeceklerini dusunuyorum. Yani bir sol ruzgar ortaya cikmazsa ve hatta oyle bir duruma ragmen bu ikincilerle hayatimizin bir bolumunde karsilasacagiz. Tabi ki AKPnin sonunun, bizim tarafin buyumesi ile gelmesini istiyoruz. Ama bunu garantilemek icin bile parlamenter/burjuva alternatifleri olasilik disi birakmaliyiz. Islamci partiler, entegrist ideolojileri sebebiyle iki partili Amerikan sistemine yatmaya meyilliler. Kendi alternatiflerini laik-otoriter baska bir odak olarak goruyorlar. Bu tersten okununca su demek: Eger biz degilsek bari onlar yonetsin. Bu iki partili/odakli sistemi oturtulmadan alternatif disi birakmak gerektigini dusunuyorum. Onun onunde sagda MHP gibi, solda BDP gibi cok ciddi engeller var. Ama 1970lerde MCleri yaratan o cok partili iki odakli ruh hali oturabilir. AKP hala bunu dayatiyor. Bir ara darbeci egilimler varken, bu noktaya yakalanmistik. BDPnin varligi o durumu kirdi. Ama bu her seferinde sansimiz yaver gidecek demek degil kuskusuz. Boyle bir durum olusursa kirilmasi cok cok cok zor olacaktir bizim icin. Gecen sefer darbeye kadar kiramamistik mesela.
Zaten grev, gosteri, eylem pratigini dusunursek AKP ana gucumuzun yogunlasacagi nokta olacaktir. Ama elestiri, toplumsal etkinliligin zihinleri etkilemekte kullanilmasina gelince bu noktalari hesaba katmaliyiz diye dusunuyorum.
Isyerleri orgutlenmelerini ise ana isimiz olarak gorme egilimindeyim. Cunku postdemokratik hukumetlerin -Berlusconi-Sarkozy-Tayyip – sokak gosterilerinden cekindikleri yok. Onlari normal hukumetlerden cok daha dusukk duzeylerde etkiliyor. Cunku bir noktada kaybettiklerini baska bir noktada kazanacaklarini biliyorlar. Efendi soylemine hakimler ve histerik karsi cikislara karsi serbetliler. Dolayisiyla onlara karsi gercek bir yaptirim uygulayabilmek icin iflahlarini kesecek, onlari inim inim inletecek yollar gerektigini dusunuyorum.
Benim savunduğum “reçete” bahsettiğiniz “laik-otoriter” kesimlerin de kendi aralarında bir sınıfsal ayrışma yaşamasını ve bir bölümünün dönüşüm geçirerek yüzünü yeniden emekçilere, ezilenlere dönmesini öngörüyor. Bu eğer başarıya ulaşırsa, sistemin AKP-sonrası için laik-otoriter bir alternatif yaratma çabasını da baltalayacaktır. Başarılı olup olmayacağı hakkında şimdiden bir şey söyleyemem, çünkü soldaki öznelerin, bahsettiğim “inşaat ve enerji yatırımları yoluyla birikim” modeline karşı tepkileri şimdilik ya homurdanma benzeri ya da yerel bazda “dostlar alışverişte görsün” benzeri tepkilerle sınırlı. Onlar da (en azından ekonomistleri) bu alanda neyin gelmekte olduğunun farkındalar ama onlarınkisi şimdilik “anestezik farkındalık” seviyesinde.
İşyeri örgütlenmeleri meselesine gelince… Tabii ki bu tarz örgütlenmelerin (ve diğer yatay örgütlenmelerin) nüveleri şimdiden oluşturulmalıdır (yakın zamanda dünya çapındaki halk hareketlerinin sistem içi unsurlar tarafından “çalınması” bize bu tarz nüvelerin gerekliliğini göstermiştir); ancak bu tarz örgütlerin kitleler içinde “popüler” hale gelebilmesi için bir önkoşulun var olduğunu, o önkoşulun da kitlelerin ayağa kalkması ve aranış içine girmesi gerekliliği olduğunu düşünüyorum. Occupy eylemlerinde, Öfkeliler hareketinde, Tunus’ta, Mısır’da kitlelerin ayağa kalkması, aynı zamanda onların yeni tip hiyerarşisiz örgütlenmeleri de el yordamıyla keşfetmeleri (normal koşullardaki keşfetme sürecinden kat kat daha hızlı bir şekilde) için birer fırsat sunmuştu. Bana kalırsa, ilk önce o aşamaya çıkmak, bugünün önceliğidir. Sokak gösterileri hakkındaki görüşlerinizde katıldığım noktalar da var; mesela sendikaların sırf “biz iş yapıyoruz” demek için düzenlediği göstermelik ruhsuz eylemler, sekter sol yapıların takvimdeki önemli günlerle sınırlı eylemleri, imza toplama, basın açıklaması vs. bunları ben de etkisiz buluyorum. Fakat bunların dışında istisnai sokak eylemleri de yaşanmıştır; Tekel direnişi, BDP’nin 2011’deki sivil itaatsizlik eylemleri, Hopa direnişi, Hatay’daki savaş karşıtı eylemler, bunların hepsi sistemi gerçekten ürkütmüştür. Bence bu eylemler ile etkisiz olanlar arasındaki farklar ve bu farkların nedenleri iyice incelenmeli, detaylı bir şekilde analiz edilmelidir.
Çıracı’nın örnek verdiği eylemlere bir kaç ay önce Gaziantep’teki sendikasız grevi, daha önceki 29 Mayıs birliğini ve Savranoğlu direnişi, HES karşıtı hareketler vb. gibi süreçlerde ekolojik bir alt yapıya da sahip bilinç sıçramalarını da eklemek gerekir. Şahsen ben, örneğin Savranoğlu grevinde işçilerin dereye düşen grev-kırıcıları boğulmak üzereyken kurtarmaları kadar içi dolu ve anlamlı bir eylem hatırlamıyorum.
Bence çıracı yine de sekter dediği sol yapılara haksızlık etmektedir. Teorik olarak etkisiz olan ve pratikte yetersiz olan bazı radikal gruplar yine de varlıklarını göstermek ve sempatizanlarını yanına çekmek için bu tür uygulamaları sürdürebilirler, bu doğal karşılanabilir. Ayrıca özel günlerde pek çok fraksiyon bir arada eylem düzenleyebilmektedir, bu olumsuz bir şey değil.
Silivri’de barikat farklı taraftakilerin de, yukarıda sözünü ettiğimiz düzen-karşıtı kalkışmalara karşı; emekçi ve ezilen halkı içi boş sıfat ve temalarla birbirlerine kırdırmakta birleştikleri ortadadır.
Ancak mesele, AKP’nin- hepimizin katılacağı üzere şu anki iktidar partisinin-; parlementer rejimlere özgü tipik bir muhafazakar parti mi, yoksa bir baskı rejimi kuran bir olağanüstü hal partisi mi olduğudur. Şu son muhteşem yüzyıl olayında olduğu gibi, para kazanma amaçlı, aşk-entrika-sex üçgenindeki bir dizi bile yargıya taşınma noktasına getirildi. Bu ikinciye bir işaret. Bence bu gibi olaylar, muhafazakar partilerin sermayeyi yakınında toplarken bir yandan var olan büyük şirketlerin de çıkarlarını kollamak gibi geleneksel politikalarından öteye geçildiğine işaret ediyor.
Türkiye’de tarihsel olarak bir baskı rejiminin zaten bulunduğunu ve 2000lerde kısmen bir iyileşme bile olduğunu düşünerek, bu konunun da tekrar ele alınması gerekiyor. Toplemsal eğilimler ve alışkalıklardaki değişim ve ciddi kesimlerdeki genel muhafazakarlama da göz önüne alınmalı…
*”barikatın iki tarafındakilerin de” olmalıydı.
sadece sayılar vererek tarihsel bir olayı eleştirmek bana hiç yapıcı bir tutummuş gibi gelmiyor.bunu burjuva bilimciler yeterince yapamıyorlar mı ki…¿
bu yazıyı okuduktan sonra aklımda kalan stalinin cani bir insan olduğu,hitlerin ise ondan daha merhametli davrandığı oldu.
eleştiride staline ya da hitlere destek veren onların sırtlarını sıvazlıyanlardan yani halktan söz edilmiyor.iyi de hitler büyük bir halk desteğini arkasına alarak iktidara gelmedi mi¿stalin iktidarı boyunca yaptıklarını alkışlayan bir halk desteğine sahip olmadan mı bunları yapmıştır¿
hep baskıdan şiddetten söz ediliyor iyi de bu yöntemle hangi devlet ayakta uzun süre kalabilmiştir ki¿
bu tür eleştiriler pasif nihilizmin ötesine geçmiyor.
bildik bir alim hastalığı,suya sabuna dokunmadan sadece eleştiri yazıları yazmak…
sonuç bir tür katarsis…
seyirciler derin bir rahatlama yaşıyor ve kaldıkları yerden devam ediyorlar.
günün bir anarşist olarak stalin saplantısını da anlamıyorum.devlet karşıtı biri,kişiye mi saldırır yoksa devlete mi¿
devletin zehirlediği, kendilerine yabancılaştırdığı bireyleri devlete karşı savunmak mı daha doğrudur yoksa bireylere yani iktidar karşısında küçültülmüş çaresizleştirilmiş kişilere saldırarak birokrasi eleştirisi yapmak mı daha anarşist bir tutumdur¿
bana ikincisi daha gerçekçi ve devrimci geliyor.
Stalin saplantım yok. Ben Stalin derken bunu Stalin’in şahsıyla kısıtlamıyorum. “Stalin Yargılanıyor” adlı oyunumu okursanız, orada da göreceksiniz ki, herhangi bir durumda Stalinist rejim Stalin’i bile yargılabilirdi, bunu anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla ben Stalin’in şahsından çok o dönemki devlet rejimini eleştiriyorum. Yanlış anlaşıldığıma göre derdimi iyi anlatamamışım demek ki. Öte yandan, ben o bildiğiniz kestirmeci anarşistlerden oldukça farklıyım. Her küçük farklılığın inceden inceye saptanması gerektiğini düşünürüm. Bu yüzden de, Lenin dönemini de şiddetle eleştirmekle birlikte, bu dönemle Stalin dönemi arasında fark görürüm. Bizim anarşistlerin çoğu ise kestirmecidir. Devlet de geç, oh ne kolay. Son bir nokta da şu: Benim Stalin dönemi üzenrinde yoğunlaşmamın esas nedeni, Türkiye solunun (nasyonal sosyalist İP ve Türk Solu çevresi de dahil. Siz kürtlere o kadar küfür eden ırkçı Türk Solu’nun hiç Staylin’e bir laf ettiğini duydunuz mu?) esasen ve halen
Evet ayni noktadan bahsediyoruz. Ben de tam olarak o laik-otoriter cephenin olusamamasi icin, onlarin ideolojilerini de elestiri silahiyla vurmamiz gerektigini dusunuyorum. AKPyi ve yaymaya calistigi “kapitalist mutasyona ugramis islam” ideolojisini elestirimizin merkezine alacagiz. Hatta otantik islam, kadim dini anlatarak bize yandan destek veriyor simdiden. Bekaroglu gibilerini ve Numan’larin entegrasyonunu bu sekilde okumak gerek. Ama ikinci cephenin ideolojik tutkalini, yani onlarin tarihsel blokunu bir arada tutan ortak soylemi de hedef almaliyiz. Bu olmadan 1970lerin Karaoglan demagojisine yakalanabiliriz. Yani emek yanlisi sozler soyleyip, zaten nice mucadelelere konu olan kazanimlari resmilestirip, yine de 2. Cephenin ideolojisini tasiyan bir liderlik bu hareketi massedebilir. Bir takim muhalif unsurun Kilicdaroglu’ndan umut beklemesi bu ihtimalin hala varoldugunu gosteriyor. Neyse zaten bunlarin hepsini ayni anda “biz” yapamayacagiz. Belli ki bir is bolumu kendini dayatacak.
Benzer bir sekilde, Gaziantepi saymazsak, cunku o diger turden/kadim anglo-sakson anarsist/sosyalist literaturdeki “direct labor action” yontemine dayaniyor, diger eylemleri incelemek gerek gercekten. Ben korkmalarinin yeterli olmadigini dusunuyorum. Benim gorebildigim iki net geri adim oldu, biri kurtaj meselesinde, digeri kidem tazminatinda. Ilkini zaten Uludere icin ortaya attiklari belliydi. Ama geri adim, geri adimdir. Attiklarina gore bu tur eylemler bir sekliyle ise yariyor demektir. Bu yol dusunulmeli. Keza HES mucadelelerinde de yerel duzeyde kazanimlar elde edildi. Ama net geri adim sayilamaz. Ikincisi ise bariz yerel secimler manevrasi idi. Secimlerden sonra yeniden karsimiza dikilecek. Ben de tam da bu noktada bu tur isyerleri aglarinin populerlik kazanmasini beklemeden, bir genel grevi hazirlamak gerektigini dusunuyorum. Su ana kadar disaridaki eylemler gercekten isyerlerindeki muhaliflerin yalnizca gucunu tuketti.
Burada irade koymak, durdugumuz yerle ilgili cogunlukla. Isyerlerine gomulu, sisteme ayak uydurmus muhalif calisanlari disaridan bir genel greve vs. hazirlamanin yolu yok. Disaridaki eylemler iceride yanki bulmuyor. Yani biz o eylemleri ballandira ballandira anlatinca insanlarin ilgisi cekiliyor tabi. Ama cay molasi/oglen tatili sirasinda mesela kidem tazminati tartismak, HES eylemlerini tartismaktan daha populer oluyor. Calisanlara dogru ilerleyen sokak eylemleri konusunda kesinlikle sizden farkli dusunuyorum. Hatta tam tersine buyuyen sokak eylemlerinin cogunun gelmekte olan calisan hareketi eylemlerinin bir parcasi oldugunu dusunuyorum. Ama bu cok cok cok uzun bir tartisma.
Isin guzeli, bu tartismayi baglamak da gerekmiyor. Cunku daha onceki konuda oldugu gibi bir isbolumune gitmeliyiz. Herkes durdugu yerden bu ise girisebilir. Biz mesela azicik akla geliyorsak hafta sonlari ya da saat 7den sonra yapilan basin aciklamalarina gitmeye calisiyoruz. Simdilik isyerlerinde yapilacak seyler ise cok kisitli. Sabirla ag insa etmek, buralardaki muhalifleri de disariya bakmaktan cok iceride bir seyler yapmaya ikna etmek gerekiyor…
stalinci bir çizgide olmasıdır. Stalin’de ısrar eden bir sol eninde sonunda İP’in ve Türk Solu’nun girdiği nasyonal sosyalisüt raya girecektir. Nitekim bugün Rusya’daki Stalinciler de çarcılarla bir kızıl-kahverengi ittifakı kurarak aşırı Rus büyük şovenisti bir çizgidedirler.
Ya yine adimi unutmusum. Anlamissinizdir ama.
Bence o malum cepheye yönelik eleştiri cephaneliğimizin çoğunluğunu, onların yükselişe geçeceği bir döneme (böyle bir dönem olursa) saklamalıyız; çünkü AKP, eski rejime dönük eleştirileri kendi yararına “çalmayı” ve bunu kullanarak kendi rejimini meşrulaştırmayı çok iyi biliyor. Deneylerle ispatlanmıştır…
Farklı eylem ve örgütlenme tiplerinin arasında işbölümü düşüncesini ben de destekliyorum, ben sadece dönemin ihtiyaçlarına göre belli eylem tiplerine ve belli hedeflere öncelik verilmesi gerektiği kanısındayım. Bahsettiğiniz işyeri örgütlenmeleri hakkında ise bilgim çok zayıf.
Hele şu bizim, üniversitede vize dönemi geçsin, bunun üzerinde düşünmeye ve araştırmaya daha çok zamanım olacak…
Eylem, Stalin ya da Hitler’in aslinda bir kisim da olsa “halk” destegiyle hukum surebildigi acik. Ama bu mantigi “devlet” dusuncesine de uygularsak, ortaya soyle bir durum cikiyor: Devlet “halk”i arkasina alarak, bireyi eziyor. Eger bu cumlede tirnaklari kaldirirsak bu bildigimiz mahalle baskisinin resmi ve tabi ki yaptirimlari daha agir hali oluverir. Dolayisiyla tirnaklari kaldirmamak gerek. Yani burada kullanacagimiz mantikta “halk”i gercek bir kisilik gibi ele alirsak, devlet baskisi demokratik dusuncenin hedefledigi toplumsal baski anlamina bile gelebilir. Dolayisiyla, buradaki celiskiden kacabilmek icin dahi, Stalin’i destekleyen “halk”in ne menem bir sey oldugunu incelememiz gerekiyor.
Ben o doneme baktigimda, Stalin’i destekleyenlerin (Yani Stalin’in kurdugu tarihsel blogun) burokratlar, Stahonovizmden yararlanan nitelikli isciler -yani o donemin muhendisleri, teknisyenleri, ustabaslari vs.-, koylerinden yeni koparilmis koyluler oldugunu goruyorum. Niteliksiz isciler, koylerinden kopmamis koyluler ise burada baski altina alinan kesimler. Ic pasaport yasalariyla, grev yasaklariyla, zorunlu gorevlendirmelerle niteliksiz is gucu, kulaklara karsi yapilmis butun saldirilarla zengin ya da yoksul tum koyluler hedef haline getirilmis.
Kim uyguluyor bu baskiyi? Anilari okuyunca, mesela Ginzburg’unkini, goruyoruz ki, emrediciler nitelikli is gucu ve uygulayicilar tum entellektuelizm dusmanligiyla koylerinden koparilmis koy kokenli gorevliler. Onlarin ustunde burokratik bir sinif oldugunu arada sirada hissediyoruz.
Ki bunlarda Gun Zileli’nin diger yazilarini ve kastettiklerini hic bilmesek bile, zaten onun aslinda Stalin dedigi zaman bir kisiyi kastetmedigini gosteriyor. Kaldi ki burokrasi Stalin’i yargiliyor bile. Ama ancak onun olumunden sonra. Olumunden once benim bildigim kadariyla 1929 kitligi sirasinda, cok kisa bir donem Stalin’i ucurup yerine baska birini gecirmek konusuluyor acik acik. Ama Stalin gidince yerine Trocki’nin gelme ihtimali agizlara alindigi anda, tum burokrasi o sirada kontrol altina alabilecegini dusundugu Stalin kliginin arkasina geciyor. Tabi bunun bedeli 1937den itibaren burokrasinin de hedef tahtasina gecmesi oluyor. Bunda bir celiski yok. Tipki bonapartist rejimlerde burjuvazinin siyasal temsilcilerinin baski altina alinmasi gibi, siyasal olarak etkin olan burokrasi hedef tahtasi haline geliyor. Ama siyasetle “Sefin dedigi olur” mantigiyla hareket eden ve Stalin kliginin bir dedigini iki etmeyen burokrasi ihya oluyor.
Kisacasi “devlet versus birey” fikri, siniflari konu almazsa, o konumlari incelemezse, liberal-demokratik fantaziye yaklasabilir. Ki bu kendi basina kotu bir sey olmasa da sonucta dunyayi algilamada ve onu degistirmede problem yaratacaktir, diye dusunuyorum.
Gün Abi Gınzburg’un kitabından hep yukardaki alıntıyı yapıyorsun ama bence anafora doğrudaki yazınla ve yorumlarla örtüşen en çarpıcı örnek sayfa 62’deki şu kısım;
“Sorgucu benim tutumumun hatalı olduğu konusunda aralıksız aşağı yukarı on dakka bir nutuk irad etti. Herşey bir yana GESTAPO’nun elinde değildim ya. Orada olsam gururlu sesizliğimi korumam, tutanakları imzalamayı ve örgütümün isimini reddetmem,son derece doğruydu. Fakat burda bizim hapishanemizdeydim. Bütün ciddi hatalarıma rağmen yürekten bir komünist olduğumdan emindi. silahsızlanmalı partinin önünde diz çökmeli, tepkisel coşkun doğam nedeni ile katıldığım ülke çapındaki bu alçak gizli örgütün ismini vermeli ve çocuklarımın yanına dönmeliydim…”
Burdaki sorgucunun taktik icabı ortaya koyduğu yaman çelişki korkunç ve reel bir durum bence. Neticede Gestapo elindeki bir komünist tüm işkencelere rağmen karşıt görüşün elinde olduğundan faşizme karşı iç direncini çok üst seviyede kurabilir. Fiziki işkence altında “kahrolsun faşizim” vb. sloganlar atarak çözülmenin önüne geçebilir direnmenin onurunu yaşayabilir yada tırnak içinde mutlu olarak kendini feda edebilir ölüme gidebilir. Oysa Ginzburg gibi kitabın başında parti üç kere öl diye emretse üç kere ölürdüm diyen o ana kadar olan hayatını partiye adamış kendini tam bir komünist olarak hisseden bir insanın kendine komünist diyen insanlar tarafından gördüğü işkence karşısında yaşadığı içsel/duygusal çöküş ve kendi inandığın fikrin sorgucuları tarafından işkence görmek en büyük içsel yıkım diye düşünüyorum. Bence NKVD’nin elinde olan ve o şoku yaşayan bir partilinin yine tırnak içinde direnmenin mutluluğu ile kendini feda etme ve fikri için ölüme gitme şansı bile yok. İronik olarak söylemek gerekirse kitaptaki alman komünisti kadının gestapodan ve NKVD’den gördüğü işkence izlerini ayrı ayrı gösterirken insanın kadın keşke gestapoda ölseymiş devamını yaşamasaymış diyeceği geliyor.
Üç dört yıl önce 12 Eylül dönemini araştıran gazeteci bir arkadaşım “bazen en fazla ekim ayında devrim olacak diye düşünen ve 11 eylülde faşistlerle çatışırken bu düşünceler içinde ölen bir acilciler fraksiyonundan bir devrimcinin, 13 eylül ve devamını gören bir acilciden daha şanslı olduğunu düşünürüm” demişti. Stalin yargılamalarını görmeden ölenler yargılama sürecini görenlerden daha şanslıdır herhalde. Sanırım Silivridekiler için sorduğun sorunun bir cevabıda şu “jandarmanın gazı ile polisin gazı arasında bir fark var jandarmanın gazı daha ağır daha acı ve daha çok içsel tahribat yaratıyor”
Silivriye gidenleri ve silivridekileri daha ağı eleştir, bu kişilere mağdur zamanlarında nefretini kus ısrarıda bana;
Oğuzhan Müftüoğlu’nun Bitmeyen yolculuk kitabında yazan şu anısını hatırlatıyor ” Oğuzhan Müftüoğlu ve Dev-Yol merkez komitesinin tamamına yakını Siyasi polisin eline geçmiş ve işkence altındayken. TKP’liler Kızılayda “bir DEV’in Çöküşü” diye bildiri dağıtıyor ve Siyasi Polis Bu bildiriyi işkencede Oğuzhan Müftüoğluna karşı kullanıp bundan direncini kırmak için faydalanmaya çalışıyor.”
konjektürel nedenlerle dahi olsa iktidarlara karşı direnen insanlar için direniş ruhuna zarar verecek derecede eleştiriler yapılmasını beklemek devrimci bir tutum olamaz bence
Davalar ilk başlarken “yetmez ama buna da şükür” cephesi “Solcular mı içerde? Boşverin, asıl yargılananlar Veli Küçük’ler” diyorlardı. Şimdi de, “Veli Küçükler mi içerde? Boşverin, asıl solcular içerde” deniliyor. AKP baskıyı arttırdıkça, bu ikinci düşünüş daha da baskın hale gelmeye başladı.
İktidarlara direnen insanlar sözü aynı mantıkta bir soyutlama. Silivridekilerin bir bölümü iktidara “direniyor”, çünkü dışarı çıkıp, yine vatanları için, Kürt işadamlarıyla birlikte Sapanca gölünü tekrar ziyaret etmek istiyorlar. Dışarıdakiler zaten AKP koruması altında, mesela Trabzon civarında “bebekten katil yaratmak”la meşguller. Bir de içerdekiler çıkınca, deymeyin keyiflerine.
Bir bölümü iktidara direniyor, gerçekten yalnızca muhalif oldukları için uydurma kanıtlarla içeri atıldılar. Fikirleri, ulusalcılığa yatkın olduğu için bir şekilde kızıl elma döneminde birileriyle dirsek teması yaptıkları için içeri atıldılar. Sonuçta 7 bağlantıyla, dünyada yaşayan her insanla bir bağlantınız kurulabilir. Teorik olarak AKP yargısının mantığıyla siz de Obama’yla işbirliği yapmış olabilirsiniz. Bu insanlar da bir şekilde nınının nınısıyla dirsek temasında bulundukları için Silivrideler. Ya da iddialar o yönde.
Zaten “eleştiri”, ilk gruptakilere yapılamaz. Adamlar savaş suçlusu. O dönemi yaşayan, “kirli savaş” günlerinde göz altına alınmaktan korkan herkes bunu biliyor. İnsanlar kaybedilmesin diye, her göz altından sonra o işten sağ çıkanlar koştura koştura gidip muhalif gazetelerde alınanların adları gazeteye yazılsın diye yalvarırlardı. Ki bu İstanbul’da böyleydi. İşin en kaymak yerinde yani. Tecer dağlarının Doğusu zaten alev alevdi.
İkinci kısma yapılacak eleştiri ise, zaten konjonktürel olamaz. Öyle bir konjonktür yok çünkü. Olsa olsa ilkesele yakın denebilir. İlkesel bir eleştiriye yakın, çünkü yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, Silivride gerçek muhalif olarak bulunanların hiç birisi, politik olarak Kürtler konusunda doğru bir pozisyonda değillerdi. Apo Mit ajanı, yok Avrupa bu işin arkasında, yok yok ABD, yok İsrail vs. Sen sorununu çözmezsen, adamlar gelir oynar tabi senle.
Kim takar Yalova kaymakamını? Eğer ortada binlerce insanın kendini feda edeceği bir durum varsa, orada liderliğin ne olduğu değil, o insanları dağa çıkaran şartlar söz konusu edilir. Onların fikirleri söz konusu edilir. Bir demogog bile çıkıp, onların çektiklerini ben çeksem ben de dağa çıkardım diyebiliyorken, Silivrideki bir “solcu”nun bile bu lafı etmemesi, işte tam olarak bu problem.
Bu sert eleştirilmeyecek, neden? Çünkü AKP iktidarda. AKP bunu kullanır. Bence bu, iki taraf arasında sıkışmanın sonucu oluşan bir düşünce. Oysa, kendi planları, kendi ayrı aklı olan bir hareket, bu iki cephe arasına sıkışmaz. Kendi söyleyeceklerini söyler. Karşısına kim çıkarsa onunla hesaplaşır. AKP’yi Kürt sorununda eleştirirken, karşıma ulusalcılıktan etkilenmiş adamın birisi çıkıp da ama Kürtler de oyuna geliyorlar, vik vik vik derse, ona da sözlerimi söylemeyi bir borç bilirim.
Kürt sorunu olsa sırf, hadi anladık. Özelleştirmeleri Batıya peşkeş çekilen ülke malı olarak sunuyor. Neo liberalizm deyince, emperyalizmin oyunu diyor. Çalışanların hakları deyince, evet evet diyor, haklarını alamıyorlar, sonra sen hak almak yetmez, herşey bizim olmalı deyince, hafif küçümser tonla, hayal bunlar, diyor. AKP’ye karşı mayalanmaya başlayan hareketi ulusalcılık eksenine çevirmeye ve kısıtlamaya çalışıyor. Ben bu insanları, sırf konjonktür sebebiyle eleştirmemenin yanlış olduğunu düşünüyorum.
Yusuf Cemal bu değerlendirmelerinin tamamı toptan karşı çıkılacak değerlendirmeler değil ama bence önem verilmemesi gerektiğini düşündüğün konjektür bazen esas kadar önemli olabiliyor. Seninde çok iyi bildiğin gibi bu tip ve gün zilelinin yukarıdaki yazısında belirttiği imalat siyasi(Moskova Duruşmaları vs.) yargılamalar topluma ayar vermek ve toplumu sindirmek amaçlı davalardır. Dolayısıyla Silviri yargılamalarınıda bu açıdan değerlendirdiğimizde; Silivrinin sokakta konuştuğun bakkalın veya sıradan bir emekçinin dahi “dinleniyoruz, izleniyoruz” korkusu altında en ufak bir iktidar eleştirisinden birbiriyle konuşmaktan çekindiği bir korku ve tepkisizlik ortamının doğmasında en önemli unsur olduğunu görmemiz gerekiyor. İktidar orda uyguladığı zulümle ve aleni hukuksuzlukla toplumun en vasıfsız bireyinden en nitelikli bireyine kadar herkesi korku imparatorluğunun kıskacında tutabilme gücünü kazanıyor. Sadece sıradan insanın üstündeki korku bulutlarını birazcık bile dağıtacak her türlü direnişin işte tam bu konjektür nedeniyle olumlu sayılması gerekiyor bence
Birde dikkat edersen vandaki 100.yıl davası silivrinin pilot uygulamasıydı, peşine kapsamlı bir silivri geldi dolayısıyla iktidar hukuksuzluğu topluma içselleştirip dahada kötü yargılama süreçlerinin gerçek kobaylarla saha çalışmalarını yapmakta. Bu yönüylede konuyu değerledirirsen evet silivridekiler eski gücüne kavuştuğunda bizi ezerler şeklindeki haklı tespitin bence eksik kalıyor. Çünkü silivri yargılamaları ile saha çalışmalarını tamamlayan iktidarında bizler için ne kadar kötü kurgular yapabileceğini atlamış oluyorsun
Son olarak yukarıda belirtilen cezanın şahsiliği ilkesi gereği tüm tartışmalarda “Veli Küçü” gibi tescilli bir faşistin isminin vurgulanması senin gibi düşünen arkadaşlara bir sıfır önde başlama imkanı veriyor 🙂 bu sitede kimse bu herif ve türevlerini savunmaz ama bu herifi ve türevlerini öne çıkararak diğer muhalifleri ve yargılamadaki haksızlıkları görmezden gelebilme ilüzyonu tamda iktidarın istediği sonuca ulaşma ve cehenneme giden yolların iyi niyetle döşenmiş kaldırım taşlarından oluşması sonucunu doğuruyor. Çok düz bir mantıkla KCK davalarının içinede veli küçü ve arkadaşlarını dahil etseler sırf bu heriflerde yargılanıyor diye usul haksızlıklarını, savunmanın kısıtlanmasını, doğal hakim ilkesinin ihlalini, adil yargılanma hakkını, tutuklu yakınlarına ve avukatlarına yapılanları falan görmezden mi geleceksiniz.
Birçok kişinin göz ardı ettiği ve bence tartışılmayan bir konuda fikri olarak bugün saygı duyduğumuz birçok kişinin köken olarak “kemalist” diye küçümsenen silivri önündeki aileler gibi ailelerden, öğrencilerden, emkçilerden, bu fikri alt yapılardan geçmiş olması. Dolayısıyla ben toplumsal mücadelede kemalist kökenle başlayıp fikri gelişimini ileri düzeyde tamamlayan kürt hareketide dahil solda çok örnek biliyorum. Ama AKP ve türevlerinin fikri kökenine sahip olupta kendini seninde takdir ettiğin düzeyde tamamlayan kaç örnek var. Bu konuyuda belki pozitif ayrımcılık nedeni olarak tartışabiliriz. Yine konjektür gereği 🙂
Sonuç olarak Kornilov veya Krenski yi sevmek zorunda değilsin ama güncel politika sana ikisi arasında seçim yapmak zorunluluğunu dayattığında belli seçimleri yapmak veya en azından belli eleştirileri bir süreliğine dondurmak durumunda kalabilirsin.
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/adli-tarihle-destekli-yeni-resmi-tarih-64303
veli küçük bir istisna ise Ergenekon’da senin begenip destekledigin veya masumiyetine kefil oldugun kim? Var mi böyle biri? Kemalist kökenden de olsa olsa Stalinist çikar ve Türk solunun tümünün sözde sol gerçekte fasist ve insanlik ve halk düsmani olmasinin kökeninde de bu yatar. Bunu da bil .
Yusuf Cemal; yukarıda yaptığın siyasi çözümlemelerden sonra ve sitedeki diğer yorumlarını okumuş biri olarak son yorumundaki rasim ozan-nagehan alçı tarzındaki cümlelerin sana yakışmadığını düşünüyorum ama çok merak ediyorsan sorularına cevap vereyim;
Sorununun hukuki yönden cevabı yargılananaların en az yarısının masumiyet karinesi, cezanın şahsiliği ilkesi, kanunsuz suç olmaz ilkesi, illiyet rabıtasının yokluğu nedeniyle, suçsuzluk nedeniyle esastan, sahte delil, gizli tanık, doğal hakim ilkesinin ihlalli, yasa dışı dinlemeler ve adil yargılanma hakkı ile savunmanın kısıtlanması nedenyilede usulden masum olduğunu düşünüyorum.
Davanın siyasi niteliği yönündende sadece kemalist fikirde olmalarını; insanların yargılanması için yeterli sebep ve faşist uygulamalara maruz kalmasını gerektirecek bir neden olarak görmüyorum senden farklı olarak.
Nasıl stalin döneminde NKVD yargılanan herkese troçkist-Buharinist terörist diyerek ve senle aynı jargonla halk düşmanı diyerek ilgisiz, sırf muhalif olma potansiyeli taşıyan insanları ve ailelerini çalışma kamplarına gönderiyorsa ve yine senin gibiler zaten troçkistmiş banane diyorsa şimdide iktidar muhalif olma potansiyeli taşıyan herkesi ergenekoncu ve KCK’lı terorist yaftası ile içeri atıyor sindiriyor. Yine sen ve senin gibi düşünenlerde nasıl olsa kemalistmiş her türlü zulme müstehaktır olarak düşünüyorsunuz
Örnek istiyorsan İlhan Selçuk, Türkan Saylan gibi insanlarıda düşüncelerine katılmasam bile fikri olarak tutarlı ve namuslu aydınlar olarak görüyorum. Enterasan bir tesadüf İlhan Selçuk kurgu iddialarla Ziverbey köşkünde 12 Martta Mehmet Eymürlerin işkencesine maruz kalırken “iyi oluyor kızıllara” diyen bir kesim vardı. Şimdi Mehmet Eymürlerin açık tanıklığında ergenekonda yargılanırken vefat etti. Senin gibi “iyi oldu kemalistlere” diyen bir kesim var.
Kemalist kökenden çıkıp veya kemalist ailelerde yetişip fikri gelişimini tamamlayan insanlara örnek yazmaya ise sayfalar yetmez Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Saffet Alp, Cihan Alptekin, Ömer Ayna(Kürt kökenli olduğu için senin daha çok hoşuna gider) ve birçok 68’li… Yarılma ve havariler de de sayısız örnek okuyabilirsin.
Yine yukarıda yazdığın savaş döneminde; küçümsediğin Türk Solunun göz altındaki kayıplarını yargısız infazlara uğrayanlarını incelersen benzer bir çok örnek görürsün. Karalamaya yönelik genellemeler seni doğru sonuca götürmez
Senin jargonunla yazarsak çok takdir ettiğin kürt solunun örgütlenme modeli ile stalinizm bilgilerinide bir kıyasla bence belli olmaz belki benzerlikler görürsün.
“Kemalist kökenden de olsa olsa Stalinist çikar ve Türk solunun tümünün sözde sol gerçekte fasist ve insanlik ve halk düsmani olmasinin kökeninde de bu yatar.” diye alıntı yaptığın teorinin asıl sahibide tutarsız bir kişi olmasına rağmen stalinizmi en iyi uygulayan adamlardan biridir. Stalinizm konusunda tutarlıdır.
Son olarak veli küçük istisna demedim veli küçük, sarı levent gibi adamlarla masumları harmanlayıp yarattıkları ilüzyonla tepkisel sinir uçlarını törpülüyorlar.
Türk solu hakkında yaptığın 1 cümlelik genelleme yada karalama ile “anarşizim düzene teslim olmanın kılıfı” diyen yorum arasında da hiçbir fark yok.
“Hiç şüphesiz, kin duygusunun aynı zamanda bireysel bir yönü vardır. Ama bu yazıda “kin”in tarihselliği ve sınıfsallığı üzerinde durmak istiyoruz.
Biruni’nin El-Asarü’l-Bakiye adlı eserinde belirttiğine göre, Hüseyin bin Ali’nin (Hz. Hüseyin) başı Şam’a getirildiğinde, Yezid elindeki değnekle onun azı dişlerine dürtüp, şu şiiri okudu:
Somazsam eğer ki Hindiflerden (1) değilim ben,
Bize ettiklerini Evlad-ı Ahmed’den (2),
Keşke görselerdi Bedirde şehit düşen atalarım (3),
Çektiği acıyı Hazrecilerin mızrak darbesinden!
Havaya zıplarlardı mutluluktan ve sevinçten,
Ve derlerdi: Aslanım Yezid, dert görmesin ellerin
Kurutup onların önderlerinin soyunu sonunda,
Kapattık böylece kalan hesabı Bedir gününden!
(Mesudi, Muruc Ez-Zeheb, Selenge y. 2.b. 2011 İstanbul, s.333)
“Kin” kavramının sınıfsal özelliği ona esas anlamını verir.
Tarih sayısız kanıt ile ortaya koymuştur ki, kaybetmekte olan gerici sınıfların kendilerine karşı mücadele edenlere duydukları kin, en büyük kindir ve bitmeyen bir kindir.
Hazreti Muhammed, Mekke’yi fethettikten sonra yılarca kendisine karşı savaşmış ve en yakın arkadaşlarını ve akrabalarını öldürmüş olan Mekkelilerin hepsini (birkaç istisna dışında) affetti.
Peygamber, ilk Müslümanlardan olan ve İslam’ın ortaya çıkışında son derece önemli bir rol oynayan amcası Hz. Hamza’yı, vahşi bir şekilde katleden ve yüreğini çıkararak ağzında çiğneyen Ebu Sufyan’ın karısı, Yezid’in babaannesi “Hind”i bile affetmiştir.
Çünkü yeni bir dünya kurulmaktadır ve o Yeni Dünya, kapılarını herkese açmaktadır.
Yezid ise, Müslümanlıkla ayağa kalkan Arabistan’ın yoksullarının karşısında eskinin zengin ve hâkim sınıflarının temsilcisidir. Bir yandan yeni sistemin tepesine yerleşirken, öte yandan temsil ettiği kesimin çıkarlarını ve konumlarını geçmişte tehdit etmiş olanları hiçbir zaman unutmadığını göstermiştir.
Bedir Savaşı ile Kerbela vakası arasında 60 yıl bulunuyor. Yezitler 60 yıl boyunca kinlerini bilemişlerdir.
“Kininizi Unutmayın!”
Hatırlanacaktır, Tayip Erdoğan, partisinin gençlik kollarının düzenlediği bir toplantıda “kininizi unutmayın” demişti.
Söz, Necip Fazıl Kısakürek’e ait.
Kime karşı kin. Elbette Kurtuluş Savaşını ve Cumhuriyet Devrimi’ni yapanlara karşı, Osmanlı feodal sınıflarının kininden söz ediliyor.
İşte şimdi o “unutulmayan kin”in nasıl sonuçlara yol açtığını görüyoruz.
E. Orgeneral Ergin Saygun, sürekli olarak 30 ilaç kullanarak ancak yaşayabiliyor. Akciğeri yüzde 40 kapasite ile çalışıyor. İki sefer bypass olmuş vb. vb. hastane odasından alınarak tutuklandı, olmayan bir fiilin faili olarak 22 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
E. Org. Teoman Koman, 76 yaşında ve Alzheimer hastası. O da Tayip Erdoğanların “kin”inden kurtulamadı.
Kuddusi Okkır, içerde kanser hastası oldu. Ölümünden birkaç gün önce tahliye edildi. Tahliye edildiğinde, artık bilinci kapalıydı.
Bu örnekler çoğaltılabilir.
Ergenekon ve Balyoz davalarında Ortaçağ hukuku uygulanıyor. Tutuklular, yargılayanların gözünde bırakın herhangi bir hakka sahip olmayı, yaşamaları bir fuzuli olan yaratıklar mesabesindedirler.
Hiçbir kanıt olmadan tutuklular yıllarca içerde tutulmakta, en ağır mahkûmiyet kararları için bile bir kanıt gösterme ihtiyacı duyulmamaktadır.
İktidara hâkim olan siyasal görüşe muhalif olmak, en ağır cezalar için yeterli bir nedendir.
Çökenlerin Kini
Ergenekon davaları, kaybeden bir sınıfın, kendilerini yıkan devrimcilere duyduğu kinin nasıl sınır tanımadığının somut bir örneğidir.
Balyoz davasında TSK’nın 330 mensubuna, adları sadece bir CD’de geçti diye 16 yıl, 18 yıl, 22 yıl hapis cezası verilmesi çok çarpıcıdır.
Cumhuriyet Devrimini savunmak, bu davalarda en ağır cezalara çarptırılmanın biricik gerekçesidir.
Veya Kurtuluş Savaşı ile birlikte ortaya çıkmış Mustafa Kemal’in ordusunun mensubu olmak da hapislerde çürütülmek için yeterli bir nedendir.
Çünkü Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi onların dönemlerini bitirmiştir.
Bugün iktidar makamlarını ellerine geçirmiş olanlar, 150 yıllık hesaplaşmadan bahsetmektedirler. Ortaçağ’ın kuvvetleri, Namık Kemaller ve Mithat Paşalardan başlayan Demokratik Devrim tarihinin bütününe saldırmaktadırlar.
Acımasızlıkları, tarihsel olarak kaybediyor olmaları ile doğru orantılıdır. Çaresizliğin yol açtığı bir çılgınlık içindedirler. Suriye’de ve Libya’da emperyalizm destekli gerici grupların sergiledikleri vahşet de aynı kapsamda düşünülebilir.
(1) Mudaroğulları aşiretine mensup bir kabile
(2) Hazreti Peygamberin isimlerinden biri
(3) Bedir Savaşı’nda Yezid’in babaannesi olan Hind’in babası Utbe, kardeşi Velid ve amcası Şeybe; Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Haris oğlu Ubeyde tarafından teke tek yapılan karşılaşmada öldürülmüşlerdi.”
Mehmet Bedri Gültekin
http://www.ip.org.tr/lib/pages/detay.asp?goster=haberdetay&idhaber=4808
sanırım 52 nolu yorum Yusuf Cemal’e ait değil.
Yusuf Cemal 52 Nolu yorum sana ait değilmiş kusura bakma
54. yorumdaki yazı üzerine:
Müslüman toplumlarda gözlenen sosyal eşitsizlikleri Ali-Muaviye bağlamında açıklamaya çalışmak oldukça yanlıştır. Ali’nin despotluğunu Muaviye ile kıyaslayarak aklamaya çalışmak temelde duran koyu arap zulmünü, arap nasyonalizmini görmemek demektir.
İddia edildiği gibi Kerbela hadisesi mazlumların yanında yer alan eşitlikçi bir aksiyon ile despotizmin karşılaşması değildir.
Konuyu tartışanların gözden kaçırdıkları bir gerçek var. Bin beşyüz yıl öncesinin devlet anlayışında devletin omurgasının belli kabilelerden oluşması ve bazı kabilelerin yönetim erkinde ağırlıklı bir şekilde yer alarak diğerlerine oranla dominant konuma gelmesi, diğer bir ifade ile iktidarı elinde bulundurması ağırlıklı bir yere sahiptir. Ali ile Muaviye arasındaki kavga temelde arap kabileleri arasındaki iktidar ve öne geçme kavgasıdır. Muaviye’nin uygulamaları islamın özüyle daha bir uyuşmaktadır, zira islam araplara devlet ve zenginlik vaadetmiştir. Bu nedenle islamı kabul etseler bile arap olmayan toplumlara yönelik eşitsiz bir hükümranlık ve baskının devamı istenmektedir. Ali cenahında da farklı bir talep yada uygulama yoktur. Ancak Ali tarafının araplar arasında zayıf konumda olması nedeniyle artık bir imparatorluk hüviyeti kazanmış devletin arap olmayan unsurları da silah altına alınmış, doğal olarak yönetim erkine katılmıştır. Ali ile Muaviye kısyaslandığında azınlıklar konusundaki tavırlarının narodnik-oktobrist ayrımında olduğu gibi özde aynı oldukları, buna karşılık teferruatta farklılaştıkları görülür. Bu farklılaşma Ali tarafının araplar arasında istenen düzeyde destek bulamayışının sonucudur.
Başlangıçtan beri islamiyete karşı duran arapların ve sair miletlerin üzerindeki islam kılıcı bizzat Ali’nin kendisi değilmidir?
Fütühatların ve tabiiki katliamların çoğunu bizzat gerçekleştiren islam komutanı ve fedaisi Ali değilmidir?
Muaviye karşısında Ali güçlü olsaydı daha çok asker toplamak ve tabiiki güçlenmek için Muaviye azınlıklarla flört edecekti. Azınlıkları kullanma olgusu bütün imparatorlukların ortak karakteridir. Osmanlı, katı sünni bir imparatorluk olmasına rağmen imparatorluğun ekseriyetle devşirme unsurlara dayandığı, bektaşi devşirmelerin kazan kaldırmakla kalmayıp halife-imparatoru tahtından indirdikleri, Genç Osman örneğinde olduğu gibi gerektiğinde ırzına geçmekte perva göstermedikleri bilinmiyormu? Buna bakarak Osmanlı’ya azınlıkların hamisi ve marjinalleşmiş sektlere hoşgörüyle yaklaşan bir yönetim payesimi vereceğiz?
Hep Muaviye ve sünni suçlaması son derece sekter bir tutumu işaret eder. Muaviye’nin suçlanmasında yanlış bir yan yok ama bunu Ali safında durarak ve Ali’nin gerek o günkü konumu ve gerekse Ali ardıllarının bugünkü zulmü hakkında tek kelime söylememeye özen göstererek yapmak son derece yanlıştır.
İşte İran ve Suriye rejimleri.
İşte Ali, İşte Maliki.
Bunlar Ali değilse Ali kimdir?
Dini marjinalleşmenin tehdit, korku ve açlıkla Dersim dağlarına icbar ve temerküz ettiği Homacılığa, Mitracılığa mı Ali diyeceğiz yoksa?
Daha geriye giderek Safevilere bakınız, zamanı biraz daha geriye çekerek Abbasi dönemi uygulamalarını sorgulayınız. Bu dönemlerde uygulanan zulmün Emevi zulmünden, Selçuklu-Osmanlı-Memluk zulmünen ne farkı var?
http://www.serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=27944
24 saat süren Cuma mesaisi, sonra uyku felan derken son model telefonumdan gördüğüm halde cevap yazamadım. Memur bey kafaları karıştırmış anlaşılan. Gerçi direk amacı bu olsaydı, İsim bölümüne adımı yazardı, sonra valla öyle demedim diye uğraş didin. Sağolsun, Gün Zileli zamanında müdahale etmiş. Tabi ki, önemli değil İsyan.
Eğer durumumuz “Kornilov ya da Kerenski” durumu olsaydı dahi, o sırada hapiste olan makus talihli keçi sakallının, “ne yapıcaz şimdi?” diye onu ziyarete gelen denizcilere verdiği cevabı düşünebilirdik: Silahını Kerenski’nin omzuna dayayıp, Kornilov’u vur. Askere gitmiş olanlar, kulağının dibinde mermi yakılmış Kerenski’nin halini anlayacaklardır. Allah düşmanımın başına vermesin. :p
Yani, ilk başta onunla ittifak yapmak istemiş ama sonra Kornilov’dan korkarak taraf değiştirmiş olan Kerenski’yi eleştirmekten bir an bile vazgeçmeden, yalnızca “onu şu anda yıkmak için eylem”e geçmekten imtina ederek, bütün eylemi Kornilov’a yönelterek, Kerenski’nin tutarsızlıklarını olduğu anda sergileyerek, hem Kornilov’u yenip, hem de Kerenski’nin bir sonraki hamlede düşmesini sağlayabilirdik. Gerçekte olan da buydu. Ama o sırada bolşevik merkezli blok (bolşevikler, sol sosyal devrimciler ve anarşistler), “bize ne, Kornilov yıksın Kerenskiyi, birbirlerini yesinler” deseydi Kornilov zafer kazanırdı.
Ama aynı şekilde, “Bu Kornilov hikayesi Kerenski’nin başının altından çıktı ama şimdilik susalım, ne de olsa birlikte savaşıyoruz” deselerdi, yani Kerenski’yi eleştirilerini kenara koyup destekleselerdi, Ekim’de Kerenski’yi yıkamazlardı. Neden? Çünkü Kornilov’a karşı Kerenski’yi “desteklemiş” olacaklardı. Kerenski de solu arkasına almak için “demokrasiyi tehdit eden general” hikayeleri yazıp duracaktı. Bir sonraki aşamada, yine aynı destek gelecekti, sonra bir daha, sonra bir daha. Ta ki, artık “sol”un maddi ya da manevi desteği olmadan ayakta duracağı ana kadar. Ondan sonra da Kerenski belki de Çarlığını ilan edecek kadar ileri gidecekti. Bilmem öykü tanıdık geldi mi?
Durumumuz, benzer başka bir durum olsaydı, mesela 1932-33 yıllarında Weimar cumhuriyetinin sonunu yaşama talihsizliğinde olsaydık, bu sefer Alman Kornilov’unun zaferini tadabilirdik. Üstelik bu sefer harbiden onbaşı olacaktı o Alman Kornilov. Oradaki durumda, devasa bir sosyal demokrat parti, devasa bir komünist parti ve giderek büyüyen devasa bir faşist parti vardı. Komünist parti için Sosyal demokratları eleştiriden vazgeçmek söz konusu olamazdı, çünkü Freikorps’ları tedavüle sokan da, Rosa’ları öldüren de SPD idi. Ama ortak düşmana karşı bir işbirliği söz konusu olabilirdi. Ama olmadı. KPD son ana kadar, stalinist “kızıl cephe” politikasında ısrar etti. Böylelikle SPD’nin kendi işçilerini kandırmasına yardım etmiş oldu. SPD “komünistler size sosyal faşist diyorlar” propagandasını yapmaya devam etti. Sonunda KPD de, SPD de Reichstag yangınına kurban gittiler. Sonları toplama kamplarında ölüm oldu.
Durumumuz benzer bambaşka bir durum olsaydı, bu sefer de Franco’nun zaferini tadacaktık. Niçin? Çünkü Cumhuriyet’i darbecilere karşı, kralcıların faşist çetelerine savunmak için Cumhuriyet’e yönelik eleştirimizi yutup Oliver gibi anarşist “adalet” bakanı olacaktık. Ki o hükümet, köylülerin tarlalara el koymasını yasaklayacak, fabrikalara el koymuş işçilerin fabrikaları eski sahiplerine vermelerini emredecek kadar burjuva ideallerine bağlı olacaktı. E ayaklananlar için, maddi manevi güçlerini ellerinden alan bir hükümetle faşist-darbeci bir hükümet arasında fark ortadan kalkınca güçlü olanın yanında olmaktan daha çekici ne olabilir?
Ama bizim durumumuz üçü de değil. Dolayısıyla bu üç olaydaki konumları düşünüp, yine de kendi ayrı hesabımızla hareket etmeliyiz. En önemli fark “özne”nin konumu. Her üç durumda da “sol”, toplumda bir gücü temsil ediyordu. Bizim durumumuzda sol marjinal. Ve sonuçta, kim Kornilov kim Kerenski? 2003’te ya da 2007’deki konum, 2009’dan sonraki konumla aynı değil bariz ki. “Ordu göreve!” denilebilecek bir konum yok mesela. “Ordu gençlik el ele” konumu da yok. “Darbecilere karşı demokratik yollarla seçilmiş hükümeti savunmak gerekir diyemez” şimdi Roni. Şimdi bunu dese, İyi saatte olsunlar denir.
Benim asıl ilgimi çeken argümanın, kemalizmden yola çıkarak gelişen sol muhalefet. Genel olarak bakınca bu argümanın yanlış olduğunu görebiliyorum. Dinin içinden sol muhalefetin çıkabileceğini biliyoruz. Connolly ve Şeriati’nin gölgesi orada duruveriyor. Proudhon’un dine nasıl baktığını kendi satırlarından daha geçenlerde öğrendim. Sefaletin Felsefesi’nin basılması çok iyi oldu. Marx’ın dine nasıl bariz hoşgörüyle baktığını da biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir. Ama bunlar Türkiye’deki örneklerle uyuşmuyor. Bu konuda haklısın. Minyeli Abdullah, bir Rahmi usta değil. Umarım karıştırmıyorumdur, Rahmi’ydi herhalde Güven’deki sağlam karakter. Salih Mirzabeyoğlu da bir İbrahim Kaypakkaya değil.
Ama aralarından daha solda bir karakter çıkarma amacım varsa eleştiriyi azaltmam değil arttırmam gerekmez mi? Yani mesela islamcıları “Sizin ahlağınız bize yetmiyor. Çünkü yalnızca faiz haram diyerek haksızlıklara engel olamazsınız, kul hakkını yememe ilkenizin içine emek sömürüsünü de katmanız gerek” diyerek eleştirdiğim zaman bana, git işine dinsiz deyyus, deyip kestirip atacaklardır. Oysa, kemalistleri “Emperyalistleri, yerli işbirlikçilerini atınca herşeyin güllük gülistanlık olacağını sanmak komik, ulusal demek emek sömürüsünü ecnebiler değil, bizimkiler yapsın demektir” diyerek eleştirdiğimde bana bir şeyler söylemesi gerekir. Eğer onlarda bir titreme görürsem, daha da daha da daha da sıkı vurmam gerekmez mi? Kürt sorunundan tutup, ulusal burjuvazi inşası için Ermeni ve Rum kıyımına, askerlerle ilişkilerinden tutup Keynesyen çözümün zırvalığına kadar bütün argümanlarını didik didik etmem gerekmez mi?
Acaba eleştiri deyince yalnızca “Bu kemalistler de şöyle şöyledir” türünde sözler mi akıllara geliyor? Yalnızca eleştiri de değil üstelik. Eleştirimizi azaltma niyetimiz olsa, mesela CHP’li belediyelerde greve giden işçileri, “Şimdi zamanı değil, şimdi AKP’ye karşı çıkmak gerekir” diyerek sakinleştirmek devrimci bir tutum olur mu? O zaman Oliver’in tuzağına yakalanmış olmaz mıyız?
http://www.yurtgazetesi.com.tr/islamcilarin-biktiran-magduriyet-edebiyati-makale,2920.html
Bir de şu ODTÜ protestolarına tepkiyi iyi incelememiz gerek. İslamcılar, olağanüstü cahillikleriyle tepkilerini şu düzeyde ifade ediyorlar: Türkiye’nin uzaya gitmesini protesto eden teröristler! Neresinden tutarsanız tutun, cehalet ve demagoji. Cehalet, çünkü ucuza satılmaya başlanmış teknolojiyle yurtdışında eğitim almış bilimadamı-mühendis tayfasının yazılımlarının birleştirilmesiyle yapılmış bir gözetleme uydusunun Çin’deki rampalardan fırlatılıp yörüngeye yerleştirilmesini “Türkiye’nin uzaya gitmesi” olarak lanse ediyorlar.
Adnan hoca Anita’yı 15 dakikada müslüman yaptı ya hani, bizimkilerde bu şekilde uzaya çıktılar. İki olay arasında en küçük bir yapısal fark yok. FİS güçlü olduğu zamanlarda buldukları bir lazer gösteri cihazıyla Cezayir’de bulutlara arapca Allah yazdırmıstı. FIS’ın kendisi açıklama yapıp, mucize felan değil, saçmalamayın, biz gösteri için yaptık bunu, dediği halde binlerce insan o gece bir mucizeye şahit olduklarına inanmışlardı. Ve FISin orduları ancak bu kadar cahil idi.
Ama önemli olan bu değil, önemli olan insanların cahil de olsa verdikleri tepki. Aynı tepkileri THYde grev yasağı geldiğinde verilen tepkilerle karşılaştırın. Bölünmüşlerdi. Bariz bir şekilde ekmek mücadelesi karşısında sınıfsal fay hatlarından yarılmışlardı. Sonuç bir şekilde geri adım oldu.
Bu bana gösterilerle direk eylem arasındaki farkın önemini hatırlatıyor. ODTÜ gösterilerine tepki, gösterenle gösterilen arasındaki bağın manuple edilebilirliğinin güzel örneği. Post yapısalcı felan değilim. Ama dildeki gösterge mantığının politik dilbilimdeki rolünü de görmek gerek. Eğer bir eylem, direk probleme işaret etmiyorsa, problemi giderme amacını taşımıyorsa, o eylem yalnızca bir kısım insan için doğru anlamda algılanabilir. Diğerleri eylemi kolaylıkla başka anlamlara gelecek şekilde yorumlayabilirler.
PS: Parlamentodan çekilme direk bir eylem. Direk hedefe yöneltilmiş. Ama, “istikrarsızlık” çığlıklarına karşı, bunu siz istediniz diyebilecek politik cesarete sahip olmaktan geçiyor.
Geçenlerde burada bir yorumumda, etkili eylem örnekleriyle etkisiz eylem örneklerinin kıyaslanması, aradaki farklılıkların iyi analiz edilmesi gerektiğine değinmiştim. Bu konu hakkında ufak ama olumlu bir adım:
http://www.yarinlar.net/guncel-yazilar/odtu-ogrencilerinin-tahliyelerinin-ardindan-simdi-bir-adim-daha-atalim-ve-bu-atesi-yayalim-ugur-yildirim.html
Aslında eleştirilerinin tümüne yakını katıldığım eleştiriler solun toplumda marjinal kaldığıda doğru bir tespit bence ama benim vurgulamak istediğim konu daha çok pratiğe ilişkindi. Açıkçası genel olarak solda ve kürt muhalefetindeki hava eğer muhatabı Kemalistse karşı tarafın bilinç düzeyine ve kazanılabilir olup olmamasına bakmadan peşin bir ön yargı ile derhal masadan kalkması oluyor.Oysa aynı çevreler sırf etnik köken gözeterek saatlerce bir islamcıyı ikna etmek için dil dökebiliyorlar.
Sosyal Mücadelenin keskinleştiği bir dönemde üzerinde ağır baskıyı hisseden kitlelerin/grupların radikal dönüşümler geçirdiğine Türkiye ve Dünyadaki birçok sosyolojik olayda şahit oluyoruz. Bu bağlamda baktığımızda yukarıdaki islamcı örneğine veya apolitik birine uygulanan çabanın onda biri ile Kemalistlerin genç kesimlerinin mücadeleye kazanılabileceği fikrindeyim
Bu olguyu görmezden gelmenin nedeninide taraf ve liberal yazarların yarattığı iklimin etkisinde kalınmasına bağlıyorum. Seni kastederek söylemiyorum, bu bir süre sonra Kemalistlere ne zulüm yapılırsa revadır gibi algı doğuruyor ve solun özellikle genç kesimleri kemalistleri; islamcılardan, faşistlerden daha tehlikeli ve düşman görüyor. Seninde yazdığın gibi son ODTÜ olaylarından sonra RTE ve şürekasının ve kitlelerinin yorumlarına bakınca Kemalistlere en azından senin haklı eleştirilerini söyleyecek kadar zaman ayırılması gerekiyor bence.
Devrimci fikirlerinde İzmirde; Erzurum, Trabzon, Yozgattan daha kolay yeşerdiğide bir realite 🙂
Örneği ADD’yi ve İP’i olumlamak için yazmıyorum sadece yoruma açık bir tespit olarak yazıyorum.1997-2001 Beyazıt Merkez Kampüs döneminde şu durum beni her zaman şaşırtmıştır: Sol-Faşistlerle çatışırken toplam 30-40 Öğrenci çatışır geri kalan kitle seri adımlarla siyasala geçer yurtseverler kitlemizi baskıdan korumalıyız deyip aktif çatışmaya girmez, Fakat aynı dönemde ADD-İP tayfası ile bir çatışma olur 500 Kişilik kitle aktif şekilde ADD’cilere yüklenir çatışır
http://kemalistler.net/yazarlar/tekin-tek/1513-sol-un-perincek-duesmanl-g-n-n-nedeni.html
http://mehmetaliguller.com/2011/08/20/abd-aydinlikcilari-gecmeden-suriye%e2%80%99ye-saldiramaz/
İşçi Partisi’ni “şovenist” olarak görenler, sabrederek şu yazıyı sonuna kadar okusunlar:
http://bellek2009.blogspot.com/2012/11/aydinlikcilarin-kardeslik-ve-barisci.html#!/2012/11/aydinlikcilarin-kardeslik-ve-barisci.html
Çok iyi ya. Herkesin egosu o kadar yüksek ki “Seni kastederek söylemiyorum” gibi bir ön cümleyle söze başlanmak zorunda kalınıyor değil mi? Yoksa, hassas dengeler alt üst olur ve Taxi Driver’daki gibi “Bana mı dedin? He, bana mı dedin?” muhabbeti başlar, asıl konu gümbürtüye gider. Baby boomers ve X-generation’a sirayet etmiş Y-generation alışkanlığı mı, yoksa Zizek’in “patolojik narsisizm”i mi? 🙂
Yook, kastededebilirsin. Kabul, hiç birimiz Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı Amerikan başkanı Wilson’dan, tarım programını birazdan devireceği sosyalist devrimcilerden, parti teorisini ilerde nefret edeceği Kautsky’den alan Lenin kadar hem pragmatist hem davasına bağlı olamayız ama liberallerden de öğrenilecek bir şeyler vardır elbet. Şimdi bulamıyorum ama kesin vardır. :p Dawkins, İngiltere’deki sol atmosferin etkisiyle bir tür sosyal liberalliğe dönmeseydi onu örnek verebilirdim ama adam bir iki kitap sonra marxistim deyip çıkacak gibi görünüyor. 🙂
Genç kesimlerdeki bu nefreti anlıyorum. Nasıl rölativiteyi anlamak için, durmadan Einstein’la “bana göre-sana göre” esprileri yapılıyorsa (ki aslında tam tersi), nasıl alakası olmamasına rağmen Kuantum merkezli düşünme diye hikayeler yazıp kullanıyorlarsa, benzer şekilde ilk öğrenilenin bir duyguyla, çarpık çurpuk bir bakış açısıyla alınması, içerilmesi normal geliyor bana. Bu kuşak, o eski zihni esaretinden kurtulmuş ilk kuşak. Evet, yeni bir zihni esarete kapıldı bile, yalan değil. Ama bu bilgiyi hazmedebilmesi, abartmadan ve çubuğu aşırı bükmeden daha tarafsızca bakabilmesi için zaman gerek. Yalnızca zaman değil, zaten böyle olması da gerek. Çünkü önceki nesiller Nutuk’u okudu, hiç kimse Karabekir’in İstiklal Harbimiz kitabından bahsetmedi. Dolayısıyla onlar yeni bakış açılarıyla oynarken onların bu süreçlerini hızlandırmak gerek.
Nasıl? Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler kitabını okutamayız belki ama Türkçe baskısının kapak resmindeki kafalardan kaçını biliyorsunuz, neden bilmiyorsunuz, nasıl olmuş da unutulmuşlar, diye sorabiliriz. Tamamen benzer şekilde, islamcılara da İbni Haldun’u, Arabi’yi neden bilmediklerini sorabiliriz. En sevdiğim şey, bir islamcıya Spinoza’nın Tanrıbilimsel Politik İncelemesi’ndeki Türklerle ilgili yeri okutmaktır. Tavsiye ederim, gerçekten çok eğlenceli tepkiler alınıyor. 🙂 Tabi bunlar işin entellektüel-propagandif boyutu.
Neyse, benim başımdaki “deneyim” de şu şekilde: İşyerlerinde sol muhalif topluluklar/cemaatler/ağlar kurmaya çalışıyoruz. Etnik köken hiç bir işe yaramıyor. Ve kesinlikle cemaatlere bağlı olmayan islamcılarla da, öz kemalistlerle de iyi anlaşıyoruz. Bizim çevremizde oldukları için onlar da birbirleriyle meraba merabalaşmak zorunda kalıyorlar. Çay molaları-yemek arasındaki konuşmalar, hükümete devlete gelince, islamcı arkadaşlarımız hükümet eleştirisini kabul edemiyorlar. İş vatan ve milletin bölünmez bütünlüğüne gelince ise bu sefer de kemalistler eleştiri dinlemiyor. Şirketlerin politikaları söz konusu olduğunda ise zaten kemalist yalakalar da, islamcı yalakalar da aynı yalakalık yeteneğine haizler. Geri kalan çoğunluk ise neci olduğunu düşünmeden muhalif. Eğer şirket politikaları devlet politikalarıyla rastlaşırsa, mesela kıdem tazminatının kaldırılma meselesi sırasında, istisnasız herkes muhalif. Hatta beyaz yakalı-mavi yakalı ayrımı bile ortadan kalkıyor.
İslamcıların yoğun olduğu işyerlerinde, cemaat yapıları ve birbirlerini koruma içgüdüleri sebebiyle mesela kolektivizm anlatmak daha kolay oluyor. Ama diğer işyerlerinde bireycilik, ispikçilik almış başını yürümüş durumda. Ama aynı bireycilikleri sebebiyle kemalistler kendi haklarını daha fazla koruma eğiliminde. İslamcılarsa daha “kadirşinas” davranıyorlar ve ortak çalışmayı, ortak karşı duruşu baltalıyorlar. Dolayısıyla bana, kendi söyleyeceklerimi sakınmadan söyleme ve ortak nokta yakaladığım anda her iki tarafla da ortak iş yapma dışında yol kalmıyor.
gün bey iyi akşamlar,
öncelikle sitenizdeki yazıları beğenerek takip ettiğimi belirtmek isterim. fakat sitenizin genel görünümü yani nasıl desem mimarisi pek bir alaturka şöyle biraz daha görselliğe özen gösterseydiniz iyi olmaz mıydı.
asıl sorum. sovyetler birliğindeki 36 mahkemeleri belgeler ile anlatan bir eser ismi söyleyebilir misiniz? tabi anlatılar da çok önemli ama bu olayı daha titiz bir araştırmayla bizlerle paylaşan hiç mi bir yazar yok.
ayrıca bu orlonda figues için pekte ciddiye alınacak biri değil gibi sözler işittim bu yazar hakkındaki görüşlerinizi de sormak isterim? saygılarımla yeniden iyi akşamlar…
Orlando Figes, önemli bir Sovyet araştırmacısıdır.
36 belgelerini bir zamanlar stalinist bir yayınevi basmıştı ama şimdi hatırlayamıyorium. Baştan aşağı savcı vişinski’nin küfürleri vardı o belgelerde. sanıkların ise acıklı “itiraf”ları. Eugenia Ginzburg’un Anafora Doğrularını okuyun. onlar belgelerden daha değerlidir. Bir de bulabilirseniz, Jack London’un İtiraf’ını.
Site son derece zevkli bir arkadaş tarafından düzenlenmiştir. Siz bakmayın o cafcaflı renklerdeki sitelere. Sadelik en güzelidir.
Sevgi ve selamlarımla.
İlk yorumda memur bey yuzune haksız saldirinca. Gardim düştü on cümleye kadar geriledim 🙂
Bosver be Isyan. Olur boyle vakalar, Turk polisi yakalar… :p
56. yoruma ilişkin: Aslında bambaşka olaylar ve poltik analizleri ortak yapılamaz ama, Ali’nin öyküsünde Sokrates’te, Danton’da, Troçki’de ve şimdilerde CNBC-E’de gösterilen iğrenç ötesi Revolution adlı dizideki Miles Matheson karakterinde görülen, önce iktidardayken sonra iktidardan çekilen, dışlanan, öldürülen, sürülen vs. durumu yok mu sizce? Anlıyorum post yapısalcıların neden saçmaladıklarını böyle anlarda. Ortak analiz etmek çok cazip geliyor insana.
Şunu da ekleyebiliriz; Ali, ilk üç halife dönemindeki fetih savaşlarına katılmamıştır (yazı bu konuda hatalı), kendi halifeliği döneminde de iç savaşlar nedeniyle fetih yoktur. Zaten, asıl eleştirilmesi gereken savaşlar da, Arapların diğer uluslara yönelik bu işgal savaşlarıdır, peygamber dönemindekiler değil, ki peygamberin ölümüne kadar müslümanlar sadece Arap yarımadasını ele geçirmişlerdi.
AKP’nin reformist çizgideki ve liberal demokrasiyi geliştirmeyi amaçlayan bir partiden nasıl baskı araçlarını bu denli sert kullanan bir partiye dönüştüğünü ve islamcı hareketin 28 şubatta yaşadığına benzer bir cadı avının çeşitli kurumlarla ulusalcılara yöneltilmesinin sebeplerini araştırmak gerekir. Hiç bir iktidar eleştirici bulunmayan otoriter solun “onlar gizli faşistti”, “Zaten liberaller de faşisttir”, “Biz demiştik” hattı yetersiz olmakla beraber, 21. yüzyıl muhafazakarlığıyla AKP çok farklı iki şey değil gibi görünüyor.
Bir de şu birleşik cephe mevzusu… Kanımca o da iktidar eleştirisinin yokluğundan kaynaklanıyor. Bir grup pos bıyıklı adam oturmuş, “kornilov bu durumda kim?” geyiği yapıyor. DSİP’e sorarsan ulusalcı/kemalistler, TKP’ye sorarsan islamcı/liberaller. İnsanın içinden şubat devrimi oldu da biz mi duymadık ya da Rus devriminde leninist/bolşevik taktikler ne yönden başarılır,hala geçerli midir diye sormak geliyor.
http://www.dersimsite.org/yenilenme.html
Türk Aleviciliği her yerde Hz. Ali ile ateist M. Kemal’i siyam ikizleri haline getirdi. Birinci olarak, aslında gerçekte çok zalim olan Hz. Ali’yi son derece sevgi dolu ve koruyucu bir figür olarak sunuyorsunuz. İkinci olarak, Şiiliğin çarpıtılmış bu önemli figürünü ateist, ırkçı ve faşist M. Kemal’in en büyük yoldaşı yapıyorsunuz.
Bu ikiliden Dersim’e bir yararın gelmeyeceği kesindir. Dahası tarihsel gerçeklerle alay ediliyor. Yeni Alevi kültürü mide bulandırıcı sahte bir kültür olma tehlikesiyle yüz yüzedir. Dersimlilerin ibadet yerlerinde Dersim jenosidinin mimarının resimleri olursa o ibadet ibadet olmaktan çıkar.
Bastille, şey pardon, Silivri Hapisanesi’nde 2. kuşatma:
http://ip.org.tr/lib/pages/detay.asp?goster=haberdetay&idhaber=5003
http://ip.org.tr/lib/pages/detay.asp?goster=haberdetay&idhaber=4999
http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/33-aydinlikcinin-4une-muebbet-30una-15-yila-kadar-hapis-cezasi-istendi-h9913.html
İsyanımıza sizleri de bekleriz:
http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/turkiyenin-dort-bir-yaninda-halk-ayaga-kalkiyor-h9914.html
http://www.odatv.com/n.php?n=meclisin-kapisina-dayandilar–1302141200