Marc Jansen-Nikita Petrov, Stalin’in Baş Celladı Halk Komiseri Nikolay Yezhov, çev: Önder Seçkin, Kalkedon, 2014. (Kitabın orijinal Rusça başlığındaki Stalinskii Pitomets- Nikolai Ezhov, “Stalin’in yetiştirmesi-Nikolay Yezhov” anlamına gelmektedir.)
Aşağı yukarı 35 yıldır Sovyetler Birliği tarihi, sosyalizmin sorunları ve Stalin meselesi üzerine çalışıyorum. Bu süreçte Stalinist savunmaların her türlüsüyle karşılaştım. “Savunma savaşı” aşama aşama yapılır. Önce en ileri hatta bir tahkimat kurulur, fakat saldırı çok şiddetliyse ve yapılan tahkimat bu saldırıya dayanamayacak durumdaysa ikinci bir hatta çekilip orada mevzilenilir. Bu böylece devam eder. Sonunda ya savunma herhangi bir aşamada başarılı olur ve tutunur ya da teslim bayrağı çekilir. Teslim bayrağının çekildiği yer, son tahkimat noktasının ya da son kalenin yıkıntılarıdır.
Öyle anlaşılıyor ki, Stalinizm artık son tahkimat noktasına veya son kaleye sığınmıştır. Bu son kale, Büyük Temizliklerin Stalin’den habersiz bir şekilde, İçişleri Komiseri ve dolayısıyla NKVD şefi Nikolai Yezhov tarafından yapıldığı ve çok sayıda masum insanın Yezhov’un kararlarıyla ölüme yollandığı savunmasıdır. Öyle ya, cellat Yezhov’u tutuklatıp kurşuna dizdiren bizzat Stalin değil miydi!
Bu son savunma kalesi üzerinde tartışmaya geçmeden önce Stalinistlerin daha önce ve yakın zamanlara kadar hangi mevzilerde tutunmaya ve tahkimat kurmaya çalıştıklarını görelim.
En ilerdeki (çoktan yıkılmış olan) tahkimat mevzii, bir savunma mevziinden çok bir saldırı mevziine benziyordu: “Stalin, karşıdevrimcileri ve burjuvaları yok etmiştir.” Gerçi oldukça ileri hatlarda kurulmuş, cüretkâr bir savunma (ya da bir anlamda saldırı) mevziiydi ama bu mevzide tutunmak bir hayli zordu. Hitler tehlikesi nedeniyle batılıların Stalin’in suçlarına göz yumdukları, hatta örtbas ettikleri Stalin döneminde veya II. Dünya Savaşı günlerinde yaşıyor olsaydık belki bu mevzide bir süre tutunmak mümkün olabilirdi ama devir değişmişti ve zamanımızda dünyadaki kitlesel katliam suçlarını uzun süre kalın taş duvarlar ardında gizlemek mümkün değildi.
Tabii kısa sürede, Stalin’in karşıdevrimcileri ve burjuvaları yok etmediği (sanki onları yok etmiş olsa bir marifet mi yapmış olacaktı, o da ayrı bir konudur), tam tersine, muhalif partilerin mensuplarının, anarşistlerin, sosyalist devrimcilerin, köylülerin vb. dışında, Troçkistleri, Lenin’in en yakın mücadele arkadaşlarını, Bolşevik Partisi’nin kaymak tabakasını, bürokrasinin kaymak tabakasını ve hatta önde gelen Stalinist kadroları yok ettiği ortaya çıktı. Tabii ki, bu insanlar üzerindeki “halk düşmanı” vb. yaftalamaların geçersizliği de. Bu durumda bu mevzinin terk edilip bir geri mevziye çekilmek kaçınılmaz hale gelmişti (gerçi hâlâ bu mevzide direnmek isteyenler var ama onları artık kimse ciddiye almıyor, kulak asmıyor, hatta akıl sağlığını yitirmiş insanlar olarak görüyor).
Stalinistlerin bundan sonra çekildikleri ikinci savunma mevzii şuydu: “Verilen rakamlar doğru değil. Abartma var. O kadar çok insanın katledilmesi mümkün değildir. Topu topu ölüme mahkûm edilen insan sayısı yüz bini geçmez.” Bu argüman Garbis Altınoğlu ve onun benzeri Stalinistler tarafından ileri sürülmüştür. İşin tuhaf tarafı, 12 Eylül’de elli kadar insanın idamını protesto eden bu Stalinistlerin yüz bin rakamını “topu topu” sözleriyle küçültmeye çalışmalarıdır. Sanki yüz bin insanın öldürülmesi az şeymiş gibi.
Kaldı ki, verilen yüz bin rakamı, Stalinist katliamın çapını minimize etme çabasının ürünüdür. Çap o kadar büyüktür ki, bu çapın minimize edilmesi bile ancak yüz bin gibi devasa bir rakamla mümkün olabilmiştir.
Şimdi biz bu minimize etme çabasını bir kenara koyalım ve sadece 1937-1938 yıllarını kapsayan iki yıllık Büyük Terör rakamlarına bakalım. Yukarıda künyesini verdiğim, Kalkedon Yayınlarının bastığı kitabın verdiği ulaşılmış resmi rakamlara göre, sadece bu iki yılda tutuklananların sayısı 1,5 milyon ve kurşuna dizilenlerin sayı ise, 700 bindir. Elbette şunu da biliyoruz ki, doğrudan kurşuna dizilmeyip gulaglara yollananların da önemli bir kısmı (tahminen üçte biri) kamplarda hayatlarını kaybetmişlerdir. Dolayısıyla, sırf iki yıllık Büyük Temizliğin ölüm sayısını yaklaşık 1 milyon olarak tahmin edebiliriz. Ne var ki, Stalinist terör Büyük Temizlikle kısıtlı değildir. 1930’dan öncesine gitmeyelim. Zorla kolektifleştirme hareketi sırasında çok sayıda köylü, ya direndikleri için kurşuna dizilerek ya da toplama kamplarında öldürülmüştür. Ukrayna’da köylülerin ürününe tohumuna kadar el konması nedeniyle (bkz. bu sitedeki, “Her Şey Geçip Gider mi?” yazısındaki Vasili Grossman’ın anlatımları) meydana gelen Holodomor’da (açlık terörü) ölen köylülerin sayısı asgari 7 milyon olarak tahmin edilmektedir. Buna bir de, II. Dünya Savaşı’nda kurşuna dizilen yaklaşık yarım milyon Kızıl Ordu askerini (bkz. “bu sitedeki, “Nazi Yenilgisinde Üç Temel Faktör: Halk, Irkçılık, ordu” yazısı), ayrıca II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan “Halk Cumhuriyetleri”ndeki ve Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist tasfiyeleri de eklersek yaklaşık olarak 10 milyon rakamına ulaşırız. Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı’nda 20 milyon kayıp vermişse, Stalinist terörde de bunun yarısı kadar insan ölüp gitmiştir. Nerede 100 bin rakamı, nerede 10 milyon rakamı.
Tabii ki, Stalinistler bu rakamlar karşısında da tutunamadılar ve bu sefer bir gerideki mevziye çekildiler.
Üçüncü savunma mevzii, Stalinist terör hakkında söylenenlerin batılı burjuva yayın organlarının uydurmasının ve Soğuk Savaş propagandasının ürünü olduğuydu. Batılıların Stalinist terörü dillendirerek bir taşla iki kuş vurmaya çalıştıkları doğruydu. Onlara göre, Stalinist terör, devrimin ve komünizmin doğrudan ürünüydü. O halde kimse devrim yapmaya veya eşitlikçi bir toplum özlemeye kalkışmamalıydı. Evet ama Batılıların bu propagandayı yapıyor olmaları, Stalinist terörün gerçek olmadığını göstermezdi ki. Sadece bu terörün devrim ve komünizm adına yürütülmesinden yararlanarak devrimi ve komünizmi karalamaya çalıştıklarını gösterirdi. Öyle ya, batılılar ve kapitalistler, Stalinist terörle devrim ve komünizmi özdeşleştiriyorlarsa, buna özel bir çaba gösteriyorlarsa, yapılması gereken, bunların hiç de aynı şeyler olmadığını göstermek değil midir? Stalinizmle devrimi ve komünizmi özdeş göstermek tam da batılıların yapmaya çalıştığı şey değil midir? Stalinist suçlar ayan beyan ortada olduğuna göre, devrim ve komünizm adına yapılması gereken, Stalinizmle devrimi ve komünizmi ayrıştırmak ve daha da önemlisi, batılılardan önce, Stalinist terörü devrim ve komünizm adına mahkûm etmek değil midir?
Stalinistler kısmen bu mevzide direnmeye ve “bunlar soğuk savaş propagandasıdır” demeye devam ediyorlar ama bir yandan da yavaş yavaş bir gerideki mevziye çekiliyorlar. Çok geride bir mevzi değil bu. Çünkü çok fazla gerilerlerse bu kendi saflarında da bir bozguna yol açabilir.
Bu mevzi, “burjuvazi neden en çok Stalin’e saldırıyor?” mevziidir. Fakat ne yazık ki, tahkimatı birkaç atışla dağılacak çürük bir mevzidir bu. Aslında bunun yanıtı basittir: “Neden saldırıyor, çünkü en zayıf halka olarak onu görüyor.” Savaşın bilinen kuralıdır. Düşman, daima karşı tarafın en zayıf noktasına saldırıp cepheyi o noktadan yarmaya çalışır.
Kaldı ki, eğer burjuvazi “en devrimci” olana saldırıyorsa, bu argüman Lenin’i de vurmaktadır. Burjuvazi, madem en devrimci olduğu için Stalin’e saldırıyor, bu otomatikman, örneğin Lenin’in ve tarihteki diğer sosyalizm liderlerinin Stalin’den daha az devrimci olduğu anlamına gelmez mi!
Dolayısıyla bu mevzide de uzun süre tutunmaları mümkün değildir. Nitekim, Stalinistlerin bir kısmı şimdiden, en son savunma mevziine, son kaleye çekilmişlerdir. Bu son kale şudur: “Büyük Terörün sorumlusu Stalin değildir. Çok sayıda masum insanı ölüme yollayan, o zamanki NKVD şefi Yezhov’dur. Nitekim, o döneme “Yezhovschina” adı verilmesi de bunu gösterir. Yezhov, o cinayetlerini Stalin’in haberi olmadan işlemiştir.”
Stalinistlerin sığındığı bu son kale hiç sağlam görünmüyor. Üstelik bu son kale yıkıldığı zaman altında kalacakları kesin. Yezhov’un bu cinayetleri Stalin’in haberi olmadan değil, tersine tamamen onun talimatlarıyla işlettiği ortaya çıktığı an artık çekilecekleri başka bir geri mevzi de kalmayacak ve yıkıntının altında kalacaklar.
Elimde Stalinistlerin son kalesine ağır bir darbe indiren bir kitap var. Yukarıda künyesini verdim. Marc Jensen ve Nikita Petrov, bir ara açılan Sovyet arşivlerine girerek epeyce belge üzerinde çalışmışlar. Onların ortak kanısı, Yezhov’un aldığı bütün kararların arkasında Stalin’in olduğudur. Kitaptan alıntılarla ilerleyelim:
“Stalin, girişeceği siyasal temizlik için planlarını gerçekleştirmede baş yardımcısı olarak seçtiği Yezhov’la gerçekten de özel olarak ilgilendi. Bu durum özellikle Leningrad Parti örgütü’nün başında olan Sergey Kirov’un 1 Aralık 1934’te öldürülmesinden sonra daha da belirginleşti.” (s. 49)
(Burada bir parantez açmak istiyorum. Bu, Stalin’in değişmez tarzıydı. Yardımcılarına büyük suçlar işletmesinin hemen akabinde onları kısa ya da orta vadede harcamak için önlemler almaktadır. 1 Aralık 1934’teki Kirov cinayetini o zamanki NKVD şefi Yagoda’ya işletmiştir -bunu yeni çevirdiğim Stalin ve Kirov Cinayeti kitabında Robert Conquest çok net bir şekilde ortaya sermektedir-. Yukarıdaki alıntıda da görüleceği gibi, bunun hemen akabinde Yezhov’u devreye sokması çok ilginçtir. Aynı şeyi, Yezhov’a Büyük Temizlik’te büyük suçlar işlettikten sonra onun yanına Beria’yı yerleştirerek yapmıştır. Bu, katillerin taktiğidir. Cinayetlerini bilenleri veya cinayetlerine ortak ettiklerini yaşatmak istemezler. Eski işbirlikçilerini yeni işbirlikçileriyle değiştirmek için her türlü önlemi alırlar.)
“Stalin, Yezhov’u, … Kosarev ve Agranov’u soruşturmayı yönetmek için görevlendirdi. Delil olmamasına rağmen Stalin, Zinovyev, Kamenev ve diğer eski muhaliflerin cinayetten sorumlu oldukları hikâyesini üretmelerini emretti. Gerçi NKVD yöneticileri olayın bu şekilde yansıtılmasına kuşkuyla yaklaştılar ve Stalin’in emirlerini göz ardı etmeye çalıştılar. Derken Yezhov, rolünü oynamak için ortaya çıktı. Stalin, Yezhov’u fiilen NKVD’de temsilcisi olarak atamıştı.” (s. 50)
“Yezhov, Stalin’den NKVD üst düzey kadrosunun katıldığı konferansta bu yetersizliği sert bir şekilde eleştiren bir konuşma yapması için iznini rica etti. Stalin bu isteği uygun gördü… Yezhov 1934 yılının Aralık ayından itibaren NKVD’nin en üst düzey denetleyicisi oldu.” (s.52)
“13 Mayıs 1935’te Politbüro gizlice, Stalin’in yönetiminde ve Yezhov’un yardımcısı olduğu bir özel Devlet Güvenlik Komisyonu kurdu. Jdanov, Malenkov, Şikiryatov… Vişinski bu komisyonun üyesiydiler… Komisyon ‘Büyük Terör’ün tertiplenmesinde önemli bir rol oynadı.” (s. 53-54)
“Stalin’in onayı ve Yezhov’un uygulamasıyla1935 Haziran Plenum’u yeni bir durum yarattı. Bundan böyle sadece eski muhalifler yasa dışı konumda değillerdi. Stalin ve destekçilerinin tersine muhalifler karşısında uzlaşmacı bir tavır alan komünistler de düşman karşısında yeterli uyanıklık göstermedikleri için hesap vermeye çağrılıyorlardı.” (s. 63)
“1935 yılı yazında Stalin’in önerisiyle Yezhov, Komintern Yürütme Komitesi’ne seçildi. Bu tayinin, siyasi mültecilerle, özellikle Polonya’dan gelen siyasi mültecilerle ilgili bir kampanya hazırlıklarıyla ilişkisi vardı.” (s. 69)
“1936 yılı Şubat’ında Stalin, Troçki’yle ilgili tüm belgelerin Yezhov’a devredilmesini ve tutuklu Troçkistlerin sorgusuna katılmasını emretti.” (s. 76)
“Stalin’in emriyle Politbüro, Yezhov’u İçişleri Halk Komiserliği’ne atadı.” (s. 96)
“Yargılama 23 ve 30 Ocak 1937 tarihlerinde yapıldı. İddianameden ölüm cezasına kadar her şey önceden ve doğrudan Stalin ve Yezhov tarafından kararlaştırılmıştı. 13 Ocak’ta Radek, Buharin’le yüzleştirildiğinde, Yezhov, Stalin ve diğer Politbüro üyelerinin yanında sorgulamayı yönetti. Mahkeme üç önce bitmişti ve Yezhov’a ödül olarak mareşal rütbesine eşit olan Devlet Güvenlik General Komiseri unvanı verildi.” (101)
“Sorguları yöneten Yezhov, Tuhaçevski ve diğer sanıkları bizzat sorguladı. Sorgulamalara nezaret eden Stalin, sorgu kayıtlarını okuyor ve Yezhov’u her gün kabul ediyordu.” (s. 115)
“1937 yılında tam yetki Politbüro’dan, kendisi Politbüro üyesi olmadığı halde Yezhov’un da içinde olduğu beş kişilik dar bir gruba geçti. 14 Nisan 1937’de Stalin’in inisiyatifiyle Politbüro, gereğinde dış politikayla ilgili konular da dâhil, … sorunları çözmekle görevli sürekli bir komisyonun kurulmasına karar verdi. Uygulamada bu beş kişilik organ, önemli konularda Politbüro’nun yerini alan bir organ haline geldi.” (s. 116)
“1937 Plenumu’yla birlikte yaygın komplo şeması Yezhov tarafından ayarlandı ve Stalin’in de onayını aldı. Parti ve devlet sisteminin her seviyesinde tutuklamalar yaygınlaştı. Yezhov, NKVD subaylarına bu şemaya göre hareket etmeleri direktifini verdi…” (s. 124)
“Nosov Ağustos ayında görevden alındı, ardından tutuklandı ve Kasım ayında kurşuna dizildi. Böylece Yezhov bir Merkez Komite üyesinin tutuklanmasını tertiplerken inisiyatif göstermişti, ancak bunu Stalin’in onayı olmadan yapamazdı.” (s. 125)
“Parti ya da NKVD yerel yöneticilerinin, Yezhov üzerinden ya da doğrudan Stalin’e gönderdikleri ek kota tahsisi [üretim kotası değil, idam kotası! G.Z.] istekleri bulunuyordu. Büyük bir olasılıkla bu durumlarda onay, Politbüro’dan değil de yerel makamların isteklerini dikkate alan Stalin’in, Yezhov’a verdiği sözlü talimatlarla geliyordu.” (s. 152)
“Stalin’in Başkanlık Arşivi’nde bulunan belgelerine hâlâ ulaşılamamasına karşın muhtemelen Yezhov’un, baskıların kapsamının genişlemesine izin veren kararları tek başına almadığı görülüyor… ülke çapındaki operasyonlarda hiç kota yoktu ve yerel NKVD şefleri istedikleri kadar insanı tutuklayabiliyorlardı.” (s. 153)
“1937 yılı Ağustos’undan 1938 yılının Kasım ayına kadar 386.798’i ölüm cezası olmak üzere 767.397 kişi troykalar tarafından cezalandırıldı. Bu yüzden 1937-1938 yıllarında NKVD yetkililerinin Parti’nin kontrolünden çıktıklarını iddia eden güncel tezler temelsizdir. Tersine NKVD sıkı bir şekilde merkeze tabi konumdaydı.” (s. 153)
“Stalin [Polonyalılara karşı, G. Z.] operasyonun gidişatından oldukça tatmin olmuş görünüyordu, çünkü 14 Eylül’de Yezhov’un raporunun üzerine şu notu atmıştı: ‘Çok iyi! Bundan sonra da bu Polonyalı casus pisliklerini ortaya çıkar ve temizle. Sovyetler Birliği’nin iyiliği için onları yok et.’… Sonuçta eşleri de tutuklandı ve on beş yaşın altındaki çocukları, çocuk yurtlarına gönderildiler” (s. 160)
“Yezhov, onaylanmaları için listeleri Stalin ve birkaç Politbüro üyesine yollamıştı… Stalin, 44.000’i aşkın insanın adının olduğu bu tür listelerden 383 adet almıştı… Listeleri imzalarken Stalin verilecek cezayı da açıklıyordu.” (s. 167-168)
“Gerçekten de Yezhov, Stalin’in talimatları doğrultusunda hareket ediyordu. Böyle durumlardan birinde Stalin, Yezhov’a, istenen itiraflarda bulunmayan bir tutuklunun eski defterlerini ortaya dökmesini isterken, ‘bu beyefendiyi sıkıştırıp küçük pis işlerini açıklamaya zorlamanın zamanı değil mi? Kendisi bir hapishanede mi yoksa otelde mi kalıyor?’ der. Örneğin 1937 yılının Aralık ayında M. I. Baranov’un adının yanına, ‘Dövün, dövün!’ diye eklemede bulunduğu gibi, Stalin, Yezhov’un getirdiği listeleri imzalarken, bir yandan da belirli kişilerle ilgili talimatlar verirdi.” (s. 177)
“12 Ekim 1937’deki Merkez Komite Plenum’unda Stalin’in önerisiyle Yezhov, Politbüro yedek üyeliğine atandı (daha önce tutuklanıp ertesi yıl kurşuna dizilen Ian Rudsudak’ın yerine).” (s. 193)
“Tutuklulardan itiraf alabilmek amacıyla, Yezhov’un emri ve bizzat katılımıyla tutuklulara işkence yapıldı; Stalin ve Politbüro işkence yapılmasına onay verdi.” (s. 326)
“Stalin, kitlesel operasyonlardaki aşırılıkların suçunu NKVD ve Yezhov’a yükleme niyetindeydi.” (s. 261)
“Yezhov öyle ya da böyle bağımsız mıydı yoksa sadece Stalin’in aracı mıydı? Büyük Terör sırasında Yezhov’un çalışmalarının tamamen Stalin tarafından kontrol edilip yönlendirildiğini gösteren belgelerden oluşan oldukça fazla kanıt var. Yezhov’un hazırladığı asıl belgeleri Stalin gözden geçiriyor ve siyasi davaların soruşturmasını ve gidişatını denetliyordu… 1937-1938 yıllarına ait ziyaretçi kayıtlarından Yezhov’un Kremlin’de Stalin tarafından 278 kez kabul edildiği ve onunla toplum 834 saat geçirdiği anlaşılıyor.” (s. 328)
Yazarlarımızın söyledikleri bunlar.
Fakat benim de söyleyeceğim birkaç şey var. Madem Stalin Yezhov’un masum insanları harcadığını görmüştür, bunu düzeltmek için neden hiçbir çaba göstermemiş, tam tersine bu sefer Beria aracılığıyla tutuklama kampanyalarını sürdürmüştür. Yezhov’dan sonra 300 bin civarındaki insanın suçsuz görülüp kamplardan çıkarıldığı söylenmektedir. Peki bu kadar mıdır? Böyle ciddi bir durum olduğunda bütün dosyaların hızla gözden geçirilip gulagların tamamen boşaltılması gerekmez miydi? Hayır, bu yapılmamıştır. Polis devletinde, gulaglar sisteminde en ufak bir gevşeme olmamıştır. Savaş çıktığında gulaglardaki mahkûmlar “bizi cephenin en tehlikeli yerine gönderin” diye feryat ettikleri halde (E. Ginzburg, Anaforun İçinde, çev: G. Zileli, Pencere, 2000, s. 47) bırakın onları serbest bırakmayı ya da cepheye göndermeyi gulagların ve hapishanelerin disiplin sistemi daha da sıkılaştırılmış, mahkûmlar daha yoğun bir baskı altına alınmıştır.
Dolayısıyla, suçun Yezhov’un sırtına yıkılması girişimi de başarısız kalmaya mahkûmdur. Büyük Terörün baş suçlusu Stalin’den başkası değildir ve ayrıca, sanıldığı gibi Büyük Terör iki yılla kısıtlı bir dönem de değildir. Stalin’in ölümüne kadar sürmüştür.
Gözümüz, yıkılan son kalenin üstünde belirecek beyaz bayrakta!
Gün Zileli
Bütün suçu Stalin’e yükleyip Lenin’i,Troçki’yi, Brejnev’i anmamak olmaz. Böyle yapınca insanlar Stalin’i ruh hastası olduğu için kitlesel teröre başvurduğunu sanıyorlar. Halbuki Stalin’i doğuran ve adına marksizm leninizm denen barbar bir ideoloji var. Bu işin hesabını keseceksek, kökenine inmek lazım.
SSCB’de terör, Lenin’le başladı. Troçki’yle devam etti ve Stalin’le zirveye ulaştı. Kruşçev ve Brejnev de sosyal faşizme tam gaz devam ettiler. Olan biten bu.
Ve ayrıca buraya yazdıklarımıza 50 sene öncesinin işi deyip geçmeyin. Gulagları savunan Türksever stalinistlerin çoğu şimdi Birleşik Muhalefet Hareketi adı altında birleştiler. Akp karşıtlığı da işin demagojisi. Onların arasındaki Gün Zileli’ye kolaylıklar diliyorum.
Anarşistlere asalak diye hakaret eden ve gulagları savunan Türksever stalinistlerin, yerli Yezhovların arasında işi zor harbiden.
Bu sitede Lenin, hatta Marksizmi eleştiren çok sayıda makalem var, bu konulardaki düşüncelerim bilinir. Ne var ki, bu makalede Stalinistlerle tartışıyoruz, onların argümanlarını çürütüyoruz. Toptancılık her zaman karşı tarafın yardımına koymuştur. Birleşik Muhalefet ile ilgili söyledikleriniz ise sadece gülünç.
“Troçkistleri, Lenin’in en yakın mücadele arkadaşlarını, Bolşevik Partisi’nin kaymak tabakasını, bürokrasinin kaymak tabakasını ve hatta önde gelen Stalinist kadroları yok ettiği ortaya çıktı” dedigine gore yoksa sende mi Stalin’in anti burokratik oldugunu dusunuyorsun?:-)
Aslinda en komik tarafi Stalin’in onde gelen stalinist kadrolari yok ettigi. Kim bu onde gelen stalinist kadrolar?Gun sen bu isleri hic bir zaman ogrenemeyeceksin!
Stalin’in bürokrasiyi de yok edip tek kişi diktatörlüğü ilan ettiği bilinir ahmet, çok gerilerde kalmışsın. Yok ettiği Stalinist kadrolar ise binlercedir. Hatta diyebilirim ki, öldürülen Stalinist kadroların sayısı Troçkistlerden fazladır. En ünlüleri, Yagoda, Eikhe, Rudzudak, Kasior vb. vb’dir. Saymakla bitmez.
Stalinizm sorunu bir kişi sorunu mudur?
Hayır değildir. Stalin olmasaydı Mtalin diye biri olurdu. Önemli olan bir siyasal olgu ve eğilim olarak Stalinizmi doğru anlamak ve mahkûm etmektir. Ama öte yandan bu, kişi olarak Stalin’i es geçmemiz gerektiği anlamına da gelmez. İşçi sınıfının davasına samimiyetle bağlı olan her sosyalist bilmelidir ki, Stalin işçi sınıfının düşmanı karşı-devrimci bürokrasinin en önde gelen elebaşıydı.
http://marksist.net/stalinizm_sorunu_bir_kisi_sorunu_mudur.htm
Tabiei ki sistem sorunudur ama dediğiniz gibi kişiliğin rolünü de küçümsememek gerekir. Stalin öldüğü giün, gulaglarda ve cezaevlerinde her şey aniden değişmeye başlıyor, yemeklerin kalitesi bile değişiyor. Erica
Wallach, Gece Yarısında Aydınlık’ta bunu çok güzel anlatır.
NKVD’nin resmi kayıtlarına göre bile Gulag’larda ölenlerin sayısı4.7 milyon. Sovyetler’de zorunlu çalışma hep vardı ama 1931’de Gulaglar’ın kurulmasıyla tablo değişti. 37’den sonra kampların sayısı da halk düşmanı suçlamasıyla buralara yollananlar da astronomik şekilde arttı. Gulaglar, üretici güçleri geliştirmek teorisinin gereği görülen sanayi atılımı amacıyla uygulanan zorunlu emek mantığının ve tek ülkede sosyalizm teorisinin aşırı bir mantıksal sonucudur. Stalin ne habersizdi ne de sorumsuz. Bizzat uygulayıcısıydı. Partiyi de sınıfı da imha eden bir despottu. İmha ettikleri de öyle yüz bin falan değil milyonlardı. Stalin aynı zamanda miras aldığı Bolşevik geleneği uçlara taşıdı. Bu teori ve yöntemler kendi icadı değildi yani.
Anonim 1… Tam da yerinde sorular soruyorsun… ama…
***
Bence GZ’nin amacı, Stalinistleri aşağılamak, hiçlemek, tümüyle “etkisizleştirmek” değil… Yoksa bu denli önemser miydi?
Onları yeniden kazanmak istiyor! Taptaze tenleri, pırıltılı saçları, tertemiz yürekleriyle çıktıkları yolda kim bilir hangi insani eksiklikler, sürüklenmişlikler, korku ve kaygılar, elbette egosal kusurlarla da bulundukları “yanlış platformlardan” onları kurtarmak…
Doğrusu da bu…
Çünkü!
Bu Stalinist insanların çoğu “yola çıkarken” ezilenler, mazlumlar için “iyilik” içeren bir arayışın, davanın içinde kendilerini orada buldular! 1960-70 lerde bu korkunç kötülükler bilinmiyordu! Bilinenler “bazı yanlışlar olabilir… ama” şeklindeydi.. Sonra onları da kuşatan çevre, zihinlerini bağlayan geçmişleri vardı; geçmişin ve geçmişin yaşayan zincirlerinden kurtulmak kolay mı? (Ne rezil evlilikleri bitiremeyen insanlar ülkesinde!)
İnsanlık tarihi böylesi riyakar bir psikopati, böylesine alçak bir “politika” görmemişti.. Doğrudur; Stalin’in “cehennem yolculuğunun” hazırlayıcıları Marks ve Lenin’di… Ama onlar da bu işin buralar geleceğini kestirselerdi… Neyse, konu bu değil…
Ben de ülkemizde Stalinist önderlerin ve özellikle bu insanları izleyen “idealistlerin” bu ülkede olumlu, güzel şeyler yapabileceklerinden umudu kesmiş değilim… Sosyalizmi yeniden tanımlamak için Stalinist yoldaşları uyandırmak gerekli… KA’nun deyimiyle “içimizdeki Stalin’i” de keşfederek, özgürlükçü, insancıl bir ve elbette “doğacıl” bir sosyalizm için yeniden başlamak. Bu cesareti göstermek… “İçimizdeki Stalin’i” keşfetmenin öncül yöntemi bildik “Stalinizmi” ve onu da bu insanlık suçlarına sürükleyen hastalıklı sürecin köşe taşlarını, yolculuğunu anlamak!
Düşmanlık ve nefret hastalıklı duygular!l “Anlamak, gideni ve gelmekte olanı…”
Bu ülkede yeniden başlamak cesareti adına…
Bu konu çok önemli… Bu bağlamda GZ’nin bu ısrarını son derece doğru buluyorum… Özgürlükçü, insancıl, doğacıl, bireyin kişisel sorumluluklarını görmezden gelmeyen bir Sosyalizm için 19. yy Sosyalizmi ve Stalinizmiyle hesaplaşılmak zorunludur! Elbette “hesaplaşmada” karşı taraf tümüyle borçlu çıkarılamaz!
***
Bence Yezhov’un cinayetlerinde Stalin’in “azmettiriciliğini” kanıtlayan aşağıdaki cümledir! Yalnızca bu yeterli! 278 kabul ve 834 saat! (Rakamlar olduğu gibi yazılırsa eğer, yalan söyletilemez.. 1934’ün 1800-2000 delegesinin 800-1000 ölü… Ahmet bu sayıları İnkar etmişti!)
Bu veriler “suç üstü” rakamlarıdır…
“1937-1938 yıllarına ait ziyaretçi kayıtlarından Yezhov’un Kremlin’de Stalin tarafından 278 kez kabul edildiği ve onunla toplum 834 saat geçirdiği anlaşılıyor.” (s. 328)”
***
Ve Ahmet’i ve diğer “Ahmetgilleri” kazanmak bu anılan Sosyalizm için… Birleşik Muhalefet için…
Bu süreci küçümsemek, bu ülkenin sosyal-kültürel-siyasal olgusuna küsmek, umutsuzluğu perçinlemek olur… Buna “solda” yer alanın hakkı yok! Çünkü daha iyisi de yok! Ve kaldı ki Gezi İsyanı bu umutsuzluğu yalanlayan bir gerçekliktir…. Apaçık bir gerçeği anlamak zorundayız… Daha “anarşist bir sosyalizm” olmak zorunda! Daha yoldaşça, daha neşeli, daha “yufka yürekli”; Gezide biber gazı ile acı çeken köpeğin yüzünü yıkayanlar gibi!
Stalin’in burokrasiyi yok ettigini iddia ediyorsun yani adam sence de anti burokrat! Ne tesaduf ben de oyle dusunuyorum:-)
Burokrasiyi yok ettigini gore demek ki anti buroktrat adam. Tek adam diktatorlukleri burokrasiyi yok etmez, onu guclendirir, cunki burokrasi olmadan ne tek adam ne cok adam diktatorlugu olur. .
Yani ya Stalin burokrasiyi yok etmistir ya da tek adam diktatorlugu kurmustur. Sence hangisi? Su engin bilginle milleti bir aydinlatsan:-)
Bürokrasinin çeşitli katmanları var. Birinci katman, Lenin döneminde ve iç savaşta yetişmiş kadrolardır. Stalin önce bunları yok etti. Stalinist bürokrasi bunların yok edilmesinin üzerine oturdu. Ne var ki, Stalinist bürokrasi de iç savaşın ve devrimin anılarını taşıyan bir kuşaktı ve bu yüzden Stalin’in tek kişi diktatörlüğüne ayak uyduramadı. Bu bürokrasiyi Kirov temsil eder. Stalin’in Kirov cinayeti, bu Stalinist bürokrasiye darbe indirmesinin başlangıcıdır. Stalin, Büyük Temizliklerde esasen onları ve yakınlarını temizledi. Elbette bunu yaparken üçüncü bir bürokrasi katmanı da oluşturdu. Bu katman, çoğunlukla iç savaş sonrasında partiye katılmış, köle ruhlu ve yarı cahil tiplerden oluşuyordu. Onlarda ne Bolşevik kadroların ne de devrimi yaşamış Stalinist kadroların kalitesi vardı. İşte Stalin’in tek kişi diktatörlüğü bu bürokrasiye dayandı.
Ahmet, çelişki yok. Bu her zaman böyledir. İran’da Humeyni muhalif İslamcıları ve hatta Humeynicileri, M.Kemal İttihatçıları ve hatta en yakınındaki kadroları, Osmanlı, Selçuklu, Abbasi, Emevi kendi ailelerini, bugün de AKP Fethullah cemaatini ve ona bağlı polisleri ve yargıyı (bürokrasi diyorsun ya!) tasfiye etmediler mi?
O. Gürsel her zamanki gibi iyi goygoy yapmışsın. Sana Ahmet gibilerle, anarşistlere asalak diyen Çulhaoğlu gibilerle Birleşik Muhalefet yolunda başarılar. Bu adamların siyasi iktidarı ele geçirdiklerinde ilk yapacakları iş sizin gibileri kesmek doğramak olacak. Katillerinizden medet ummaya devam. Stalinist parti ağalarının yönettiği üç yüz kişilik dar örgütleri görüp gaza geliyorsunuz hemen.
Ahmet’in tavrının karanlığı cevaplarla beslendikçe büyüyen bir kara delik gibi. Neden özgürlükçü rumuzlu arkadaş gibi görmezden gelmiyoruz?
Sayın 8 no’lu yorumcu…
sonuç olarak ilkelerle davranılmak zorunluluğu vardır… Anılan insanlar Stalinist vahşeti, bu yolu döşeyen süreci kabul etmiyorlarsa bu onların sorunudur! Onlardan medet umulamayacağına ait yazılarım vardır burada… Haklısınız; umulamaz…
Ayrıntıları bilmiyorum…
Bence birleşik muhalefet
1. İktidar alternatifi yaratmak gibi bir misyon taşımamalıdır.
2. Kişiler aidiyet taşıdıkları dernek, parti, ideolojiyi ve simgelerini oraya taşımamalılar…
3. Somut “demokratik” talepler etrafında bir muhalefet hareketi olmalı…..
4. Bu hareketten güç insan devşirmek ahlaki değildir!
vs.. vs…
5. Bu hareket kimliksiz, salt muhalefet olarak ortaklaşmacı, temel, evrensel insani değerler etrafında güç odağı olmayı hedeflemelidir..
6. Her hangi bir parti, her hangi bir grup burayı bir sıçrama tahtası ve güç gösteri mekanı olarak kullanamaz…
Yaklaşık olarak böyle gerçekleşmeyecekse zaten “ölü doğmuş” olacaktır…
http://www.gunzileli.com/2014/09/10/o-gurselgezi-ve-sol-muhalefet-uzerine-dusunmek-2/
******
Doğrusu ben “goygoy” ne anlama gelir bilmiyorum…
Stalinistlere ait çok sert eleştirilerime karşın, yüzbinlerce insanı kolayca yargılamanın, dışlamanın doğru olduğunu sanmıyorum…Anılan önder-teorisyenler değil kastım… Yine de andığım ilkeler veya benzer çerçevelerde bir arada olmak, herkesin “insani-siyasi-kişisel” eğitimine zaman tanımak daha doğrudur… Ben “saf” anarşist değilim… Bir ara yol süreci bulunabileceğini düşünüyorum… Bu da her daim sıkı muhalefet; iktidarı istemeyen; bu yolda her muhalifin bulunabileceği amorf yapılar… İçinden iktidarı üretmek için değil, her daim iktidarı “hizaya sokmak” üzere bir araya gelmiş yığınlar… ”
Stalinist tabanın da “buraya”, kendi ideolojik kimliklerini dışarıda bırakarak girmeleri (bu elbette kolay değil ama olmazsa da olmasın!) süreç içinde “eğitimlerini” sağlayabilir…
***
Ayrıldığımız değil, birleştiğimiz olgular üzerinden birlik… Temel ilkeler üzerinden…
***
Daha uygulanabilir, daha akıllıca öneriler mevcutsa eğer, onları konuşalım…
Bakınız… Kürt hareketi olgunlaşmış böylesi bir muhalefet olsaydı eğer… Şu koşullarda her şey farklı olabilirdi…
Ama yok…
Bu “savunma savaşı” konsepti hatalı olduğu ortaya çıkan ideolojik sistemlerin inişe geçtikten sonraki evrimin açıklamak için oldukça başarılı. Aslında gerçeği ağır ağır ve parça parça kabul etmeye dayanıyor ve ruh sağlığını yavaşça geri kazanıyor birey. Tamamen yıkımdan sadece esas aşk nesnesi kurtarılıyor (Stalin).
Tanrı düşüncesinin git gide geri çekilişi de böyle değil mi. Oldukça somut, yaşama sürekli karışan insansı bir varlıktan, gittikçe soyut, yaşama müdahale etmeyen bir hayalete. Varacağı son nokta evrenin dışında duran, evreni yarattıktan sonra bir daha etki etmemiş ve evren yok olana kadar etmeyecek olan bir “varlık”. Ama Tanrı ne kadar geri çekilse de son ana kadar hala var olacak bu iman sisteminde.
Bir benzeri Atatürk kültüdür. Onun da aslında kendisi iyi ama “çevresi kötüdür”. Bunu da Öcalan’ın 2009’daki “Yol Haritası” kitabından öğrendim. Böylece Atatürkçülük’ten uzaklaşırken irrasyonel bir şekilde Atatürk’ü bir kenarda sevmeye devam edebilirsiniz.
Ancak bir de söz konusu ideolojilerin yükseliş evresi vardır ki yine fauller gittikçe birikmesine rağmen iman kuvvetlenir. Bireydeki mekanizması da kabaca “kognitif dissonans”tır; iman edilen fikre (bir kişi şeklinde somutlaşır bu fikir) uzun süredir yapılan duygusal yatırım o denli yüksektir ki o fikirden kurtulmak büyük acı verecektir ve bu acı ile yüzleşmektense giderek daha fantastik hikayelere inanmak yeğ gelir. Stalin’e komplo kurulmaktadır, Stalin bizden habersizdir, Stalin sonunda bizi kurtaracaktır.. Şu anda RTE’nin konumu da budur. İman korundukça anlatı fantastikleşir ve kalitesizleşir (faiz lobisi, telekinezi, İsrail, CNN-Amanpour komplosu, Almanya 3. havaalanını istemiyor, paralel devlet, darbe, yargı darbesi vs…). Fakat bu aşamada henüz parça parça irin akıtılmamakta, hala birikmektedir.
benim kararım oydu da, insan kendine hâkim olamıyor işte…
Sik sik dile getirildigi icin once Mulayim’im iddiasindan bahsedelim. Baskalarini bilmem ama ben Stalin bir melekti ama cevresi kotuydu argumanini hic kullanmadim.( Isin dogrusu Stalin ve muarizlari konusunda iyilik kotuluk argumanini kullandigimi hic hatirlamiyorum ama o ayri bir mesele. Ben iyilik ve kotulugu kisilerin ya da siyasetlerin siniflar mucadelesinde aldiklari tavra gore degerlendiririm)
Stalin’in cevresindeki insanlar da zaten Stalin ile ayni politikalari savunuyorlardi, Stalin arkadaslari ile bu mucadeleyi goturdu. 1937 firtinasindan bu arkadaslarinin yardimi destegi sayesinde sag cikti. Molotov, Kaganovic, Vorosillov basta olmak uzere ezici cogunlugu eski bolseviklerdir bu insanlarin ve bolsevik partinin sendikaci kesimlerinden gelirler; en buyuk ozellikleri carlik doneminde bir cok kereler tutuklanmalarina ragmen parti kongreleri vb sebebler disinda Rusya’yi terketmemislerdir.
Burokrasiyi tasfiye etmesine gelince. Gun Zileli bunu soylemek zorunda. 1970 lere kadar herkes Stalin ve arkadaslarinin parti ve devlet burokrasisini yok etmeye calistigini iyi biliyor. Mesela Deutscher daha 1960larda CIN de ki kultur devrimine iliskin yazdigi bir degerlendirme yazisinda Mao nunda tipki Stalin gibi burokrasiye saldirdigini tesbit ediyordu. Dogrudur. Hem stalin hem de Mao surekli olarak partinin yetkilerini budamaya ama sovyet ve halk meclislerinin yetkilerini artirmaya calismislardi. Ama her ikisi de basarisiz oldu.
Ancak baslangicta Stalin’in asil niyeti burokrasiyi zorla tasfiye degildi. Zaten bu sacmadir. Stalin burokrasiyi anayasal degisikliklerle, secim yasalari ile sinirlamayi denedi. Simdi giderek artan sayida arastirmaci bunu yaziyor. Anayasal degisiklik ilk hali ile tum iktidari sovyetlere veriyor, ulkede yasayan herkese hatta karsi devrimcilere bile secilme hakki taniyor, komunist partinin secimlerde aday olma tekelini ortadan kaldiriyordu. 1930larin sonundaki Ic savas bu yuzden patlar.
Ancak sanildigi gibi Stalin ekibi bu kavgadan zaferle cikmadi, parti ve devlet burokrasisinin cikarlarini savunan bazi kesimleri tasfiye etmeyi basardi o kadar. Bu da alttan gelen Malenkov gibi yeni nesil burokratlarin yardimi ile mumkun oldu. Yoksa zaten Stalin ekibi azinlikta idi.
Ama burokrasi kayiplarini bazi kazanimlarla dengelemeyi basardi. Stalin’in olumu sonrasi ise burokrasi Stalin’den geriye kalan eski bolsevikleri temizledi. O zaman Kruschev’in bunlari tanimlamasi ilginctir;Anti-party grup. Bence bu grup anti parti degildi belki ama partinin degil ama sovyetlerin yonetimi olmasini savunuyorlardi. Zaten daha sonra Brejnev doneminde ilk defa anayasaya partinin yonetici guc oldugu yazilmistir. Stalin anayasasi ve Brejnev anayasasi karsilastirildiginda aslinda kavganin ve savasin nedeni cok acik olarak gorulur.
Su an E. H. Carr’in sovyet devrimi ikinci cildini yeniden okuyorum. Bu cilt agirlikla 1924-25 yilina iliskindir. Carr Stalin ve ekibinin sovyetleri demokratlastirma mucadelesine kocaman bir bolum ayirmis ve o zaman Stalin ve arkadaslarinin ( Molotof, kaganovic ve digerleri) sovyetlerdeki tum secimlerin demokratiklesmesi icin harcadiklari cabalari, koy sovyetlerinin yetkilerinin artirilmasi, secimlerin demokratiklestirilmesi icin harcadiklari cabalari, kadinlarin koy sovyetlerinden baslayarak her alanda artan oranda temsil edilmesi icin harcadiklari cabalari detaylica anlatiyor. Ama ayni zamanda parti ve devlet burokrasisinin bu cabalari her adimda nasil engelledigiklerini de.
Bazi burokratlarin tasfiyesi burokrasinin tasfiyesi degildir. Her devlet kendi ic isleyisinde zaman zaman doku uyusmazligindan kaynaklanan nedenlerle bazi burokratlarini tasfiye eder. Mesela AKP hukumeti askeri ve sivil burokrasiden bir cok kisiyi tasfiye etmistir ama bu burokrasiye karsi bir hareket degildi. Zaten ordu ve diger tum burokratik kurumlar oradadir.
Bu noktada Stalin ve grubunun burokrasiye karsi olmalari tasfiye ettikleri burokratlar ve onlarin sayisinda degildir.1930lar ve kirklarda Stalin’in partiyi tasfiye ettigi iddialari onun tutuklatip idam ettigi burokratlardan cok onun yasal olarak burokrasinin gucunu kirip halk komitelerinin gucunu artirmak istemesinden kaynaklanir. Yani anti burokrasi Yezhov benzerlerinin idaminda degildir, ama yezhov gibilerin yetkilerinin halk komitelerine isci komitelerini yoksul koylu komitelerine gecmesine cabalamasindadir. Tum yargiclarin secimle gelmesi talebindedir. Zaten Kruschev’de ayni sebebten dolayi onlari anti-parti olmak ile suclar.
Gun herkesin soylemek zorunda kaldigi Stalin’in burokrasiyi tasfiye ettigini soylemek zorunda kaliyor o kadar. Bir de birinci ceper ikinci ceper diye bir seyler uydurmus.
1930larda Partinin birinci katmani denen sey Politburodur. Parti liderligini olustururlar. Eski bolseviklerden olusurlar ve hem devrim oncesi hem de devrim sonrasinin onemli figurlerindendir. Parti kongresi ve kongre tarafindan secilen MK ise ikinci ceperi. MK uyelerinin bir cogu ayni zamanda ulkenin askeri ve sivil burokrasisini olustururlar. MK parti kongresinde delegeler tarafindan secilirler. Politburo uyeleri de MK tarafindan secilir.
1934 Politburosuna bakalim. toplam asil uye sayisi 12 dir. Andreyev, Voroshilov, kaganovich, kalinin, Kirov Kosior Kubyshev Molotov Orjokonidze stalin Mikoyan ve Chubar
Yukaridakilerden sadece Kosior ve Chubar 1937 de tasfiye edilirler ve idam edilirler. Kirov zaten muhalefet tarafindan oldurulmustur. Kubyshev erken yasta olur. Goruldugu gibi Birinci katman hem eski bolseviklerden olusur hem de dogal olumler haricinde herkes sonuna kadar Stalin’in yanindadir.
Ikinci katman ise MK dir. Bunlar sadece MK uyesi degil ama ayni zamanda Burokrasinin liderleridir. Bunlarin buyuk bir cogunlugu tasfiye edilmislerdir. Burokrasinin liderlerinin bazilari da eski bolseviklerden olusur. Mesela Zinoviev Bukharin ( Trocki eski bolsevik deildir, onlara devrimin arefesinde katilmisti, ama Trocki kendisinin de bolsevik olarak nitelendirdigi icin Stalin ironi dolu olarak ona bir cok kez eski bolsevik demistir) bunlar eski bolseviklerdir.
Zaten SSCB nin demokratiklesmesi savasi asil MK duzeyidne verilmektedir. Burokratik fraksiyonlar MK icinde olusmuslardir. Bir ic savas sonrasi buyuk oranda tasfiyenin MK da olmasi cok dogaldir.
Ama bu eski bolsevikler cogunlugu aydin kesiminden gelen devrim oncesi yillarini yurt disinda gecirmis komunistlerden olusurlar. O yuzden bir cok arastirmaci aslinda mucadelinin yurt icindeki sendikal mucadeleden gelenlerle yurt disinda Avrupa ve medeniyet gormus aydinlar arasinda oldugunu iddia ederler. Bence ozde dogruyu yansitmaz ama goruntude dogrudur.
Ama su kesindir, GUn Zileli’nin iddia ettigi gibi eski blseviklerin tasfiyesi gibi bir sey soz konusu degildir. Tabii burada ben kalkip eski bolseviklerin kacinin tasfiye oldugunu veremem ama Thurston sovyet arsivlerinde yaptigi arastirmadan sonra Subat devrimi oncesi parti uyelerinin 1939 da yuzde 90indan fazlasinin hala parti uyesi oldugunu soyluyor. Dogal olumleri ve partiden ayrilmalari da hesaba katarsak o yillarda eski bolseviklerden tasfiye edilme oraninin cok az oldugunu goruruz.
Gun Zileli bir kaynagi kitabi ya da iddiayi sadece kendi inancini destekliyorsa aktariyor. Bu kaynagin ya da iddianin dogrulugu hic degerlendirmiyor. Jansen Stalin’in aslinda geceleri Politburo toplantilarinda cocuk kizartmasi yedigini iddia etse Gun onu da aktarir. Ben burada kural olarak GUn Zileli nin kaynaklari ile tartismami sinirli tutmaya calisiyorum. Yine oyle yapacagim.
Gun Zileli’nin yukarida verdigi kaynaklara gore Yezhov Stalin’e uzerinde 44 bin kisinin isminin oldugu 383 tane liste gondermis. Ama yine ani kaynaga gore 1937 yılı Ağustos’undan 1938 yılının Kasım ayına kadar 386.798’i ölüm cezası olmak üzere 767.397 kişi troykalar tarafından cezalandırıldı. Ama tum bunlar yine nasil oluyorsa Stalin’in emri ile oluyor?
Nasil oluyor bu? Yezhov tum gorevi boyunca Staline sadece 44 000 kisinin ismini yolluyor . Dikkatinizi cekerim idam listesi degil sadece liste ne listesi oldugunu birazdan aciklayacagim. , bu arada sunu belirtmem gerek bu bilgi dogruya yakin, arivlerden alinma, bu yuzden onemli. Ama bu listenin bir idam listesi oldugunu ve icindeki her kisinin idaminin Stalin tarafindan onaylandigini varsaysak bile toplam idam sayisi 44 000 eder, Ama Yezhov’un gorevde oldugu donemin sadece bir bolumunde Yezhov’un emri ile 800 bine yakin kisi tutuklaniyor ve 300 kusur binde idam ediliyor. Ve bu da Stalin’in emri ile oluyor. 44000? 300 kusur bin?
Acik ki ikincisi palavra. Palavra oldugu surdan belli. 44 000 kisilik listeler kaynaklarda belirtilirken yukaridaki tutuklanmalara iliskin hic bir kaynak yok.
Zaten yukarida soyluyor, Yani Gun Zileli’nin kaynagi kendisi soyluyor. Basbakanlik arsivleri acik degil. Bilgilere ulasamayiz o zaman bu bilgiler nereden alinmis? hic bir yerden. Atiyorlar.
Ama onemli olan su. Kruschev 1956 da o unlu konusmasini yapti ve o zamandan beri Kruschev, Brejnev, Gorbachov Yeltsin vb hepsinin arsivler ellerinin altinda idi. Hepsi yukaridaki iddialari yani Stalin’in Yezhov doneminde milyonlarca insani tutuklayip oldurttugunu iddia ederler. Eger belgeler bunu desteklese idi hemen bu belgeleri aciklarlardi. Aksine arsivlere girisi yasakliyor adamlar.
Bu noktada Garbis Altinoglu’nun yuz bin rakami bile cok cok abartili. Adamlarin tum arsivlerde bulabildigi uzerinde 44 000 ismin oldugu 383 liste. Yani 44 000 kisilik listeden 300 kusur bin idam cikmaz. Garbis’in tahmini 100 000 idam da cikmaz. Ustelik Jansen yukaridaki listeyi verirken bazi yalanlar da soyluyor.
Sansimiza bu 44 000 kisilik 383 liste arivlerde oldugu icin bunu herkes yaziyor, o yuzden bunu az cok biliyoruz. Bu listeler anladigim kadari ile Kruschev tarafindan ortaya atilmis. En azindan bazi kaynaklar oyle soyluyor. Yani goruntude Kruschev aramis taramis ancak bunlari bulabilmis.
Ama bu 383 kisilik liste idam ya da ceza listesi degil partiden atilacaklarin listesi. Suphesiz bu listedekilerin bazilari eger cezalik suclari varsa mahkemeyi boylayip idam dahil cesitli cezalar alabilirler. Ama bunlar idam ya da ceza listeleri degil ama partiden atilma listesi .
Aslinda Jansen’in ve diger desenformasyoncularin yontemi sudur. Bazi gercekleri yalanlarla verme. Ama dikkatli okundugunda bu tatktik hemen anlasilir. Bir yanda Stalin’e verilen 44 000 kisilik liste, onun ne listesi oldugunu soylememe ama ardindan hic belgesiz ( ustelik arsivlerin kapali oldugu bilinirken) Stalin 3yuz kusur bin kisiyi idam ettigini iddia et. Yine tekrarliyorum, Kruschev’in bulup bulabildigi bu liste birincisi idam listesi degildir, ikincisi Stalin bu listedeki herkesin partiden atilmasini onaylamamistir.
Aslinda Gun Zileli’de kafa iyice gitmis durumda. Buna sasirmamak lazim. Daha dune kadar Kruschev’in verdigi 1,575,259 tutuklama ve 681,692 idam rakamini veriyordu herkes. Gerci Kruschev bu rakami Buyuk Teror degil ama Tum Stalin donemi icin veriyordu ama olsun. Simdi herkes bu rakamin bile palavra oldugunu goruyor daha fazla savunamiyorlar yeni rakamlarla ortaya cikiyorlar. Ben Jansen’in Aclik ile ilgili bir makalesini okumustum ama adam Universitede profesor olmasina ragmen calismasinda tek bir tane kaynak yoktu, o yuzden kitaplarini ve makalelerini vakit kaybi olmasin diye okumuyorum. O yuzden yukarida soz konusu kitabini okumadim. Ama Gun Zileli’nin aktardiklarina bakilirsa pek de iyi yapmisim.
Jansen gibilerin yalanlari bazi gerceklerle verdigini bu sekilde yalanlarini gercek gibi sunmaya calistiklarini soylemistim. Ben daha once de yazdim. 1937 Temmusunda bir sekilde ( bunun nasil olsuguna dair arsivler kapali o yuzden pek fazla bir sey bilmiyoruz) Yezhov ve Eikhe once bes gun icin sonra da 3 ay icin ama sonra da suresiz yerel troykalar ile insanlari tutuklayip idam etme yetkisi alirlar. Yani Stalin ve Politburo nun elinden yetkileri alinmistir. BU donem Yezhov donemi olarak bilinir. Bu donemde tum idamlar Ya Yezhov’un izni ile ye da bolge sekreterlerinin karari ile alimistir. Biz bu donemde kac kisinin idam edildigini bilmiyoruz Cunki bu idam kararini alanlar Kruschev’in yakin arkadaslari olan Yezhov Eikhe gibi insanlar. O yuzden arsivler hala kapali. Ama daha sonra Stalin bir sekilde bu kesimi tasfiye etmeyi basarir, ve bu cinayetlerden sorumlu 3167 parti burokrati bunlarin hepsi ust duzey kisilerdir, ( Potyshev Kosior vb de bunlarin arasindadir) idama mahkum eder. Tarih eylul 1938.
Peki Biz bunu nasil biliyoruz, cunki bu idamlar Stalin’in karari ile olan idamlardir ve bu tur belgeler hemen piyasaya aciklaniyor. Ama Jansen mesela bir gunde bu kadar idam karari verildigini soyluyor, ve bunu oyle bir sekilde yapiyor ki sanki hergun 3000 kisi idama mahkum ediliyormus gibi.
Tabii sunu da belirtmem lazim. SSCB de de diger ulkelerde oldugu gibi her idam karari infazla sonuclanmiyor. Bunun cok azi idamla sonuclaniyor. O donemin unlu mahkemelerinde mesela 1930larin basinda ki Shakty vb verilen hic bir idam uygulanmaz. Ama eylul 1938 de verilen idam kararlarinin cogunlugu uygulanir. Sanirim bunda bu ekibin 18 aylik sure icinde isledikleri cinayetlerin buyuk rolu vardir.
Gun de soyluyor bu idamlarin verildigi donemde bu kisilerin tutukladigi bir suru insan serbest birakilmistir. ( Gun 300 000 kisi diyor ama benim okudugum kaynaklarin cogu 1 milyon civarinda bir rakam veriyor)
Sy,Hocam;sanırım yine bu site yazınızda bu konuya değindiğinizi hatırlıyorum iyi bir takipciniz olarak.!Konu başlığı herdevrim çocuğunu yer.Bu herzaman böyledir.Kirov’un öldürülmesiyle başlar Stalin’in büyük temizlik harekatı, hem Stalin’e teslim olmuş Bolşevik elitin son kalıntıları, hem de Stalin ve devlet bürokrasi NKVD tarafından fiilen ve fiziken yok edilmesiydi,
Bu aşamada Stalin NKVD iktidarı, işçileri pasaport nizamına bağlayarak kölece çalıştırır.Zengin “kulaklara karşı mücadele” adı altında Rus köylülüğünü ezer.. ve köylülüğün önemli bir kesimini “kulak” olduğu gerekçesiyle çalışma kamplarına sürüp bedava esir emeği olarak kullanır.Dahası, Stalin Devlet bürokrasisini ölümden kurtulanları da çalışma kamplarında bedava çalıştırıp köle-esir, iş gücü-emeği olarak değerlendirir.Karşı koyanı kim olursa gözün yaşına bakmaz çoğunluk, kamplarda karanlık dehlizlerde sinekler gibi öldürtür.dogrudur ama Bu dönemde tek partiye dayanan sosyalist varlık ve yasallık tamamen ortadan kaldırıldığı gün olarak tarih sahnesinde kara bir leke olarak yerini alır.yıne bu kararı almasında tek suçlu stalınmı olur..?
Sınır ve yasa tanımaz bir polis ve dikdatör rejimi tüm toplumu insafsızca ezme girişimleridir tum bunlar tamam,Ancak,NKVD öyle büyük,güçlü ..ve sınır tanımaz bir güç yaratmıştırki,bu güç her nasılsa Stalin bile karşı koymaktan korkmaktaydı.Bu yüzden hemen temizlik harekatına girişir,her büyük tavsiyesinin arkasından NKVD’yi ve şeflerini tüm yardımcılarını fizikin ortadan kaldırır.
Burası önemli;Çünki,bugün tarihçiler o dönemin bütün hatalarını STALİNİST’lere bağlamışlardır.Keza buna bazı arkadaşlarımız da konuyla ilgili çeşitli makale ve araştırmalar içinde destekler nitelikde ihaleyi Satlin’in üstüne yıkmışlardır.!Oysa,NKVD Stalinin en ağır,en korkunç dönemi 36-38 temizlik harekatı ama sorumlusu’’Yezhov’’Kitlesel tutuklamaları infazların başıdır..Zaten Stalinin haberi olduğu gün ‘’yazhov’’tutuklatır,anında idam ettirir..Kaldıki,‘’yazhov’’Anti-sovyet aktivis içinde bir dizi işkenceyle bunu itiraf ettiğini acıklaması ortalardayken,Stalini karalama kampanyası Sovyetlerin yıkıldığı günlerden bu günlere kadar devam etmesi anti-Stalins kampampanyası EMP-KAPİTALİST ülkelerin her zamanki bir oyunu derim..!
1940 idam edilen ve bunu itiraf etmesi,Dünya savasında,Sovyetler birliğinde hiçbir gücü kalmayan,tam anlamıyla basında kitlerin önünde tam bir madara olan gözden düşen basında resminin üstünde takma adı’’ufuk komiseri’’ o artık ‘’yok.!işi bitti ‘’diye yazdığı halde..hala Stalini karalama kampanyası neden.?Bunu okuyucuya bırakıyorum..!Zira,ayrı bir tartışma konusu.!
‘’Devrimde,Ölen bütün insanların sorumlusu Stalindir bunlar için..!
Ancak,Stalin NKVD ikdidarı döneminde Sovyet Sosyalist vücut bulduğu yasallık döneminde iktidarın giderek kendisine teslim eden Stalin ve yanındakiler hep birlikde Devlet bürokrasisini ve devrimin cocuklarını yemişlerdir,ama bu Devrimin trajik başka bir gerçeğidir.!!
NKVD, Stalin’in elinde basit bir icra aygıtıydı. O ne derse onu yapardı. Fazlaca kirlendiği ve ölüm makinası olarak gereğince çalışmadığı zaman yine Stalin tarafından temizlenir, yağlanır ve bir sonraki temizlik aşaması için kullanılırdı. Bu bakımdan NKVD’ye, basit bir baskı aygıtı olmasının ötesinde bağımsız fonksiyonlar yüklemeyin. Bu sadece fictiondur. Gerçeklikte tamamen Stalin ve hempalarının denetimi ve yönetimi altında bir ölüm ve baskı makinesiydi.
12, 13, 14 numaralı yorumlara cevap vermen lazım Gün Zileli. Solculuğa heves eden ve senin siteni de takip eden pek çok genç insan, sen Ahmet’in ithamlarını tek tek çürütmedikçe yine stalinist örgütlerin çekimine kapılıp gidecekler. “Ahmet’e cevap vermeye bile değmez, nasıl olsa herkes benim haklı olduğumu biliyor” gibi bir tavra bürünmen hatalı olur.
Sosyalizm sınıfsız ve devletsiz toplumdur
Stalinizmin teorik alandaki suçlarından biri de, kapitalizmden komünizme geçiş konusundaki Marksist açılımları bilinçli olarak tahrif etmesidir. Bu tahrifat nedeniyle dün olduğu gibi bugün de dünya genelinde sol harekette, sosyalizmi proletarya diktatörlüğü dönemi ile özdeş sayan bir anlayış yaygındır. Böylesi bir vahim yanılgının pençesinden kurtulamayanlara, daha Marksizmin kuruluşu döneminde açıklığa kavuşturulmuş bulunan bazı temel gerçekler, yanlış, tuhaf veya özgün gelebilmektedir. Bu konuda verilebilecek en çarpıcı örneği, insanlığın kapitalizmden geleceğe uzanan tarihsel serüvenini bilimsel anlamda başlıca üç evreden müteşekkil gören Marksist yaklaşımın reddedilmesi oluşturuyor. Bu tarihsel evreler özetle, proletarya diktatörlüğü altında yaşanacak geçiş dönemi, sosyalizm (sınıfsız toplumun ilk evresi), komünizm (sınıfsız toplumun olgunlaşmış evresi) diye sıralanmaktadır.
Oysa Stalinist gelenek, sosyalizm evresini, kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş dönemi yani proletarya diktatörlüğü dönemi ile aynı şeymiş gibi gösterir. Belirtmeliyiz ki, Troçkist saflarda da bu kapıya çıkan bulanık yaklaşımlar az değildir. Nihayet kısaca vurgulamak gerekirse, Stalinizmin icadı olan “tek ülkede sosyalizm” teorisi, sosyalizmi, sınıflı ve devletli bir toplumsal düzen düzeyine indirgemektedir.
Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, kapitalizmden komünizme giden yolda önce bir geçiş döneminin, bir devrimci dönüşümler döneminin yaşanması zorunludur. İnsan yaşamını sınıflı toplumların esaretinden kurtarıp, sınıfsız toplumun özgürlük dünyasına kavuşturacak olan bu devrimci dönüşümler ancak işçi sınıfı iktidarı altında gerçekleşebilir. Nüfusun üreten ve emeğiyle geçinen çoğunluğuna dayanan bu iktidar, proletaryanın, burjuvazi ve devrimi tehdit eden unsurlar üzerindeki diktatörlüğü anlamına gelir. Kapitalizmden komünizme geçiş döneminin siyasal karşılığı olan proletarya diktatörlüğü, tarihsel örneklerden bildiğimiz üzere komün tipi (ya da aynı anlama gelmek üzere sovyet tipi) bir yarı-devlete dayanır. İşçi sınıfının doğrudan egemen olduğu ve devletin bürokratik bir mekanizma olmaktan çıkarak daha baştan sönmeye yüz tuttuğu bir dönemdir proletarya diktatörlüğü dönemi. İnsanlığı sınıfsız toplum düzenine ulaştıracak olan proletarya diktatörlüğü döneminin olmazsa olmaz koşulu ise işçi demokrasisidir. Altını kalınca çizerek belirtelim ki, işçi demokrasisinin yaşatılmadığı bir durumda işçi sınıfının iktidarı kesinlikle ölmeye yazgılıdır.
Proletarya diktatörlüğü dönemi henüz sınıfların ve devletin yok olmadığı, ama tüm sınıflarla birlikte sınıflı topluma özgü kurumların da tasfiyesinin sürdüğü bir tarihsel evredir. Sınıflı toplumlar tarihinde ilk kez ezilen ve sömürülen bir sınıfın iktidar oluşu, tarihin gidişatını tamamen değişikliğe uğratacak muazzam bir eylemdir. Dünya devriminin ilerleyişiyle birlikte tüm gezegenimiz üzerinde işçi iktidarının kurulması, kapitalizmi ve sınıfsal ayrımları geri dönüşsüz biçimde sona erdirebilir. Ve zaten işçi demokrasisi sayesinde daha baştan bir yarı-devlete dönüşmüş bulunan devletin sönümlenmesini sağlayabilir. Proletarya diktatörlüğünün tarihsel görevi, insan toplumunun yaşam koşullarını kapitalizmin zincirlerinden kurtarmak ve sosyalizme taşımaktır. İşçi sınıfı bu soylu misyonunu evrensel düzeyde başarıyla yerine getirdiğinde, kendisi de dahil tüm sınıfların varoluş koşulları ortadan kalkacak ve proletarya diktatörlüğü dönemi tamamen son bulacaktır. Böylece insanlık sınıfsız toplum düzeninin sosyalizm adını verdiğimiz ilk evresini yaşamaya başlayabilecektir.
Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz ve üreticiler arasında hak eşitliğinin sağlandığı bir toplumsal düzendir. Sosyalizm, sınıfsız toplumun olgunlaşmış evresine, yani bayrakları üzerinde herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre ilkesi yazan komünist toplum düzenine sıçramaya hazırlanan özgür üreticiler topluluğudur.
Sosyalizm konusunda yaratılan zihinsel karmaşa nedeniyle birkaç hususa daha değinmekte yarar var. İşçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesi ve burjuva devlet aygıtını parçalayarak kendi egemenliğini ilan etmesi, yalnızca siyasal devrimin başarılması demektir. Unutulmasın ki proleter sosyalist devrim, siyasal ve toplumsal devrimin bütünlüğünden oluşur. Ayrıca da bir ülkede proletarya diktatörlüğünün kuruluşu, aslında siyasal devrimin bile kısmi zaferi anlamına gelir. Zira siyasal devrimin bütünsel zaferi, işçi sınıfının dünya ölçeğinde egemen oluşuna bağlıdır. İşçi sınıfının amacı, işçi iktidarının yani işçi demokrasisinin tek ülkede kuruluşuyla yetinmek olamaz. Proletaryanın çıkarı, tüm ülkelere işçi demokrasisi bayrağının dikilmesinde, devrimin sürekliliğinin sağlanmasındadır.
Bir ülkede iktidara gelen işçi sınıfı, kapitalist üretim ilişkilerini tasfiyeye girişerek ve toplumsal ihtiyaçları gözeten planlı bir iktisadi işleyişi başlatarak, maddi zemini sosyalizme daha da hazır hale getirmeye koyulur. Bu nedenle işçi iktidarı altında gerçekleşecek bu tarihsel adımların, bir başka deyişle toplumsal dönüşümlerin sosyalist kuruculuk diye adlandırılmasında pek de mahzur yoktur. Tıpkı işçi sınıfının, ilerleyeceği hedefi belirtmek amacıyla kendi devrimini sosyalist devrim olarak nitelemesinde bir sakınca olmadığı gibi. İşte sosyalizm kavramının bu anlamda ve kapsamda kullanılmasıyla, tek ülke sınırları içinde sosyalizme geçileceği, yani sosyalizmin yaşanmaya başlanacağı iddiasının hiç ama hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.
Sınıfsız toplumun ilk evresi olan sosyalist toplum hakkında yukarda özetlediğimiz hususlar dikkate alındığında, “tek ülkede sosyalizm” teorisinin saçmalığı kolayca anlaşılacaktır. Bu saçmalığın derecesini vurgulamak için yalnızca önemli bir hatırlatma yeter. Bir yandan bir ülkede proletarya diktatörlüğünden söz edilecek, yani sınıflar ve devlet varlığını sürdürecek, öte yandan o ülkede “yaşayan sosyalizm” olacak! Böyle bir iddianın, gerçeklikle, bilimle ve Marksizmle bağdaşabilir bir yanı yoktur. Sınıfsız toplum düzeni olarak sosyalizm, tek tek ülkelerde taksit taksit yaşanmaya başlanacak bir toplumsal olgu değildir. O yüzden, Stalinist veya merkezci akımların iddia ettiği şekilde, sosyalizmin tam zaferinden söz edilemese bile yine de tek ülkede sosyalizmin kurulabileceği iddiası bir fasaryadan ibarettir. Sosyalizm, gezegenimizi özgürlüğe kavuşturacak olan dünya işçi demokrasisi altında insanlığın hep beraber sıçrayacağı bir tarihsel moment olabilir ancak. Ve ancak bu sayede, insan toplumu yine tüm dünya üzerinde hep beraber sınıfsız toplum düzenini olgunlaştıracak ve onun komünizm dediğimiz olgunluk evresine ulaşabilecektir.
Stalinist bürokrasinin “tek ülkede sosyalizm” teorisini icattan muradı, kendi egemenlik koşullarını sosyalizm diye yutturabilmekti. Bunun gereğini yerine getirmek üzere yeniden yazılan “Marksizm”de, proletarya diktatörlüğü dönemi sosyalizm dönemi olarak lanse edildi. Ve bürokratik diktatörlüğün de kendini işçi iktidarı yerine ikame etmesiyle birlikte tahrifat tamamlanmış oldu. Böylece, sınıfsız toplum düzeninin ilk evresi anlamına gelen sosyalizmle alâkasızlığı bir yana, aslında işçi iktidarıyla bile hiçbir ilintisi bulunmayan bürokratik diktatörlükler, insanların belleğine “yaşayan sosyalizm” diye kazındı.
Bazı tartışmalı sorunlarda yanlış anlamalara fırsat vermemek için önemli gördüğümüz birkaç hususa daha değinelim. Bir dünya sistemi kurmuş bulunan kapitalizmin tasfiyesinin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşeceği ve sınıfsız toplum düzeninin de ulusal değil bir dünya düzeni olacağı çok açıktır. Bu bakımdan işçi sınıfının devrimi (sosyalist devrim) bir dünya devrimidir. Ancak bu devrimin niteliğini derinlemesine kavrayabilmek için, bazı sorunları onun siyasal ve toplumsal boyutunu ayırt ederek tartışmak gerekiyor. Örneğin tek ülkede işçi sınıfı iktidarının kurulması mümkündür ve bu olasılık devrimin siyasal boyutunu ilgilendirir. Oysa sosyalist kuruculuk asla tek ülkede tamamlanamaz ve bu gerçeklik de devrimin toplumsal boyutuna işaret eder. Siyasal devrim boyutuyla sosyalist devrimin hangi ülkeden başlayarak patlak vereceği, ekonomik gelişme düzeyinin basit bir türevi olamaz. İşin bu yönü, bir ülkede siyasal ve toplumsal çelişkilerin derinleşip keskinleşmesiyle alâkalı bir sorundur.
Siyasal devrim pekâlâ şu ya da bu gelişkinlik düzeyine sahip bir kapitalist ülkede patlak verebilir ve işçi sınıfını iktidara taşıyabilir. Fakat esasen sosyalist devrim, işçi sınıfının çeşitli ülkelerde iktidara gelmesiyle birbirine eklemlenen ve bu sayede kapitalizmin geri dönüşsüz tasfiyesini mümkün kılan sürekli bir devrim sürecidir. Ve bu devrim ancak dünya ölçeğinde tamamlanabilir. Ayrıca tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığı bir yana, bir işçi iktidarının tek ülkede yalıtık vaziyette uzun süre yaşaması da mümkün değildir. Bir başka deyişle, tek ülkede proletarya diktatörlüğünün akıbeti de tamamen iç ve dış koşullara bağlıdır. Kapitalist sistem tarafından kuşatılan yalıtılmış bir işçi iktidarı, dış müdahale tehdidi bir yana, nihayetinde içte biriken çelişkilerin kurbanı olabilmektedir. Bu gibi hususlar, 1917 Ekim Devrimi pratiğinin Marksist teoriyi zenginleştiren katkılarıdır.
Buradan hareketle, dünya devriminin ilerleyişine dair bazı öngörülerde bulunmak da olanaklı görünüyor. Siyasal boyutuyla dünya devrimi, tüm ülkelerde ani ve eşzamanlı bir tarihsel eylem biçiminde cereyan etmek zorunda değildir. Dünya işçi sınıfının devrimci siyasal atılımı, pekâlâ kopuşsuz bir tarihsel süreç içinde çeşitli ülkelerde patlak veren proleter devrimler zinciri şekline bürünebilir. Bu gibi konularda spekülasyona kaymamak koşuluyla çeşitli olasılıklar irdelenebilir. Fakat çok açık olan gerçek şudur ki, dünya devrimi süreci ancak kapitalist kuşatma tarafından esaslı bir kesintiye uğratılmaması, yani süreklilik arz etmesi koşuluyla ilerleyebilir ve zafere koşabilir. Bunun için, bir ülkedeki veya bölgedeki devrimin etkisinin dünyanın diğer alanlarına yayılması, şu ya da bu ülkede kurulan işçi iktidarının bir diğeri ile tam manasıyla enternasyonalist komünist tarzda kardeşleşmesi şarttır. Ve de dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist önderliği olmadan bu görevlerin üstesinden asla gelinemeyeceği aşikârdır. Bu öznel koşulun yanı sıra, nesnelliğin önemi de büyüktür. Bir ülkede meydana gelen devrimin dünya devriminin ilerletici gücü olabilmesi için, kapitalist sistemin yalnızca çeperlerine değil merkezine esaslı darbeler indirmesi şarttır.
http://marksist.net/MT/Elif%20Cagli-%20Tek%20Ulkede%20Sosyalizm-1.htm
Serdar Kaya
Tanrı, Atatürk ve insan beyni
Davranış bilimleri profesörü Nicholas Epley ve dört diğer akademisyen tarafından 2009 yılında yapılan bir dizi deney, insanların “Tanrı’nın dileği” olarak gördükleri pek çok şeyin aslında büyük ölçüde kendi düşüncelerinin bir yansıması olduğunu ortaya koydu.
İlk dört deneyde, deneklerden, idam cezası, Irak Savaşı, eşcinsel evlilikleri ve kürtaj gibi bir dizi ihtilaflı konudaki pozisyonlarını belirtmeleri istendi. Denekler bunu yaparken, (1) ortalama bir Amerikalının, (2) Bill Gates’in, (3) George W. Bush’un, ve (4) Tanrı’nın aynı konulardaki tavrı hakkında tahminlerde bulundular. Deney sonuçları, deneklerin kendi yanıtlarının Tanrı hakkındaki düşünceleri ile sistemli olarak aynı doğrultuda olduğunu ortaya çıkardı.
Beşinci deneyde, denekler iki kısma ayrıldı. Birinci kısımdakiler, pozitif ayrımcılık konusunda son derece iyi yazılmış, gayet güçlü argümanlar içeren bir yazı okudular. İkinci kısımdakilere ise, aynı konuda, ancak zayıf argümanlarla desteklenen bir başka yazı verildi. Amaç, deneklerin pozitif ayrımcılık konusundaki fikirlerinin değişmesi durumunda, Tanrı hakkındaki fikirlerinin de değişip değişmeyeceğini ölçmekti. Sonuçlar analiz edildiğinde, güçlü argümanlar içeren makaleyi okuyanların, diğer makaleyi okuyanlara göre pozitif ayrımcılığa daha çok ikna oldukları görüldü. Ancak daha da önemlisi, bu deneklerin, kendi düşünceleriyle birlikte, Tanrı’nın pozitif ayrımcılık konusunda ne düşündüğü hakkındaki tahminlerinin de aynı doğrultuda değişmiş olmasıydı.
Altıncı deneyde, denekler yeniden iki kısma ayrıldı. Birinci kısımdakilerden, idam cezasının lehinde, ikinci kısımdakilerden ise aleyhinde bir metin yazmaları ve sonra da, yazdıkları metinleri kamera önünde okumaları istendi. Amaç, gerçek düşüncelerinin aksi yönünde zihin egzersizinde ve beyanda bulunmak durumunda bırakılan deneklerin düşüncelerinin değişime uğramasını sağlamaktı. Öyle de oldu. Deneklerin idam cezası konusundaki düşünceleri (her iki yönde de) değişikliğe uğradı. Ancak, bununla birlikte, deneklerin Tanrı’nın idam cezası konusunda ne düşündüğü hakkındaki tahminleri de aynı doğrultuda değişmişti.
Yedinci ve son deneyde, denekler, yine çeşitli konulardaki düşüncelerini ifade ettiler, ve (1) ortalama bir Amerikalının, (2) Tanrı’nın aynı konularda ne düşündüğü hakkında tahminlerde bulundular. Bu son deneyi önemli kılan, MR cihazıyla deneklerin beyin faaliyetlerinin de gözlenmesiydi. Çekilen beyin fotoğrafları, deneklerin, gerek kendi düşüncelerini belirtirken, gerekse Tanrı’nın düşünceleri hakkında tahminlerde bulunurken, beyinlerinin aynı kısmını kullandıklarını ortaya çıkardı. Denekler “ortalama bir Amerikalı” hakkında tahminlerde bulunurken ise, böyle bir durum söz konusu olmuyordu.
Bütün bunlar, insanların kendilerini merkeze alarak düşündükleri ve kendi düşüncelerini doğru gördükleri için, yanılmaz olan Tanrı’ya da aynı “doğru” düşünceyi atfettiklerini ima ediyor. Yani insanlar, şu şekilde özetlenebilecek bir mantık dizisi ekseninde düşünüyorlar: (1) idam cezası doğru/yanlış, (2) Tanrı yanlış düşünmez, o halde (3) Tanrı da idam cezasının doğru/yanlış olduğunu düşünüyor.
Atatürk ve insan beyni
Hilâl Kaplan’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan Türkiye’nin ‘Ölmeyen’ Babası adlı kitabında, üniversitelerdeki Atatürkçü Düşünce kulüplerinin üyeleriyle yapılan mülakatlar yer alıyor. Mülakatlar, her Atatürkçünün Atatürk hakkında farklı bir tahayyüle sahip olduğunu, dahası, kendisine “Atatürk kimdi” diye sorulan bir Atatürkçünün, aslında “Ben kimim” sorusunu yanıtladığını ortaya çıkarıyor. Kimi Atatürkçülerin dinle barışık bir Atatürk imgesine sahipken, kimi diğerlerinin dine eleştirel bakan bir Atatürk tahayyül etmeleri, bu durumun bir sonucu.
Hilâl Kaplan, bu verilerden hareketle, (bir semiyoloji terimi kullanarak) Atatürk imgesinin “boş bir gösteren” haline geldiğini söylüyor. Bunun anlamı, Atatürk imgesinin içinin, kişiye göre farklı şekillerde doldurulabilmesi. Mülakatlardan birinde Atatürkçü bir kızın Atatürk için, “Işık gibi, yani birçok şeye uyarlanabilir” demesi, bu yanlışlanamaz belirsizlik ile ilgili.
Sonsöz
Atatürk, Atatürkçülerin tanrısı haline geldi. Bu tanrı, Atatürkçülerin sayısı adedince farklı anlamlar ifade ediyor. Mantık dizisinin formatı ise aynı: (1) din iyi/kötü, (2) Atatürk yanlış düşünmez, o halde (3) Atatürk de dinin iyi/kötü olduğunu düşünüyor. Ya da: (1) Dersim Katliamı kötü, (2) Atatürk mutlak manada iyidir, o halde (3) Atatürk Dersim’de katliam emri vermiş olamaz.
Özetle, siyasi değil, psikolojik bir vaka ile karşı karşıyayız. Ama neyse ki tesbiti MR cihazı ile mümkün.
http://www.taraf.com.tr/yazilar/serdar-kaya/tanri-ataturk-ve-insan-beyni/18477/
Ben Mülayim Sert’in tutumunu ve önerisini haklı görüyorum. Ben tartışmadan yanayım ama tartışmada asgari bir dürüstlük diye bir şey vardır. Yani bu tür bir insanla tartışmaya devam etmek, sahtekârlığı bilinen biriyle ortak bir işe girmek gibi bir şeydir. Sahtekârlığının çok sayıda örneği vardır. Benim kendisiyle her türlü tartışmayı kesmeme karar vermeme yol açan sahtekârlığı ise Margaret Buber Neumann’ın, Nazi işbirlikçisi gardiyan olduğunu kendisinin ifade ettiği iftirasıdır. Kendisine, bunu nerede söylemiş, kitabını ben çevirdim, böyle bir ifade yok, bu ifadeyi burada göstermediğin sürece seni muhatap almayacağım dediğim halde, yüzsüzce aynı iddiayı tekrarlamaya devam etti. Bu Stalinistlerin malum taktiğidir ama Ahmet bunu en üst düzeyde, en arsızca uygulayan birisidir. Bu yüzden, asgari dürüstlük kurallarını yerine getirmediği sürece onu muhatap almayacağım ve tartışmayacağım. Margaret Buber Neumann’ın iddia ettiği sözlerini buraya aktarsın o zaman argümanlarının hepsine tek tek cevap vereceğim. Hem de istemediği kadar.
Gun sen Buber meselesini bahane olarak ileri surup tartismadan kactin, sen de cok iyi farkindasin ki benle tartisamiyorsun, bu cok dogal cunki ben belgelerle hatta senin kendi belgelerinle tartisiyorum.
Buber meselesine gelince Buber kendisi soyler, hatta sen de kabul etmistin Buber nazi kampinda Blok sorumlusudur, hatta Buber yine kendisi soyler ve sen de kabul etmistin, kamp sorumlularinin insanlari gaz odalarina gonderme yetkisi var, ve yine Buber kendisi soyler kamp komutaninin yani Langfeld’in yardimcisidir, yani Buber kamp burokrasisinin onemli bir parcasidir. Langfeld ilk olum kamplarini kuran nazilerden birisidir, kamplar burokrasisinde onemli bir yere sahiptir, ve Buber anilarinda bir de bu kadini savunmaya kalkmaktadir. Buber’e gore 120 000 mahkumun 90 binin oldugu bu kampin kadin komutani aslinda iyi bir insandir.
Sen bunlara itiraz etmiyorsun ama kadina guardian dedigime itiraz ediyorsun. Buber kendisinin adam oldurme yetkisi olan bir blok sorumlusu oldugunu soyluyor. Bu gardiyanliktan da beter bir seydir. Gardiyanlarin adam oldurme yetkisi yoktur. Buber’in insanlari oldurme yetkisi vardir. Bu noktada benim onun sozlerini gardiyanlik olarak yorumlamamda bir sakinca yoktur. Ha diyorsan ki ama ben gardiyanim demedi dogru demedi bu benim yorumumdur.
Ama sen kadinin blok sorumlsu olmasina adam oldurme yetkisine sahip olmasina kamp komutaninin yardimcisi olmasina, arkadaslarini NKVD ye muhbirlemesine, Langfeld’i korumasina itiraz etmiyorsun, saldirdigin tek nokta kadinin gardiyan olmasi. Aslinda gardiyanlarin durumu onunkinden daha az kotu bir durumdur.
Hadi kadinin kendsisine gardiyanim demedigini bunun benim yorumum oldugunu kabul ettim. Ama senin tartisabilecegini sanmam. Tartismadan kacmadan once bir ara aslinda nazi kamplarinin blok sorumlularinin stalinistler oldugunu filan iddia ediyordun. Bu tur sacmaliklar sana filan fazla geldigi icin tartismadan kactin. Yukaridaki yazimin neyini tartisacaksin, ben senin yazindaki kaynaklari kullaniyorum.
İftiracı ile tartışılmaz. ancak şunları açıklamak zorundayım:
1. Ahmet, Margaret Buber Neumann’ın kendisinin “ben nazi kamplarında gardiyanlık yaptım” ifadesini kullandığını söylemiştir. Şimdi “lütfen” bunu geri aldığını söylüyor. Ama bunu geri almış gözükmesi onun iftiracılığını ortadan kaldırmıyor, çünkü aynı iddialarını bu sefer kendisi tekrarlamış.
2. Margaret Buber-Neumann, Nazi kampında blok sorumluluğu yapmıştır. Bu, Nazilerin bir uygulamasıydı. Blok sorumlularını mahkumlar arasından tayin ediyorlardı. Aynı uygulama gulaglarda da vardır. Bizim zamanımızda mesela Mamak Cezaevinde de vardı. O zaman aramızdan bir arkadaş koğuş sorumlusu olurdu ve hiç kimsenin aklına o arkadaşı idarenin adamı diye damgalamak gelmezdi. Gerçi bazı koğuş sorumlularını hatırlıyorum, idareden yana fazlaca işgüzar davranırlardı, ama buna da “meslek deformasyonu” dememiz gerekir herhalde. Nazi kamplarında ve hapishanelerinde çoğunlukla koğuş ya da blok sorumluları olanlar komünistlerdi. Komünistler bu konuda olağanüstü bir örgütlenme yeteneğine sahiplerdi ve Nazi kamplarında çoğunlukla koğuş ve blok sorumluluklarını ele geçirmişlerdi. Jorge Semprun, “Ne Güzel Bir Pazar” kitabında komünistlerin blok sorumluluklarında neler yaptıklarını anlatır. Örneğin kimin çalışmaya gönderilip kimin gönderilmeyeceğine blok sorumluluğunu ele geçirmiş komünistler karar veriyordu. Dolayısıyla kendi taraftarlarını kayırıyorlardı çoğunlukla.
3. Dolayısıyla blok sorumluluğunun nazi işbirlikçisi gardiyan olmakla ilgisi yoktur. Nitekim Ravensbrück kampında da komünist kadınların koğuşlarında ve bloklarında komünist kadınlar koğuş ve blok sorumlusuydular. Margaret Buber-Neumann önce adli mahkûm kadınların blok sorumluluğuna verilmiş, onlarla iyi geçinmeye ve cezalandırmadan işleri yürütmeye kalkmış, fakat adli kadın mahkûmların özelliklerinden dolayı bu görevi başarıyla yürütememiştir. Çünkü onların dilinden konuşmak istememiş, cezalandırma ve şikayetten kaçınmaya çalışmıştır. Dolayısıyla bu işi yürütemeyince blok sorumluluğundan alınmıştır. Ardından Langfeld adlı Nazi yönetici kadın, Neumann’ı Yahova Şahidi kadınların blokuna tayin etmiştir. Bunun nedeni şudur: Langfeld, Nazi olmakla birlikte bir yandan da Yahova Şahitlerine sempati duymaktadır. Neumann’ın adli blokta mahkûmları kollayan bir tutum takındığını bilmektedir. Bu yüzden onun Yahova Şahitleri bloku için iyi bir blok sorumlusu olacağını düşünür. Neumann önce bu görevi almak istemez ama sonra Langfeld’in bu konudaki tutumunu anlayıp razı olur. Nitekim bu görevdeyken Yahova Şahitleriyle uyumlu bir ilişki kurar, onları kollar. Hasta olduğu için ölüme gönderilecek birkaç Yahova Şahidi kadını blok sorumluluğu görevinden yararlanarak Langfeld aracılığıyla kurtarır. Keza üzerlerinde deney yapılan Polonyalı kadınların kurşuna dizilmesini, durumu yine Langfel’e bildirerek önler. Blok sorumlularının bloklarındaki insanları ölüme yollaması diye bir yetkisi yoktur. Bu Ahmet’in uydurmasıdır. ancak şu vardır: Eğer blok sorumlusu birini şikayet ederse Nazi sorumlu o kişiyi ceza hücresine atabilir veya hatta ölüme de gönderebilir. Yani blok sorumlularının yaptırımlarda belli bir yetkileri değilse de etkileri vardır. Ama bu etkiyi olumlu yönde kullanmak da mümkündür, olumsuz yönde kullanmak da. Ahmet Langfeld’den bir canavarmış gibi söz etmektedir ama durum onun dediği gibi değildir. Bu kadın evet nazidir ve Hitler’e inanmaktadır ama bir yandan da Yahova şahitlerini kollamak gibi, nazilerin temel tutumlarına aykırı bazı tavırları vardır. Nitekim bu tavrının sonucunda, başka nazi görevlilerin ihbarlarıyla tutuklanmıştır ve zaten aynı sırada Neumann da ceza hücresine konmuştur. Gerçekler budur. Langfeld ve Neumann, nazi kamplarında Yahova şahidi kadınları himaye etmeye çalışırken, Ahmet’in gulag kamplarında neler oluyordu? Kaç komünist, enselerine silah sıkılarak ölüme gönderiliyordu. Ahmet bunların hesabını versin önce.
(Margarete Buber-Neumann, İki Diktatörlük Altında- Stalin ve Hitler’in Mahkûmu, çev: G. Zileli, imge, 2012)
Dünya devrimi, tek ülkede sosyalizm
Tek ülkede sosyalizm olabilir mi?
Olamaz. Çünkü işçi sınıfı dünya ölçeğinde kapitalizmi tasfiye etmeden sosyalizme varılamaz. Stalinist diktatörlüklerin Marksizmi çarpıtarak savundukları “tek ülkede sosyalizm”in kurulabileceği iddiasına gelince, bunun yanıtı bizzat yaşam tarafından verilmiştir. En güçlü pratik kanıt SSCB ve diğerlerinde yaşanan deneyimlerdir. Bu ülkelerdeki egemen bürokrasilerin hepsi tek ülkede sosyalizm anlayışını savunuyor ve kendi ülkelerinde sosyalizmin kurulmuş olduğunu iddia ediyorlardı. Bunların çökmüş olması “tek ülkede sosyalizm”in de olamayacağının tescillenmesidir. Teorik açıdan ise bu zaten çok önceden Marx tarafından ortaya konmuştu. Ve Marksistler ta ki Stalin’e kadar bunu böyle bilmiş, böyle savunmuşlardı. Ancak Stalinist bürokrasinin bir karşı-devrimle iktidara yükselme süreci içinde, bu temel ilke tahrif edilerek tersine çevrildi ve Stalinist komünist partiler aracılığıyla sonraki tüm kuşaklara böyle belletildi.
Tek ülkede sosyalizm olamaz ise, tek ülkede devrim de mi olamaz?
Tek ülkede sosyalizm kurulamaz, ama devrim olur, olmuştur da. İkisi aynı şey değildir. Tek tek ülkelerde işçi sınıfı devrimle iktidara yükselebilir, bir işçi sınıfı demokrasisi anlamına gelen kendi egemenliğini kurabilir, ve böylece sosyalizme doğru bir geçiş dönemini başlatabilir. Ancak bu geçiş döneminin tek ülkenin sınırları içinde tamamlanması mümkün değildir. Bunun olabilmesi için diğer ülkelerde de işçi sınıfının devrim yaparak iktidara gelmesi ve sürecin dünya çapına yayılması gerekir. İşte ancak o zaman sosyalizme varılabilecektir.
Dünya devrimi ve tek ülkede sosyalizm anlayışı birbiriyle bağdaşır mı?
Bağdaşmaz. Bunu anlamak zor değildir. Zira eğer sosyalist toplum tek bir ülkenin sınırları içinde kurulabiliyorsa, ne diye bir dünya devrimine ihtiyaç duyalım. Dünya devrimini isteyen tek ülkede sosyalizmi isteyemez, ya da tersi. Tek ülkede sosyalizmin olabileceğini savunan kişinin, dünya devriminden söz etmesi inandırıcı olmaz. Dünya devrimi nesnel ve gerçek bir olanaktır, tek ülkede sosyalizm ise gerçekleşmesi asla mümkün olmayan gerici bir ütopya.
Devrim tüm dünyada “aynı anda” mı olacak?
Eğer bu “aynı anda” kavramından tarihsel ölçekte bir eşzamanlılık değil de, gündelik yaşamda alışıldığı anlamda bir zamandaşlık anlaşılırsa, böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığı elbette yoktur. Ancak işçi devriminin yaşayabilmesi, yani yayılabilmesi için ayrı ayrı ülkelerdeki devrimlerin az çok süreklilik arzeden bir süreç içinde gerçekleşmesi gerekir. Kaldı ki bu nesnel açıdan da güçlü olan olasılıktır, zira dünya kapitalist sistemi bunun için gereken maddi zemini döşemiş bulunmaktadır. Eğer tek tek ülkelerdeki devrimler arasına çok uzun fasılalar girer, süreçte büyük kopukluklar olursa, o zaman bu ülkelerdeki devrimlerin hayatta kalması giderek imkânsızlaşır.
http://marksisttutum.org/sikca_sorulan_sorular
Çok güzel yazı hocam rusyanın yakın geçmiş tarihi hakkında net ve kesin tarihtir.Şimdi ise putin iktadarı geçmiş oterite halka zülüm gelenegini en acımaz şekilde sürderemekte birçok işadamların mallarına el koymalraı öldürmeleri birçok siyasetciyi bir çok gazeteciyi Anna politkovskaya hem zehirleyip ardından katletlemesi putinin halkına ve insanlıga karşı işledigi büyük zülümlerdir Eger bir ülkede facebook twiter yasaklanmışsa devlet altında işlenen katlilamlar varsa o ülkede özgürlük olmaz.ÖZGÜRLÜGÜN OLMADIGI YERDE BİRGÜN ÖZGÜRLÜK DOGAR(/ANARŞİZM ANNA POLİTKOVS KAYA)
“Langfeld ve Neumann, nazi kamplarında Yahova şahidi kadınları himaye etmeye çalışırken, Ahmet’in gulag kamplarında neler oluyordu? Kaç komünist, enselerine silah sıkılarak ölüme gönderiliyordu. Ahmet bunların hesabını versin önce.”
Hocam,Emperyalizm ve ülkelerdeki içsel olgu,İki yüz yılı aşkın modern devrimler tarihi bize şunu gösteriyor sözünüzü önemsiyorum: Devrimler hem dış müdahaleyle hem de iç yıkımla yenilgiye uğratmışlardır ülkeleri…Özellikle son yazınızdaki tespitleriniz bir biriyle örtüşmekde.emp,neo-liberal politikalarıTürkiyenin Ortadoğu’daki son IŞİD olayı ve ABD’nin müdahalesini de bu perspektifle ele almak gerekir toplumdaki değişim ve başkalaşımını..Ancak,yolunda gitmeyen şeyler var yazınızda veya ben anlamakda zorlanmaktayım,ihaleyi komple sizlere yıkmak istemem belkide anlamak istemediğimdendir..bir türlü iknaya açık olmadım özellıkle stalin konusunda..Bu yazınızla geçmişe yolculuk yapıldığında özellikle Sovyet Devriminin çöküşüde emperyalizmin politikası ve buna benzer bir durumun olduğu çok açık göstermiştirki;Dışarıda batılı kapitalist ülkelerin ekonomik ve siyasi ambargosu,diğeryandan içerideki reaksiyoner güçler içten içe desteklemesi ve ülkeyi kanlı bir iç savaşa sürüklemiştir. Ambargo ve iç savaş, devrim adına “demir bir el”i gündeme getirmiştir,Devrim kendisini dışa kapamış.. ve giderek toplumda baş gösteren sosyalizmin tek parti diktatörlüğü ,Bolşevik diktatörlüğüne dönüşmüştür.Buraya kadar hem fikiriz..!Karşı olduğum veya anlamak istemediğim şey olaylar silsilesi ve toplumdaki dönüşüm ve değişimler ,devrimin asıl işini bitiren, Emp-ve dış ambargosuyla,içerideki reaksiyoner akım olmuştur tespitiniz ki,bunu sizler zaten acıklamışınız ama tüm bunlarla birlikde toplumdaki kaosu ve keşmekeşliği sağlayan, devrimi savunma adına kurulan tek parti ve Bolşevik diktatörlükleri asıl belirleyici olmuştur,tabi buna Stalinin yanlış uygulamalarını göz ardı edemeyiz..!
Burdaki Devrimin dönüşümleri yıkılışları ,evrilmesi birtek Staline bırakmanı anlamış değlim..aslında yazılarınız birbiriyle örtüştüğünü söylediğiniz halde..teşekkürler..!
Kitabı ben de okudum… Anlatıldığı kadarıyla Buber’in “insanlık suçu” işlediğine, mahkumlara “kötülük ettiğini” dair bir bölüm okumadım…
Yine geldik standart “Gergedan tekniğine!”
Bu kitapta anlatılanların doğruluğu yanlışlığı, Buber’in kişiliğinden bağımsız olarak konuşulmak zorundadır. Birey olarak Buber’in “karakter” analizinden önce anlatılanlar üzerinden konuşulması gerekir…
Her iki kampta da onca korkunç işler yapılırken bence, bu konunun bu “dar-anlamsız” tartışmaya indirgenmesi insani-eleştirel ahlakın yozlaşmasıdır…
Rastlantıyla kamp dışında kalmış Buber’in gaz odalarına gönderilen Yahudi’lere ait gözleminin anlatıldığı paragraf, (seyrettiğim onca film, okuduklarımın da etkisiyle olabilir) bir kaç gün aklımdan çıkmadı… O dehşet duygusunu biraz da şahsen yaşadım…
O kitabı bu şekilde ele almak…. Sanırım fazla politik olmanın insana kaybettirdiği insani değerlerle ilgili olmalı; politikayı insanın mutluluğu yerine egosal arzuları tatmin aracı olarak kullanmanın sonucu…. Kesin bir yabancılaşma hali!
Nazmi arkadaşım, “Stalin’in yanlış uygulamaları” diye bir şey yoktur. Stalin yanlış yapmamıştır. Kendi sınıfsal çıkarları açısından doğru yapmış ve Sovyet işçileriyle köylülerini ezmiş, devrimin güçlerini dağıtmış ve bastırmıştır. Neydi bu sınıfsal çıkarlar? Bu, Rus ilerlemeci bürokrat burjuvazisinin çıkarlarıydı. Stalin bunun temsilcisidir. Sevgilerimle.
Neumann’ın Yahova Şahitlerinin blok amirliğine atanışı:
SS Başamiri Langefeld’in İncil Talebelerine sempatisi vardı. Onların sebatkârlığına hayranlık, dinsel inançlarına saygı duyuyordu. Bizzat bir İncil Talebesi olan sekreteri aracılığıyla, 3. Blok’un, Käthe Knoll’un gayretkeşliği yüzünden cehenneme döndüğünü öğrenmişti. Bir süre hiçbir şey yapamamıştı, çünkü Kamp Komutanının güvenini kazanmış bir kadını uzaklaştırmak mümkün değildi, fakat Käthe Knoll’u, bizzat kamp talimatlarına karşı kendi menfaati için suç işleyip suçüstü yakalayıncaya kadar bir vaşak dikkatiyle izlemişti. Yakalayınca da olayı mümkün olan en kötü biçimde yorumlayarak hakkında resmi bir “rapor” düzenlemişti. Komutan bile suçluyu kendi Başamirine karşı koruyamamış ve Käthe Knoll, bizzat suçladıklarının bulunduğu Ceza Hücrelerini boylamıştı.
Fakat şimdi sorun, Langefeld ve Marianne Korn’un, hem kamp disiplininin resmi gereklerini yerine getireceğine güvendikleri, hem de İncil Talebelerine dürüstçe davranacağına inandıkları uygun bir Blok Kıdemlisi bulmaktı. Onlar bu zor sorunu tartışmaktayken SS Lideri Drechsler çıkagelmiş, öfkeyle, gösterdiği cüret yüzünden “A” Kanadının Kıdemlisinin görevinden alınmasını ve cezalandırılmasını talep etmiş, beni, “bir budalanın, aklı başında olmadığı gerekçesiyle işlediği suçtan sorumlu tutulamayacağını ileri süren iflah olmaz bir budala” olarak tanımlamıştı. İşte Langefeld’in içinde bulunduğu zorluğa Tanrının bağışladığı bir çözüm: Böyle bir “iflah olmaz budala”, İncil Talebelerini kollaması için aradığı kişinin ta kendisiydi. Böylece Blok Kıdemliliğine atanmışım.
“Nazi gardiyanı” diye yaftalanan Margarete Buber-Neumann’ın blok sorumlusuyken yaptıklarına ilişkin anlatımlarından bir örnek:
Benim baş görevim, İncil Talebelerinin hayatını mümkün olduğu kadar kolaylaştırmak, SS Blok Liderinin hilelerine engel olmak ve tüm yeteneğimle her bireyin çıkarını korumaktı. Hasta mahkûmları revire götürmede yardımcı olmaya özel önem veriyordum. Blok Kıdemlisinin söylediklerinin, SS başhemşiresi ya da SS doktoru üzerinde belirleyici bir etkisi vardı ve bu sayede genellikle “yatak istirahatı” ya da “içerde çalışma” izni almam mümkün olabiliyordu. Ayrıca, zaman zaman aspirin ya da benzeri ilaçları bulmak, çarşafları daha sık değiştirmek gibi olanaklardan yararlanmam mümkün olabiliyordu.
Buber Neumann’in Yahova Şahidi kadınlarla dayanışması:
Bir kere ilişki kurulmuştu ve onların hiçbirinin bana ihanet etmeyeceği konusunda büyük bir güven içindeydim, onlar için birçok şey yapabilirdim – örneğin, her türlü bahane ve hileyi kullanarak daha yaşlı ve fiziken daha zayıf durumda olan mahkûmları yoklamalarda saatlerce ayakta beklemekten kurtardım. Bunu asosyallerle yapamazdım, çünkü en ufak bir menfaat elde edebilmek için hiç erinmeden beni SS’lere ihbar edebilirlerdi.
devam:
Onların Blok Kıdemlisi olduktan bir süre sonra, kampta bilinen adlarıyla, benim “İncil Kurtlarımın” İncillere ve İncil Talebeleri literatürüne sahip olduğunu keşfettim. Käthe Knoll rejimi altında bu literatürü gizlice bloka sokmaya asla cesaret edememişlerdi ve muhtemelen bu yayınları dışarı çalışmalarındaki boş zamanlarında okumuş ve bazı güvenli yerlere gizlemişlerdi. Fakat benim hayırhah rejimim altında – antiparantez bu da İncil’de öngörülmüştü – bu malzemeyi işten dönerken içeri getirmeye, kovaların içine ve yer bezlerinin arasına vb. saklamaya başlamışlardı. Bu durumu öğrenince onlara, malzemeyi Blok içinde bir yerlere saklamalarının daha az tehlikeli olacağını söyledim ve bu önerim coşkuyla benimsendi. Bundan sonra öğretim, Blok’ta akşamları ve pazar günleri gayet açık bir şekilde sürdürüldü. Geceleri yatakta, SS kadınlar köpekleriyle dolaşmaya çıkmadan önce, ilahilerini yumuşak bir sesle söylüyorlardı. Benim işim herhangi bir tehlikeye karşı onları uyarmak üzere gözcülük yapmak ve yasak literatürü saklamaları için onlara zaman kazandırmaktı. 3. Blok’tan ikinci kamp sokağındaki yeni yapılmış 17. Blok’a taşındığımızda Barakamızın tavanarası olduğunu gördük ve tavanarasıyla çatı arasında bu yasak malzeme için bir zula hazırladık.
İşte, iftiracılara kitap cevap veriyor:
Fakat bir seferinde – 1942 ilkbaharıydı – meydana gelen bir olay benim tahammülümün sınırlarını aşmıştı. Daha önce “hasta nakli”nin örgütlendiğinden söz etmiştim – ki bunun anlamı, çürüğe çıkarılanların gaz odalarına gönderilmesiydi. Hasta ve çalışamayacak durumda olanları rapor etmek Blok Kıdemlisinin göreviydi. Tabii ki, ben ısrarla, çalışamayacak durumda kimse olmadığını bildiriyordum. Bütün rahatsızlıklar her zaman ve tamamen geçiciydi. Fakat benim “kusurlu”larımın arasında ellilerinde, Anne Lück adlı bir kadın vardı. Devamlı iltihaplanan gudde bezi vereminden rahatsızdı ve zaman zaman boğazını sargı bezleriyle sarmak zorunda kalıyordu. Onu çoğunlukla yatakta tutuyorduk, fakat bir gün muayene için revire gitmek zorunda kaldığında SS doktoru ona bakmış ve “hasta nakliyatı listesi”ne koymaya karar vermişti. Bunu, birkaç gün sonra revirde çalışan bir arkadaştan duymuştum. Bu saatten sonra bir şeyler yapabilmek imkânsız gibiydi; liste tamamlanmış ve imzalanmıştı. Bu durumda yapabileceği tek şey “İncil Talebeleri Deklarasyonu”nu imzalamaktı.
Büyük bir üzüntü içinde ranzasına gidip ona haberi verdim. Yüzümden, ciddi ve kötü bir durum olduğunu derhal anlamıştı; muhtemelen “hasta nakliyatı”na dahil edildiğini de. Çökmüş yüzündeki anormal derecede büyümüş gözleri korkuyla parladı. Lafı dolandırmadan ona durumu açık açık anlatıp hayatını kurtarmanın tek yolunun gecikmeksizin İncil Talebeleriyle ilgili belgeyi imzalamak olduğunu söyledim. Onu imzalamaya razı edebilmek için aklıma gelen tüm argümanları gücümün yettiğince sıraladım. İlk bakışta hayatın kendisine çok az şey verdiği hasta ve orta yaşlı bir kadın için bile ölüm korkusu güçlü bir faktördü ve sonunda imzalamayı kabul etti.
Fakat bu görüşmenin üzerinden yarım saat geçmemişti ki, Ella Hempel, kızgınlıkla sitem karışımı bir yüz ifadesiyle yanıma yaklaştı.
s. 203
“Nasıl yapabilirsin bunu” diye bağırdı. “Grete, senin böyle bir şey yapacağın aklımın köşesinden geçmezdi. Şeytanın safında yer alıyor ve SS’lerle işbirliği yapıyorsun.”
“Ne diyorsun sen, Ella?” diye sordum şaşkın, öfkesine hiçbir anlam verememiştim. “Ne demek istiyorsun SS’lerle işbirliği derken?”
“Anna Lück’e taahhüt belgesini imzalamasını ve ölümsüz ruhunu kaybetmesini salık vermişsin. Nasıl böyle bir şey yaparsın. Bu, hainlikten başka bir şey değil.”
Artık sabrımın sonuna gelmiştim. “Hainlik ha!” diye tekrarladım öfkeyle. Sesimi yükseltmiştim ve hayatımda ilk kez bir Yehova Şahidine bağırıyordum: “Bana hainlik yaptığımı söyleyen sen onu gaz odasına gönderiyorsun. Aman ne iyi Hıristiyanmışsın sen! Esas sen ruhunu, işte her ne zımbırtı diyorsanız ona, kaybetmişsin. Söyler misin bana, hangi Hıristiyanlığın hangi emri onun uyuz bir kedi gibi ölüme gönderilmesini doğru bulur? Bu mu kız kardeşler arasındaki sevgi? O seni kız kardeşi sayar, öyle değil mi? Ne hoş bir dinmiş bu seninki. Yalnızca çocuklarının Nazi kreşine gitmesine ve kötü muamele görmesine izin vermekle kalmıyor, aynı zamanda Nazilerin kız kardeşini katletmelerine yardım etmek istiyorsun. Ve bütün bunlar Tanrı adına, öyle mi… Yıkıl karşımdan. Midemi bulandırıyorsun.”
Kafka’nın sevgilisi Milena ile arkadaşlığı ve kamptaki stalinistlerin tutumu:
Milena, yumuşak Slav aksanıyla Almanca konuşan bir Çek gazeteciydi. Elimi, parmaklarını neredeyse hiç eğmeden sıktı ve benden elini çok sıkmamamı istedi. Hapisliği sırasında tutulduğu romatizma hastalığı nedeniyle yarı yarıya felç olmuştu. Eklemleri şişti ve sürekli ağrıyordu. Uzun süre ayakta beklenen yoklamalar sırasında soğuktan titriyor, geceleri ince battaniyenin altında ısınamıyordu. Yüzü, uzun süre hapis yatan bütün mahkûmlar gibi son derece soluktu ve gözlerinden, çektiği büyük acıyı anlamak mümkündü. Fakat 1940’da ona ilk rastladığımda ruhu çökmemişti, neşeli ve yürekliydi. Koyu renk gözleri ve hoş bukleleriyle güzel bir kadındı, fakat ayağına büyük gelen botları ve uzun kamp elbisesiyle güzel yüzlü bir korkuluğa benziyordu.
s. 206
Lotte’den geçmişimi öğrenmişti ve bir gazeteci olarak yaşadıklarıma ilişkin meraklı soruları vardı. Bu kadar kısa zamanda sorularla mümkün olan en fazla bilgiyi almak bir gazetecilik sanatıydı ve o bu işin üstesinden geldi. Onun koyduğu adla “Ağlama Duvarı” boyunca yukarı aşağı yürürken bilmek istediği her şeyi anlattım. Daha başından arkadaş olmuştuk ve bu arkadaşlık o acı kamp yılları boyunca, ölümüne kadar devam etti. Ona çok bağlanmıştım ve sağlık durumu beni sürekli endişelendiriyordu. Yeni kazandığım bir arkadaşı kaybetmekten o kadar korkuyordum ki.
1930 yılında Çek Komünist Partisi’ne katılmıştı, ancak daha o zamanlar komünist partilerde var olan koşullarda iyi bir parti üyesi olamayacak kadar bağımsız bir ruha sahipti. 1936 yılında sorun çıkmış ve 1937’de Parti’den atılmıştı. Alman işgaline kadar Çek gazetelerinde çalışmış ve işgalle birlikte direniş hareketinde yer alıp Çek pilotlarının ve subaylarının ülke dışına kaçmasına yardımcı olmuştu. 1939’da, Gestapo tarafından Prag’da tutuklanmış ve o tarihten itibaren hapishane ya da toplama kamplarında kalmıştı.
Ravensbrück’teki Çek Komünistleri onun politik tavrını biliyor, fakat kendi taraflarına kazanmaya çalışıyorlardı, etkilerini kullanarak Milena’ya revirde hafif bir iş ayarlamışlardı. Kamptaki Çek Komünistlerinin lideri Palečkova, ona, benim, Sovyetler Birliği hakkında iftiralar yayan bir Troçkist olduğumu bilip bilmediğini sorduğunda, Milena’yla ancak birkaç gündür tanışıyorduk. Milena, benim kendisine anlattıklarımı değerlendirme yetisine sahip olduğu yanıtını vermişti. Birkaç gün sonra bir ültimatom verdiler: Kendileriyle benim aramda bir seçim yapması gerekiyordu. Seçimini hemen yaptı ve o andan itibaren de kamptaki Çek ve Alman Stalinistlerinin düşmanca tutumlarıyla başa çıkmak zorunda kaldı. Dört yıl boyunca onların nefret ve hilelerinin hedefi oldu. Sağlığı o kadar kötü değilken onlarla başa çıkabiliyordu ama sağlığı iyice kötüye gittiğinde baskılarından müthiş acı çekti. Düşmanlarıyla her an burun burunaydı ve onlarla aynı havayı solumak zorundaydı. Bu koşullarda her allahın günü küçük küçük zalimlikler yapmak için o kadar çok fırsat doğuyordu ki.
s. 207
Onlar için en zor olanı, Milena’nın, yüzeysel iyimserliklerini paylaşmayan tutumuna tahammül etmekti. Savaş her üç ayda bir sona eriyor; birkaç haftada bir şurada ya da burada yeni bir devrim patlak veriyor; ve Hitler durmadan suikasta uğruyordu. Kampımızda sürekli iyimser söylentiler dolaşıp duruyor, biri unutulup yerine bir başkası dolaşıma giriyordu. Bu söylentileri Milena’ya da tekrarladıklarında, bunların palavra olduğunu acımasızca yüzlerine vuruyordu – böyle yaparak aslında acılarını arttırıp daha çok nefret yüklenmiş oluyordu. Hitler, 1941’de Rusya’ya saldırdığında, kamp, Rus taraftarı bir coşkuyla çalkalanmıştı, yalnız Stalinistler de değil, neredeyse tüm politikler katılmıştı bu coşkuya. Fakat Milena, coşkuyla dolup taşanlara, eğer Avrupa, Rusya’nın hakimiyeti altına girerse ortaya çıkacak manzarayı tasvir ederek yanıt vermişti. Ben bile tartışmıştım onunla, fakat şimdi geri dönüp baktığımda bu sözler, bir kadın kâhinin sözleri gibi görünüyor.
Langefeld adlı nazi amiri:
Gittikçe daha sık bir şekilde politik sorunlar üzerinde tartışmaya başlamıştık, argümanlarını çürütmek benim için zor bir şey değildi. Çok geçmeden, yalnızca Alman zaferine olan inancını sarsmakla kalmadım, aynı zamanda kamp sistemini kurbanların gözünden görmesini sağladım. Sonuç olarak, iç çatışması gittikçe daha acı verici hale geldi. Bütün bu korkunç şeylerin birkaç kötü yozlaşmış SS görevlisinin işi olmayıp kahramanı Hitler’in kurduğu diktatörlük rejiminin doğal ve mantıki sonucu olduğunu görmesini sağladım. Başlangıçta bunları ona söyleyip ikna etmekten henüz uzaktım ama en azından bütün söylediklerimi dikkatle dinliyordu ve bunların üzerinde derin derin düşündüğüne emindim. Bir gün, Ravensbrück gibi cehennemi bir yeri yönetmeyi, bir kadın ve bir anne olarak vicdanıyla nasıl bağdaştırdığını dobra dobra sormaya cesaret etmiştim. Bir süre cevap vermedi, sonra duraksayarak şöyle dedi: “Burada çalışmaktan hoşlandığımı mı sanıyorsun? Burada benim yerimde bir başkası olsaydı mahkûmların durumunun çok daha kötü olacağını anlamıyor musun?”
1942 kışında, Kızıl Ordu’nun Sıhhiye birliklerinden büyük bir Rus kadın kafilesinin gelmesini bekliyorduk. Bu kadınların hepsi Sivastopol’da esir alınmış hemşire ya da doktorlardı. Alman yetkililer, öyle görünüyordu ki, onlar için doğru yerin toplama kampı olduğunu düşünmüşlerdi. Onlar için özel bir blok hazırlandı ve diğer mahkûmlardan tecrit etmek üzere blokun etrafı dikenli tellerle çevrildi. Yolculuk yaptıkları yük treninden iner inmez bazı kadın SS’ler onları tekmeleyip yumruklamaya başladı. Hepsi üniformalıydı ve kampa sıkı bir askeri düzen içinde getirilmişlerdi. Kendi liderlerinin emirlerine harfi harfine uyuyorlardı ve bütün giriş işlemleri tam bir sessizlik içinde yerine getirildi. Kadınlar banyoda soyunduklarında Komutan Suhren ve Kamp Lideri Bräuning, kasıtlı olarak aralarına daldılar. Bayan Langefeld, alı al moru mor ofise dönüp yüksek sesle SS liderlerinin provokatif utanmazlığına lanetler okudu ve Rus savaş esirlerinin onurlu davranışını övdü.
Bayan Langefeld, “eski” politiklerle, özellikle Avusturyalı Rosl Jochmann, Alman Maria Fischer ve Polonyalı Helena Korova ile konuşmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Ne zaman yeni Blok ya da Baraka Kıdemlisi atanacak olsa, adaylarını daima politikler arasından seçer, tabii ki bu da Ramdohr ve casuslarının gözünden kaçmazdı. Bir seferinde, iki politik, Anni Rudroff ve Emmi Ambrusova, SS Lideri Dittmann tarafından rapor edilmişti; Anni, bir cephane fabrikasına sevkedilecek mahkûmlar için yeni numaralar almaya zamanında gelmemişti; Emmi ise, çalıştığı kantinde kendine çay yapmıştı. SS Lideri tarafından “rapor” edilmenin anlamı, en az altı ay Ceza Bloku’na konmaktı, Bayan Langefeld’i, onları Ceza Bloku’na göndermemeye ikna etmek için elimden geleni yaptım ama bu ciddi bir olaydı, kısa bir tereddütten sonra onları Komutana gönderdi. Birkaç hafta sonra Komutanın kararı geldi: Her ikisi de altı ay Ceza Bloku’na konacaktı. Anni’nin masum olduğuna, Emmi’nin suçunun da önemsiz olduğuna dikkat çekerek onu etkilemeye uğraştım. Bu sefer onu Komutanla görüşmeye ikna etmeye çalışıyordum; yine tereddüt etti, fakat sonunda Ceza Bloku’na göndermek yerine Barakalarına geri gönderdi ve Komutanla görüşeceğine söz verdi. Birkaç günde bir konuyu hatırlattım ama bunun onun için hiç de hoş bir konu olmadığı belliydi ve erteleyip durdu.
1943 ilkbaharıydı. O sırada “Politik Bölüm”den, 7.000’le 10.000 numaralar arasında on Polonyalıyı isteyen bir not geldi. Bunun ölüm cezası olduğunu biliyordum. Bir Kamp Habercisi, kadınları getirmeye gitti. Daktilonun başında oturmuş pencereden dışarıya bakıyordum. Meydanı geçerlerken içlerinden ikisinin koltuk değneğiyle yürüdüğünü farkettim.
“Bayan Langefeld” diye bağırdım. “Denekleri kurşuna dizmeye götürüyorlar. Şimdi geldiler.”
Bayan Langefeld yerinden sıçrayıp pencereden dışarıya baktı ve telefona davranıp Kamp Komutanıyla konuşmak istediğini söyledi. Bayan Langeld’in söylediklerini endişeyle dinledim.
“Sayın SS Lideri, deneklerin kurşuna dizilmesi konusunda Berlin’den bir onay geldi mi?”
Karşıdan ne cevap verildiğini bilmiyorum ama ahizeyi yerine koyduktan sonra bana dönerek şöyle dedi:
“Oraya git ve koltuk değneğiyle yürüyen iki mahkûmu bloklarına geri yolla.”
Bir kere daha iftiracılara:
Ceza Hücrelerinde on hafta geçirdikten sonra aniden serbest bırakıldım, herhangi bir yeni sorgulama ve açıklama yapılmadan kampa geri gönderildim. Kamp meydanında görece özgürlüğü kutladık, Barakalar daha sonraki yıllarda nihai olarak tahliye olduğumdan daha büyük bir coşku gösterdiler. Çıktığımın ertesi günü hastalandım. Vücudum düzenli yiyeceğe tepki göstermişti. “İç çalışma”ya verildim, günün büyük kısmını saman şiltenin üzerinde huzur içinde yatarak geçiriyordum, Milena bakıyordu bana. Ondan, Bayan Langefeld’in tutuklandığını ve Polonyalılara sempati göstermek de dahil çeşitli suçlardan SS mahkemesine çıkarıldığını öğrendim. Delil yetersizliğinden beraat etmiş, ancak işinden uzaklaştırılmıştı.
Gün Zileli’nin Ahmet’i çürüten cevaplarını okudukça Kafka’nın sevgilisi Milena’ya bir kez daha hayran oldum. Keşke bizim toplumumuzda da Milena gibi şövalye ruhlu kadınlar olsa. Biz de ümitsiz bile olsa aşık olsak onlara.
🙂 vardır vardır. Daima uyanık olacak ve çevreni kollayacaksın. Mutlaka vardır.
Aklıma geldi. Buber Nazi’lerle işbirliği yapsaydı hiç ortalığa çıkmaz, sessiz kalırdı.
Aleyhinde konuşanlar oldu ama somut değildi; somut şeyler olsaydı hikaye böyle gelişemezdi…
(Yine anımsatıyorum… Bu yöntem Stalinist vahşetle yüzleşmek istemeyenlerin konuyu “sulandırma” girişimleridir…)
Çok doğru. 1949 yılında Victor Kravchenko davasında tanıkılık yapmayı da göze aldı. Kravchenko batıya iltica etmiş bir NKVD görevlisiydi ve dünyaya ilk kez gulagların varlığını açıklamıştı. Fransız Komünist Partisi, Kravchenko’yu Sovyetler Birliği’ne iftira etmekten dava etti. Fransa’da yapılan yargılamada Kravchenko, BuBER nEUMANN’I tanık olarak gösterdi. Buber mahkemeye gelip Krovchenko lehinde tanıklıkta bulundu. FKP’nin avukatı ve diğer FKP’liler Buber-Neumann’a birçok suçlamada bulundular ama onların bile akıllarına Ahmet’in yaptığı “nazilerin gardiyanı” suçlamasını yapmak gelmedi.
Stalin’in parti ve sovyet tabanındaki bürokrasi nefretini çarpık bir şekilde eski devrimci kuşağını tasviye etmek, çarlık döneminden kalan eğitimli uzman tabakasını terörize etmek ve bürokraside alttan gelen işçi üniversitelerinde eğitim görmüş ve kendisine bağlı genç kuşak işçi-bürokratlara yer açmak için kullandığını bugün biliyoruz. O anlamda bence Gün Zileli bir noktada haklı. Kendi bile tam olarak kontrol edemediği vahşi bir terör makinesini harekete geçirdi Stalin. Tarihin gözünde kanlı bir katildir…
Bir anlamda Maonun ‘komünist parti bürolarını’ parti tabanına bombalatmasıyla aynı şey bu süreç. Tabanda ‘demokratik tartışma’ ayağına, kariyerist kimi unsurların sınıf atlama hırsını kamçılayarak, bütün bir komünist militan kuşağının tasviye edilmesi…
Ama troçkistlerin hiç mi suçu yok? Troçki esasında ne Stalini tehlikeli bile görmüyordu. Ona göre 1928e kadar esas düşman köylülerin suyunu çıkaran sanayi politikalarına karşi daha zayıf bir merkezi devleti ve daha küçük bir bürokrasiyi savunan Bukharin ekibiydi. Böyle bir hayal dünyası içinde, tepe noktasında ki bütün liderler eski devrimci kuşağından olup, parti üyelerinin devlet idaresinde pozisyonlar almalarını eleştirenleri adım adım tasviye ettiler. Miasnikov, İgnatyev, Iscı Muhalefeti… Hepsi sırayla tasviye edildi. Miasnikovun partiden atılması Lenin zamanındadır. Sonunda Parti liderliği devletin eliden zavallı pasif rehinelere dönüştüler. En sonunda bunun bedelini de canlarıyla ödediler.
Şüphelenmiştim ama emin değildim. O Milena’mıydı bu? Sanırım kitabın sağına soluna baktım… Bir bilgi bulamayınca “o değil” galiba demiştim…
Hiç bir aşk “doğru” değildir! Ama aşk “doğru” bir şeydir… Ve Kafka’nın aşkı Milena ne kadar da “doğru” bir aşk’mış!
***
Şu sıralar “Gen-Mem” meselelerini okuyorum…
En başa dönüyorum… DNA’dan Genlere ve maymun ve İnsana…
*
Ukrayna meselesinde yazmıştım… 10 yıldır orada yaşayan Gossip doğrulamıştı…. Sağlıksız bir duygu ile önsezilerimin-teorilerimin doğrulanması hoşuma gitmişti…
***
Stalin vahşeti çok özel bir vahşettir… İnsanlığın 100-200 bin yıllık tür, kabile, ahlak, aidiyetine saldırmıştır; zavallı Rus Halkı….
Tekil örnek…iki karşılaşma… Oğlum anlatmıştı… Sonuç şu… Rus delikanlıların büyük bir Amerikan hayranlığı var…
Bu aşağılık kompleksinin yaygın olduğunu sanıyorum… (Oraları bilen varsa yazsa ve gerçeği öğrensek…)
O büyük Rus halkı nasıl bu hallere geldi? Puşkin’in, Tolstoy’un, Çaykovski, Şostakoviç, Gogol… ve daha nicelerini yaratan o büyük halk ne oldu da bu halde?
*
Bu 1917 ve bugünün de Rusya’sı müthiş bir laboratuardır.
Bir ateist olarak hep ifade etmeyi deniyorum.. İnsanın bir “ruh’u” vardır ve insanlığın bir Tin’i vardır! İşte Stalin’le temsil edilen zihniyet bu ruh’u öldürdü ve kalan da bu!
Fiziksel katliamlardan daha büyük bir katliam yapıldı orada… Milena, Buharin… “Kabilenin” en güzel insanları…
Yahudi soykırımı yapıldı ama onların “Ruh’u-Tin’i” öldürülmedi hiç olmazsa!
*
Bir laboratuar… Tüm insanlık için… Bu tür vahşetten kimse sağ çıkmaz! Tartışma sınıfsal değildir; konu, 200 bin yıllık bir türün tüm sosyal “kopya genlerinin” imhası konusudur..
Ahmet hala farkında değil…. Kişisel bir beklenti, egosal bir hırsı olmadan bu tür büyük insanlık suçlarını en azından hafifletmeye çalışanlara ben üzülüyorum… Ahmet gibi çalışkan, bilgili, meraklı insanlar için…
İnsanlık adına bu nasıl bir umutsuzluktur ki, yüzlerce milyon insanın “sosyal genlerini” mahvetmiş siyasal vahşeti hala bir şekilde savunabiliyorlar…
General Mustafa Barzani’den Stalin’e Mektuplar
Sovyetler Birliği Dışişler Komiseri Yoldaş Mololof W. M’ye
Kürd aşireti(Barzani)nin lideri Mustafa Barzani’nin (Irak) yoldaş Stalin’e ve size yazdığı iki mektubun kopisini sunuyorum.
Not: yazı 4 sayfadan ibarettir.
Lomov
Mektubun birer nushaları: Stalin, Molotov, Beriya, Malnikov, Mikoyan, Vilçevski ve Silin’e gönderilmiştir.
Barzani aşiretinin(Irak) lideri Mustafa Barzani tarafından yoldaş Stalin ve Molotov’a yazılan mektubun tercumesi, Irak ordusundan firar eden ve şu Mustafa Barzani ile birlikte olan iki subay tarafından 27.08.1945 tarihinde bizim bir istihbarat subayımıza verilmiştir.
Moskova
Sovyetler Birliği Birinci Mareşali Başkan Stalin
Kızıl Ordu insanın eşitliği ve kurtuluşu için mücadeleyi ve özgürlüğü dünyaya sunduğu gün, eşitlik ve özgürlüğün ışınları Sovyet ülkesini aydınlatmaya başladı. Kürd halkı adına bu mektubu ve raporu Irak Kürdlerinin durumunun bazı yanlarını izahetmek için yazıyorum.
Bu mektubu dikkate almanızı ve gerekenin en iyisini yapmanızı rica ediyorum.
Büyük Mareşalim!
Bildiğiniz gibi Kürdler diye bir halk vardır. Irak, İran, Türkiye ve Suriye arasına düşen kendi toprakları üzerinde yaşıyor. Bu halk çok eski zamanlardan beri kendi diline, kendine has psikolojisine ve millet olarak vardır. Daha önceki savaştan ardından müttefik güçler başarıya ulaştıktan sonra bu halk ezildi. Siyasi nedenlerden dolayı bu halk “Irak” mezopotamyası, İran ve Türkiye arasında 3 parçaya bölündü. Kürdlerde tüm diğer halklar gibi sürekli olarak özgürlüğü için mücadele etti. Kürdler, hiç bir zaman Kürdistan’ın bağımsızlığına ve özgürlüğüne taraf olmayan İngiltere’nin baskıcı ve zorba siyasetinden dolayı başarıya ulaşmadılar. Şimdi savaş sona erdi. Sizin bütün halkların özgürlük hakkına olan vefanızı takip ederek Kürd halkı da diğer halklar gibi kendi özgürlükleri için mücadele etti.
Büyük Mareşalim!!
Irak Kürdleri için İngiliz devletinin zorba ve baskıcı siyasetinin amacı Kürdleri yoketmek olduğu ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı biz Mezopotamya Kürdleri haklarımıza ulaşmak için zoru kullanma kararı aldık. Çünkü hedefe ulaşmak için tüm barışçıl çabalarımız boşa çıktı. Bundan dolayı Irak devletine karşı baş kaldırdık. Bu devlet İngilizlerin izniyle bizleri yoketmek istiyor. Bizde özgürlüğümüze kavuşmak ve insan olarak tanınmak için onurluca ölme kararı aldık.. Şimdi savaş ortamında yaşıyoruz.
Başkan Mareşal!!
Sizlere bu mektubu yazdığım şu an, Irak uçakları İngilizlerinde yardımıyla Kürdistan şehir ve köylerine bomba yağdırıyorlar. Zorba güçler, top ve ağır silahlarla tüfeng dışında hiç bir silahları olmayan Kürd savaşçılarına karşı savaşıyorlar. Buna rağmen biz kurtardığımız bölgelerde özgürlüğü ve otonom yapımızı ilan ettik. Özgürlüğümüzü ve otonom yapımızı savunmak istiyoruz. Tüm imkanlarımızı bu amaç için seferber ettik.
Ezilen ve emekçi halkların Mareşalı,
Tüm dünya ve özellikle Irak Kürdleri sizlerin halkların bağımsızlığı ve özgürlüğü için çok iş yaptığınızı biliyor. Gördüğümüz tüm şeylerde bu gerçekliğin işaretleridir. Bundan dolayı sizin kutsal dikkatinizi aşağıdaki istemlere çekmek istiyoruz:
1)Bize maddi ve silah yardımı yapılmalı,
2)Devrimimiz kutsal bir devrim olarak ilan edilmeli,
3)Biz sizin desteğiniz altında özgür bir cumhuriyet olmaya hazırız,
4)Dış siyaset kanalları için bize yardım edilmeli,
5)Biz sizlerle siyasi, ekonomik, kültürel, tarımsal ve askeri ilişkileri kurmaya hazırız,
Özgürlüğümüz için sizlerin yüksel çabalarınızı ve değerli öğütlerinizi bekliyoruz
Çok Yaşayın!! Sovyet halklarının asayışı ve daha iyi yaşamı için çok yaşayın!!
Çok Yaşayın!! Kürd halkının asayışı ve daha iyi yaşamı için çok yaşayın!!
Irak’ta ve İran’da Özgür Kürdistan için selam!!!
Irak’ta Kürd Halk Devriminin ve Kurtuluş Ordusunun Komutanı
Yakınınız Mustafa Barzani
1 Ocak 1945
***
Sovyetler Birliği İçişler Bakanı Yardımcısı
Sovyetler Birliği Generali Yoldaş J.V Stalin için
1)Bildiğiniz gibi biz Irak’ta Kürdlerin kurtuluşu için Irak devletine karşı ayaklandık. Bu ayaklanmadan sonra 1945 yılında İran’a geçtik. İran’da bulunan Sovyet Ordusuna sığındık. Biz İran’dan kurtulmak istiyen Azerbeycan ve Kürd devrimci hareketlerine katıldık.
2)10 Aralık 1946 yılında İran demokratik güçleri kendi ülkelerindeki gericilerin baskısı altında teslim oldular. Fakat, biz direnişe devam ettik ve diğer halklarda bizimle birlikte direnişe katıldılar.
Eğer Kürd ağa ve beyleri Irak devletine yardım etmemiş olsaydılar, İran’a geçmez ve mücadelemize devam edecektik.
3)Bu arada Türk ve Irak gericilerinin itifakı karşısında tasfiye tehlikesiyle karşı karşı kaldık. Bizim fazla gücümüz yoktu. Fakat, buna rağmen gericilerin baskılarına karşı koyduk ve kendilerine büyük zararlar verdik. Biz devrimci ruhumuz sayesinde başarılı olduk ve güçlerimizi koruduk. Bizim amacımız Irak Kürdistan’ıydı. Fakat, bazı gerici ve kirli güçlerin müdahalesi vardı. Biz Irak’ta Irak gericilerine yardım eden Türk ordusunu gördük. Bu da bizim güçlerimizi daha sonraki mücadeleye saklamak amacıyla, belli bir dönem mücadeleye ara vermeye neden oldu.
4)İran ordusunun kuşatmasını yararak, Türkiye topraklarına ve oradan Sovyet sınırına vardık. Biz mecburiyet karşında Sovyetler Birliğinin sınırına geldik.
20 gün yürüyüşten sonra Aras nehrine vardık. Bu 20 gün boyunda İran’ın amacı bizleri imha etmekti. Fakat, çok sert ve kanlı bir savaştan sonra Sovyet sınırına vardık.
5)Şu an 500 Barzani devrimcisi Sovyet sınırında bulunuyor. Bunların içinde yaralı ve sakatlar çoktur. Bizim demokrasi istiyen tüm dünya halkları gibi özgürlüğe ihtiyacımız var. Biz Stalin yoldaşın yardımını bekliyoruz. Sovyetler Birliği en demokratik işçi ve emekçi devleti olduğundan dolayı biz Sovyet topraklarına geldik. İçine düştüğümüz ortamdan kurtulmamız için lütfen bize yardım ediniz!
Yaşasın Yoldaş Stalin ve Tüm Sovyetler Birliği Halkları!!
Irak Kürdistan Devrimci ve Demokrat Hareketinin Önderi
Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı
Mela Mustafa Barzani
18 Haziran 1947
***
10 Şubat 1949
K519
Yoldaş Stalin’e,
Sovyetler Birliği İçişler Bakanlığı 1947 yılında bizim ülkemize gelen Kürd birliklerinin tavır ve niteliklerine ilişkin bir rapor sunuyor. Sayıları 499 kişiden ibaret olan Mustafa Barzani önderliğindeki Kürd birlikleri 17/18 Mayis 1947 yılında İran’ın saldırı ve takipleri sonucu silah, patlayıcı ve atlarıyla İran ve Sovyet sınırlarını aşarak Sovyetler Birliğinin topraklarına geldiler. Sınırda tutuldu ve silahsızlandırıldılar. Mustafa Barzani yaptığı açıklamada silahlı güçleri Irak’ta örgütlediğini ve 15 yıldan beri göçebe bir yaşam sürdürdüklerini, silah, yiyecek, patlayıcı, araç ve gereçleri İran’da temin ettiklerini söylüyor. Barzani bir nefes almak için Sovyetler Birliğinde kalma talebinde bulundu.
Azerbeycan Komunist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi Sekreteri Baqirov, Sovyetler Birliği devletine, Barzani’nin silahlı birliklerinin yiyecek sorunlarını örgütlemek, ihtiyaçlarını karşılamak ve askeri eğitimleri yapmak amacıyla Hazar denizinin kıyısındaki kışlaları önermişti. Devletin kararıyla Barzani Kürdleri 3 ayrı birlik halinde örgütlendi. Bu gruplar, topçu, mayın döşeme, ilişki ve tankçılardan oluşuyordu. Barzani’nin adamlarının askeri eğitimleriyle ilgilenmek amacıyla Sovyetler Birliği Savunma Bakanlığınca 20 subay görevlendirildi.
Fakat, belli bir dönem sonra ortaya çıktı ki, Mustafa Barzani siyasi olarak bilgisiz, okuma ve yazması olmayan bir adamdır. Barzani’nin niyeti Kürd aşiretlerinden bir Şeyh devleti kurmak ve başkanı olmaktı. Barzani, Sovyetler Birliğine gelişini geçici bir olay olarak görüyor ve hiç bir sorumluluğu üzerine almak istemiyor. Barzani’nin bu tavrından dolayıdır ki Baqirov var olan sorumluluğu Sovyet Devletinin önüne koyarak Kürd birliklerinin Azerbeycan’dan ve İran sınırından uzaklaştırılmasını istedi.
Sovyet Birliği Bakanlar Kurulunun 9 Ağustos 1948 tarihli, 3943-131.22 sayılı kararı uyarınca Sovyetler Birliği İçişler Bakanlığı Barzani Birliklerini Baku’dan Sovyet Özbekistan’ın topraklarına taşıdı. Dışişler Bakanlığının eski kışlasına (Taşkent demiryolunun Yukarı Komsomol durağı) yerleştirildi ve yaşamları ve askeri eğitimleri için düzenli bir şekilde yerleştirildi.
1948 yılının sonlarına doğru Barzani, Özbekistan Komunist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi Sekreteri Yoldaş Yusufov ile görüşmek için ısrarlı davranmaya başladı. Bundan dolayı istemi kabul edildi. Barzani bu görüşmede içinde bulundukları yaşam koşullarına ilişkin rahatsızlıklarını ifade etti. Yaşam durumlarını ve programlarını açıklamak için yoldaş Stalin ile görüşme talebinden bulundu. Ayrıca Barzani yoldaş Yusufov’dan adamlarından 5 subayı Taşkent’deki parti okuluna gönderme talebinde bulundu. Askeri ve subay eğitiminin dışında pilot, tankçı ve tank tahribatı konularında da eğitim görmelerini istiyordu. Barzani bu görüşmenin son aşamasında ise “eğer Moskova’ya gitmem için imkân sağlanmasa kendimi öldürerek yaşamıma son vereceğim” dedi. Son dönemlerde Barzani Birliklerinin yöneticileri ve hepsinden önce de Barzani içinde bulundukları duruma ilişkin rahatsızlarını ifade ettiler. Barzani Birliklerinin 1949 yılında yıllık masrafları toplam olarak 6.662.467 rubledir.
Barzani Birliklerini içinde bulundukları ortamda daha fazla tutmak sorunlara ve daha kötü sonuçlara neden olacak. Var olan durumu gözönüne alarak Sovyetler Birliği İçişler Bakanlığı, Kürd Birliklerini dağıtmayı, küçük küçük gruplara ayırarak Özbekistan’ın uzak bölgelerine uzaklaştırmayı doğru buldu. Bu uzaklaştırılan küçük grupların birbirleriyle ilişkileri olmayacak. Böylelikle Barzani ve yakın arkadaşlarının uzaklaştırılanlarla ilişkileri olmayacak ve etkilemeyecekler. Birbirleriyle ilişki kurmaları men edilecek. Cumhuriyetin mahali yöneticileri, bu Kürdlere tarım ve sanayi alanlarında iş bulmakla sorumlular. Bu görevlerin yerine getirilmesi, gelişmelerden haberdar olma ve gözetleme görevi Özbekistan İçişler Bakanlığının kurumlarına bırakılmıştır. Yoldaş Yusufov’da bu öneriyi onayladı.
Sovyetler Birliği İçişler Bakanı
S.Kroglov
( Çev: Aso Zagrosi )
Bugünkü kuşak Kürdistan tarihinin bu dönemini ya hiç bilmiyor yada çok eksik biliyor. Kürtlerin hiç düşünmediği ve düşünmek istemediği olgu Kürdistan’ın 5 parçaya bölündüğü ve Rusya’nın çarlık döneminden itibaren (1820) Kürdistan’ın bir parçasını ilhak ettiği gerçeğidir. 1917 sosyalist darbesi ile çarlık tasfiye edilmesine rağmen Rusya’nın çarlık dönemindeki dış politikası ana hatlarıyla korunmuştur. Sosyalist devlet de bir nevi imparatorluktur, ilişkilerinde statükoyu korumayı, dolayısıyla işgal ve ilhakı esas alan bir politikanın izleyicisidir.
1820 İran-Rus savaşından galip çıkan Rusya o gün itibarıyla İran’ın denetiminde bulunan Azerbaycan-Ermenistan-Kürdistan topraklarının bir kısmını ilhak etmişti. 1820 yılına kadar Azerbaycan tamamen İran’ın denetimindeydi. Kürdistan ve Ermenistan ise 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla İran ve Osmanlı imparatorlukları arasında ikiye bölünerek paylaşılmıştı. Kürtlerin ilk “Lozan’ı” Osmanlı ve İran devletleri arasında imzalanan bu Kasr-ı Şirin antlaşmasıdır. Daha sonra rusların işgal ve ilhak hareketlerine katılmasıyla Azerbaycan ve Ermenistan iki parçaya Kürdistan ise üç parçaya bölünecekti. 1820 yılında İran ve Rusya arasında imzalan paylaşım muahedesi ise kürtlerin 2. Lozan’ıdır.
Rusya 1. ve 2. paylaşım savaşlarında Azeri, Kürt ve Ermeni millet sorunlarına bu halkların ve ülkelerin işgalcisi olma idraki ve sıfatıyla tutum takınmıştır. Ermeni, Azeri ve Kürt ulusları karşısında Rus Çar’ı ve çarlık ne ise Lenin-Stalin “yoldaşlar” ve Komintern de odur. Rusya’nın 1. Dünya Savaşı yıllarında bir yandan Osmanlı ile paylaşım savaşı yürütürken öte yandan kendi kontrolü dışında kalan bölgelerin egemenliğini Avrupa devletleri yerine Osmanlı-İran otoritesine bırakma yanlısı oluşunda bu her üç devletin ortak sömürgelere sahip olması önemli bir etkendir.
Rusya, Türkiye’nin kurulmasının en büyük ve önemli destekçisi olmakla kalmamış desteğini bugüne kadar sürdüregelmiştir. İran’ın batı demokrasilerince izole edilip bir nevi ekonomik ve siyasal muhasara altında tutulduğu günümüzde bile ayetullahlarin askeri-ekonomik-diplomatik alanlarda en önemli destekçisi Rusya’dır. İran’ın çözülmesi halinde Rusya’nın sopa zoruyla kontroluna aldığı sözde bağımsız Azerbaycan’ın çoğunluğu İran tarafından kontrol edilen azerilerle birleşeceğini, bu durumda kürtler arasındaki sınırların bir bölgede daha fiilen geçersiz hale geleceğini, İran tarafından işgal edilmiş Ermenistan parçasının da serbest kalmasıyla ülkeleri paylaşılmış her üç halkın ivme kazanan özgürleşme hareketinin Kafkasya’dan Basra Körfezi’ne kadar etkide bulunacağını bizler fazla hesaba katmasak bile Rusya husule gelecek domino etkisinin farkında ve çevre devletlerle ilişkilerini bu hesap üzerinden sürdürüyor. Rusya’nın 1924 yılında kurulan Irak ve Suriye ile adeta vasi düzeyinde yürüttüğü yakın ilişkiler de yine bu hesaba dayalı olarak anlaşılmalıdır. Rusya, Kafkasları savunma hattını Şam-Bağdat enleminin güneyinde konuşlandırmıştır, sadece azeri-ermeni değil kürt ve Kürdistan sorununa da yaklaşık ikiyüz yıldır açıkca müdahildir.
Bilindiği gibi sömürgecilik işgal edilmek istenen topraklara önce ellerinde Kur’an ve İncil tutan dervişler ve rahiplerle giriyor, ardından Muhammed ve İsa alametleriyle donanmış ordular işgal harekatlarına girişiyordu. Komintern döneminde bu takıma üçüncü bir grup katıldı; “komünistler”. Kendilerine devrimci, ihtilalci sıfatları veren komünistler ellerinde Marx’ın kitabıyla hedef yumuşatıyor, ardından Rus tankları devrimin yüksek idealleri adına işgale başlıyordu. Doğu Avrupa’dan Orta Asya’ya, Afganistan’a kadar yayılan ruslar bugünkü imparatorluklarını bu sayede muhafaza edebildiler. İmparatorluğun cenderesinden kurtulan halklar Avrupa devletleriyle birleşti. “En gelişmiş burjuva demokrasisinden binlerce kez daha özgür toplum” vaadinin pratikte nasıl işlediğini acı tecrübelerle öğrenen Doğu Avrupa halkları özgür ve gönüllü birliktelik söz konusu olunca tercihlerini batı demokrasilerinden yana kullandılar. Afganistan’ın durumu malum. Kafkasya halkları, Orta Doğu ve türki cumhuriyetlerin durumu ise hala sürüncemede. Afganistan’ın bir devlet olarak varlığına son verenler ruslardır.
Büyük ağırlığı Osmanlı topraklarının paylaşılmasına dayalı olan 1. Dünya Savaşı sonrasında savaşan taraflar arasında Lozan’la konsensüs sağlanmıştı. Lozan sadece Türkiye’nin kuruluş muahedesi olmakla kalmaz, bundan önce bölgenin statükosunu belirleyen çok taraflı bir uzlaşmadır. Değişen güç dengeleri karşısında türklerin ve farsların bölge hakimiyetine sınırlamalar getiren daha önceki uzlaşıların güncellenmiş tekrarıdır.
2. Dünya savaşı yıllarında Rusya ikmal yollarını güvence altında bulundurmak bahanesiyle İran’da asker bulundurmaya başladı. Rusya’nın askeri varlığı örtülü bir işgaldi. İran yönetiminin zayıflığından yararlanan Rusya el altından Azerbaycan Komünist Partisi’nin faaliyetlerini tırmandırarak Azerbaycan’ın ve Kürdistan’ın İran tarafından işgal edilmiş parçalarını kontrol altına almaya çalıştı. Rusya tarafından daha önce kurulmasına izin verilmiş peyk bir Azerbeycan devleti zaten var olduğu için azerilerin birleşmesi İran’ın toprak kaybetmesi buna karşılık Sovyetler’in genişlemesi anlamına geliyordu. 1940’lı yıllarda hala İngiltere tarafından yönetilen Irak’a bulunacağı etki dolayısıyla Doğu Kürdistan da Sovyet politikasında göreceli bir öneme sahipti. Her büyük savaştan sonra paylaşım pazarlıklarının başlayacağına yabancı olmayan Sovyetler bölgenin statükosu belirlenirken elini güçlendirecek kartlara muhtaçtı, azeri ve kürt özgürlük istemlerine bu amaçla yakınlaştı. Yoksa rusların azerileri ve kürtleri birleştirmek gibi bir niyeti yoktu. Bu her iki ulusun kendi parçalarıyla birleşmesi yayıldıkları coğrafya ve sahip oldukları nüfus kitlesi itibarıyla Sovyetler için tehdit unsuruydu. Her iki halkın da sahip oldukları toprakların bir parçası 1820 yılından beri ruslar tarafından işgal altında tutuluyordu. 1915 Ermeni soykırımından hemen sonra Rusya Ermenistan’ın tamamına yakınını ele geçirmişken türkler lehine geri çekiliyor ve bölgeyi olduğu gibi türk yönetimine devrediyordu. Ermeniler, azeriler ve kürtler Sovyetler Birliği’nde kurulmuş diğer devletlerin ahalisi gibi farklı topluluklardan devşirilmiş, sayıca az, fiilen millet olmayan sun’i yaratılar olmayıp köklü ve kalabalık milletlerdi. Rusya’nın bu milletlerden herhangi birini tek başına kontrol etmesi yerine birden fazla devletle kontrol etmeye ihtiyacı vardı. Rusya’yı bir kuşak gibi Güney’den saran farklı etnisiteler imparatorluğun en zayıf yanıydı. Rusya bu bölgede “karışıklık” istemiyordu. Bu nedenle azeri, kürt ve ermeni uluslarının sorunlarına yaklaşımda samimi olmaktan ziyade içten pazarlıklı ve taktiksel bir çizgi izliyordu. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra kukla bir Ermenistan kurulmuştu ama kurulan devlet batı ermenilerinin katılmayı reddettikleri bir Ermenistan’dı. Ermenilerin efsanevi savaşçısı Antranik Paşa bile Ermenistan vatandaşı olmayı reddederek Paris’te yaşamaya başlamıştı. Ruslar 2. Dünya savaşı yıllarına bu tecrübelerle varmıştı.
Yalta Konferansı’nda dünyanın yeniden dizaynı görüşülürken Ruslar ve İngilizler mutabakata varıp Ortadoğu ve Kafkaslara ilişkin statükonun aynen devamını sağlamayı başardılar. Rusya 1820 sınırlarını korurken İngiltere Ortadoğu’da sağladığı imtiyazlarını sürdürüyordu, bir farklaki imtiyazlarını müttefiki ABD’nin kullanımına açarak. Yalta mutabakatı, Kasr-ı Şirin’in bölge düzeyinde tescili olarak kürtler ve ermeniler adına 3. Lozan anlamına geliyor. Kürtlere faturası Mehabad Cumhuriyeti olarak tarihi tecrübelerimize karışmıştır.
1. Dünya savaşı sonrasında Komintern’de söz alan türk delegelerin Kürdistan sorununu nasıl algıladıkları bilinir. Türk delegesi Orhan’ın ağzından “devrimci kemalistler dişlerini sarığın ve karnuvustanın boğazına geçirmişlerdir” denmişti. Burada bahse konu edilen 1919-1924-1925 Kürdistan direnişleridir. Türklerin algısından ziyade esas üzerinde durulması gereken nokta bu algının Komintern pazarında nasıl alıcı bulabildiğidir.
2. Dünya savaşı yıllarında Azerbaycan Komünist Partisi adına raporlar düzenleyen, bu raporları Stalin “yoldaşın” pek de aşinası olduğu beğenisine sunan Bakırof’un kürtlere ilişkin kötülemeleri ve jurnalleri de Komintern’in Türkiye delegelerininkinden farklı değildir. Mehabad savaşçıları Mao’nun uzun yürüyüşünü katlayan zorlu bir yolculuk sonucu Sovyet sınırına ulaştılar. Sınırı aştıklarında Kızılordu tarafından karşılandılar ve silahsızlandırıldılar. Daha sonra savaş esiri muamelesine tabi tutularak 500 sığınmacının her biri Sibirya da dahil olmak üzere Sovyetlerin her bir yanına dağıtıldı. Mustafa Barzani’nin mektubunda sıklıkla gericiliğe atıfta bulunulması Bakırof’un asılsız jurnal ve karalamalarına karşı yalanlama amacı taşımaktadır. Oysaki kürtlere bu mukadderatı uygun gören ve tayin eden Bakırof değil Sovyet yönetiminin üst düzey yöneticileridir. Yapılan iş yukarda da belirtildiği gibi Çarlık döneminin yayılmacı prensiplerine sadık kalmaktan ibarettir.
Yukarda değinilen hadisenin bir benzeri de 1927 yılında Ağrı Direnişi döneminde yaşanmıştı. 1927 Direnişi Türkiye-İran işbirliğiyle boşa çıkarılınca İhsan Nuri Paşa mecbur kalarak savaşçılarıyla Sovyet sınırını geçer. Genç Sovyetlerin “ulusların kendi kaderini tayin hakkına” yaptığı vurguyu ciddiye alıp inanmışlardır, bu nedenle Sovyet yönetiminin hiç değilse kendilerini koruyacağını sanmaktadırlar. Sınırı geçtiklerinde Kızılordu tarafından karşı taarruza uğratılarak Türkiye toprakları içerisinde 50 km. geriye itilirler. Dönemin Başvekili İnönü meclise olayla ilgili bilgi verirken; “şekavet mihrakları Rusya’ya iltica ederek faaliyetlerine oradan devam edeceklerini sanıyorlardı, oysa biz o işi çoktan halletmiştik” demekteydi. İnönü’nün “hallettik” dediği iş İhsan Nuri’nin sınırı geçmesi üzerine varlığı açığa çıkan Rusya-İran-Türkiye arasında imzalanmış gizli antlaşmaydı. Rusya-Türkiye-İran arasında varılan gizli antlaşma ile bu devletlerden herhangi birinde meydana gelecek direnişlerin sınır dışına taşması halinde taraflardan birinin yada ikisinin aynı anda izin almaksızın ilgili devletin sınırları içerisinde 100 km. derinliğinde askeri takibat (sıcak takip) yapabilmesine olanak sağlanmıştı. Bu her üç devletin sınırlarının kesiştiği noktada Kürdistan-Azerbaycan-Ermenistan ülkeleri yer alıyor, kürtler-ermeniler ve azeriler yaşıyordu. Antlaşmanın kimler düşünülerek kotarıldığı açık. Sömürgeci pakt başka türlü olmaz. Dikkat edilirse Lozan’da böyle bir müdahaleyi açıkca serbest bırakan bir madde yoktur ama Türk-Rus ve Rus-İran ikili antlaşmaları sıcak takibe imkan sunan maddeler içermektedir.
Mustafa Barzani’nin Stalin’e ilaveten Kruşçev’e yazdığı mektuplar var. Bunlar daha önce de yayınlandı ancak bir çok kürdün “sosyalist ayranının kabardığı” bir dönemde yeterince anlaşılmadı, anlatmaya çalışanlar “sosyalizm ve devrim karşıtlığıyla” suçlandılar hatta bir çok parti yada fraksiyon tarafından aforoz edildiler. Kürdistan direnişleri bu devşirme akımlardan çok zarar gördü. Kürtler arasında teslisin baskın ucu olarak yer bulan marxizm dini Marx’ın şahane deyimiyle afyondan beter etkiler yaratmış durumda. Bize de kürtlerin dikkatten kaçırdıkları bir alanı yeniden düşünmeleri ve hesaba katmaları temennisiyle demek kalıyor.
http://www.serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=25392
Gun sirf tartsimada baskin cikmak icin once Buber gibi nazilesmis bir kadini savunmaya basladin, oyle boyle biriside degil, onbinlerce insanin gaz odalarinda olduruldugu bir kampta adam oldurme yetkisine sahip blok sorumlusu bir kadin, siradan bir blok sorumlusu da degil, Kamp muduru Langfeld’in hem yakin arkadasi hem de yardimcisi.
Once blok sorumlulugunu basit bir kogus srumlusu yapmaya calistin. Sen hangi cezaevinde blok sorumlulari arkadaslarinin idamina karar veriyordu? Birak idamini hangi cezaevinde solcularin kendi aralarinda sectigi kogus sorumlusu kimlerin hucre cezasi yiyecegine karar veriyordu?
Tabii benim Langfeld ile iliskisini vurgulamamdan rahatsiz oldun, simdi de onu savunmaya aslinda onun o kadar da kotu olmadigini, komunistleri bile savundugunu iddia eden bolumler asiyorsun.
Sen langfeld’in kim oldugunu biliyorsun, bildigine ragmen bunlari yaziyorsun ben bilmeyen arkadaslarim icin ozetleyeyim. Joanne Langfeld Buber’in kaldigi nazi kampinin kadin mudurudur. Cezaeevinde kalan kadinlardan sorumlu kisi odur. Ama siradan bir mudur degildir.
Nazi kamplari aslinda calisma kamplaridir. Ama hem nazi ideolojisine hem de donemin eugenics ideolisine gore zayiflar oldurulur. O yuzden kamplarda gaz odalari baslangicta artik calisamayacak durumda olan hastalar, sakatlar akil hastalari yaslilar oldurulmeye baslanmistir ve gaz odalari bunun icin kurulmustur. Aa savas icinde sadece sakatlar degil ama ozellikle yahudiler basta olmak uzere komunistler cingeneler homoseksueller vb de kitle halinde oldurulmuslerdir. Iste ilk oldurme programinin adina Action14f13 denir. Langfelle Ravensbruck’te bu programin sorumlusudur.Yani bu kadin sadece kadinlardan sorumlu degil ama gaz odalarina kimin gideceginden sorumlu birisidir. Onun bulundugu donemde sadece Senin savundugun kadin boyle birisi. Buber bu kadina yardimcilik yapiyor. Blok sorumlusu olmanin otesinde bir sey bu, kadinin yardimcisi.
Ama bu kadar da degil. Langfeld isinde ozellikle Ravensbruc’te o kadar iyidir ki ( Ravensbruck Buber’in kaldigi kamptir) daha sonra Autswichte de gaz odalari kurulmasi gundeme gelince bu gaz odalarini ilk kuran ekibin bir parcasi olarak oraya Autswich’e gider. Bu noktada artik Langfeld nazi kamp idaresinin ust duzey sorumlularindan birisidir.
Dogal olarak Langfeld de burokrasi arasi catismalara karisir. Autswich de kimlerin gaz odalarina gonderilecegine karar veren tak soumludur. Ama kamp komutani Hoesch ile papaz olur, kamp kumandani onu gorevden alir. Ama Langfeld Himmler’in korumasi altindadir. Himmler hemen karari iptal eder ve onu gorevine geri iptal eder. Kadin isinde bu kadar iyidir.
Hadi simdi de aslinda Himmler’in ne kadar yufka yurekli oldugunu anlatan bir yazi yaz bakalim.
Ikide bir Fransadaki mahkemede kimsenin kadina nazi demedigini idda ediyorsun, nerden biliyorsun demediklerini? Mahkeme tutanaklarini mi okudun? Mahkemeye kamplarda kalan bazi mahkumlar geliyor ve Buber aleyhinde demecler veriyorlar. Mesela Ikna Katnarova adli Cek mahkum onun kampta nazi isbirlikcisi oldugunu soyluyor. Bu Iki diktatorluk kitabinin ingilizce baskisinda onsozde yer aliyor. Yani kamplarda kalanlar Kravchuk mahkemesinde onu nazilikle sucluyorlar.
Nazi kamp kumandanlarini niye savunuyorsun anlamiyorum. Cunki bu kisileri artik naziler bile savunmuyor? Hatta Gursel bile varsayalim ki kotu ama biz yazdiklarina bakalim noktasinda:-) Yani demek istedigi kadin nazi olabilir ama belki de yazdiklari dogrudur:-) Komik ama en azindan senden daha iyi noktada. Nazileri savunmuyor.
Mihail Firtina
Degerlendirmerini ant-stalinism belirliyor, dogal olarak artik senin icin gercegi bulma degil ama anti-stalinist iddialari nasil dogrulariz kaygisi var.
O yuzden Stain napsa sana yaranamaz:-) Onceleri burokrasiyi destekliyordu, simdi ise ben aslinda Stalin’in burokrasiye saldirdigini kaynaklari ile yazdigim icin Burokrasi birden eski carlik doneminin egitimli uzman tabakasi olmus ama alttan gelen isci yoneticiler ise birden isci burokrat olmuslar. Tabii parti tababinda gelistirilen demokratik tartismalar ise “ayak” olmus.
Daha dune kadar hepiniz Stalin’in tek adam oldugunu, hic bir tartismaya izin vermedigini, hik diyeni oldurdugunu, burokrasinin kurucusu oldugunu iddia ediyordunuz. Stalin hala kotu ama en azindan altta demokratik tartismalar oldugunu, alttan gelen iscilerin en azindan Stalin tarafinda yer aldigini kabul ediyorsunuz.
Bu arada Mao parti tabanina komünist parti bürolarını degil parti ve devletin ust duzey yonetimini bombalatir, sadece bombalatmakla da kalmaz Cinde her duzeyde demokratik secimle gelen halk komitelerinin kurulmasini ve bu komitelerin fabrikalarin isyelerinin mahallerin sehirlerin koylerin yonetimini almasini savunur.
hocam sizi rüyamda gördüm
hayırdır inşallah 🙂
Memleket, başı sonu, sağı solu olmayan, dünya tarihinin şimdiye kadar görmediği bir biçime bürünmüş bir savaş içerisinde. Siz ne yapıyorsunuz? Yine Stalin romanları tartışıp, derinliklerinizi dünya aleme gösteriyorsunuz. Ay ne akıllı adamlarmışsınız toplucak, neler de bilirmişsiniz öyle. Aferim hepinize.
“Milli birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz şu günlerde Stalin romanları tartışmak cık cık cık…”
Fransız Komünist Partisindeki stalinist köpeklerin Gulagları Batı dünyasına anlatan Kravçenko’yu mahkemeye vermesi enteresan. Dünyadaki en faşist kafalı komünistlerin Türkiye’de yaşadıklarını sanırdım. Fransa bizden betermiş.
Öte yandan Avrupa’daki stalinistlerin bugünkü hali ortada. Acınacak durumda hepsi. Beter olsunlar diyorum, rezil olsunlar da bizdeki stalinist partiler ne zaman siyaset arenasından tamamen silinecekler? Biz de o günleri görebilecek miyiz? Yoksa Türkiye’nin özgün sosyo ekonomik şartları gereği, yani bir üçüncü dünya ülkesi olması gereği, stalinistler, solcuların arasındaki en kalabalık kesimi oluşturmaya devam mı edecekler?
Gün, sen ne kadar yol değiştirirsen değiştir, o kanına işlemiş aydınlıkçılık bir daha kolay kolay ayrılmaz senden. Nasıl da hemen, olayı anında çarpıtıp, burada yaptığın ucuz aydıncılık tiyatronuzu savunmak için karşındakine çamuru basıveriyorsun. Sen oturur eski yargutay başkanını bu sitede cumhurbaşkanı adayın olarak gösterirsin, biz savaş var deyince, ulusalcı oluruz öyle mi? Yesinler senin yarım aklını.
hoppalaaa nereden çıktı şimdi bu arkadaş, neyi kastediyor, neyi referans veriyor anlayabilmiş değilim.
http://www.gunzileli.com/2014/07/13/c-baskanligi-secimleri-yaklasirken/
yazıyı yollamışsın da bu yazıda nereyi eleştirdiğini anlayamadım. bir zahmet onu da belirtir misin?
9 zagros 13 Temmuz 14 / 9pm
-Selâhattin in neyi eksik neden tüm muhalefetin temsilcisi olmuyormuş sizin kriterlerinize uyan 5 aday sayar mısınız lütfen sayın. Çok merak ediyorum.
Gün Zileli
Temmuz 14th, 2014 at 08:57
-Gültan Kışanak; Yaşar Kemal; Melda Onur; Eşber Yağmurdereli; Sami Selçuk…
Read more: http://www.gunzileli.com/2014/07/13/c-baskanligi-secimleri-yaklasirken/#ixzz3F6FHhTuz
eeee ne var bunda?
Yok, abi, bi şi yok. Ben tutmuyim, sen devam et.
Eğer Sami Selçuk’u önermemi söylüyorsan, hiç de pişman değilim. Bu ülkede dürüst bir insanı yüz politikacıya değişmem (hangi kanattan olursa olsun).
Stalin bizim solcuların kutsalıdır Gün Zileli. Dokunduğun an böyle eski defterleri karıştırıp Sami Selçuk örneğiyle ad hominem yaparlar. İşin zor.
Ulan adam içinde elli çeşit stalinist örgütün yer aldığı birleşik muhalefete imza koyuyor, daha ne yapsın aranıza girmek için, samimiyetini göstermek için?
Anonim, o senin eski dediğin defter daha bir aylık.
Adamlara bırakın şu stalin üzerinden bize ne kadar zeki ve kültürlü beyinler olduğunuzu göstermeyi, kırk yıldan beri baydınız. Bakın ülke savaşa girmiş bunu konuşalım deyince, hamasi nutuklar atan ulusalcı yaptı beni Gün. Şimdi de sen araya girmiş stalinci yapıyorsun.
Aynı yolun yolcusuzunuz galiba. Aman iyi yolculuklar.
Mao’nun (Stalin için aynı numarayı çekeni ilk defa görüyorum) bürokrasi ile mücadelesi konusundaki pozisyonumuz :
http://youtu.be/mjUNY0433Do?t=38m29s
(bu kült filmin tamamını izlemenizi öneririm bu arada)
vallahi hatırlamıyorum. öyle mi dedim.
AKP, MHP ve IŞİD savaş ortaklığı
AKP ye karsi secimlerde MHP ve CHP ortakligini dusunenler neredesiniz.
“eski defterleri karıştırmaya” devam;
çömez 3 Ekim 14 / 12am
Memleket, başı sonu, sağı solu olmayan, dünya tarihinin şimdiye kadar görmediği bir biçime bürünmüş bir savaş içerisinde. Siz ne yapıyorsunuz? Yine Stalin romanları tartışıp, derinliklerinizi dünya aleme gösteriyorsunuz. Ay ne akıllı adamlarmışsınız toplucak, neler de bilirmişsiniz öyle. Aferim hepinize.
Gün Zileli
Ekim 3rd, 2014 at 07:26
“Milli birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz şu günlerde Stalin romanları tartışmak cık cık cık…”
İşte bu kadarsın Gün, dün dediğini hatırlamayansın.
Anarşistim diye gezinip, devlet bürokrasisinde nice canlar yakarak yükselmiş birini “dürüst” olarak niteliyorsun, hatta başına başka olarak bile önerilecek isimler arasına sokuyorsun, aynı anda da anarşistim, devlete karşın şeyim, kem küm filan diye zırvalıyorsun.
İki kelime eleştirici gelince de o aydınlıkçı, şirret kafanla tükürük saçıyorsun insanların suratına. (böyle aydınlık falan gibi şeyler yazmaktan ben de hiç haz etmiyorum ama durum bu. Zira o gelenekselleşmiş, aydınlık kıvırganlığı, provakatif tepkiler vb. ortaya çıkmasında, yerleşmesinde ilmek ilmek sizin çabalarınız söz konusu. Öyle hata yaptım diye geçiştirilecek şeyler değil bunlar, tamamen kişilik sorunu. Ne yazık ki, o kişilik şimdi bannerine karakızıl jpeg yerleştirse bile halen sürmekte.
Burada bir kaç mürit bulmuş, şu ülkede elli yıldan beri yapılanları yapmak, insanları gündem dışı kamplaşmalara ayıracak suni tartışmalarla oyalamak, kafalarını bulandırmak, birbirine düşürmek gibi yüksek “entellektüel” işlere soyunuyorsunuz.
Yine sen ve sen benzerleri yıllarca bunu yapmadı mı? İnsanları hiç olmadık yerde yıllarca Maocu, stalinci, arnavutlukçu, kübacı, troçkist diye karşılıklı birbirine kurşunlatanlar şimdi neredeler?
Kafalarınızı şu eski zaman ucuz “kahramanlıklarınızdan” kaldırında bir bakın pencereden neler göreceksiniz.
Tabii penceresine göre değişir, kimi deniz manzarasına açar perdesini ve sıcak kaloriferin yanında derin düşüncelere dalar, kedisini sıvazlar, Stalindi maoydu döşer gider.
Karşı iki kelime edecek olana da depoda yılların birikimi küfürler, kıvırmalar, oyalamalar, saldırmalar hazırda bekler. Çıkarır atarsın bir tane önüne, kişi “nereden bulaştım bu pisliğe” der, süner, gider.
Arkadaşım, sen bu keskin dilinle, haklı bile olsan kimseyi ikna edemezsin. Dilin zehir saçıyor. İnsan insana konulamaz bile seninle. Olay şu: bu tür tartışmalara karşı her zaman birileri “şimdi sırası mı?” der. özellikle de egemenler yapar bunu. Tartışmalardan şu veya bu nedenle rahatsız olanlar da. Ve egemenler, her zaman “milli birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde…” diye keserler insanların önünü. Tutumunu onlarınkine benzetip bir nazire yapayım dedim. Bu ne şiddet ne celal. Biraz sakin düşün bir bakalım. Zaman geçer, bu hiddetinin lüzumsuzluğunu görürsün bir gün.