Özdemir İnce Fiyaskosu…
Cehaletin mi yanlış düşünceyi beslediği, yoksa yanlış düşüncenin mi cehaleti körüklediği sorusu her zaman kafamı meşgul etmiştir. Galiba bunun genel cevabı, her ikisinin de birbirini beslediği yönünde olmalıdır ama hangisi daha ağır basar, hangisi önceliklidir, işte bunun içinden çıkamıyordum.
Özdemir İnce’nin bugün (29 Eylül 2010) Hürriyet’te çıkan “Dersim Fiyaskosu ve Tunceli Gerçeği” yazısıyla kafamdaki bu ikilem çözüldü: Evet, ağırlıklı olarak, yanlış düşünce cehaleti körüklüyormuş.
Özdemir İnce’yi epey zamandan beri tanırım. Kendisi şairdir, sanırım esasen de şair olarak tanınır, ne yazık ki sonradan köşe yazarlığı gibi kötü bir mesleğe intisap etti.
1980’li yıllarda arandığım sırada, ekonomik sıkıntılarıma biraz olsun çare bulmak umuduyla, dışarıdan birkaç düzelti işi almak için rahmetli Erdal Öz’ün yanına uğramış ve orada Özdemir İnce’ye rastlamıştım. Özdemir, gelip elimi sıkmış ve “edebiyat dünyasına yeniden hoş geldin” demişti. (Bkz: Sapak, s. 226)
1990’lı yıllarda Telos Yayınevi’nin yayın danışmanlığını yaparken, Bahar ve Tipi adlı romanımın basılmasına olur vermiş ve önayak olmuştu, sağ olsun.
Anlayacağınız, Özdemir İnce ile ilgili birkaç anım hoştur. Köşe yazarlığına intisap ettikten sonra birkaç yazısını okumaya gayret ettim. Bu yazılarda bir şair duyarlığındansa kendini devlet dümenine bağlamış bir çarkçıbaşının gayretkeşliğini görmek beni üzmedi desem yalan olur. Yine de rastladıkça yazılarına şöyle bir göz atmaktan kendimi alamadığım sayılı köşe yazarlarından biriydi.
Özdemir İnce’nin bugünkü yazısı iyice üzücü. Eski bir tanıdık olarak onun adına endişelendim. Cahil bir insan olmadığını biliyordum. Ama kapıldığı azgın ulusalcı sular onu hızla cehalet uçurumuna doğru sürüklemekteydi. İşte beni üzen ve endişelendiren bu oldu.
“Halk Tunceli’de derebeylik ve haydutluk düzeninin sona erdirilmesinden, bu sayede özgürlüğüne kavuşmaktan memnundur” diyor Dersim katliamı ile ilgili yorumunda Özdemir İnce. Üstelik “bozacının şahidi şıracıdır” hesabı, gösterdiği tanık da İP’in yayın organı Teori dergisi.
Cehaletle söylenen sözlere açıktan gülerek cevap vermeyi ayıp bir davranış olarak görürüm ama insan bu kadar büyük cehalet karşısında kendini tutamazsa ne yapsın. Gerçekten gülünecek bir şey Özdemir İnce’nin yazdığı. Bunun, “halk katledilmekten son derece memnundur” ya da “öldürülerek özgürlüğe kavuştular” demekten ne farkı vardır.
“Halk derebeylik düzenini değil Cumhuriyeti seçmiştir” diye devam ediyor Özdemir İnce.
Yahu yapma allahaşkına Özdemir. Dersim’de derebeylik düzeni falan yoktu. Dahası, derebeylik mülkiyetini yaşatacak bir coğrafyası bile yoktu. Galiba Özdemir İnce, komünal toplulukların kan bağına dayanan asalet ünvanlarıyla derebeyliği birbirine karıştırıyor, daha doğrusu nerede bir “seyit” ya da “raybar” görse “hah işte derebeyi” diyor. O bölgeden arkadaşlar çok daha iyi bilirler, ben şimdi ukalalık yapmayayım ama bu asalet ünvanlarının derebeylikle bir ilgisi yoktur. Bunlar komünal toplumun tamamen kendi iç hiyerarşisinin göstergeleridir. Herhangi bir derebeylik mülkiyetine dayanmazlar, hatta hiyerarşileri bile derebeylik toplumunun hiyerarşisinden son derece farklıdır ve komünal toplulukların bir özelliği olarak oldukça eşitlikçidir.
Dersim halkının “seçtiği” iddia edilen Cumhuriyetin kendisi ise gerçek anlamda derebeylerine dayanmaktaydı. Doğu’daki derebeylerin ve büyük toprak sahiplerinin büyük kısmı cumhuriyet devletinin ana dayanaklarından biriydi. Daha sonra DP’nin dayanağı haline gelecek Çukurova’daki ve Ege’deki görece kapitalist işletmeciliğe yakın derebeyleri de keza cumhuriyetin önemli dayanağıydılar. Yani cumhuriyetin giyotini, bu derebeylerine ve güçlerini onlardan alan iktidar “derebeylerine” ve haydutlarına dayanarak işletilmişti Dersim halkının ensesinde.
Özdemir İnce’nin yaklaşımı, “Cumhuriyeti korumak adına” Vandeé köylülerini katleden ve aşağıdaki sözleri sarf ederek tarihe geçen, Jakobenlerin gaddar Generali François Joseph Westermann’ınkinden çok farklı değil:
“Artık Vandée diye bir yer yok, sevgili yurttaşlarım. Kılıçlarımızla kadın çocuk demeden yok ettim, Savenay bataklıklarına ve ormanlarına gömdüm onları. Emriniz üzerine, çocuklar bile atlarımızın nalları altında ezildi, kadınlar artık geleceğin askerlerini doğuramayacak, çünkü katledildiler. Sokaklar ceset dolu, kimi yerlerde cesetlerden piramitler oluşmuş bulunuyor. Savenay’da kitlesel olarak kurşuna dizdik esirleri, çünkü isyancılar sürekli teslim olmakta ve kimseyi esir alacak durumda değiliz. Onlara özgürlüğün ekmeğini vermeye hiç de niyetli değiliz. Devrimin acıması yoktur.”
Umarım Özdemir İnce de tarihe bu fiyaskosuyla geçmez.
■■■
Son zamanlarda yazdığım yazıların kişilere yönelik yazılar olması, bazı arkadaşlar tarafından, Sitedeki “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır” mottosuna aykırı hareket eittiğim gerekçesiyle eleştirildi. Oysa benim, adları geçen kişilerle hiçbir sorunum yok ve zaten ben o yazılarda kişileri tartışmıyorum. Kişilerden yola çıkarak fikirleri ve yönelimleri tartışıyorum, bu yazıda olduğu gibi. Fikirleri kişiler ifade ettiği için onları söz konusu etmek kaçınılmaz oluyor.
Yazılarımı sansasyonel gazeteci üslubuyla iktibas eden OdaTV ve oraya yorum yazan çoğu ulusalcı yorumcu da belki benim karşı oldukları kişilerle uğraştığımı düşünerek ellerini oğuşturuyorlar ama hatırlatayım ki, ulusalcı zırvalamalarına devam ettiklerine göre bir gün sıra onlara da gelecektir.
Gün Zileli
29.09.10
Özdemir İnce yazılarında “köşe yazıcısı” nitelemesi kullanır. Türkiye’nin en jakoben yazarıdır. Aydınlanma dininin sıkı müminlerindendir. Zaman makinesiyle 19. yüzyıl Fransa’sında bir yerlere ışınlanmış gibidir. Cumhuriyetin yıkılacağı ve krallığın (bizde sultanlık olsa gerek) geleceği paranoyasını ciddi ciddi yaşar gibidir. Bu atmosfer içinde bir şair duyarlılığına (böyle bir şeyin olduğu da çok tartışmalıdır ya) yer yoktur. Onbinleri bulan Dersimli’nin üzerine bombalar yağar bu vahşet, Cumhuriyet’in beka sorunu olarak İnce’nin gözünde meşruiyet kazanır. Gün Zileli isabetli bir tespit yapmış: “Yanlış düşünce cehaleti besler.” Hatta yaratır.
İnce’nin söylediği derebeylik mevzusu yanlış tabi. Dersim’de 38’den önce güçlü ve oldukça köklü bir aşiret düzeni vardı. Ciddi anlamda, çok dar bölgeler hariç Dersim’in büyük kısmı Osmanlı denetiminden de özgürdü. Aşiretler arasında süren ciddi bir çekişmeyle insanlar yaşamaya çalışıyormuş. Aşiretler arası kavga ve savaş gündelik hayatın bir parçası, kan davaları gayet alışıldık. Ve daha da önemlisi hemen hemen sadece yağma ile geçinen savaşçı aşiretler mevcut ya da yaşantılarında yağma oldukça önemli bir yere sahip. Yağma Dersim içinde yaygın olduğu kadar Dersim çevresini de hedef almış. Erzincan, Elazığ, Bingöl hatta Erzurum’a kadar yağmalar yapıldığı anlatılır. Dış yağmaların Dersim’in dini konumu içinde de bir yeri var. Şafi ve sunni alanlara saldırı bir dava gibi de görülüyor. Fakirlik çok yoğun, aşiret ağaları hemen hemen tek yetkili merciler.
Cumhuriyetin yaptığı bu düzene çomak sokmak. 1938, yüzyıllardır, araştırmadım ama muhtemelen bin yıllardır merkezi otoritenin oldukça dışındaki bu dağlık coğrafyaya sistemli ve tam olarak girdiği tarihtir. Dersim aşiretlerinin çoğunluğu devlet müdahalesinin veya Cumhuriyetin gücünün farkında bu nedenle en başından uzlaşı yoluna girmiş. Bir kısmı ise atalarından gördüklerini devam ettirmenin peşinde. İsyanın böyle bir özü var. Hiçbir zaman kendi dışındaki bir otoriteyle bu ölçüde yüzleşmemişler. 38 öncesi devletin bölgeye girmesiyle günümüzdeki anlamda tuvalet Dersim’de ilk defa yaygınlaşır. İsyancı aşiretlerin isyan etmeyenleri “sizin sıçacağınız yeri bile devlet gösterir” diye aşağıladıkları anlatılır. Milli bir reaksiyondan bahsedemeyiz. Dersim’in genlerine işlemiş başına buyrukluğa eşlik eden dini anlatının isyanda daha büyük rol oynadığını düşünürüm. Zaten Dersim tarih boyunca Anadolu’da merkezi sunni otoriteden kaçan Aleviliğin sığınak yeri olmuştur. Buranın sarp coğrafyası her zaman savunmaya uygun ve düzenli orduların kabusu olmuştur.
Dersim’deki bu merkezi otorite dışındaki Alevi reaksiyon her şeye rağmen 38’de kendini katleden Cumhuriyetle belli ölçülerde uzlaştı. Bu uzlaşının nedeni Osmanlı’dan sürekliliği taşısa da aynı zamanda derin bir kopuşu da sağlayan Cumhuriyetin, Osmanlı’ya yani anaakım İslamcı otoriteye alternatif olarak görülmesidir. Tabi söz konusu olan şey büyük bir yenilgi sonrasında geliyor. Karşısında 40’lı yıllardan sonraki Türkiye konjonktüründe CHP ve DP’yi bulan Dersimli’ler DP yerine CHP’ye yöneliyor. 1970’lerde sol CHP gibi köklü partileri sarsabildiği ölçüde sarstığı vakitlerde Dersim radikal sola kucak açmaktan da geri durmamıştır.
Bugünkü hayır oylarını da böyle anlamalıyız. Tabi hem Kılıçdaroğlu’nun hem Kamer Genç’in Dersimli oluşunun da payı var, fakat mevcut durumda neo Osmanlıcılığın temsilcisi AKP’nin Anayasasının tarihten gelen bu reaksiyonla Dersim’den onay alması çok zordu. Hatta boykot bile bu açıdan oldukça güdük kaldı. Dersimli BDP ve Maocuların boykot çağrısına rağmen yüzde 70 gibi bir oranla sandığa gitti ve yüzde 80 hayır dedi.
Teori Dergisi-Ocak 2009, Bayram Yurtçiçek’in konuyla ilgili uzun bir yazısı var. Okumanızı öneriyorum. (Sayfa 44 – 60)
Yazdıkları tarafımı bağlamaz ve aynı düşündüğümü göstermez.
Ayrıca, “….bir gün sıra onlara da gelecektir.” Geldi de, ezip geçiyor bile…
Sayın Zileli;Kitapalrınızdan Yarılma,Havariler,ve Sapak’ı okudum.Sizi gayet iyi anlıyorum.Ben 33 yaşındayım o dönemleri yaşamadım.Sadece okudum.Ancak şöyle bir gerçek varki sol hala sorunuyla yüzleşebilmiş değil.Ne istediğini hala bilmez durumda.Onun içindirki ulusalcıymaış,sosyalsitmiş,koministmiş,sosyaldemokratmış,ne olursa olsun kimse ne istediğini iblmiyor.Herkes konuşuyor.Bir sürü TV kanalı varya herkese yer var.Ağzı olan konuşuyor.Onun için Özdemir bey’in tahlili okunmaklık sadece.neyiz biz ne istiyoruz,ve ne yapmalıyız demeliyiz artık..
Yanlış düşünce cehaleti besler, yanlış düşünce üretenlerin çoğu bundan nemalanır. Yaşım 56, takım tutar gibi hiçbir siyasi fikre, hiçbir ideolojiye körü körüne bağımlı değilim. Bugün evet dediğime, yarın hayır diyebilirim…ya da tersi…
68-78 kuşağı arasında sıkışmışlığın sıkıntılarını yaşamadık mı…
elbette yaşadık. Gün Zileli, her zaman yaptığını yapıyor, yazılarıyla ambiyansa kaçmadan, içeriği doldurulmak ve düşülmek üzere ciddiyetle önümüze koyuyor.
“…….dünya değişim içinde, o zaman düşüncelerimiz de değişim içinde…işte bu yüzden ne istediğimi biliyorum ben.”
Zileli’nin kitapları, yakın tarihin gerçeklerini kendisinide yargılayarak, yansıtır. bu değişimin kendisi değildir de nedir ki..
Yukarda erkan arkadasin bir argümani dikkatimi cekti. Diyor ki: “Cumhuriyetin yaptığı bu düzene çomak sokmak. 1938, yüzyıllardır, araştırmadım ama muhtemelen bin yıllardır merkezi otoritenin oldukça dışındaki bu dağlık coğrafyaya sistemli ve tam olarak girdiği tarihtir.”
Bu degerlendirme dogru degil. Kürdistan’daki Beylikler yada Mirlikler Tanzimat döneminden bile önce dagitilmaya baslandi ve yerlerine merkezden atanan valiler gönderildi. Sanirim son kaldirilan beylik Tanzimat döneminde Bedirhan Bey’dir. O zamandan beri Kürdistan’in her yerinde merkezden gönderilmis valiler ve merkezi otoroite, yani asker vb. vardi. Cumhuriyetten önce merkezi sistem kurulmaya calisilmisti ama sorun su idi ki, merkezden gelen valiler bölgeyi tanimiyorlar ve asiretler arasi catismalari eski mirler gibi cözemiyorlardi. Merkezden atananlar isi daha da berbat ettiler.
Cumhuriyetin temel farki merkezi yapidan cok aslinda Kürt varligini inkar etmesi ve vahsi bir modernizm ve asimilasyon politikasi yürütmesidir.
Hayır, Dersim Kürdistan’ın diğer yerlerinden çok farklıdır. Her zaman kağıt üstünde Osmanlı’nın ve diğer devletlerin sınırları içinde görünmesine rağmen, Dersim’de Osmanlı otoritesi Hozat ve Pertek merkezleri dışında yoktu. Dersim görünüşte Osmanlı’ya bağlı iken vergi ve asker verme gibi devlete olan en temel bağlardan son derece yoksundu. Devlet kurumları Dersim’in ezici çoğunluğunda yoktu, varsa da dediğim gibi çok sınırlıydı. Bölge aşiretlerin ve ağaların kontrolü altındaydı ve o ağaların Osmanlı’yla ilişkisi yoktu. Diğer Kürt bölgeleri gibi değildir Dersim.
Zaten, öyle tahmin ediyorum ki, Devletin bölgedeki isyanı bastırmada diğer hiçbir isyanda göstermediği kadar acımasız olmasının nedeni Dersim’in bu binyılları bulan merkezi otorite dışı kültürüdür. Bu kültür hedef alındı. Kemalistler isyanın birkaç kendini bilmez ağanın falan ürünü olmadığını biliyorlardı.
Dersim’de bir isyan mi vardi ki? Isyan ciktigi da Kemalistlerin uydurmasi. Ciddiye alinmayacak birkac kücük olay var sadece.
İsyan olmaz olur mu.. Fakat rakamlar belli, Dersim aşiretlerinin büyük çoğunluğu tarafsız kalmış, bir kısmı isyan etmiş, çok küçük bir kısmı da devletle işbirliği yapmış. Kaç tanesinin isyan ettiği belli zaten. İsteyen ulaşabilir. Coğrafyanın da yardımıyla devlete bir müddet ciddi kayıplar verdiriyorlar. Fakat devamında yenilgi geliyor. Aslında bu noktaya kadar yaşananlar bir açıdan normal. Fakat isyanın ardından bir müddet isyana karışmış ya da karışmamış önlerine kim gelirse kıyım yapılıyor. Bir kısmı zorunlu göçe tabi tutuluyor. Mevzu bu.
İsyan, yani silahlı mukavemet yoksa çatışma nasıl çıksın? örneğin; aşiretlerin silahlarını teslim etmesini istersiniz, teslim etmez, almaya gelene de kurşun sıkar. asker almak istersiniz, vermez, almaya gelene de kurşun sıkar. vergi toplamak istersiniz, ödemez, almaya gelene de kurşun sıkar.Osmanlı döneminde asırlarca bunlar talep edilmemiş. Osmanlının imkanları yetmemiş. orada defakto olarak bir yerel, bağımsız, otorite var.
Bunlar (seyidlik) komünal toplumun tamamen kendi iç hiyerarşisinin göstergeleridir. Herhangi bir derebeylik mülkiyetine dayanmazlar, hatta hiyerarşileri bile derebeylik toplumunun hiyerarşisinden son derece farklıdır ve komünal toplulukların bir özelliği olarak oldukça eşitlikçidir.
Dersim’de feodalite yoktu peki “komünal toplum” mu vardı? Dersim coğrafyasındaki düzen, marksist tabirle bir “ilkel komünal toplum” aşamasında mıydı acaba? Klasik derebeylikle (feodalite) örtüşmeyen bir sosyal yapı olabilir. Ama burada “eşitlikçi” bir komünal toplumdan bahsetmek için hangi verilere sahibiz? Biraz abartılı geliyor bana.
Dersimde isyan edildigi uydurma. Garip olan Dersimlilerin bile buna inanmis olmalari.
1935’den beri Dersim’e bir operasyon planlaniyor. Tunceli Kanunu cikartiliyor. 1936’da Dersim’in her yerine karakollar insa ediliyor ve bütün silahlarin teslim edilmesi isteniyor. Hane basina en az bir silah toplaniyor. Hersey devletin kontrolünde gidiyor yani. Dersim’e giris cikislar yasaklaniyor. Halk iyice huzursuz ediliyor. O kadar baski yapiliyor ki, sonunda kiskirtmalarla bir olay yaratiliyor. Onun bile aslinda isyan ile ilgisi yok. Bir tecavüz davasi.
1937’de Seyit Riza’nin teslim olmasi isteniyor. Adam teslim de oluyor. Alip asiyorlar. Bir yil sonra da asil katliam yapiliyor. Bu tabloda acik bir devlet terörü var. Kiskirtmalarla olaylar yaratiliyor, bunlara da isyan deniyor.
Izmir’i yakan, Kocgiri katliamini yapan ve Ali Izzet’i linc ettiren kisi olarak adi tarihe gecen Nurettin Pasa’nin oglu olan Alpdogan Pasa da bu icraatin basinda bulunur. Tabii ki Mustafa Kemal’in meclis kürsüsünden Dersim cibanini temizleme sözlerini birileri yerine getirecekti ve getirdi.
Acik bir katliami halka nasil kabul ettireceksin, en kolayi bir yalan uydurmak, isyan ettiler, biz de hallettik demek.
Gerek Zileli gerek katilimcilar konunun etrafinda dolasip durmaktalar. Cevaplar vermeye çalisiyorlar kendi uydurduklari sorulara. Oysa soru sormak cevap vermekten daha güçtür. O da sudur: Dersimlilerin bu referandumda bir kez daha kanitlanan CHP , Kemalizm ve laikçilik sevgisi ile katliam hatta soykirim gerçegi bir arada nasil var olmakta? Onyillarca süren baskilar meyvesini vermis de Dersim genis ölçüde Tunceli’ye dönüstülmüs olmasin? Kürt kimlik bilincini kesin biçimde tasiyamayan (BDP’ye oy veremeyen) tüm Dersimliller (Sünni karsitligi ve kuskusu nedeniyle AK Partili de olamadiklarina göre) Atatürkçü-CHP’li olmasin, yani sözde Dersimli özde Tuncelili olmasinlar. Unutmayin katliamlarin da bir amaci , sindirme -asimliasyon politikalarinin da bir amaci vardir ve bazen bu amaç yerine ulasmis olabilir. Yoksa yanilmakta miyim? Yanilmakta isem Kamer Genç gibi birine, yani Evren’in has adamina neden oy verdiler? Hakaret degil soruma yanit isterim, hakaret etmek yetersizligin, zayifligin itirafidir.
AKP’liler gündelik politikalarına hem Dersim’i aşağılayarak hem de işlerine gelecek şekilde olayları çarpıtarak devam ediyorlar. Bu gibi arsız İslamcı-burjuva çocuklarına isyanın canlı tanıklarını gösterseniz yine yalandır derler. Dersim isyanı bir tecavüz vakasından çok daha fazladır. Kemalist tarih kurgusunun yerine sizin tarih kurgunuzu koymayacağız. Dersim’de yaşayan halk ve sözlü bellek neyin gerçek neyin çarpıtma olduğunu kanıtlıyor. İsyan dolayısıyla, ama sanılanın aksine tüm Dersim isyan etmiyor, önceden belirttim, Kemalist yönetimin yalan ve çarpıtmalarla olayı kullanması ne kadar iğrençse bugün bu AKP’lilerin yaptıkları da o kadar iğrençtir.
Dersim’in etrafında dolaşmak ismiyle soru soran kişinin sordukları yukarda cevaplanmış aslında. Önceki yorumları iyi okuyalım.
Evet ertan arkadasim, Dersim’in aslinda isyan falan etmedigini söylemek igrenctir, haklisiniz.
Iki uc uyanikligini yapalim hemen. Efendim iki sapkin uc vardir.
Birinci sapkin uc: Dersim’de isyan olmadigini, bunun Kemalistlerin uydurmasi oldugunu söylerler. AKP’liler, Kemalizm düsmanlari vb. olabilirler.
Ikinci sapkin uc: Kemalistlerdir. Bunlar da cok igrenclerdir. Isyan edenlerle etmeyenleri ayirmayi bile düsünmez, herkesi katliamdan gecirmeye kalkarlar.
Gercek marksist, sosyalist, bilimsel vb. olanlar ise bu iki sapkin ucu sert sekilde elestirirler. Ikisini de igrenc bulurlar. Gercegi sözlü olarak dinlerler ve tespit ederler. Bir isyan olmustur, ama asiriya kacilmistir. Ne sis yansin ne kebaptir. Yasasin bilimsel ve marksist yöntemdir.
Komiksin, komikiz, komikler..
AKP’li…
Tüm dünyadaki olayları komplo teorileriyle kendi işinize yarayacak şekilde çarpıtamazsınız. Dersim’de isyan yoktu, Kemalistler isyan var gibi gösterip katliam yaptılar demeyi, daha doğrusu birden bire Dersim katliamını, Türkiye’de islamcılar hiçbir bok yapmamıştır, bize atfedilen tüm olaylar aslında Kemalistlerin uydurmasıdır demeye başladığınız noktada hatırladınız.
Dersim’de isyan vardır, gerçektir, katliam da gerçektir. Canlı tanıklar da mı yalan söylüyor? Türkçe bilmeyen insanlar İsyancı grupların nerelerde ne baskınlar yaptığını bugün bile anlatır. Hem de tüm detayıyla. Çünkü bu isyan ve katliam büyük bir travmadır, Dersimlilerin gündeminde sürekli taze kalan bir travma. İsyan halk türkülerinde dahi vardır. Sürekli artının eksi eksinin artı olduğunu iddia ederek bir yere varamazsın, kanıt göster. Argümanını destekle sonra gel.
ertan bey, ben AKP’li degilim. Islamci da degilim, dünya görüsü olarak sosyalistim, hicbir dine de bagli degilim. Su kafanizi degistirin artik. Kemalizm sizi yemis bitirmis.
Isyan olduguna dair ortada belge olmasi lazim. Ciddi catismalar olmasi lazim. Bir köprü ucurulmus, bir karakol basilmis, adina isyan deniyor. Seyh Sait’inki isyandir, ortada belgeler var. Dersim’de bu yok. Asil sizin hicbir argümaniniz yok. Hem bilmediginizi, okumadiginizi söylüyorsunuz, hem de Kemalist ezberleri tekrar edip duruyorsunuz. NTV’deki tartismadaki Kemalist profesöre benziyorsunuz.
http://video.ntvmsnbc.com/tarih-konusmalari-18-agustos-2010.html
Ben söylerim olurculuk senin karakterin sanırım. Bence bu AKP’li olmaktan daha kötü. Dersim’le ilgili ilk defa biri bir şey duysa o yakılan Pah köprüsü ve basılan karakol olayı olur. Dersim’le ilgili bir şey bilmediğin zaten belli. Yapılan onlarca diğer baskın ve harekat sırasında Türk askerinin düştüğü onlarca pusudan haberin yok, konuşuyorsun.
Esasen beni benzettiğin o Kemalist tarihçinin başka bir versiyonusun sen. Kusura bakma ama Kemalist değilim diye dünyadaki tüm kötülükleri onlara yüklemem ve tarihsel gerçekleri çarpıtmam.
Bari bilmediğin konularda ahkam kesme. Her konu hakkında yorum yapmak zorunda değilsin.
Olay biraz tarihe bugünden nasıl bakılıyor sorusuyla alakalı. Dersim’de yapılanları kimsenin savunmaya çalışmaması şu an hümanist falan bir duruş tabii (normatif) . Halen Dersim katliamının acısını yaşamış insanlar dururken katliamı savunmak da kimsenin aklına gelmez herhalde.
Tarihi okumak için ne kadar objektif olmak gerekse de burada kimsenin katliam savunuculuğuna vardığını düşünmüyorum. Kemalist mantıkla çizgileri iyi çekmek gerek, insanlar farklı anlayabiliyor. Onlar isyan etti bunlar da bastırdı mantığı doğru değildir ancak tarih katliamların, soykırımların, savaşların etrafından dolaşılarak okunmaz. Açıklama çabası hemen kemalizmle falan ilişkilendirilmemeli. Ertan, Onur Öymen değil yani.
Biiraz anlayışlı olmak gerek.
Yazıya gelirsek Özdemir İnce’nin ‘devrimleri savunalım’ çizgisi kendi içinde problemli. Aynı mantık meşrulaştırma açısından oldukça ileri götürülebilir. Ki hayal kurmaya da gerek yok şu an terörle mücadele adı altında yürütülen operasyonlar istiklal mahkemeleri dönemiyle karşılaştırılabilir. Devrimse bu da devrim derler. Nasılsa tarihi egemenler yazıyor…
“şu an terörle mücadele adı altında yürütülen operasyonlar istiklal mahkemeleri dönemiyle karşılaştırılabilir”
Insaf yani. Istiklal Mahkemeleri nerede, simdiki mahkemeler nerede? Ergenekon davasi konusundaki bu abartmalar oldukça anlamli. Dikkatli olmak gerek.
Adam terörle mücadele denilince Ergenekon operasyonunu anlamış. Dersim isyanı var deyince de Kemalizmi anlıyor. Yani nedir? Kendi gibi olmayanı bir çukura atıyor. Ya ergenekoncu ya kemalist olursun onun dediğini demezsen.
Bu arada Dersim isyanını kemalistler bastırdı derken katliamlara bir gerekçe ya da haklılık payı bulmadığım anlaşılmıştır umarım. Söz konusu şahıs tartışmaya dahil olduğu an kimin ne dediği bir anda belirsizleşiyor.
‘ergenekon konusunda abartmayiniz’ arkadaş ben devrimcilere karşı bu devletin muhbir vatandaşlarının da yardımıyla yürüttüğü kirli savaştan bahsediyorum. Ergenekon da vara vara buraya varacak gibi görünüyor ya neyse. Biz abartmasak da onlar abartıyor nasıl olsa…
Ertan haklısın bu arada. Ama dediğim şey at izi it izine karışmış bir durumdayken çizgileri iyi çizmek gerekir gibi birşeydi. Devrimciler birbirlerine dümdüz giriyorlar bu aralar biraz sakin olmak lazım.
Ne Ergenekon sorusturmasi, ne KCK sorusturmasi ne de bir baskasi, hatta ne 12 Eylül, ne de 12 Mart Istiklal Mahkemeleriyle kiyaslanamaz. Zaten bugünkü mahkemeler Istiklal Mahkemeleri gibi olsaydi merak etmeyin bazilari var güçleriyle desteklerdi.
Yazici: özdemir , 2 Ekim 2010 Türkiye Türklerindir sloganini gazetesi Hürriyet’ten:
“Demokrasi özgürlük içindir!
Yoksullar özgür değildir!
Başka şeylerle iğfal edildikleri için yoksullar ve işsizler demokrasi için oy vermezler!
Özgür olmayan birey demokrasiyi seçemez!
Özgür olmak için birey olmak gerekir! Birey olmak için de özgür irade!
Özgürlük bireyin (insanın) kendi kendisinin efendisi olması anlamına gelir!
Cemaat ve tarikat mensupları özgür iradelerini emanete verdikleri için, demokrasi ve özgürlük bilincinden yoksundurlar.
Türkiye gibi ülkelerde muhafazakârların özgürlük ve demokrasi gibi temel insan haklarıyla ilgilendiği savı bir yakıştırmadır. Muhafazakârın değişimden yana olması doğasına aykırıdır. Muhafazakâr, toplumsal düzeni, mülk ve zenginliğini, töre ve âdetlerini, tutuculuğunu MUHAFAZA etmek ister. Muhafaza etmek istemese niçin “muhafazakâr” olsun! Demokrasi ve özgürlük değişimin lokomotifidir. Muhafazakâr bu lokomotifin arkasına bir vagon olarak bağlanmaz! Referandumda Evet oyu kullananların çoğunluğunun demokrasi ve özgürlük anlayışı ortaçağ düzeyindedir.
KARŞI DEVRİM İÇİN
Referandum sandığında Evet oyu atanların büyük bir çoğunluğu, yukarıdaki paragrafta sıraladığım erdem ve nitelikler için oy kullanmadılar. AKP’yi tercih ettikleri için Evet oyu verdiler. Tutucu gündelik hayatı, gelenek ve töreleri, sadaka törenlerini muhafaza etmek için Evet oyu verdiler. Kızları erkeklerle birlikte aynı okul, sınıf ve sırada okumasın diye Evet oyu verdiler. Genel liseler imam hatip okullarına dönüşsün diye. Valiler, kaymakamlar camilerde imamlık yapsınlar diye. İşsiz öğretmenler dağda-bayırda ve ovada cerre çıksınlar diye!
Devlet kadrolarını, eğitim ve öğretimi, sağlık, sanayi ve tarımı işgal eden İslamcıların, tarikatların ve cemaatlerin, askeri okulları, harp okullarını ele geçirmeleri için AKP’ye oy verdiler. En kuvvetli tarikat ya da cemaatin şeyhi cumhurreisi olsun, paşalıklar şeyhler arasında taksim edilsin diye. İmam Genel Kurmay Başkanı için!
Karşı Devrim’in yargıyı, basını ele geçirmesi yetmez, daha fazlası gerek diye Evet dediler. Karşı Devrim’in tarikat ve cemaatleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ele geçirsin ve böylelikle Cumhuriyet iğdiş ve kötürüm edilsin diye Evet dediler
Anton Bey “Devrimciler birbirlerine dümdüz giriyorlar bu aralar biraz sakin olmak lazım” diyor. Ne devrimcisi, kim, nerede, nasil? Atatürk devrimcileri mi? Lütfen biraz açik konusun, biz de anlayalim, anlayisimiz biraz kit da.
orası kesin…
G.Zileli’nin dostları,artık Özdemir İnce vb değil.
Zileli’nin yazınsal duyarlığı da kalmadı.
Hurafelerle yazınsal metin oluşturulamıyor.
Batıcı liberal değer yargılarıyla ancak sağcı bir içerik ortaya çıkıyor.
Anarşizmin vardığı yer de AKP çizgisinde politikacılık yapmak olmalı.
BaranaS; sen öyle düşünmekte, hatta beyan etmekte serbest
liberal irade geliştirebilirsin. Biraz uzun yaz da, senin duyarlılığını
da görelim.
Senin beğenmediğin AKP, senin sevimsiz ulusalcılarına bin
basar. İtiraf et bakim, sen Doğu’nun adamımısın…
Duyarlılık dediğin, düşmanın iyi taraflarını da görebilmektir..ancak
mangal gibi yürek ister buna evladım…
.
Bilim ve Gelecek dergisinin editörü Devrimci Karargah operasyonu kapsamında, tamamen asılsız ve saçma sapan iddialarla tutuklandı. Dostları seslerini duyurabilmek amacıyla bir imza kampanyası başlatmış durumda.
Site: http://www.bahaokaraozgurluk.com/
İmza metni: http://www.bahaokaraozgurluk.com/index.php?option=com_petitions&view=petition&id=45
Anarşizm ancak “Kral’ın(düzenin,bugün de AKP’nin) soytarılığını” yapar.
Anarşizm ve Troçkizm,RTE’nin “solcu” arkadaşlarıdır.
Bulunduğunuz yer burasıdır.
Her yazısında AKP’yi imrenen anlayış başka nasıl açıklanabilir ?
Ö.İnce’yi anlayamamak İnce’nin değil Zile’linin geldiği sağcı konumlanmayla ilgilidir.
Elbette Ö.İnce’yi kavrayamayacaklardır.
Zileli,Başkaya artık AKP’nin yazıcılarıdır.
sdp’ye devrimci karargah bahanesiyle yapılan operasyonlar hanefi avcı tartışmasının gölgesinde kaldı.
düne kadar ergenekon operasyonlarına ‘ulusalcılar tasfiye ediliyor, statüko içerisinde bir hesaplaşmadır’ diyerek doğrudan ya da dolaylı destek veren sosyalist çevreler, akp iktidarına mesafelerine göre sırayla aynı tezgahtan geçirilmeye hazırlık olsunlar.
görünen o ki sdp en zayıf halka olarak düşünülmüştür. veli küçük ve çevresi nasıl perinçek, selçuk, balbay gibi isimleri tasfiye etmek için bir basamak olarak kullanıldıysa, bugün Devrimci Karargah ve SDP üzerinden kurulan komplo teorileriyle ÖDP, TKP, EMEP çevrelerine yönelik olarak da bir tasfiye süreci beklenmektedir . Sosyalist solda cadı avı için, uçuk kaçık iddialarda bulunan 1 gizli tanık, baskınlarda “ele geçirilen” saçma sapan 1-2 döküman yeter de artar bile. AKPye muhalefet eden, cemaat-liberaller ittifakına biat etmeyen hemen her grup ve oluşum için silivri cezaevinde yeterince yer var…
bundan 77 sene önce, genel seçimle kazandıkları iktidarı mutlak bir diktatoryaya çevirmek ve bütün muhaliflerini yok etmek planlarının ilk adımı olarak alman parlamentosu reichstag binasını ateşe veren naziler, kendi elleriyle gerçekleştirdikleri bu provokasyonu komünistlerin üzerine yıkmışlar; düzmece iddialarla başlattıkları tutuklama terörüyle önce komünistleri, sosyalistleri, aydınları, sendikacıları daha sonra da din adamları da dâhil olmak üzere kendilerine karşı olan herkesi toplama kamplarına doldurmuşlardı.
ne yazıktır ki, 77 sene sonra dünyanın bir başka coğrafyasında, türkiye’de aynı senaryonun sahneye konulduğuna tanık olunmaktadır.
referandum öncesinde, toplumun her kesimine demokratikleşme vaatlerini bol keseden dağıtan, evet çıkması durumunda derhal yeni anayasa çalışmalarını başlatacağını, ileri demokratik bir düzen tesis edeceğini iddia ederek herkesin ağzına bir parmak bal çalan, bu vaatlere kimi menfaatleri icabı, kimi de halis niyetlerle kapılan bir dizi liberal, demokrat ve sosyalist aydını kanal kanal gezdirerek evet propagandası yaptıran akp; referandumun üzerinden henüz iki hafta geçmemişken, muhaliflerini ezmek, mutlak iktidarını pekiştirmek amacıyla yeni bir gözaltı terörü başlatmıştır.
21 eylül 2010 günü sabaha karşı saat 05.00 sıralarında, sosyalist demokrasi partisi (sdp) istanbul il binasına, kadıköy ilçe merkezine, sdp ve toplumsal özgürlük platformu (töp) üyelerinin evlerine devletin kolluk güçleri tarafından baskınlar düzenlenmiş; yüzleri kar maskeli, çelik yelekli özel harekât timlerince parti binaları darmadağın edilmiş, bu binalarda bulunan bilgisayarlara, çok sayıda görsel ve yazılı malzemeye el konmuştur.
operasyonlarda, sdp genel başkanı rıdvan turan, toplumsal özgürlük platformu sözcüleri oğuzhan kayserilioğlu ve tuncay yılmaz, sdp genel başkan yardımcısı günay kubilay, sdp genel başkan yardımcısı ecevit piroğlu, sdp myk üyesi ulaş bayraktaroğlu, sdp pm üyesi ve ihd istanbul şube yöneticisi sultan seçik, sdp üyesi özgür cafer kalafat, istanbulda evlerine baskın yapılarak, toplumsal özgürlük dergisi okurlarından semih aydın da bursa’da gözaltına alınmıştır ve halen de gözaltında tutulmaktadırlar.
ayrıca demokratik dönüşüm dergisinin yazıişleri müdürü özgür aytukum, red dergisi yazarı hakan soytemiz ve bilim ve gelecek dergisi editörü baha okar’ın da aynı kapsamda göz altında tutuldukları bilgisi edinilmiştir.
düzmece suçlamalar
demokratik kamuoyunca tanınmış, mensubu oldukları parti ve platformlarını en üst düzeyde temsil eden, yasal ve demokratik zeminlerde ezilenlerin ve emekçilerin sorunları etrafında mücadele veren arkadaşlarımız, tamamen uydurma gerekçelerle, illegal bir silahlı örgüte üye olmakla itham edilmektedirler.
gerek sosyalist demokrasi partisi ile toplumsal özgürlük platformu’nun, gerekse gözaltına alınan yönetici ve üyelerimizin, üyesi olmakla itham edildikleri devrimci karargâh isimli örgütle hiçbir bağlantıları bulunmadığı gibi; siyasi köken, mücadele tarz ve anlayışı itibarı ile de en ufak bir ilgileri bulunmamaktadır.
bütün bu hususlar hükümet, emniyet güçleri ve yargı organlarınca da gayet iyi bilinmekte olmasına karşın, referandumda boykot çizgisini benimseyen, akp’ye muhalif sosyalistlere karşı; hitler’in propaganda bakanı goebbels’in ruhuna rahmet okutacak bir dezenformasyon, kara çalma ve iftira kampanyası sürdürülmektedir.
son olarak, geçtiğimiz günlerde yayınlanan kitabında fetullah gülen cemaatinin emniyet teşkilatı içindeki örgütlenmesine ilişkin iddialarıyla gündeme gelen emniyet müdürü hanefi avcı’nın ismi de bu dezenformasyon kampanyasına dahil edilerek, kafalarda soru işareti yaratılmak ve işin ucu ergenekon örgütüne bağlanmak istenmektedir.
işte akp’nin ileri demokrasisi
yasama ve yürütmeyi bütünüyle elinde bulunduran, yargıyı da büyük ölçüde avucunun içine alan ve referandum sonrası anayasa değişiklikleri ile tamamen ele geçirecek olan, son yüksek askeri şura kararlarının alınış sürecinin de açıkça ortaya koyduğu üzere beğenmediği unsurları tasfiye ederek askeriyenin komuta kademesini kendisi belirleyen, emniyet teşkilatına tamamen hâkim olan, üniversite üst yönetimleri ile yazılı ve görsel basının önemli bir bölümünün desteğine sahip olan akp, referandum galibiyeti sonrası mutlak hükümranlığını konsolide etme yolunda ilk adımlarını atmaktadır.
akp tüm muhalefeti sindirme ve tasfiye etme planını üç ayrı çuval üzerinden yürütmektedir. ilki halka karşı korkunç suçlar işleyen kontrgerilla faaliyetlerinin örgütleyicisi ve uygulayıcısı eli kanlı faşist katillerin yanı sıra, bunlarla ilgisiz unsurların da dâhil edilerek tasfiye edildiği bilinen ergenekon çuvalıdır. ikincisi kürt muhaliflerin bilâ tefrik doldurulduğu pkk-kck çuvalıdır. devrimci ve sosyalist muhalifler ise devrimci karargâh çuvalına doldurulmak istenmektedir.
adı geçen örgüte ilişkin olarak daha önce gerçekleştirilen soruşturma ve yargılamalarda izlenen keyfi tutum, vatan gazetesi yazı işleri müdürü aylin duruoğlu gibi kamuoyunca tanınan, bilinen, bütün hayatı gözler önünde olan insanların illegal silahlı örgüt üyesi olarak mahkum edilmeye çalışılması, örgütle hiçbir alakası bulunmayan sıradan insanların düzmece ve hayatın olağan akışına aykırı iddialarla aylarca tutuklu vaziyette cezaevlerinde tutulmaları hafızalardan silinmemiştir.
aynı oyun bu kez demokratik alanda faaliyet yürüten sdp ve töp yönetici ve üyelerine karşı sahneye konulmaktadır.
özünde kaliteli seyredecek bir tartışma, nasıl bu kadar sığ bir seviyeye çekilebilir? Bravo diyorum (!)
Dersim’in, tarihin her döneminde baskı ve zulümlerden kaçanların sığınağı olduğu gerçeğini kim inkar edebilir?
Neredeyse genetik hale gelen muhalif kimliğini, biraz da bu yönüyle irdelemek ilginç olabilir.
Ümit Boyner diyor ki :
“…TÜSİAD’ın daha bürokratik vesayetin sürdüğü 1990’larda, bugün ağızlarından bal damlayanlar demokrasinin ne olduğunu çözememişken, bu davanın bayraktarlığını yaptığını hatırlatmak da belki yersiz. Bir gecede demokrat olunamıyor. Kişiler ve kurumlar ancak zaman içinde tecrübe kazandıkça ortak akıl üretebilecek kapasiteye kavuşuyor. Bir ülkenin kurumsal ve insan sermayesi kolay şekillenmiyor. Yalnızca eğitim ve para, insan sermayesini şekillendirmek için yeterli olmuyor…”
Özdemir Ince diyor ki :
“Demokrasi özgürlük içindir!
Yoksullar özgür değildir!
Başka şeylerle iğfal edildikleri için yoksullar ve işsizler demokrasi için oy vermezler!
Özgür olmayan birey demokrasiyi seçemez!
Özgür olmak için birey olmak gerekir! Birey olmak için de özgür irade!
Özgürlük bireyin (insanın) kendi kendisinin efendisi olması anlamına gelir!
Hak-Is Baskani’nin referandum sürecinde “siyasal konsomatris” olmakla suçladigi Ümit Hanimefendi ile bir marksistin görüslerinin benzesmesi oldukça olagan . Zaten Türk marksistlerin gözünde halk cahildir, hatta bir hiçtir, hatta bazi marksistler halka düsmandir, halkin çogu katledilse killari bile kipirdamaz, mutlu olurlar. Türk marksizmi kemalizmin en asiri, en saldirgan, en burjuva ve en halk düsmani biçimidir.
Ümit Boyner diyor ki :
“…TÜSİAD’ın daha bürokratik vesayetin sürdüğü 1990’larda, bugün ağızlarından bal damlayanlar demokrasinin ne olduğunu çözememişken, bu davanın bayraktarlığını yaptığını hatırlatmak da belki yersiz. Bir gecede demokrat olunamıyor. Kişiler ve kurumlar ancak zaman içinde tecrübe kazandıkça ortak akıl üretebilecek kapasiteye kavuşuyor. Bir ülkenin kurumsal ve insan sermayesi kolay şekillenmiyor. Yalnızca eğitim ve para, insan sermayesini şekillendirmek için yeterli olmuyor…”
Özdemir Ince diyor ki :
“Demokrasi özgürlük içindir!
Yoksullar özgür değildir!
Başka şeylerle iğfal edildikleri için yoksullar ve işsizler demokrasi için oy vermezler!
Özgür olmayan birey demokrasiyi seçemez!
Özgür olmak için birey olmak gerekir! Birey olmak için de özgür irade!
Özgürlük bireyin (insanın) kendi kendisinin efendisi olması anlamına gelir!
Hak-Is Baskani’nin referandum sürecinde “siyasal konsomatris” olmakla suçladigi Ümit Hanimefendi ile bir marksistin görüslerinin benzesmesi oldukça olagan . Zaten Türk marksistlerin gözünde halk cahildir, hatta bir hiçtir, hatta bazi marksistler halka düsmandir, halkin çogu katledilse killari bile kipirdamaz, mutlu olurlar. Türk marksizmi kemalizmin en asiri, en saldirgan, en burjuva ve en halk düsmani biçimidir.
FAŞİST BİR TÜRK YAZARI: ÖZDEMİR İNCE
5 Ocak 05 tarihli “Türkiye Türklerindir” logolu gazetede Özdemir İnce AB delegasyonlarının Dıyarbakır’a gidişine çatıyor. Kendisi Arap asıllı ve Milliyetçi Cephe iktidarı sırasında faşistlerle aynı çanaktan yiyen biridir. Kendisine o günkü yazısı nedeniye şu mesajı gönderdim.
“Sayın İnce,
Size tavsiyem aceleden bir doktora görünün. Hem de ruh doktoruna. Fotoğrafta düşünen biri gibi göstermişsiniz kendinizi, ama perde arkasında ne akıl, ne izan, ne irfan var. Dıyarbakır Kürtlerin şehridir. Aksini iddia eden kanıt getirir. Siz tam bir faşistsiniz Bölünme paranoyası var. Kürtler demokratik haklarını istiyor. Peki siz ne söylüyorsunuz? Hayır. Bu bataktan çıkacağınızı sanmıyorum. Daha aşağıya!”
Aynı gün bu faşist kafalı, üstelik Türk olmadığı halde daha çok Türkçü geçinen İnce bakın şu incileri dizdi:
“Siz o şımarık aklınızla beni değerlendirmekten vazgeçin! Ve şunu ezberleyin yere basın:
1. Diyarbakır Türkiye Cumhuriyeti’nden başka kimseye ait değildir.
2. Türkler de sizi taklit ederek “İstanbul, İzmir, Mersin, Adana, Trabzon” Türk demeye
başlarlarsa ne yapacaksınız?
3. Tarihten ders alın ve ona-buna uşaklık etmeyin!
4 .Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ne kadar demokratik haklara sahipse Kürt o kadarına
sahip, sahip olacak.
5. Özdemir İnce’ye faşist diyen her itin tarih ağzını yırtar! Öİ “
Bir gün sonra komşunun diliyle uluyan bu “ite” aşağıdaki yazıyı yazdım:
“Siz o meşhur ağzınızla “Ö. İnce`ye faşist diyen her itin tarih ağzını yırtar.” Diyorsunuz.
Önce hangi hastalıktan muzdarip olduğunuzu gösteriyorsunuz. Siz bir büyüklük paranoyası içindesiniz. Bu nedenle dünyayı algılamakta zorlanıyor, sadece hasta pencerenizden bakıyorsunuz. Tavsiyem oldukca yerinde, siz bir ruh doktoruna gidin, çünkü ruhunuz öyle kokuşmuş ki, algılama probleminiz var.
İkinci olarak da; Kürtler İstanbul, İzmir istemedi. Kendi yurdunda doğuştan kazandıkları hakları istedi.
Peki faşist değilseniz, bu hakların verilmesi için bir çabanız var mı? Üstelik kendinizi „tarihi kişilik” gören tavrınızla hangi duruşu sergiliyorsunuz?
Üçüncü olarak da, kimseye uşak değilim. Olsam sizin gibi biri olurdum. Hatta çok ilerilere çıkabilirdim. Bağımsız kişiliğim bana bunu söyletiyor. Kaldı ki bir Kürt, kendi haklarını istemiyorsa insan değildir.
Diğer bir nokta: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları aynı haklara sahip diyorsunuz. Şimdi namuslu dürüst biriyseniz, lütfen Kürdün hakkını bana yazınız.
Sonuc olarak, sizin gibi kemikleşmiş faşist kafalı insanlar sadece kendi “rant” larını düşündüklerinden Türk ve Kürt halkları arasında demokratik barışçı bir koexistenz istemezsiniz. Yazdığınız gazetenin logosuna bakınız. Faşist değilseniz, bir sözünüz olmalıdır bu logoya.
Şimdi tarih karşısında ağzı yırtılan „it“ olduğunuz ortaya çıkmıyor mu?”
Bir gün sonra şu yanıtı gönderdi.
„Anlaşıldı:Siz her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının sahip olduğu haklardan fazlasını yani özerklik ve bağımsızlık istiyorsunuz! Özgürlük ve bağımsızlığı ben dağıtmıyorum! Sizinle uğraşacak değilim!Bir daha bana ulaşamayacaksınız!Ancak yarından itibaren gazetede vereceğim dersleri iyi izleyin!
Öİ“
Hürriyet gazetesi yazarları, Ekşi, Özkök, İnce, Çölaşan ve diğerleri, Kürtlerin eşit haklara kavuşmalarını istemiyor ve bu konuda Türk toplumunu manipule ediyorlar. Bunlar, eline kalem verilmiş Genelkurmayın masa başı katliamcılarıdır. oince@hurriyet.com.tr bana kapısını kapattı. Bu teknik olarak mümkündür. İnce’nin sonraki günlerde çıkan yazıları belki diğer Kürtleri ilgilendirir. Ama Ö.İnce’nin tavrı: Ben vermiyorum. Senin gücün varsa, buyur al, demektir. Bu kafa ile AB’ye girecek bunlar. Ama önce kendisine ‘Kürdüm’ diyenler oturup düşünsünler. Biz böyle dağınık kaldıkça, alacağımız herhangi bir hak da olamaz.
http://www.haydar-isik.com/index.php?option=content&task=view&id=76&Itemid=
Özdemir ince’ye her ne kadar ben de eleştiriyor olsam da bu saldırgan dili hoş görmem ve geçiştirmem mümkün değildir. Saldırganlık sonuçta daima kendini yaralar.
Bari iki dakika susun
– Biz “Dersim’de binlerce günahsız insan öldürüldü” diyoruz… – Adamlar kalkıp “İyi ama Seyit Rıza da büyük bir haindi” diyorlar.
– Biz “Çoluk çocuk dinlemediler, hamile kadınları bile süngülediler, aloo” diyoruz.
– Adamlar kalkıp “Ama Dersim’de de iki karakola baskın yapılmıştı” diyorlar.
– Biz “Dersim halkını mağaralarda fareler gibi zehirlediler” diyoruz.
– Adamlar kalkıp “feodalite ah feodalite” falan diyorlar.
– Biz “Dersim derelerinde günlerce kan aktı” diyoruz.
– Adamlar kalkıp “İngiliz parmağı” diyorlar.
– Biz “Okuma yazma bildiği bile şüpheli 80’lik pir ü fani Seyit Rıza’ya yapılan cinayettir” diyoruz.
– Adamlar kalkıp Seyit Rıza’nın “Ekselansları” diye İngilizlere mektup yazdığından söz ediyorlar.
– Biz “İngiliz’e mektup yazılmış olsa dahi bunun bedeli 15 bin kişinin katledilmesi midir?” diye soruyoruz.
– Adamlar kalkıp “Biraz tatsız şeyler de olmuş canım, abartmayalım” diyorlar.
– Biz “Ortada bir isyan yoktu ya… Hadi diyelim ki vardı… Peki çoluk çocuk niye öldürüldü?” diye soruyoruz.
– Adamlar kalkıp “Açma o defterleri, açma o defterleri” diye cevap veriyorlar.
– Biz “katledilen bebeklerden, kadınlardan, ihtiyarlardan” söz ediyoruz.
– Adamlar kalkıp “Halk feodal derebeylerinden kurtarılmıştır” diyorlar.
– Biz “sürgünlerden, kayıp kızlardan, cinayetlerden, mezarsız ölülerden” söz ediyoruz.
– Adamlar kalkıp “Dersim’e medeniyet getirildi” diyorlar.
Dersim duası
– ALLAH kimseyi Dersim’de olup bitenlere mazeretler uydurmaya, gerekçeler bulmaya çalışanların durumuna düşürmesin.
– Allah kimseyi olmayan bir isyanı olmuş gibi göstererek bebeklerin öldürülmesini bile haklı çıkarmaya çalışanların durumuna düşürmesin.
– Allah kimseyi en haklı davasını savunmaktan bile imtina eden bir Kemal Kılıçdaroğlu aczine düşürmesin.
– Allah kimseyi en az 15 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir olayı bize “gayet makul tarihi bir olay” olarak yutturmaya çalışan CHP’li şahinlerin konumuna düşürmesin.
– Allah kimseyi Aleviler hakkındaki duygularını gayet iyi bildiğimiz iktidar mensuplarını bir numaralı Kızılbaş savunucusu pozisyonuna yükseltenlerin durumuna düşürmesin…
– Allah kimseyi izleri hala süren bir katliamın dile getirilmesini “milleti birbirine düşürmek” olarak yorumlayanların durumuna düşürmesin.
Tunceli neden mi CHP’yi destekliyor?
Birileri acayip şaşkın…
Hayret nidaları eşliğinde soruyorlar: “Tunceli halkı, Dersim katliamına karşın neden CHP’den kopmuyor?” Ardından da bilgiç bir edayla söyleniyorlar:
“Adamlar cellatlarına âşık olmuşlar… Bu basbayağı Stockholm sendromu canım…”
Hiç de öyle değil…
Tunceli halkı, CHP’den kopup sağ partilere gittiğinde karşısına…
– Fevzi Çakmak zihniyetinin…
– Celal Bayar acımasızlığının…
– Kazım Karabekir yaklaşımının…
– Kızılbaşlar hakkında atılan bin türlü iftiranın…
– Sünni çoğunluğun tarihsel vicdansızlığının…
– Bir türlü yasal statüye kavuşturulmayan cemevlerinin…
– “Biliyorsunuz kendisi Alevi” denilerek yuhalatmaların…
– “Yüksek yargıyı aleviler ele geçirildi” tezviratının…
– Maraş’ın, Çorum’un, Sivas’ın…
Çıkacağının gayet farkında…
O nedenle…
Veremi görüp sıtmaya razı oluyorlar.
Ey CHP’li kardeşlerim
– ERDOĞAN’a “Dersim’i istismar ediyor” diye kızacağınıza kendi partinizin liderine “böyle bir istismara neden fırsat veriyorsun” diye kızsanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’a “Çorum için de, Maraş için de özür dile” falan diyeceğinize kendi partinizin liderine “Dersim için bir şeyler söyle” diye çağrıda bulunsanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ı Dersim konusunda samimiyetsiz bulmakla uğraşacağınıza kendi partinizi Dersim konusundaki samimi görüşlerini açıklamaya zorlasanız dahi iyi edersiniz.
– Erdoğan’a bugünün zulümlerini anımsatmak yerine kendi partinizin dünün zulümleriyle hesaplaşmasını talep etseniz daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ın çelişkilerine odaklandığınız kadar, önce “milleti birbirine düşürüyorsun” diyen, ardından da “Dersimlilerin topraklarını ver” çağrısında bulunan genel başkanınızın çelişkilerine odaklansanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ın “Devlet yapmadı CHP yaptı” sözüne kızacağınıza, “o zaman devlet CHP idi” diye cevap veremeyen partinizin yöneticilerine kızsanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ın Dersim katliamı üzerinden partinize gol atmasına kızacağınıza, gollük pası Erdoğan’ın ayağına atan partinizin yöneticilerine kızsanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ın Dersim konusunda ön almasına bozulacağınıza, konuyu ilk kez dile getiren partiliniz Hüseyin Aygün’ün neden susturulduğuna bozulsanız daha iyi edersiniz.
Ne demişti Seyit Rıza
DERSİM katliamını mazur göstermeye çalışanlar ne diyorlar?
Diyorlar ki:
– Olaylarda İngiliz parmağı vardı…
– Bir kalkışma vardı.
– Eşkıyalık yapıyorlardı.
– Vergi vermiyorlardı.
Falan filan…
En iyisi ben susayım da bütün bunlara Seyit Rıza yanıt versin.
Ne demişti Seyit Rıza?
“Ben sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana dert olsun. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” demişti.
link:
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19321952.asp
Faşist Yılmaz Özdil’e kapak olmuş. Yılın ırkçısı seçilmişti zaten.
İşgalcilerden Valilik Dileyen Mustafa Kemal’e Ne Dersin, Yılmaz Özdil?
CHP Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ün “Atatürk Dersim Katliami’ndan habersiz değildi” sözü Dersim Katliami’ni tekrar gündeme getirdi. Başbakan Erdoğan, devletin işlediği Dersim Katliami’ndan dolayı özür diledi. Aygün’ün sözlerinden dolayı zaten burunlarından soluyan Kemalistler, Basbakan’in bu özüründen sonra tamamen zıvanadan çıktılar.
Bu süreçte kimyası bozulanlardan biri, CHP’ye oy vermedikleri için halka “bidon kafa” hakaretinde bulunan Yılmaz Özdil’dir. Dersim Şehidi Seyid Riza’ya zehrini akıtmak için yazdığı yazıya AK Parti Hükümeti’ne çatmakla başlıyor: “Dersim’i bombalayan… Devlet değil, CHP. PKK’yle masaya oturan… AKP değil, devlet. İyi di mi?”
Dersim Katliamı’nın işlendiği dönemde muhtarından valisine kadar, tepeden tırnağa herkes CHP’lilerden oluştuğu için CHP devlet, devlet de CHP idi. Ama, her defasında oylarını yükselterek üç dönemdir üst üste seçilmesine rağmen (en son yüzde 50’ye dayandı, şimdi kamuoyu yoklamalarında yüzde 56 civarı görünüyor) AK Parti’nin devlet olduğu söylenemez. Bırakınız devlet olmayı, 2002’den beri iktidarda olmasına rağmen yeni yeni “muktedir olma” egzersizleri yapıyor AK Parti.
Özdil kabul etse de etmese de Dersim Katliami’nin sorumlusu CHP ve “Kan ile yapılan İnkılaplar daha muhkem olur, kansız İnkılaplar ebedileşemez” diyen lideri Mustafa Kemal’dir. Tarihi gerçekler demogojiyle örtülemez. AK Parti’nin PKK ile masaya oturması, Kürd ve Türk gençlerinin ölmemesi, kanın durması için olumlu bir adımdır ama istikbalini şiddete borçlu olan Derin Devlet’in güdümünde olan PKK barış masasını tepikleyip bu süreci zora sokmaktadır (PKK barış istemese de barış eninde sonunda gelecektir, hem de ona rağmen).
Şehit Seyid Rıza için “Kukla’ydı…” diyor. Daha da terbiyesizleşerek “Kendisini oynatanların ipleri bıraktığını hissedince, paniğe kapıldı, İngiltere Dışişleri Bakanı’na mektup yazdı, Suriye’deki İngiliz Elçiliği’ne gönderdi” diyor. Yani Özdil’e göre, Şehit Seyid Rıza’nın İngilizlere mektup yazması onu “Kukla” yapıyor (sözkonusu mektup gerçekte var mı, yok mu; varsa Seyid Rıza mı yazdı, başkası mı yazdı? Bu başka tartışma konusu, üzerinde durmuyorum şimdilik).
Böyle bir mektubun varlığını kabul etsek bile; bir liderin, kimyasal dahil her türlü silahlarla topyekün imha edilmek istenen halkını kurtarmak için zamanın süper gücü olan İngiltere’ye mektup yazması, yadım için feryat etmesi onu “kukla” mi yapar? (Dersim’de işlenen vahşet hakkında biraz bilgi sahibi olmak için bu belgesele bakılabilir: http://vimeo.com/7740312).
Seyid Rıza’nın yerinde Özdil olsa ne yapardı acaba?
Mesela, çok sevdiği bir insan, bir saldırgan çete tarafından ağır yaralansa; Özdil, ölüm döşeğinde olan sevdiğini kurtarmak için bugün karşıymış gibi yaptığı Amerika’ya götürüp hayatını kurtarmak istemez mi; Amerika’dan yardım istemez mi? İstese, bu Ozdil’İ “kukla” mi yapar?
Bir mektup için Seyid Riza’yi “kukla” ilan eden Özdil, aşağıdaki tarihi gerçek karşısında Mustafa Kemal için ne ifade kullanacak acaba? Aktaracağım tarihi bilgi, Turkiye’deki hemen hemen her okulun kütüphanesinde mevcut bulunan ve Necdet Sander tarafından Turkce’ye çevrilen Lord Kinross’un “Ataturk: Bir milletin yeniden doguşu” kitabı (kitabın büyük bir bölümü internette mevcuttur; http://www.1001kitap.com/Tarih/Kinross/ataturk/index.html).
Kitabın “İmparatorlugun paylaşımı” başlıklı bölümünde, Mustafa Kemal’in Daily Mail gazetesinin muhabiri G. Ward Price’i aracı yaparak İngilizler’den valilik koparmaya çalıştığı bilgisi mevcuttur. Bu ibretlik pasajı beraber okuyalım: “Mustafa Kemal, İngilizlerin ağzını dolaylı yoldan aratmaya karar verdi ve aracılığa, tanınmış bir gazeteci olan Daily Mail gazetesinin muhabiri G. Ward Price’ı seçti. Pera Palas otelinin müdürüyle haber göndererek gazeteciyi kahve içmeye çağırdı. Ward Price da Genelkurmayın istihbarat servisindeki albaya danıştıktan sonra çağrıyı kabul etti.”
“Mustafa Kemal onu üniformasıyla değil de, sırtında jaketatay ve başında fesle karşıladı. Ward Price, Mustafa Kemal’i yakışıklı ve erkek tipli buldu. Elini kolunu oynatmadan, sakin ve ölçülü bir sesle konuşuyordu. Yanında arkadaşı Refet Bey vardı. Mustafa Kemal, gazeteciye, ülkesinin savaşa yanlış safta katılmış olduğunu itiraf etti. Türklerin İngilizlerle hiç çatışmamaları gerekirdi. Bunu sırf Enver’in baskısıyla yapmışlardı. Savaşı kaybetmişlerdi. Şimdi bunu çok pahalı ödeyeceklerdi. Anadolu bölünecekti.”
“Mustafa Kemal, Fransızların ülke içine sokulmalarına karşıydı. Halk, belki bir İngiliz yönetimini daha az güçlükle hazmedebilirdi. ‘Eğer İngilizler Anadolu’da sorumluluğu üzerlerine almak niyetindeyseler tecrübeli valilere ihtiyaçları olacaktır,’ dedi. ‘Bu sıfatla yardımı arzedebileceğim bir makamla temasa geçmek isterdim.’ Ward Price, gizli servisteki albaya bu konuşmayı anlattı. Albay bunun üzerinde durmayarak, ‘Yakında iş isteyen daha bir sürü Türk generali çıkacak,’ dedi.”
Özdil’e soru: İngilizlere mektup yazan Seyid Rıza “Kukla” ise; işgalci İngilizlere gidip “Sömürge valiniz olmak istiyorum” diyen Mustafa Kemal nedir?
http://www.nasname.com/Yazarlar/cakbay/10086.html
(Dersim tartışmalarına bir de bu açıdan bakın…)
Kısır tartışma içinde unutulan Dersim ya da süren katliam
22 Kasım 2011 19:20
CHP’li Hüseyin Aygün’ün Dersim Katliamı’na ilişkin ifadelerinin ardından bir tartışma aldı başını gidiyor. Bir yanda AKP arşivleri açıklasıncılar, diğer yanda CHP özür dilesinciler şeklinde iki kamp açığa çıkarken tartışma da kısırlaşıyor.
Basit bir siyasi polemik olarak kalan Dersim Katliamı’nın tartışılması, devletin eteğindeki taşları dökmesi, özür dilemesi gerekenin özür dilemesi son derece önem arz ediyor. Peki arşivleri açıklamak, özür dilemek yetecek mi? Hayır! Elbette yetmeyecek.
Bugün Dersim’de yaşanmakta olan trajedileri takip eden biri, bu kısır tartışmalarla neyin üstünün örtüldüğünü çok rahat görebilir.
Dersim Katliamı 1938’de son bulmamıştır. Dersim hala katledilmektedir. 1938’de insanları, adı yok edilen Dersim’in bugün tümüyle doğası, kutsal mekanları, dokusu, kültürü yok edilmeye devam edilmektedir.
Yıllar süren asimilasyon politikasını bugün Gülen cemaati ve AKP üstlenmiştir.
Örneğin, Dersim’de Gülen cemaatine ait yurtlar ve dershanelerin sayısı çoğalıyor. Barınma altyapısını düzgün hazırlamayan Tunceli Üniversitesi, öğrencilerin her yıl cemaat yurtlarına yönelmesini sağlayarak bu yolla cemaatin etkinliğini artırıyor. Buna zorunlu din dersiyle yaratılan kafa karışıklığını da eklemek gerek.
Onlarca baraj yapılması, HES’lerle derelerin özgürlüğünün elinden alınması planlanırken, halkın talepleri ve tepkileri görmezden gelinerek doğa katliamı sürüyor. Özellikle Dersimliler’in doğayla kurduğu ilişki ve inanç sistemleri açısından da değerlendirildiğinde, doğa katliamı aynı zamanda kültürel bir katliam olarak açıklanabilir. Öte yandan yaz aylarında askerler tarafından sıklıkla binlerce hektar orman arazisinin yakılmasını da unutmamalı.
Bir de Dersim halkının en çok şikayet ettiği olayların başında, pavyonların ve uyuşturucu kullanımının artması geliyor. Dersimliler, pavyonların ve uyuşturucu kullanımının artmasını asimilasyon ve yozlaştırma aracı olduğu ve devlet eliyle desteklendiği gerekçesiyle eleştiriyor. Ve buna karşı eylemler dahi düzenliyor.
Şimdi bu kısır tartışmanın içinde kaybolanlar sanki demokratmışlarcasına, sanki Dersim’i çok önemsiyorlarmışçasına caka satmayı bırakıp; arşivleri açıklayıp, özür dileyip bir de üzerine bugün devam eden Dersim Katliamı’nı bitirecekler mi? Yoksa kuru bir özür dileyip tarihle yüzleştiklerini mi sanacaklar? Bir de Dersim Katliamı’nı ağızlarından düşürmeyenler “Çorum’un, Maraş’ın, Madımak’ın hesabını da soracaklar mı?” diye sorayım. Bu da günün şakası olsun…
( http://www.tersyuz.org )
Erdogan Dersimlilerden özür diledi
Başbakan Erdogan’dan anlamlı bir tavır
Piro Zarek
24. 11. 2011
Başbakan Erdoğan, 1937-38 sürecinde Dersim’de gerçekleştirilen soykırım nedeni ile devlet adına özür diledi. Yaşananları „facia“ olarak tanımlayan Erdogan, çogu bilinen bazı belgeleri de kamuoyu ile paylaştı.
En baştan ve hiç amalarla, kem kümlerle bogmadan veya Kılıçtaroglu ve Kamer Genç gibi arsiv göndermeleri ile yolu dolandırmadan söyleyelim: Bu tavır, yaraların sarılması yolunda bir ilk adım olarak taktir edilmesi gereken bir tavırdır.
Erdogan’ın Kemalistleri geriletmek ve oy potansiyelini artırmak için taktik yaptıgını söyleyenler de var elbette. Olabilir, dogru bir şey yaparak oylarını ve destegini artırsın. Bunda yanlış bir şey yok.
Biz, AKP’in siyasetinin sınırlarını biliyoruz. Ayrıca, AKP’nin bugüne kadar tutarlı bir demokratikleşme çizgisi izlemedigini de defalarca belirttik. Buna karşın, kemalist hareket düzeyinde bir şoven nitelige sahip olmadıgnı, Erdogan’ın bu son çıkışı ile de bir kez daha görmüş olduk. Bu kuşkusuz madalyonun bir yüzüdür, ancak bu yüzü görmemezlikten gelmek te olmaz.
Erdogan’ın özür dilemesi karşısında aşırı bir iyimserlige kapılmak ta yanlıştır. Geçmişle gerçek ve tam bir hesaplaşma, tek ulus yaratma zihniyeti ile; diger ulus ve halkların varlıgını ve haklarını yadsıyan sömürgeci anlayıştan köklü bir kopuşla saglanabilir.
TC’nin kuruluş felsefesi ve diger uluslar karşısındaki politikası, Osmanlıdan devr alınan sömürgeci egemenlik politikasıdır. Bugün var olan devlet, bu anlayışla kurulan cumhuriyet devletidir. Ve yine biliyoruz ki; bu devletin temel felsefesi, uluslar ve azınlıklar karsısındaki politikası temelde bir degişim göstermemiştir. Bu zihniyet sürdürüldükçe, soykırım suçları ile ve karanlık tarihle köklü bir hesaplaşma mümkün olamaz. Bu gerçeklik hiç bir zaman gözardı edilmemelidir.
Devletin kuruluş felsefesi ve uluslar politikası degişmezse, bugün başbakan olan Erdogan özür diler; yarın Davutoglu gelir özür dilenecek bir şey yoktur der ve tekrar başa dönülür. O halde geriye dönüşü en azından hükümet degişikliklerine baglı olmayacak şekilde, köklü yasal ve pratik önlemler alınmadıgı sürece, gerçek anlamda bir özürden ve tarihle hesaplaşmadan bahsetmek dogru olmaz.
Tarihle gerçek bir hesaplaşmanın somut adımları nelerdir?
Başbakanın bu adımının Dersimliler nezdinde büyük bir sempati ile karşılandıgını biliyoruz. Ancak, Dersimlilerin AKP ve Erdogan’a karşı derin bir güvensizlik besledigini de söylemek zorundayız. Bundan dolayıdır ki, Dersimliler memnuniyetlerini gizliyorlar ve temkinli bir reaksiyon gösteriyorlar. Bunda haksız da degildirler. Soykırım karşısında tavır alan Erdogan, bu tür suçların psikolojik ve kültürel zemini besleyen ayrımcı ve nefret yaratan söylemleri bizzat kendisi kullandı.
Soykırıma karşı çıkarak, toplumu derinden yaralayan şiddet ortamlarına karşı tavır aldıgını söyleyen Erdogan, diger yandan harıl harıl Kürt gerillalarına karşı savaş hazırlıkları yapmaktadır. Erdogan, Kürt sorunun kaynagında da yine TC’nin kuruluş zihniyetinin oldugunu unutuyor.
Bu sorunu barışçıl yöntemlerle çözme konusunda yeterli irade ve cesareti gösteremeyen ve şahin bir savaş tarftarlıgı yapan Erdogan, dolayısı ile hala bir kez daha aynı felaketlerle karşı karşıya kalma korkusu yaşayan Dersimlilere yeterince güven vermemektedir. Savaş çıgırtkanlıgı yapan ve genel politikası demokrat olmayan bir parti ve lider, nasıl sadece bir özürle Dersimlileri demokrat ve hümanist olduguna inandırabilir.
Demek ki, bugün soykırımla hesaplaşmanın ön adımları en başta ayrımcı ve nefret uyandıran söylem ve politikalardan kurtulmak, ilkeli bir demokratikleşme çizgisi izlemek ve bölgeye gerçek bir barış getirmektir. Dersimliler bunu gördüklerinde, bu yeni düzenin eski düzenle ve onun politikaları ile hesaplaştıgını göreceklerdir.
Diger yandan Dersim Soykırımı konusunda özel bazı adımlar atılmadan, geçmişle ciddi bir hesaplaşmadan bahsedilemez. Bu pratik adımlar şunlardır:
1- Dersim Soykırımın’ı tanıyan bir meclis kararı çıkarılmalıdır. Ve bu temelde gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
2- Dersim’de Soykırım kurbanlarının anısına bir soykırım anıtı yapılmalı ve bir soykırım müzesi açılmalıdır.
Gerçek bir özür ancak böyle dilenir.
Hüseyin Aygün yurtsever bir duruş gösterdi
Hüseyin Aygün, “Dersim Katliamı’nın Sorumlusu Devlet ve CHP’dir” ve „Mustafa Kemal Atatürk’ün katliamdan haberdar olmamasının mümkün olmadığını“ söyleyerek Dersim 37-38 gerçegini,Türkiye’nin siyasi gündemine taşıdı ve geniş kitlelerin dikkatine sundu. Bugüne kadar Dersim’den seçilen hiç bir milletvekili bu gerçekligi böylesine açık bir biçimde ifade edip gündeme taşımadı. Tıpkı Erdogan’ın özür diliyen ilk Türk Başbakan’ı olması gibi, Hüseyin Aygün de Dersim Soykırımı’nı, Türkiye’nin gündemine taşıyan ilk Dersimli milletvekilidir. Fakat bu saaten sonra onun CHP içerisinde yer almasının koşullarının da kalmadıgını düşünüyoruz.
Dersim için Kılıçtaroglu bitmiştir
Erdogan kürsüde Dersim’de yaşananları açıklarken ve katliam nedeni ile Dersimlilerden devlet adına özür dilerken, Kılıçtaroglu’nun Erdogana teşekkür etmesi gerekirken o, en agır ifadelerle saldırıyor ve şöyle diyor: “Bir başbakanın görevi toplumda sevgiyi egemen kılmaktır. Toplumun kaynaşmasına katkı vermektir. Sayın Başbakan topluma kin ve nefret tohumları ekti. Çok ağır ifadeler. Ben kendisini dinlerken ‘acaba Türkiye Cumhuriyetine düşman bir kişiyi mi dinliyorum?’ diye kaygıya kapıldım. Nasıl olur da bir ülkenin başbakanı kendi yurttaşları arasında ayrım yapar. Kin ve nefret tohumları eker. Ben merak ediyorum. Bundan sonraki adımı ne olacak acaba. Sayın Başbakanının kesinlikle ama kesinlikle bilgilendirilmesi lazım, kesinlikle ama kesinlikle bir psikoloğa görünmesi lazım.” (aa, 23 Kasim 2011)
Ne utanç verici bir tavır. Kin ve nefret tohumlarını ekenler Dersimlileri en acımasız şekilde katleden Kemalistler mi yoksa bu gerçekligi dile getirip, insanların acılarını bir nebze de olsa dindirenler midir? Bu sözleri söyleyen biri nasıl Dersimli olabilir.
Nitekim aslında Kılıçtaroglu Dersimle ulusal bir bagının olmadıgını da açıkça ilan etti. 22 Kasım 2011 tarihinde yaptıgı açıklamada şöyle diyor: „Evet ben Dersimli bir ailenin çocuğuyum. Bu ulusun çocuğuyum, bu ülkenin çocuğuyum. Üç evladımı bu ülke için yetiştirdim. Bu halk için çalışıyorlar. Gönüllerinde, kalplerinde, ruhlarında Kuva-i Milliye ve Mustafa Kemal var onların.“ (Hürriyet-22.11. 2011)
Yani diyor ki, Dersim kökenliyim ama Türk ulusuna mensubum. Cocuklarım da Türk ve benim gibi Kemalist. Olabilir, Kılıçtaroglu kendisini Türk olarak hissedebilir, ancak Dersimliler Türk ulusundan degildirler. Onlar Kırmancdırlar ve Kuva-i Milliye ve Mustafa Kemal ruhu degil, Kırmanciye ruhu taşırlar. Kılıçtaroglu bu kavaşkta Dersim’den kopmuştur.
http://dersimzaza.com/modules.php?name=News&file=article&sid=112
Hakim Sınıf Kliklerinin “Dersim Özürü” Dalaşı, “Tarihsel Sahtekarlıklarını” Bir Kez Daha Göstermektedir! Bu Tehlikeli Oyuna Karşı Uyanık Olalım!
Demokratik Haklar Federasyonu
26 Kasım 2011
CHP milletvekili Hüseyin Aygün’ün Dersim ’38 üzerine sarf ettiği sözlerden sonra alevlenen AKP-CHP dalaşı, gelinen aşamada, TC Başbakanı R. Tayyip Erdoğan’ın, Dersim katliamıyla ilgili bilinen kimi belgeleri okuyarak “devlet adına özür diliyorum” çıkışıyla birlikte, oldukça geniş bir tartışma platformuna yayılmıştır.
Erdoğan’ın “özrü” beklendiği gibi liberaller, satılık kalemşorlar, sivil toplumcular vb. kesimler tarafından ayakta alkışlandı.
“Devletten tarihi adım”, “toplumsal travmalarla yüzleşme yolunda dev adım”, “büyük demokratikleşme hamlesi” vb. olarak pazarlanan “özür çıkışı” özellikle son 3-4 gündür burjuva medyanın temel konusu oldu.
AKP’nin “tarihi çıkışını”, Dersim katliamıyla ilgili çeşitli belgelerle, tanıklarla, anılarla destekleme yarışına girişen bu kesimler “devlet değişiyor, hadi değişime omuz verelim” çağrısında bulunmaktadır.
Bu kesimlerle ideolojik alanda kardeş olan, sözde solcular ve demokratlar da, tıpkı “Kürt açılımı”, “Alevi açılımı” aldatmacaları sürecinde olduğu gibi büyük bir heyecana kapıldılar.
Bu “eski devrimciler”, on yıllar boyunca Alevi kurumlarının başına “çöreklenerek” buraları geçim kapısına çevirenler, çeşitli demokratik kitle örgütlerinin yöneticileri… “devletin özür dilemesi önemli bir gelişme, CHP de özür dilemeli, bu CHP’yi geliştirir ve Dersim tartışmalarının önünü açar” demektedirler.
Devletin Tarihsel Niteliğini Kavramayanlar, “Tarihsel Aldatmacaların Kaldıracı Olmaktan” Kurtulamazlar!
Devletin, “Dersim özrünü” tarihsel adım olarak pazarlamaya çalışanlar ve bu sürece aldananlar, sadece son 3-4 yıl içerisinde dillendirilen “açılımlar furyasından” ne sonuç çıkarmaktadırlar?
Bu açılımlar süreci de “tarihsel adımlar” olarak alkışlanmamış mıydı? Peki, ne oldu bu tarihsel çıkışlara?
Beklendiği gibi bu “tarihsel çıkışlar”, ezilenlere dönük kapsamlı saldırılarla, sinsi ve derinlikli asimilasyon politikalarıyla sonuçlandı.
Kürt ulusuna dönük imha, inkâr ve asimilasyon politikaları yoğunlaşarak devam ederken; Alevilere dönük eşitsizlikler katmerlenerek varlığını korurken; Romanlara ve diğer ezilen kesimlere dönük saldırılar sistematik bir şekilde hayata geçiriliyorken “açılımlardan”, “tarihsel demokratikleşme adımlarından” bahsetmek büyük bir aldatmacadır.
Mevcut devlet gerçekliği altında gelişmelerin başka türlü sonuçlanmasını beklemek sınıflar mücadelesinin doğasına aykırıdır. Çünkü gerici devlet sistemi devamlılığını sürdürmek için, ezilenlerin sırtında sopa olmak ve türlü oyunlarla ezilenlerin bilincini bulandırmak zorundadır. Bu, yüzlerce yıldır böyledir.
Bu bakımdan ağaların ve patronların çıkarlarını savunan bir devletten, ezilenlere dönük kalıcı “iyileştirmeler” yapmasını beklemek en hafif ifadeyle “cahilliktir”.
Böylesi beklentilere girmek sınıflar mücadelesinden, emperyalist kapitalizmin 21. yüzyılda ulaştığı aşamadan bir şey anlamamak demektir.
Ötesinde, “bu özür yetmez, yeterince samimi değil, şu talepleri de kabul edin” vb. söylemlerle, AKP hükümetiyle birlikte 9 yıldır sergilenen bu yeni yapılandırma sürecine “politika üretenler” de tam olarak AKP hükümeti sürecinin temsil ettiği tasfiyeciliğe açıkça payanda olmaktadırlar.
AKP’yi alkışlayanlar, CHP’ye fikir babalığı yapmaya kalkanlar, Türk hâkim sınıflarının bu gerici dalaşına sistem içerisinden “politika önerenler” son durumda aynı çizgide buluşmaktadırlar: “Yaşasın demokratikleşme atılımlarımız!”.
Bu aklı evveller ve düzenin kaldıracı haline gelenler, geçmişte benzer şekilde “özür” dileyen emperyalistleri ve diğer gerici devletleri de tarihsel olarak sahiplenmektedirler. Öyle ya bir kere özür dilendi mi, yaşanan bütün sorunlar ortadan kalkmakta ve gerici devletler bir anda demokratik-özgürlükçü emperyalistler ve faşistler haline gelmektedirler (!)
ABD, Almanya, Kanada, Danimarka vb. ülkelerin “tarihsel travmalarla yüzleşmelerini” alkışlayarak TC’nin “tarihiyle yüzleşme” yolunda ilerlediğini söyleyenler; bu gerici devletlerin Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da gerçekleştirdiği güncel katliamları görmezden gelmektedirler!
Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, askeri alanlarda ezilen dünya halklarına yönelen saldırıları “bunların önemi yok” diyerek karşılamaktadırlar!
Ne de olsa “tarihsel travmalar görülmüştür, özür de dilenmiştir, gerisi için sabretmek ve devlete yardımcı olmak lazım” demektedirler!
Hiç şüphemiz yok ki, bu sınıf işbirlikçisi tutum sahipleri, “devlete üstün hizmetlerinden ötürü” kişisel menfaatler sağlayacaktır. Fakat bu beyhude çabalar, gerçeklerin üstünü katiyen kapatamayacaktır.
Gerici Dalaşın Gerçek Niteliğini Her Alanda Teşhir Edelim!
CHP’nin, Dersim Katliamı’nın telaffuz edilmesinden dahi duyduğu rahatsızlık ve buna karşın savunduğu devletin resmi görüşleri ile AKP’nin R.Tayyip Erdoğan şahsında dile getirdiği “Dersim’de katliam yapılmıştır, sorumlusu CHP’dir, devlet adına özür diliyorum” beyanları arasında hiçbir fark yoktur.
Çünkü her iki kesim de devletin tarihsel rolüne sahip çıkmaktadır.
Birisi, resmi tarihe sıkı sıkı sarılarak bunu yaparken, diğeri “travma, yüzleşme, hesaplaşma” söylemleri altında sınıf karşıtlıklarını törpüleyerek ve katliamları yaratan tarihsel dayanaklara uzanılmasına engel olarak bunu yapmaktadır.
AKP ile CHP arasında süren “Dersim” dalaşının, esasta AKP’nin, devlet mekanizmalarındaki konumunu sağlamlaştırma ve rakiplerini dağıtma girişimlerinin; 20. yüzyıl boyunca ABD ve Batı Avrupa emperyalist kapitalizmine bağımlı şekilde inşa edilen Türk devlet idari sisteminin ve buna yön veren ekonomi-politik, siyasi yapısının 21. yüzyıla ABD emperyalizmi eliyle yeniden uyarlanmasının; bunlar yapılırken de “demokrasi”, “özgürlükler” aldatmacalarıyla halkın tarihsel acılarının faturasını geçmişe kesip, bugünde “demokrasi havariliğine” soyunulmasının bir sonucu olduğu görülmelidir.
Hâkim sınıf kliklerinin karşılıklı beyanlarına rağmen AKP de CHP de temsil ettikleri sınıfların çıkarları gereği aynı çizgide birleşmekte ve gerici, faşist TC devletini yüceltmektedirler.
Hâkim sınıflar, ezilenlerin maruz kaldığı katliamları “özür diledim, bitti” aymazlığıyla ele alırken, bu tarihsel katliamları güncel katliamlarla ve saldırılarla devam ettirmektedirler.
Bu saldırılar devletin AKP’siyle, CHP’siyle, ordusuyla… Büyük bir işbirliği içerisinde yürütülmektedir.
Devletin, “Dersim özrü” tam anlamıyla böyle bir içerik taşımaktadır.
Bir kez daha altını kalınca çizerek ifade etmek isteriz ki, devletin, “1937-38-39’da yaşananlar için özür diliyorum” beyanı;
– Gülen Cemaati – Tunceli Üniversitesi ve Tunceli Valiliği eliyle hayata geçirilmekte olan daha kapsamlı ve sinsi “yeni asimilasyon” politikalarıdır!
– Baraj projeleriyle sular altında bırakılan Dersim’in tarihsel, kültürel, çevresel mirasıdır!
– Yozlaştırma politikalarıyla yıkıma sürüklenmeye çalışılan Dersim halk gençliği ve kadınlar gerçekliğidir!
– “Yeni askeri konseptlerle” Dersim halkının düşürülmesi ve devrimci mirasına yabancılaştırılması saldırılarıdır!
Tam da bu nedenlerle devletin bilinç bulandırma operasyonlarına, devlet katliamlarını “toplumsal travma” olarak adlandırarak devletin gerici-faşist niteliğini aklamaya ve ezilenleri devletin yedeği haline getirmeye çalışanlara karşı son derece uyanık olunmalıdır.
Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), başta üye ve taraftarları olmak üzere, bütün devrimci kamuoyunu, bu sinsi saldırıların gerçek yüzünü teşhir etmeye ve gerici saldırıların ezilenler üzerindeki etkilerini kırmaya çağırmaktadır.
AKP, Dersim Katliamı’ndan Kaç Post Çıkarabilir? – Tamer İncesu
25 Kasım 2011 Cuma
Son günlerin revaçta polemiği Başbakan ve CHP lideri arasındaki Dersim Katliamı tartışmaları. Başbakan en son arşiv belgeleri üzerinden yaptığı konuşmayla “devlet adına özür dilemek gerekiyorsa özür dilerim” diyerek, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu köşeye sıkıştırdı. Kuşkusuz bunda başarısız olduğu söylenemez.
CHP’nin kurucu parti olması, dönem sorumluluğu, geleneksel reflekslere sahip çıkan Kılıçdaroğlu’nun Dersim Katliamı konusunda ürkek ve katliamları görmezden gelen yaklaşımları, Başbakan’ın CHP kalesine gol atmasının yolunu da açtı. CHP’nin muhalefet etme gücü, siyaset tarzı mutlaka üzerinde durulması gereken bir konudur. Ancak mevcut ilişkilenme tarzı olarak AKP, Dersim olaylarının içine niçin bu kadar giriyor, burada asıl amaç ne, esas bunun sorgulanmasına ihtiyaç var. AKP devletin katliamcı tarihiyle yüzleşme, ‘vesayetçi, oligarşik’ düzenle ‘hesaplaşmanın’ gereği olarak mı bu tartışmaları diri tutuluyor yoksa sıklıkla yaptığı gibi farklı yönelimleri mi var?
Genel bir belirleme yapabiliriz: AKP; politik olarak etkisizleştirilmiş, edilgen ve ‘kabullenici’ bir toplumsal alan üzerinden hareketle, kendi ideolojik salgısını toplumda çok fazla direnç görmeden aşılamakta başarılıdır. Türkiye’yi belli bir yere ‘götürmek’ konusunda iddiası olan bir partidir AKP. İddiasını net bir bütünlük içerisinde sunmak yerine (İslamcılık, Başkanlık sistemi, Ortadoğu’da emperyalizmin koçbaşlığına soyunmak, liberalizm vs. gibi) tüm bu başlıklardaki iç gerilimleri türlü dolayımlarla bir regülasyona-düzenleyiciliğe tabi tutuyor. Türkiye siyasetine yol vermek adına kullandığı enstrümanlar, tek bir ressam tarafından çizilen bir tablodan daha çok, farklı ressamlara aynı tabloyu yaptırmaya çalışmasıdır. Farklı ressamlardan kasıt şudur: Cumhuriyet rejiminin biriktirdiği sorunlara taraf olan kimlik kesimlerini (Aleviler, Kürtler, Ermeniler, İslamcılar) kendi hedefine kilitleme becerisini gösterebilmek.
Başbakan’ın Dersim tartışmasında Alevilerle CHP arasında bir sarsıntının olacağını düşünmesi ve buradan bir kazanç beklemesi olası bir durum. Fakat daha kapsamlı bir ideolojik çalımı da hesaba katmak zorundayız.
AKP’nin ideolojik ve politik olarak Türkiye siyasetinde ‘kurucu’ bir nosyonunun olduğu yıllardır söylenen bir durum. AKP tarzı ‘kuruculuk’ iddiasındaki bir siyasal öznenin varolan yapıyı tümden ‘yıkmayı’ göze alabilecek siyasal donanımının ve de niyetinin olduğunu söyleyebilmek ise verili durumda mümkün değildir. Her ne kadar bakiye olarak sorunlu bir çok alanı olsa da, Cumhuriyet rejiminin toplumsal meşruiyet alanı AKP’nin ‘yıkma’ ve ‘yeniden yapmak’ cüretini aşan olanaklar sunmaktadır topluma. Bu olanakların ‘tükendiği’, toplumun yeni ve cumhuriyetten farklı bir yönelime hevesinin olduğu iddiası gerçekçi görünmemektedir. Kim ne derse desin, eksikliklerine, çelişkilerine rağmen, ‘uluslaşma’, ‘modernleşme’ ve cumhuriyetin klasik toplumsal uygulamaları toplumda bir ‘karşılık’ görmüş -şikayetlere rağmen- geniş kitlelerce kabullenilmiştir. Bu kabul, ‘yıkıcılığa soyunan’ tüm siyasal özneler tarafından mutlaka hesaba katılmak durumundadır. AKP gibi siyasal gericiliği, muhafazakarlığı, vahşi liberal uygulamaları patentlenmiş bir siyasal özne, bu yıkıcı rolü oynayamayacağının farkında. ‘Yıkıcılık’ toplumsal bir alt üst oluşu gerektiren bir siyasal davranış kodlamasıysa AKP’nin buna teşebbüs etmeyeceği ve rejimin işine gelen yönleriyle hemhal olabileceği dokuz yıllık iktidarlarında çok belirgindir. Kaldı ki tüm cumhuriyet tarihi boyunca -DP, AP, ANAP, MSP iktidarları- AKP’de dahil hiçbir parti, yönelimini tümden bir rejim değişikliği üzerine sabitlememiştir. O zaman tedavüle başka bir siyasal tarzın girmesi kaçınılmazdır. Dönüştürmek, başkalaştırmak, içeriğini boşaltmak ve bu haliyle ‘eski’yle içice olan ‘yeni’nin dolaşıma girmesini sağlamak! İdeolojik kapsamı en geniş parti olarak AKP’nin, cumhuriyet rejimiyle hesaplaşmayı göze aldığı alanlar din, laiklik, egemenlik aktörleri başlıkları altında toplanabilir. Vesayetle mücadelenin pratik karşılığı vesayetin el değiştirilmesinden öte işlev görmüyor, 80 yıllık egemen/yönetici sınıf yerine AKP yönetici kliğinin yer değiştirme mücadelesi oluyor. Cumhuriyetin bütün tarihinin baskıcılığı, zulümlerin, yasakların ve burjuva sınıf karakterinin niteliği değişmiyor, AKP nezdinde Cumhuriyetin emekçi düşmanlığı süreklilik de sağlamış oluyor.
AKP’nin siyaset tarzı, yerleşik kurumları, algıları ve tutumları restore etmek, ideolojik girdilerle yeniden şekillendirmek/üretmek, bu esneklik deyim yerindeyse ‘yılana belini kırdırtan’ bir esneklik olmaktadır.
AKP siyasetle bu tarz ilişkilenmede -çelişkilerin yoğunluğu nedeniyle- kendi ideolojik duruşundan ‘sapmayı’da göze alır durumdadır. Kürtler söz konusu olunca Şiwan Perver veya Ahmet Kaya şarkıları söylenmekten çekinilmez. Nazım Hikmet, Yılmaz Güney ‘zararsız’lar kategorisine sokulabilir. Alevilere yönelik ideolojik salgı için Dersim Olayları’nda ‘özür dilemek’ devreye girebilir, bunun yanında Sünni İslam’ı daha iyi tahkim edebilmek için Alevi katliamlarına övgüler düzen Ebussuud Hoca bayrak gibi sallanabilir! Alevi Çalıştayları düzenlenirken Kılıçdaroğlu’nun şahsında miting alanındaki insanlara Aleviliğe ‘yuh’ çektirilebilir! Kürt sorununda, Kürtlerin haklarına yönelik bir takım makyajlar yapılırken, toptancı ve farklı çözüm arayışındaki Kürtler -KCK operasyonlarıyla – siyaseten derdest edilebilirler!
Benzemez olanların bir arada tutulmasının tutkalı olarak bu ‘sapma’lar AKP açısından tolere edilebilir durumu gösterir: ‘Kumarda hep kasa kazanır.’
AKP’nin Kürtler ve Alevilere sunduğu çözüm, bu kesimlerin, AKP ideolojisiyle harmanlandığı ve politikalarına ‘uyum’ gösterdiği oranda bir ‘çözüm’ olacaktır. AKP’nin son Dersim Katliamı tartışmalarındaki amacı, Dersimlilerin yaşadığı acıların, devletin ödemesi gereken tazminatların, devlet arşivlerinin açılması ve gerçek bir özrün sunulması değildir. Arkasından gelecek talepleri de düşünmektedir AKP. Pandora’nın Kutusu fena halde açılacaktır: Demokrat Parti dönemi komünist tevkifatları, isim isim radyolarda ‘Vatan Cephesi’ne katılanlar/katılmayanlar ayrımı, Necip Fazıl ‘üstad’larının DP Hükümeti’nden aldığı gizli ödenek yardımları, İncirlik Üssü anlaşmaları, ABD/İsrail/NATO ile yapılan gizli anlaşmalar, Maraş, Malatya, Çorum’daki faşist katliamlar, Fatsa operasyonları, 12 Eylül-Fethullah Gülen işbirliği, Sivas katliamı sanıklarının aynı zamanda AKP kurucu kadroları arasında olması, Çayan Demirel’in Dersim 38 belgeselinin geçen yıl Kültür Bakanlığı’nca yasaklanması…Bunlar AKP’nin kolaylıkla manipüle edebileceği alanlar olamayacaktır herhalde.
Asıl amaç; direnç noktası olarak görülen Alevilerin, Kürtlerin, yoksulların parçalanması, bozuma uğratılması, yalnızlaştırılması ve ‘AKP’lileştikleri’ oranda çözüm ihtiyacına yanıt verilmek istenmesidir.
Aleviliği ‘sapkın’ bir mezhep, Kürtlerin din inancını ‘Zerdüştlük’ olarak gören, solu düşman belleyen bir ideolojik yapılanmanın yukarıda belirtilen politikaları ancak sağın pragmatik mantalitesi içerisinde anlaşılabilir.
( http://www.muhalefet.org )
Dr. Mengele ruhlu ‘korsan’larla hesaplaşma – Kadir Cangızbay
26 Kasım 2011
Hani, yeniçeri Yahudinin kafasını kesmeye kalkar ”İsa’yı siz öldürmüşsünüz” diyerek; Yahudi de “tamam bizimkiler öldürmüş, ama, taa bin sekiz yüz yıl önce; benim hiçbir dahlim yok bu işte” der ama, derdini dinletemez; zira, adamımız ısrarlıdır hıncını Yahudiden çıkartmakta: “Tamam” der, “aradan çok vakit geçmiş, ama ben daha yeni duydum”.
Başbakan ve takımı Dersim katliamına sardırdı, bizim yeniçeri misali. Tamam, yeniçerimiz de cahil ve zorbadır; ama, en azından naif ve masumdur: Kılıçdaroğlu’nu köşeye sıkıştırmak, hem CHP’yi hem de Kürt siyasal hareketini parçalamak, dikkatleri kendi terör ve yağma rejiminden farklı yerlere çevirmek vs… gibi bir hesabı yoktur.
Başbakan, “biliyorsunuz, kendisi Alevîdir” diyerek Kılıçdaroğlu’nun şahsında Alevîliği yuhalatmış adamdır: Her şeyden önce, bu çok ayıp bir şey; aynı zamanda nefret suçu, bölücülük ve ‘İnsan’ nosyonuna ulaşamamış kabileci bir zihin yapısı ve adalet anlayışının tezahürü; çok tehlikeli. Başbakan, ‘alevîleri topluca öldürmek helaldir…’ fetvası veren Şeyhülislam Ebu Suud Efendi’yle gurur duymakta, Yüksek Yargı’yı (alevî) ‘dedeler’den temizlemekle de iftihar etmektedir (Çorum ve İstanbul mitingleri). Aslında, fazla söze gerek yok: Madımak’ta insan yakanlar, yakanları savunup koruyanlar, bunların hüküm giymişlerini bile yakalamayıp yakalanmışlarını da serbest bıraktıranlar, canilerin adını kurbanlarla bir arada yazdırıp bu rezillik ve edepsizliğe karşı çıkanları coplatıp gazlatanlar, işlerinden attırtanlar kimlerdir, hangi familyadandır; bir ona bakın, Başbakanın ‘özür’ünün ne mene bir şey olduğunu anlayın.
Başbakan, faturayı bugünkü CHP’ye kesip ondan tahsil etmek için tarihi de tahrif eder; operasyonun katliam niteliği kazandığı ikinci (1938) safhasını da İnönü’ye yükler; oysa, başbakan artık Celal Bayar’dır: Ya, fıkradaki yeniçerimiz kadar cahil, ya da onunla kıyaslanamayacak kadar kötü niyetlidir; ki, bu ikinci ihtimal ağır basar; zira, daha önce de İsmet Paşa’nın 1910’lardaki bıyıklarını, aynı yıllarda pos bıyıklı olan Hitlerin -30’lardaki bıyıklarına benzetip ‘hitlervari’ kelimesi üzerinden ‘paşa’ için faşist imasında bulunmuştur.
Tamam, tek parti rejiminin faşizmle örtüşen pek çok yanı vardır; ama, zaten adı üstünde tek parti rejimidir, faşizm de bütün güçlerin tek bir demette toplanıp kafa kopartma gücünün sembolü olan baltayı kullanma yetkisinin tek başına Duce’nin, Şef’in elinde bulunduğu rejimdir. İsmet Paşa, bütün günahıyla sevabıyla ve hangi etkenlerin belirleyiciliği altında olursa olsun Millî Şef ünvanını kendisi terk ve lağv edip, iktidarı tek kişinin burnu kanamadan yine kendi yönetiminde yapılan serbest ve dürüst seçimi kazanan partiye devretmiş adam iken, başbakan, güya pek bir karşı olduğu darbenin getirdiği yüzde 10’luk seçim barajı sayesinde seçmenin sadece yüzde 26,2’sine dayanarak ele geçirdiği iktidarı, yine darbenin baş hizmetkarı Özal’ın siyasî partiler yasasına dayanarak bütün güçleri kendi kontrolü altında topladığı bir tek adam diktatörlüğüne dönüştürmek üzere, tarihi tahrif etmekten en kabasından güç gösterilerinde bulunmak ya da gerek fiziksel gerekse sözel şiddete başvurup hukuku da kendi hesap ve pazarlıkları doğrultusunda tam bir terör aracına dönüştürmeye kadar, her türlü yola baş vurmaktan kaçınmayan bir siyasetçidir. Dünün, ‘kadına yönelik şiddete karşı mücadele’ günü olması vesilesiyle şunu da söyleyelim: Kendi devr-i iktidarında, kadın cinayetlerinin on beş kat artması, kendisinin, birer erillik yüceltimi olarak, tek omuz önde, arkasında da, Meclis içinde bile 20 civarında, dışarıda ise bazen yüzleri bulan badigartla dolaşması, Meclis Başkanı’nı alenen haşlayıp kendi adamlarına muhalefet milletvekili tartaklatmayı resmî görev ilân etmesi, bunlara ilaveten “güya kendisi bayan olacak” veya “kadın mıdır, kız mıdır, bilemem” türünden ayırımcı ve aşağılayıcı ifadelere başvurmasından kesinlikle bağımsız değildir.
Geçmişle yüzleşmekse, bu işe en yakın geçmişten; yani, Van’lı enkaz, ısı da sıfırın altındayken kendi potansiyellerini ölçeceğim diye yabancı yardımları reddeden; depremi fırsat bilip, bir yandan kentsel dönüşüm adına insanların malına mülküne hukuksuz yargısız el koyup rant elde etmeye, diğer yandan da, HES’lerle insanların havası-suyunu pazarlamak yetmemiş gibi bu defa da ‘bedelli askerlik(?)’ adı altında canlarını piyasa ortamında alınır satılır hâle getiren Dr. Mengele ruhlu ‘korsan’larla hesaplaşmaktan başlamak gerekir. Bu arada, (Eminağaoğlu etraflıca anlattı, bizim gazeteye) rant yağmacılığının, terörün finans kaynaklarını kurutma kisvesi altında doğrudan doğruya başbakanın memurlarının eline verilme oyununu da kesinlikle gözden kaçırmayalım.
( http://www.birgun.net )
Özdemir İnce Sözün Bittiği Yerde
Türk medyasında köşeleri karayanları bilirsiniz, her an patlamaya hazır salça etkili “bilgi” bombalarıdırlar. Misal gündem güneş önünde oluşan hidrojen bulutları dolayısıyla dünyadaki iklim değişiklikleri mi? hemen olayı şip şak diye aydınlatıp karalayıverirler; Rus ya da Amerikan, bilemedin İran uyduları yüzünden olduğuna bizi ikna ederler (Gazete sahibinin uydu ile ilgili herhangi bir yatırımı varsa, konuyu çılgın bir şekilde deşerler). Ya da ne bileyim, evrimsel psikoloji gündem olsun (hoş, sizi de kendimi de kandırıyorum, böyle mevzular bu ülkede gündem olmaz- inşallah demeyi de ihmal etmeyeyim-). Darwin’nin ne kadar inançlı biri olduğundan girip, hayatta kalma içgüdüsünün intihar edenler nedeniyle çürümüş bir teori olduğunu ispatlarlar. Velâkin her gün yazarlar, ama sadece yazarlar…
Böyle de yazsalar, yine de yazma kabızlığına uğrarlar, o zaman en iyi çözüm okur mektuplarına sarılmaktır, kafa patlatmaya ne hacet ! İki laf ekleyip “çok yakın dostum” ya da “sevgili dostumdan aldığım mektubu sizinle paylaşmak…” diye başlayıp belki de yüzünü bile anımsayamadıkları birinin yazısıyla o günü kurtarırlar…
Misal; Özdemir İnce, Hürriyet, 25.03.2009, Bir dostun Doğu Anadolu’yla ilgili seçim gözlemleri…
Fazla uzatmadan bakalım hangi gerçeklerden şimdiye kadar bihabermişiz!
—
Bir dostun Doğu Anadolu’yla ilgili seçim gözlemleri
DOĞU ve Güneydoğu’yu çok iyi tanıyan, TRT kökenli, tamı tamına 40 yıllık bir dosttan bir mesaj aldım. Birlikte okuyalım:
“Bugün Doğubayazıt’ta idim. (6 Mart 2009 tarihli) köşe yazını Manolya Pastanesi’nde okudum. O arada DTP’nin sarı kırmızı boyalı seçim otobüsü davullu zurnalı folklor müziği çalarak sokaklarda dolaşıyordu. 20 yıl önce de bu coğrafyada 2 yıl görev gördüm. Görevin vesilesi ile Van-Doğubayazıt ve Yüksekova ile çok sıkı temasım oldu. Öte yandan, 1993-94 yıllarında da Doğubayazıt ve Iğdır ile yakın temasım oldu. Resmi ve özel sıfatla yöre halkıyla ilişkiler kurdum. Kısacası bu coğrafyada part time olarak bile olsa 7 yıl yaşadım ve halen yaşıyorum. Sana yerel seçimlerle ilgili gözlemlerimi yansıtmak istiyorum:”
—
Tanımadığımız dostların yazdıklarına öncelikle inanmamız için o dostun cebinde en az on kitapla ve son volume kadar açılmış kulaklar ve şahin gözlere sahip biri olduğu aktarılır. TRT kökenli oluşu en eskilerden (muhtemelen Uğur Dündar’ın zamanından) kalan bir duayendir o. Bilgedir de, atar tutar diye 40 yıllık dostluğu ekleyivermiş. İnsan bu kadar yıllık dostuna en içten, önyargısız düşüncelerini yazar değil mi? Tamamdır, çok doğru bilgileri okumak üzereyiz…
İlk paragraf size de komik geldi değil mi? 40 yıllık dostunuz size mesaj gönderiyor ve ilk yaptığı şey “bölgeyi nasıl yakından tanıdığını ispat etmek oluyor”. Tarz da bir rapor havasında yazılmış. Demek ki 40 yıllık yakın dostla şimdiye kadar nerede görev yaptığı üzerine hiç konuşulmamış! Dostluklarının yakınlığından kıl kapıyoruz…
Sonra bölgeyi yakından tanıyan dostun 20 yıl önce (1989 yılında! Çatışmalar daha başlamamış) iki yıl görev yaptığını öğreniyoruz. Sonrakiler ise “yakın ve çok sıkı temas” dediği ve anlaşılamayan, muğlâk şeyler oluyor. Sonuç olarak (komik ama gerçek) part time 7 yıl yaşamış olduğunu iddia ediyor. Biz yine de iki yıllık görev süresinde tüm bölgeyi avucunun içi gibi bildiğini, yöre halkının tuvaletteyken bile neler düşündüğünü bilen biri olduğuna inanıyoruz.
—
Bütünüyle Doğu Anadolu’ya baktığımızda, 29 Mart yerel seçimleri için belirlenen Belediye ve Özel İdare il genel meclis üyelerinin birçoğunun bu görevin ehli olmadıklarını, mahalli halkın yararını düşünmediklerini, sadece bağlı oldukları iktidar veya siyasi partinin militanı gibi hareket ettiklerini görüyorum.
—
Part time görev yaptığı yerleri hatırlayınız; Doğubayazıt ve Van-Hakkâri-Yüksekova. Toplam; İki il ve iki ilçe. Ama “bütünüyle Doğu Anadolu’ya baktığımızda” diye bir cümleyi kasıla kasıla kullanabiliyor. “Özel İdare il genel meclis üyelerinin” bu işi part time yaptıklarını ve asıl mesleklerinin parti militanlığı olduğunu öğreniyoruz. Bu cümleden dağa erzak taşırken ya da ortalığa mayın döşerken yakalandıklarını tahmin edebiliyoruz.
—
Kuşkusuz yerel seçimlere aday gösterme son derecede önemlidir. Özellikle belediye meclislerine aday gösterilirken, mutlaka en iyisi bulunmalıdır.
Mahalli sorunları iyi bilen ve mahalli halktan yana olan insanlara bu gibi görevler verilmelidir ki, halkın kendi kendini yönetmesinden söz edilebilsin ve halka demokrasi geleneği yerleşsin. Batı’da, örneğin Fransa, İngiltere, Almanya, İsveç ve Hollanda’da birçok politikacı yerel meclislerden yetişir. Öte yandan adayların kalitesi aynı zamanda seçim sonuçlarını da önemli oranda etkilemektedir.
—
Dikkat ettiyseniz, “cahil cühela Kürtlere” demokrasi dersi verilirken nedense yerleşmiş demokrasisi ile Türkiye’nin batı kesimleri değil de, Avrupa ülkeleri örnek gösteriliyor. Adam haklı, aynı şey Kayseri’de de var, Çankaya’da da…
—
Ancak Doğubeyazıt’ta ve Van-Hakkari-Yüksekova üçgeninde işin esası hiç de böyle değildir. Örneğin Doğubeyazıt’ta çöp sorunu var, kanalizasyon sorunu var, su sorunu var, hava kirliliği sorunu var. Hal böyle iken bu yıl 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimler öncesi adayların hiçbirisi yapacağı hizmetten, bu sorunlar için ürettiği projelerden söz etmiyor. Adaylar Türkiye’deki olaylar ve sorunlar üzerinden siyaset yapıyorlar. Dolayısıyla seçmen kimi ya da hangi partiyi seçeceğine bu şekilde karar vermek durumunda. —
Evet, öğreniyoruz ki, Kürtler sadece demokrasiden “d”sinden değil, üstüne üstlük belediyeciliği “b”sini bilmiyorlar. Tek bildikleri yalancılığın “y”si. Ortalığı bok götürüyor, hava yok, su yok, kalkmışlar utanmadan siyaset yapıyorlar, daha doğrusu siyaset yaptığını sanıyorlar.
Asıl benim takıldığım yer, adayların hizmet ve projelerden söz etmemesi. Ben daha çocukken bu adam orada iki yıl görev yaptı diye bölgeyi iyi bildiğine laf etmedik, lakin bu adamın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan biri olduğuna kesinlikle inanmam. Kendimden o kadar eminim ki, size bunu hemen ispatlayabilirim. Açın bir haber programını ve yaklaşık on dakika bekleyin, kesinlikle yorumculardan biri bu seçimlerin genel seçim havasında olduğundan, Erdoğan ve Baykal’ın yerel hizmetlerden hiç söz etmediklerinden, Kılıçdaroğlu’nun bile Mitingde konuşturulmadığından kesinlikle bahsedeceklerdir. 15 yaşında birinin bildiği bir şeyi bizim dost bilmiyor. Ya da mevzu Kürtler olunca atış serbest oluyor.
—
DTP hakkında Anayasa Mahkemesi’nde açılmış bir kapatma davası vardır. Ağrı-Yüksekova-Hakkari ve Iğdır’daki Kürt vatandaşlar açısından, sırf bu kapatma davası sebebiyle, DTP kimi aday gösterirse göstersin bu mağduriyeti için çok oy alacaktır. Çünkü DTP kendisine karşı haksızlık yapıldığını dile getirmektedir. Keza hükümetin basınla tartışmaya girmesi ve yandaş olmayan basına vergi vs. gibi baskılar uygulaması, iki yıldan bu yana önemli bir sivil açılımın olmaması ve Avrupa Birliği reformlarının rafa kaldırılması da, yine DTP’ye yaramaktadır.”
—
“Madem bu adamlar “b”den anlamıyorlar, o zaman neden oy alıyorlar” sorusunun cevabını bize sunuyor sevgili dostumuz. Gariban muhabbeti yapıyorlarmış da ondan. Biraz önce izlediğiniz o haber programını birkaç dakika daha izlediyseniz, yorumculardan biri AKP’nin bu seçimlerde mağdur rolü oynayamadığından mutlaka bahsedecektir. Ama konu Kürtler olduğu için halkımızın temiz duygularını sömürenler bu defa DTP’liler oluyor. AKP verdiği hiçbir sözü tutmadığından yada devletin Kürtlere siyasi temsil hakkını çok gördüğünden bahsetmek yerine, her nedense mağdurmuş gibi davrandıklarını söylüyor.
—
Arkadaşımın yazdıklarıyla benim bu konuda yazdıklarım kesinlikle çelişmiyor. AKP’nin şaibeli seçim yatırımları konusunda yaptığı gözlemler de benim yazdıklarımı yalanlamıyor.
Sonuç: CHP ile MHP’nin ve öteki partilerin bu bölgede herhangi bir ağırlığının bulunmaması onların ayıbı değil. Bir ayıp varsa, onu, bölge halkının zayıf vatandaşlık ve yurttaşlık bilinci ile tarikat, cemaat ve etnikçilik hastalığı yaratmıştır. Bulaşıcı ve insanın ilkellik dönemine özgü bir hastalıktır!
—
İşte en şaşalı yere geldik. Emin olun, sadece üç beş cümle yetmez, bu son bölümü açıklamaya, hatta ne kitaplar, ne kitap dizileri, ne de üniversitede bu konuda kurulacak bir kürsü. Kısacası sözün bittiği yer işte burası.
MHP gibi devletin paramiliter faşist gücü, 80 yıl boyunca varlığını inkâr ettiği bir halktan oy alamamasının nedeni, o halkın “etnikçilik hastalığıymış“. “Şu lanet Kürtler işte böyle iğrenç bir halktır“. Kendisine her gün küfreden insanlara oy vermiyor. Ne kadar garip değil mi? Aynı zamanda ağlamakla gülmek arası bir yer burası.
Ve CHP… Devletin, resmi ideolojinin partisi. MHP’den fazlası var, eksiği yok. Söylenecek laf da yok.
Eğer sen devletsen vatandaşını eğitmek de senin görevin, korumak da. Eğer bir sorun varsa önce silahı copları kafalarda patlatacağına, halka bir sor; derdin nedir senin?
Sonra eğer vicdanın varsa biraz düşün, aynaya bakamayacaksın bir daha…
http://demaniz.blogspot.com/2009/11/ozdemir-ince-sozun-bittigi-yerde.html
Hello There. I found your blog using msn. This is a really well written article.
I will be sure to bookmark it and come back to read more of your useful info.
Thanks for the post. I’ll definitely comeback.
Özdemir İnce yi geç keşfettim (52 yaşındayım)..söylemlerinin bir çoğuna şahit olmuş, gözlemlemiş biriyim..geç keşfettiğim içinde hayıflanıyorum..çalışkan, bir çok şeyin öncüsü olmuş ancak cakasını satmamış birisi..Dersim konusuna gelince, bölge yazarlarından Rıza Zelyut dahil bir çok yazarı okudum..kusura bakmayın “Dersim de derebeylik düzeni yoktu” cümlenizi okurken , içimden bu kadar da saçmalama fazla artık diye geçti..
Bölmek bir tarafa, elimizden gelirse paramparça ederiz!
Seyfi Cengiz
Az önce Facebook’ta paylaşılan bir video izledim.
Bir kalabalık “Dersimliler devletten özür dilemeli” diye bağırıyordu.
Dersim düşmanı Kemalist, faşist bir çete bu.
Eski kuşak Dersimlileri “devlete karşı isyan” etmekle, “bölücülük” ve “vatan hainliği” ile suçluyor.
Dersim soykırımını dünyaya duyurmak ve bir uluslararası mahkemeye taşımak için hukuk mücadelesi veren biz Dersimlileri, hatta kuru bir özürle bu dosyayı kapatmaya eğilimli kimseleri bile, ”dedelerinin işledikleri suçu” savundukları gerekçesiyle tehdit ediyor.
Bir Dersimli komünist devrimci olarak bu çeteye ve ardındaki odaklara hitaben diyorum ki:
Sizin tehditleriniz özgürlükçü, devrimci ve demokrat biz Dersim/Kırmanciye komünistlerini yıldırmaz; tam tersine daha fazla biler.
Eski kuşak Dersimliler az bile yaptı.
Biz yeni kuşak Dersimliler isyan ve devrim hakkımızı döne döne kullanmakta kararlıyız.
Amacımız da bu devleti “bölmek” falan şöyle dursun, onu tasfiye etmek, parçalamak, paramparça etmektir.
Bugünlerde birileri Türk andını kaldırmış diye üzülüyorsunuz.
Andınızı kaldıranlara en az Yemen ve Fizan kadar uzağız.
Ama onların nadiren yaptığı doğru işlerden biri andınızı kaldırmış olmaktır.
Onlar andınızı kaldırmakla, devletinize türban giydirmekle, yani Atatürkçülüğün hilafeti ve saltanatı savunan 23 Nisan 1920 modeli cihadist versiyonunu benimsemekle, “devletin dini İslam’dır” diyen 1921 anayasasını bir şekilde geri getirmekle iktifa ettiler.
Bu bir şey değil.
Biz anayasanızın değişmez/değiştirilemez dediğiniz maddelerini, andınızı ve ırkçılığınızı sahiplenen CHP’li ıslah edilmiş Dersimlilere, kolonyalizmi içselleştirmiş o alçaklara benzemeyiz.
Biz yarattığınız devleti, o bürokratik, askeri, ırkçı ve soykırımcı Frankenstein’ı türbanı ile birlikte yerle bir etmek için elimizden ne geliyorsa onu yapmaya and içmişiz.
Bu kavgada karşımıza önce siz çıkarsanız, önce siz tepeleneceksiniz demektir.
Hodri meydan!
EK
Özdemir İnce’nin hezeyanları
Seyfi Cengiz
(Bu yazının ilk yayın tarihi: 26 Mart 2012)
Azınlık sorunlarının, soykırım tartışmaları ve özür taleplerinin oldukça rahatsız ettiği sol ve devrimci maskeli genişçe bir Kemalist kesim var.
Hürriyet köşe yazarı Özdemir İnce, bu kesimin sözcülerinden biri.
Bir diğeri, bir dönem Perinçekçi İşçi Partisi’nde, sonra CHP’de faaliyet yürütmüş olan Gökçe Fırat.
Fırat, şimdi kendisinin kurduğu ve “Atatürk’ün Partisi“ diye tanıttığı ırkçı-faşist Ulusal Parti’nin Başkanı. Ve Türksolu Gazetesi’nin başyazarı.
Tam Özdemir İnce’lik bir Yavru Atatürk sanki.
Bir Dersim düşmanı.
Özür meselesi konu olduğunda “Dersimliler devletten özür dilesin!“ demiş biri.
Gökçe Fırat’ın “Ulusal Parti“sinden Serap Yeşiltuna ise, partisinin katılamadığı 2011 genel seçimlerinde Balıkesir’den “bağımsız“ milletvekili adayıdır.
Seçim kampanyası boyunca “Balıkesir Kürt işgali altında“, “Amacım Meclis’te Türk milletinin çıkarlarının avukatlığını yapmak“ minvalinde bir propaganda yürütmüştür.
Bu yılın başlarında Gökçe Fırat’ın “İleri Yayınları“ tarafından yayımlanan “Devletin Dersim Arşivi“ başlıklı kitap Serap Yeşiltuna’nın adını taşıyor.
Özdemir İnce, 19 Şubat 2012 tarihli “Şamar Oğlanı CHP (!)“ ve dünkü “Buyurun kanıtlayın“ başlıklı yazılarında bu kitabın reklamını yapıyor.
Dersim’de olanları ’soykırım’ olarak tanımlayan Dersimlilere (öncelikle ’Dersim diyasporası’na) bu kitaptaki ’belgeler’e dayanarak “Buyurun kanıtlayın“ diye meydan okuyor.
Daha önce defalarca kanıtlandığından haberi yokmuş gibi davranıyor.
Üstelik, Özdemir İnce’nin bu kitabı okuduğundan, bu kitaptaki belgeleri incelediğinden bile kuşkuluyum ben.
Kitabın başlığı dahi dikkatinden kaçmış görünüyor.
Çünkü adı “Devletin Dersim Arşivi“ olan, “sekiz kişilik“ Atatürkçü ve Gökçe Fırat’çı bir çete tarafından hazırlanıp yayımlandığı ortaya çıkan bu kitaptan “Serap Yeşiltuna’nın kitabı“ diye sözediyor.
Oysa 1120 sayfalık bu kitabın Serap Yeşiltuna’ya (daha doğrusu “sekiz kişilik ekibe“) ait görünen kısmı‚ sadece “Devletin Dersim Arşivini Açıyoruz“ başlıklı 32 sayfalık giriş yazısıdır (Bkz. S. 7-39).
Bu girişin 5 sayfalık kısmı “Dipnotlar“dan oluşmaktadır (Bkz. S. 34-39).
Kitabın son üç sayfası Gökçe Fırat ve kafadarlarına ait yayınların reklamına ayrılmıştır.
Bu adamların derin devletin görevlilerinden bir farkı yoktur.
Tarafı zaten belli olan insanlardır bunlar.
Kitaba yazdıkları giriş yazısından ve bu girişe düştükleri dipnotlardan da kolaylıkla görülebilir bu.
Bu sorunlu yaklaşım Serap Yeşiltuna’nın İnce’nin bugünkü yazısında yer verilen mektubunda da açık şekilde görülebilir.
Yeşituna, bu mektubunda, bakın ne diyor:
“Belgeler bir yana, Atatürk dönemi Türkiye’sini karalamaya kimsenin de hakkı olmadığına inanıyorum kalben“.
Özdemir İnce, belgelere bile değil, duygularına ve inançlarına/önyargılarına yaslandığını açıkça itiraf eden Serap Yeşiltuna’nın (Devlet Hatun mu demeliydim yoksa?) bu sözlerine hiçbir eleştiride bulunmuyor.
Çünkü kendisi de benzer önyargılardan muzdariptir.
Paranoyak bir çete bunlar.
Ciddiye alınmaları için bir sebep yok ortada.
Ancak dünya ve Türkiye kamuoyunu aydınlatmak için bahsi geçen kitapta yayımlanan belgeleri de değerlendirecek, Özdemir İnce ve benzerlerini de mahcup edeceğiz kesinlikle.
https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/b%C3%B6lmek-bir-tarafa-elimizden-gelirse-parampar%C3%A7a-ederiz/622929511091415
Sabiha Gökçen’in adını havaalanından silmek
Cemile BAYRAKTAR
Bundan 77 yıl önce TBMM’de Bakanlar Kurulu “Dersim Tenkil Kararları” adında özel bir kararname çıkardı, bu karara bağlı olarak 1937-1938 yıllarında Dersim’de Alevi-Kürtlere yönelik bir katliam yapıldı. Askeri operasyon ile bölge bombalandı, Türkiye’de askerikendi halkını “verilen emirle” katletti. Çoluk çocuk binlerce insan hayatını kaybetti.
O günlerden bu günlere vardık. Türlü türlü acılarımız daha oldu, çok üzgünüm ki Alevi kardeşlerimiz ile biz Sünni dindarlar arasında gerilim eksik olmadı ama yer yer de birbirimizin acılarına kulak verir olduk; bu ülkede Müslüman, Sünni, dindar bir Başbakan, Dersim acısını andı.
Biz Dersim Katliamı’nın yıldönümünden geçiyoruz ama aynı zamanda Dersim’i bombalayan bir kadının adı bir havaalanımızda duruyor. Müslüman, Sünni ve dindar bir kadın olarak benim talebim bu yılki yıldönümünde Dersim’i bombalayan o kadının adının havaalanından silinmesidir. Bu acı günde Alevilerin “Stockholm Sendromu”ndan bahsetmeyeceğim, Dersim’in bombalanması emri verenlerin veli ahtı CHP’ye verilen desteğin tuhaflığından da bahsetmeyeceğim. Bir acıdan rant devşirme peşinde de değilim, zira Dersim ortak acımızdır, Dersim’i, bombalayan kadının adı artık silinmelidir, bu hayırlı icraat faili olmadığı halde bu ülkenin birçok acısıyla yüzleşme cesareti gösteren Müslüman, Sünni, dindar kesim ve onun desteklediği parti eliyle olmalıdır. Bu icraata da bir şekilde kulp takılacaktır, bundan şüphem yok ama tarihin de kaydı mevcuttur, tarih bunu böyle yazmalıdır.
Gelelim Dersim’den, Bedelli Askerliğe….
Bedelli Askerlik neden gerekli?
Askerlik, Türkiye özelindeki tabulardan biri… Türkiye tarihsel sürecinde siyasi tarihimiz ordu müdahalesince şekillendiği için bu darbelere kılıf olarak da “ülkeyi koruma” söylemi kullanıldığı için ordu-halk ilişkisi “korku-sevgi” arasında şekillendi. Buna ek olarak eğitimdeki militarist yöntem, “Her Türk asker doğar” repliği, milli bayramlarda çocuklara “askeri üniforma” giydirilmesi, askerliğe dair büyük övgüler de işin içine girince askerlik bir tabu haline geldi.
Bir de işin diğer yönü var tabi; askerlik anıları. Bu yazıyı okuyanlardan hemen hemen hepsi bir askerlik anısı dinleme çilesi yaşamıştır. Neden mi çile dedim, zira bitmez tükenmez uzunca anlatılır o anılar. Bir kısmı espri ve kahramanlık dolu olan bu anıların çoğunluğundaki espri baskınlığının nedeni, insanın acıyla yüzleşmesinin bir tezahüdür diye düşünüyorum. Zira yakın zamana kadar -yakın zamanda artık böyle şeyler yaşamıyoruz çok şükür- askerde kötü muamele söz konusuydu ve askere gönderdiğimiz çocuklarımızın orada yaşadığı acı anılarla yaşayamayıp, sağlıklı olarak askere gönderdikten sonra psikolojik sorunlarla döndükleri de çok olmuştur. Bir de askerden evine hiç dönemeyenler var tabi… Bizim asıl askerlik anılarımızı ise bu hüzün dolu cümleler ifade etmektedir aslında.
Bedelli Askerlik, geçtiğimiz yıl çıkartıldı, yaşı ve imkânı uygun olanlar bundan faydalandı ama bundan faydalanamayan yekünler de oldu, o yekünlerin şimdi bir talebi var, bedelli askerlik istiyorlar; ancak bu talepleri yeterli karşılık bulmuyor. Nedenini merak ediyorum…
Bu ülkede “En büyük asker bizim asker” diye bağıranlar yok mu, Bedelli Askerlik istemeyenler yok mu, askerliği vatan borcu olarak kabul edenler yok mu? Hepsi var… Öyle ise askere gitmek isteyenler gitsin, gitmek istemeyenler bunu “bedel” ödeme karşılığı ile yerine getirsin. Bunu sağlamak çok mu zor? Ordudaki hizmet veren asker sayısı ve bütçe açısından baktığımızda Bedelli Askerliğin yeniden uygulamaya konulması açısından çok da bir sorun görünmüyor gibi…
Bedelli Askerlik konusunda bir takım ağızlardan, bir takım eleştiriler de geliyor, bunu maddi imkân ölçüsüyle dillendiriyorlar, “Zenginin çocuğu askerlik yapmasın, fakirin çocuğu askerlik yapsın, bu hak mı?” diyenler var, konunun bununla alakası bile yok zira zaten zengin denilen kesimin çocuğu yurt dışına gidiyor, onun hayatında askerlik diye bir konu bile yok, -Allah göstermesin- zenginin evinden çıkan bir asker acısı Türkiye tarihinde bile yok. Bu uygulamanın maddi imkân değil manevi imkan ölçüsüyle alakası var.
Kaldı ki, prosedür tam olarak nedir bilememekle birlikte Bedelli Askerlikten elde edilen gelir ile askerliğini yapanlara bir çeşit maaş verme durumu da olamaz mı?
Askerlik nedeniyle iş bulamayan, eşinden ve çocuğundan ayrılmak istemeyen, yüzlerce genç var, bunlardan bazıları hayatını “kaçak” olarak yaşıyor, Peki bu hak mı?
Bedelli Askerlik talebi bir şekilde karşılık bulmalı ve olabilecek bir şey görmezden gelinmemeli düşünüyorum.
http://www.aktuel.com.tr/yazar/cemile-bayraktar/2014/05/05/dersimden-ve-bedelli-askerlige
İnkarcı faşist kemalistlerin Dersim düşmanlığı;
http://www.milliyet.com.tr/dersim-i-calismak/gundem/ydetay/1880127/default.htm
CÜNEYT ÖZDEMİR
Bir kökten-laik’çiyi gözyaşları ile uğurlarken
Özdemir İnce ‘dün’e o kadar takılı kalmış ki geçtim geleceği, dünyanın bugünkü değişimi ile ilgili bile çok kafa yormuyor.
Hürriyet gazetesi ile yolları ayrılan Özdemir İnce’yle iki günlük bir söyleşi dizisi gerçekleştiren Aydınlık gazetesine büyük bir teşekkür borçluyuz. İnsanın hafızası tuhaf, bir konu hakkında çok fazla kafa yormadığı zaman olumsuz şeyleri çok çabuk unutabiliyor. ‘Netekim’, Özdemir İnce’nin nasıl bir ‘Türk Aydını’ olduğunu da Hürriyet gazetesinde yazıları seyreltildiğinden beri unutmaya başlamıştık. Bu röportajlar sayesinde Özdemir İnce ana akım medyadan gider ayak bir kez daha zihin haritasını bizlere hatırlattı.
Keskin sirke ulusalcı
Okur kitlesi hiçbir zaman ana akım medyanın içine girmesine yetmeyen keskin sirke küpüne zarar ulusalcıları temsilen Hürriyet gazetesi raflarında yerini almıştı. 28 Şubat ruhunun, Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanlığının, kökten-laik dilin büyükelçisi olarak yıllarca aynı nakaratları tekrar tekrar yazıp durdu. O günlerin ‘zamanın ruhuna’ uygun yazıları, bugünlerin Türkiye’sinin utandığı yazılara dönüşebilme ihtimalini hiçbir zaman umursamadı. Bu ülkenin başörtülü kadınlarının ‘kamusal alan’ denilen cehennemde var olmaması gerektiğini canhıraş savundu. İnançlı insanları hor görmekten çekinmedi, kibirli kalemini faşizm ile ulusalcılık arasındaki o ince çizgide oynattı durdu.
Saklanmayan kibir
Yazdığı yazıların her satırına sinmiş olan o kibri Aydınlık gazetesine verdiği röportajda artık saklama gereği de görmemiş Özdemir İnce. Söyleşisinde Hürriyet gazetesindeki yazarların %99’u ile aynı masaya oturmayacağını övünerek söylüyor, gelin görün ki bir yandan da onların Özdemir İnce’yi savunmadıklarına sitem etmekten kendini alamıyor. Kendisi ile o kadar dolu ve kendisini o kadar önemsiyor ki yıllarca İnce’yi kalın bir yük olarak sırtında taşıyan Hürriyet gazetesini hayatındaki küçük bir ‘teferruat’ olarak sayıyor.
Hürriyet’in bağlı olduğu Doğan grubunun vizyonundan da bihaber! Teknolojiden nefretini saklamıyor. “Dijital ortam budala ile akıllıyı aynı yere getirdi. İnsanlar hem kitaptan korkardı hem de nefret ederdi. Şimdi bilgisayar çıktı internete giriyor. O zaman öğrenmesine gerek yok, her şey hazır orada. Bu da bir fizik âlimine saygı duymamasına yol açıyor. Böylesi anarşik kültürel ortamda kitabın geleceği yoktur deniliyor. Bu kültür düşmanlığıdır. Bir kısmı da stilist olduklarını, dünyayı iyi gördüklerini ispat etmeye çalışıyor.” Bu sözleri söylemesinin nedeni bir okurunun yazdığı yazıdaki yanlış bilgiyi yüzüne vurmuş olması. Türk aydını iliklerine sinmiş olan kendisini üstün görme halinin ne de güzel özeti değil mi? Ne de olsa tahammülsüzlük, kökten-laikliğin aktığı damarlarda mevcuttur!
Düne takılıp kalmış
Özdemir İnce ‘dün’e o kadar takılı kalmış ki geçtim geleceği, dünyanın bugünkü değişimi ile ilgili bile çok kafa yormuyor. Anlamıyor. Gelişimden, değişimden korkuyor. Oysa Doğan grubu gerek dün düzenlediği GDOL konferansında gerekse Hürriyet’in internet sitesi ile stratejik ortaklığında, koskoca grup dümenini teknolojik devrime çevirmiş, yepyeni teknolojik ufuklara doğru yelken açmış tam gaz gidiyor. Özdemir İnce röportajının dün yayımlanan bölümünde ise kendi şiirinin kitlelerle buluşamadığını itiraf ediyor. Kibir kalelerinin surları bu alanda da dimdik. Ancak durun bir dakika! Köşesinde inançlı insanlarımızı küçümseyen dil, burada topyekûn tüm okur kitlesini yerle bir ediyor.
Okur siliyor
Bugün normal şartlarda kendisine ana akım medyada yer bulamayacak, toplumda herhangi bir tabanı ya da karşılığı olmayan hatta entelektüel olarak da kıymeti harbiyesi kendinden menkul isimlerin medyadan temizlenmesi sanıldığı gibi hükümetin baskısı nedeni ile değil, okurun kendilerine tenezzül etmemesi nedeniyledir. Elbette hükümetin biz gazetecilere karşı aba altından sopa gösterdiği bir sır değil. İktidarın medya patronlarını hemen her gün laf arasında tehdit ettiği de bir gerçek. Yine de bu gerçek, okunmayan bir yazarın asla hak etmediği bir köşede yıllarca yazı yazmasına son verilmesinin bir gerekçesi olarak gösterilemez. Özdemir İnce’ye bugün burada bu kadar yer ayırmamızın nedeni biraz da bunun altını çizmek.
Sezer’in telefonu
Özdemir İnce bugün İzmir marşı ile ana akım medyadan uğurlanırken kendisini bir tek CHP’li kadın milletvekillerinin aradığını söylüyor. Hangi milletvekillerinin aradığını tahmin edebiliyoruz sanırım. Bir de Ahmet Necdet Sezer aramış. Vefa diye buna derim bakın! Özdemir İnce doğal olarak bugünden memnun değil, dünden çok daha kötü olduğunu söylüyor. Bugün dünden kötü mü, emin değilim ancak dün dediğimiz 28 Şubat dönemi kesinlikle kötüydü. Bir zihniyet ana akım medyadan yavaş yavaş uğurlanırken her gidenin arkasından gözyaşı dökmek gerekmiyor.
O yüzden uğurlar olsun…
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cuneyt_ozdemir/bir_kokten_laikciyi_gozyaslari_ile_ugurlarken-1084056
bakıyorumda yorumcuların kahir ekseriyeti, birbirlerinin fikirlerine karşıtlık sergileselerde, farklı fikirler le karşı karşıya gelselerde temelde islam karşıtlığnda birleşiyorlar. ve dersimli kardeşlerimia celladına aşık olma hastalığından kurtulamıyorlar. anlamıyorum nasıl bir aşksa bu.
http://www.zaman.com.tr/yazarlar/reha-camuroglu/15-kasim_2327428.html
“Kendisi şairdir, sanırım esasen de şair olarak tanınır, ne yazık ki sonradan köşe yazarlığı gibi kötü bir mesleğe intisap etti.”
Varlıklıların, paşaların, yüksek görevlilerin, toplumun kaymağını yiyenlerin konaklarında gözünü kapıya dikmiş, elini değneğe dayamış kapıcıları vardır. Toplumsal yozlaşmanın öncüleri bu eli değnekli kapıcılarla onları besleyenlerdir. Kapıcı kırsal kesimden gelmiş, kendi kişiliğinin bilincine varamamış, bir yaratıktır. O yaratık nereden gelip nereye gittiğini bilemez, bilmek de işine yaramaz. Çağımızda bu kapıcıların yerlerini, büyük yayın araçlarında görevli “köşe yazarları” almıştır. “Köşe yazarları” toplumsal yozlaşmanın bilinçli kağnılarıdır. Daha açığını söylemek gerekirse, çağımızda “köşe yazarları” basın sömürücülerinin dürtekleridir. Sömürücü odak, onları halkı arkasına bakmadan öne doğru yürütmek için, birer dürtek (dürtü değneği) olarak kullanır.
İsmet Zeki Eyüboğlu – Sömürülen Alevilik – s. 100, 101
http://issuu.com/sacittademir/docs/__smet_zeki_ey__bo__lu_-_s__m__r__l
Şu yazı Özdemir İnce’nin Kürt düşmanlığına değinmiş;
Hürriyet yazarlarından Kemalist Özdemir İnce bir makalesinde Diyarbakırlı Av. Sezgin Tanrıkulu’nu eleştiriyor ve onunla birlikte kimi Kürdleri Kürdçülükle suçluyor. Sezgin Tanrıkulu cevabi yazısında “Kürdçü’ olmadığını, “sosyalist’ olduğunu söylüyor. (Taraf – 14.06.2010)
Özdemir İnce’ye verdiği cevapta ben ‘Kürdçü’ değilim “sosyalistim’ diyen Sezgin Tanrıkulu’nu acaba Kürdler nasıl algılıyor?
Türk resmi ideolojisinin çizdiği çerçevede fikir üreten, eğitim veren, tüm Türk resmi ve sivil kurumları, dernekleri, üniversiteleri, aydınları, profesörleri, politikacıları nezdinde:
Kürd dili ikinci bir resmi dil olsun mu dedin, Kürdçüsün.
Kürdler bir ulustur dedin mi, milliyetçisin.
Kürd ülkesinden mi söz ettin, bölücüsün.
Kürdler bölünmüş bir ulus, ülkeleri parçalanmış mı dedin, bölücüsün.
Ülkesi parçalanmış, bölünmüş Kürd ulusunun birliğinden mi söz ettin, Pan-Kürdçüsün, ırkçısın.
Durum böyleyken, Kürd aydınları, Türk tv’lerin de, mahkemelerinde, gazetelerinde yemin billâh ediyor, “bölücü’, “Kürdçü’, “milliyetçi’ olmadıklarını söyleyip duruyorlar. Oysaki politik açıdan doğru ve etik değerlere uygun olan, Kürdlerin Türk egemenlik sisteminin devamı ve kalıcılığı için üretilen bu kavramları deşifre etmesi ve red etmesidir.
http://www.nasname.com/a/serdar-rosan-resmi-ideoloji-ve-turk-aydinlarinin-kurd-aydinlari-uzerindeki