O. Gürsel Erkılınç/Diyalektik Bu’dur! Anlaşılmadı mı? Kader diyelim o zaman…
30 Haziranda birçok gazete yazdı: “ Hasdal Cezaevi’nde… Balyoz davasında… 13 ile 20 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılan… Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın… cezaların onanması yönündeki tebliğnamesini protesto etme kararı alan tutuklu subaylar… ‘3 günlük açlık grevi yapacağız. Kişisel hiçbir beklentimiz ve talebimiz yoktur’ dedi…”
*
Hayat ne ilginç! Nereden, nereye?
Tam 32 yıl olmuş!
Cemil’le birlikte, 80’li yılların asker ve polis üniformaları giydirilmiş “cehennem zebanilerinin” bilinen “standart uygulamaları” sonrası, ışığı çalınmış bakışlarımız, saç sakal karışık, “at hırsızı” kılıklı, zamanın gazete ve televizyonlarındaki adlarımızla, birer “vatan haini” olarak ikimiz de Hasdal Kışlasına gönderilmiştik. Çok geçmeden, biz de bu 36 subay gibi, yine temmuz ayının başlarında bir açlık grevine başlamıştık.
1981’in sıcak Temmuz günleri. Hasdal Kışlası. Aklımda hep beton ve tozlara bulanmış binalar olarak kalmış. Yalnızca yapılar değildi galiba; hayata, kendime, başıma gelenlere de bir buzlu cam gerisinden baktığım zamanlardı. Alt üst ranzalarda, adam başı iki metre kare düşmeyen bir koğuşta ortalama yaşları ancak yirmi üç, yirmi dört olan 44 genç, aylarca, uzayın karanlık boşluğundan dökülmüş, zift kıvamıyla akan zamanın içinde yüzüyorduk; yön duygusunu yitirmiş, geleceğe ait bir beklenti taşımadan.
Sebep neydi, hatırlamıyorum. Açlık grevi kararı alınmıştı. Neredeyse hepimiz katılmıştık. Akşama doğru kapı açıldı. Onlarca asker içeri daldı. Ellerinde coplar. Linç gibiydi. Koğuşlar kalın erkek seslerinin bağırtısı, küfürleri, tehditleri ile inliyordu. Sıkı bir dayak yemiştik. Bu “hikaye”, bugünlerde Hasdal’da açlık grevine kalkmış 36 subayın, 32 yıl önce komutanları olan askerlerin bize yaptıklarının minik bir özeti; ülkenin en akıllı, en idealist, en fedakar delikanlılarına reva görülenlerin milyonda biriydi yalnızca!
Sorun açlık grevi yapmamız değildi; açlıktan ölsek umurları olmazdı. “Asmayalım da besleyelim mi” diyebilen ruhsuz, makine zırıltısı sesiyle durmaksızın konuşan, saçmalayan bir darbe lideri, bir kabuk adam için görev “Atlantik Ötesinden” tanımlanmıştı; boyun eğmiş, yıldırılmış, okumayan, düşünmeyen, köle ruhlu, “ılımlı İslam’ın” bendeleri bir toplum yaratmak! Haklarını teslim edelim! Subaylar ve onların emrindeki polisler bu “tanımlanmış görevi” yerine getirmek için ne kadar çok çalışırlardı! Yüz binlerce delikanlıyı işkenceden geçirmek, itiraflar imzalatmak, hapishanelerde sürekli dayak atmak veya kışın dondurucu soğukta, yazın kaynayan hücrelerde çocukları, gençleri “terbiye etmek”, temiz ruhlarını gövdelerinden “ustalıkla” çekip almak… Bazen o ruhunu vermemek için gövdesini veren gençleri gizlice gömmek, yeryüzünün en alçakça cinayetlerini işleyip ortalıkta insan gibi gezmek… Bu işleri şahsen yapmak, suç ortağı ya da sessiz tanıkları olmak… Kolay değildi!
Yıllarca hiç ses çıkarmadan çok çalıştılar! Bu canavarlığın, bu zulüm makinesinin dişlileri, teknisyenleri sonunda mühendislik “harikası” bir toplum yaratmayı başarmışlardı! (En azından 30 yıl için!) Parçalanmış kişilikli, hazcı, kölemsi ruhlu, bencil bir tinsellik ile şişmiş egolu yığınlar ve haddini bilmez cehaletin iktidarlarına mahkum geçen yıllar; işte bize, bizim için yaptıkları hayatımız!
N’oldu sonra? Seksenli yıllarda, yakalanmış bu müthiş “başarı”, kotarılmış toplumsal mühendisliğe rağmen, nasıl oldu da bugün, 25-30 yıl sonra, bir zamanlar biz “vatan hainlerini” tıktıkları kışladan bozma hapishanelerine, kendileri de kapatılıverdi? Ne diyelim buna? Diyalektik mi? Kader mi?
Bugün bu TSK subaylarını, bu tutukluluğa, yalnızlığa sürükleyen, tam da bu tarihi “başarıları” değil miydi zaten? Kader, kaçınılmaz yazgı mı, insanın kendine ördüğü ağların mı adıydı? (Kürt isyancılarına yapılanlar sosyalist, devrimci gençlere yapılan zulmün kaç katıydı; bu ayrı bir konu ama “subaylarımızın”, ‘kaçınılmaz’ kaderlerini perçinleyen ek bir “hikaye” olarak anılması zorunludur.)
*
Şimdi hapislerde yatan, yakınları ile birlikte acı çeken subaylar, 80’li yıllarda Türk sosyalistlerine, 90’lı yıllarda Kürt isyancılarına korkunç zulümler yapılır, cinayetler işlenirken neredeydiler? Rütbeleri, güçleri ne kadardı? Hangileri o yılların bu sual olunmaz işkence-cinayet iktidarının bir parçası, gururlu paylaşımcısıydı? Ne kadarı, ne kadar masumdu?
Cinayetlerin, büyük bir zulmün aktörü, yardımcısı olmuş bir insanın bir Dostoyevski roman kahramanı gibi, diz çökmüş, ölmüş kurbanlarından, yaşayan yakınlarından, ülkeden, insanlıktan derin bir pişmanlık ve gerçek bir kahroluş, o eski benliğini aşağılama ile özür dilemesi ne güzel bir hayaldir! Üç beş general, subay, o 20 yılı (1980-2000) anlatmalıydı… “Arkadaşlarımız, komutanlarımız…. Yapmamalıydı! İnsanlık suçu işlendi….” Utanma-pişmanlık duygusunun unutulduğu bir çağda naif beklentiler bunlar elbette. Her şeye karşın insan kalma imkanını yine de koruyabilmiş bir ruhun derinliğini gösteren böylesi bir pişmanlık-utanç itirafı, içimizde solmuş, insana-ülkemize dair umutları nasıl da kolayca yeşertiverirdi. İster tek insanın, ister kurumların hayatı “kirlenerek” değil, “arınarak” sürecekse, samimi akılcı ve insani bir özeleştiri yapılmak zorundadır; yoksa çürüme kaçınılmazdır! Olan, yaşadıklarımız da budur! (İster “sağ”, ister “sol” yakada böyle bir özeleştiri geleneği yok! Ezbere yaşanılıyor, aynı duvara, aynı “kadere” başlar vuruluyor; kafalar kırılıyor; hep kafa kemikleri inceydi sanılıyor! Hanefi Avcı bu insanca “itiraf-nedamet” yanıyla hiç değerlendirildi mi? Okumadım. Bu topraklarda başka bir örneği olduğunu da sanmıyorum.)
1920’li yıllarda kurulmaya çalışılan modern Cumhuriyet’in, Kurtuluş Savaşının anti-emperyalist mücadelesinin en güzel yan ürünü, hümanist, yurtsever, akıllı, fedakar evlatlarını besleyen damar 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile hoyratça kopartıldı; 1920’li yılların Cumhuriyetini, günü geldiğinde gölgesiyle de koruyabilecek o yeşermiş fidanlar, K.Evren’in önderliğinde, subaylar tarafından söküldü; olur da sürgün verir korkusuyla köklerine tuzlar döküldü… Ağlamak için ne kadar geç!
Yine de çok acıklı! Ağaçları kesenlerin, gün gelip sel baskınında boğularak ölmesine de üzülmez mi insan? Ama bu Hayatın Diyalektiği! Elden ne gelir?
*
Irwin Yalom bir öyküsünde, kanser hastası, sayılı günleri kalmış bir Meksika’lı, maçoyu anlatır. Adam o güne dek kadınları her zaman aşağılamış, onları bir nesne gibi görmüştür. Aralarında neler konuşuldu bilmiyoruz ama adam bir gün I. Yalom’a “kadınların da bir kalbi olduğunu” anladığını itiraf eder. Sonra da “doktor bey, hayatımı kurtardınız” der. Ölmesine sayılı günler kalmışken, bu durumu “hayat kurtarıcı” olarak tanımlamıştır!
Tutuklu subaylar için de son otuz üç yılın “diyalektik analizi” ile öğrenilen; işkenceye, katliamlara, zorbalığa, adaletsizliğe, insanlık suçlarına sessiz kalmanın bile bir gün umulmadık bedelleri olabileceğinin bilgisi, onların da hayatlarını kurtarır mı? Bu diyalektik gerçek, bizim kalan hayatımızı değiştirir mi? Hâlâ “hayat kurtarmıyor”, hâlâ hayatımızı değiştirmiyorsa, o zaman buna biz “diyalektik” bir bilgi diyemeyiz; “kader” diyelim ki, ellerimiz böğrümüzde celladın boynumuza indireceği kılıcı uysalca beklerken, utanılası aczimizin de “akıllıca” bir açıklaması bulunsun…
O. Gürsel Erkılınç
Dusuncelerinizi ve bir insan olarak su an cektiginiz aciyi paylasiyorum ama 80 kusagindan biri olarak da eklemek isterim: tum bu tarihsel kabus bizlere de arada kalmis bir tuhaf zihinsel hal birakti. Bu ikircikli hal in yarattigi catlak derinleserek bi yarilmaya varmis halde. Bati ile dogu arasinda, ozgur olmakla biat edip sonra kula donusmek arasindaki bu eziyete bireysel cozumler uretip bi yandan da toplumsal kalmanin arasinda kalmis bi toplumsal zihinsel hal. Dindar olmakla simgelesen sey ile karmasik bi ton figurle hal hasir diyer yarisi arasinda acilan bu dibi aci dolu yarikta hep beraber yolumuzu bulabilmek umidiyle. Iste bu nedenle anlattilarinizi ve tarihsel bir yuzlesme firsatini daha kacirmamamiz gerektigini heryerde herkese anlatmak lazim.
Saygilarimla
“Ordu Millet Kaynaşması“ başlığı altında bakınız neler söylüyor:
“Ordusuz millet ve milletsiz ordu düşünülemez. Bunlar et ve kemik gibi birbirine muhtaçtır. Et ile kemik arasına yabancı madde girerse vücutta dayanılmaz ağrılar olur. Ordu ile millet arasına yabancı unsurların girmesi de aynıdır. Yabancı unsurlardan kastedilen ikiyüzlülerdir. Bunların ne orduya ne millete faydası olur. Bunlardan kimileri ordunun, kimileri de milletin yanında yer almış gözükerek bir tarafı diğerinden koparmaya çalışırlar. Ordu mensuplarıyla ilim adamları gerçekleri kolay kabul eden bir yapıya sahiptirler. Çünkü her iki meslek de yalandan, dolandan uzaktır. Ama bunlar kimseyi kandırmadıkları için başkalarının da kendilerini kandıramayacaklarını sanırlar. Kandırıldıklarını anladıkları zaman da iş işten geçmiş olur. İkiyüzlüler, bulanık suda balık avlamaktan hoşlandıkları için ortalığı karıştırmakta üstlerine yoktur. Halkı, bunların samimi olmadıklarına inandırmak zordur. Bu sebeple onlara karşı mücadele yumuşak, dikkatli ve sürekli olmalı ve onları cesaretlendirecek, istismarlarına fırsat verecek bir uygulama içine girilmemelidir. Bu bakımdan devlet sorumluluğu ile hareket etmeli ve bunların ordu millet kaynaşmasının önüne geçmeleri engellenmelidir. İkiyüzlüler ordu mensuplarının iyi niyetini istismar için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bunlar bir kısım ilim adamlarını yanlarına almakta da zorluk çekmezler. Böylece durup dururken ülkede büyük sancılara sebep olabilirler.“(11)
Şu ordu methiyesi ve onun devamındaki sözler Abdülaziz Bayındır’ın arka plânını anlamakta herhalde biraz ferâset sâhibi olana ışık tutacak bir mâhiyettedir. Bugün ordunun Cumhuriyet tarihi boyunca yürütmeye çalıştığı vesâyetten şikâyetçi olmayan bir müslüman hatta bir solcu bile mevcud değilken Abdülaziz Bayındır’ın bu methiyesi acaba sadece bir dikkatsizlik eser midir?! Eğer öyleyse bu orduda din aleyhine Kemalist dayatmanın ne raddelere varmış bulunduğuna dair Ergenekon Dâvâsı dolayısıyla ortaya çıkan vesâik furyasından haberi yoksa biz kendisine sırf karısı 10 Kasım toplantılarına katılmadığı gerekçesiyle ordudan ihraç edilmiş insanlara âid YAŞ kararı sûretleri göstermeye hazırız. Solcu ve hatta ateist Ahmed Altan’ın bile Lâiklik adına Müslümanlara nice zulümler yapıldığına dâir sayısız yazı yazdığı bir devirde bir İlâhiyat profesörünün bunca zulmü görmemezlikten gelerek ordu meddahlığı yapmasını bir kasd-ı mahsus dışında izah mümkün müdür?!
http://www.ihvanlar.net/2014/04/02/abdulaziz-bayindirin-laiklik-ve-kemalist-ordu-meddahligi/
Tefekkürün Tarifidir Diyalektik
Çağdaş Batı’nın koyun postuna bürünen kurt kelimelerinden biri de diyalektik. Diyalektik nedir? “Fikrî gelişmenin gerçekten ilmî bir tarihi, ancak diyalektik materyalizmle açıklanabilir” diyor Plehanov. Ama böyle bir izah, her ilmî izah gibi olayları dikkatle incelemeyi ve gerçeği tanımayı gerektirir. Hiçbir nazariye, hiçbir felsefe, genel olarak ne kadar doğru olursa olsun, böyle bir incelemenin, bu türlü bir bilginin yerini tutmaz. Böyle bir muhtevadan mahrum her nazariye, mumyalaşmış, heybeti içinde kısır bir nass olarak kalır. Diyalektik materyalizmin en büyük düşmanı: nass’cılık. Diyalektik, bir araştırma yöntemidir. Çok doğru.
Yunan’dan Aristo mantığını almakta tereddüt etmeyen İslâm, çağdaş Batı’nın diyalektiğinden de faydalanacak elbette. Faydalanacak ama, geri kalmış ülkelerin ahmakça hayranlığı içinde bir tılsıma sarılır gibi değil. Yeni Osmanlılar, hürriyet diyordu… Avrupa’yı Avrupa yapan hürriyettir. Genç sosyalistler, diyalektik, ilmin son sözü, diyorlar.
Diyalektik maddecilik: garip bir mefhum izdivacı. Diyalektik, bir davranış, bir gerçeğe bakış tarzı. Maddecilik, kalıplaşmış bir düşünce yani bir nass, ispat edilmesi gereken bir faraziye. İlim maddeci imiş. Ne münasebet! İlim, gerçeği, bölerek anlamağa çalışan, sınırlı olmağa mahkûm bir tecessüs. Karanlık bir ormanda dolaştırılan çıra. Materyalizm veya idealizm gibi küstah ve bütüncü nazariyelerin tehlikeli dünyasına sokulmamalıdır ilim. Bence, diyalektiği zedeleyen başlıca handikap, kuyruk sokumuna iliştirilen materyalist sıfatı. Diyalektik, “değişen”e çevrilen bakış, tezatların ilmi… diyalektik, şüphe. Diyalektik, daima tedirgin, daima uyanık bir şuur.
Descartes’ın şüpheciliği, siyasî’nin, içtimaî’nin eşiğinde durur. Korkak bir şüphe. Marx’ın diyalektiği, daha hamleci, daha cesur. Kapital yazarı da Promete gibi, bütün Tanrılara düşmandır, bütün Tanrılara, yani bütün yalanlara. Ama yine de kalıplara iltica etmek zaafından kurtulamaz. Hegel idealistti, Prusya’nın resmî felsefesiydi Hegelcilik. Ödip kompleksi fikir adamlarının ortak zaafı. Marx da “karnı doyunca annesine tekmeler savuran haşarı bir tay gibi” Hegel’e cephe alır: maddecidir. Marx’ın benimsediği maddecilik gerçekte bildiğimiz maddeciliklerden çok başka bir maddeciliktir, ama ne de olsa bir yarı hakikat.
Diyalektik düşünce, hiç kimsenin inhisarında değildir. Tefekkürün tarifidir diyalektik. Herakleitos’tan Hegel’e, Proudhon’dan Weber’e, Sartre’a, Gurvitch’e kadar, düşüncenin bütün fâtihleri diyalektikçidirler.
İman mutlak hakikatlerin dünyası. Tefekkür, şüphenin. İbn Haldun, gerçeği, haber ve inşa diye ikiye bölmüştü. Ne kadar haklı… haber kabul edilir, inşa tahkik. Akim cevelângâhı olan mahsus dünyada (duyular dünyası) hiçbir mutlağın yeri yoktur. Hiçbir milletin idraki başka bir milletinkinden, hiçbir ferdin zekâsı başka bir ferdinkinden daha üstün değildir. Düşünceye sınır çizilemez. Şüpheden bile şüphe, Diyalektiğin her düşünce için kabul ettiği münakaşa hakkını kendisinden niçin esirgeyelim? Diyalektik tefekkürün tarifidir dedik, doğru. Tefekkürün tarifi, yani düşünceyi mücerretlere hapsedemeyeceğimizi ihtar eden son derece mücerret bir ifşa, bir işaret. Düşünceyi mücerretlere hapsetmek, yani kalıplaştırmak, kemikleştirmek. Hayatla ölüm, gerçekle yalan iç içedirler, hazla elem gibi. Varlık denen esrarlı yumağı ancak diyalektiğin titiz, seyyal dikkati çözebilir. Diyalektik düşünceyi birkaç kaba düstura hapsetmek, diyalektiğe ihanettir. Yorulmayan bir cehittir diyalektik: her konuyu ayrı ayrı ve tekrar tekrar ele almak, bütün yönlerini ve bütün yönleriyle kavramağa çalışmak; köküyle, gövdesiyle, dallarıyla. Irmağın kaynaklarına çıkmak ve akışını son durağa kadar izlemek.
Bu Ülke – Cemil Meriç
80’li yıllarda yapılanların hesabını 2014’teki insanlardan sormak mantığa ve vicdana sığmaz.
Bir örnek vereyim: Balyoz sanıklarından daha doğrusu kurbanlarındanTeğmen Mehmet Ali Çelebi: Adam daha 80 yılında dünyaya gelmemişti. Google’da bakın doğum tarihine. Balyoz, Ergenekon için iftiralarla içeri atılan suçsuz, günahsız subayların çoğu o yılda ya doğmadılar, ya bebektiler…..
(bu yorumumdan 12 eylülde yapılan kötü muameleleri savunduğum anlamı çıkmasın )