Komünizm Fikri Yeniden Hayata Dönerken…
Komünizm Fikri (Berlin Konferansı, 2010), (Hazırlayanlar: Alain Badiou ve Slovoj Žižek; çev: Okan Doğan, Savaş Kılıç, Haluk Barışcan; Metis Defterleri, 2012)
Mart 2009’da, Londra’daki Birbeck İnsani Bilimler Enstitüsü tarafından düzenlenen “Bir İdea Olarak Komünizm” adlı konferansa sunulan metinler Ayrıntı Yayınları tarafından aynı adla kitaplaştırılmıştı (2011, çev: Ahmet Ergenç ve Ebru Kılıç). Bu kitabı, “Žižek Ne Yaptı?” (8 Ocak 2011) adlı makalemde, ağırlıklı olarak Slovoj Žižek’in şahsında değerlendirmeye çalışmıştım. Aynı girişim bu sefer 2010 yılında yapılan Berlin Konferansı olarak çıkıyor karşımıza. Alain Badiou ve Slovoj Žižek, yine girişimin esas örgütleyicileri.
Ne var ki, bu sefer, yine kitabın son makalesinin yazarı olan Slovoj Žižek’in üzerinde durmayacağım. Bunun nedeni, bence Žižek’in, bir yıl içinde bir hayli gerilemiş, gevşemiş, hatta halihazır hükümetlere akıl verecek ölçüde reelpolitikleşmiş olması. Ama kitapta, bu kaybı telafi edecek üç dikkate değer makale var. Makale sahipleri: 1. Alain Badiou; 2. Polonyalı Goldex Poldex grubunun üç üyesi, Majmurek, Mikurda ve Sowa; 3. Bülent Somay.
Bu makalelere geçmeden önce kitabın geneli üzerinde birkaç söz söylemek istiyorum.
1950’lerden beri içinde bulunduğu kriz, 1990’ların başında reel sosyalist ülkelerin çöküşüyle birlikte bir ölüm kalım krizine dönüşen komünizm fikrini yeniden hayata döndürme (Badiou ve Žižek’in önayak olduğu) girişimini olumlu bulduğumu belirtmeliyim. Komünizm fikrinin bir daha geri getirilmemecesine ölümü gerçekten de kapitalizme karşı radikal bir dönüşümden yana olan devrimcileri üzerdi. Komünizmin yeniden devrimci bir biçimde canlandırılması bu bakımdan sevinilecek bir şeydir. Hele hele böyle değerli felsefecilerin çok değerli katkılarıyla…
Bununla birlikte bu canlandırma girişiminin bazı zaaflar taşıdığını da belirtmek zorundayım. Bu zaafların en başında, komünizm fikrini canlandıralım derken, onu mistifike etme tehlikesinin geldiğini düşünüyorum. Alain Badiou da dahil (belki de en başta o) bütün katılımcılar komünizm fikrini kendinden menkul bir ölümsüzlük, neredeyse bir din noktasına taşımaktadırlar. İkincisi, bu felsefeciler, sanki aralarında sözleşmiş gibi, komünizmin dışındaki devrimci akımlardan, en başta da anarşizmden ne fikri düzeyde, ne hareket olarak ne de örneğin İspanya 1936 devrimi bağlamında, tarihi düzlemde söz etmemekte son derece ısrarlıdırlar. Üstelik, tarihteki devrimci mirasa bu kadar ihtiyaç duydukları bir zamanda… Üçüncü bir nokta ise şu: Alain Badiou’yu, Solidarnoş hareketini çok güzel değerlendiren Polonyalı grubu ve Bülent Somay’ı dışta tutarak söyleyecek olursam, komünizm fikrini canlandırmak isteyen felsefeciler, bu canlandırmanın vazgeçilmez şartı olan, geçmiş komünizm deneylerini gereğince değerlendirmekte bir hayli isteksiz görünmektedirler. Evet, anlaşıldığı kadarıyla, neredeyse hepsi Stalinizme karşıdırlar, bir kaçı hariç (örneğin Saroj Giri) büyük çoğunluğu geçmiş komünist deneylerin başarısızlığını kabul etmektedir ama yine de bu deneylerin derinlemesine irdelenmesinde, enine boyuna ele alınmasında pek hevesli gözükmemektedirler. Bu hevessizlik haline bir de felsefi kavramlara fazlasıyla sığınma eğilimini eklersek, ortalığı, tarihin somut değerlendirmesini gölgeleyen bir sis bulutu kaplamaktadır adeta.
Bu genel girizgâhtan sonra, yukarda belirttiğim makalelerdeki son derece dikkat çekici irdelemelere geçebiliriz.
Alain Badiou: Leninist Deneyin Esaslı bir Eleştirisi
Doğrusunu söyleyeyim, ben Alain Bodio’yu yeni yeni tanıyorum, hatta diyebilirim ki, bu düşünür, bu kitabın hemen başında yer alan, “İdeası Komünizm Olan Şey” makalesiyle parladı benim gözümde.
Alain Badiou makalesinde, Leninist devrim anlayışının ortaya çıkışını ve daha sonraki çöküşünü çok esaslı bir şekilde ele alıyor (benzeri saptamaları ben de “Dünya Devriminin 1., 2. ve 3. Dönemleri” -25 Ocak 2011- başlıklı makalemde yapmıştım[1]):
“19. Yüzyılın sonunda komünizm fikri çok özel bir Tarih tahayyülüyle yakından ilişkiliydi. Bu tahayyül, devlet ve iktidara göbeğinden bağlıydı. Devrim bu tahayyülün anahtar sözcüğüdür. Nitekim mevcut iktidarın yıkılıp yerine başkasının geçirilmesine yönelik şiddet içeren bir kolektif çabanın adıdır devrim. Bu durumda komünizm fikri işçi örgütlerinin siyaseti ile bu negatif ve şiddete gebe iktidar ve devlet tahayyülünü birleştirir. O dönemde komünizm fikrinin bu biçimine gönül veren birey için öncelikle devrimci denebilir. Hatta Lenin’e bakılırsa, ‘profesyonel bir devrimci’. Bundan doğan da ‘iktidarın zorla ele geçirilmesi’ fikrine gırtlağına kadar batmış bir komünizm tahayyülüdür… Ayaklanmacı bir komünizmdir bu. 19. yüzyıldaki işçi ayaklanmalarının, özellikle de Paris Komünü’nün başarısızlığı, komünistlerin en radikallerini pragmatik bir tahayyüle itmiştir: İlk gereken, halk kalkışımı, zafere ulaşacak bir kalkışımdır. Bunun için de komünist örgütlenmenin hiyerarşik, kayıtsız şartsız ve askeri bir disiplini olmalıdır. Partinin çelik gibi bir disiplini olması gerektiğini söyleyecektir Lenin. Dolayısıyla diyebiliriz ki 20. yüzyılın başında komünizm fikri, siyasal işçi örgütlenmesinde merkezi ve askeri bir pratik ile başlıca motifi zafer olan bir Tarih tahayyülünü birleştiririr.” (s. 17)
“Zaferden sonraki işler, yani parti-devletin kurulması, sosyalizmin inşası, hiç unutmayalım, askeri zafer fikriyle şekillendirilmiş savaşa yönelik aletlerle yapılmıştır. Bu yüzden de sosyalizmi kurmak için kullanılan yöntemler uzun bir süre için merkeziyetçi, şiddete gebe ve askeri yöntemler olmaya devam etmiştir. Barış zamanında merkeziyetçi ve askeri yöntemler demek, kelimelerden korkmayalım, terörist ve polisiye yöntemler demektir… İnşa etme işine hiç uygun olmayan aletlerle girişilen bu inşa esnasında, bana göre komünizm fikri yavaş yavaş ortadan kayboldu… Militanlar devlet memurlarına, aparatçıklara dönüştüler ve komünizm fikrinin yitip gidişine imza attılar.” (s. 18)
Bu satırlara ben de rahatlıkla imzamı atabilirim. Aşağıdakilere de:
“Komünizm fikrinin gerçeği –fiilen- yerel siyasal deneyimlerden oluşur. Bu deneyimler proletarya kitlelerine bağlıdır doğrudan doğruya; ama ister demokratik olsun ister otoriter, devlet iktidarının mevcut mekanizmasına bütünüyle yabancıdırlar. Siyasal pratiği iktidar sevdasından kurtarmak muhakkak şart.” (s. 19)
“Komünizm fikri bizatihi şiddetten uzak bir fikir olarak kavranmalı ve ifade edilmelidir. Çünkü bu fikrin Tarih tasavvuru şu an için artık devlet iktidarını şart koşmuyor” (s. 19)
“20. yüzyıldaki devrimlerin maruz kaldığı ulusal sınırlamalar, komünizm fikrinin en büyük zaaflarından biriydi. Sahte bir enternasyonalizm üretmişti. Sahte, çünkü belli ülkelerin ulusal hegemonyası gizliden gizliye kuyusunu kazmıştı onun.” (s. 20)
Konferansa katılanlardan Hintli Saroj Giri (Hindistan’dan her zaman bir M. N. Roy çıkmaz ki:)), Alain Badio’nun bu son derece değerli saptamalarından ciddi biçimde rahatsız olmuş:
“Badiou’nun Komün ve proleter siyasal iktidar organları – yani özel bir tür devlet, proleter devlet – meselesi ya da zorunluluğu arasındaki bağlantıları koparma çabalarından ciddi biçimde rahatsızım. Bu tür bir ‘devletten çıkarma’, sınıf mücadelesini, burjuvazinin örgütlü ve pekişmiş iktidarının (yani mevcut devletin) baskıcı gücüne maruz bırakmayla aynı kapıya çıkabilir.” (s. 58)
Saroj Giri, bu hayli yıpranmış ve artık inandırıcılığını iyice yitirmiş bu eski argümanı çiğneye dursun, isterseniz biz, Alain Badio’nun açtığı yoldan devrimin ve komünizmin daha can alıcı sorunlarını tartışmaya Bülent Somay’la devam edelim.
Bülent Somay: Devrim Üzerine Önemli Bir Argüman
Bülent Somay, “Kaldığımız Ders: Marx’ı Tekrarlamak” makalesinde, aşağı yukarı fazla sorgulanmadan günümüze kadar gelen eski devrim anlayışı ile ilgili olarak şu ilginç saptamayı yapıyor:
“Devrim ‘yapabileceğimiz’ bir şey değildir; önceden planlayabileceğimiz veya ihraç veya ithal edebileceğimiz bir şey de değildir. Devrim başımıza gelir; çoğu kimse için de hoş bir deneyim değildir bu. Devrimci bir durumda kendini rahat ve umutlu hissedenler, en koyu anarşistler, besin zincirinin en altındaki, en yoksullaşmış kişiler ve tabii bir de ‘tehlikeli sınıf’ mensupları olabilir ancak. Çünkü böyle bir durumda gündelik hayatımızı oluşturan bütün rutin şeyler birden yok olur. ‘Ücretli köleler’ ücretlerini alıp alamayacaklarından bile emin olamaz. Yolda barikat mı kurulu, silahlı çatışma mı çıkmış belli olmayacağından, evden işe gitmek bile bir maceraya dönüşür.” (s. 207)
“Anarşizm” ya da “anarşistler” sözcüğünün bu kadar az ve ilgisiz bir şekilde geçtiği böyle bir kitapta Bülent Somay’ın anarşistlerden olumsuz (olumsuz mu? Evet bence olumsuz. Yani dolaylı bir şekilde, “en koyu anarşistler”in işsiz güçsüz, ipsiz sapsız, toplumdan kopuk tipler olduğu söylenmiş oluyor) anlamda söz etmesi, bir bakıma Somay’ın şanssızlığı olmuş bence. Neyse, biz devam edelim. Somay, bundan sonra, “proletarya diktatörlüğü”nü irdelemekte ve proletaryanın uzun süre yönetici bir sınıf olamayacağı üzerine benim de katıldığım argümanlarını sıraladıktan sonra, bence Lenin’e göstermediği nezaketi Marx’a gösterme kaygısıyla olacak, Marx’ın “proletarya diktatörlüğü” üzerine nadir sözlerinden birini alıntılamadan önce, bu alıntıyı destekleyecek şekilde şöyle demektedir:
“Proletarya diktatörlüğü, yalnızca devrim uğrağı zarfında bir anlam ifade eder:”
Önce devrimin istenilir bir şey olmadığı ile ilgili, bugüne kadarki devrim anlatımlarında hep geri plana itilmiş yukardaki saptamaya değineyim. Evet, ayaklanma anlamındaki devrim, gerçekten de muazzam bir toplumsal altüst oluşu ifade ettiği için, ortaya çıkacak kargaşalık ve düzensizlik o kadar da istenilir bir şey değildir. Bülent Somay’ın sözünü ettiği durumların hepsi fazlasıyla vardır böyle bir durumda. Bu yüzden de insanlar gerçekten de “devrim” adı verilen ayaklanmanın bir an önce sona erip normal hayatlarına dönmek isterler haklı olarak.
Evet ama burada bir sorun var. Klasik devrim paradigmasına göre devrim ayaklanmayla neredeyse özdeşti. Daha doğrusu ayaklanma devrimin en zirve noktasıydı. En zirve noktasıydı, çünkü bu ayaklanmayla iktidar alınıyor, daha doğrusu iktidar, proletarya adına örgütlenmiş bir partinin eline geçiyor ve bundan sonra bu parti yukardan aşağı sosyalizmin ya da yeni toplumun inşasına girişiyordu.
Klasik devrim tanımı açısından Bülent Somay’ın saptaması doğru olmakla birlikte, bence artık bu paradigmanın terk edilmesi gerekiyor. Devrim, ne ayaklanmayla özdeşleştirilebilir, ne de iktidarın alınmasıyla. Devrim bugünden başlayan ve sonsuza kadar, evet altına çizerek belirteyim ki sonsuza kadar devam edecek bir süreçtir. Elbette bu süreçte mevcut iktidara, mevcut devlete karşı topyekûn ve kısmî ayaklanmalar da meydana gelebilir ama bu ayaklanmalar sadece uzun devrim sürecindeki bazı duraklardır. Hatta şunu da belirteyim ki, devrim hiç de ayaklanmayı içermek zorunda değildir. Çünkü yeni devrim paradigmasına göre, ezilenler iktidarı yıkmayı arzulasalar da iktidarı almaya asla teşebbüs etmemelidirler. Çünkü bu tür teşebbüslerin acı sonuçları yaşanmış, görülmüştür. Hatta bırakın iktidarı almayı, devrim, iktidarın uzağından bile geçmemelidir. Devrim, kapitalist ilişkilere ve iktidarlara karşı alternatif bir yeni toplum inşasıdır ve bu inşa, iktidar çarpışmalarına girmekten kaçınılarak, mümkün olduğu kadar barışçı koşullarda gerçekleştirilmelidir, gerçekleştirilebilir. Alain Badiou’nun belirttiği gibi, iktidar yarışına girdiğiniz zaman, eğer parlamentarizme katılmış reformistler haline gelmemişseniz, Lenin’in önerdiği türden askeri disiplinli ve şiddeti kullanan bir örgütlenmeye gitmek zorunda kalırsınız. Bu da sizi, eğer başarılı olursanız, ister istemez, yeni iktidar sahipleri olarak ayrıcalıklı bir konuma getirir ve devrim adına halka kılıç sallamaya sevk eder. Aynı deneylerin tekrar tekrar yaşanmayacağını bilmek gerekir.
Dolayısıyla yeni devrim anlayışına göre, devrim, iktidarı almak için ayaklanma değil, yeni toplumsal ilişkiler ağının örülmesi anlamına gelmektedir ve bu yüzden bir an önce bitmesi değil, tam tersine günlük hayatımızda daha da yaygınlaşması arzu edilen bir durumdur.
Proletarya diktatörlüğüne gelince… Marx’ın bu devreyi, Bülent Somay kadar kısa süreli düşündüğü kanısında değilim. Yani Marx, “kapitalist toplumla komünist toplum arasında, birinden öbürüne dönüşümün gerçekleştiği devrimci dönüşüm dönemi bulunur. Ayrıca bu döneme isabet eden bir siyasal dönüşüm dönemi vardık ki, bu dönemin devleti ancak bir devrimci proletarya diktatörlüğü olabilir” (Gotha Programının eleştirisi) derken, hiç de çok kısa bir geçiş evresi öngörmemektedir. Bu bir yana, öyle bile olsa, kısa bir devre için bile “proletarya diktatörlüğünü” kısa bir devrim uğrağında “anlamlı” bulmak pek anlamlı değildir. Gerçekten proletaryanın “kısa süreli” diktatörce önlemler aldığını düşünsek bile, bu tür diktatörce önlemlerin ne proletaryaya ne devrime, ne de yeni kurulacak topluma hayırlı sonuçlar getireceğini, sanırım Bülent Somay da düşünmeyecektir. Dolayısıyla buradaki “anlam”ın “proletaryayı” devrimci bir sınıftan zorba bir sınıfı dönüştüreceğini düşünmek için çok nedenler vardır.
Bu yazıda Polonyalı Goldex Poldex grubunun, Polonya’da Solidarnoş’un 1980-82 yıllarını kapsayan mücadelesini anlatan ve tahlil eden “Buzluktaki Olay: Bir Siyasal Tahayyül Patlaması Olarak Solidarnosc Karnavalı” makalesine yer vermeyi çok isterdim. Ancak bu, makalenin bütününü alıntılamaktan farksız olurdu. Bu yüzden, kitabı alıp özellikle bu makaleyi okumanızı salık veririm. Solidarnoş hareketinin 1980’lerdeki mücadelesine uzaktan uzağa hep sempatiyle bakmışımdır ama bu kadar muazzam bir hareket olduğunu bilmiyordum doğrusu. Bu hareket de, 1789 Fransız Devrimi, 1848 Avrupa Devrimi, 1870 Paris Komünü, 1917 Sovyet Devrimi, 1936 İspanya Devrimi, 1956 Berlin, Poznan, Macaristan Ayaklanmaları, 1966 Çin Kültür Devrimi, 1968 Prag Baharı, 1968 Dünya Devrimi gibi, tarihteki devrimci dönüm noktaları pantheonundaki yerini almalıdır: 1980 Polonya Solidarnoş Devrimi.
Gün Zileli
26 Ekim 2012
[1] “2. Devrim döneminin temsilcisi II. Enternasyonal, kendi içinden, örgütlü devrim fikrini öncü partinin örgütlediği devrim fikrine doğru eğen (şu meşhur çubuğu eğme olayı) Lenin gibi teorisyenler ve yine Lenin’in şahsında bu teoriyi pratiğe uygulayan önderler çıkarttı. 1917 yılındaki bu doğum, aynı zamanda II. Enternasyonal’in, en azından radikal devrimciler dünyasındaki ölümü anlamına geliyordu.
1917 Sovyet Devrimi, toplumsal ayaklanmanın bir “öncü parti” aracılığıyla örgütlenmesinin zaferi olarak bilinçlere işlemekle kalmadı, aynı zamanda devrimin getirdiği toplumsal değişimin bu öncü parti aracılığıyla örgütlenmesine de yol açmış oldu.
Bolşevik iktidarı dönemindeki uygulamalar ve hele 1930’lu yıllardaki, Stalin’in büyük temizlikleri, insanlığın belleğine ve bilincine bir başka gerçeği daha kazıdı: Devrim örgütsüz olmuyordu ama kitle inisiyatifini bastıran ve her şeyi partiye bağlayan bir devrim deneyimi devrimin başarısızlığından da daha büyük bir felaketti; devrimin ölümüydü.
Öncü partili devrim döneminin ölüm çanları, Sovyet Kızıl Ordusu’nun Nazilere karşı askeri zaferleriyle gerçekleşen “Doğu Avrupa Devrimleri”nin hemen ardından çalmaya başladı. Berlin’deki, Poznan’daki işçiler, işçi sınıfını işçi sınıfı adına baskı altına alan, grev hakkını gaspeden ve işçileri zorla çalıştıran parti diktatörlüğü rejimlerini kabul etmemiş ve ayaklanmışlardı. Macaristan 1956, bu kabul etmeyişin en beliğ ifadesi oldu ve Macar Devrimi görkemli bir kapanış sahnesiyle partili devrimler dönemine son verdi.”
Toplumsal donusumlerin maddi bir zemini yoksa ya mevcut sisteme uyumlu onun icinde yer alan bir surecin yasanmasi,yada iktidar odakli siyasi devrim- darbeci bir tarzda ele gecirme-yapmaktan baska alternatifler aranmasi gerekmektedir.Kapitalizmden,sinifsiz topluma gecis yuzlerce yili kapsayacaktir.Nasil kapitalizm feodalizmin bagrinda yuzlerce yil gelisebilme sansini yakalayabilmisse-toplumsal dinamiklerini yaratabilmisse-sinifsiz toplumun nuveleride yuzlerce yil kapitalizmin bagrinda gelisecek ve yeni toplumun insasinin dinamiklerini yaratarak cok uzun surecek bir yolculuga devam edecektir.yeni toplumsal iliskiler aginin orulmesi surecinin maddi temelide uzun yillar sabirli calismalarin bir urunu olmak yaratilacaktir.Kapitalzimin oyle alti asirlik bir zaman icinde bitecegini dusunmek iradi zorlamalara guc vermektedir.Binlerce yila tekabul eden toplumlarin gelisim tarihi zaman acisindan bizlere bir seyler soylemektedir,tahlillerimizi zaman faktorunu dikkate almadan yapmak toplumsal dinamiklerin kavranmasini engellemekte subjektif algilamayi guclendirmektedir.bu gunden hemen simdi devrimin insasi meselesi yerel iktidarlar orgutlulugunun mevcut kosulularda yaratilmasi pespektifidir.Cok basit olarak karsi ciktigimiz seyleri ”yeni toplum” adina eskisinden daha kotu bir karikaturunu yapacaksak ne anlami kalir.Anlamli olan insanliga barisin dili ve pratiginin hakim oldugu-gogus goguse mucadele eden-tarzlar gelistirmeliyiz.
Keşke Gün Zileli kendi fikrini devam ettirseydi. Yani Alain Badiou’nün komünizm fikrini bir din mertebesine çıkarması düşüncesini. Diğerlerinde görece daha az (Zizek’te hemen hemen hiç yok) ama Badiou’de bolca bulunan o davranış, aslında bu insanların komünizm fikrine bakışlarını da veriyor bana kalırsa.
Küfürlerle tartışmayacağımızı önden kabul ederek yazıyorum. Badiou, ayıptır söylemesi, bir neo-Kantçı. Kantçı ya da neo-Kantçı, Hegelci, Lacancı vs. olmak başlı başına suç değil kuşkusuz. Problem gerçeklere varışımızda problem yaratması ve bizi eli kolu bağlı halde ya da işe yaramaz işlerin peşine sürüklemesi. Badiou’nun o konferanstaki metninde de, Komünist Hipotez’de de, Tarihin Uyanışı’nda da, hep aynı problemi gözlemlemek mümkün.
İş geliyor gidiyor, hep aynı yere takılıyor: Sanki arabayı atların önüne koyuyormuşuz gibi oluyor. Bir fikir, burada Komünizm fikri, öyle bir yüceltiliyor ki, onun doğal geri beslemesi (yani insanların arzuladıkları şey komünizm olduğu için komünizmi istemesi değil, komünizmin fikrinin kendisinin uğruna milyonlarca insanın harekete geçmesi) kendisi yerine konuluyor. Adeta, ne adetası, açıkça Komünizm, yüce kategorisine alınıyor. Burada büyük bir problem var. Bu komünizm fikrinin yeniden hayat bulması gibi masum bir şey değil, bu 1930’lardan günümüze kadar hemen hemen her sosyalistin beynini felçleştiren, uyuşturan, hiç bir şey düşünemeyecek duruma getiren, muarızların itirazlarına küfürle karşılık verdirten, o meşum şey. O dinsel huşu, o sürekli hissedilen pseudo-vecd anı, o sosyalistin kendisini kurtarıcı, uyanmış, dünyayı kurtarmak için hayatını hiçe sayan kahraman (simgesel ölü-yarı ölü) olarak görmesini sağlayan afyonun ta kendisi. O sebeple, Gün Zileli’nin yazdıklarına, Muhammed karekatürlerine verilen tepki veriliyor. Çünkü bunlar aynı duygudan kaynaklanıyor.
O sebeple, o kitapda olmasa da başka yerlerde Zizek’in Kayser Şoze’nin yaptığını yaparak, düşmanı yenmek için önce kendi bağımlılıklarımızdan, kendi kutsal saydıklarımızdan kurtulmamız gerek jesti, Badiou’nun goygoyundan binlerce kat daha devrimci bence.
Üstelik bu Kantçılık, Gün Zileli’nin alıntıladığı yerde de var. Lenin yalnızca “çelik gibi disiplinli” bir partiden bahsetmemiştir. Aynı zamanda, bu disiplinin işçi sınıfından kaynaklandığını da söylemiştir. Ama nedense bu hep atlanır. 1900’lerin başında yan atölyeleriyle birlikte 30 bin kişilik Putilov’da metal işçisi olsaydık, heralde ağ tipi örgütlenmelerden, özerk yapılanmalardan, yeni öz-disiplin anlayışlarından bahsedemezdik. Burası nedense hep unutuluyor. Ama savaş ve Çarlığın despotluğu hiç unutulmuyor. Olgunlaşmamıştık dememek için, devamlı düşmanları ve şartları suçlayıp duruyoruz, adeta yeni ergenler gibi. Çünkü kategorilerimiz zamandan ve mekandan uzak, mutlak ve aşkın kategoriler.
Ve son nokta, Saroj Giri’nin “yıpranmış ve artık inandırıcılığını iyice yitirmiş” şu eski argümanındaki hatayı göremiyorum. Bu argümanın kaynaklandığı yer dikkate alınmazsa, Uras’taki helikopterlerle biçilen göstericiler olmamız işten bile değil. Çözüm belki “çelik disiplinli parti”de olmayabilir. Ama bu sorun orada, ta karşımızda duruyor. Dolayısıyla öyle kenara atılacak bir argüman değil bu. İşin ucunda, artık yalnızca yabancı işgal kuvvetleri yok. İşin ucunda merkezinde 100 milyon derece, ateş çapı 500 metre olan güneşçiklerimiz de var. Ve bu sorunu Badiou gibi o tarafa bakmayarak aşamayız.
yazı ve yorumlardan anladığım kadarıyla marksizmi ve onun devrim ideasını gereğinden fazla büyütüyoruz. oysa yazıdan da açıkça fark edilen şu ki, anarşizmin haklı eleştirileri karşısında Marksizm bütün yenilmişliğine rağmen, kibri elden bırakmıyor. oysa konu çok açık ki anarşizmin tarihi boyunca marksizme yönelttiği devlet-egemenlik teorisi, devrim, “geçiş aşamaları”, bilinç ve örgütlenme meseleleri..
bu kibir onun iktidar iddiasından vaz geçmeyeceğiinin adeta kanıtı. bundan hareketle diyebilirim ki, o sadece ve basit anlamıyla bir dünya görüşü değil; muktediriyet için-uğruna sistematize edilmiş katıksız bir ideolojidir. iktidar olmak onun varoluş gayesidir. parti ve onun diktatörlüğü bunca olumsuz deneye rağmen hala birileri için yöntem olabiliyorsa, başka ne söylenebilir?
işin hayret verici yanı bunları anarşizm adına bu kadar önemsemektir. şu devrim ve komünizm kelimelerinin hatırına bu kadarına değer mi? bence bu kavramları kendimizce tanımlayıp, aradaki farkı belirtmek ve altını kalınca çizmek yetmeliydi.
devrimden anladığım, iktidarın karşısında ayaklanmış, onun getirdiği tahakkümcü yaşama alternatif bir eşitlik, özgürlük ortamını kurmaya girişmiş halk dediğimiz bil cümle ezilen, yönetilen mağdurun isyan halidir. ve hiçbir şekilde iktidara imkan vermez. devrim iktidarın bittiği andır. yeniden iktidar kurma deneyimlerinin her türlüsü de karşı devrim.
komünizm kelimesini de bu denli ideolojikleştimemek, fetişleştirmemek gerekir. insanın insanı sömürüp, yönetmediği adil, eşit ve özgür olduğu durum arzulanıyorsa bunu adı nirvana, yeryüzü cenneti ya da komünizm olmuş önemi var ? mı?ise
anonim adıyla çıkan üstteki yazıyı ben yazdım-bana aittir. tekno-hatamı düzeltirim
anarşizm-sosyalizm-komünizm ve devrim sözcüklerini bu dizimleriyle okuduğumuzda birbirlerinin ardından gelebilecekleri de mümkündür düşüncesi çıkar.fakat bazıları bunun tersten başlanayarak da okunabileceğini söylerse ne denmelidir¿
bunun düşünülmesini dileyerek geçiyorum.
devrim iktidar olunduktan sonra elbette sonlandırılmayacak bir süreçtir.bitmeyecek.aslında iktidar olunmayla devrim kavramını yan yana getirerek düşünmeyi olumlamıyorum çünkü iktidar her şeye nüfuz etmenin hırsıyla düşünürken devrim yalnızca yıktığının yerine başka özneler geçirme edimi değildir, neşeyle,keyifle ve arzuyla hayatın içinde olması devrimin dolayısıyla daha çok bu eyleyişiyle arzulanacağı fikri üzerinden düşünmek isterdim.
bir de eski toplum ve iktidarların alışkanlıkları var, ki onları bir gecede değiştirmek olanaklı değildir.binlerce hatta onbinlerce yıl süre gidebilirler.bu handikap yüzünden geriye dönüşleri olmuş pek çok devrim vardır.bu durumun hafife alınmayacak güçlü bir etken olarak hala önümüzde durduğuna inanıyorum.
ayaklanmaları ve devrimleri bu hakikatlerden bağımsız düşünmek yığınca hata yaptırdı bizlere.
Anarşizmin, iktidar problemine yanıt verebildiğini sanmıyorum. Eleştiri yanıt vermek değildir. Eleştiri, “O iş öyle olmaz o” demektir. Ama nasıl olur? Burası açık değil… diye başlamıştım da, daha önce beni rahatsız eden bir yer iyice vurdu:
Gün Zileli’nin “Dolayısıyla buradaki “anlam”ın “proletaryayı” devrimci bir sınıftan zorba bir sınıfa dönüştüreceğini düşünmek için çok nedenler vardır.” sözünün açılması gerek. Burada bir gariplik var.
Kelimelerin gerçek anlamıyla alırsak, çalışan sınıf devrimden sonra diğer sınıfları yok etmez ve herşey sürer gider, ki bu ne biçim devrim? Fabrikalara, ofislere el koyunca burjuvazi uçtu zaten. Artık saatleri sayılı. Diğer ekonomik sınıflar ne kadar sömürülebilir ki? Ahı gitmiş, vahı kalmış köylülerin nesini sömüreceğiz? İlkel birikim yapabilecek durumda değiliz. Artık kapitalizmin yaygın olmadığı tek bir ülke kalmadı! Ya da mahalle bakkalını mı sömüreceğiz? Adamlar frenchisingle iş alıyorlar. “Bakkalım” benim. E o halde herkesin çalışan olduğu bir dünyada çalışan sınıf kimi nasıl sömürecek?
Yok kelimeleri bugüne kadar olan olguların ışığında anlarsak, aslında proleterya diktatörlüğü, proleteryanın değil onun erkini devrettiği birileri tarafından kullanılması ve bunun engellenemeyecek olması ise problem, o zaman zaten başta bittik. Çünkü ekonomik sınıfların politika yapamayacaklarını, onların yerine onların temsilcilerinin politika yapacağını söylemiş oluyoruz. O zaman, anarşizme de, komünizme de elveda. “Binlerce yıl sürecek bir bürokrasi devresi varsa, benim sabah köşe başında işçilere broşür satmak için kasmama ne gerek var?”
bence anarşizmin söylediği ” o iş öyle olmaz”dan daha fazlası.. iktidar ilişkilerinden arındırılmış, doğaya ve insana tahakküm etmeden yaşamak mümkündür. bunun teorisinde bir sıkıntı yaşadığını sanmıyorum. iş pratiğe geldiğinde anarşizm bir ideoloji değil ki iktidar için bir reçete sunsun. o daha çok yaşamı yeniden deneyimlemeyi ve bu deneyimleri paylaşmayı önerebilir. bu konuda da internet gibi bir araçtan yararlanmada başarısız olduğu söylenemez. deneyimlemede biraz ürkek olduğu söylenebilir elbette…daha fazla ne söylenebilir, fikir ve eleştiriye açıktır herhalde.
Teori-pratik ayrımı konusunda aynı düşünmüyoruz. 🙂 Teoride iyi, olanın pratikte de iyi olması gerektiği kanısındayım.
Neyse, her nedense Gün Zileli’nin Badiou’ye bakış açısı beni panikletti. Dediğim gibi, Badiou’nün neo-Kantçı olduğunu düşünüyorum. Gün Zileli alıntılamamış ama Kantçı olduğunu inkar etttiği ilk sayfalarda bile dönüp dolaşıp Kantçılık yapıyor, hem de Lenin’in ağzından. Lenin’in Materyalizm ve Ampriyokritisizm gibi isim-şehir-hayvan-bitki materyalizmi yaptığı zamanlarda kullandığı bir sapt(ırm)amayı, işçi sınıfının kendiliğinden bilinci sendikal bilinçten öteye geçemez fikrini kullanarak. Bunu bir anarşistin olumlaması olanaksızdır heralde. Bir nihilistin belki.
Öncelikle neden bu hikayeleri bağlayacak şey Komünizm olsun? Neden mesela, “uzaycılık” olamıyor? “İnsan ırkının hızlıca kolonileşmesi gerek, çünkü bir aptallık edip sinyallerimizi broadcast yaptık. Eninde sonunda bu civarlarda olan bi tür bizi farkedecek, sonra seyreyle gümbürtüyü. O güne kadar saçıldıkça saçılmalıyız. Ama kapitalizmde bu saçılma olanaksız, çünkü rekabetçi bir toplum gittiği her yere içsavaşı da götürür, o sebeple kapitalizmi yok edip, hiyerarşiyi hali yoluna koyup, bir an önce kolonileşmeye başlamalıyız!”
Hadi onu geçtim, eğer komünizmi, anarşizmi, her neyse o şeyi ideal olarak ortaya serersek, teori ve pratiğin birliği sağlanır, Badiou’ye göre. Bu arabayı, atın önüne koymak değil de nedir? Bizim problemimiz, insanların bizim idealimize inanmaması değil. Bizim problemimiz o pratiğin var olmaması. Adamlar sağda solda küçük depremcikler görüyorlar ve bunu ana fayın doğrudan, dolaysız parçası sanıyorlar. O şeyleri ana hikayeye ise bir ideayla bağlayacaklarını sanıyorlar. Tarihin Uyanışı kitabına allahaşkına bir bakın. Bireyler, topluluklar, üst topluluklar, politik topluluklar, partiler, fikirler. Bunlar birbiriyle ilintili elbette. Ama o ilinti, hadi size ideal verdik, keyifler keka, denebilecek bir ilinti değil. Bu korkunç bir basitleştirme. Bu korkunç bir idealize etme. Bu korkunç bir yüce kategorisi inşa etme. Bu korkunç bir yanılgı.
Badio gibiler, post-Maoculuk yaparak insanı Sorel’in mit-ütopya mantığını kabul etmeye zorluyor, sırf inat olsun diye. İnsanı iradeci yapar bu neo-Kantçılar. :p
Bizim şu anki problemimiz, ideamızın olmaması değil. Bizim problemimiz bizim tarafın varolmaması. Yani yine 200 yıl önceki aynı noktaya geriliyoruz: Başlangıçta söz değil, eylem vardı. Buna Badiou’nun en aızndan o metinde cevabı ne? Kültür devriminin başarısızlığı! Bir sınıf olarak proleteryanın varolmaması, ekonomik kategori olarak binlerce parça halinde varolması probleminin üstünü örtmek demek bu.
Neyse, yine uzattım. Ben yine de Gün Zileli’den o sözüne açıklık getirmesini diliyorum.
problemin ideasızlık değil de var olamamak”, olmasını ücretli kölelikten kurtulamamak olarak mı anlamalı? örneğin, proleterlikten vazgeçmeden sınıf mücadelesi, öğretmenlikten vazgeçmeden “eğitimi ” özgürleştirme ya da hatta ücretli doktorluktan kopmadan toplum sağlığının uzmansallaşmasına karşı mücadele etmek gibi.
sözün kalan kısmı üzerinde konuşmayı yanıttan sonraya bırakıyorum.
proleter diktatörlüğün yanlış anlaşıldığı kanısındayım ben.. kapitalist sistemdeki burjuvazinin uyguladığı baskıcı zorba bir diktatörlük değildir ki bu sorulması gereken kime karşı diktatöryal olduğudur ayrıcalıklı elit bir sınıfın karşında sönmeye yüz tutmuş bir yarı devlettir en bilinen ifadeyle… ben sosyalizmi kasıtlı olarak tahrip ettiklerini düşünüyorum ve bana bu yeni devrim anlayışı üniversitelerden fırlamış akademik bi anlayış gibi gözüküyor…
Farklı bir açıdan katkı:
http://mustafasonmez.net/?p=2637
Doktor Hikmet Kıvılcımlı e-kitap:
http://www.tepkivedegisim.org/?p=2867