Korkut Boratav: Sosyalistler, CHP ve HDP’nin seçimlerde cephe kurması lazım
Radikal’den alınmıştır.
02/02/2015 11:23 A+ A-
“Hocaların hocası” diye de anılan Marksist iktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav’dan Türkiye’deki sosyalistlere tavsiye: Türkiye sosyalizminin kendi mazisine dönmesi lazım. Sosyalistler, CHP ve HDP’nin seçimlerde bir muhalefet cephesi kurması lazım
RADİKAL – Prof Dr Korkut Boratav, Yunanistan’da radikal sol SYRİZA’nın iktidara gelişinden Türkiye solunun geleceğine bir çok konuda Hürriyet gazetesinden Cansu Çamlıbel’in sorularını yanıtladı.Söyleşi şöyle:
– Ocak başında kaleme aldığınız yazıda Yunanistan’daki seçim için ‘Son Yunan tragedyası perde açacak’ demiştiniz. SYRİZA kazansa bile eldeki verilerin sonuçta Troyka kazanacağını gösterdiğini savundunuz. SYRİZA kazandı, hala öyle mi düşünüyorsunuz?
Bir kere şunu söyleyelim; SYRİZA Yunan halkının 2007’den bu yana yaşadığı büyük sosyal çöküntünün bir tepkisi olarak geldi. AB’nin, Avro bölgesinin Yunanistan’da yol açtığı ağır maliyet onu iktidara getirdi. Bana göre, SYRİZA kısa vadeli doğru bir teşhis yaptı ve iktidar bu sayede kuruldu. AB’ye, yani Troyka’ya karşı sert bir söylem, mücadele, iktidarın anahtarını sağladı. Bir kere SYRİZA umulandan daha güçlü geldi. Oy oranı tahminlerin üzerinde yüzde 36 çıktı. Koalisyon ortağı sağcı ANEL de AB’nin ağır politikalarına karşı bir parti. Dolayısıyla hükümetin doğrudan doğruya AB ile cepheden tartışmaya girmesi mümkün.
ŞANTAJA TESLİM OLACAKLAR
– Mücadeleyi kim nasıl kazanacak?
Bana göre AB’nin yani Troyka’nın kazanma ihtimali daha fazla. SYRİZA, müzakereye girerken elinde tutabileceği silahı peşinen bertaraf etti: Avro’dan çıkıp Drahmi’ye dönmek… Evet bu bir silahtır çünkü kullanılırsa Avro bölgesinin çözülmesi Yunanistan’ın insiyatifiyle başlayacaktır. Bu silah şu anda SYRİZA’nın elinde yok çünkü resmi seçim programında ‘Avro bölgesinde kalacağız’ dedi. Zira ‘Avro’dan çıkacağız’ diyerek seçim kazanmaları mümkün değildi. Yunanistan’ın çıkarlarının Avro’dan çıkmak olduğunu kanıtlasalar bile bu panik ortamı yaratırdı, ortada olan belirsizliğe bir de bu eklenir; sonuçta seçim kazanılamazdı. Bugün ise müzakereye bu araç olmadan girdikleri için Troyka’nın şantajına büyük ihtimalle teslim olmak zorunda kalacaklar.
SYRIZA GERÇEKTEN SOLCULUKTA İLKELİYSE DRAHMİ’YE GEÇİŞ İÇİN B PLANI HAZIRDIR
– O zaman SYRIZA, Avro bölgesine gerçek manada bir tehdit değil mi?
Eğer pazarlık sürecinde seçmene vaat ettiği ilkelerini savunmaya devam ederse olabilir. Nedir bu ilkeler? Birincisi; borç toplamında, 320 milyar avroya yaklaşan borçta bir indirim istiyorum. Karşı taraf Almanya başta olmak üzere bu ödünü vermeyi istemiyor. İkinci husus da, reform denen paketi uygulamayacağım. Mesela özelleştirmeyi peşinen durdurdu. İstihdam kısıntılarını uygulamayıp, asgari ücreti yeniden düzenlemek de bunun parçası. Bu programdan da ödün vermek istemiyorlar. Bu ısrar karşısında Troyka’nın şantajı öylesine uygulanır ki Yunanistan fiilen avrodan çıkmak zorunda kalır. Ağustos’a kadar toplamı 8-10 milyar avroya denk gelen 3 taksit borç ödemesi var. Bunların ödenememesi, Avrupa Merkez Bankası’nın likidite desteğinin frenlenmesine yol açabilir. Yunan merkez bankasının kendi bankalarına likit akışı da önlenir, avro ile yapılan gelir, ödeme akımları kesilir. Yunanistan Avro bölgesinden fiilen ihraç edilmiş olur.
SYRIZA eğer akıllıysa ve solculukta ilkeli davranıyorsa bu olasılığa karşı teknik çalışmalarını şu anda sürdürmektedir. Drahmi’ye geçiş modeli ‘Plan B’ olarak hazırdır. Dolayısıyla ödünlerin seçmene yaptığı vaatlerle uzlaşmadığını keşfettiği anda ‘Çıkıyorum, Drahmi’ye geçiyorum’ diyebilir. Drahmi’ye geçiş çok zor, teknik bakımdan bir hayli hazırlık isteyen bir şey. Eğer zaten bu sürece hazırlıksız girmişse o zaman zaten teslimiyete mecbur.
– Tahminleriniz hangi yönde?
Muhtemelen yeni bir uzlaşmaya gidecek. Yani borçlarda indirim yapılmayacak; ödemeler daha fazla taksite bölünecek. Önceki memorandumun bitim tarihinde altı-sekiz aylık bir uzatma verilebilir geçiş dönemini rahatlatmak için. Milli gelirin yüzde 5’i civarında bir faiz dışı fazla hedefi var, belki onu bir parça indirirler. Bu ödünler SYRIZA’nın seçmene verdiği vaatle tutarlı değil. Kabulü, mücadelenin kaybedilmesi ve teslimiyet anlamına geliyor.
AB ÜYESİ OLARAK RADİKAL OLABİLİRSİNİZ AMA AVRO BÖLGESİNDEYSİNİZ OLAMAZSINIZ
– Teslimiyet bu kadar kısa sürede yaşanacaksa bu günümüzde AB içinde radikal sol iktidarların kendi ideolojisine ve felsefesine sahip çıkarak yaşama ihtimali yok mu demek?
Hayır, mümkündür. Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya ve İrlanda’da kriz potansiyeli yaratan AB’nin kendisi değil, Avro bölgesidir. AB’ye üyelik, esas olarak dünya sisteminin kurallarına uyan bir alt düzenleme. AB’ye dahil olup göreli olarak radikal olmak mümkündür. Avro bölgesi içinde radikal olmak ise mümkün değildir. Emperyalizmin, AB’nin bünyesinde işlettiği ana mekanizma avro’dur, Almanya’nın hegemonyasındaki alt sistemdir. Bu alt sistemin dışında kalan AB üyeleri aykırı davranabiliyorlar. Mesela Macaristan. Viktor Orban, Avro bölgesinde mümkün olmayacak pek çok hareket esnekliğine sahip. Hatta bizim Tayyip Erdoğan’ı ve Putin’i örnek aldığını açıkça söylüyor. Tabii Orban örneği radikal sağa sapmadır. Syriza’nın önerdiği radikallik Avro bölgesinden çıkmayı gerektiriyor; AB’den çıkmayı değil. Avro bölgesinden çıkmanın getireceği en önemli risk ise hiper enflasyon. Önlemek için ayrıntılı hazırlık gerekiyor, boş lafla olmaz. Rakipler teknik bilginin üst düzeyinde bir donanımla senin karşına geliyorlar. Hazırlıksız karşılarına çıkarsan, sadece seni ikna etmekle kalmazlar çökertirler de.
– TÜRKİYE’NİN KESİNLİKLE AVRO’YA GEÇİŞ HEDEFİ OLMAMALI
– Marksist bir iktisatçı gözüyle Türkiye’nin AB ile ilişkisi nasıl olmalı anlatın bize. Sizin yıllardır savunduğunuz hiç girmemesi gerektiği. Avro bölgesine girmese kurtarmaz mı?
Benim kişisel görüşüme göre girmemeli. Ama eğer sermayenin akıllılarına fikir verecek bir konumda olsaydım, öncelikle girme programının takviminin son derece yanlış olduğunu söylerdim. Gümrük Birliği’ne girip tam üyelik tarihini bitmez bir pazarlığa bırakmak gibi bir saçmalığa engel olmak isterdim. İkincisi, avroya giriş gibi bir hedefi kesinlikle akıllarına getirmemelerini tavsiye ederdim. Emperyalist sistemin çevresinde yer alan ve özerk iradesiyle ulusal ekonomilerinin içindeki problemleri çözmeye çalışan saygıdeğer ülkeler var. Latin Amerika’dakiler; Hindistan, Çin, Kore, Malezya, Filipinler…Ben Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde duran, toplumsal sorunlarını iç siyasi dinamikleriyle çözmeye çalışan bir ülke olmasını isterdim. Sınıf mücadelesini dışardan gelen bir üst akla, bir üst denetime havale etmeden sürdürecek bir özerklik alanının bulunması lazım. Türkiye’nin emperyalist sistemin alt ögelerinden herhangi birine girmesini yanlış buluyorum. Biz buna hep karşı çıktık ve Türkiye’nin demokratik güçlerinin kendi sorunlarını çözeceğine hep inandık.
– Buna hala inanıyor musunuz?
Giderek kötümserim.
AB’NİN ESAMESİ OKUNMUYOR TÜRKİYE KENDİ İÇ MÜCADELESİYLE DEMOKRAT GÜÇLERİYLE KURTARABİLİRSE KURTARACAK
– Tam bu noktada şunu hatırlatalım; kendisini liberal sol olarak konumlandıran pek çok kimse bugün Türkiye’nin insan hakları ve özgürlükler problemini kendi içinde çözemediği için AB çıpasına mutlaka ihtiyaç olduğunu düşünüyor.
Şu anda AB’nin esamesi okunmuyor. Türkiye kendi içinde bir faşizme doğru gidiyor. Ben buna İslamcı faşizm diyorum. Buraya ülkeyi sürükleyen kadronun AB umurunda değil. En üstte kötü polis rolündeki, ‘almazlarsa almasınlar, biz onları test ediyoruz’ diyor. Ama hala AB’den sorumlu bir bakan (iyi polis) var, o da başka bir söylem tutturuyor. Ama AB’den gelen hiçbir rapor ya da eleştiri umurlarında değil. Ayrıca AB’nin bu konularda ne kadar etkisiz ve samimiyetsiz olduğu ortadadır. AB, Türkiye’de demokrasi ihlallerinin ve faşizme gidiş sürecinin ancak çok ileri aşamalarında bazı sinyalleri algıladı. Erken aşamalarını görmezlikten gelmek bir yana, desteklediler. Ergenekon, Balyoz, Oda TV gibi davalar AB tarafından demokrasiyi geliştirmenin aşamaları olarak görüldü. Türkiye şimdi kendi iç mücadelesiyle, demokrat güçleriyle kurtarabilirse kurtaracak. Böyle bir dönüm noktasındayız.
SYRIZA AVRUPA’DA LATİN AMERİKA TİPİ DÖNÜŞÜMÜN BAŞLANGICI OLABİLİR
– SYRIZA’yı Türkiye’de bütün siyasi partiler paylaşamadı. Bizde SYRIZA’nın karşılığının kim olduğu ya da suyun öte yakasındaki radikalizmin Türkiye’ye sirayet edip etmeyeceği çok mu romantik bir tartışma?
Bakın neo-liberal hegemonya aslında dünya çapında sermayenin sınırsız tahakkümünü kurma programıdır. Kibarcası neo-liberalizm; ama gerçek manası budur. Küreselleşmenin de gerçek ismi emperyalizmdir, zararsız ismi küreselleşmedir. Küreselleşmeye karşı başlayan direnme dünya sosyal forumlarında, Brezilya’da başlayıp dalga dalga yayılan, Seattle’da bir büyük kalkışma halini alan bir dalgaydı. Latin Amerika’da daha sol alternatifi olmayan her yerde sol partiler iktidara geldi. Brezilya, Ekvator, Bolivya, Venezuela, Uruguay, Nikaragua, Şili, hatta bir anlamda Arjantin… Bu şunu gösteriyor; seçim yoluyla neo-liberal hegemonyaya karşı çıkacak iktidarlar oluşabiliyor. Bütün devrimci, sosyalist hareketlerin ana vatanı olan Avrupa buna uzak mı kalacak? Uzak kaldı bir müddet; çünkü sosyal demokrasinin ihanetine uğradı. Sovyet sosyalizmi çökünce komünist partiler ağır darbe yedi. İşte SYRIZA’nın önemi burada. Latin Amerika’ya benzer bir alternatif dönüşümün Avrupa’daki başlangıç noktası olabilir mi?
– Sizce olabilecek mi?
Burada şu husus önemli; SYRIZA Avrupa’nın güçlü sosyalist geleneğinin izlerini taşıyor. Kökeni komünist partidir.
SYRIZA bana göre Avrupa’da gerçek bir muhalefetin yani Latin Amerika’da görülen türden bir sosyalizmin başlangıç adımı olabilir. İzleyecek ikinci adım muhtemelen İspanya’ya Podemos’dan gelecek. Portekiz’e taşınması da mümkündür.
– TÜRKİYE’NİN İŞÇİ SINIFI DAİMA MÜSLÜMANDIR
– Türkiye’deki sosyalistlere ne öneriyorsunuz?
Türkiye sosyalizminin kendi mazisine dönmesi lazım. Türkiye’de solun maksimum zirveye ulaştığı 1970’li yıllardır. Mirası Kemalizm olan bir parti halk sınıflarıyla bağlar kurmuştur ve halk sınıflarının özlemlerine cevap verecek bir program ve yönelişi benimsemiştir. Ve o sayede emekçi sınıflarda birinci parti olmuştu. Süleyman Demirel’in hazmedemediği, dolayısıyla Milli Cephe’yi kurup CHP ’yi darbeye kadar giden süreçte tecrit ettiği dönem odur. Ama CHP’nin ötesinde Türkiye’de sosyalist hareket, parlamento dışında çok geniş bir tabanda gelişmişti 12 Eylül’e kadar. Gençlik hareketleri adı altında çok etkili ve örgütlü bir muhalefet hareketiydi. Ve bu muhalefet hareketiyle CHP kavgalı değildi. Tartışıyordu ama hasım değildiler. Ecevit onları hiçbir zaman düşman olarak telakki etmedi. 1970’li yılların sonuna kadarki Ecevit, Kemalizm’in demokrat kanadının bir temsilcisidir. O bugünkülerden daha akıllı olduğu için kendisine hiç ‘sosyal demokrat’ demedi. ‘Demokratik sol’ dedi. Sosyal demokrasi yaftasını kabul etmek bugünün dünyasında utanç verici bir şeydir. Emperyalizme destek olan bir harekettir. Kendi tarihi mirasını da reddetmiştir. 1980 sonrasında tam teslim oldular. Tutup da artık bu geç tarihte Türkiye’ye sosyal demokrasiyi monte etmek olmaz; onu demek istiyorum.
– Bugün pek çok kimse Türkiye’de kendisine ‘sosyal demokrat’ diyen bir partiyi ‘ana akım sol’ olarak görüyor ama. Sosyalist hareket nasıl ana akıma dönüşür, dönüşebilir mi hala?
Bugün Türkiye’de sosyalist hareket kendi geçmişini, önce 1960’lı 70’li yıllara hatırlamalı. 60’lı yılların kökeninde de Türkiye’nin daha önceki saygıdeğer sosyalist hareketleri vardır. İkinci Dünya savaşı öncesinde mesela Tan Hareketi vardır, mesela Mehmet Ali Aybar’ın ‘Zincirli Hürriyet’i çıkarması vardır. Mesela faşizme yönelen Başbakan Saraçoğlu’na karşı bir camiye ‘Saraçoğlu faşisttir’ diye pankart asan ve Mihri Belli liderliğinde bir gençlik hareketi vardır. Mehmet Ali Aybar, Mihri Belli gibi 40’lı yılların sosyalistleri 60 sonrası sosyalizmine katkı yaptı. Türkiye’nin 70 sonrasına bakanlar bugünün kötümserliğine mahkum olmayan bir toplum olduğumuzu hatırlayacaktır. Türkiye’nin işçi sınıfı daima Müslümandır. Bu özellik o yıllarda sosyalizmle yakınlaşmalarına engel mi oldu?
AKP , ÖZAL YÖNTEMİYLE EMEKÇİ OYLARINI ALDI
– 2002’de iktidara gelen AK Parti’nin performansına baktığımız zaman tarihsel olarak işçi sınıfının güçlü olduğu şehir ve yörelerde ciddi anlamda bir başarı sağladı. Çok basite indirgeyerek söylersek, AK Parti işçi sınıfını sosyalist hareketin elinden kapmayı başarmış görünüyor, doğru mu?
Evet, evet.
– AK Parti bunu nasıl bir ekonomik modelle başardı? Ve o model daha ne kadar işler?
AKP, Turgut Özal’ın yöntemini devraldı. Bu şudur; halk sınıflarını sınıf tabanıyla bağlı olarak değil birey olarak gözetin. Yoksulu takip edin, destekleyin, siyasi amaçla da manipüle edin. Ama bu öyle kolay olmadı. Bak, 1989’da yeniden 70’li yılların siyasetine dönmenin eşiğine geldik. 1989’da SHP birinci parti oldu. Turgut Özal, büyük kentlerde emekçi oylarını almaya başlamıştı. Fakat, 12 Eylül’ün bölüşüm politikalarının da mimarı olarak görüldüğü için sınıfsal tepki 89’da patlak verdi. Orada kritik bir dönemece geliyoruz. Halk muhalefeti iki tabandan besleniyor; birincisi 70’li yılların sol tabanı, 12 Eylül’ün vurup darmadağın ettiği o sosyalistlerin mirası ile birlikte Ecevit’in temsil ettiği halk sınıflarına dönük söylemi devralmaya aday olan SHP. İkinci taban ise siyasi İslam örgütlenmesi. 1991 yılında bir araştırmamızda anlaşıldı ki; büyük kentlerin emekçi sınıfları yol ayrımında, ya sola yönelecekler; ya da solun yöntemlerini benimseyerek çalışmaya başlamış olan Refah Partisi’ne. Yani tam dönüm noktasıydı. O sırada SHP eğer Ecevit’in mirasını hakkıyla sahiplenip sınıfsal bir platforma taşısaydı eski, dağınık solcularla da ittifak kurabilseydi belki böyle olmayacaktı. Ama haklısınız, AKP o yöntemleri devraldı. Şu farkla, emekçilerin örgütlenmesini istemiyor.
– Ancak bir yandan da belediyeleri kendi örgütlenmesinin temel araçları olarak kullanmıyor mu?
Tabii, tabii. Bu, bir anlamda İngiltere’nin 19. Yüzyıldaki yoksul yasalarına benziyor. Dünya Bankası’nın programlarına da benziyor; yoksulu bulup gözetmek lazım. AKP mesela fındık ya da zeytin üreticileri, tekel işçileri örgütlenince hoşlanmıyor. Örgütlü halk tehlikelidir ve dağıtılmalı; ama fakir insanlar gözetilmeli, program bu. Yoksullar eskiden birbirlerinin yoldaşı idi. Şimdi rakip görüyorlar birbirlerini.
– Avrupa’ya baktığımızda seçimlerde radikal değişimlerin (sağ ya da sol) kökeninde hep ekonomik sıkıntılar var. Türkiye’nin 2015’in ilk yarısındaki ekonomik performansı Haziran seçiminde seçmeni değişim talebine yönlendirecekmiş gibi gözükmüyor.
2009’da krizin Türkiye’deki etkisi ilk 3 ayda hissedildi ve 2009 mart yerel seçiminde AKP’nin oyu yüzde 38’e kadar düştü. Böyle bir etki var. İstanbullu olduğun için liberal yaklaşımdan, kurtulamazsın; ama öbür tarafı eleştirmezsin. Öbür tarafta ne var? HDP’nin parti olarak gireceğim iddiası var.
HDP’NİN PARTİ OLARAK SEÇİME GİRMESİ ANAYASAL ÇOĞUNLUĞU AKP’YE İKRAM
– Neden karşısınız buna?
Bu ne demek? Anayasayı değiştirecek çoğunluğu ikram etmek demek. Üstelik samimiyetsiz bir manevra ile ikram… Sosyalistlere Birleşik Haziran Hareketi’ne karşı diyorlar ki; ‘Bizi destekleyin, yani kaybolun’. Dolayısıyla yüzde 10’u geçemedikleri zaman sosyalistleri, veya ‘niye CHP’ye oy verdin’ diye laik çevreleri suçlayacaklar. Bu şu anlama geliyor; Kürt bölgelerinin tüm milletvekillerini AKP’li olarak, belki bağımsız parlamentoya girecek olan Hüda-Par’lıların eklenmesiyle parlamentoya taşımak. Bir pazarlık ve anlaşma var mıdır, yok mudur? Karşılığı nedir? Anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşmak.
– Bu soru işaretini siz de taşıyorsunuz.
Soru işareti var. Bu çok ağır bir suçlamadır. Türk solunu, aydınlanmacılarını, Gezi Hareketi’nin Türk ögelerini tırnak içinde satmaktır. Satışın karşılığını ise bilmiyoruz. Ben bu suçlamayı yapmak istemiyorum. Ama bu şüphe pek çok kişide var. Ama ben niye yakıştırmıyorum? Çünkü HDP’nin damarlarının bir sol geçmişi var. En güçlü oldukları coğrafya Türkiye’nin değer sistemleri olarak en tutucu bölgesidir. Bu coğrafyadaki en laik kadroları meclise taşıdılar. Kadınlara aktif siyaset imkânını en çok onlar verdi. İstedikleri zaman rahatlıkla SYRİZA ile benzerlik kurulacak söylem onların.
– SYRIZA ile benzerlik kurma potansiyeli var ama şu an orada değil…öyle mi?
Davranışlarıyla ortaya koyacaklar bunu. Şeyh Said’i milli bir kahraman olarak kullanmak bu söylemle uzlaşmaz. Onların kendi problemlerinin içinde dolaştıklarını gösteren belirtiler bunlar.
CHP İLE HDP SEÇİMDE BİR MUHALEFET CEPHESİ KURMALI
– Böyle bir anlaşma varsa Türk solu bu tongaya düşer mi?
Türkiye sosyalistlerinin o kervana katılmaması lazım. Bana göre en doğru seçeneği Alper Taş söyledi. Sosyalistler, CHP ve HDP’nin seçimlerde bir muhalefet cephesi kurması lazım. Çözüm yolu budur. CHP’nin şoven, MHP ’ye yatkın olan söylemini kontrol altına alması, ilaveten laik, aydınlanmacı pozisyonu da açıkça, ilkeli olarak benimsemesi lazım. Kürt hareketinin de Türkiye’nin Cumhuriyet değerleri dediğimiz duyarlılıklarına saygı göstermesi lazım. Ama bu kısa vadeli bir ütopyadır. İnsanlar bunu öğrenecekler, fakat AKP’nin hakimiyetini anayasal sistemle pekiştirme hevesini kazasız atlatabilirsek tabii.
Getirilen mevzuat ile Nazi türü bir rejim hayata geçirilebilecektir. Polis-yargı-MİT üçlüsünün sınırsız yetkilerle hakim olduğu, aynı yörüngeye girmiş olan jandarmanın da dahil olduğu bir düzen. Bu düzen gelirse Türkiye solu için sözünü ettiğimiz ütopya çok ileri bir tarihe atılmış olur. Ama AKP bunu sağlayamazsa, Türkiye’nin direnme odakları; veya yeni bir muhalefet dalgası bunu önlerse o formül işleyebilir.
– Siz kişisel olarak HDP’nin seçimlere bağımsız adaylarla girmesinden tarafsınız. Ancak o zaman mı anlattığınız ütopyaya ulaşılabilir?
Evet, yaklaşılır o zaman. HDP ve CHP’nin genel merkezlerini bir kenara bırakın. CHP’nin içinde benim demokrat Kemalistler dediğim akım, hem parlamentoda, hem örgütte, hem de seçmen tabanında küçümsenmeyecek sayıdadır. Dolayısıyla Türkiye’nin halk sınıfları saflarında çalışma geleneği güçlü olan sosyalistleri bu tür bir ortamda, bu partilerin genel merkezlerine değil tabandan seçim kampanyalarına aktif bir biçimde katılabilirler. CHP’nin büyük günahı Gezi enerjisini 30 mart 2014 yerel seçimlerine, özellikle İstanbul seçimine taşıyamamış olmasıdır. O enerji kapı kapı dolaşılarak, varoşlara taşınsaydı dengeleri değiştirebilirdi. CHP’nin niteliğini de değiştirirdi. Bu enerjiyi yenilemek mümkündür.
HAZİRAN KALKIŞMASI GÖSTERDİ BU HALKIN DAMARLARINDA KOMÜNİZM AKIYOR
– Özetle, Türkiye’de sosyalizm için belki çok yakında zafer gözükmüyor ama SYRIZA Avrupa sosyalizmi açısından yeni bir akımın işaret fişeği olabilir diyorsunuz.
Haziran kalkışması Türkiye halkının önemli bir bölümünün aydınlanma değerlerine sahip olduğunu, sınırsız demokrasiye tutkun olduğunu, paylaşımcı olduğunu, kamucu olduğunu (yani geçmişten gelen varlıkların kapkaççılar tarafından yağmalanmasına) karşı olduğunu, bu anlamdaki bir kapitalizme de karşı olduğunu, bu kapitalizmin siyasi iktidar tarafından temsil edildiğini de teşhis ederek ortaya koydu. Sınırsız demokrasi, paylaşımcılık, ihtiyaca göre dağıtım, kamuculuk, aydınlanmacılık…bunların heyet-i umumiyesi – katılımcılar o algılama içinde değil ama- komünizmdir. Bunların hepsi Türkiye toplumunun bünyesinde bu değerlerin kendiliğinden yerleşmiş olduğunu gösteriyor. Birleşik Haziran Hareketi’nin ana çerçevesi budur. Gezi Hareketi bu ittifakı tam simgelemektedir.
– Damarlarımızda komünizm var yani , öyle mi?
Damarlarımızda komünizm akıyor, bu halkı bu derecede yoz bir karanlığa mahkum etmek mümkün değil. Haziran kalkışmasının insanları yok olmadı, hala bir aradayız. Bir buçuk yılda da değerleri değişmiş olamaz. Onun için Türkiye için iyimseriz. Yunanistan’da SYRIZA’nın etkisi Avrupa’ya dalga dalga yayılırsa Türkiye toplumu, Ortadoğu coğrafyasının değil, Avrupa coğrafyasının bir parçası olduğunu umarım fark edecektir. Bu da bizim için güzel bir ümit noktasıdır.
1946-50 CHP’Sİ İLE 12 EYLÜL KEMALİZMİN KARANLIK KANADININ DİK ALASIDIR
– Bize sizin baktığınız yerden bir Kemalizm tanımı yapar mısınız?
Kemalizm…bir kere aydınlanmacıdır; Ortaçağ karanlığına baş kaldırdığı ölçüde demokrattır. Türkiye’ye aydınlanmanın devrimlerinin bir bölümünü, laikliği, medeni hukuku getirmiştir. Tercüme faaliyetiyle, klasiklerle Türkiye’yi batı kültürüyle birleşmiştir. Kemalizmin demokrat kanadı budur. Hasan Ali Yücel, Türkiye’de demokrasinin örnek bir simasıdır. Köy enstitülerinin mimarlarından biri odur. Ama Kemalizm yaftasına sığınmış bir karanlık kanat da vardır. 1946 ile 1950 arasındaki CHP iktidarına damgasını vuran anti-komünizm, 12 Eylül’de cuntanın Atatürkçülüğü bunun dik âlâsıdır. Kemalizm’in demokrat kanadını insanlara indirgersek, İlhan Selçuk ve Uğur Mumcu örnektir.
İlginç ve çelişkilerle bir dolu yazı…
O öve öve bitiremediğin aydınlıkçılar ve Kemalistler zaten bu ülkeyi dincilere ve neoliberallere teslim etti. Şimdi onlar kurtaracak herhalde, ya da onların mirası çok bilimsel!! Marksistler…Bu saçma çelişkilerden herhalde kurtarıcı bekliyor Boratav…
Anonim 1 arkadaş gerçekten ne söylediğini biliyor musun?
Bu kadar komik olma… oturmamış bi şeyler var fikirlerinde. Bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor olmasın. Eğer öyleyse bol bol okumak lazım. Zira bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak iyi değil. Cümleler bir yerden tanıdık geliyor de mi?
Anonim 1 yazıyor:
S. Uslu;
Söylediğimi iyi biliyorum da, sana sen ne yazdığını iyi biliyor musun diye sormayacağım.
Sorun şu: tümüyle farklı açılardan bakıyoruz, beni anlamı da beklemiyorum…
Bilgi eksikliği içinde olduğumu düşünüyorsun…S. Uslu sorun sadece bilgi eksikliği değil, bakış açısı…
Üstelik bu konularda da Boratav’ın da bilgi eksikliği var. Tabii başında prof yazınca her şeyi bilmiş ve en mutlak otorite olmuyor. (Çünkü bilgiler sonsuzdur S. Uslu, üç beş kitap okumakla, üç yüz beş yüz, ya da bu sayı binler de olabilir, her şeyi bilmiş olmuyorsun.) Ayrıca Boratav’ın Marksizm dışında bir bakış açısı olduğunu, onun dışında bir iktisat bildiğini de sanmıyorum. Bazen güzel tespitler yapıyor Boratov; haksızlık etmem istemem. Ama bazen de çok sığ bir ekonomik ve politik bakış açısı var.
Nereden mi biliyorum? Bu Marksistleri, Kemalistleri, ulusalcıları yıllardır okurum, gördüğüm bu adamlar kendi dünyalarının dışında bir şey pek görmüyorlar…(Çoğu için bunu söylüyorum. Tabii hepsi böyle olmayabilir.)
Görseler bile bu dünya onlar için hayal, zırva ve fantezi dışında bir anlam ifade etmiyor. Gerçekliği tek kendilerinin bildiğini sanıyorlar. Tabii bu kadar tepeden bakış açısı yüzünden birçok konuya yeterince hâkim değiller ve gerçeği sadece onlar bilmiyor. Bu yüzünden bazen hatta çok defa bir sürü derin analizin ardında bu sığ bakışların esiri altındaki düşünceler işe yaramaz oluyor. İşte en önemli nokta burası S. Uslu….
Üstelik sadece okumakla da olmuyor bu işler…Anlamak, düşünmek ve uygulamak da gerekli değil mi?
Belki diyeceksin ki sen bu işleri anlamıyorsun, düşünmüyorsun filan…Ben anladığımı düşündüğüm için yazıyorum, ama senin benim anlamadığımı, bilmediğimi düşünmen çok tabii, çünkü bakış açılarımız farklı…
Sen gerçeklerin penceresinden baktığını sanıyorsun, belki buradaki anarşistlerin çoğu, ya da anarşizm sana göre hayal dünyasından olaylara bakıyor. Einstein’ın bir sözü var: “Hayal gücü bilgiden daha önemlidir” diye. Kuru bilgi tek başına neyi ifade edecek? İnsan düşüncesiyle, hayal gücüyle de yeni yeni bilgilere ulaşabilir S.Uslu, illa bir takım kitapları okuyarak onları robot gibi taklit etmesine ve ezberci davranmasına gerek olmayabilir zaman zaman. Bilgilerimizi kitaplardan olduğu kadar, hayal , duygu ve anlam dünyamızdaki yeni düşüncelerle genişletiriz. Bu bilgilerimizi gerçek hayattan edindiğiniz tecrübelerle daha da sağlamlaştırmaya çalışırız.
Selim Uslu der ki; “ayakları yere basmayan devrimciliğin yolu; güdülen bütün iyi niyetlere rağmen gevezeliğe çıkar.”
Bunu aklından çıkarma anonim 1.
ben kurandan da böyle bir hadis hatırlıyorum sanki 🙂
Anonim 1 yazıyor:
S. Uslu aslında o söz şimdi içinde bulunduğun ideoloji için çok daha fazla geçerli, ama asıl sorunun bunu görememiş ve belki de asla göremeyecek olmanız.
İlahi gün zileli. Yakın arkadaşının lafının ucu sana da dokununca gülerek araya girmişsin ama kuranda hadis değil, ayetler vardır. Peygamberleştirme tavrını senin pek bilmiş yeniyetme müritlere hatırlatmakta daha fazla yarar var. Sığınmacılar’ın 37-38. Sayfalarında sözünü ettiğin Sosyalist İşçi’nin ideolojik huzura ermiş, sinir bozucu ölçüde ukala, dünyanın bütün gerçeklerine ulaşmış havadaki, kendileri dışındaki kişilere, sezdirmeye çalıştıkları bir küçümsemeyle bakan tiplerine çok benziyorlar.
anonim arkadaşın yazdıkları ayağı yere basan şeyler…gevezelik yaptığını da düşünmüyorum…
dini kültürüm bu kadar işte, ne yapayım. Neredeyse sıfır noktasında.
Anonim’in dediği gibi ulusalcı Kemalistler kendi sanal dünyalarının dışında bir şey görmediklerinden gerçeği kavrayamıyorlar. Şu kişinin son yazısı bunun güzel bir örneği;
http://www.cesmegunesi.com/yazarlar/makale/1823/ne-istedin-de-yapamadin-
“AKP Cemaati koynuna alıp, Türk Ordusunun komuta heyetini çökertti” diye feveran eden, Öcalan’a “Bebek Katili” gibi iğrenç milliyetçi klişelerle küfreden, “Bayrağımızı yakanın, Atatürk’e el uzatanın, elini kırarım” diyen, “Ne Mutlu Türküm Diyene” levhalarının indirilmesine, Türk bayraklarına ve Atatürk büstlerine saldırılmasına öfkelenen, PKK bayrakları ve Öcalan posterlerine “indirin bu paçavraları” diyen, iktidarın “Güneydoğu Bölgemize özerklik verip, Kürdistan Devletini kurmamasına” ve “Öcalan’ı serbest bırakıp, parlamentoya sokamamasına” şükreden bu muhalefete en az AKP kadar karşı olmamız gerekir.
Türk bayraklarına ve Atatürk büstlerine saldırılmasını marifet sanan, terörü onaylayan ve destekleyen, kürt milliyetçiliği yaptığı halde, solculuk taslayıp ulusalcıları karalayan tipler elbette benim karşımda olacak. Demekki doğru yerdeyiz.
Ben Türk bayraklarına ve Atatürk büstlerine saldırılmasını destekliyorum. PKK yanlısı değilim ama terörist olarak görmüyorum. En büyük terörist Türk devleti ve dünyadaki bütün devletlerdir. Türk millliyetçiliğine de Kürt milliyetçiliğine de karşıyım. Vatanım tüm dünya, milletim tüm insanlık. Türk diye bir şey yok, Kürt diye bir şey yok, ulus diye bir şey yok. Hepimiz insanız ve dünyalıyız.
Devlet terörü
Devlet, sınıflı toplumlarla birlikte varlık bulmuş siyasal bir aygıttır; iktidar olarak örgütlenmiş egemen sınıftır. Hâkim sınıfın, ezilen sınıfa boyun eğdirebilmek için baskı aygıtlarına ihtiyacı vardır. Egemen sınıfın emrindeki kolluk güçleri bu ihtiyacı giderir. En gelişkin demokratik geleneklere sahip burjuva devletlerde, sınıf mücadelelerinin en alt düzeyde seyrettiği dönemlerde bile polis, ordu, istihbarat teşkilâtları ve bilumum gizli veya açık şiddet örgütü sistemin bekası için yedekte tutulur. Sınıflar var olduğu sürece devlet kurumu ve siyasal şiddet aygıtları varlıklarını sürdürecektir.
“Devlet terörü” denildiğinde, öncelikle mülk sahibi sınıfın egemenlik aygıtı olan devletin, mevcut düzeni ve siyasi rejimi devam ettirmek amacıyla halka karşı uyguladığı her türlü sindirme, korkutma, yıldırma yöntemi akla gelmelidir. Devlet terörünü, devletin hukuk dışı uygulamalarıyla sınırlayan yaklaşımlar vardır. Oysa devlet terörü, burjuva hukukunda da suç sayılan işkence, suikast, cinayet, katliam gibi baskı ve şiddet yöntemleriyle sınırlı değildir. Hak arama mücadelesi veren işçilerin ya da demokratik talepler ileri süren ezilen ulusun devletin silahlı güçlerinin saldırılarına maruz kalması, keyfi gözaltılar, F tipi hapishaneler vb. hep kitleleri yıldırma ve düzene boyun eğdirme amaçlı siyasal şiddetin araçlarıdır. Burjuva devletler “Terörle Mücadele Kanunu” gibi adlar verdikleri yasal düzenlemelere dayanarak muhaliflerini ve genel olarak ezilenleri korkutmak ve yıldırmak üzere uyguladıkları terör yöntemlerine yasallık ve kurumsallık sağlayabilmektedirler. Örneğin Türkiye’de mevcut rejim, 15 yaşındaki çocuklara, polise taş attıkları için kanunen 13,5 yıl hapis cezası verebilmektedir. Bu tür kararlar devlet terörünün hukuki kılıfa büründürülerek olağan bir işleyiş haline getirildiğinin ifadesidir.
Devlet terörü, sadece devletin gizli veya açık örgütleri eliyle uygulanmaz. Devlet, terörü farklı biçimlerde de örgütleyebilmekte, istihbarat teşkilâtları, polis, asker, jandarma, korucu gibi kolluk güçlerinin yanı sıra farklı tipte örgütlenmeleri de kullanabilmektedir. Örneğin devlet, bir terör örgütünü ajanları vasıtasıyla kısmen veya tamamen kontrolü altına alabilir. Kontrolüne aldığı örgütleri kendi çıkarları doğrultusunda çeşitli terör eylemlerine yönlendirebilir. Hizbullah örgütünün, Kürt Ulusal mücadelesine karşı kullanılmak üzere devlet kontrolü altına alınarak kontrgerilla örgütlenmesine dönüştürülmesi bunun sadece bir örneğidir. Bu örgüt binlerce Kürt yurtseverini sokak ortasında infaz etmiş veya kaçırarak işkencehanelerinde katletmiştir.
İşçi sınıfına ve devrimci harekete karşı kullanılmak üzere sivil faşist çeteler de yedeklenir. Burjuvazinin düğmeye basmasıyla harekete geçen faşist çeteler, gerektiğinde devlet tarafından silahlandırılır. İşçi sınıfına saldırtılan faşist çeteler devlet tarafından kollanır, görmezden gelinir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin geliştiği dönemlerde burjuvazi, işçi hareketini faşist terörle yıldırmaya çalışır. Grev çadırlarını, işçi önderlerini, kitle gösterilerini ve işçi örgütlerini hedef alan silahlı saldırılar tertiplenir. Bu saldırılar karşısında elbette işçi örgütlerinin eli armut toplamayacaktır. Faşist saldırganlara karşı işçiler, mahallelerini, fabrikalarını, grev çadırını, sınıf kardeşlerini ve sınıf örgütlerini savunacaktır. Tüm tarihi örneklerin de gösterdiği gibi, bu gibi durumlarda proletarya gerekli her türlü tedbiri almaya girişecektir.
Ezilen ulusların silahlı isyanı terörizm değildir!
Sömürgeci devletler, ezilen ulusların silahlı isyanını “terörizm” ile yaftalarlar. Böylelikle sömürgeciler, uluslaşma meselesinin sosyolojik, ekonomik ve tarihsel arka planını perdelerler. İsyanı bastırmaya ve söz konusu coğrafya üzerinde egemenliklerini sürdürmeye çalışırlar.
Ezen ulusun egemenlerinin ezilen ulusun isyanını “terörizm” olarak nitelendirmesi Türkiye’ye özgü değildir. Güney Afrika’da sömürgeciliğin devamı niteliğindeki ırkçı beyaz rejimin siyahların yürüttüğü ulusal kurtuluş hareketini; İsrail’in Filistin ulusal hareketini; İngiltere’nin Kuzey İrlanda’daki ulusal hareketi; İspanya’nın Bask ulusal hareketini “terörist” olarak damgalayıp karalaması en bilinen örneklerdir. Bugüne değin Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da yaşanan onlarca ulusal isyan, egemen güçlerce “terörist” olmakla suçlandı. Ulusal sorunların çözüme kavuştuğu yerlerde ise “terörist” suçlamaları rafa kaldırıldı. Nelson Mandela, Gerry Adams, Yaser Arafat, Xanana Gusmao gibi Nobel Barış ödülü almış liderlerin bir zamanlar egemenler tarafından “teröristbaşı” olarak nitelendirildiklerini unutmamak gerekiyor.
Kürt halkı da TC’nin inkâr ve imha anlayışıyla devreye soktuğu tüm yasaklara, baskılara ve asimilasyon politikalarına isyan etmiş ve sonuçta Kürt ulusal hareketi 1970’li yıllarda güçlenmeye başlamıştır. Bu hareket 12 Eylül’ün muazzam baskı koşullarına rağmen yok edilememiş, bilâkis yaşanan acı deneyimler sonucunda, uzun vadeye yayılan ve geçmişteki isyanlara göre çok daha organize bir silahlı isyan hareketi ortaya çıkmıştır. Geçen çeyrek yüzyıl içerisinde de Kürt ulusal hareketi, Kürt coğrafyasının önemli bir kesiminde sahiplenilen bir halk hareketi haline gelmiştir.
Belirli bir coğrafya üzerinde yaşayan bir topluluğun, egemen devletin dayattığı kimliği reddetmesi, çoğunluk oluşturduğu toprak parçası üzerinde ayrı bir ulus-devlet olarak örgütlenmek istemesi, söz konusu topluluğun demokratik hakkıdır. Bu hakkın gasp edilmesi, ezen ulus-ezilen ulus pozisyonlarını ortaya çıkarır. Uluslaşması engellenen, kimliği yasaklanan, dili unutturulmaya çalışılan, siyasetçileri öldürülen veya hapse atılan, varlığı bile inkâr edilen bir halkın isyan etmesi nasıl yadırganabilir?
Burjuvazi, milliyetçi demagojilerle kandırdığı yoksul işçi ve emekçileri, ezilen ulusa karşı savaş cephelerine sürmektedir. Kendi ülkelerini terörizme karşı savunduklarına inandırılan işçiler, devlet terörüne alet edilmektedir. Milliyetçilik tuzağına düşen işçi, burjuvazinin gerektiğinde kendisine karşı kullanacağı siyasal yasaklara, anti-demokratik uygulamalara, özel savaş aygıtlarına bile onay verir duruma düşürülmektedir. Bu trajik durum ancak işçi sınıfının devrimci enternasyonalist mücadelesinin yükseltilmesiyle ortadan kaldırılabilir.
Düzene muhalefetin adı terör!
Bütün dünyanın egemenleri, çıkarları bakımından sakıncalı gördükleri siyasal eğilimleri gayrimeşru gösterebilmek için “terör” kavramıyla damgalıyor. Bu tür karalama kampanyaları kitleleri yanıltmak üzere bilinçli olarak yürütülmektedir. Türk Ceza Kanunu’ndan 141, 142 ve 163. maddeler kaldırılırken demokratikleşme masalları anlatılıyordu. “Artık siyasal suç yok, sadece şiddete başvurmak suç!” diyordu egemenler. Oysa “şiddetin” tanımı öylesine genişletildi ki, slogan attığı fotoğrafla tespit edilen(!) kişiler, terli olmasından polise taş attığı “anlaşılan” çocuklar, siyasal analizlerinde devletle aynı görüşü paylaşmayan yazarlar, işyerinin önünde grev çadırı kuran işçiler “terör suçlusu” olarak yargılanabilmektedir. Pankart asmak, duvara yazı yazmak terör suçu sayılabilmektedir. Bir keresinde üniversite bahçesinde halay çeken öğrenciler rektörlük tarafından “ideolojik halay” çekmekle suçlanarak okuldan uzaklaştırma cezasına çarptırılmışlardı.
Dünyanın daha gelişkin kapitalist demokrasilerinde de durum iç açıcı değildir. Emperyalist paylaşım kavgalarının yoğunlaştığı ve dünya kapitalizminin krizinin derinleştiği bir tarihsel dönemden geçiyoruz. 11 Eylül’ün ardından ABD’de kabul edilen “Yurtseverlik Yasası”, şüphelilerin evlerinin izinsiz, mahkeme kararı bile olmadan aranmasını, e-postaların ve telefon görüşmelerinin izlenmesini yasal hale getirdi. Artık terör şüphesiyle gözaltına alınanlar mahkemeye çıkarılmadan aylarca gözaltında tutulabiliyor. Gözaltında tutulanların kimliği açıklanmayabiliyor. Sanık ile avukat arasındaki görüşmeler gizlice dinlenebiliyor.
Avrupa’da göçmen karşıtı yasalar sertleşiyor. Fransa’da inanç özgürlüğünü kısıtlayan yasaların kabul edilmesi, İsviçre’de cami minaresine yasak getirme gibi uygulamalar işçi sınıfını bölmek ve krizle birlikte biriken toplumsal tepkileri farklı kanallara yönlendirmek gibi sinsi amaçlar taşıyor. Demokratik hak ve özgürlükleri sınırlandıran baskı yasaları, önümüzdeki dönem kapitalizmin derinleştirdiği çelişkilerin yaratacağı toplumsal patlamalara hazırlık niteliğindedir.
Terör kavramına ilişkin algıların sınıf çıkarlarına göre şekillendiğini en başta belirtmiştik. İşçi sınıfının kitlesel başkaldırılarının burjuvaziyi dehşete düşürmesi kaçınılmazdır. Burjuvazi, devrimci işçi mücadelesini “terör” olarak damgalayacak ve işçi sınıfını ezmek için tüm olanaklarını seferber edecektir. Dehşete düşen burjuvazi, kontrgerilla örgütlerinden faşist terör çetelerine, baskı yasalarından, hapishanelerinden işkencehanelerine kadar tüm kozlarını kullanacaktır. Ancak tüm bunlarla bile, bir kez ayağa kalkan kitleleri yıldırmayı ve sindirmeyi başaramayacaktır.
http://marksist.net/serhat_koldas/teror_ne_terorist_kim.htm
http://www.youtube.com/watch?v=JRY9bos_UEs
Kemalistlerin Eseri
Günde saatlerce televizyon seyr eden vatandaş iflah olmaz, kısa zamanda sersemler, zekası seviyesi düşer, uzun müddet sürecek rehabilitasyon tedavisine muhtaç olur.
Günde saatlerce cep telefonuyla gevezelik ve zevzeklik edenin durumu da böyledir.
Günde dört saat trafik işkencesi çeken vatandaş da dengesini yitirir.
Bugünkü TC Tevhid-i Tedrisat okullarında okuyan çocuklarımızın akılları, zekaları, karakterleri bozulmaktadır.
Bugünkü reklamlar, insanları bağımlı kılar.
Bugünkü, paranın ve zenginliğin en büyük değer olduğu felsefesi toplumu, devleti yıkar.
Bugünkü hybrid Kemalist-İslamcı sistem, sistem değil, anti-sistemdir.
Halkın tamamının mantık bilmesi gerekmez ama idarecilerin, bürokratların, elitlerin, okumuşların mutlaka mantık kültürüne sahip olması gerekir. Aksi takdirde tımarhane kültürü yaygınlaşır.
Sebep ile neticeler arasındaki farkı bilmemek, bunları birbirine karıştırmak dehşetli bir cehalettir.
Estetik, sanat, güzellik boyutuna sahip olmayanlar ülkeyi çirkinleştirir.
Türkiyeyi İslamın geri bıraktığını iddia etmek densizliktir.
Türkiyeyi geri bırakan resmî ideoloji, kötü eğitim sistemi, kötü düzen, insan kalitesindeki düşüklüktür.
Toplumlar elbise değiştirir gibi hukuk ve sistem değiştiremez. Değiştirmeye kalkılırsa netice bizde olduğu gibi olur.
Japonya o çok zor o çok çetrefil o çok kargacık burgacık millî yazısını değiştirip kolay olsun diye Latin alfabesini almış, eksisini yasaklamış gibi olsaydı, bizim gibi olurdu.
Bir ülkenin, bir devletin, bir halkın sağlıklı ve dengeli olması için gerekli birinci şart devamlılık unsurudur. Bizim son bir asırlık tarihimizde korkunç kopukluklar, arızalar, kazalar olmuştur. Bunlar tamir edilmezse büyük yıkım olacaktır.
İslam Endülüs demektir, Osmanlının yükseliş devri demektir… Bugünkü İslam dünyası gerçek İslamı temsil etmez.
Emperyalistler ve onların içimizdeki ajanları “Divide et imperia” (böl parçala hükm et) düsturuyla Türkiye Müslümanlarını birbirinden kopuk bin parçaya ayırdılar. Bunun sebep olacağı yıkılışta onlar da enkazın altında tarümar olacaktır.
İslamcılıklar İslamın yerini tutamaz.
İslam adalet, insaf, güven, hukuk önünde eşitlik, canın malın ırzın namusun din ve inanç hürriyetinin korunması demektir. Bunlar yoksa İslamın kendisi yoktur ismi ve resm’i vardır ancak.
Mâceraperestlerin, türedilerin peşinden giden milletler perişan olmuştur…
Faziletsiz ve hikmetsiz (bilgelik) hiçbir toplum mânen ilerlemez.
Birinci dünya savaşında ve millî mücadelede büyük kayıplar verdik. Başlangıçta bir İslam cumhuriyeti olarak kurulan rejim faşist bir diktatörlüğe dönüştürülünce nice vatansever kıyıma uğradı. Kimisi idam edildi, kimisi zindanlarda çürütüldü, kimisi bir köşeye itildi.
Bizi ayakta tutan bütün millî kurumlarımız dinamitlendi.
Berbat bir içten-sömürge sistemi kuruldu.
Bu memlekette yetmiş-seksen çeşit etnik köken vardı. Bunların büyük kısmını İslam kardeşliği kaynaştırıyor, uzlaştırıyordu. İslam kardeşliği darbelenince kaos ve anarşi başladı.
Birileri Haim Nahum doktrini ile Türkiyeyi bir Yahudi cumhuriyetine çevirmek istedi.
Sonunda bugünkü manzara ortaya çıktı.
Artık, bin parçaya ayrılmış ve çoğu yabancılaşmış Müslüman çoğunluk büyük ölçüde kirlenmiş, çökmüştür. Tuz kokunca hazır olun cenaze namazına.
M. Kemal Paşanın ölümünden sonra fabrike edilmiş Kemalizm ideolojisine din gibi bağlananlar, işte eseriniz…
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Kemalistlerin_Eseri/23410
Sistem tartışmasının boşunalığı
Türkiye’nin bir “siyasî sistem” sorunu varsa, bu, Tayyip Erdoğan ve korosunun iddia ettiği gibi “Başkanlık Sistemi”nin olmaması değil, “parlamenter” olduğu iddia edilen sistemin her düzeyde bir “başkanlık” anlayışı çerçevesinde yürümesidir. “Başkanım” lafından –bunu söyleyen ya da böyle hitap edilen olmaktan– bu kadar tad alan bir toplum hayal etmek zor. Burada herkes doğuştan “başkan” da, hepsine “başkan”ı olacağı kurum bulma güçlüğü çekiliyor.
Bu durumun en net göründüğü düzeylerden biri belediyelerdir. Orada “Başkan”, tam anlamıyla başkandır. O görür, o düşünür, o yapar. Tayyip Erdoğan da belediyecilikten gelen bir politikacı. Şimdi Cumhurbaşkanı olarak, belediye başkanının kendi düzeyinde sahip olduğu yetkileri istiyor herhalde.
Tayyip Erdoğan’ın bu Başkanlık taleplerini eleştirirken, bunun ülkemizin “örf ve âdetleri”ne uymadığını söylediğinizde, durduğunuz yer sallantılı bir nitelik ediniyor. Bu, pek çok konuda böyle. Çünkü sorun gelip demokrasiye bağlanıyor; o da, bu ülkenin geçmişinde kolay bulunur bir şey değil. Cumhuriyet’i kuran Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olarak yetkileri nerede başlıyordu, nerede bitiyordu?.. Daha doğrusu, “bittiği” bir yer var mıydı. Onun kadar “kamuflajı olmayan” bir sulta değildi İnönü’nün aynı makamı doldurması, ama “kamuflaj” dışında, onun da pek farkı yoktu. Bunları normalmiş gibi benimseyip Erdoğan’ın iktidar hırsını eleştirmek, inandırıcı olmuyor.
Tayyip Erdoğan’ın yürürlükte olan “sistem”i (buna “sistem” denebilirse) çekip çekiştirerek kendine uydurmaya çalışması da böyle. Bizde hukuk, yasa, sistem falan, henüz “hazır giyim” aşamasına geçmemiştir. Öyle her giyenin üstüne oturmaz. Herkes kendi yasasını, hukukunu ısmarlar. 1982 Anayasası dediğimiz şey, Kenan Evren’in ısmarladığı şey değil miydi? Cumhurbaşkanı’na onca “tıkaçlık” yetkisi tanımanın anlamı neydi? Şimdi Tayyip Erdoğan da kendi zevkine uygun oyuncaklar talep ediyor.
Şüphesiz, Erdoğan kendine yetki istemekte daha önce kimselerin erişemediği bir yerde duruyor, hakkını yemeyelim. Kenan Evren bile bu kadarını istememişti (belki, zaten ihtiyaç duymadığı için). Örneğin, “Başkanlık Sistemi” diye bir şey yürürlükteyse, Meclis’in seçilen başkana güvenoyu vermesi düşünülmez; ama başkan da Meclis’i feshedemez. Şimdi, Tayyip Erdoğan’ın güvenoyundan vareste olurken aynı zamanda fesih yetkisi de isteyeceğinden hiç şüphem yok. Bir yerde bir “yetki” olacak da, Tayyip Erdoğan onu istemeyecek, mümkün değil.
“Parlamenter Sistem” diyoruz, varolan duruma. Oysa egemen güç besbelli, “yürütme”de (hep öyle olur zaten). “Yürütme” şimdiye kadar son analizde Başbakan’ın elinde olan bir şeydi, dolayısıyla kararları Başbakan olarak Erdoğan veriyordu. Şimdi Erdoğan Cumhurbaşkanı oldu, kararları gene kendisi, ama bu sefer Cumhurbaşkanı olarak vermek istiyor. Durum bundan ibaret. “Ismarlama” istemenin, “sistem bana uysun” demenin daha açık bir örneği olamaz. Bunun, kendi dediği gibi, “hız”la falan ilgisi yok. Direksiyon kimin elinde olacak, sorun bu.
Demokraside elbette kurumlar gerekli ve önemlidir. Kurumların işleyişini ve karşılıklı ilişkilerini tanımlayan kurallar, yasalar, hepsini birden düzenleyen bir Anayasa da gerekli ve önemlidir. Ama en gerekli olan şey, bunların dışında, “demokratik kültür”dür; toplumun demokratik kültürü özümlemişlik derecesidir. Demokrasinin böyle sindirildiği bir toplumda da, “sistem” falan ikincil konulardır, pratik bir sorundur. Birleşik Krallık’ta adamların aklına esse, Magna Carta öncesine dönmeye karar verip “Mutlak” Monarşi ilân etseler, Kraliçe Elizabeth Buckingham Sarayı’ndan birilerine hitaben “Sen kimsin yaa?” diye konuşmaya başlamaz.
Öyle sindirilmiş bir kültür yoksa, bir tek bu türlü konuşmasını bilen kişiler yetişiyorsa, hangi sistem olursa olsun sonuç gene değişmez.
http://www.taraf.com.tr/yazarlar/sistem-tartismasinin-bosunaligi/
Belki bazı arkadaşlar, bu tür dinci yazıları neden yayınladığımızı merak ediyordur. Açık küfür ve hakaret içermediği sürece, kesinlikle katılmadığımız, hatta yer yer nefret söylemi içeren yazıları bile yayınlamaktan yanayız. Bu bizim ifade özgürlüğü ilkemizin bir gereğidir. Geleceğin toplumunda da böyle olması gerektiğini düşünüyoruz. İfade özgürlüğünün mutlak surette uygulandığı bir toplumda özgürlükçü fikirler kendini kabul ettirebilir, insanların gerçekten ikna olmasını sağlar. Kim ki, şu ya da bu gerekçeyle bir fikrin ifade edilmesini önlemeye çalışıyorsa, onun kendi fikirlerinde bir zaaf vardır.
İdeolojisi ne olursa olsun çöküşün nedenlerini doğru tespit etmemiş mi? Yakında toplum çökünce klasik özgürlükçü anlayışımız bunu önleyebilecek mi? Artık İbn Haldun’un açıkladığı çöküş aşamasına giriyoruz ve bundan kurtuluş yok gibi görünüyor. Üstelik onun döneminin aksine bugün uygarlık küreselleştiğinden bir uygarlığın yerini başkası alamaz.
“İslam Endülüs demektir, Osmanlının yükseliş devri demektir“
Evet hemen islamcilar Endülüz,mendülüz e girmeli.Hertarafi isgal etmeli.. Bunlari yazan su Bogaz kesen isidcimi? yoksa kafasi kesik birinin sayiklamalarimi?
Halil Berktay bu yazıdan bahsetmiş yazısında;
İnsan ve toplum bilimlerinde laboratuar deneyi olmaz denir ama, nadiren de olsa hayli yakın ikamelerini önümüze getiriyor hayat. Geçenlerde çok kötü bir örneğine rastladım. Neredeyse babamla aynı nesilden, çok saygın, çok birikimli bir büyüğüm. Kapımızı çalan “İslâmi faşizmi” durdurmak için son fırsat saydığı Haziran seçimlerinde, ne kadar zor olursa olsun bir CHP-MHP-HDP ittifakının nasıl kurulabileceğini anlatmış. Dahası, ne kadar tarih dışı ve gerçek dışı olursa olsun, soyut mantık örgüsünün bütün gücü ve teorik belagatıyla, bu ittifakı neden ve nasıl ancak “sosyalistlerin” kurabileceğini anlatmış. Geçtim, sosyalizmi hâlâ amaç ve yol gösterici kabul etmesini; yeryüzündeki bütün iyilik ve kötülükleri sosyalizme yakınlık ve uzaklıkla yargılamasını. Geçtim, eski TKP’nin Kemalist “burjuva devrimi”ne “eleştirmeci-ilerletmeci-tamamlamacı” bakışından ve 1930’ların Kadro modelinden kalma, “ister Sosyalist ister Kemalist, bütün devrimciler millî cephede” anlayışını. Geçtim, bu doğrultuda, CHP’ye ve hattâ MHP’ye ilişkin (“tabii hatâları var ama bunlar aşılabilir” tarzı) illüzyonlarını. Geçtim, hem HDP’nin mayasındaki sosyalizmden dem vurmasını, hem de HDP’yi muhtemelen AKP ile gizli bir anlaşma içinde olmakla suçlamasını. Geçtim, bu ittifak gerçekleşir ve kazanırsa sosyalizmin dahi önünü açabileceği, çünkü komünizmin Türkiye halkının kanında olduğu fantezisini (ki sırf bunu hicvetmek fazlasıyla kolay). Geçtim, bütün bu fikirlerin asıl sahibi İP olduğuna göre, kendisinin de herhalde İP’ye katılmasına ramak kalmışlığını.
Hepsinin ötesinde bir örtük veya yarı-örtük koşul daha var ki, realiteden kopuşun zirvesini temsil ediyor kanımca. Satırlar kadar satır aralarını da okuyarak, ben özetliyorum, kendi sözcüklerimle: Bütün bunları hâlâ varolan sosyalist kadrolar başaracak. Teorik vukuf ve müktesebatları gereği, siyaseti hep en iyi sosyalistler bilmiştir zaten. Ve Sovyetlerin çöküşünden yirmi beş yıl sonra, böyle değerli, tecrübeli sosyalist aktivistler el’an mevcuttur. Toparlanabilir, örgütlenebilir, seferber edilebilirler. Politik bilgelik ve dirayetlerinden öncelikle CHP’yi ve sonra bütün diğer örgütleri cömertçe yararlandırarak, hepsini şimdiki yanlış ve felâketli yönelimlerinden kurtarıp doğru çizgiye çekmeleri pekâlâ olasıdır.
Hazinliği bir yana, neredeyse bir laboratuar deneyi dedim, çünkü diyelim Nâzım veya babam da yaşasalardı böyle mi düşünürlerdi gibi faraziyeleri getiriyor akla. Ne kadar seversem seveyim ve ne kadar toz kondurmak istemezsem istemeyeyim, “hayır, asla yapmaz(lar)dı” diyemem bu soruya. Olsa olsa, deterministik olmayan bir belirsizliğin altını çizmek için, karşıt olasılığa kendimi örnek verebilirim. Ben de aynı formasyonun içinden geldim ve Marksist dogmatizmin daniskası olarak Maoculuktan vazgeçmekle kalmadım; her türlü bilimsel kanuniyet, tarihin yönü, ihtilâlci şiddet ve devrimci/devirmeci siyaset anlayışını reddeden bir noktaya evrildim. Bir sol liberal veya sol demokrat oldum. Kendimi öyle tanımlıyorum. Ayrıca, kuşkusuz ki yalnız da değilim. Demek ki çizgisel bir zorunluluk yok ortada. İnsanların neleri sorgulayabildikleri ve sorgulayamadıklarıyla başlayarak çorap söküğü gibi giden-gitmeyen karmaşık örgüler var.
Asıl önemlisi: ölen öldü, kalan kaldı. “Tarihimiz bize şunu emrediyor…” Hayır, hiçbir şey emrettiği yok bize tarihin. “Atalarımızın mirasını yaşatmak zorundayız…” Hayır, yok böyle bir sadakat borcumuz. Geçmiş, bugünü ve geleceği tutsak alamaz. Biz yaşayanlar, bırakalım geçmişin o devâsâ lider kültlerini; en yakınlarımız için dahi hiçbir fetişizm, hiçbir putperestlik, hiçbir cedlere tapma kültüne zerrece itibar etmeden, böyle efsane ve ritüellere sığınmadan, yeni hayatın yeni sorunlarıyla yüz yüze bulunuyoruz.
http://serbestiyet.com/babam-oleli-beri/
Marksist hocanın Kemalist hayalleri
Atilla YAYLA
Yeni Şafak Gazetesi
Hürriyet gazetesi, kendi adlandırmasıyla, “Marksist iktisat hocası” Korkut Boratav ile bir röportaj yapmış (2 Şubat 2015). Cansu Çamlıbel’in gerçekleştirdiği röportajın aşağıda aktardığım kısımları çok ilginç. Önce okuyalım, sonra söylenenlerin ne anlama geldiğini ele alalım.
“Haziran kalkışması Türkiye halkının önemli bir bölümünün aydınlanma değerlerine sahip olduğunu, sınırsız demokrasiye tutkun olduğunu, paylaşımcı olduğunu, kamucu olduğunu, yani geçmişten gelen varlıkların kapkaççılar tarafından yağmalanmasına karşı olduğunu, bu anlamdaki bir kapitalizme de karşı olduğunu, bu kapitalizmin siyasi iktidar tarafından temsil edildiğini de teşhis ederek ortaya koydu. Sınırsız demokrasi, paylaşımcılık, ihtiyaca göre dağıtım, kamuculuk, aydınlanmacılık… Bunların heyet-i umumiyesi -katılımcılar o algılama içinde değil ama- komünizmdir. Bunların hepsi Türkiye toplumunun bünyesinde bu değerlerin kendiliğinden yerleşmiş olduğunu gösteriyor. Birleşik Haziran Hareketi’nin ana çerçevesi budur. Gezi Hareketi bu ittifakı tam simgelemektedir.
– Damarlarımızda komünizm var yani, öyle mi?
Damarlarımızda komünizm akıyor, bu halkı bu derecede yoz bir karanlığa mahkum etmek mümkün değil. Haziran kalkışmasının insanları yok olmadı, hala bir aradayız. Bir buçuk yılda da değerleri değişmiş olamaz. Onun için Türkiye için iyimseriz. Yunanistan’da Syriza’nın etkisi Avrupa’ya dalga dalga yayılırsa Türkiye toplumu, Ortadoğu coğrafyasının değil, Avrupa coğrafyasının bir parçası olduğunu umarım fark edecektir. Bu da bizim için güzel bir ümit noktasıdır.
– Bize sizin baktığınız yerden bir Kemalizm tanımı yapar mısınız?
Kemalizm… bir kere aydınlanmacıdır; Ortaçağ karanlığına baş kaldırdığı ölçüde demokrattır. Türkiye’ye aydınlanmanın devrimlerinin bir bölümünü, laikliği, medeni hukuku getirmiştir. Tercüme faaliyetiyle, klasiklerle Türkiye’yi Batı kültürüyle birleştirmiştir. Kemalizm’in demokrat kanadı budur. Hasan Ali Yücel, Türkiye’de demokrasinin örnek bir simasıdır. Köy enstitülerinin mimarlarından biri odur. Ama Kemalizm yaftasına sığınmış bir karanlık kanat da vardır. 1946 ile 1950 arasındaki CHP iktidarına damgasını vuran anti-komünizm, 12 Eylül’de cuntanın Atatürkçülüğü bunun dik âlâsıdır. Kemalizm’in demokrat kanadını insanlara indirgersek, İlhan Selçuk ve Uğur Mumcu örnektir”.
Mezara komünist olarak gitmeye kararlı olduğu ve de tarihî tecrübelerden zerre kadar ders almadığı anlaşılan hoca, komünizmi yüceltiyor, sınırsız demokrasi ile özdeşleştiriyor. Haklı, sınırsız demokrasi demek diktatörlük demektir. Demokrasi komünistlerin lugatında diktatörlüğün rumuzudur. Hoca, Haziran kalkışması dediği Gezi isyanlarını da çok seviyor. Gezi’nin, katılanlar farkına varmasa bile, komünist bir ayaklanma olduğunu söylüyor. Hocanın bu sözleri komünizme karşı olanlara ne düşündürtecek acaba?
Hâliyle, Yunanistan’da Syriza’nın seçim zaferi hocayı çok sevindirmiş ve umutlandırmış. Syriza’nın son hamlelerinden sonra hâlâ aynı yerde mi, merak ediyorum. Syriza muhalefetteki desteksiz atış pozisyonundan çark etti ve yavaş yavaş gerçekleri kabul etmeye başladı. Korkarım, Syriza, bizim sosyalistler için tam bir hayal kırıklığı olacak. Olsun, hiç olmazsa onlara şu fani dünyada, sınırlı ömürlerinde birkaç günlük sevinç yaşatıyor.
Marksist hocanın Kemalizm’e bakışı da ilginç. Kemalizm’i ilerici bir yaklaşım olarak görüyor. Tek parti diktatörlüğü dönemini onaylayıp yüceltirken, demokrasiye geçiş süreci olan 1946-50’yi karalıyor. Benim açımdan sözlerinde şaşılacak bir şey yok. Bundan asıl ders çıkarması gerekenler, muhafazakâr medyanın, sosyalizm ile Kemalizm’in birbirinin zıddı olduğunu zannedip, sosyalist olduğunu söyleyen Kemalistleri “siz sosyalist olamazsınıııız!” diye paylayan bazı yazarları. Sosyalizm tapınması sadece sosyalistlerde yok, bazı dindar muhafazakârlar arasında da yaygın. Geçenlerde bir televizyonda muhafazakâr çizgide oluşuyla tanınan bir konuşmacının “Türkiye’de sol sosyalizmi boğuyor. Sosyalizmin kendini gerçekleştirmesine izin verilmedi” diyen cümlelerini neşe içinde dinledim.
Bu kafadaki kimselere bir kere daha seslenmek isterim: Arkadaşlar, sosyalizm-komünizm hocanın açıkladığı şeydir. Onun liberal demokrasiyle, klasik insan haklarıyla, bireysel özgürlükle, adâletle bir alâkası yoktur. Fikret Başkaya ve Özgür Üniversite çevresi hâriç, ülkedeki sosyalistlerin tamamına yakını aynı zamanda Kemalist’tir. Sosyalistlerin en iddialıları Kemalizm’i sosyalizme giden yolda bir merhale olarak görürler. Kemalizm onların mahallî ve konjonktürel, sosyalizm ise genel ve evrensel ideolojisidir…
Böyle fikirleri donmuş, anakronik görüşlere sahip hocalar daha çok konuşsa biz de daha çok aydınlansak, ne iyi olur!
http://gercekgazetesi.net/teori-tarih/sovenizm-dusmani-bir-burjuva-devrimcisi-olumunun-85-yilinda-ahmed-riza
Yazıya temelde katılsam da eksik ve yanlış bulduğum yerler de var. İttihatçılar 1908-1913 arasında da masum değildi. Üç gazetecinin İttihatçılarca öldürülmesi, Meşrutiyetten önce askerlikten muaf tutulan medrese öğrencilerine askerlik yükümlülüğü getirilmesi, 31 Mart ayaklanmasının bastırılmasından sonra yapılan idamlar. Ayrıca bu isyanın gerici olmadığını, İslamcılığının araçsal olduğunu, bu nedenle İttihatçılara muhalif azınlıkları ve liberalleri hedef almadığını, hatta onlarla ittifak kurduğunu İttihatçılığa ve Kemalizme olumlu bakan bir tarihçi olan Feroz Ahmad de yazıyor. Askerlerin siyasi yaşamdaki ağırlığı da Meşrutiyetle birlikte arttı. Tanzimat sonrasında hiçbir sivil devlet görevinde bulunmadan sadrazam olan ilk kişi Mahmut Şevket Paşadır. 1912’yi izleyen on yılda sadrazamlık yapan 10 kişiden beşi, İttihat ve Terakki üst yönetimini oluşturan üç kişiden ikisi askerdir. Cemil Koçak’a göre “En sivil yönetim Abdülhamit yönetimiydi. Askerin siyasette ağırlığının en az olduğu dönem onunkiydi. Ama paradoks şu ki, o da demokratik sistemden yana değildi. Otokrattı.” Benzer bir durum DP/27 Mayıs.
Atatürk’ün Yurda Girişini Yasakladığı Kitap Tekrar Basıldı
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923’te yurda girişini yasakladığı Manavoğlu Nevres Bey’in “Kemalizmin İç Yüzü” adlı kitap, bu ay Derin Tarih Dergisi tarafından okurlarına hediye ediliyor.
Derin Tarih Dergisi Mart sayısında Mustafa Kemal’in yurda girişini yasakladığı kitabı okuyucularına hediye ediyor. Son Halife Abdülmecid’le birlikte yurt dışına çıkan Manavoğlu Nevres Bey “Kemalizmin İç Yüzü” adlı 95 yıl sonra ilk kez yayınlanan kitabında kuruluş yılında Cumhuriyet’i bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Yurda girişi, Mustafa Kemal başkanlığındaki Bakanlar Kurulu’nun 22 Temmuz 1923 tarihli kararnamesiyle yasaklanan o kitaptan çarpıcı bir bölüm:
“Vakıa, Kemalizm namında bir kanaat yok ve Kemalistler bir mahşer-i mahlukat (sürü-kalabalık) olmaktan başka bir şey değildirler. Fakat biz, ruhi sahada Türkiye’de bir cereyan görmekteyiz ki, bugün için onun adını Kemalizm koymaktan başka çare yoktur. Kemalizm demek, silahsız halkın üzerinde silah kuvvetiyle hükümran olmak, fevka’l-kanun (kanunların üstünde) yaşamak, zahmetsiz ve seri bir surette zenginleşmek için her vesileden bilistifade buhranlar, dağdağalar tevlid etmek (çıkarmak) demektir.
Kemalizm, bir hastalıktır ki, Türkiye’nin sû-i teşekkül-i içtimaisi (sosyal yapısının bozukluğu) yüzünden devr-i ahîr-i istibdadın (son istibdat döneminin) mirası olan kaht-ı rical (devlet adamı kıtlığı) karşısında devr-i Meşrutiyetin (Meşrutiyet devrinin) yetiştirdiği türedi kabadayıların, hamiyet inhisarcılarının (tekelcilerinin) lâ-yu‘add sû-i misalleriyle (sayısız kötü örnekleriyle) sârî (bulaşıcı) bir surette hemen bütün memleketi kaplamıştır. Enver’i, Talat’ı, Cemal’i yetiştiren zihniyet ve emel ne ise, Mustafa Kemal’i meydana çıkaran gaye ve tarz-ı tefekkür de odur ve eğer memlekette bir inkılab-ı mes‘ûd-i içtimai (mesut bir sosyal inkılap) yapılamazsa bunun tekerrür ve temâdî (tekrarlanacağına ve devam) edeceğine de şüphe yoktur.
***
Kemalist ve komünistlerin dost ve müttefik olduklarına dair çok şey işittik. Evet, filhakika ruhî manasıyla bu iki kuvvetin yan yana yürümesinden daha tabii bir hal olamaz.
Kemalizm bir zümre-i yârân (kafadarlar grubunun) menfaatına bir ülkeyi haraç-güzâr etmek (haraca kesmek); Bolşevizm (ise), bir sınıf-ı mahsus (belli bir sınıf ) lehine bir milleti esir (etmek) ve münkâd eylemektir (boyun eğdirmektir). Bolşevizm, “idol”lerini, kurşuna dizmekle; Kemalizm (ise), gayelerini idam sehpalarıyla kabul ettirmek istiyor. Kemalizm; rüesâsının (önderlerinin) mâ-fevka’l-kanun (yasaların üstünde) olduğunu; Bolşevizm (ise), zu‘amâsının (önde gelenlerinin) mâ-fevk(a’l-)beşer (insan üstü) bulunduğunu kabul etmiştir. Bolşevizm’de vicdan, Kemalizm’de haya yoktur; iğfal (yanıltma-aldatma) ve mütemadiyen iğfal, her iki mesleğin en birinci silahıdır. Kemalizm en terhibkâr (korkutucu) bir konvansiyon (meclis) altına gizlenmiş desisekâr (hilekar) bir monarşi; Bolşevizm, en aman-sûz (acımasız) bir oligarşi içinden dişlerini gösteren ısırıcı bir emperyalizmdir.”
Ömer Hakan Özalp’in editörlüğünde hazırlanan kitabın önsözünde Manavoğlu Nevres Bey hakkında verilen bilgiler şöyle:
Manavoğlu Nevres Bey Kimdir?
150’liklerden bilinmesine rağmen 150’lik olmayan Manavoğlu Nevres Bey Bursalı Ahmed Fehmi Bey’in oğludur. 1904’te Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’un istihkâm kısmından, 1907’de de Erkân-ı Harbiye Mektebi’nden mezun oldu. Hürriyetin ilan edildiği 1908 yılında İkinci Ordu’da (Edirne) Nazım Paşa’nın seçme kurmay heyeti içerisinde yer aldı ve bilahare Paşa’yla birlikte Bağdat’a gitti. Basra’da, Kuveyt Sultanlığının ilanıyla sonuçlanan başarısız bir çıkarma yaptı ve Havran harekâtında bulundu.
1912’de, İttihat ve Terakki komitesini araştırmak üzere kurulan bir araştırma komisyonunda görev aldı. Ve meşhur Edirne muhasarasında, Şark tabyalarının yıkılmaz tahkimat planlarını yaptı. Bir ara Edirne gazetesinin başyazarlığında bulundu. Aynı yıl, İstanbul muhafızlık erkân-ı harbiye reisliğine (kurmay başkanlığına) getirildiyse de, çok geçmeden tekrar alınarak muavin yapıldı.
1913’te, Mahmud Şevket Paşa suikastı üzerine, 600 kadar muhalifle birlikte Sinop’a sürüldü. Çok geçmeden, birkaç arkadaşıyla buradan kaçarak Rusya’ya, oradan da Mısır’a geçti. 1913 yılının bir kısmını, hükümeti yıkmak için bir araya gelen Hürriyet ve İtilaf Fırkası’ndan Sadık Bey’in başkanlığındaki bir grupla Atina’da geçirdi.
1914’te, siyasete karıştığı gerekçesiyle emekliye sevk edildi. Bilahare, yaşamakta olduğu Mısır’da İngilizler tarafından tutuklanarak Malta adasına sürüldü. Dört yıl kadar burada kaldı.
1918’de İstanbul’a döndü ve ayağının tozuyla, Aralık ayında, Tevfik Paşa kabinesine karşı gerçekleştirilen, ancak başarılı olamayan bir cunta hareketi içerisinde, 1919 Ocak’ı başlarında da Askerî Nigehban Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı.
1919 yılını memleketi Bursa’da geçirdi ve burada Bursa Redd-i İlhak Cemiyeti’nin kuruculuğunu yaptı. Ve kendi sermaye ve gayretiyle Kuvâ-yı Milliye yanlısı Gündüz ve mizah eki Kunduz’u çıkardı. Bir ara Bursa Sanayi Mektebi (Sanat Okulu) müdürlüğünde bulundu. 1920 Ocak’ında Bursa’da büyük bir miting düzenleyerek bir konuşma yaptı.
Bir süre sonra İstanbul’a gitti ve 1920 Mart’ı sonlarında Celaleddin Arif, İsmail Fazıl Paşa, Halide Edip Hanım, Saffet (Arıkan)Bey, Özbekler tekkesi şeyhi Ata Efendi ve İsmet Bey (İnönü) gibi kişilerle birlikte Anadolu’ya geçti.
Kurtuluş Savaşı yıllarını İstanbul, Bursa, Eskişehir ve Konya’da geçirdi ve bir ara Konya’da Öğüd gazetesinin başyazarlığını yaptı.
Ancak, daha sonra, Anadolu harekâtının gidişatını beğenmemiş olacak ki, 1924 yılında –halife Abdülmecid Efendi’yle birlikte– yurt dışına çıktı. Mısır, Şam, Halep ve Beyrut’ta bulundu. Daha sonra Hicaz’a geçerek, Emir Ali’nin müşavirliğinde ve harbiye reisliğinde bulunarak Cidde savunmasında büyük rol oynadı. Ve ardından Ürdün’de paşa unvanı alarak Şerif Abdullah’ın harbiye nazırlığını yaptı.
18 Temmuz 1928’de, tebdil-i hava için gittiği Lazkiye’de vefat etti.
Siyaset dehlizlerinde koşuşturarak, dehâ derecesindeki askerlik becerisini gereğince ortaya koyma fırsatı bulamayan ve kabına sığamayan Nevres Bey, yurtiçi ve yurtdışında bazı eserler de yayımlamıştır:
1. Harb ve Darb, Edirne, 1325, 62 s. Üç bölümden meydana gelen eserde harbin ne olduğu, nasıl kazanılacağı, savaşta kumandanın nasıl davranması gerektiği; harpte kumandanlık makamının yeri ve önemi; harbin manevî ciheti anlatılmaktadır.
2. İçtimaiyat Huzurunda Fırkalarımız, İstanbul 1335, 32 s. Altı bölümlük bu risale, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın eleştirisine tahsis edilmiştir.
3. İmlaya Gelelim, 20 Mart-24 Nisan 1335 tarihleri arasında Müşâhede mecmuasında tefrika edilen eser, adından da anlaşılacağı üzere imla meselesiyle ilgilidir.
4. Merkad-i Osman’da Yunan Süngüsü, Konya, 1920, 116+2 s.
Bursa’nın Yunanlılarca işgali, Yunan zulmü; halkın, Kuvâ-yı Milliye ve Ankara’nın işgal karşısındaki tutumlarıyla ilgili gözlem ve hatıralarından yola çıkarak kaleme aldığı bir romandır.
5. el-Leyletü Hublâ, Şam, 1925, 15 s. Osmanlı hanedanının ve halife Abdülmecid Efendi’nin yurtdışına çıkarılmasının anlatıldığı bir kitapçıktır. (Derin Tarih dergisi tarafından 16. sayısına ilave olarak verilmiştir.)
6. Kamçı, Beyrut, (1925), 15 s. Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi ve Mustafa Kemal Paşa’nın yanında ve çevresinde yer almakta olan bazı şahısların eleştirildiği manzum bir risaledir. Tarafımızdan hazırlanan eser Derin Tarih ek kitapları arasından neşredilecektir.
Nevres Bey’in yurtdışında yayımladığı eserlerden bir tanesi de elinizde tuttuğunuz ve aslında, yazım aşamasında bulunan biyografisinde yayımlamak üzere hazırladığımız Anadolu isimli eseridir. Nevres Bey, bu eserini “M. E(lif) N. Fehmi” [Manav-oğlu Nevres (bin Ahmed) Fehmi] adıyla 1923 yılında, Mısru’l-Kahire’de, Matbaatu’l-Mektebetü’t-Ticâriye’de bastırmıştır.
Nevres Bey’in 1924’te halife Abdülmecid Efendi’yle birlikte yurtdışına çıkmasından ve ismini gizlemesinden hareketle, eseri, –eğer baskı tarihi bir yıl eski gösterilmemişse– henüz burada bulunduğu bir sırada, yurtdışına göndererek bastırmış olduğunu söylemek mümkündür.
Kamçı adındaki risalesinin son kapağında eserleri arasında sayılmasından [müellifin âsâr-ı sâiresi: Anadolu-Siyasi ve içtimai mecmua; el-Leyletü Hublâ-Hânedân-ı Osman’ın teb‘îdi (sürülmesi) fâciası; Mısır Koçanı-(hicivler) der-dest-i neşr] ve –yayımladığımızda görüleceği üzere– aynı risaledeki konu, isim ve bilgilerle örtüşmesinden kendisine aidiyeti kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bazı özel bilgilerin el-Leyletü Hublâ’da geçmesi de bunun bir diğer göstergesidir.
Baskısının üzerinden fazla bir zaman geçmeden risale, Türkiye Büyük Millet Meclisi reisi Mustafa Kemal ve İcra Vekilleri Heyeti reisi Hüseyin Rauf imzalarını da taşıyan 22 Temmuz 1923 tarihli İcra Vekilleri Heyeti’nin (Bakanlar Kurulu’nun) şu kararnamesiyle yurda girişi yasaklanmıştır:
Kararname
Mündericât-ı muzırrasına mebni (zararlı içeriğinden dolayı), Mısır’da münteşir (yayımlanmış olan) Türkçe Anadolu risalesinin Türkiya’ya men‘-i duhulü (girişinin yasaklanması) Dahiliye Vekaleti’nin (İçişleri Bakanlığı’nın) 9 Temmuz sene (1)339 (1923) tarih ve İdare-i Umumiye Müdüriyet-i Umumiyesi’(nin) 2532/32688 numaralı tezkiresi üzerine İcra Vekilleri Heyeti’nin 22.7.(13)39 (1923) tarihli içtimaında takarrür etmiştir (toplantısında kararlaştırılmıştır).
22.7.(13)39
İç kapakta yazılı olup bilahare silindiği anlaşılan ve “birinci sene…” gibi okunabilen ibareden ve Kamçı adındaki risalesinde geçen “Anadolu-Siyasi ve içtimai mecmua” bilgisinden, dergi olarak çıkmaya başladığını düşündüren ve bugüne kadar gözlerden kaçmış olan, Arap harfli 48 sayfalık bu eser, şu bölümlerden oluşmaktadır:
İlk ve son söz (s. 2-3): Eserin yazılış gayesi ve izlenen yöntemle ilgili bir giriştir. İçtimaiyat – Halk hükümeti (s. 3-18): Türk yönetim geleneği, Osmanlı’nın son dönemdeki hürriyet anlayışı ve Lütfi Fikri Bey olayından hareketle Anadolu’daki hükümet şekli irdelenmekte ve burada, halk hükümeti olmayıp “harp, ihtilal ve diktatör hükümeti” bulunduğu savunulmaktadır.
Tahlil-i tarihî – Bir nutuk münasebetiyle (s. 18-24): Osmanlı padişahlarından yapılan alıntılardan yola çıkılarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yapısı ele alınmaktadır.
Ruhiyat – Kemalizm-Komünizm (s. 24-31): Bu bölüm, Kemalizm’le komünizmin ilişki ve benzerliklerine ayırılmıştır.
Fikirler cevaplar – Hürriyet Latife Hanım değildir (s. 31-32): O dönemdeki Abdullah Cevdet Bey hadisesi bağlamında, Anadolu’da söz ve fikir hürriyeti bulunmadığı konusu işlenmiştir.
Günün hadiseleri – Fesh mi, infisah mı, tefessüh mü? (s. 33-40): Ali Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından katledilmesi ve bu bahaneyle Meclis’in dağıtılması olayına yer verilmektedir. Örnekler – Halide Edib (s. 40-43): Halide Edip Adıvar’ın ruh dünyasıyla Mustafa Kemal Paşa’ya bakışı konu edinilmiştir.
Mâ-vak‘lar (İki levha-i sefalet; Hükümdarlığa doğru mu?; Adaletin telakkisi; Para ver, can ver!; Mecburi izdivaç; Eyne’s-serâ ve’s-süreyyâ) (s. 44-48): Gazetelere yansıyan “açlıktan iki kişinin intiharı; Mustafa Kemal Paşa’nın kayd-ı hayat şartıyla reisliğe mi gittiği; Süleyman Nazif ve Cenab Şahabettin’in vatana ihanetle yargılanmaları; halka yüklenen vergi yükü; Yeşilzade Mehmed Salih Efendi’nin meşhur zorunlu evlilik ve taaddüd-i zevcat kanun teklifi” konularının tahlil edildiği bu kısım, Türkiye’den kovulan-kaçan ve Hicaz’a giden siyasi mağdurların durumlarıyla son bulmaktadır.
http://www.haksozhaber.net/ataturkun-yurda-girisini-yasakladigi-kitap-tekrar-basildi-58129h.htm