Artık soğuk savaş dönemine girilmişti. Sovyetler Birliği’nin batılılarla ittifak siyaseti sona ermiş, esas olarak batılıların yaydığı ve körüklediği “komünizm tehlikesi” paranoyası temelinde soğuk savaş dönemi başlamıştı. Komintern yoktu artık ama Kominfoırm vardı onun yerine. Gerçi Kominform da aynı Komintern gibi işlevini yitirmiş görünmekteydi ama zaten bu örgütler olmasa bile Sovyetler Birliği’nin dünya komünist hareketi ve partileri üzerindeki ağabey parti rolü olduğu gibi devam etmekteydi. Dünya komünist partileri Stalin’in ve Sovyetler Birliği’nin emirlerinin bir santim dışına çıkamazlardı.

Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin, özellikle Doğu Avrupa’da hakimiyet alanlarını genişletmesinin, genişleme oranında onun başına büyük dertler açacağı belliydi. 1953 yılında (Stalin’in öldüğü yıl), Polonya’nın Poznan kentindeki ve Doğu Berlin’deki işçi ayaklanmaları bunun ilk işaretleriydi. 1956 yılında Kruşçev’in partiye hakim olmasının ardından, 20. kongrede okunan gizli raporla birlikte destalinizasyon hareketi başlamıştı. Bunun başlaması kaçınılmazdı, çünkü Rus toplumu artık sırtındaki bu ağır yükü ve böylesi bir kapalı rejimi çekemez hale gelmişti. Öte yandan böyle bir açılımın, Sovyet blokunda yeni arayışları, hatta başkaldırıları getirmesi kaçınılmazdı. Nitekim 1956 Macar devrimi, Stalinist rejimlere karşı işçi sınıfının büyük bir meydan okuyuşu olarak da görülebilir.

Diğer yandan, soğuk savaşın bir diğer ürünü, batıda gelişen ve körüklenen komünizm paranoyasına bağlı olarak yeni bir cadı avının başlatılması olmuştur. 1950’li yıllarında ilk yarısında, Amerika’daki Mccarthy dönemi bu cadı avının zirvesini oluşturur.

Bu arada Türkiye de, Amerika’nın önerileri doğrultusunda çok partili rejime geçmiş ve sola kapalı bir tatlısu demokrasisi dönemini başlatmıştı. Bu “demokrasi”de sola da, ezilenlerin sesinin duyulmasına da yer yoktu. Tersine, bu Amerikan patentli demokrasinin ilk hedefi sol, solcu aydınlar ve komünistler olmuştu. 1951 tevkifatı böylesi bir yönelimin ürünüydü. Zaten çok küçük bir parti olan ve o güne kadar darbe üstüne darbe yiyen, öte yandan hiçbir bağımsız inisiyatifi olmayan TKP’nin küçük ve dar teşkilatı ve son derece kısır örgütlenme çabaları, Amerikan yardımı alabilmek ve NATO’ya girebilmek için “komünizm tehlikesine” muhtaç olan Türkiye hakim sınıfları tarafından dev aynasında gösterilmiş ve bu cılız teşkilat bir kere daha ağır bir darbeye maruz bırakılmıştır. Tabutluklarda tutulan komünistlerden delirenler, ağır işkence sonunda intihara teşebbüs edenler, hayatlarına son verenler oldu. TKP, Sovyetler Birliği’nden gelen talimatlar çerçevesinde, 1920’lerdeki ve 1930’lardaki, dar olmakla birlikte anlamlı işçi sınıfı temelini çoktan tasfiye etmiş ve 1940’lardan itibaren esas olarak sol eğilimli aydınları örgütlemeye yönelmişti. Örgütün bu son dayanağı da 1951 tevkifatıyla dağılıp gitti. İlginçtir ki, Türkiye’de komünistler, Sansaryan hanındaki tabutluklara kapatılırken, esenliği için mücadele ettikleri Sovyetler Birliği’nde de yine çoğunlukla komünistler Butirki ya ra Lubyanha hapishanelerinde aynı kaderi paylaşıyor, içlerinde  Sovyetler Birliği’ne sığınmış birçok Türkiyeli komünist de olmak üzere Stalin’in NKVD’si tarafından tabutluklara kapatılıyordu. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 20. yüzyılda en çok zulüm görenler komünistler olmuştur: Hitler Nazizmi altında, Mussolini faşizmi altında, Stalinist rejimler altında ve askeri ya da sivil diktatörlükler altında. Ne kader!

Toplumdan tamamen tecrit edilen ve karalanan komünistler 8/10 yıllık cezalarını sessiz sedasız yatıp 1950’lerin sonlarına doğru hapisten çıkmaya başladılar. Bunların bir kısmı (başta Zeki Baştımar) Sovyetler Birliği’ne sığınarak orada bir TKP dış büro kurdular. Bu dış büronun ülke içinde hiçbir örgütlenmesi, hiçbir etkisi yoktu. Macaristan’dan yayın yapan “Bizim Radyo” tam anlamıyla bir dışardan gazel okuma haliydi. Etkili olmuyor muydu, muhalif yeni solcu unsurlar elbette bu radyoyu gizli gizli dinleyip iman tazeliyorlardı ama şu işe bakın ki, bu radyonun yayın yaptığı ülkede bizzat işçiler Stalinist rejime baş kaldırmışlardı. Bu radyoda görev alan Gün Benderli’nin anıları bu durumu çok iyi anlatır. İçerde kalan komünistler ise, tecrit edildikleri bir toplumda aç kalmamak için, düzeltmenlik, tercüme vb. gibi işlerle hayatlarını kazanma çabasına girmişlerdi. Yani anlayacağınız, Türkiye’de, var olduğu kadarıyla cılız komünist hareket bile sönüp gitmişti artık.

İşte tam bu koşullarda 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşti. Ne oldu? Bunu bir sonraki seminerde görelim.

Gün Zileli

5 Mayıs 2010