IŞİD militanlarının, zaferlerini kutlayan keleşlerini hep birlikte havaya kaldırmış görüntüleri bizim kuşağın romantik devrimcilerine hiç yabancı gelmeyecektir. “Allahü ekber” bağırtılarını duymasanız, bu görüntünün 1959 yılındaki Küba Devrimi’nden bir sahne olduğunu bile sanabilirsiniz. Elbette muhtevada büyük zıtlık söz konusudur. Biri devrim, diğeri ise karşıdevrimdir.
Bununla birlikte, aşağıdan gelişen devrimler gibi, karşıdevrimler ve hatta IŞİD örneğinde gördüğümüz gibi, gaddar bir İslami bağnazlığın temsilcisi olan hareketler de, toplumun en alt kesimlerinde kalmış, ezilmiş, horlanmış toplumsal tabakaların, şu kapitalist sistemde gelecekten hiçbir umudu kalmamış dinamik, genç unsurlarını harekete geçirir ve silahlı oluşumlara sevk eder. Bu gençleri bazen Küba Devriminde ya da Meksika’daki Zapatistalar arasında, bazen PKK gibi herhangi bir ulusal kurtuluş hareketi içinde, bazen de bugün Ortadoğu ülkelerinde gördüğümüz gibi, “İslami devrim” adına silahlı mücadele yürüten aşırı reaksiyoner ve “kelle götürücü” silahlı güçler içinde görebilirsiniz. Amaçları ve yönelimleri birbirinin zıddı olsa ve hiç benzemese de sınıfsal konumları çok benzerdir. Ortak noktaları plebyen olmalarıdır. Bu insanlar, şu kapitalist sistemde toplumun en ezileni olmanın acısıyla, gayrinizami silahlı mücadelelere akın etmektedirler.
Konformist, kan emici devlet erkânı, bu silahlı gençleri ya da güçleri, kimi zaman (ve belki de genel olarak) “terörist” ilan ederler, ama bölgesel çıkarları için ya da aralarında düşmanlık olan komşu bir devlete karşı kullanma ihtimali varsa, onları bir anda “özgürlükçü muhalefet”, “ulusal kurtuluş savaşçısı” olarak takdis etmekten de geri kalmazlar. Eğer bu silahlı güç kendi çıkarlarına da zarar vermeye başlarsa, o zaman “özgürlük savaşçıları” bir anda yeniden “tehlikeli terörist” olarak teşhir edilir. Tonlarla silah taşıdıkları bu “teröristler” eğer düşman oldukları bir devletin başındakileri yıkmaya yönelmişse hiç sorun yoktur. Ateşle oynamaktan bir an bile geri durmazlar. Ama aynı güç kendileri için de tehlike teşkil ettiğinde bir anda tavırlarını değiştirir ve bunların “katlinin vacip” olduğuna ilişkin fetvalar çıkarıverirler.
Konformist, kan emici devlet erkânı, bayrak ve “ulusal onur” üzerine bir ton laf eder ama o bayrağın altında yaşayan ya da yaşamak zorunda olan vatandaşları(nı) korumak için aslında kılını bile kıpırdatmaz. Bayrak edebiyatı, sadece ülke içindeki mazlum halkları bastırmak ve tehdit etmek için bir araçtır. Direğe tırmanıp bayrak indiren bir Kürt genci karşısında hepsi aslan kesilip kükrerler de, iş “vatan toprağı” sayılan konsolosluklarını korumaya gelince “vatan”, “toprak”, “bayrak” “namus” edebiyatı bir anda puf diye söner. Evet, o konsolosluklarda özel harekât timleri bulundurmaktadırlar ama asla konsolosluğu korumak için değil, başka devletlerin içinde kargaşalık çıkartmak ya da o devlete karşı kışkırtıcı eylemleri körüklemek için bulundururlar bu görevlileri. Bunların tutumu, bir zamanlar (1920’lerin ilk yarısına kadar) devrim ihraç etmeye heveslenen Bolşeviklerin başka ülkelerdeki konsolosluklarını devrim köreklemek için kullanmalarına benzer ama bir farkla. Bolşevikler gerçekten devrim ihraç etmek istiyorlardı, bu devlet erkânı ise konsolosluklarında özel harekât timlerini sadece hegemonya ihraç etmek üzere bulundurmaktadır. Bu MİT ve Özel Harekâtçılar, o konsolosluklardan çıkıp kimbilir hangi fesat faaliyetleri örgütlemekteydiler.
Dolayısıyla, savaşları, iç savaşları, karşıdevrimcilere silah tedarikini, başka ülkelerde yapılacak her türlü fesat faaliyetini, terör eylemlerini, provokasyonları, istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetlerini, kendi saygıdeğer bedenlerini hiçbir şekilde tehlikeye atmadan lüks bakanlık binalarında, rezidanslarda, yumuşak halılı otel lobilerinde planlayan ve bu tür lüks yerlerden burunlarını bile çıkarmadan en bataklık alanlara ilişkin en acımasız, en kanlı eylemleri özel timleri ve görevlileri aracılığıyla örgütleyen bu konformist devlet erkânının “vatandaşlarımız” için üzüntü duyduklarını ifade eden sözlerine ya da onları “kurtarmak” için ciddi devlet adamı pozlarında yaptıkları tehditkâr konuşmalarına gülüp geçmekten başka yapılacak bir şey yok bizim açımızdan. İşin doğrusunu söylemek gerekirse, kişisel rahatlarını ve konforlarını asla ihmal etmeyen bu beyefendilerdense, en gaddarca cinayetleri bile işlese, kalkıp Çeçenistan’dan bir “dava” uğruna buralara gelmiş bir militan bana daha insan geliyor.
Kelle kesen bir cihatçı mı daha tehlikelidir, yoksa onlara “özgürlük savaşçısı” oldukları için yakın zamana kadar el altından (ya da el üstünden!) yardım akıtanlar mı?
Belki günün birinde o İslamcı militanın uyanması ya da ne bileyim, işlediği cinayetlerinden pişmanlık duyması ihtimali olabilir ama bu beyefendiler için böyle bir ihtimal asla yoktur.
Çünkü onlar uzun yıllardır çalışmakta olan dev bir kıyma makinesinin kumanda merkezinde oturmakta olan vicdansız kasaplardır. Diğerleri ise, bir yandan kıyma makinesinin küçük bir dişlisi olarak hizmet ederken, bir yandan da her an o kıyma makinesinin içine atılacak, bu işlere rahatından ya da keyfinden değil, onulmaz huzursuzluğundan bulaşmış garibanlardır.
Konformist devlet erkânı ile kanımız hiçbir zaman uyuşmayacak. Hiçbir zaman!
Gün Zileli
12 Haziran 2014



1- tc (O. Gürsel’in yerinde ifdesiyle tahakküm cumhuriyeti), misak-ı milli teranelerine dayanarak musulu işgale mi hazırlanıyor?
elçiliğin işgal edileceğinin önceden bildirilmesine rağmen, hiç bir şeyin yapılmaması…
işgal anında direnilmemesi ve silahşör-özel harekatçıların kuzu kuzu silah teslimi…
ardından ışid in “personelin, güvenliği için alıkonuluduğu, rehin almanın söz konusu olmaması” açıklamaları…
ve zaten ışidin karkamış ve akçakale kapılarını özel mülkü haline getirmiş olması ve yardım, destek, yaralılarının bu kapılardan içeri alınması vb daha bir emare bunu düşündürüyor.
görülen o ki, “uluslararası kamuoyunun” teskini için, rehine şoför ve konsolosluk mensupları kullanılarak bu işgal planlanıyor. bu aynı zamanda kemalist vasiyet ve kürt-türkmen güvenlik kardeşlik hikayeleri ve çözümü için de düşünülüyor olsa gerek….
ancak burası ortadoğu…yani devletlerin ve dinlerin tarih sahnesine çıkış coğrafyası…muammlar diyarı.
sonucu heyecanla beklenen bir masalın ortalarındayız, anlaşılan ve sürprizler bizi bekliyor…
SÜRPRİZ OLMAYAN İSE, İNSAN VE DOĞA KATLİAMLARININ ARTARAK SÜRECEĞİ GERÇEĞİDİR.
Hocam;Hiziniza hayranim..!Bilgisayarimi acip ilk baktigim dogru haber alacagim yer ve site sizlerin kaleme aldigi yazilar oldugunu bilmenizi istedim..ama devrimleri ve karsi devrimleri ozellikle che’nin romantik kuba devrimini ele alirken karsilastirmani biraz daha acminizi isterdim,daha anlasilir kilinmasi acisindan..veya hic karsilastirma yapamasanda olurdu..zira bunlarin silahin disinda hic bir benzerlik yanini goremedim..celiskileri koyacak okadar cok seyler varki..?Kuba dunya halklarina sembol olmus bir yer ve lideri che..birak karsilastirmayi esamasi bile okunmaz..sadece bende hayal kirikligi yarattiniz..okadar..!
Hocam;birde sormak istedigim dun indirilen bayrakla ilgisi var mi.?bunlarin..
100 den fazla ülkeden toplanan kuduz işit militanları gizli ab,abd,israil,t.c destegi ile bagdat a yürüyor. emperyalist organizasyon ve ayarlamalar nedeniyle karşı duran yok.( elbette yakında olacak)
işid in tasması emperyalizmin elinde.
amaç malikiye,barzaniye,pyd ye ,irana,şii lere ,hizbullaha,gazzeye ayar vermek ,petrol yataklarını ele geçirmek,israili korumak,rusya yı sıkıştırmak.
batılı petrol,finans ve silah tekelleri işid e müdahale tezgahı ile elini guclendirmek derdinde.
tc bu yuzden ırak daki konsolosluk personeline direnmeme emri verdi kanimca.
Irak ordusunun bu kadar aciz ve zayıf olduğunun farkında değildim. Böyle bir gelişmeyi kim öngörüyordu? İstihbarat / dış-politika uzmanları belki fikir sahibiydi ancak sol medyada ne görüyorduk? Bir kez daha ne kadar bilgisiz olduğumuz ortaya çıktı. Daha doğrusu ana akım medyanın çöp olduğu ve savaş sisi ve propaganda savaşları altında isabetli bilgiye ulaşmanın zorluğu tekrar ortaya çıktı.
Düne kadar IŞİD, El-Nusra’dan da daha radikal, dolayısıyla marjinal bir grup sanıyordum. Bugün IŞİD neredeyse bağımsız devlet kuracak !
Düşünülecek söylenecek çok şey var doğrusu. Fakat Esad’ı devirecekler diye nasıl, ne derece bir silah sevkiyatı yapılmış, maddi ilişkiler kurulmuş ki bu örgütlere bu noktaya geldik.
Durdurulan tırlar, durduranları yargılamalar, Reyhanlı, Lice eyleminde YDG-H tarafından eli kırılan IŞİD’ci, hastanelerimizde tedavi olan milis komutanları, Şişli’nin lüks otellerinde taşkınlık yapan Arapça konuşan garip adamlar, İstanbul’un sokaklarında patlayan Suriyeli dilenci nüfus, kamplarda rekor sayıda mülteci, tanıdığının tanıdığının tanıdığı vasıtasıyla İstanbul’da kalacak ev arayan nispeten şanslı orta sınıf Suriye’li kaçanlar, Avrupa’ya kaçak girme rüyaları…
AKP’nin dış politikası, bir trajedi eseri, bu da rezaletin son perdesi.
Fakat tahmin ederim ki bunların kılavuzu 1984 romanıdır, Cemaat’e yaptıkları gibi başlarlar “Biz her zaman IŞİD ile savaş halindeydik” diye. Hatta avantaja çevirirler bir şekilde belki. İronilerin ironisi, IŞİD’e karşı kalkan olur diye PYD’ye, PKK’ye çevrilen gözler.. TR’den askeri müdahale bekleyen / olsa sesini çıkarmayacak, ABD’den müdahale olur mu diye bekleşenler.. Kim ile kime karşı ne için..
Gelişmeleri görücez, şimdilik şoktayız herhalde hep birlikte..
sanmıyorum
Nazmi arkadaşım, yazıyı daha dikkatli okumanı önereceğim. Aradaki büyük farkı koydum zaten. Ama plebyen, yani ezilenler açısından benzerlik var. Bu insanlar, başka koşullarda devrime de katılabilirlerdi ama bugün ortadoğu’da koşullar böyle ne yazık ki. Yani sonuç olarak sosyolojik bir tahlil bu.
mümkündür.
kuba devrimi , silahli devrimciler , benzetmeler,bir algi yaratmak, sonra tabiiki biri karsi devrimci biri, biri devrimci demek. asil algiyi yarattiktan sonra… ne demek istiyorsun zileli?bu benzetmeleri neden yerlestirmek zorunda kaldin yazinin basina, ispanyol anarsistleride sokaklarda silahlari ile boy gostermedilermi. genel bir silah elestrisini caktirmadan yazinin basina ekliyorsun, sonra isid e geciyorsun, benim gibi biri sen ne demek istiyorsun diye sordugunda ,yok oyle demedim yaziyi dogru oku diyebilmek icin kilif olabilecek bir iki sey de eklemissin. sinsice…. ne demek istiyorsun zileli. dunyada bolgede ne olursa olsun sen bagci bildiklerine tokat atmayi elden birakmiyorsun. okuyucuna devlet ile kaninin uyusamiyacagini yazmak durumunda olan bir anarsist. ama asil algiyi baska yerlerde bagciyi döverken yaratiyor. devletle kani uyusmuyormus. e heralde oyle olmali idi. ama bunu tekrarladikca derin bilincinde devletten egemenden bir kopamayis oldugunu dusunmeden edemiyor insan.
beyne ruha genlere aydinlikci statukoculuk silahli mucadele dusmanligi yerlesince, adam anarsist oldugunu iddiaetse bile anca bu kadar oluyor, isid ile sinif baglaminda benzesmeler kurup silahli devrimci hareket etrafinda saibe algi yaratmak, aydinlik cikmiyor ruhtan ve beyinden. konformizmden bu kadar bahsedip, konformist bir anarsizmi sinsi sinsi isleyen bir konformist anarsist. bravo …konformistin derini olmussun . merdi kipti secaat arzedeyim derken sirkatin soylermis…
dogu perincek yasaminin her aninda devleti statukoyu korumak icin solcu devrimci ulusalci sebepler uydurup, statukoyu sarsan silahli devrimciler aleyhine bir algi yaratmayi görev bilmisti. zileli aynisinin yumusagini anarsist argumanlarla yapiyor..
silahli mucadle plebyen dir , ve buyuk gucler tarafindan kullanilir (tipik aydinlikci komplo cu mantik) oyleyse silahli mucadeleye basvurmayan tum reformist duzen icin anlayislar temiz bu plebyenler saibelidir .. aferim sana zileli. bu ulkede reformist aydsinlar ve reformist duzen ici orgutler kadar provakatif bilinc carpikligi yaratan anlayislar az bulunur az…
sana da aferim, bu kadar yanlış anlamak olabilir yazılanları
Senden iyi düşünce polisi olur. İktidara gelirseniz bu göreve talip ol bence. 🙂
Plebyen hareketler tarihi dönemlere göre, olumlu ya da olumsuz rol oynayabiliyorlar. İspanya devriminde, Küba devriminde olumlu, devrimci bir gelişmeye hizmet etmişlerdi. Ama bugünün koşullarında ne yazık ki, sonuçlar tersi yönde. Ben burada, hareketin karşıdevrimci niteliğine bakıp plebyen hareketleri tümüyle karalamayın diyorum ileri zekâlı arkadaşım. Algını biraz açsana, eğer gerçekten devrimciysen.
“Biz bir ordunun, EZLN’nin içinde şekillendik. EZLN’nin askeri bir yapısı vardır. Subcomandante Marcos bir ordunun askeri komutan yardımcısıdır. …
Asker dediğiniz kişi, başkalarını ikna etmek için silaha başvuran saçma sapan bir insandır
ve bu anlamda geleceği askeri olan bir hareketin geleceği yoktur. Eğer EZLN kendini silahlı bir askeri yapı olarak korursa, başarısızlığa sürüklenir….” SC Marco
müthiş güzel; ilk paragrafları okuyunca kafamda eleştiriler oluştu; yazıyı sonuna kadar okuyunca eleştirilerim dağıldı gitti. konformist kan emiciler bir tarafa; kapitalist sistemin faşistlikleri; yoksulu, çaresizi kullanmasını beyinlere kazırcasına net ve kısa yazmışsın. ama bu kez de başka şeyler düşünmeye başladım. farklı bir konformist düşünce oluştu. doğa bizi fırlatıp atmış bir belirsizlikten içeri; kimin kucağına savrulmuşuz. ben ortaokulu yöremde bitirdikden sonra bir büyük adımla liseyi okumak için büyükce bir şehre gittim. kırtasıyeciden okul malzemesi alırken vitrinindeki marks ın sosyolojisine gözüm takıldı; belki başka faşist, yada dini yada ilmi kitaplarda varmıştır. karl marks ı aldım. (hangi içsel dürtüyle?) anlıyabildiğim kadar okudum. derdim şimdi başlıyo. karl marksın derdi neydi.. (…) ; Che Guevaranın derdi neydi.. doğa; denizi, mahiri, ulaşı bu kadar kahraman; ibrahimi bu kadar yiğit niye yarattı? jan jak russo, victor hugo, balzac… (…) niye dert edindiler. diego maradona (teneke barakanın çocuğu), johann cruyff.. (….) niye ölümüne koşuyorlardı neyle açıklanabilir? arundhati roy (teneke mahallenin kızı)??… senin yazılarını okuyan, ismi en çok ortada dolaşan, yazarım diye geçinenler mahçup oluyorlardır. senin yazının bir paragrafından bir haftalık yazı çokkk rahat yazılabilir. onlar kim? sen kimsin? bu anarşist yazarlıkla açıklanabilir mi? özveriye iten dürtü herhalde sevmek. sınıfsal yada, toplumsal duruşla izah edilebilir mi? bende senin gibi düşünüyorum ama senin gibi değilim. oportünist miyim? nasıl açıklanabilir?
Metafizik Din-Tanrı inancı, insan denilen “aciz” varlığın tabiat-varlık-ölüm-hayat ile yüzleşme korkusunu binlerce yıldır erteletmiş “hayallerdir! Bu “hayaller” ile kısmen olumlu bir düşünce-felsefe-hayat süreçleri üretmiş olsa da “son tahlilde” insanın-insanlığın hayatını mahveden ilişkileri var etmiştir. Kendini, insanlığı ve tabiatı anlamanın önünde “tabiat-akıl dışı” beton-taş duvarlardır.
Din’ler birleştirmez. Ayrıştırır; ötekileştirir; düşmanlaştırır…
Din’ler barış değil, savaş üretir.
Dinler huzur değil, kaos, cinayet, yıkım getirir.
Din’ler Adaletin değil, adaletsizliklerin kaynağıdır.
Din’ler insanı birbirine düşürür. İnsanı köle, cariye, aciz kılar. İbrahimi dinler kadın düşmanıdır; kendi içindeki “doğal arzu” ile yüzleşmek yerine kadını düşmanlaştırarak, “ötekileştirerek” hayatı yorumlar. Kadını ötekileştirdiği için mutsuzluktan geberecek denli sefilleşmiş “ruhu” ile öyle acımasızlaşır ki; tüm hayatı bir cehennem haline gelir. Bu cehennemden, cennete geçme ümidiyle yer yüzünde işlediği-işleyeceği cinayetler için “uygun” kişilik üretilir.
Din’ler kıskançtır; kendi varlığı “ötekinin” yok olmasına bağımlıdır. Yok etmenin kanlı coşkusunu yadırgayanın da yok edilmesi “caizdir!”
Mülkiyetçi sistemin aciz kıldığı “sefilin”, işleyeceği cinayetlere kutsiyet kazandırır; bir hiç olduğu gerçeği ile yüzleşmektense katliam yapmak daha kolaydır. Kendi “hiçliğini” tanrı önünde kabullenmeyi seçer; yeryüzündeki “hiçlik” ona öyle acı verir ki, insanların çektiği acılar ona anlamsız gelir…
Yüreğindeki cehennem korkusu, yeryüzünü cehenneme çevirmekte ona haklılık verir; “sefil” hayatını cennet’le taçlandırmak için cehenneme kütükler taşımakla görevli olduğuna inanır.
Dinsel anlatılarda, ölüm karşısındaki zavallılığın insanı cinayetlere sürüklediği zavallılığa ait hikayeler kahramanlık olarak anılır.
Dinler, tek bir insanın kalabalık içindeki görünmezliğine ucuz isyandır; “cihad” ile onur almayı denemenin; “hiç kimse” olmayı beceremeyen hasta egonun dehşetine meşruiyet sağlamanın aracı olabilir.
Bir “her şey” ve bir “hiç” olan sefil egonun yalnızca ve baskın olarak “her şey” olma iddiasının, “her şey” olan “Tanrı’nın” yerine geçme arzusunun acımasız halidir..
İnsani ölümlü aczini kabul edemeyen hasta egonun katile dönüşeceği hayat tarzına bu Din’ler izin verir.
Hiç bir eğitim ve donanımı taşımayan kendi varlığının anlamsızlığına anlam bulamaz; kendi hiçliğini ancak diğer insanların ölümlülüğünü kanıtlayacak cinayetlerle yalanlamak zorundadır; emek verilmiş hayatları kendi hayatı gibi hiçleştirmenin tek yolu cinayettir; kendini “iyi hissetmek” için öldürmek zorundadır.
Toplumun çoğunluğu Cenneti başka dünyada aradıkça, bu dünyayı cehenneme çeviren Dinci Fanatikleri besleyenlerin bizzat kendileri olduğunu görmeleri için daha kaç yüz yıl gerekecek?
Bu dünya bu bir cehennem! Sanki ölmüşüz de, bir cehennemde yaşıyoruz!
ne kadar dogru aktarim bilmiyorum ancak i sid de karsi savasmak icin giden pesmerge komutaninin aciklamasi ilgi cekici,diyorki isid terörist degil siyasal bir organizasyon,hedefleri simdilik biz degiliz.bizimle savastiklarini anladiklarinda geri cekiliyorlar…ve devamla isidin sunni bir islam devleti kurmak istedigini söylüyor ve öyle bir söyleyiski adeta dogal haklari der gibi..sonucta pis kokular geliyor insanin burnuna..
O.Gürsel, toplumların tarihini, üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin tarihini atlayarak din hakkında salıyorsun da sallıyorsun…din savaş üretti,düşmanlık üretti; adaletsizlik yarattı; at martini be debreli gürsel dağlar inlesin…zahmet olmazsa bir de şu liberalizmin,modernizmin,aydınlanmanın,reel sosyalizmin yaptıklarını o güzel şiirsel dilinle anlatır mısın…ama yukarıda yaptığın gibi….bugün modernizmin ışıltılı ülkeleri olan kuzey avrupa ülkelerinde kara kafalılara ya da müslümanlara toplumsal baskı uygulayanlar ne de olsa modern,laik adaletli,ilerici insanlar….Gün Abi’nin yukarıdaki yazısından,plebyenlikle ilgili sosyolojik tespitinden hiç bir şey anlamamışsın…ne kadar kolay, suçlu din olgusudur demek…
O.Gürsel’in yazdıkları çorba!nın içinden çorap çıkmış kadar şiirsel 🙂
1- doğal arzunun pençesindeki ölümlü varlık olarak insan, binlerce yıllık yaşam tecrübesinin sonucu olarak, altından kalkamadığı/kalkabileceğine dair bir umut da göremediği bu dünyadaki var oluşsal sorunlara, kendine, adına “din” dediği bir “kutsal öykü/ (yalan da dense)” vb. bişey uydurarak bu güne kadar gelmiş ve hala da doyurucu bir yanıt bulamamışsa, buna saygı duymak da gerekmez mi?
2-dinsel inanışın yeryüzünden silindiği, “bilimsel” bir dünya da (insanın şüphe ve itiraz hakkını elinden alacağından) en az bugünkü kadar korkunç olmaz mı?
3-dinsel tahakkümden kurtuluşun yolu, bu tahakkümü üretip/kullanan mülkiyet ilişkileri değil mi?
4- dinin bir de “arzuyu ve bencilliği öteleyen, mülkiyet karşıtı” bir yoruma izin veren, “dine karşı din” yorumu da mümkün değil mi; bunun tarihsel bir geliş(im)inden de söz edilemez mi?
5- modernite/aydınlanma da bir tür “mülkiyet ilişkileri”nin üst yapısı olarak, din değil mi?
6-bu pozitivist dinin egemen aklı, doğayı ve insani duygusallığı ne kadar yaşanası kılmaktadır? beden ve arzu bu dinin neresinde ve nasıl hayat bulmaktadır?
7- ne saltık arzuya dayanan duygusal doğamızın…ne de arzuyu mekanist bir hesapçıllığa indirgeyerek/dönüştüren aklımızın yek diğerine egemen olamayacağı bir var oluş mümkün olamaz mı? (buna içsel anarşinin korunması demeyi seviyorum….O. Gürsel yazılarını sevdiğim gibi…)
şimdilik kısaca yanıtlamak istiyorum..
Din elbette bir maskedir! Mülkiyet ilişkilerini ve kötülüklerini içselleştirmiş; O’nun temeli maddi dünyaya, kurguları da maddi dünyanın ve insan “kişiliğinin” kötü ve iyi yanlarına dayanır… Ama bu maske binlerce yıl taşınıyor; zaman zaman yüz’ün kendisi haline geliyor… Tümel, tarihsel bakıldığında elbette bu din mülkiyetçi sistemin katalizörü… Ama “yeryüzüne-gündelik hayata” inildiğinde, milyonlarca insanın haline bakıldığında kimi zaman bir “alt yapı” gibi etkin olabiliyor… Bu bağlamda yazmıştım…
Soru-yorum’un yaklaşımı üzerinde etraflıca düşünüp, konuşuruz; önemli mevzular…
Allah’ı fizik veya metafizik bir olgu olarak (Allah var mıdır? Varlığı kanıtlanabilir mi? İnsan yaratılmış mıdır yoksa maymundan mı gelmiştir?) veya epistemolojik bir sorun (Allah’ın varlığı kanıtlanabilir mi? Akıl mı inanç mı?) olarak veya hukuki bir sorun (yani bir inanç ve vicdan hürriyeti sorunu) olarak ele almak, kavramsallaştırmak tam da Aydınlanma’nın Din ve Allah kavramlarıyla düşünmenin tam kendisidir.
Diğer bir ifadeyle sosyolojik (toplumsal) bir olguyu, fizik, epistemolojik veya hukuki kavramlarla ele alıp tanımlama girişimi olmaktan öteye gitmezler. Ama bu girişimin kendisi sosyolojik olarak bir dinin, yani modern toplumun dininin, yani Aydınlanma ve onun karşı devrimci biçimi olan ulusçuluğun din kavrayışı ve tanımlamasından başka bir şey değildir.
Allah ya da daha genel anlamıyla din, ne metafizik veya fizik, ne epistemolojik, ne de hukuki bir olgudur. Allah sosyolojik, yani toplumsal bir olgudur ve toplum bilimsel, yani sosyolojik olarak, sosyolojik kavramlarla açıklanmalıdır.
Allah’ın biricik bilimsel ve doğru tanımını, hatta Allah’ın evrimini ve hatta “ölümünü” (“Tanrı öldü” Nietzsche) yapabilecek kavramsal araçları bize Marksizm sunabilir.
Allah, Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları arasında ortaya çıktı. Ne Çin’deki Sarı Nehir boylarında, ne Sibirya’da, ne Himalayaların tepesinde, ne Hindistan’da İndus ve Ganj vadilerinde, ne Anadolu, İran, Balkan, İberik yarımada ve platolarında değil.
Nuh’tan sonra ilk büyük peygamber olan İbrahim’in, Mezopotamya uygarlığının devletine ve devletçiliğine, yani Nemruta karşı; ikinci büyük peygamber olan Musa’nın Nil boyu uygarlığının mutlak ve keyfi devleti ve devletçiliğinin sembolü olan Firavun’a karşı çıkmış ve konumlanmış olması bir rastlantı değildir.
Din konusunda bütün kavramlar karışmış bulunduğu için biraz geriden başlayalım.
Nasıl “canlı” diye bir şey yoksa somut canlılar, hayvanlar, bitkiler vs. varsa; “Toplum” diye somut bir şey de yoktur. Toplum bir soyutlamadır. Somut toplumlar vardır. Klanlar, Aşiretler, Kentler, İmparatorluklar, Uluslar vs.
Dinin toplumsal olarak birbirinden ayrılmaz iki işlevi vardır.
1) O dinden olan somut topluluğun tüm hukuk, ahlak, mülkiyet, miras, dağılım, tüketim, üretim, eğitim, sanat ilişkilerini düzenler.
2) O dinin geçerli olduğu somut topluluğun sınırlarını belirler.
Yani örneğin, Müslüman olmak için Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak gibi. A klanından olmak için o soydan olmak veya bir ritüelle o soya kabul edilmek gibi. Bir ulusun vatandaşlığına geçmek gibi.
İşte bu ilişkilerin ve sınırların nasıl olacağını bizzat toplumun iktisadi ilişkileri belirler. Avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan bir toplumda soyut bir tek tanrı olmaz. Henüz uygarlaşmamış; sınıflı topluma geçmemiş, devletin, yazının, paranın ortaya çıkmadığı bir toplumda, bir Allah’a ve Kitap’a ihtiyaç yoktur. Zaten mümkün de değildir. Ve de böyle yerlere ve topluluklara ne Allah peygamberlerini yollamıştır ne de bir kitap inmiştir. Bu nedenle Sibirya ya da Himalayalara, Avustralya’ya veya Okyanusya adalarına peygamberler gelmemiştir.
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/05/demokrasi-ve-islam-demokratik-islam.html
Türkiye’ye ve İran’a fedai kesilmek kürtlere vazife değil.
Türk hükümetinin başbakan yardımcısı Bülent Arınç, “boş bırakılan alanı birileri doldurur” diyor. Önce bu ibare siyasetin ve askerliğin temel kuraıldır. Çünkü her iki uğraş da alan hakimiyetini esas alır. Herhangi bir siyasi parti boş alan bıraktığında bu boşluk rakip parti tarafından doldurulur. Herhangi bir ordu savaş halinde boş alan bıraktığında bu boşluk rakip askeri güç tarafından doldurulur ve bu durum boş alan bırakanın hezimetiyle sonuçlanabilir.
Arınç’ın sözleri Kürdistan’ı babasının mülkü sayan bir küstahlık, yayılmacı söylemin bilinen örneklerinden biri olmasının ötesinde bir anlama sahiptir ve kuşkusuz kürtler için aşağılayıcı niteliktedir.
Biz hadiseye biraz da Güney hükümetimiz açısından bakalım. Kürdistan’ı işgal etme niyetinin dışavurumu olan bu ifadeler “büyük ağabey” dediklerinin aşağılaması ve Güney’e hangi gözlerle baktıklarının kanıtıdır. Türkiye Kürdistan’ı işgal edemez diyemeyiz, zira en büyük parçası en katı hak ve hürriyet gaspıyla Türkiye’nin işgalinde. Kürtler Türkiye’nin değnekçilerine dikkat kesilmek zorunda. Bu tehlike slogan atmayla, lanetlemeyle, mitingle, protestoyla, ideolojik savunuyla savuşturulacak türden değil. Hesap kitap işi olduğu kadar güç ve emek gerektiriyor.
Biz yine dönelim Musul’a, kürtlerin siyaseten ve askeri anlamda boş bıraktığı bu alanı kimler doldurdu ve daha kimler doldurmak için sırada bekliyor?
Bir yandan ülkeniz sizden alınıyor, koparılıyor. Diğer yandan ilginiz olmayan bir boğuşmanın içine çekilerek topraklarınız savaş alanı yapılmak isteniyor.
Bu duvarın yarısı dışardan örülürken, yarısı da içerden kürt partileri eliyle örülüyor.
Bıraktıkları “boşluk” Kürdistan’ın en stratejik şehri. İşin gerçeğinde ise Musul’a boşverilmiştir. Kimler boşvermiştir sorusu sorumluları ortaya çıkarmak için sorulmak zorundadır ve hiçbir yurtsever hadiseyi sorgulamaktan kaçınamaz.
Bu zaaf öğrencilerin, çiftçilerin, esnafın, emekçilerin zaafı olmadığına ve hiçbirinin bu tür bir tazyike maruz kalmakta bir menfaati olmadığına göre Kürdistan’ın belli alanlarını kim boş bırakarak işgalcilere yem diye uzatıyor ve en katı işgal koşulları yetmezmiş gibi onları biraza daha içeri çekiyor, kürt milletini biraz daha boğazlanmaya itiyor?
Bu sorulara doğru cevaplar bulan ve sözünü sakınmamacasına söyleyen kürtlerin yararına çalışıyordur, ülkesini seven bir kürt olarak anılmaya hak kazanmış demektir. Gerisi hikayedir.
Kuzey’i Türkiye’ye bırakıp, türklerle ortak vatandan ve türklere demokrasi kurmaktan bahseden, ayrılmak isteyenlere haddini bildiren PKK Güney’de hem de otonom bir yönetimin varlığına rağmen Musul’un kürt toprağı olmasından dem vuruyor?
Suriye’nin birliğinden yana Esad katiliyle işbirliği yapıp Rojava’yı nazi artığı BAAS’a adeta hibe eden, Suriye’nin “toprak bütünlüğüne” savaş derecesinde destek sunan PKK, Musul’da birden yurtsever kesiliyor?
IŞİD, şiilere karşı olmak adına Maliki ve Esad iktidarlarına karşı savaş açmış durumda, esas amaç ise bölge sünnilerinin kendi başına devletleşmesi. Kürtlerin sünni pakt tarafından sürdürülen savaşa katılmasının mahzurlarına daha önce değinmiştim. Bu benim sünnilerin kendilerini yönetmelerine karşı olduğum anlamına gelmiyor. Kürtler, başkalarına asker olmak yerine kendi haklarını istirdat etmekle uğraşmalıdır.
Konuyu dağıtmadan PKK’nin son çıkışına bakmak lazım. Şii pakt İran, Irak ve Suriye’den oluşuyorsa PKK bunların tartışılmaz bir açıklıkla kulu/askeri durumunda. Kürdistan’ın etkinlik sağladığı her parçasını sömürgeci devletlere peşkeş çeken PKK, şiilerle yürütülen savaşı sünnilerle kürtler ve sünnilerle sünniler arasında bir savaşa dönüştürmeye ilk elden hazır. Zaten Suriye’de başından beri yaptığı bu değilmidir? Savaşın sünnilerin kendi arasında bir savaşa dönüşmesinin yada kürtlerle sünni araplar arasındaki bir savaş halini almasının sömürgeci devletlere bir taşla kaç kuş vurduracağının hesabını yapmak zorundayız. PKK’nin bu savaşı Güney’e kaydırmasını isteyen patronlarının ağzından çığırtkanlık yapmasına prim vermemek gerekiyor.
IŞİD fazla değil, bundan 10 yıl önce 800 militanla kuruldu, bugün ilk önemli kazanımları kürtlerin candamarı sayılan Musul kenti. Bu kent böylesine sahipsiz bırakıldı. Bilmem hangi siyasetmedar Irak cumhurbaşkanıymış, öteki hangi kahraman hanesindenmiş beni hiç ilgilendirmiyor. Ebubekr Al Bağdadi’nin, gözlerinin içine baka baka Musul’u ısırmasının vebali bunlarındır. Hala çift başılıdırlar. Kürt utancının başlıca müssebbibi bu çift başlılıktır. Kürtlerin ilgi atfetmeleri gereken sorun budur. Bu sorun bu kafayla, bu liderliklerle aşılmaz.
Musul, Kerkuk ve Diyala ile Güney topraklarının yarısı, zenginliğinin ise % 70’i Kürdistan’ın dışında.
Otonom Kürdistan topraklarının yarısı ve zenginliğinin % 30’u üzerinde ise iki başlı yönetim siyasi, askeri, iç güvenlik alanlarında fiilen varlık sürdürüyor.
Kürt kazanımı, kürtlerin örnek demokrasisi, kürtlerin ittifak yeteneği, kürt yönetiminin ülkeye ve millete sadakati ve saygısı bundan ibaret.
Rakamlar ve harita ortada, isteyen dilediği gibi yorumlar ama gerçeğin kendi kavlince bir yeri vardır.
*
2001 yılından itibaren defalarca söyledim durdum, benim sertçe söylediklerimi bazı dostlarım Celal Talabani’ye antipatim olduğuna yorumladı, bazıları da saygısızlığa. Oysa saygısızlığın büyüğü onların yaptıklarıydı. Ben millete yapılan ağır haksızlığa ve de kendini bilmezliğe eleştiri yöneltmiştim, aynı eleştirimi hala tekrarlayıp duruyorum.
Şurası herkesçe netçe anlaşılmalıdırki Kürdistan topraklarının her karışı kürt milletinin tümünündür, hiçbir liderin özel mülkü değildir, hiçbir lidere babasından veraseten intikal etmemiştir. Dolayısıyla, herhangi bir lider yada parti Kürdistan topraklarının bir santimetrekaresinden dahi hangi nedenle olsun feragat etmeye, ideolojik gösteriş yada şirinlik adına bu toprakları hibeye her şeyden önce yetkili değildir. Bu kural istisnasız dünyanın her milletinde ölümüne titizlikle izlenir, gereklerine uyulur. Kürtlere gelince, Kürdistan topraklarını işgacileriyle ortak vatan ilan etmeye kadar kalmayan düşkünlüğe tanık olmamız elbette tiksinti ve tepkiye neden olacaktı ve olmalıdır.
Kerkuk, buradan tehcirle çıkarılmış gerçek sahiplerine iade edilmeyip Irak’ta farklı halkların, yani işgalci araplarla mazlum milletin “ortak mülkü ve ortak kültürel merkezi” heline getirilecekti, kısmen getirildi de. Talabani’nin siyasi öngörüsü ve yeteneği bu paragrafta yazdığımdan ibarettir. Gelin kızmayın ve isterseniz Talabani’yi niştimanperverlikle taltif edin.
Bugün takke düştü, kel göründü ama millete faturası ağır.
Kerkuk’tan feragat eden Musul’u üstüne koyar. Hiç kimse bu sonucun sorumlularını dışarda aramasın. Dönüp YNK ile PKK’ye baksın.
Kürtler yeni ayıkmaya başladılar. Bugüne kadar adını zikretmekten bile kaçındıkları Musul’u hiç değilse hatırlar oldular. Umarım bu kez ıskalamazlar. Dünya Musul’u kürt toprağı kabul ederken iki tane kürt serkeşinin babasına ait mülkü hibe edercesine Kürdistan’ı peşkeş çekmesine bu kez imkan vermezler.
*
Bu kanlı boğuşma esnasında sürekli işgalcilerin çığırtkanlığını yapan PKK’ye dikkat kesilmek gerekiyor.
Sanki daha dün okuma yazma bilmeyen yaşlıların eline “Hain Barzani” pankartını verip sokak sokak dolaştıranlar, bu illetli kareleri medyada sayfa sayfa yayınlayanlar onlar değilmiş gibi.
Sanki TC adına yada sair işgalci devletler adına Güney’e ültimatom verirmiş gibi desteklerini “devlet olmaktan vazgeçmek” şartına bağlayan onlar değilmiş gibi köle ruhlu ihanetin bir gecede yurtseverliğe evrileceğini varsayacak bir naivlik intellektüellerimizi sarmış durumda.
Kendi beklentilerimizi gerçekte neler olduğunun yerine koymak tahayyül etmekle birlikte kolaycılıktır. Gerek bir siyasi organizasyonu ve gerekse bu organizasyonun yönelimini doğru teşhis etmek ilgili organizasyonun ideolojisini, ilişkilerini, mevzilenmesini, hepsinden önemlisi eylemlerini yerli yerine oturtmayı zorunlu kılar. Hadiseyi değerlendirirken kendi muhayyilemizi zorlamak yerine ancakki olguları gözden geçirmek suretiyle nelerin olup bittiğini doğru kavrama şansımız olur.
Kürtlerin en büyük tarihi kazanımı Mela Mıstefa’dır ki aralıksız direnişi kürtlerin yüzyıllardır ilk defa kendi yönetimlerine kavuşmalarıyla sonuçlanmıştır. Yaşamda olması halinde bugünki iki başlılığın, yarım Güney’in, yarım egemenliğin olmayacağını söylemek tahmin olmayıp Mela Mıstefa dirayetinin ve tecrübesinin Güney oluşumuyla kanıtlanmış gerçeğidir.
Kürt kazanımlarını birlikte savunacaklarmış?
Sanki işgalcilerin kahır ordularını sürekli Güne’ye çeken onlar değilmiş gibi.
Sanki ellerindeki silahları ve üzerlerindeki kamuflaj kıyafetlerini BAAS temin etmemiş gibi.
Sanki kürtlerin kıskaca alınmasında kuşatan güç hüviyetiyle eylemlilik içinde değillermiş gibi.
Rojava’ya bakın, sanki bu parçamızı nazilere hibe eden benmişim gibi…
Çokmu çocuksuyuz?
Ver bisküviti, al bisikletini elinden…
Tilki iltifatına kanıp ağzındaki fındığı düşürene kürt siyasetçisi denir itirafına zorlamayın lütfen. PKK’nin nereden ve kimlerce yönetildiğine bakın, PKK’ye işgalcilerin bölge için zıtlaşması ve çekişmeyi tırmandırması eşliğinde bakın. Eğer bu kuşkuculuksa en fazla kuşkucu olması gereken kürtlerdir. Kaldıki bunlar kuşku değil, hepinizin bizar olduğunuz açık gerçeklerdir ki PKK liderleri saklamaya bile gerek duymuyor.
Çocuksu olmaya gelince, bölgenin harcı değil ve kürtler hariç hiçbir halk hatta deniz ötesi devletler bile yöreye ilişkin sabah mahmurluğunda değil. Ortadoğu’da antet kalınmış bir satükonun hakimiyeti elbirliğiyle, ödünsüzce ve kanlı bir şekilde devam ettirilmek isteniyor. Akşamdan sabaha hiçbir şey değişmez. Sinsi işbirlikçiliğin bir gecede tersine döneceğine safça inandığınızda altında kalan sizin milletiniz olur.
*
IŞİD, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Ürdün ile ilişkili ve ittifak halindedir. İsrail bir yandan Suriye’yi desteklerken diğer yandan şii paktının bölgede dominant bir pozisyon edinmesine ölümüne karşıdır. IŞİD’in mevzi değiştirircesine Suriye alanından Irak alanına kaydırılmasının başlıca nedeni budur. Sünni paktının Irak’ta güç kazanması diğer yandan kürtlere fiilen işgalcileri durumunda olmayan devletlerle ilişkilenme kapısını açacaktır. Kürtler akılcı davrandıklarında kürtlere karşı tampon oluşturma çabaları akim kalmakla birlikte, kürtler Maliki yönetimine ve kanemici Suriye devletine karşı bir tampona kavuşurlar.
IŞİD, kürtlerle çatışmadan uzak tutulduğunda kürtler farsların ve türklerin de müdahili oldukları araplararası çatışmaların dışında kalmanın ötesine geçerek Kürdistan’ın bugün bizzat işgalcisi durumundaki üç devletin şii paktı aracılığıyla uyguladıkları kuşatmanın kürtleri boğma girişimine kuşatmayı yararak cevap vermiş olurlar.
IŞİD’in kaydırılmasını sadece dış etkenlerle açıklamak hatasına düşmemek lazım. PKK, YNK ve Goran’ın İran’la ittifakı bölgedeki dengeleri şii paktı lehine değiştirme istidadı taşıyor. IŞİD, kürtlerin şii paktına doğru hareketlenmelerine verilmiş bir cevaptır, işin gerçeği de budur.
Kürtler giderek kürtleri sıkboğaz eden cendere misali kuşatmayı zayıflatamadıklarında hiç değilse düşmanlarını artırmayarak tümüyle boğulmaktan kurtulmayı başardıklarında bile akıllıca siyaset izlemiş olurlar. Aksine bir tutum kürt kazanımlarını bir anda yerle bir eder.
Son askeri hareketliliğiyle Türkiye hükümetine “orospuluktan vazgeçerek liderliğine oynadığın pakta ve ahdine sadık kal” mesajı veren IŞİD’in önüne sömürgecilerin öncü gücü edasıyla çıkmak kürtlere vazife değil. Kürtler ancak bu askeri hareketlenme kürtlerin güvenliğine yöneldiğinde meşru müdafaa çizgisinde kalarak cevap vermelidirler.
http://cebaxcor.blogspot.com.tr/2014/06/turkiyeye-ve-irana-fedai-kesilmek.html
Konuşmamıza ait “yorumum” Dinlerin, tarihsel ve sosyal olgu olmasına ait benim de katıldığım gerçeklikler değildi…
Bir “algı” olarak Din’i eleştirdim!
Neden, nasıl olduğu ve hangi ihtiyaçlara yanıt verdiği vs. değil…
Sorun en azından konumuz bağlamında doğrudan din’in kendisi değil! Bu din’in nasıl algılandığı ve bu algı üzerinden koşullandırdığı dünyayı algılayışa ait “patoloji.”
Sorun Din’in “ne olduğu” değil; son bir kaç on yılda ortaya çıkmış “Fanatik İslamcı”, İslamcı Dünya görüşü denilen “eğilimlerin” çok büyük bir kitlesellik taşımasının ve en azından aldığı bu biçimin; Din’e ait olduğu (tümüyle olmasa da) inkar edilemez.
“BU ALGININ” YİNE DE ÖNÜNDE SONUNDA DİN’E AİT BİR SORUN OLDUĞUNU düşünüyorum…
Evet Din bir maskedir ama milyonlarca yüze çok iyi oturmaktadır! O maske artık kendi yüzleri olmuştur!
O.gürsel,
alt-yapı üst-yapıyı belirler…üst-yapı alt-yapıyı değil…üst-yapı’daki değişimler bazen alt-yapıyı etkiler…yine sallamaya devam ediyorsun…din’in alt-yapı kadar etkin olduğunu söylüyorsun…örnek??? Hakikaten Aydınlanma dininin iflah olmaz bir müridisin…D.Küçükaydın’ın yazısı bunu çok güzel kanıtlıyor.belki okur da bir daha din hakkında sallamazsın…
o.gürselin cikisi dogru ve güzel..
Bugün Dünyanin basina bela olan islami harekettir.
Bunlar bizim solculardanda fazla cesitlilik,farklilik göstersede
hepsinin cani ceheneme..
Neden bu ülkelerde Dini hareket Güclü? Ilkel oldugundan,ortacagdan bile geri olduklarindan..
Bunlar Dini elbiselerine bürünüp allahi kalkan olarak kullaniyorlar.. Biryandan allahi imtihana sokarak en büyük günahi isliyorlar diger yandanda dini,tanriyi gürselin yaptigi gibi ates hedefine dönüstürüyorlar..
Bizede düsen bu dinlerin,hayeletlerin berbat uyduruk hortlaklar odugudur..
Tartismalari tabu yapmaga gerek yok.. Bu dinci takimlarila tartistiginiz aman zaten onlarda istekli oldugunu göreceksiniz..
Onlarda insan vede düsünürler,anlarlar. Siirimsel,duygusal anlatima gerek yok.Civiye vurur gibi vurmak gerek kafalarina..Sosyolasik,ekonomik yönlerine giripte gene isi entelektuelerin kendi arasindaki tartismaya benzetilmesin.
Allah kelimesini bu peygamberler icad,uydurdugunu düsünülmesin.. En ilkel toplumlarda bile evrenin,dünyanin sahibi Manitu,vb kelimeler kullanilmistir. Peygamberlige gereksiz oldugunu bilen budacilar bu peygamberlik dinlerinden daha eskidir.Onlardada yaratici,evrenin sahibi tanri olayi var..
Bu peygamberler ise tam bir tanri bezirgani,hayat hikayeleri ise sapikliktan baska bir emsal teskil etmezler. Ipsiz,sapsiz,okuma yazmasi olmayan büyük ihtimallede uyusturucu kullanmis dilenci tipli insanlar kendini peygamber yani büyük ruhla dolayli,dolaysiz irtibati oldugunu atmislar..Toplumda zaten büyük ruhun varligina inandigindan bu sahtekarlara kolay yem olmus..
Neden inanmislar o kisilere? Cünkü Mafia ,örgüt kullanarak olusmus.Tek basina olduklarinda deli olarak görülmüs,taslanmislar. örgüt büyüdükce sahitlikte büyümüs. Onlarin hepsi gercekte tam bir haydut takimiydi..
Isin en berbat tarafi ise bu uyduruk inanc üzerinden toplumsal bir Mafia gücü olmasi. Bu güc bir zamanlar dünyanin büyük emperyalizmini( imparatorluk) kurmustu..
Bugünde bunu yapmaga calisiyorlar..
Kafalara vurmak gerek! Biz ateistlere soruyorlar..Allahin olmadigini ispat et diye.. Soruya bak..
Olmayan birseyin olmadigini benmi ispat edegim yoksa var olan bir seyin varligini ispat edemeyen senmi?
Doganin varligi sonsuzdur.. Insanlarin varligi ise dünkü meseledir..
Sonsuzluguyla bize sonsuz bilmeceleri,mucizeleri önümüze koysada hic birsey doganin kendi yasalarinin disina cikmamaktadir. Basinin kesilecegini bilen bir dinci militan bile öleciginden emindir.. Doga yasasina oda ateist gibi inanir..
Kisacasi dünyada bir hotlak var oda bendeniz.o birdir.ondan baska o yoktur..
Acımasızlık Çoğalarak Çoğaltılıyor…
Bir zamanlar avcılık ve toplayıcılık yapan toplulukların yiyecek imkanları azaldığında kimi yeni doğan çocukları öldürdükleri yazılır. Kabile nüfusunu kontrol amacıyla yapılan bu “işlem” bugün çok vahşice görünebilir. Aslında aynı nedenle, “gereğinden çok fazla üremiş” toplumların içine sürüklendiği vahşete bakıldığında, bu ilksel insanlara haksızlık ettiğimiz görülecektir!
1950’ler sonrası bir nüfus patlaması yaşanmıştır! “Dünya nüfusu 1000 yılında 310 milyon tahmin edilmekte… 1800 de yaklaşık 1 milyar. 1900 de 1.6 milyar. 1950’de 2,5 milyar… 2000’de 6 milyar… “1950- 2000 yılları arasında dünyada çok hızlı bir nüfus artışı meydana gelmiş adeta nüfus patlaması yaşanmıştır. Dünya nüfusu hızla artmasına rağmen 1970’lerden sonra batıda nüfus artışı yavaşlamaya başlamıştır. Hızlı nüfus artışı daha çok gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde devam etmektedir.”
Bir kabile diğer kabileler karşısında “zayıf” duruma düşmemek için çoğalmaya çalışıyor. Diğer kabileler de aynısını yapıyor! İşte mezhep savaşının nedeni! Kendi kabilesine yol açmak için diğer kabilelerin “hayat alanlarına” saldırmak zorunda!
Pew Araştırma Merkezi Din ve Kamu Kamu Hayatı Forumu tarafından hazırlanan “Küresel Müslüman Nüfusun Geleceği: 2030 Öngörüsü” raporuna göre … Müslüman nüfusun yıllık ortalama artış oranı Müslüman olmayan nüfusun iki katı düzeyinde. Bu yıllık ortalama artış oranı Müslüman nüfusta yüzde 1.5 iken, Müslüman olmayan nüfusta yüzde 0.7. … Müslümanların nüfusunun, Müslüman olmayanlara göre daha fazla artmasının nedenleri arasında doğum oranının yüksek olması, erken yaşta anne olunması, artan sağlık ve ekonomik koşulların bebek ölümlerini azaltması, ortalama yaşam süresinin artması olarak gösteriliyor. Doğum hızının önümüzdeki yıllarda düşmesi ise yaşam kalitesinin ve kadınların eğitim seviyesinin artması gibi nedenlere bağlanıyor.
***
Tüm bu açıklamalar bu toplulukların vahşeti bir şekilde içselleştirmiş olmasının mazereti olabilir mi?
Şii ve Sünni mezheplerinin birbirlerini intihar bombacıları ile sindirmesinin gerisinde yatan “din-mezhep güzellemeleri” kimi ikna eder?
Kabilelerin geleneklerinin içinde yatan “kötülük” din ile maskelense de, bu maskeye izin veren din eleştiriden muaf mı olacak?
Gerçek Dindar insanlar “karınca ezmez”, dünya malına minnet etmez! Ve dokunulmazdır! Ama biz Dincilikten söz ediyoruz…
Bireysel inanç ile inancın bireye dayatılması iki ayrı dünyaya ait meselelerdir! Din iki yüzlüdür! İçinizde merhamet, şefkat, fedakarlık ve iyilik varsa çok şey bulursunuz; içinizde zulüm, bencillik, mülkiyet, egosal sahip olma-hükmetme hırsları varsa da Dinlerden destek görürsünüz!
Din’in ilk yarısı karşısında ben de secde ederim! Ama “2. yarısı” ne olacak?
O zaman ilk yarıyı bir başka “inanç dünyası” içine almak gerekecektir…
Lütfen ezbere konuşmayalım… Marks’ın bu tanımı koşulsuz değildi…
“Alt yapı üst yapıyı belirler… ”
İyi anımsıyorum… Üst yapı kurumlarının alt yapı kadar etkin olabileceğini Marks yazmıştı.. Gün Z. eminim hatırlar… Olmazsa ben bu bölümü bulup yazacağım…
Alt yapının üst yapıyı belirlediği teorisi mekanik marksist, stalinist bir teoridir.
Eklemeliyim… “son kertede… son tahlilde…” İyi de bu “son tahlil” bir kaç yüz yılı bulabilir… Biz 10-30, hadi 50 yıl olsun, böyle bir dönemi konuşuyoruz…
Marks “tanrısal bir bakış” fırlattı! 5-10 bin yıla baktı…
Biz zavallılar ancak 10-50 yılı konuşuyoruz…
21. yorumcu sanırım 2-300 yıl yaşayacağımızı varsayarak analiz yapılmasını istiyor…
Önsöz’den alıntı…
“….Maddi hayatın üretim tarzı, sosyal, siyasal ve entelektüel hayatın
GENEL SÜRECİNİ belirler… İnsanların yaşam biçimini belirleyen bilinçleri
değildir; ama, onların bilincini belirleyen sosyal yaşam biçimleridir.
…
Ekonomik temeldeki değişmeler
tüm koca üstyapıyı ENİNDE SONUNDA dönüşüme götürür…
…Hiçbir sosyal düzen YETERLİ
üretici güçler gelişmeden asla yıkılmaz ve YENİ ÜSTÜN üretim ilişkileri,
varlıkları için gerekli maddi koşullar eski toplumun içinde
OLGUNLAŞMADIKÇA asla eskinin yerini alamaz… Burjuva üretim tarzları, toplumsal üretim sürecinin
son düşmanca biçimidir — BİREYSEL DÜŞMANLIK ANLAMINDA DEĞİL fakat
bireylerin sosyal yaşam koşullarından çıkıp gelen bir düşmanlık–,
fakat burjuva toplumunun içinde gelişen üretici güçler bu
düşmanlığın çözümü için materyal koşulları da yaratırlar. ..
(Büyük harfler OG)
***
Bu “önsöz” gerçekten bilgece… Çok derin… Bence İnsanlık Tarihinin amentüsü…
Ama anlayana….
GENEL SÜREÇ… Köleci toplum yapısı -genel süreci- 3-4 bin yıl sürmüş… Feodal yapı, köleci toplumla iç içe 5-6 yüz yıl…
ARA DÖNEMLERİN üst yapısal etkilenme-belirlenmesi kaçınılmaz değil mi?
*****
Herhangi bir alıntı…
…..” Mesela; dinler, kendilerini meydana getiren ekonomik koşullar ortadan kalktıktan sonra da uzun süre varlıklarını sürdürdüler. Alt yapı değişti, fakat onlar hem köleciliğe, hem feodalizme, hem kapitalizme rağmen temelde fazla değişmeden devam etti… Kısacası alt yapı ile üst yapı arasında kuşkusuz ve reddedilemez bir bağ olmakla birlikte, bu mutlak ve şablonlara hapsolmuş bir bağ değildir.”
*******************
Ne güzel anlatılmış….
“Dini ıstırap, bir ve aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur.”
Bu bir “diyalektik” bir bütünlük…
Bu “bütünlüğün” çelişkisi ne kadar korkunçsa, yol açacağı sonuçlar da korkunç olacaktır…
“Istıraba protesto’nun” korkunç çelişkileri içinde, bir El Kaide “protestosu” olmasını yadırgamamak gerekir! “Ruhsuz” koşulların “ruhu” acımasız olacaktır…
***
Bir alıntı daha…
“Kuşkusuz Marx bütün bunları söylerken, son kertede kültür, din, hukuk vb. kurumların ekonomik yapıdan bağımsız olarak geliştiği gibi abzürt bir sonuca ulaşmadı. O, kuramına bilimsel bir temel verirken, insan davranışlarının analizinde “üst yapısal” etkiler ile “alt yapısal” etkilerin hem doğrusal hem de dolaylı yollarla birbirini koşutladığına dikkat çekmeye çalışmıştır. Ancak Marx’a göre, bu etkileşim, bazı zamanlarda ekonomik alanla kültürel alanın etkileşim hızının aynı oranda olmadığını göstermektedir. Marx’ı ekonomistçe davranmakla eleştirenler, Marx’ın diyalektik yöntemine ilişkin basit ve yüzeysel bir algı-izlenim oluşturma yoluna giderek hem bu gerçeği unutturma hem de onun yüksek soyutlama içeren tespitlerini karikatürize etme çabası içindedirler.”
***
Belki de Engels bu “karikatürize” etmeyi önleyici açıklamalar yapmıştı…
Bu “alt-üst yapı” tartışmaları da “dini” açıklamaları anlama, algılama gibi… Herkes kendi meşrebine-ihtiyaçlarına göre anlıyor! En derin “Tinsel” ya da “Materyalist” bir analiz aslını kaybetmiş, aptalca ya da vahşice pratiğin açıklaması, gerekçesi oluveriyor…
R. Çakır bu işlere kafa yormuş bir yazar… Önemli bir uyarı…
http://www.gazeteoku.com/frame.php?url=http://www.rusencakir.com/El-Kaide-icin-esas-buyuk-lokma-Turkiye/2689#.U5tQQfl_vRQ
önce komutan yardımcısı markos askerliği tarif ederken özgürlükçü devrimci silahlı mücadeleyireddetmez. tam aksine örgütü ve mücadelesi bunun kanıtıdır.tam bu noktada itaat eden komutan yardımcısı olduğunu politik itaatin birlikte mücadelesini verdiği halkına olduğunu hatırlatır.2.olarak bu sitede kendide söylediği gibi defalarca ismini yazmada anonim 19 kendini içerden kürt özgürlük mücadelesiymiş gibi tarifleyip asıl özgürlük mücadelesine sürekli hakaretle aşağılayan zavallı mele ve reel iktidar yalayıcılığı buram buram cümlelerinden okunan isimsizlerin bu seviyede yalan yanlış yorumları buraya taşıması çok garip.bir işid bizim yapamadığımızı yaptı demediğin kaldı 19 neymiş kürtlerin ulusal çıkarlarına saldırı yokmuş hatta şii bloğu ile araya belkide kürtleride koruyacak tampon gelmiş anlamına gelen cümleleri bu sitede nasıl kurabildin eminim sunnisin hatta sunnıcıde olabilirsin merak etme ben şii değilim????bende sunni mğti lazım ama senin sunniliğinden kalkan aynen akp lilerin savunması gibi çok ta fena çocuklar değil bu işid anlamına gelen yazın rezaler sırf pkk pyd düşmanlığında bu seviyede kafanın çalışabilip kürt çıkarına faydalı yalanına 20-30 cıvarında kerkükte peşmergenin işidle çatışmasında ölenide inkara varan seviyede işid-akp-devlet-Barzani yalakalığında barzaniyi bile açığa düşürdün neymiş pkk bölgede işgalcilerin savaşını yapacakmış???utan ülan bölgede işgalcilere karşı en olamayacak seviyede intihar seviyesinde savaşıp 50 bin şehit veren örgüte bunları diyebilmek için işid militanı yada tayip yalakası yada selefi şeriatçi olmalısın
Kürdler, Arap Riskini Satın Almamalı!
-Irak’ta istikrarın sağlanması Kürdlerin sorunu olmadığı gibi, yararına da değildir!
-Sünni-Şii çelişkisinin derinleşmesi hatta birlikte yaşama koşullarının yok olması Kürdlerin lehinedir…
-Kürdler; Kürdistan coğrafyasını savunma stratejisine odaklanmalıdırlar.
-Irak’ın Kürdlerin dışında bir nedenle parçalanması ile Kürdlerin neden olacağı bir parçalanma, hem bölge devletleri hem de dünya egemen güçleri tarafından da çok farklı sonuçları olabilir.
-Kürdlerin neden olmadığı bir parçalanma, Kürdlere bağımsızlık yolunu açabilirken, Kürdlerin neden olacağı bir parçalanma ihtimali de, mevcut ulusal kazanımları riske sokabilir…
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=256634184539840&set=a.107467196123207.1073741828.100005797809440&type=1&relevant_count=1
Marksin bu ünlü soyutlamasini ancak özellikle kapitalizmin olusu,gelisimi göz önüne alinarak anlasilabilir..
Kapitalizm olusurken haliyle yöneticisi egitimi,hukuku,polisi,ordusu devlet yapisi vb gibi üst yapiyi olusturur..
Marksin bu soyutlamasini anlayan olmamistir. Anladigini sananlar stalin gibileridir..
Icinde dogrularida tasiyan bu formulasyon tartislmalidir..
Üst yapi deyince sadece bilinc, ruh olarak algilamak hortlaklik yapmaktir..konu derince düsünülmege deger…
Aynı şey din gibi kadın sorunu için de geçerlidir. Üstelik bu sorunların nedenleri sadece sosyolojik değildir. Cariyelik, fuhuş, cinsel istismar ve tecavüz, iki cinsiyetin farklı biyolojik yapısından zemin bulur.
Kısaca açıklamak gerekirse erkeklerde devamlı meni üretimi, dolayısıyla boşalma ihtiyacı ve bunun yol açtığı cinsel istek vardır. Asıl ihtiyacı duygusal olan, fuhuş ve tecavüz doğasına aykırı olan erkekler bile uzun süren yalnızlık ve bekaret durumunda duygusal acının yanı sıra cinsel açlık nedeniyle de acı çeker. Cariyeliği, fuhuşu, tecavüz ve cinsel istismarı ortadan kaldırabilirsiniz ama cinsiyetlerin biyolojik yapısını değiştiremezsiniz.
Şerdeki Hayır – PKK’nın Günü Gelirken
İŞİD’in Musul’u ele geçirmesi bir Şer’dir ama büyük hayırlara gebe olabilir.
Çünkü Ortadoğu’da tüm dengelerin alt üst olması ve kartların yeniden karılması anlamına gelmektedir.
Ve bu gelişmelere bağlı olarak da PKK bölgenin kaderinin belirlenmesinde biricik kabul edilebilir ve bir barış şansı sunabilen alternatif olarak giderek öne çıkacaktır.
Neden ve nasıl?
*
Madem Dünya futbol şampiyonası başlıyor, öyleyse futboldan bir analojiyle başlayalım.
Futbolda iki türlü oyun vardır. Toplu oyun, topsuz oyun. Elbette bir oyuncunun topu ayağına aldığında topla çok iyi oynamayı bilmesi gerekir. Ama bir de topsuz oyun vardır: topun gideceği yeri sezerek önceden orada yer tutmak. İyi oyuncular bunlardır.
PKK yıllardır “toplu oyunu” iyi öğrendiğini gösterdi.
Örneği dünyanın en büyük ordusuna karşı (Türk ordusu kişi başına gelir ve nüfusa oranlar göz önüne alındığında dünyanın en büyük ordusudur) en azından çeyrek yüzyıldır başarıyla karşı durmuştur. Ve Zap’da görüldüğü gibi, Türk ordusu büyük bir hezimetten şansla kurtulmuştu.
Örneğin Suriye’de, Barzani ve Türkiye’nin kıskacına rağmen, koca orduların bile karşısında duramadığı İŞİD’e karşı da tek direnebilen ve karşı zaferler kazanabilen güç olduğunu göstermiştir.
Yani “toplu oyunu”, savaşmayı iyi bilmektedir.
Ama PKK aynı zamanda topsuz oyunu da iyi bilmektedir. Öcalan yıllardır bunun ustası olduğunu zaten göstermiştir. Topsuz oyun: teori, doğru bir strateji ve program demektir
PKK demokratik özlemlere sahip çıkarak, tüm demokratlara altına sığınacakları bir koruma sunmaktadır. Türkiye politikasına bakın, nerede az çok demokratik eğilimleri olan bir muhalefet odağı, bir kitle örgütü veya “sivil toplum inisiyatifi” varsa, PKK’nın “cazibe merkezi”nin çevresindeki nebülözde var olabilmektedirler.
*
Ortadoğu’da ve Orta Asya veya Afrika’da, tek çıkış noktası diller ve dinlerin eşitliğine dayanan bir politik sistemdir.
Eşitlik ise iki türlü olabilir: biri bütünü dil ve dinleri tanıyarak eşitlik; diğeri, bütün dil ve dinleri politik alanın dışına iterek, devletin dilinin ve dininin olmamasıyla eşitlik. Esas eşitliği bu sağlar.
PKK birinci tür eşitliği savunarak bile, inkârcı rejimlerin baskı altına aldığı dilleri ve dinleri bir cephede ve kendi paternalist koruması altında bir araya getirebilmektedir.
Yani tam bir biçimsel eşitliği sağlamanın tek esaslı yolu dillerin ve dinlerin vs. politik anlamlarının reddedilmesi olmakla birlikte; PKK, en azından bir dile ve dine dayanan ve diğerlerini baskı altına alan ve inkâr edenlere karşı, onları politik birimler olarak tanımayı ve eşit görmeyi vaat ederek biricik ciddiye alınabilir alternatif olarak ortaya çıkmaktadır.
ABD ve müttefiklerinin, sözde demokrasi getiriyoruz diyerek “ulus inşası” (“Nation bildung”) namı altında aşiretleri, dilleri, dinleri politik birimler haline getirmesi; bölgenin parçalanmışlığını ebedileştirmek ve en karşı devrimci güçleri güçlendirmekten başka bir anlama gelmiyordu.
Kendi ülkelerinde dilleri, dinleri, aşiretleri politik olarak tanımayan ve tanımlamayanların; “ulus inşası” diye, “demokratik temsil” diye karşı devrim ihraç etmeleri, bölgedeki insanları, en karşı devrimci rejimleri ve güçleri bile neredeyse kurtarıcı gibi görülecek hale getirmişti.
*
İşte tam da bu nedenle, olaylar topu PKK’nın ayağına doğru sürüklemektedir.
Hem halklara bir çözüm sunmakta; çatışanları bir araya getirme olanağı sunmaktadır duruşu ve konumuyla biricik kabul edilebilir alternatif olarak ortaya çıkaktadır; hem de devletler için de İŞİD karşısında tek etkili müttefik olarak görülür hale gelmektedir.
Artık nesnel olarak ABD de, Türkiye Cumhuriyeti de, Barzani de, hatta Irak rejimi ve Esat, hatta İran bile PKK’ya muhtaçtırlar ve olayların akışı onları PKK ile ittifak yapmaya zorlamaktadır.
Bugüne kadar, PKK’ya karşı olan güçlerin, birden bire kendisiyle ittifaka razı gelir hale gelmeleri, ABD ve İngiltere’nin o güne kadar Sovyetlere saldırtmak için okşayıp büyüttükleri Hitler karşısında Sovyetlerle ortak cephe kurmaya karar vermelerine benzer. Çok önemli bir kırılma noktasıdır ve güçlerin dengeleri birden bire değiştirir.
Savaşta bazen cepheler döner, daha önce yıktıklarınızı yapmaya; yaptıklarınızı yıkmaya başlarsınız. Dün PKK’ya karşı İŞİD’i silahlandıran TC; şimdi İŞİD’e karşı PKK ile işbirliği yapmak zorunluluğunu duyacaktır. Benzeri cephe dönüşleri Barzani ve ABD için de olacaktır.
*
Bunun ilk sonuçlarını basındaki yorumlarda bol bol görüyoruz. Bütün yazarlar, Türk Devletine, Hükümete, artık stratejini kökten değiştirmek zorundasın, yani PKK’ya düşmanlığı bırakıp onunla ittifak kurmalısın demeye getiriyorlar. Henüz böyle apaçık söylenmiyor ama anlayana çok açık.
PKK da bu durumu gördüğü için, bir yandan İŞİD’e karşı alarm zillerini çalarak uyuyanları uyandırmaya çalışırken; diğer yandan olayların gelişmesinin nesnel olarak kendi yanına ittiği güçlere itici davranmıyor ve el uzatıyor.
Onlar hala eski alışkanlıklarıyla ve refleksleriyle davransalar da, giderek pozisyonlarını değiştirmek zorunda kalacaklardır.
Şimdi büyük bir olasılıkla Öcalan ve PKK’nın bölgede hızla parlayacağı; giderek çok önemli bir aktör haline dönüşeceği bir döneme giriyoruz.
Bu gelişme aynı zamanda bölgede ezilenler arasında toparlanmaya ve devrimci kabarışa da yol açabilir; zincirleme bir reaksiyonun tetikleyicisi olabilir.
Bu takdirde, artık büyük ölçüde şehirleşmiş ve önyargı ve korkularından kurtulmuş modern ücretliler, gerçek demokratik eşitliğin dillerin, dinlerin, hatta aşiretlerin tanınması ile değil; bunların hiçbir politik anlamının olmamasıyla kurulabileceği bir programı yükseltip, Kürt Hareketinin gölgesinde başladıkları politikleşme ve radikalleşmelerini mantık sonuçlarına vardırıp bağımsız ve ayrı bir radikal demokratik güç oluşturabilirler ve kim bilir belki onlarca yıllık mesafeleri birkaç haftada alabilirler.
Gezi bir bakıma bunun mümkün olduğunu gösteriyordu ve bir provasıydı belki de.
Kendisi 21 Mart’ta Öcalan’ın açıkladığı “Barış Süreci”nin gölgesinde var olma olanağı bulmuş ve hızla demokratik özlemlerini ifade etme ve radikalleşme eğilimi göstermişti.
Hazırlıksız olduğu kısa soluklu kaldığından gerisi gelmedi. Ama genel bir tarihsel eğilimi gösterdi.
20 Yüzyıl, bir bakıma, şehirlerde başlayan bir devrimin (Berlin, Petrograd, Bakü) bir köylülük denizinde boğulmasının hikâyesiydi.
21 Yüzyıl kırda başlayan bir devrimin şehirlerde ayağa kalkmasının hikâyesi olabilir.
Bu da bilenen bütün ezberleri bozar.
12 Haziran 2014 Perşembe
Demir Küçükaydın
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/06/serdeki-hayr-pkknn-gunu-gelirken.html
Muhammed peygambermi?
Peygamber.
Araplara ilk siyasi çağrısı “etrafıma toplanın size devlet ve zenginlik vaadediyorum” değilmidir?
“Anlayasınız diye size arapça bir Kur’an indirildi” ayeti arap milliyetçiliği değilse ve Kur’anın araplara özgü bir kitap olduğunu vurgulamıyorsa nedir?
Kur’an arap milliyetçiliğinin manifestosudur. İtirazı olan bir adım ileri çıksın islamiyeti topyekun tartışalım.
Ali Muhammed’in öğrencisimidir?
Öğrencisidir.
Amcazadesimidir?
Amcazadesidir.
Damadımıdır?
Damadıdır.
IV. halife olarak arap devletinin başkanımıdır?
Halifedir ve başkandır.
Kureyşli ben-i haşim soyundan bir arapmıdır?
Evet.
Bu da Ali cephesi..
Kürt bir Muhammed olmadığı gibi, Dersimli yada Xorasanlı bir Ali de yok.
Şeyh Adi bin Musafir Lübnanlı bir arap ve islam mutasavvıfımıdır? Ta kendisidir.
https://www.facebook.com/komunistenkurdistan/posts/558541310824335
Zira, mademki Tanrı her kavme, o kavmin kendi diliyle kitap göndermeyi uygun bulmuştur ve mademki Arapların kendisine, “(Ey Tanrı). Araba yabancı dilden (kitap) olur mu ?..” (Fussilet Suresi, ayet 44) ya da “.. .Bizden evvel Yahudilere ve Hıristiyanlara kitap gönderdin, fakat biz onların okuduklarından bir şey altlamıyorduk veya “Bize kitap gönderilseydi, onlardan daha fazla hidayete ererdik” diyememeleri için onlara kendi anlayacakları dilde, yani Arapça olarak kitap vermiştir, o halde Araptan başka milletlerin (örneğin, Türklerin, Acemlerin vd…) “Biz Arapça.bilmeyiz; Tanrı bize kendi dilimizden kitap vermedi; vermediğine göre bizi bilmediğimiz, anlamadığımız dilde yazılmış bir kitapla sorumlu kılamaz. Bu itibarla Arapça Kur’an bizi bağlamaz” şeklinde konuşmaları kadar doğal ne olabilir ki!
http://www.turandursun.com/bilgi-arsivi/kutsal-kitaplar/kuran-elestirisi/492-222
Gun arkadas PKK ve KCK karsi inatla ulusal kurtulus hareketi diyorsun. Bu yakistirmayi herkes birakti. PKK cizgisini acikadi. Sen hala 15- 29 yil evvelki tespitle israr ediyorsun. Inat ve gormemezlik anarsizmle bagdasmaz.. Parlemento partileri, Senin donemindeki solcular dahi ulusal kurtulus hareketi demiyor. Bu kelime de hala turk icseligi yatigini goruyorum. BDP. PKK ve Rojeva nin geldigi noktayi 20 yil geriden goruyorsun. Hic yakismiyor. Sana PKK yayinlarindan haric. Emek Partisinin, MLKP nin , MKP nin LGBTT hereketinin yorumlarin goz atmani diliyorum. RTE Apo ile bir masada cozum ararken, basin karsisinda bolucu orgut demesi kadar tuhaf kaciyor.
ne demek gerekir sence?
bu felsefi tartışmalar ilginç oluyor O. GÜRSEL ARKADAŞ ben de çok seviyorum ama bilmem konuyu deşmeye müsait bi durum var mı? herneyse….ne de olsa ANARŞİST bir sitenin özgür ortamında özgürce konuşulmayacak da nerde konuşulacak, öğrenmek için söz söyleyenlerle dinleyenler arasında hiyerarşi oluşturmadan, daha uygun yer bulunur mu?
..Demir Küçükaydın da Marx da okunası yazarlar, tıpkı daha niceleri gibi…ama sanki “maddi yaşamın bilinci, ya da alt yapının üst yapıyı belirlediği” bu “belirlenen-belirleyen ayrımını mutlaklaştıran “belirlenimci” yaklaşımlar biraz zorlama gibi geliyor bana. sanki burada bir özne ve iktidar yaratma niyeti seziyorum.
bu kadar kesin ve keskin mi her şey?
basit bir örnekle derdimi anlatayım.
şu haziran öğle saatinde, tepemizde güneş, her yer ışıl ışıl…
tam da benim gibi “uçuk” bir anarşistten beklenecek bir merakla şunu sorsam:
“gözlerimiz kapalıyken, ortalığın aydınlık kalacağı söylenebilir mi?”
şu anda bu soruyu okuyan herkesten beklendiği gibi, herhalde bir “angut” muamelesine maruz kalmak bahasına, bunu sesli düşünelim…
gerçekten de gözlerimiz yumukken, dışarıyı, etrafı aydınlık olarak nitelemenin imkanı var mı? buna dayanak ve kanıt nasıl ortaya konur? herhalde, gözü açık birileri olması gerekir. ben yumduğumda, sen gözlerini yummamışsan, iddiamın doğru olmadığını, senin hala dünyayı ışık içinde algılamaya devam ettiğini söyleyebilirsin..
ama bu durum, sorudaki gizli önermeyi yanlışlayan değil, aksine doğrulayan bir sonuç üretir:
“her kesin gözü kapalıyken, bu öğlen saatinde etrafın aydınlık olduğunu iddia edebilmek mümkün değildir…”
buradan, felsefedeki ünlü “epistemolojik hakikat” ile “ontolojik hakikat” ayrımı tartışmalarına dalarız. hegel ise, inatla “hakikatin tekliğinden” dem vuracaktır..ne için, hangi amaçla söylemek gereği duyar bunu hegel? ve diyalektik bunun neresinde?
kısaca demeğe çalıştığım şu: “özneden ari bir nesne ve nesnellik olmadığı gibi…nesnenin koşullamadığı ve var etmediği bir özne-l mutlaklık da yoktur…
nietzsche söylemişti “olgular yok, sadece yorumlar var”…
Marx altyapının üst yapıyı belirlediğini söylemek yerine, bu iki yapının da mutlak bir anlamda alınamayacağını ve maddi olanın bilince etkidiği gibi, bilinç de bu maddi varlığa anlamını verir- veren öznedir ve bu algının dışında varlıktan-maddeden söz edilemez deseydi, acaba nice olurdu politika ve hayata dair bakışımız?
burada özne, nesne, madde, varlık, bilinç, altyapı, üstyapı gibi mutlaklıklar ihdas etmek yerine, akışın sonsuz değişimi içinde, ırmağın yüzünde beliren köpük misali geçici belirimlerden söz etsek, daha anlamlı olur gibime geliyor
tek cümle ile; “BİLİNCİ YOKSA, VARLIKTAN DA SÖZ EDEMEYİZ”
belki de felsefenin (batı felsefesi anlamında) zaman zaman başlarına dönüp herakleitos ile parmenides tartışmasını hatırlamak iyi olur, diye düşünüyorum:
bilinir ki herakleitosun “her şey akar-değişir….değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir” sözüne karşılık olarak parmenides (her halde oydu,diye biliyorum ve mealen aktarırsam):
“iyi ya işte, değişmeyen bir şey, bir sabite var ki, o da değişim…değişimin olması İLKESİ değişmiyor” yanıtını verir…
işte dinin kastettiği hakikati, bir de bu açıdan görmek gerekir, bence…”sonsuz değişim-dönüşümün HİÇ DEĞİŞMEZ OLAN DEĞİŞİM İLKESİ”…
Beyazid-i Béstami şöyle mi demişti:
“Aşık da Maşuk da Aşk da Birdir”…
Demir Küçükaydın konusunda bir EK.
Yazılarını severek okuduğumu ifade ettim, ama görüşlerine tümüyle katılamadığımı da söylemeliyim…
Demir Küçükaydın analitik bilimsel bilgi ile, normatif-değer biçici bilgi (değerlendirme) arasındaki ayrıma ısrarlı bir şekilde dikkat çekmesi bence de önemli… Keza bu ayrımın kendisinin bir din (yani bir altyapının-mülkiyet ilişkisinin bilinci anlamında “din”) olduğunu söylerken de haklı bence…
Hatta, bunu yadsımanın da bir din olduğunu söylemesine de itirazım yok…
ancak analitik bilgi dendiğinde anladığım, matematik-mantık gibi formel-idealist ve doğa bilimleri gibi ispatı veya kanıtı mümkün olan “BİLİMSEL BİLGİ “dir…
yoksa “sosyoloji-psikoloji vb beşeri disiplinler değil. zira bu disipliner alanlar, her şart altında, değer yüklü olmaktan kurtulamazlar; tıpkı güneşli ortamdaysak bile, yumuk gözlerimizle aydınlıkta olduğumuzu söylemenin olanaksızlığı örneğinde olduğu gibi…
gün zileli bunamaya başladın galiba,dil surçmelerin artmış,che nere kafakesen cihatcılar nire.aklı bu kadar basit çalıştırmak da bır çeşit konformizm.politik doğruculuğu da öğrenmişsin.bu yazıdan ne öğrendim söyle bakıyim.yeni bir bilgi mi veriyon.yeni bir yorum mu yapıyon.yeni bir tatışmamı başlatıyon …bu cihtcılar cani kötü insanlar aksini söylemek mümkün mü,siyanür insanı öldurur aksi mümkün mü insanları ahmak yerine koyma
Bunamış olmam da ihtimaller biri olarak dikkate alınmalıdır elbette.
37 anonimin işine gelmemiş söylenenler.siyasetteki güçler uzaydanmı geliyor (çıkarıldı. admin)?malzemesi insan.che olsun lenin olsun usame olsun.solcu olunca katılanlar otomatik temizemi çıkıyor?çocuk fikri bunlar çocuk.himende var iyi kötü.gerçek hayat daha karmaşık.geç bunu.geçde işimize bakalım.
İslama Kur’an’a gerçekten neden inanılır hiç anlayamıyorum ve anlayamayacağım……Ne var Kur’an’da?
Hiçbir derinliği yok hiçbir özelliği yok Tanrı’ya inanan biri için gerçekten “TANRISAL” olduğuna inanmamızı sağlayabilecek HİÇBİRŞEY yok! hadi onları geçelim Kur’an’ın içinde insana zevk veren KUTSALLIĞI HİSSETTİREN HİÇBİRŞEY YOK Bir din bu kadar mı SIĞ olur? dünya üzerindeki EN SIĞ din islamdır..Çünlü islam basit bir ARAP dinidir…
Kur’an’ı okuyorum insanlar neden inanıyor diye anlamaya çalışıyorum…Sayısız kez karışık biçimde okudum…Baştan sona düzenli okuma işlemini ise daha önce 3 defa yapmıştım…Bugün Kur’an’ın son suresini de okuyup 4. kez baştan sona okumuş oldum…
Bütün din, bütün felsefe, hayatın anlamı,derinliği….vs sadece tek bir şeyin üzerine kurulmuş: “La ilahe ilallah Muhammeden resulullah” o kadar bitti…Kitabın zaten büyük bölümü de buna inananların ödülleri inanmayanların cezaları ile ilgili…La ilahe illallah Muhammeden resulullah derseniz cennette iri gözlü tomurcuk memeli,bakire,cinler ve insanlar tarafından “kirletilmemiş” kızların yanına gidersiniz yok demezseniz cehennemde derileriniz eritilir….. tehditlerle dolu bir kitap..Geri kalanı Muhammed’in başından geçen olayların yorumları ticaret ilişkileri islam hukuku..vs ile ilgili…Son olarak da “bakın Allah’ın sayesinde gemiler yürüyor Allah rüzgarı kesse gemiler yürüyecek mi hiç mi düşünmezsiniz…” ya da “Kuşları Allah havada tutuyor hiç düşünmez misiniz” gibi son derece BASİT mantıklı Tanrısal OLAMAYACAĞI aşikar olan ayetlerden tutun da “Muhammed’e sesini YÜKSELTMEDEN konuşanların ödülleri büyüktür” mantığında,basitliğinde,tipindeki sayısız ayete kadar…
Bunların hepsini toplayın Alın size Kur’an…Arap düşünüşüyle tam uyumlu basit sığ yüzeysel primitiv bir Arap dini: islam!
Bu kadar sığ bir dine bir nebze olsun kutsallık ve felsefe katabilmek amacıyla Tasavvuf,Sufizm ortaya atılmış..Onlar da Sünni müslümanlarca sapkın olarak yorumlanır ki zaten Tasavvuf düşünceleri kaynağını Kur’an’dan ya da hadislerden değil Hinduizm Budizm gibi uzakdoğu düşünüş biçimlerinden alırlar…..
http://www.turandursun.com/forumlar/showpost.php?p=10663&postcount=32
“D. Küçükaydın’ın “Demokrasi ve İslam (“Demokratik İslam Konferansı” vesilesiyle)” yazısı üzerine…
Öznel bir yazı… Din’e ait katı “sosyolojik” gerçekliği ifade ederken Din “pratiğinin” “yabancılaşmış tinselliği”, -işleyişinin kaçınılmaz sonuçları – “eşyanın tabiatına uygun olma zorunluluğu sürekli inkar edilmiş… Özür diliyorum ama yazmak zorundayım… Lezzetsiz-vitaminsiz bir bir salata..
1
…
“Allah sosyolojik, yani toplumsal bir olgudur ve toplum bilimsel, yani sosyolojik olarak, sosyolojik kavramlarla açıklanmalıdır.”
*
Tarihsel bir olgudur da… Tarihe, zamana direnmiş… binlerce yılda insan sinir sisteminde kök salmış bir olgu… Metaları üretenlerin ürettiklerine yabancılaşması gibi, yine zaman içinde “yabancılaşmanın yabancılaşması” eşiğini de geçmiş… Sosyal, Tinsel ve Tarihsel bir olgu… Üç ana, derin kök üzerinde büyümüş devasa ağaçlar; kendine ait bir “eko sistem” yaratmış!
2.
“..
Allah, tanrılaşmış despotları, sıradan insanlarla eşitleyen, onları kendilerinden üstün bir varlığın kurallarına tabi kılan; keyfiliğini ve mutlak iktidarını sınırlayan halkın direnişinin bayrağı ve aracıdır.”
*
Başlangıçta…. Çok ama çok önceleri…
“Köle ve cariye” sahiplerinin keyfiliklerini” sınırlayarak “ mutlak iktidarlarının” tanınması o dönem için “olumlu” olsa da bu tarihsel “normallik” üzerinde yüz yıllar boyu eklenmiş bir “kültür” üremiştir. “Köle ve cariyelerin” olmayacağı bir toplum öngörmüyorsa “savaş ve ganimet” de kutsanacaktır…
.3.
“..
Mekke eşrafından çıkmış Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri arasındaki ticaret yolları üzerindeki Şam’a vali olmuş Muaviye, Mekke bezirgânlığıile binlerce yıllık Şark devletçiliğinin bu sentezi, Firavun ve Nemrutların İslam içindeki bir temsilcisi olarak karşı devrimi yaptı.
Bundan sonra İslam’ın yayılışı ve yorumlanışı bu karşıdevrimci biçimi içinde oldu. Onun devrimci ve eşitleyici özü kuşaklar boyu unutuldu…”
*
Savaş ve ganimet kutsanıyorsa bu “karşı devrim” hem kaçınılmazdır; ticaret kazancı helal ise yol açacağı sonuçlar da kaçınılmazdır… “Karşı Devrim” bin yılı aşkındır benimseniyorsa “öze ait” temel çelişki olmadığı içindir. Dolayısıyla bu bir “karşı devrim” değil, bu “düşüncenin” doğal “gelişmesidir!”
4.
“İslam, dinin … bu dünyadaki toplumsal ilişkileri düzenlediğini (yani Marksist kavramlarla ifade edersek, bir toplumun üstyapısı olduğunu) en iyi bilen dindir…”
İşte TAM DA bu “gücü” ile değişime direnir… “Neolitik döneme” ait yaşantıyı “iyi” düzenlemiştir. Bu hayat içinde “hükmünü” katılıkla sürdürecektir… Ve bu nedenle de Modernite düşmanlığında haklıdır! “Modernite”, “Batı Demokrasisi” Din’i değiştirecektir…
5.
“İslam’ın din tanımı Aydınlanma’nın din tanımından bin kat daha doğrudur bu nedenle. Tam da böyle olduğu için İslam Allah’a şirk koşmayı yasaklar. Çünkü bu Din kavrayışına göre Allah’a şirk koşmak demek, aynı toplum içinde iki farklı hukuk, iki farklı ilişkiler sistemi demektir ki, bu mümkün değildir.”
*
“Allah’a şirk koşmak demek aynı zamanda toplumsal örgütlenmede, birlikte yaşamada “insan aklının” düzenlemeler getiremeyeceğidir. Dogma’nın neden dogma olması gerektiğinin açıklamasıdır…
6
“…
Din ve vicdan özgürlüğü, sosyolojik olarak bir palavra ve yalandan başka bir şey değildir ve aslında ancak modern toplumun dininin din tanımının kabulüyle mümkün olabilir. Yani dinler din olmayı modern toplumun din tanımı içinde kalarak kabul ettikleri, politik alana girmemeyi, vicdan sorunu veya epistemolojik bir sorun olmayı kabul ettikleri takdirde din olarak tanımlanırlar. Ama bizzat bu tanımın kendisi başka dinlerin din tanımları üzerinde bir diktatörlüktür. Ama başka dinlerin din tanımları da diğerleri üzerinde bir diktatörlüktür. İslam da demokrasi üzerinde bir diktatörlüktür…”
Yazdıktan sonra da
“Ancak İslam’ın özüne inildiğinde, İslam’ın Muhammet döneminde yaptığı ve yapmaya çalıştığı şey bugün nasıl yapılabilir diye sorulduğunda, bunun bir tek cevabı vardır: İslam ancak gerçekten demokrasi olduğu takdirde; en radikal demokrasiyi savunduğu takdirde gerçekten İslam olabilir…”
Bu çelişkileri bir “İslam ruhu” bularak aşmaya çalışıyor. Yani “Din olmayan Din” Yazara göre “(yani Marksist kavramlarla ifade edersek, bir toplumun üstyapısı olduğunu) en iyi bilen din” nasıl oluyor da demokrasi getirebilir? “Üst yapı” mı demokrasi getirecek? Çok tuhaf…
Peki, örneğin insan Kurban etme geleneği taşıyan bir Din inancı taşıyan bir topluluk üzerinde bu uygulamayı önlemek için “diktatörlük” uygulanmalı mı?
1400 yıl önceki yoksulluğun, dayanışmanın bir geleneği günümüzde bir hayvan katliamına dönüşen geleneği geriletme çabası “diktatörlük” olur mu?
“Gerçekten tutarlı bir Müslüman’ın bugünkü toplumda var olma şansı yoktur. Dinin bir inanç, yani kişisel bir sorun olduğunu kabul eden Müslüman ancak var olabilir ama o da artık Müslüman değil, modern toplumun dininden bir insandır; yani dinin özel bir sorun olduğunu kabul eden insandır; İslam’ın din tanımına göre dini tanımlamayan bir insandır.
Peki, hem Müslüman olup hem Demokrat olunamaz mı?
Olunur ama İslam’ın lafzı değil, ruhuyla.”
Başladığımız yere döndük… Din “kendi isteğiyle” bu kadarla yetinmez! Hani “İslam dini üst yapının bu dünyadaki toplumsal ilişkileri düzenlediğini en iyi bilen” di! Bildiğini bilmezden mi gelecek?
En başında da zaten insanlığın yarısı bu hikayede yok! Kadınlarla ilgili “negatif ayrımcılığı” görmezden gelirsek… Zaten İslam Din’i Kadınlarla ilgili “iddialarından” vaz geçtiği an birden güneş açacak; karanlık, fırtınalı günlerin arkasından geldiği gibi… Gerisi çorap söküğü gibi gelecek…
4:34 – Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihad, imamet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün.
Kısa keselim… “Nereden baksan tutarsız…”
…
“Yani İslam insanları biçimsel olarak, hukuken, Allah’ın kulları olarak eşit haklarla donatır; kastlaşmalarını engeller. İslam’ın Allah’ının sosyolojik anlamı budur.”
“Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler.”
“İlerde geri ülkelerde radikalleşmiş genç Müslümanların tam da burada ifade ettiğimiz yollar ve çıkarsamalarla Demokratlara ve Sosyalistlere dönüşme olasılıkları vardır.”
“Bu noktada bir gerçek Müslüman ile bir Marksist arasında hiçbir fark olmaz.”
İşte anlaşıldı… Bu garabeti anlatmak için elbette “eşyanın tabiatına uygun olmayan” analizler uzun, uzun yapılır…
Bu zaten 1950’lerden sonra denenmedi mi? (Bu konuda ilgilenenler Metis Y. Da çıkan Yaralı Bilinç’e bakabilirler…” Marksist İslamın sefaleti orada çok güzel anlatılır…
“Alevilik gibi bin bir biçim içinde aşiret ve köy komünü hukuku varlığını sürdürmüştür.” Evet; katliamlardan arta kalanlar tarafından!
****************
“O halde İslam’ın özü, en geniş ölçüde insanları aynı hukuk altında birleştirmek, en azından biçimsel olarak eşitlemek olduğuna göre… Müslümanlığın kendisinin diğer dinlerle eşit olacağı, yani kişilerin özel sorunu, bir vicdan sorunu olacağı bir dünyayı kabullenmek ve bunun için mücadele etmek. Hz. Muhammet’in çağrısının özü bu değil mi idi?…”
“İnsanları aynı hukuk altında birleştirmek”…. Bu elbette “cihad” ile olur… Hukuk’a bakalım…
Kadınlarınızdan zina edenlere karşı, içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar, şahitlik yaparlarsa, bu kadınları, ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlara bir çıkış yolu açıncaya kadar evlerde hapsedin
Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah’dan bir ceza olarak ellerini kesin.
Bir de harb esiri olarak sahibi bulunduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı
Bir de Allah’ın bazınıza, diğerinden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin.
Eğer öksüz kızlarla evlendiğinizde onlara karşı adaletli davranamamaktan korkarsanız, hoşunuza giden diğer kadınlardan iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz. Eğer adaleti gözetmemekten korkarsanız, o zaman bir tane ile veya elinizin altındakiyle (sahip olduğunuz câriye ile)
Yazar “kendi için” bir din yapmaya çalışıyor sanki; buna bir şey diyemeyiz ama “olmayacak duadır” bu!
Alıntıladığım ayetler eleştiri amaçlı değildir; Yazar’ın gerçeklik dışı dünyasını eleştiri içindir… Bu “hukuk” zamanına göre olumlu olabilir… Ama biz günü ve geleceği konuşuyoruz…
Adı geçen yazarı zaman zaman öven arkadaşlar olurdu… Okumak isterdim… Benim için motivasyon kırıcı bir başlangıç oldu….
Sofos’tan “sûfî”, “tasavvuf”, “mutasavvıf”, filosofos’tan “feylesûf”, “felsefe”, “felâsife”, “tefelsüf”, “mütefelsif”, keyfe’den (nasıl) “keyfiyye”, “keyfî”, kemm’den (ne kadar) “kemmiyye”, “kemmî”, kelâm’dan “kelâm”, “mütekellim(kelâmcı)”, mantık(nutk)’tan “mantık”, “mantıkî” gibi terimlerin türetilmesi, bu kavramların olmadığı bir toplumun düşünceden yoksun olduğunu göstermeye yeterdir.
“Mutluluk” ve “Tanrı” arasındaki uçurum kaç milyon cesetle doldurulur
O. Gürsel
http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1221
Hortlattirdiniz beni..
Islamla ne demokrasi olur hele marksist asla..
Anonim 39 a ek..
Kimsenin anladigida yok zaten. Su en basit soruyu 20 yildir öneme gelen Imam,dindara sordugum Zaman Dogru 1 cevap alamadim. Kurani ne Zaman kim tarafindan yazildi?
Ölümünden 21 yil sonra halife osman tarafinda 40 ulenmayla tabiki basta iyi bir katip olan muhammedin adami tarafindan.. muhammedin peygamber oldugundan baska sey kimse tarafindan bilinmedigindende herkes degistirdiginden osman bu kitap degistirilmiyecek vede cevirisnii bile YASAKlamis..
Muhammedin kendisi cocuklugundan beri Ibrahim diniyle ugrasanlar Hanifi denilen akima mensuptu. kendisini mumin olarak ibrahimci olarak görürdü..Benzetmeler gicig olacak ama,jöntürkcü kemalin kemalizmi sonradan yaratilmasi,olusmasi gibi..Kemalin kendisi böyle bir iddiada bulunmasada..
Marksda kendine marksizm ,leninde lenine leninzm ifadesini kullanmamistir.. hep arkadan geliyor..( Stalin haric.. adamin kacik oldugu zaten ordan belliydi.kendine stalinizm diyecek Kadar igrenc)
Hepsi bukadar degil bu sacma sapan kitabin incilin arebesklesmis kopyasi oldugunu düsünürsek, geiye sadece su kalir; ahir daginda halunulasyon gören muhhamed Allah ona oku oku demis ama yaz demesini unutmus!
Neyseki osman yetismiste birseyler yazilmis..
Igrenc hikayeler,siddet,korku,zavalligi dayanan bir kitap olusmus sonucta..Hem hiristiyanlarin kitabini kopye et Hemde ona karsi cihad ac! fark neydi? hiristiyanlar muhammedin peygamber olacak hic bir tiyniyetini görememislermis..söyledikleride zaten bizden kopye demeleriymis!
Bu dini okundugu düsünüldügü Zaman zaten kimse inanmaz..Anlatilanlarin hepsi igrenc, volterin dedigi gibi cehenemin ortasinda yanacak kisiler bu peygamberler!!
Siz niye islami illede politiklestirmege calisiyorsunuz??!!
Islamla demokrasi olurmus,marksist olunurmuymus?
ne yapiyorsunuz sizz??nereye gidiyor kafalar??
Kadın erkek eşitsizliği deyince nedense sadece İslam ve dinler, feodalite, kölecilik vs. akla gelir. İkincisi, erkeğin de kadınla eşit olmadığı, çünkü kadınların askere alınmadığı, zengin ve orta sınıf kadınları rahat bir hayat yaşarken erkeklerin zorla askere alınmaları, ölüme sürülmeleri, hayatlarından çalınması, askerlikte yaşadıkları bin türlü şiddet, dayak, sıkıntı, eziyet görmezden gelinir.
41. Yorumcuya…
Sorun kadın-erkek eşitsizliği değildir!
Sorun, kadının insan olarak görünmez kılınmış halidir. Kadının erkeğin hükmüne terk edilmesidir. “O’nun için yaratılmış” olmasıdır.
Salak bir burjuva erkekle eşitlenmiş kadından konuşmuyoruz… Bir insan olan kadından söz ediyoruz…
Erkeğin dövebileceği bir eşya-nesneden… Bu anlamda Kadının da bir erkeği dövmesine izin verecek bir “hukuk” değildir aranılan…
Anımsatmalıyım… Biz 1400 yıl öncesini sorgulamıyoruz; bugün 1400 yıl öncenin değer yargılarıyla günümüze, günümüz insanı-kadınına zulmeden, bu zulmüne gerekçe olarak o zamanın değerlerini önümüze sürenleri yargılıyor, eleştiriyoruz…
Sorun kadın erkek eşitliği değildir; tüm insanların sömürü-tahakküm içermeyen bir karşılıklı eşitliliğidir; ve kadın da erkekten eksiği olmayan, bence (binlerce yıldır ezildiği için, hükmedilen olduğu için bazı insani değerleri hala yaşatabilmesi nedeniyle fazlası da olan insanlar olarak)
Tuzu kuru burjuva, k. burjuva nesne kadınları konuşmaya gerek yok; bu kadınlar % 80-90 ezilen kadınları görünme kılan vitrin yaratıkları… Gerçeğin görülmesine engel.. O kadınlar da yine tahakkümcü erkeklerin eseridir…
Zileli nin Ukrayna devrimi tüm özgürlükçülügü ile sürüyor…http://www.odatv.com/n.php?n=komunist-parti-yasaklaniyor-1506141200 http://www.etha.com.tr/Haber/2014/06/10/dunya/victor-shapinov-guneydogu-ukraynada-sosyalizm-olan/
Katil ABD ve işbirlikçisi AKP! Arap Topraklarında Halkın Dökülen Her Bir Damla Kanının, Bombalanan Her evin, Yıkılan Her Bir Tuğlanın Sorumlusu Sizsiniz,
Tarih ve Halklar Karşısında Hesap Vermekten Kurtulamayacaksınız!
Günlerdir ülkemizin tek gündemi oldu Musul’un IŞİD isimli Şeriatçı, gerici bir örgüt tarafından ele geçirilmesi. Birçok gazeteci, televizyoncu nasıl oldu, nasıl bu noktaya gelindi diye yazıyor, anlatıyor, konuşuyor. AKP iktidarı konuşuyor. Ama gerçeklere değinmek yok, gerçekleri ortaya koymak yok, çünkü hepsi suçlu, hepsi arap topraklarında dökülen her bir damla kandan sorumlu. Belirsiz, gizemli ifadelerle gerçekleri bulandırmaya, halktan gerçekleri gizlemeye çalışıyorlar. Musul Başkonsolosluğu’na nasıl girerlermiş, nasıl ordaki görevlileri rehin alırlarmış. Sanki konuşulacak konu, tartışılacak mesele buymuş gibi.
Konuşulacak olan AKP’nin işbirlikçiliği, Amerika’nın katliamcılığıdır. Bunlar konuşulmadan ve mahkum edilmeden yapılan her değerlendirme Amerika ve AKP’yi aklamaktan başka bir kapıya çıkmaz, kimse kimseyi kandırmasın.
IŞİD nerden çıktı? Irak’ta Suriye’de nasıl büyüdü? Buralarda kimlerin desteğiyle katliamlar yaptı? Kimler göz yumdu bu katillere? Bunların cevapları yok. Oysaki cevaplar gün gibi ortada. Cevap: IŞİD Amerika’dır, IŞİD AKP’dir. Bu kadar nettir gerçek. IŞİD’e gözyuman, silahlandıran, sınırlarından binlercesini geçirerek Suriye ve Irak topraklarına salan Amerika ve AKP iktidarıdır.
Tam 3 yıldır Suriye’yi bölmek için IŞİD gibi irili ufaklı birçok gerici örgütü finanse etti, silahlandırdı Amerika. AKP ülkemizin sınırlarını açtı sonuna kadar. Şu kadar milyon dolar yardım ettik havaları attı AKP’li bakanlar. Van depreminde halkına bir çadırı, bir prefabrik evi çok görenler, sınır boylarında anında konteynır kentler kurdular bu şeriatçı, gerici örgütler için. Bu katiller Hatay’da sokaklarda eşkiyalık yaptılar, girdikleri mağaza, dükkanlardan para ödemeden çıktılar, başbakanın ismini verdiler onun “misafiriyiz” dediler.
Şimdi dert yanıyor emperyalizm, AKP. Dert yanmayacaksınız, hesap vereceksiniz.
Amerika Büyükortadoğu projesi kapsamında hedef koymuştu önüne “23 ülkenin yönetimi değişecek” demişti. Bunun için Tunus’ta, Mısır’da.. birçok arap ülkesinde Arap baharı adıyla arap coğrafyasını dizayna girişti. Birçok ülkede halkın varolan gerici, küçük burjuva düzenlere tepkisini kullanarak iktidarları değiştirdi. Önünde engel olarak gördüğü neresi varsa oralara türlü yöntemlerle girdi, böldü-parçaladı, mezhepleri, değişik milliyetleri birbirine karşı kışkırttı. Kısmen başarılı da oldu ama Suriye’nin direnişi sayesinde Amerika ve işbirlikçilerinin hesapları bozuldu, asıl amaçları, kirli yüzleri ortaya çıktı. Şimdi batan projelerini kurtarabilmek, kurtaramıyorsa bile giderayak halklara daha da fazla zarar vermek için, IŞİD’in Musul’u ele geçrimesine gözyumuyor. Unutmayalım IŞİD Amerika’dır, IŞİD AKP’dir.
3 sene boyunca bu gerçekleri dile getirmekten yorulmadık, islamcısından kendine solcuyum, sosyalistim diyenine kadar “diktatörlerle” yanyana olmakla suçlandık. Kim haklı kim haksız işte ortada.
Biz Cepheliler diyoruz ki iki sınıf vardır: Burjuvazi-proleterya. Ya burjuvaziden yanasın ya da proletryadan. Ya ezenden ya ezilenden… Ara bir sınıf ve ara yol yoktur. Ara bir sınıf ve ara yol arayanlar işte görün düştüğünüz hali, siz de sorumlusunuz bu durumdan. Bir ülkenin halkının 3 senedir bu katiller tarafından bombalanmasına, barbarca katledilmesine gıkınızı çıkarmadınız. İslamcı çevreler “Esad gitsin de nasıl giderse gitsin” diye diye bir ülkenin hem de nüfusunun önemli bir kısmı müslüman olan bir ülkenin Amerikan silahlarıyla, dolarları ile parçalanması savaşına gözyumdunuz, desteklediniz. Eli kanlı katilleri bize “özgürlük savaşçısı” diye yutturmaya çalıştınız. Siz de sorumlusunuz arap halklarının dökülen her bir damla kanından.
Kürt milliyetçileri… “Üçünçü yol” diye bir yol tutturup objektif olarak Ortadoğu’yu kangölüne çeviren emperyalistlerden yana taraf oldunuz… Ne zaman ki, emperyalizmin besleyip büyüttüğü çapulcular sizi de vurmaya başladı o zaman direnmeye başladınız… Dün tavırsız kaldığınız, hatta Esad’a karşı işbirliği yapmak istediğiniz IŞİD gibi işbirlikçi gerici güçler sizi de vurmaya başladı… Bunda sorumluluğunuz büyüktür…
Ey kendine marksist-leninist diyenler… “Ama Beşar Esat diktatör, onun yanında mı olacağız” diye Amerika ve işbirlikçilerinin tüm katliamlarına tavırsız kaldınız. Beşar Esat kadar yürekli olamadınız Amerika karşısında ne yazık ki. Şimdi de eminiz Suriye’ye methiyeler dizmekle suçlayacaksınız bizi. Siz de sorumlusunuz bu durumdan. Bir ülkenin emperyalizme karşı darbeler vurmasını, ülkesini savunmasını görmediniz, anlamadınız, anlamazlıktan geldiniz.
Tüm dünyayı kan gölüne çeviren AMERİKA, EMPERYALİZM! size Stalin’i hatırlatıyoruz bir kez daha. Yine Marksist-Leninislerin etten duvarlarına toslayacaksınız. Sizin katliamlarınızı biz durduracağız, tüm dünya haklarına söz veriyoruz. Bu soytarılıklarınızın, kan emeciliğinizin hesabını, fitil fitil burnunuzdan getireceğiz. Sadece Türkiye’yi değil tüm dünyayı marksizm-leninizm ışğında örgütleyeceğiz. Korkun bizden. Şimdi cirit atıyorsunuz Ortadoğu’da ama şimdilik, ya sonra… kaçacak delik arayacaksınız, devrimcilerin önderliğinde savaşan halkların karşısında. Tarihe not düşüyoruz.
Tüm dünya halkları, Yiğit Arap halkı, Yiğit Türkiye halkları… emperyalizme karşı SAVAŞ, DİRENİŞ, ZAFER. Başka bir kurtuluş yok.
Arap ve Kürt halkı özgür bir Irak’ın yolu Amerika ve IŞİD gibi, Barzani gibi , Maliki gibi Amerikan işbirlikçileri ile savaşmaktan geçer. Başka bir yol yoktur. Arap ve kürt halkı bu gerçeği görecek savaşacak ve kazanacak, buna inanıyoruz.
Anadolu halkları işte görün tanıyın AKP’yi, kendi konsolosluklarını bile koruyamayacak kadar acizler, kağıttan kaplan bunlar. Bunların bayrak-vatan dediklerine bakmayın. Onlar için önemli olan tek şey kendi ceplerini doldurmak ve korumaktır. Başbakanın da AKP’nin de umrunda değildir dökülen Arap halklarının kanı. ABD’nin AKP veya başka işbirlikçileriyle birlikte Ortadoğu’ya kan ve gözyaşından başka verecek hiçbir şeyi yoktur. Bu yüzden Kürt halkının da Arap halkının da Türk halkının da ortak düşmanı IŞİD’ler El Nusra’lar doğuran ABD’dir, işbirlikçilerdir.
IŞİD GİBİ GERİCİ GÜÇLER EMPERYALİZMİN YETİŞTİRMESİDİR! IRAK HALKININ KURTULUŞUNU SAĞLAYAMAZ!
KATİL AMERiKA VE AKP HESAP VERECEK
KAHROLSUN EMPERYALİZM, YAŞASIN SOSYALİZM
EMPERYALİZM YENİLECEK, DİRENEN HALKLAR KAZACAK
HALK CEPHESİ
sol aydin in beyni sulanmaya görsün neler yazilir neler. iki kere ikinin dört etmedigini ispatlamya kalkismak icinde karmasik soyutlamalar gerekir, yapanin ne kadar derin oldugunu düsünürsünüz. ama iki kere iki dört tür.. kadinlar evde rahat rahat otururken erkekler savasa sürülüyordu yu argüman olarak sunan arkadasa, serfler ve kölelerde savasmazdi, öyle ise zavalli ezilen sövalyeler, zavalli köleci efendiler… sinir tanimiyor beyin sulanmasi, kahrolsun aydinlanmacilik diyen bir sol aydinimiz var bruno dan utanmiyan, ne tarih bilinci kaldi ne bisey.(en komigi mao cular kahrolsun aydinlanmaci fasiszm felan yaziyolar, e buyuk apo islamciligin bi türü ile ittifak yapinca dincilige ilerici misyon bicme hastaligi soysuzlugu baslamis, kemalizm fasizmdir sözünden baska kendine ait tek teorik belirlemesi olmayan kaypakkaya hakkinda salt bu yüzden seminerler veriliyor, tarih gülecek size aci aci)
Zileli devrimlere 17 de gorkinin baktigi yerden bakiyor tiksinerek…
konsolosluk çalışanlarının rehin alınması t.c komplosudur.
küresel gladionun azimli elamanı akp t.c sinin konsoloslugunun ışit tarafından [sözde]ele gecirilmesinin bok beyinli seriatciları abd emri ile destekleyen tc ile seriatci katiller arasindaki bagi kamufle etmeye yönelik bir eylem oldugunu olay günü soylemistim. (ayni analizi dun karayılan yaptı)
sırada sözde rehinelerin tayyip in deyimi ile; “tereyagindan kıl çeker gibi”
‘kurtarilmasina ‘ geldi.
akp nin tasmali medyasi ‘rehineler’ kurtarılınca tayyip e ‘kahraman,aslan ,kaplan diyerek cilalayacaktır mutlaka…
bir tasla iki kus.hem isbirligini gizle hemde tereyagi gibi akp t.c si…
O slogan katil AKP isbirlikci ABD olcak.hala antiemperyalizmin en zirva haline tapiniyorsunuz.sagcilik bu sagcilik.akpyle ayni yere dusuyorsunuz.abd kotu.akp yalnizca taseronumu?halami ayni zirva.boylece asil sucluyu akliyorsun.devletin yedek lastigi zor gun dostu halk cephesi.
KIYMA MAKİNESİNİN BAŞINDAKİLER, BİR KÜRT GENCİNE DAHA KIYDILAR…BİLSİNLER Kİ, HESAP GÜNLERİ DE ZULÜMKARLILKARI NİSBETİNDE YAKINLAŞIYOR…
Güney’de “Türkmen sorunu”
PKK’yı Güneye karşı kullanması ABD tarafından yasaklanan ırkçı devlet, ırkçı faşist çıkarları uğruna kullanabilmek için, bu kez elini Türkmenlere attı.
Güneye inmeden, kuzeyde biraz eskilere gidelim.
Ermeni Katliamı’na kadar, Serhat bölgesinde Kürdler ve Ermeniler birlikte yaşarlardı. Ermeni Katliamı’ndan sonra, bölgede sadece Kürdler kalmıştı.
Büyük ırkçı Mustafa Kemal’in emriyle, ülkenin en doğusunda bile Türklerin olduğu görünümü yaratabilmek için, terörist devletin ilk kuruluş yıllarında Kayseri, Yozgat, Kırşehir, Ankara ve Konya’dan onbinlerce Türkü, yerinden yurdundan ederek, Serhat bölgesine getirip yerleştirirler. Bölgenin iklimine ve insanlarına ayak uyduramayan bu Türkler, bir yıl içinde, hepsi geri kaçarlar.
Anatoli Türklerinden umudu kesen Kemalistler, 1938’de, dönemin Sovyet hükümetiyle bir antlaşma yapıp, Sovyetlerden onbinlerce Azeri getirtirler, çünkü Azerilerin geri kaçabilme imkanları yoktu. Azeri deportasyonu hem Kemalistlerin politik çıkarlarına, hem de Stalin’in politik amaçlarına son derece uygundu.
Grup grup getirtilen bu Azeriler, Serhat bölgesine yerleştirilirler. Kürdleri Kars şehir merkezinden tamamen çıkararak, Kars’ın her bir sokağını bir Azeri aileye peşkeş çekerler. Bölgenin en sıcak iklimine ve en verimli toprağına sahip olan Iğdır’da Kürdleri dağlara sürerek, Iğdır’a tamamen Azerileri yerleştirirler. Diğer bütün şehir ve ilçelerde, en iyi yapıları, en güzel sokakları, toprağı en verimli olan köyleri… Azerilere peşkeş çekerler.
Tüm bunlara rağmen, Kürdlerin hiç bir zaman Azerilere karşı bir kinleri, nefretleri olmadı. Onlara karşı hiç bir zaman ayrımcılık yapmadılar.
12 eylül 1980 askeri darbesine kadar da, Azeriler Kürdlerin yanında yeraldılar. Darbe olur olmaz, büyük katliamlara sahne olan Kars’ta, Kürd hareketleri gücünü yitirince, serhat bölgesindeki tüm Azeriler, ne yazık ki, anında devletin yanında yerlerini aldılar; en milliyetçi, en ırkçı, en faşişt, en azılı Türklere dönüştüler.
Bu durum Kürdlerin Azerilere güvenini yoketti, ve Azerilerin Kürdler tarafından dışlanmalarına sebep oldu. Kürdlerle tüm ilişkileri sona eren Azeriler, sonunda Serhat bölgesini bir bir terkedip, Türkiye metropollerine göçettiler.
Şimdi Güneye gidelim.
Güneydeki Türkmenlerin toplam sayısı kadar, Türmenistan’ın başkenti Aşkabad’da Kürdler yaşıyor. Şimdi Kürdler kalkıp, Türkmenistan Kürdistan’dır, diyebilirler mi? Tabi ki diyemezler. Türkmenistan yine Türkmenistandır, içindeki Kürdler, orada yaşayan sadece bir azınlıktır. Türkmenistan Türkmenistan olduğuna göre, Güney-Kürdistan da Kürdistan’dır, Türkmenistan değildir, hele hele Türkiye hiç değildir. İçindeki Türkmenler de, orada yaşayan sadece bir azınlıktır.
Güney, resmi bir devlet olmamasına rağmen, şu an mevcut sistemiyle, Orta Doğu’nun en demokratik yapısına sahiptir. Türkmenler, orada bir azınlık olarak, her türlü azınlık haklarına sahipler; kendi dillerinde eğitim hakkı, kendi siyasi partilerini kurma hakkı, basın-yayın hakkı… Aynı durum Asuriler için de geçerlidir. Acaba Türkmenistan’daki Kürdler bu haklara sahipler mi? Türkmenistan’ın Kürdlere yönelik politikası da, Türkiye gibi, sadece ve sadece asimilasyona dayalı bir politikadır.
Peki, ırkçı faşişt Kemalist devlet ve onun, dünyanın en aşağılık medyası olma onuruna sahip mehmetçik medyası, Türkiye denilen kahrolası devletin sınırları içinde yaşayan 20 milyon Kürdün, tüm ulusal ve insani haklarını gaspedip ayaklar altına alarak, ve zerre kadar utanmadan, sıkılmadan, “Türkmenlerin hakları, Türkmenlerin hakları” diye çığlıklar atarak, acaba tüm dünyayı koca bir eşekler topluluğu mu sanıyorlar?
Eğer Türkmenistan kendisini bir devlet olarak görüyorsa, uluslararası arenada saygın bir konuma sahip olmak istiyorsa, Güney-Kürdistan’da yaşayan Türkmen vatandaşlarının, Türkiye’nin ırkçı faşist çıkarları uğruna kullanılmasına izin vermemeli, Türkiye’yi en ağır bir dille uyarmalı ve eleştirmeli. Güney-Kürdistan’ın Türkmenlere tanıdığı azınlık haklarını, o da kendi içindeki Kürdlere vermeli, tanımalı, bu uygarlığı, bu medeniyeti gösterebilmeli.
Güney-Kürdistan’da yaşayan Türkmen soydaşlarının varsa bir sorunları, kendisi el atmalı, kendisi ilgilenmeli.
Bu işi ırkçı faşist Türk devletine bırakmamalı.
Türkmenlerin Türkiye’nin ırkçı faşişt politikalarına alet olacaklarını sanmıyorum. Güney-Kürdistan’ın daha da gelişmesi ve ilerlemesi için, Kürdlerle omuz omuza çalışmaları, onların da yararınadır. Türkiye’ye alet olmaları, onlara hiç bir şey kazandırmaz. Irkçı emeller uğruna kendisini batıran bir ülkenin, Türkmenlere verebileceği hiç bir şeyi yoktur. Türkmenlerin bunu çok iyi görmeleri ve anlamaları gerekir.
http://www.acikmeydan.com/kurd-tarihi/2046-bir-kurd-olarak-abd-ye-kirli-savas-son-verdigi-icin.html
Kürdler İdeolojik Değil, Pragmatik Davranmalıdır!
Ortadoğu’da ne kalıcı dost ne de kalıcı düşman vardır. Çünkü her an dengeler ve bu dengelere bağlı olarak ittifaklar değişebiliyor. Bazen kimin kime karşı ve niçin savaştığı bile belirsizleşebiliyor.
Buna karşın Kürdlerin dostları ve düşmanları bellidir. Kürdistan’ı işgal eden devletler kalıcı düşman, Kürdlerin devletleşmesini savunanlar da kalıcı dostturlar.
Ne yazık ki devletler düzeyinde Kürdlerin devletleşmesini koşulsuz destekleyen kimse yoktur. Dolayısıyla kalıcı bir dostluktan söz edilemez.
Dört sömürgeci devlet arasında yaşanan çelişkiler dönem dönem bu devletlerden birinin kerhen de olsa Kürdleri desteklemesi söz konusu olabiliyor. Ama bu destek te kendisine zarar vermeyecek şekilde düşünüldüğü için geçici, taktiksel bir destek olmaktan öteye gitmiyor.
Uluslar arası bir sömürge olması nedeniyle Kürdistan’da meydana gelen her olay, yerel/bölgesel olmaktan çıkıp uluslar arası bir soruna dönüşüyor.
İran’ın şu anki tehditkar tutumu ve olası bir müdahalesi Aynı zamanda tüm dünya devletlerinin direkt veya dolaylı bir şekilde karışacağı bir hesaplaşmaya dönüşecektir. Amerika ve Rusya ile birlikte Avdupa Birliği ve Çin de bu hesaplaşmada mutlaka yer alacaklardır.
Kürdlerin yapması gereken şey, Kürdistan’dan zorla koparılmış bölgelerin ani bir şekilde Pêşmerge denetimine geçmesiyle oluşan fiili devlet tutumunda ısrar etmektir. Bu tutum bağımsızlığın tek teminatıdır.
Bu tutuma saldıranlar Kürdlerin düşmanı olacaklar, destek verenler de dostları…
Kürdler için ne yapmalı sorusunun tek cevabı, ‘devletleşmeye giden yol neyi gerektiriyorsa o yapılmalı’ anlayışının kararlıkla yaşama geçirilmesidir.
Şİİ-Sünni kamplaşması derinleşirse, başını İran’ın çektiği Şİİ cepheye karşı Sünni cephe ile anlaşmakta tereddüt yaşanmamalıdır. Aynı şekilde Kürdlerin devletleşmesine destek vermeleri halinde Şİİ cephe ile birlikte hareket etmekte tereddüt yaşanmamalıdır.
Kürdlerin sorunu ne mezhepsel ne de işgalci ülkelerin rejim sorunudr; Kürdlerin sorunu Kürdistan’ı işgalden korumak ve bağımsızlık ilan etmektir. Bu amaca ulaşmak için kiminle nasıl bir ittifak kurulursa kurulsun en doğru karar olacaktır.
Dengeler hergün değişiyor! Değişen dengelere göre pozisyon almak, inancına/ideolojisine ve rejimine bakmaksızın devletleşmeye hizmet edecek herkesle ittifak yapabilme esnekliğine sahip olmalıdır Kürdler.
Gerekirse İran, gerekirse Türkiye veya gerekirse IŞİD veya başka güçler…
Haber/Yorum
16.06.2014
http://www.nasname.com/a/kurdler-ideolojik-degil-pragmatik-davranmalidir
Peygamberlik mesleğine dair
İbranice nabî (geç dönem telaffuzu navi, נָבִיא), peygamber. “Söylemek, konuşmak” anlamına gelen N-B-A kökünden, esasen “sözcü” demek. Nitekim Eski Yunanca prophêta προφήτα, aynı şekilde, phêmi (söylemek) fiilinden, “sözcü, başkası adına söz söyleyen.” Tanrıdan geldiği farz edilen sözü/ilhamı insanlara iletme işini üstlenmişler.
Antik Yunanda prophêta nispeten düşük prestijli biri, bir tür şaman. Didim’deki Apollon tapınağının prophêta’sı mesela, okuryazar olmayan, yarı-deli bir kadınmış. Muhtemelen birtakım maddeler kullanıp trans haline girer, tanrı Apollon’un mesajlarını dile getirirmiş. Mesajı yorumlayıp ölçülü vezinli beyit haline koymak, kentin en itibarlı ailelerinden seçilen Rahip’lerin işi.
Tevrat’ta da Rahipler (kohanim) sınıfı ile Nebi’lerin ayrı, hatta rakip iki zümre olduğu anlaşılıyor. Rahiplik babadan oğula geçen, kuralları yasa ile tanımlanmış bir meslek. Kurban kesmek, belli törenleri yönetmek onların işi. Nebiler daha arızalı tipler; rahipler ve bilicilerle sık sık çatışma içindeler. Kral danışmanlığı gibi bir işlevleri olduğu anlaşılıyor. Sırası gelince kralla çatışmaktan da pek çekinmemişler. Sanki Türk Oğuzname’lerindeki Dede Korkut’u anımsatan bir konumları var. Nasıl seçildiklerine ilişkin yeterli bilgimiz yok; Elîşa’nın peygamberliği İlyas’tan devralışı hadisesinden anlaşıldığı kadarıyla (II Krallar 2.15) belki bir tür “el verme” yoluyla halife tayin etmişler.
Yeremya 29.26’da “deliler ve nebiler” bir arada anılmışlar. Deli olmasalar da, muhalifleri tarafından bazen öyle suçlandıkları anlaşılıyor. Yeremya 29.1’de Babilliler tüm rahipleri ve nebi’leri toplayıp götürüyor; demek ki aynı anda çok sayıda nebi varmış. I Krallar 18.22’den öğrendiğimize göre Öz Hakiki Tanrı’nın peygamberlerinin yanısıra, kötü tanrı Baal’in de 450 tane nebi’si bulunuyormuş. İlyas peygamberlik yarışında onları yenmiş, sonra hepsini öldürtmüş.
*
Krallık düzeniyle birlikte ortaya çıkmış ve krallıkla birlikte ortadan kalkmış bir kurum olduğu şüphesiz.
Tevrat’ta nebiler zincirinin ilki olarak adı geçen kişi Samuel, gerçi krallıktan öncesine ait, hatta İsrailoğullarına Allah’ın emriyle ilk kral seçtiren kişi (I Samuel 9 v.d.).[1] Ama orada can alıcı bir ayrıntı var: “Eskiden İsrail’de biri Allah’a bir şey sormak istediğinde “haydi biliciye gidelim” derdi. Çünkü bugün peygamber (nabî) denilene o vakit bilici (הָרֹאֶה, kâhin, müneccim) denirdi” (I Samuel 9.9). “Bugün” den kasıt MÖ 7. yy sonu, Tevrat’ın ana tarih anlatısının derlendiği devir. “Eskiden” dediği bundan 300-400 yıl önceki yarı-efsane çağı. “Bugüne” ait bir terim, eski zamana yansıtılmış. Nitekim aynı hikâyenin alternatif anlatımı olan Tarihler (Chronicles) kitabında Samuel’den “nebî” değil, “bilici” diye söz ediliyor (I Tarihler 9.22).
Samuel neden nebîlik mertebesine yükseltilmiş, anlamak çok zor değil. 7. yy’ın sert siyasi ortamında belli ki nebîlerin kraldan eski ve kraldan yüksek bir makama sahip olduklarının vurgulanması istenmiş. O yüzden ilk kraldan önce gelen, ve Allah’tan aldığı talimatla kralı takdis eden bir nebî gerekmiş. Keza Samuel’den sonraki Nathan ve Oded nebîlerin de kral Davut ile Süleyman’ı bazen takdis, bazen ikaz ettikleri vurgulanmış. Davut ve Süleyman’ın büyük ölçüde mitolojik şahsiyetler olduğu göz önüne alındığında, anlatılan şeyin siyasî anlamı daha net görülüyor.
*
Gerçek bir tarih dönemiyle ve tarihi şahsiyetlerle bağdaştırılabilen ilk nebî İlyas. Kuzey (İsra’el) Krallığında, y. MÖ 870-850 yıllarında hüküm süren kral Ahab zamanında zuhur etmiş. Kralın çok-tanrıcılık eğilimleriyle mücadele etmiş; belki de ilk kez Yahve inancını güçlü bir şekilde öne sürmüş. (Eliyâhu אֱלִיָּהוּ adı “Rabbim Yahve’dir” demek; isimden çok slogan gibi.) Bana öyle geliyor ki nebîlik makamını bir kurum ve kavram olarak ilk tanımlayanlar, İlyas ve halifesi Elîşa. Sonraki nebîler esas olarak onları model almışlar.[2]
Sözleri kitaplaştırılıp Tevrat’a dahil edilen ilk nebi’ler Hosea ve Amos. Onlar da kuzeyli, 700’lü yıllarda yaşamışlar. Tevrat derlemesini oluşturan metinlerin en eskileri muhtemelen bunlar. Her ikisi de henüz Tek Tanrı kavramından çok uzak. Çeşitli tanrılar arasında Yahve’nin en güçlü ve gazabı en müthiş tanrı olduğunu kanıtlamaya çalışmışlar.
Güney (Yahud) Krallığında adı geçen ilk nebi İşaya, 7. yy başı. Onu, tüm nebilerin en karakteristiği olan Yeremya izlemiş (7. yy sonu). Babil esareti zamanında ve hemen sonrasında Ezekiel ve Zekeriya nebilik etmişler. Kraliyetin çöküşü MÖ 587, nebîler silsilesinin tükenmesi yaklaşık 530 veya 500. Aradaki iki üç kuşak, belli ki kraliyetin geri gelmesi umuduyla eski alışkanlıkları sürdürmüş. Babil dönüşünden ve İkinci Tapınağın inşaından sonraki devirde ise artık nebilerin adı geçmiyor. Mesela MÖ 448 dolayında Yahudi dini yasalarına son şeklini veren ve Tevrat’a dahil iki önemli kitaba konu olan Ezra ve Nehemya nebî değiller. Ezra (Uzeyr) Tevrat’ta sadece Alim (sofer, “molla?”) ve Rahip (kohen) olarak anılıyor (Ezra 7:11, Nehemya 8:9). Nehemya ise Vali ya da Yönetmen (Nehemya 12:26).
*
Musa’nın peygamberliği konusu biraz daha karışık.
Tevrat’taki Musa hikâyesinin en az iki ayrı kalemden çıktığını biliyoruz. Daha eski olanı İkinci Yasa (Deuteronomy), 7. yy sonlarına ait. Diğeri Çıkış, Leviler ve Sayım kitapları, daha geç.
İkinci Yasa yazarının peygamberlik konusuna yaklaşımı tuhaf. 13. babda peygamberlerin (nabiim) “rüya görücü” olduğu, yalan söylediği, ve Allahın onları kahredeceği birkaç kez vurgulanmış. 18. babda ise, İsrailoğulları arasında Allah’ın gerçek sözcüsü olan bir peygamberin (nabî) çıkacağı müjdelenmiş. Bu kişinin Musa olduğu ima ediliyor, ama açıkça söylenmemiş. Nihayet, sonradan eklenmiş izlenimi veren son paragrafta (34.11) “o günden bu yana İsrail’de Musa gibi Tanrı ile yüz yüze görüşen bir peygamber çıkmadı” denilmiş. Bu cümle muğlak, çünkü Musa’nın nabî mi, yoksa tüm nabîlerden üstün başka bir şey mi olduğu anlaşılmıyor.
Çıkış (Exodus) ve Sayım (Numbers) yazarının tavrı daha net. Çıkış 7.1’de Musa’nın değil kardeşi Harun’un peygamber (nabî) olduğu açıkça belirtilmiş. Çıkış 15.20’e göre kızkardeşleri Miriyam da peygamber (nabiyya). Buna karşılık Musa peygamber değil, daha üstün bir şey. Sayım 12:6-8 bu konuda net. Allah nabi’lerle rüyada konuşur, oysa Musa ile “açıkça, yüz yüze” görüşmüştür.
Bundan ne sonuç çıkaracağız?
Bence şöyle bir şey. 1) Tevrat’ın yazıldığı devirde (MÖ 7. ve 6. yy’larda) nebilerin düzinesi beş paraydı. 2) Tanrıdan direkt mesaj alma tekeli onlara aitti. 3) Nebilerin genellikle yalancı olduğuna dair bir düşünce vardı. 4) Eski zamanda şimdiki nebiler gibi olmayan, tanrıya farklı bir boyutta ulaşmış bir figür lazım oldu. 5) Musa bu göreve uygun bulundu.
Tesadüfen tam bu sırada, Tapınağın bir odasında, Musa Yasalarını içeren eski bir elyazması bulunuverdi (II Krallar 23:24). Yine tesadüfen, bu yasalar kral Yosiah (MÖ 641-609) ile başrahibi Hilkiyah’ın siyasi-dini programına tam denk gelmekteydi. Doğal olarak, o yasaların müellifi olan Musa’nın normal peygamberlerden ayrı bir yere oturtulması gerekti. Oturtuldu.
*
Tevrat’ta Nuh, Yakup, Yusuf, Davut ve Süleyman peygamber değildir. İlk üçü Atalar (aboth, patriarchs) kategorisinde sayılır, son ikisi sadece kraldır. İbrahim’den sadece bir yerde (Yaratılış 20:7) nabî diye söz edilir, orada da kastedilen “nefesi kuvvetli hoca” ya da “evliya” gibi bir şey görünüyor.
Öte yandan, tanrı ile direkt hattan görüşmek eğer nebîlere mahsus bir şey ise, eski zamanların fantastik aleminde tanrı(lar)la yüzgöz olan kişilerin tümünün mantıken nebî sayılması gerektiği rahatlıkla iddia edilebilir. Adem ile Havva sık sık Patronla muhatap olmuşlar; Yakup güreş tutmuş; Nuh gemi yapım ve zooloji koleksiyonculuğu talimatı almış. Nebilerden neleri eksik?
Nitekim Tevrat’ta bu yönde hiçbir ifade olmadığı halde, sonraki devirde, yani Hıristiyanlığın doğumu ile Talmud’un oluşumu arasındaki dönemde, nebi kavramının kontrolsüz olarak genişleme eğilimine girdiği anlaşılıyor.
Misal: Tevrat’ta Yônah (Yunus) Amittai adlı bir nebînin oğludur, ama kendisine nebî adı verilmez (II Krallar 14.25). Buna karşılık, hikâyenin ilk anlatımından yaklaşık 700 yıl sonra yazılan Matta İncilinde (12:39, 16:4) Yunus “prophêta” olarak anılır. Tevrat’taki Daniel Babil’de yaşamış bir efsane kahramanıdır; oysa yine Matta 24:15 ve Markos 13:14’e göre Daniel peygamberdir.
*
İncil’deki peygamberlik konusu da hayli sürprizlidir. Ama onu da başka zaman anlatayım.
[1] Samuel Kuran’da Bakara 247’de anılan isimsiz nebîdir. Samuel’in takdis ettiği ilk İsrail kralı Şaûl, Kuran’da Tâlût adıyla anılır. İbraniçe /ş/ harfinin Aramice /t/ halini alması tipiktir. +ût Aramice çoğul ekidir. Tâlût “Şaul’lar” anlamına gelir.
[2] Bugünkü İsrail’in kuzey yarısında Ahab ve babası Omri zamanında (MÖ 900 ve devamı) merkezî bir krallığın ortaya çıktığı, arkeolojik bulgularla desteklenen bir bilgi. Buna karşılık, bunlardan yüz yıl kadar önce Kudüs’te (güneyde) hüküm sürdüğü rivayet edilen Davut ve Süleyman’a ilişkin arkeolojik iz yok. Bu dönemde Kudüs’ün birkaç haneden oluşan bir yarı-göçebe yerleşimi olduğu biliniyor. Güneyde kentleşme ve krallık kurumları ancak MÖ 650’ler dolayında belirmiş. Zengin ve müreffeh Kuzey devletinden daha eski ve daha güçlü bir Güney krallığı efsanesi, hiç şüphesiz 7. yy’ın siyasi gerekleriyle açıklanması gereken bir
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/12/peygamberlik-meslegine-dair.html
Peygamberlik konusuna devam
Peygamberlik mevzuu şu açıdan can alıcı.
“Tanrı(lar) var mı, yok mu” meselesi nihayetinde teorik bir soru. Varsa vardır, yoksa yoktur, nasıl yorumladığına bakar. Zeus var mı? Noel Baba var mı? Kürdistan var mı? Aşk var mı? Var diyorsan vardır, zararı yok.
Lakin, var dediğin tanrı(lar)ın meramını nereden bileceğiz? Peki var olsunlar, ama niyetleri ne? Tercihleri ne? Neden hoşlanır, neye uyuz olurlar? Oruç bozdum diye bana kızgınlar mı? Günahkâr kızımızı linç etmemizi isterler mi? Lider’imizi tutuyorlar mı? O Arab’ın yazdığı kitabı gerçekten onlar mı yazdırdı?
Herkesin içinde vardır bir duygu, Allah şöyle istedi böyle istemedi gibi bir şey. Ama emin olamazsın, çünkü Allah kimseye direkt konuşmaz. O zaman, ah ne iyi olurdu, seçkin bazı kişilere direkt konuşsa, biz de sorsak öğrensek, içimiz rahat etse. Gelsin nebiler, evliyalar! Onlar konuşmuş, elbet bilirler.
Ama hayır, bu da yetmez. Bugünün nebisine asla güvenemezsin. Elle tutabileceğin adamın, öbür eliyle Allah’a değdiğine sahiden inanabilir misin? De ki on kişi kuşkusunu bastırıp inandı, inanmak iyi geldi; bin kişi inanmaz, dalga geçer, “bırak o şarlatanı” deyip yoluna devam eder. Hoştur “O, bulmuş” diye hikâye anlatmak. “Ya kardeş, çok kuvvetli hocaymış, hatta bir gün…” Ama içten içe inanmazsın, tezgâh olduğunu bilirsin. Allahı kim kaybetmiş ki Falan Hoca bulsun?
BUGÜN peygamber olmaz. Ama DÜN? Masalların zaman içinde nasıl hakikat kazandığını bilirsin. İnsanlar masal dinlemeyi ve masal aktarmayı sever. Anlattıkça o masal ete kemiğe bürünür, kuşkudan arınır. Eski zaman dünyası zaten bugünkünden farklı bir dünyadır. Orada doğa yasaları işlemez; bugünün küçük insanları o zamanın devleri yanında hiç kalır. Evet, bugün tanrı(lar) insanlara konuşmuyor pek, ama geçmişte mutlaka konuşmuş olmalı.
Eskiden de konuşmamışlarsa zaten boku yedik, hakikatin zahmetli yolunda yapayalnızız demek!
*
Yahudistan’da tanrıyla kontak kurma işini nebîler üstlenmiş dedik. O geleneği sanırım İlyas başlatmış, MÖ 850 gibi bir tarih, sonra el verme yoluyla halifesine aktarmış, nebilik kurumsallaşmış, meslek olmuş, nebi nüfusu artmış. Sayı artınca da, doğal olarak, itibarları düşmüş. Tevrat’taki gerçek zamana (yaklaşık MÖ 600’e) yakın nebilerin hepsi loser tipler. Halk ve kral tarafından pek ciddiye alınmamışlar, onlar da köpürüp bela okumuşlar.
Bütün nebilerden üstün bir eski zaman nebisi ihtiyacı belli ki o zaman doğmuş. Yasa yapacaksın, kurban nasıl kesilir, rahip nasıl seçilir, ölüm cezası kime verilir, Şabat günü kölenden bir bardak su istemek caiz midir, belirleyeceksin. Bunu alelade bir nebi haber verse olmaz, tartışma çıkar. Oysa Musa Hoca öyle mi? Şimdiki nebiler tanrıyı ancak rüyalarında görür, ya da ıssız bir yerde perde ardından vahiy alırlar. Oysa Musa farklı, Hazretle bizzat yüz yüze görüşmüş mü? Görüşmüş. Bitti.
Musa var mıydı? Belki vardı, bilemem. Belki Dede Korkut veya Akşemsettin kadar vardı, meselleri halk arasında anlatılırdı. Fakat kesin bildiğimiz birkaç şey var,
1) Yahudiler Mısır’dan çıkıp İsrail’e göçmediler, izi bile yok.
2) Tevrat’tan 500 veya 700 yıl önce Tek Tanrı düşüncesi olmaz. Bırak onu, Tevrat’ın ana gövdesinden 100 yıl önce yazılmış Amos ve Hosea kitaplarında bile Tek Tanrı’nın izine rastlanmaz.
3) İbrani yazısının icadından yüzlerce yıl önce yazıldığı iddia edilen yasaların bugüne nasıl aktarıldığı belli değildir. On Emir’i Sina Dağından indirdiyse hangi yazıyla indirdi? Kim okudu?
4) Ayrıca Kızıldeniz yarılmaz, mümkün değil.
Masallarda yarılır belki. Anlatması da, dinlemesi de güzeldir. Çok anlatırsan sonunda anlattığına inananlar bile çıkabilir. Ama gerçek dünyada yok öyle şey maalesef.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/12/peygamberlik-konusuna-devam.html
Suriye iç savaşı başladığından beri Aman Aleviler diye ortalığı ayağa kaldıranların özellikle 2005’ten beri Maliki yönetiminin mezhepçi politikalarıyla neden derdi olmaz. Bu da tuhaftır…
ya gün zileli bırak şimdi ışid’i, bayrağı… cumbaba seçimlerinde ne yapacaksın? onu söyle hele. durumu daha iyi takip etmen için yazayım hemen. senin tkp boykot diyor. ödp hdp’nin adayını bekliyor. beğenmezse boykot edecek. tkp, ödp dışındaki diğer solcuları, anarşistleri de sen fazla ciddiye almıyorsun zaten. tatava yapma bas geççi anarşist olarak senin görüşün nedir? merakta koma bizi. yeni yazını bekliyoruz.
Taner AKÇAM
Taraf GAZETESİ
Bıkkınlık…
Ortadoğu’da kan gövdeyi götürürken böyle bir başlık atmak hoş değil. Ama eğer siz de benim gibi, 10 yılı aşkın Modern Ortadoğu Tarihi dersi veriyor olsaydınız aynı duyguya sahip olurdunuz.
2003 yılıydı; Minnesota Üniversitesi’nde, ABD’nin Irak işgali ve sonuçları üzerine bir toplantı düzenlemiştik. Orada söylediklerimi bir cümle ile şöyle bitirmiştim: “Eğer ABD ve Batılı güçler, Irak’ta 50 yılın üzerinde kalmayı becerirler ve ortak bir Irak kimliğinin yaratılmasına katkı sağlarlarsa eylemleri başarılı olabilir, yoksa Irak parçalanacaktır.”
10 yılı aşkın, konuyla ilgili her yazımda bu fikri tekrar ettim. Irak diye ortak bir kimlik yoktur; Irak İngiliz salaklığının ürünü ortaya çıkmış ancak bir diktatör tarafından birarada tutulabilecek suni bir yapıdır. Bu diktatörlük kalktığı an Irak kendi doğal yapısına dönecek ve etnik- dinsel kimlikler etrafında bölünecektir. Olan budur. Şimdi Batılı- Doğulu tüm güçlerin timsah gözyaşları dökerek, Irak’ın birlik ve bütünlüğü üzerine nutuklar atmalarına gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum.
Basit ama gerçekten çok basit gerçekler var ve bunları alt alta sıralamakta fayda var:
1)Osmanlı eğer Irak denen coğrafyayı yüzyıllarca yönetimi altında tuttu ise, bunu bu bölgeyi üç ayrı yapı olarak ele alarak ve bu üç yapı ile merkezden ayrı ilişki kurarak başarmıştır. Kuzeyde Kürtler, Bağdat merkezli Sünni Araplar ve Basra merkezli Şiiler. Bu tablo değişmez. Irak üçe bölünecektir, bölünür. Bu üç ayrı topluluk, Irak denen bir kolektif kimlik altında ileride birleşir mi, zannetmiyorum, birleşse de biz görmeyiz zaten…
2) Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak denen devletler suni yapılardır.İngiliz ve Fransızların yedikleri haltın ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. İngiliz ve Fransızların kör çıkarları olmasa idi, Yahudiler de dâhil, bölge halkları belki biraz birbirlerini boğazladıktan sonra, coğrafi şartlara da bağlı olarak bazı makul sınırlar içinde birlikler kurabilirlerdi.
Olur mu canım diyeceklere ve de bilmeyenlere hatırlatmak isterim; dönemin Arap hareketinin siyasi lideri Emir Faysal ile Yahudilerin sözcüsü sayılan Chaim Weizmann Ocak 1919’da bir anlaşma imzalamışlardı; ve Ortadoğu’daki (Filistin’deki) toprakların Arapların ve Yahudilerin birarada yaşamalarına yetecek kadar geniş ve büyük olduğunu dünyaya ilan etmişlerdi. Acaba bu Yahudi- Arap ortaklığını kim bozdu dersiniz?
3)Ortadoğu’da iflas eden İngiliz- Fransız dayatması Sykes- Pichot antlaşmasıdır. Sykes- Pichot düzeninin iflas ettiği ve bu antlaşmanın ürünü oluşmuş uyduruk ulus-devletlerin dağılacağı sağır sultanın bile duyduğu, bildiği bir gerçeklik hâline gelmişti. Bunu söylemeyen Ortadoğu uzmanı kalmadı galiba… Bu nedenle, Irak nasıl kurtulur, etrafında yapılan tartışmalar havanda su döğmekten başka bir şey değildir.
4)Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu son derece dar kafalı ve beceriksiz siyasetçilerdir.Akıl havzaları ve siyasi ufukları Sünni- İslam dünyası ile sınırlıdır. Bunun ötesine gidecek bir evrenselliğe sahip değildir. Daha önce de yazdım. Sykes- Pichot düzeninin çöktüğü bir ortamda, Ortadoğu’daki farklı etnik din yapıların eşit özgür ve demokratik bir tarzda birarada tutulması ve yeni bir Ortadoğu evi yaratılması mümkün idi. Ama bunun için soruna, etnik- din kimliğinin dar ufuklarının ötesinde, ulus-devlet anlayışının ötesinde bakan geniş vizyona sahip yöneticiler gerekirdi.
5)Erdoğan ve Davutoğlu’nda bu birikim ve ufuk yok. Onlar İslam’ın temel değerlerini insanlığın evrensel ve bölge insanının ortak değerleri olarak formüle edebilecek yetenekten uzak olduklarını gösterdiler ve bundan dolayı da kaybettiler. Bölgedeki güçlü etnik- din kimliklerinden sadece bir tanesi oldular. Alevileri, Hristiyanları, Arap seküler çevreleri açıktan karşılarına alacak kör bir Sünni- İslam fanatizmine düştüler. Esad rejimine karşı demokratik değerleri değil, Sünni- İslam değerlerini öne çıkartan akımlara sınırsız destek vererek etnik- din çatışmasını körüklemekten başka bir şey yapmadılar.
Bundan sonra olacaklar aşağı yukarı bellidir. Birçok şey biraz da Türkiye’nin Kürt politikasında neleri yapabileceğine bağlı olarak gelişecektir. Bu da başka bir yazı konusu olsun!
Akçam eksik yazmış. Hasan Dere onu tamamlamış;
Hasan Dere
Şuna Türkiye gibi desenize, TC devleti de diktatörlük sayesinde bu güne kadar ayakta durmadı mı?
Ulusal kimliği olan topluluklar önce devlet kurup devlet sayesinde hem milyonerlerini hem de bu milyonerler etrafında kenetlenecek ulusu mu yaratırlar? Yoksa aynı dili konuşan topluluklar ulus olma bilinciyle burjuvazinin etrafında toplanıp milli devletlerini mi kurarlar?
http://t24.com.tr/haber/taner-akcam-irak-ingiliz-salakliginin-urunu-ortaya-cikmis-suni-bir-yapidir,261392
tabii ki. merakta bırakmam.
bütün devletler yapaydır, zorlamadır.
Taner Akcam, soldan ve demokrasi guclerinden uzaklastikca manyaklasiyor diycem politik bir ifade olmayacak ama baska bir kelime de gelmiyor aklima.
Adama bak, yillarini zamaninda sosyalizm icin harcamis, sonra gitmis profesor olmus, Profesor olma sebebi de ermeni soykirimi uzerine olan calismalari. ABD de amerikalilara akil veriyor, “ABD ve Batili gucler Irak’ta en az elli yil kalmalari lazim”. Amerikalilar ilk on yilda bir milyondan fazla irakliyi oldurmus, milyonlarcasini evinden yurdundan etmisti. Amerika orada her on yilda bir ya da iki ermeni soykirimi gucunde katliam yapiyor, (Aslinda tam sayiyi bilmiyoruz bile cunki ABD dusman olusu saymiyor)
ABD lillerin Iraktaki zulum sistemi mesela nazilerin Polonya ya da Ukrayna daki zulum sistemi kadar berbattir. Akcam utanmadan bu somurge sistemini ABD de nasil savundugunu yaziyor.
Siyasi tesbitleri ise komik otesi. Adam Erdogan ve Davutoglu’nu “İslam’ın temel değerlerini insanlığın evrensel ve bölge insanının ortak değerleri olarak formüle edebilecek yetenekten uzak oldukları” icin vizyonsuz buluyor. Islam?? insanligin evrensel degerleri??
Bir de hedef koyuyor. “Ortadoğu’daki farklı etnik din yapıların eşit özgür ve demokratik bir tarzda birarada tutulması ve yeni bir Ortadoğu evi yaratılması mümkün” Ama bunun icin ABD nin orayi en az elli sene ( yani gerekirse bir elli sene daha, bu aptal araplari daha baska turlu nasil adam edersin!) isgal etmesi, isgale direnenleri oldurmesi, mallarini ozellikle petrolunu yagmalamasi, demokratik cozumler ihtimaline karsi asiretleri, kriminal ceteleri, etnik gruplarin en geri kesimlerini ayri ayri silahlandirmasi, ayriyeten de milyonlarca insani oldurmeye devam etmesi gerekiyor.
Bir soylesisinde sormustum kendisine. Ermeni soykirimina iliskin calismalarinda niye emperyalizm yok diye? Sonucta Yil 1915, ana amaclarindan birisinin Osmanli topraklarinin paylasimi olan bir emperyalist savasin en kizgin donemi, savasin ortasinda Genel Kurmay baskanindan tutunda kuvvet komutanlarinin birlik komutanlarinin hemen hepsinin Alman subaylarinin olusturdugu Osmanli Ordusunun gerceklestirdigi bir katliami arastiriyorsunnuz, bu konuda bir suru kitap makale vb yaziyorsunuz ama bu arastirmalarda Alman emperyalizmi hic yok niye diye. Bana cevabi evet bence de bu nokta da arastirilmalidir olmustu.
Adam yukarida bir Irak yazisi yazmis, herkese saydirmis, Davudoglundan Irak halkina hatta Ingiliz somurgecilerine kadar ama ABD ye tek serzenisi, “kardesim niye isgale devam etmiyorsunuz” sozu. ABD isgale devam etse, Irak ta hersey gulluk gulistanlik. Emperyalizmin bilim adamligi nasil olur diye merak eden olursa Akcam’a bakabilir: Tanrilar kadar kibirli, Ingiliz somurgecileri kadar oryantalist ve Ermani soykirimini yapan Osmanli yoneticileri kadar zalim
Ahmet’e;
Suriye sorununa bakış..
Suriye sorununa bakışımız müdahil bir çok devletin çıkarcı ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün ikiyüzlü kriterlerini esas aldığında vicdan yok olmakla kalmaz insanlık da düşer. Vicdani olan aynı zamanda insani olandır.
Devletlerin siyasi/diplomatik bakışı insani kaygılardan ziyade devletlerin çıkarlarını esas alır. İnsani bir yaklaşım ise vicdanı olduğu kadar hakkı ve hukuku gözetmek zorundadır.
Savunmasız milyonlarca insanın yıllardır zorbalıkla hükmeden bir iktidar tarafından kan ve ölümle imtihanı binlerce yaşama kıyılmasının ötesinde bir ülkeyi daha onlarca yıl yaşanmaz hale getirmekte, neden olduğu maddi ve manevi tahribatlarla gelecek kuşakların yaşama imkanlarını ortadan kaldırmaktadır.
Yaşama hakkına bu ölçekte saldırı mütekabiliyeti meşru hale getirmekle kalmaz, kaçınılmaz kılar. Zalimin saldırısına maruz kalmış savunmasızların yaşamda kalması için zalime atılan tokadı kimin attığının fazlaca önemi yoktur, önemli olan yaşamın korunmasıdır.
Suriye birden çok etnisiteyi ve dini barındıran bir coğrafyadır. Farklı toplulukları aynı elbiseyi giyen, aynı kazandan yiyen, aynı at gözlüğünü takan tek tip topluma zorla dönüştürmeyi temel alan bir ideolojiden beslenen iktidarı defetmek bu manada bu coğrafyada yaşayanlar için hürriyetin kapısını aralayacak bir eylem olduğu kadar, kendi geleceğiyle ilgili kararları kendisinin alabilmesi aynı zamanda her bir topluluğun doğuştan sahip olduğu haktır. Devletlerin bakışı coğrafyanın sorunlarına her devletin kendi çıkarları zaviyesinden bir bakıştır, buna mukabil soruna coğrafya insanının bu temel ve vazgeçilmez hakları zaviyesinden bakmak da vardır. Bizlerin gözetmemiz ve yanında durmamız gereken Suriye coğrafyasında yaşayan farklı toplumların bu temel haklarıdır. Her birinin kendi geleceğiyle ilgili kararlar alabilmesinin, kendini yönetmesinin, inançlarını hiçbir kayıt altında kalmadan özgürce sürdürebilmesinin yanında durmak insani tutumun gereğidir.
Devletlerin çıkar gereği insan ve vicdan kavramlarını çiğnedikleri bir vakıadır, devletlerin düşürdüğünü bizlerin yükseltmemiz, devletlerin uzaklaştığına coğrafya insanları olarak bizlerin yaklaşmamız hepimiz adına vicdani bir mükellefiyettir. Vicdan sadece teorik bir kavram değildir, yaşam tarafından damıtılarak insanlıkta yer bulmuş, hakkaniyet kadar insan sevgisiyle şekillenerek bugünlere ulaşmış bir tecrübedir. Devletler varsın kendi materyalist tecrübelerini izlesinler, insan olan bundan azade olmakla beraber izleyeceği insani tecrübeyi geleceğe devretmek için sırtında taşımaktadır. Hiçbir koşul altında yere bırakmadan bugünlere geldi, yarınlara ulaşamayacağını hiç kimse söyleyemez. Devletler geçicidir, insan kendi yaklaşımını kalıcı olan üzerine inşa etmelidir.
Suriye’de bir statüko hatta bir devlet sonlanabilir, ancak insan kalacaktır, insanın sorunları karmaşık hale gelerek sürecektir. Evrensel değerler esas alındığında coğrafyanın sükunete kavuşmasıyla birlikte kalkınması ve gelişmesi olanaklı hale gelebilir. İnsanlıktan uzaklaşmanın, özgürlükçü tutumdan uzaklaşmanın sonucu coğrafyada tekerrür eden tecrübelerin öğrettiği gibi yoksulluk ve yıkımdır. Devletlerin bakışı, birinin yoksullaşması üzerine bir diğerinin varlığını inşa etmeyi öngörür. Bu sakatlığı aşmanın yolu sorunlara insanın gözlüğüyle, yani insanın temel ve hak ve hürriyetleri zaviyesinden bakmaktır. İşte vicdan ve hukuk bu noktada lazımdır.
Herkes hanesinde rahat ve korkusuz olduğunda, herkes dini ve felsefi tercihlerinde özgür olduğunda, herkes dilini özgürce kullanıp düşüncelerini özgürce ifade ettiğinde, herkes ibadetlerini özgürce yapabildiğinde, coğrafyada yaşayan her toplum geleceğini özgürce inşa etme imkanına kavuştuğunda herkesin ocağında aşı olacak, tüten ocakların birbirine karışan dumanı coğrafyanın üzerinde barış ve dayanışma bulutu haline gelecektir. Akan kanı ve barut dumanından oluşmuş kara bulutları defetmenin başkaca yolu yoktur. Bölgenin kara “talihini” defedecek rüzgar özgürlük ve hakkaniyet rüzgarıdır. Bölgenin huzura ve insanca yaşamaya hakkı ve ihtiyacı var.
***
Suriye’de savaş olmasınmış, emperyalist bir savaşmış..?
Önce şu emperyalist yaygarasına bakalım.
Suriye emperyalist bir savaş sonucu kurulmadımı?
Suriye diye bir ülke yoktur. Suriye sadece bir coğrafya ismidir. Sınırlarına bakın, dümdüz, kuma bastonla çizildiği çok açık. Daha I. Dünya savaşı başlamadan Sykes Picot antlaşmasıyla burada Fransız egemenliğinde bir koloninin, diğer bir deyişle halklar hapishanesinin kurulması konusunda emperyalist devletler mutabakata varmışlardı. Suriye bu emperyalist plan sonucu yaşam buldu. Suriye’nin varoluşu bal gibi emperyalist bir uygulamadır.
Savaş olmasın demek;
40 yıldır tek partinin toplu katliamlarla sürdürdüğü antidemokratik olmasını bırakınız bizatihi kanemicilik ve hırsızlık mertebesindeki iktidarı sürsün demektir. Sultanlık gibi babadan oğula devreden despotluk tüm zorbalığıyla sürsün demektir.
Savaş olmasın demek;
1,5 milyon kürt kendi vatanında kimliksiz yaşasın, devlet izin vermezse okula kayıt yaptıramasın, ticarethane açamasın, hastalanırsa tedavi göremesin, öldürülürse nüfus kaydı olmadığı için mahkeme açılamasın demektir.
Anti emperyalist olmak bu ilkelliği, bu haksızlığı, bu zulmü onaylamakmıdır?
Hay sizin anti emperyalistliğinize, hay sizin savaş karşıtlığınıza !
Sizi gidi işgalcilerin, emperyalistlerin borazan ağızlı vaftiz çocukları sizi !
Savaş olmasın demek;
Süryaniler, ermeniler, fınıkiler Suriye’de köle muamelesi görsün demektir.
Savaş olmasın demek;
BAAS rejimi İsrail ile flörtünü sürdürsün, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı muallakta kalsın demektir.
Savaş olmasın demek;
Lübnan dürzileri, Lübnan’ın hristiyan arapları, Lübnan’ın sünni arapları bölge gericiliğini demoklesin kılıcı gibi tepelerinde hissetsinler, Suriye BAAS’ı Lübnan’ı toplu katliamlarla, bombalı suikastlarla arka bahçesi haline getirsin demektir.
Suriye’de farklı halklardan oluşan nüfusun sadece % 15’i arta kalan % 85 üzerinde Rus tankları, İran parası ile hükümran olsun, kahır ekseriyeti toplu katliamlarla kontrol etsin demektir.
Suriye rejiminden bizar ve mağdur olan milyonlarca insanın bu kanlı rejime direnme hakkı vardır ve direnişi her kitaba, her dine, her hukuka göre meşrudur.
Rus yayılmacılığının ve İran ayetullahlarının kanemiciliğini aklamak için anti emperyalizm sözcüğünü dillerine pelesenk edinenler ise bu despotik rejimlerin piçleri olmaklıklarıyla tamamen gayrimeşru ve insanlık dışı pozisyondadırlar. Zira anti emperyalizm kanemicilik değildir.
Suriye şu ana kadar herhangi bir devletle savaşa tutuşmuş değil. İki yıldır devam etmekte olan savaşta 150 bin insan yaşamını kaybetti, kimyasal silahlar da kullanılmak kaydıyla belli bir dini topluluğa soykırım uygulandığını söylemek abartı olmaz. Suriye halkının direnişi haksızdır diyebilecek durumda değiliz, karşı çıktıkları iktidar yeryüzünün bilinen en kanlı iktidarlarından biri. İlhaka dönüşmediği sürece Suriye’ye kim müdahale ederse etsin haklı nedenleri var. İnsanlık aleminin ulaştığı bugünkü uygarlık düzeyinde soykırımlara kayıtsız kalmak her insana çok büyük sorumluluk ve vebal yükler.
Alman nazizmine müdahale konusunda o gün için dünyanın tüm sosyalistleri ve emperyalistleri müşterek davrandılar. Savaşın kendisi emperyalist bir paylaşım savaşı olmasına rağmen Hitler’in tasfiyesine kimse emperyalist müdahaledir demedi, bugün de demiyor. Hoş böyle olması ABD, İngiltere ve Rusya’nın emperyalist devletler olduğunu, savaşın pazar paylaşımı savaşı olduğunu dışlamıyor ama Almanya’nın soykırım düzeyinde sistematik katliamlarına müştereken son vermelerinin de yanlış bir tarafı yok. Stalin bunu yaparken kendisi içerde daha büyük katliamlar yapmasına rağmen sağ cenah da dahil olmak üzere hiç kimse Hitler’e müdahalesini bugüne kadar haksız görmedi.
***
Naneye bakın hele, “Suriye’ye müdahale olursa El Kaide güçlenirmiş..” deniyor. Çaresiz kalınca bilgi kirliliğinden medet umar hale geldiler. Bunu söyleyenler imkan sahibi bir devlet olan İran’ın Suriye’de bizzat savaştığını, Hizbullah’ı Lübnan’da savaştırdığını, ayetullahlar devleti ve Lübnan hükümetinde yer bulan yarı devlet Hizbullah’ın El Kaide’ye karşı mukayese kabul etmez imkanlara sahip olmaklığına ilaveten bu her iki musibetin BAAS musibetiyle birleşmesinden doğan gerici mihverin El Kaide’den bin kez daha kan emici ve tehlikeli olduğunu gizlemek için söylüyorlardır.
BAAS iktidarının 40 yılı aşkın süredir soykırım düzeyinde işlediği suçları göremeyip, soruna Suriye’de yaşayan farklı dini ve etnik topluluklardan oluşan halk kitlelerinin temel hak ve hürriyetleri zaviyesinden bakamayıp, sürmekte olan savaşı ve sonuçlarını Suriye’de esamesi pek kıymet teşkil etmeyen bir örgüt üzerinden okumaya çalışmak eğer bilgisizlik değilse bal gibi çarpıtmadır, şarlatanlıktır.
Gerçek şuki illegalite kadar kanemicilik de bulanık ortamda ürer, belirsizlikte güçlenir. Lübnan deneyi bunu gösteriyor. Lübnan’da dikkate alınmayacak oranda olan şii varlığı dışardan içeriye nüfus sızdırmayla artırıldı, bu zoraki göçmenlerden silahlı propaganda ve komplolarla Hizbullah oluşturuldu ve Lübnan’ın dirliğine bela edildi. Buna mukabil Suriye halkı ağırlıklı olarak sünni inancında, arta kalanları hristiyan, dikkate alınır halk olarak kürtler de sünni ve radikal islama mesafeli. Bu koşullarda vahhabi gövdeli radikal islamcı El Kaide’nin tutunması değil tasfiye olması kaçınılmaz. Savaş sürsün ve müdahale olmasın diyenler El Kaide yanlılığını son çare olarak görenlerdir. Aslında İran dinci rejimi ve El Kaide aynı kefededir. Her ikisinin de Suriye’de tutunmaları soykırımcı BAAS iktidarının devamına bağlıdır.
http://cebaxcor.blogspot.com/2013/08/suriye-sorununa-baks.html
Irak bölünecek.. Tabiki bölünecek..batida bölünmeler yokmu?
Ne olur bölünürse? yokmu olur?
Hayir! dahada iyi olur..Bayrakcilar depresyona girermis..Cehenemin dibine girsin!Her yer bölünsün! Dünya bölünsün..
7 milyara bölünene kadar.. Tüm sorunlar kalkar..
lafa bak lafa. taner akçam soldan ve demokrasi güçlerinden uzaklaşıyormuş. hangi demokrasi güçleriymiş onlar acaba? 29 ekim’de kadıköy’de bayraklı miting yapan tkp tayfası mı? chp’ye solcu cumbaba adayı çıkarmadığı için küsen ödp mi yoksa?
taner hoca soykırım hakikatini dillendirdiği için amerika’da hoca olduysa bu övünülecek bir iştir. bir milyon kurbanın anısına sahip çıktığı, faşoluk düzenine kafa tuttuğu, hakikati dile getirdiği için.
Ahmet’ e bakıyorum da yine içindeki sosyal faşisti konuşturmuş. soykırımı osmanlı yaptı diyor, kamalizme laf ettirmem diyor. suçu almanya’ya atması da ayrı bir komedi. helal olsun ahmet’e valla. hem kamalist hem stalinist. duble sosyal faşo.
sen de sol gösterip sağ vurmuşsun yani. Taner Akçam’ın savunulacak hiçbir yanı yok arkadaşım.
64 nolu anonime: Yani bu kadar demagojiyi ABD nin Irak isgalini desteklemesini hakli gostermek icin mi yapiyorsun? Tamam ben kemalistim ve stalinistim, unutmussun bir de ustelik erkegim ve turkum. Ordan da hem erkek egemen hem de irkci yapabilirdin, bunlari unutmussun ama ne yaparsan yap ABD nin Irak isgalinin bir kac Ermeni soykirimini gucunde oldugunu ABD nin isgalini destekleyen herkesin bu katliama ortak oldugu gercegini unutturamazsin. Taner Akcam bu destekcilerden birisidir.Tabii sende!
Taner Akcam Ermeni katliami konusunda arastirma yapan kisilerden birisidir ama ayni zamanda bu konunun bulandirilmasinda en fazla katkisi olanlardan birisidir. Meseleyi basitce bir ittihatci, ya da turklestirme meselesi olarak ele alir. Bu sadece faktorlerden birisidir, ama asil mesele Osmanli topraklarinin paylasilmasi meselesidir ve bu paylasim savasinda bu savasin tam ortasinda kalan bir cok halk topluluk ( ermeni halki bu halklardan sadece birisidir, bunun yaninda Balkanlarin musluman halklarindan anadolunun ermeniler de icinde degisik hristiyan halklari soykirima ya da etnik temizlige tabii tutulmuslardir) etnik temizlige ve soykirima ya da her ikisine birden ugramislardir. Akcam ve digerleri ( Halil Berktay dan tutunda Insel’e kadar bir cok benzer yazari bunun icine katabilirsiniz) soykirimi ve nedenlerini aciga cikartmaktan cok kimlikler politikasini turkiye gundemine sokmaya calismislardir, ermenilerin yasadigi soykirimi da bunun icin kullanmislardir, bunda da oldukca basarilidirlar. AKP nin basimiza musallat olmasinin hatta Suriye ve Irak’in bir mezhep ve etnik catisma icinde mezbahaya donmesinin ideolojik zemini bu kimlikler politikasidir.
Ahmet beye. Stalini bile zekice savunduguna göre yorumu kendisin birakalim;
Evet Almanya katliamda simdi kendini suclu görüyor. Cünkü bildigi halde,birsey yapmadigi icin ozaman..Ama asla o katliami tesvik yada istendigi icin degil..
Osmanli devleti masum,ve paylasiliyormus? Osmanlinin kendisi en ilkel,en barbar emperyalist!! savasa kendisi katilmistir. Almanlarla bir olunca rusyaya daha Güclü olacagini sanmisti..
Alman arsivlerinden,Müttefiki osmanli devletini kaybetmemek icin almanlar karismamislar..
Katliami yapanlar türklerdir.. Almanlar degildir..Almanlarin talimatiylada yapilmamistir.. sucu,günahi baskalarinda aramak…
Solcularimiz emperyalizm deyince sadece kapitalizm anliyor.
Ermeni katliami osmanlidan cok bu milliyetci ittihatci pasalarin sonucudur..bu pasalar hitlerle kiyaslanilacak kisiler..
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/korkmayin-baas-falan-gelmez-93746
Hortlak kardes,
Yukaridaki yazimin neresinden osmanli devletini masum gordugunu cikardiniz?
Birinci Dunya savasinin ortasinda emperyalist bogazlasmanin ortasinda olan katliamlari emperyalizmi disarda birakarak anlayamazsiniz. Ustelik Alman devletinin kendini suclu olarak gordugu de bir palavradir. Alman devleti kendisini birakin ermeni katliami icin Ikinci Dunya savasindaki katliamlari icin bile suclu gormez. Ama bir halkla iliskiler calismasi olarak yahudilerden ozur dilemisligi vardir.
Ikinci dunya savasinda Nazi almanyasi Alman emperyalizmine yasam alani yaratabilmek icin Tum Avrupa’yi isgal etti ve sonra SSCB ye saldirdi. Ama sonucta sovyet ordulari tarafindan yenildi ve savas suresince yaptigi katliamlar aciga cikti.
Savas sirasinda nazi ordusu ve ukrayna, Letonya, Cecen Rus degisik milliyetlerden fasist ceteler yahudi rus ukraynali demeden milyonlarca emekciyi ve komunisti oldurmustu.
Ayrica milyonlarca emekci de su an olum kampi denen calisma kamplarina doldurulmus, kole olarak calistirilmislardi. Kole olarak calisacak gucu olmayan yaslilar, cocuklar hastalar vb dogrudan olduruluyordu.
Alman emperyalizmi yenilgiden sonra kendisini aklamak icin savas sirasinda oldurulen on milyonlarca insani onlarin icinde olan bir kac milyon yahudiye indirgedi. Gerci sonralari bazi kampanyalar sonucunda onlara cingeneler homoseksueller, vb gibi kesimleri de eklendi. Ama Alman devleti hic bir zaman oldurdugu milyonlarca komunist icin bir kere bile ozur dilemedi. Aksine Almanya da tipki Turkiye de ki gibi komunistlerin devlet islerine alinmalari yasaklandi, hatta bazilari alman ahpishanelerinde kafalarina sikilarak olduruldu.
Oldurulen milyonlarca rus ukraynali letonyali vb sovyet insani Hitler’in verdigi komserler emri sonucu oldurulmustu ve oldurulme nedenleri komunist olmalari idi. Emirde komunistler judeo komunist olarak tanimlaniyordu, bu noktada irkci fasist ceteler yahudi ya da komunist her ikisini de ayni goruyor o yuzden olduruyorlardi.
Alman emperyalizmi hic bir zaman oldurdugu sovyet emekciler icinde ozur dilemedi. Halbuki Alman emperyalizmi en buyuk katliamlarini sovyet topraklarinda gerceklestirmisti.
Alman devleti tum sucu yahudilerin oldurulmesine indirgeyerek, bu sucu da hitler ve cevresinin uzerine yikarak Alman emperyalizmini aklamayi hedefledi. Daha sonra suclu listesine alman halkini da oturttu. Bak sen bile diyorsun almanlar! Almanlar degil Alman emperyalizmi, Turkler degil Osmanli devleti yada Turkiye devleti. Devletlerin sucunu halka yikmak buyuk suctur. Sen once bu suca karsi cikmayi ogren.
Alman devleti alman emperyalizmini aklama konusunda oldukca basarili. Bu forumlarda okuyan ve yazanlarin hemen hepsi solcu sosyalist sol liberal anarsist vb insanlardir. Simdi Nazi olum kamplari desem, ya da hadi daha spesifik bir sey olsun, Auztwich desem akillarina ne gelir. Hemen hemen ayni seyler, yahudiler, onlari olduren naziler almanlar dikenli teller gaz odalari vb. Ama cok azinin aklina Siemens gelir. Halbuki Austwich Siemens sirketinin calisma kampidir. Kamptaki tutuklular bedava orada calisiyorlar, calisma gucu olmayanlar ise olduruluyorlardi. Siemens onbinlerce isciyi kole gibi calistirdigi Ukrayna ve Polonya nin en buyuk sirketlerinden birisidir su an.
Peki ya BASF Agfa Bayer desem, onlarda kampin diger fabrikalaridir. Bunlarin hic biri dunya kamuoyunda (kamuoyu diyorum sosyalistlerin ya da anarsistlerin degil) suclu degil. Ve tum bu sirketler su an birakiniz Ukrayna”yi hepsi Israil de bile faailyet gosteriyor.
Bu noktada Alman devletinin ( tabii diger emperyalist devletlerin hatta Israil’in yardimi ile) alman emperyalizminin katliamlarini sadece yahudi katliamina indirgeme ve onun da sucunu sadece hitler ve cevresine yikip emperyalizmi aklama politikasi oldukca basarilidir.
Aranizda Schindler’in Listesi filmini izleyipte o filmden igrenen kac kisi var? Pek fazla oldugunu sanmam. O film olum kamplarinda calisan Siemens Bayer gibi firmalari aklayan igrenc bir filmdir, ama bu filmin sol ve liberal cevrelerde bile begenilmesi emperyalist propagandanin ne kadar basarili oldugunu gosterir.
Kenan Fani Dogan’in yazisi uzerine: 62 numarali anonim Irak’in isgalini destekleyen hatta ABD nin bir elli yil daha kalmasini savunan Taner Akcam’i teshir eden yazima iliskin yine ayni minvalde bu sefer Suriye’ye emperyalist mudaheleyi destekleyen Kenan Fani Dogan’in yazisini yayinlamis
Oncelikle vicdan, insanlik, insanlik degerleri, zulum vb gibi kelimeleri bolca kullananlardan hoslanmam.Cunki ne yekpare bir insanlik vardir ne de herkese uyan tek tip insanlik degerleri. Insanlik gunumuzde burjuvazi, isci sinifi, asiret reisleri, dici seyhler, kucuk esnaf koylu vb sayabileceginiz bir suru kesimden olusur ve bu kesimlerin insanlik degerleri, vicdani erdemi vb hepsi birbirinden temelde farklidir. Bu noktada benim insalik degerlerim ABD nin Irakta bir elli sene kadar daha isgalini surdurmesini savunan Akcam’dan temelden farklidir.
Bu tur sozler genelde dinciler tarafindan ve burjuva politikacilari tarafindan cok kullanilir. Bu kelimeler oyledir ki mesela vicdan kelimesi ile vicdansizligi savunabilirsiniz, dunyanin en buyuk katliamlarini insanlik degerleri ile savunabilirsiniz.
Suriye de Esad diktatorlugu babadan ogula on yillardir suruyor. Ama emperyalistler bu diktatorden pek hoslanmiyorlar. O yuzden tipki Iak’ta oldugu gibi sevdikleri bir diktatoru Suriye’nin basina getirmek istiyorlar. Bu amacla Ortadogu’daki bir cok islamci savasci Katar Turkiye Suudi Arabistan gibi ulkeler araciligi ile bir araya getirildi, bunlara silah ve para verildi, Turkiye Urdun ve Lubnan da destek kamplari olusturuldu ve Esad bir savas ile devrilmeye calisildi. Emperyalistler Esad’i sevmiyorlar ama onun yerine demokrasi filan da istemiyorlar. Sadece kendilerine yakin dinci bir diktatorluk istiyorlar.
Bu dinci ceteler, sivilleri olduruyor, kadinlarin irzina geciyor hatta kimyasal gaz kullandiklari bile kayitlara gecmis durumda. BU cetelerin arkasindaki en onemli guclerden birisi kendisi de islamci bir hareket olan AKP hukumeti.
Dogan kendisi bir kurt milliyetcisi. Dinci cetelerle Esad arasindaki kavgada Suriye kurtleri kendi bolgelerinde bagimsiz olarak orgutlenme sansi yakaladilar. Dogan kendisi ara sira onu da elestirse de Barzani’ye yakindir. Barzani de sonunda Kurt liderlerinden birisidir ama iktidar gucunun bir kaynagi da dindir, bir baska kaynagi ise damarlarinda tasidigi babasinin dedesinin kanidir. Yani Esad gibi o da babasinin iktidarini surdurmektedir.
Barzani ailesi her zaman Turkiye ile iyi iliskiler icinde olmustur. Oyleki bir zamanlar kendisine TC pasaportu verilmisti. Zaten simdi de TC Basbakani Erdogan ile beraber gelip Erdogan’in secim kampanyalarina destek vermektedir. Kurdistan Bolgesel Cumhuriyeti su an Turkiye’nin bir alt somurgesi gibidir. Zaten gerek Barzani gerekse yegeni sik sik Turkiye ile daha da butunlesmekten bahsediyorlar.
Dogal olarak Barzani TC ile beraber Suriye deki dinci cetelere destek vermektedir. Iste vicdansizligin vicdan diye pazarlandigi yer burasi. Dinci cetelerle Esad arasindaki savas iki gerici arasindaki savastir. Bu tur bir savasta iki tarafa da karsi cikan silahlarini her iki tarafa da dogrultan ve halkin demokratik talepleri cercevesinde kendi iktidarlarini kuran, kurmaya calisan olusumlar desteklenmelidir. Rojova kurtleri Suriye de bunu basaran yani gerici iki taraftan birini tercih etme yerine kadini cocugu kendi demokrasilerini kurmaya calisan tek olusum oldu. Bu noktada PKK yi begen begenme Suriye de ki taraflar arasinda sol demokrat kesimler tarafindan desteklenmesi gerekli tek olusumdur.
Ama demokrasi Barzani gibilerde allerjiye yol aciyor. Barzani AKP hukumeti ile beraber dinci cetelere destek veriyor. Rojova olayi ortaya cikinca Barzani tarafi bundan hoslanmadi. Rojova Barzani TC ve dinci ceteler tarafindan kanla bastirilmak istendi. Iste Dogan’in uzun uzun vicdan insanlik degerleri gibi seylerle Barzani, TC ve diger emperyalist saldirganlara destek veriyor. Eh aciktan hickimse bunu savunamayacagi icin de ( bunu aciktan TC ve Barzani bile savunamiyor) vicdan zulum insanlik degerleri gibi sozlerin arkasina siginiyor.
Dogan da tipki Erdogan vb gibi olanin bir mezhep din kimlik savasi oldugunu iddia ediyor. Yukarida da iddia ettigim gibi bu tanima tek sigan grup Rojova kurtleridir, Dinci gruplar ise cogunlugu devsirmedir ve bir cok yerde bu sunni ceteler bizzat sunni halkin Esad’in yanina gecmesi ile defedilmistir. Nasil gecmesinlerki bu ceteler Esad dan bile kotu olduklarini
cok kisa surede halka gosterdiler. BU cetelerde Suriye disindan insanlar cok daha fazladir ve asil fonsiyonlari tipki Libya da oldugu gibi emperyalizmin isgal ordusu rolunu oynamalaridir.
Demokrat bir insanin Esad ya da dinci ceteler arasinda secim yapmasi soz konusu olamaz. Bu Turkiye de mesela Hizbullah mi devlet mi sorusu kadar sacma bir sorudur. Ama Irak Suriye ya da yarin Iran hangi ulke oldugunun onemi yok, eger emperyalistler o ulkenin devletini ya da diktatorlugunu bahane edip, o ulkeye saldirir, kitle imha silahlari ile halkin buyuk cogunlugunu oldurup evlerini baslarina yikarsa, sonra da o ulkede ne kadar gerici olusum varsa, yani dinci tarikatlar, asiret agalari, lumpen suc ceteleri vb o ulkenin basina “iste sizin hukumetiniz artik bunlar” derse her demokrat ilerici insan buna karsi cikar.
Kenan Fani Dogan yazisi hakkinda bir nokta daha: Kenan Fani Dogan Suriyedeki dinci cetelere olan destegi mesrulastirmak icin “Alman nazizmine müdahale konusunda o gün için dünyanın tüm sosyalistleri ve emperyalistleri müşterek davrandı” gini iddia ediyor.
BU pek o kadar dogru bir sey degil. Neden degil? Bir kere 1930larin basinda diger emperyalistlerin politikasi birakin nazilere mudahele istemesini, aksine nazileri SSCB ye karsi savasa yonlendirmistir. Munih pakti bu politikanin bir sonucudur. Hatta odul olarak da Cekoslavakya Hitler rejimine verilmistir.
Diger emperyalistlerin SSCB yakinlasmasi Almanya’nin Polonya yi isgal etmesi nedeniyledir. SSCB Alman isgalinden 17 gun sonra Polonya devletinin tamamen dagilmasi uzerine askerlerini Polonya isgali altindaki Ukrayna topraklarina soktugunda, Churchill doguda yeni bir cephe acildi diye sevinecektir.
Savas sirasinda da Almanya ya karsi politika ayni degildir. Daha Tahran Konferansinda Almanya’nin yenilmekte oldugu belli olmustu ve hem orada hem de daha sonra Yalta da Almanya ya iliskin gerek Roosvelt gerekse Churchill Almanya’nin bir kac devlete parcalanmasini isterler ama SSCB yonetimi buna karsi cikar. Stalin nazilerin dagitilmasini ama alman devletinin birliginin korunmasini ister.
Savastan sonra da biliyoruz ki SSCB kendi denetimindeki bolgede nazi yapilarini yok ettigi halde emperyalistlerin isgal bolgesinde nazilerden bazilari gostermelik olarak yargilanip cezalandirildi ama cogunlugu dogrudan yani alman devletine alindi.
1941 45 arasi donem o zamanin savas kosullarinda dogan zorunlu bir ittifakti ve Almanyanin yenilmesi ile son bulmustu. Oyleki daha savas bitmeden Truman SSCB yi atom bombasi ile dolayli olarak tehdit edecektir.
SSCB yonetimi 1945 sonrasi Almanya nin bir askeri pakta katilmamasi ve silahlanmamasi sartiyla birlestirilmesini onerdi. Ama batili emperyalistler bu teklifi surekli olarak reddetdiler. SSCB ayni yillarda benzer tekliflerini kabul eden Avusturya, Finlandiya ve Yugoslavya dan ordularini hizla cekmistir. Bunlardan ozellikle Finlandiya Leningrad savasinda yuzbinlerce sovyet insaninin olumunden sorumlu bir devlettir ama buna ragmen SSCB askerlerini bir kac ay icinde geri ceker.
Bu yuzden ne avusturya ne de Finlandiya Nato uyesi olmuslardir.
Maskesi Düştü; Taner Akçam Katıksız Bir Kemalist!
Özellikle 1915 Soykırımı üzerine yaptığı değerlendirmelerle “resmi ideolojinin’ dışında bir görüntü veren Taner Akçam, Neşe Düzel ile yapılan röportajında, objektif görünüşünün altında sakladığı Kemalist özünü açıkça ortaya serdi.
Kürdlere “özerkliği’ dahi çok bulan ve bunun kanlı bir savaşa neden olacağını söyleyerek felaket tellalığı yapan Akçam, Öcalan’ın MİT’çiliğini de doğal(!) göstermeye kalkışarak, devletçilerin bilinen Öcalan’ı Kürdlere pazarlama politikasının bir parçası olduğunu gösterdi.
Röportajın sön bölümünde ise Akçam, Öcalan’ı Kürdlere pazarlama nedeninin, Kemalizm’i savunmanın ve Kemalist Cumhuriyetin çıkarlarını korumanın gereği olduğunuçok net olarak ortaya oydu.
Neşe Düzel’in, Taner Akçam ile yaptığı ve Taraf gazetesinde yayınlanan röportajdan,çarpıcı bazı bölümleri aşağıya aktarıyoruz.
Akçam’ın değerlendirmeleri, onun bir bilim insanının objektifliğiyle ilgisi olmadığını; Kemalizm’in ve Kemalist/faşist Cumhuriyetin yılmaz bir savunucusu olduğunu göstermeye yetiyor. Türk solunun bilinen Kemalist hastalığının esiri olmaktan kurtulamayan Akçam ve benzeri Kemalistlerin, bir MİT’çiyi (Öcalan) ve MİT’in kurduğu bir örgütü (PKK) neden Kürdlerin temsilcisi yapmak içinçırpındığını anlamak zor olmasa gerek…
Söz konusu röportajdan bazı başlıklar:
a- “Apo kendisini kullandıra, kullandıra, hedefine emin adımla yürüyor. ‘Devlete Kürt partisi kurduruyorum! Kürt partisini nasıl MİT’e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de Türk devletine dayandırarak kuracağız’ diyor.’
b- “Apo, bana, ‘Beni kullansınlar, önemli değil. Bana birkaç yıl lazım’ dedi. ‘Ben birkaç yılda yapacağımı yaparım, atı alan Üsküdar’ı geçmiş olur. O zaman da beni Suriye’nin kullanması ayrıntı haline gelir’ dedi.’
c- “Türkiye soykırım demek zorunda değil. Ama 1915’in insanlık suçu olduğunu kabul etmek ve özür dilemek zorunda. Ermeni olayında Atatürk büyük şansımız. O, 1915’e katılmadı. İttihatçı önderlere de ‘katiller’ dedi.’
d- “M. Kemal, Ermeni katliamını fazahat (utanılacak olay) diye tanımladı. Türk hükümeti de ‘utanılacak eylem’ desin, başlangıç olur. Ermenilerin yüzde 90’ı ‘Büyük ayıp işlendi, kusura bakmayın’ cümlesini bekliyor.’
Haber/Yorum
http://www.nasname.com/a/maskesi-dustu–taner-akcam-katiksiz-bir-kemalist
Ahmet, bugün ülkeleri işgal edilen Arapların tarihi, tıpkı Batı gibi sömürgeciliğin tarihidir. Sen Arap yarımadasından kalk, önüne geleni kılıçtan geçirip hilafet devleti kurarak dinini yay, sonra da bize neden savaş açıyorlar de. Aynı şey Orta Asya’dan yayılan Türkler için de geçerli. Olaya bu açıdan bakarsak hiçbir halk masum değildir.
Kenan Fani Doğan Barzanici değildir. Aksine Türk devletinin işbirlikçisi olduğu ve bağımsızlıktan taviz verdiği için güney yönetimini de PKK kadar eleştirir. Yazılarına bak.
Ahmet hoca, -)))-))) …
Gülmekten yazamiyorum…. Bin seyden bahsediyorsunuz bir tane dogru yorum yok.. Tarihi karikaturize ederek gercekten ödül almaga layiksiniz..
Sadece sol yayinlari izlerseniz tabi böyle yamuk,mamuk komik sonuclar cikar..
Neo nazilerin bile savasi anlatirken hic olamzsa bu kadar komiklik yapmiyorlar.
Örnegin; Savunma gücümüz bukadar rus esirine bakacak durumda degildi! t34 e karsi hicbir silah tesir etmiyordu..
Ruslarin bukadar silah gücü olabilecegini- zaten göbelsde demisti-tahmin edememistik..
Sizin görüsleriniz dahada taraftar,acimasizda maalesef..
Kisaltma olsun diye almanlar,türkler denilir.
Almanlarin savastan hemen sonra sucu kabul etsede bügünkü anlamda yüzlesmesi 60 lardan sonra baslar..Önce tabu bir konuydu.Bazi eski naziler önemli yerlerde yöneticilikte yaptilar.
Bugün almanya yahudi katliami ve yahudilere karsi tutumu örnek vericidir. Iran sürtüsmesinde merkel; israele dokunan bize dokunur demistir.. Yahudiler Dünyanin neresinde olurlarlarsa olsun güvenliginden biz sorumluyuz.Cumhurbaskanin sözü.
Alman Hükümeti Ermeni katliami üzerine bir rapor hazirlatir gecen 3-5 yil önce.. Raporda almanyaninda sucu oldugu beyan edilir. Türk tarafi tabiki kabul etmez.
Stalin gibilerin dünyada ne olay ,ne olurlarsa olsun onu bir gözlükle görür ve aciklarlar..Hersey iktisadi-sinif mucadelesine indirgerler.. Gülmegi,aglama,hastaliklari bile..
Bir kiza; Seni marksist leninsce öpebilirmiyim diye sorsam biliyorumki,wayy seni oportinist,revizyonist diyecek..
Hortlak kardes, gulmektenmi bilmem ama yazamadigin bir gercek. Hala Alman devletini kastederek almanlarin yahudilerden ozur diledigini anlatiyorsun, da o topraklarda alman devleti tarafindan milyonlarca komunist rus ukraynali katledildi. Ben Alman devletinin bir kere komunistlerden ya da sovyet insanindan ozur diledigini duymadim. Komunist oldugu gerekcesi ile oldurulen sovyet insani yahudiler de icinde bir hesaba gore 7 bir hesaba gore 27 milyon insan.
Hadi adamlar komunistleri sevmiyorlar, ruslari da asagilik kole olmaya layik bir irk buluyorlar, hadi senin dedigin gibi yahudileri oldurdukleri icin bir pismanlar bir pismanlar oyle olur yani! O zaman bu katliamin bas sorumlusu olan, kole kamplarinin asil sorumlusu olan dizi dizi alman tekelleri Siemens ten Bayer’a kadar niye hala faaliyette? Bu alman tekelleri ayni zamanda israelde de faaliyette, o yuzden almanya Iran’a karsi sozde Israel2i koruyor yani o yahudileri katleden Siemens Bayer gibi firmalarin cikarlarini. Eger Iran Siemens vb firmalarin somurgesi haline gelsin Almanya Iran’i da korur, hem de Iran halkina karsi bile korur. Sana da ” Vay be Almanya bak Iran devletini teroristlere karsi koruyor ” diyerek Alman emperyalizminin destekciligini yapmak duser
Hadi emperyalistler o kadar pisman yaptiklari hiyarliklardan, bak ABD de kizilderelilerden ozur dilemisti, o zaman niye Irak’i butun olarak bir kizilderili rezervasyonuna dondurduler. Ilk bes yil icinde abd nin oldurdugu insan sayisi Iraktan bahsediyorum bir milyondan fazla idi. Simdi 11 senesindeyiz artik sayan da yok.
Emperyalistlerin tum ozur dileme gosterileri ozur degildir aksine bir halkla iliskiler calismasidir. Yoksa her iki uc yilda bir boyle korkunc katliamlara basvurmazdi emperyalistler.
Stalin özür mözür gibi laflara isi birakmadi.Intikamini alabilecegi kadar aldi. Resmen almanlarin irzina gecilecegini askerler ant icirti.. 3 milyonun üzerinde alman esir askerinin 3te birini öldürdü,kamplarda calistirdi köle olarak.Almanyadanda götürebilecegi götürdü..
milyonlarca askeri ölen almanlar 11 milyonda esir düsmüstü..
Ingilterde ve kanada Abd de tatil gibi gecirselerde Fransada 25 bin mayin toplatirarark ölmüs,rusyada,vede yugoslavyada tam felaket..
Sende bunlar icin bir özür dilede hayrini görelim..
Pempe panter gibi konulara giriyorsun ama ruh yok..
Ama genede tüm bunlar Kizil ordunun kahramanligini yok etmez..
Bugünkü Almanya Nazi almanyasini ruslardanda ,solculardanda daha fazlasiyla teshir etmektedir..
Savas sirasinda simesten .mersedes e ,kruptan Deutsche banka kadar bütün firmalar savas esirlerini nazilerden ucuza kiralamistir.. Teshir edilmekte vs..
Sanayicelerin fasizmi yaratigi söylemek stalinin hikayesidir.Neden fransada ,GB ,Usa da olmadi?
Abd nin iraka girmesi kafasini tam anlamiyla ari kovanina sokmasi olmustur. Anti abd ciligin merkezi olan ortadoguya yardim etse bile düsman olarak alinacakti. Sorunlari cözülemeyecegi gibi diktatörün altinda ezilen gruplari yesertirecekti.. en önemlisi ise insan kaybi.. Clington da böyle diyor..
Am su saddam gitmesi iyi oldu.. Abd 1000 milyari Dolariasan harcama yapti.. ordan ne caldi? Türkiyeye yaradi..Türkler orda cok isler yapmak..
Isterimki o bahsettigin filmin gercek yasayanlarla o film üzerine görüsleri olan belgesel i de izlemen.. o 17 yasindaki kiz hala yasiyor.. Götz ünde o filmdeki kaldigi Polanyali bayandan bir kizi olmus,gecenlerde o kampa beraber tesadüfen bulusurlar. kiz katil babasinin nasil asildigini görmek icin anlamak icin orda. o helenada da kendi kiziyla orda.. Gercek filmler..
Hortlak kardes,
Soljenitsin’in gulag takimadalari birinci kitap kendisinin 1945 yili ocaginda yani daha Almanya yenilmeden tutuklanmasi ile baslar. Kendisi ile beraber 3 sovyet askeri daha tecavuz sucu ile tutuklanmistir. Soljenitsin bu tecavuzculeri aslinda savas kahramani gorur. Ttutklanmalarini protesto eder. Yanlis anlama, adamlarin tecavuz etmediklerini iddia etmez, bunu kabul eder ve buna ragmen bu savas kahramanlarinin o oyle diyor tutuklanmasini protesto eder. Zaten daha sonra yazdigi bir siirde Alman kizlarinin galip askerlerin savas ganimeti oldugunu iddia eder. Kendisi bir fasist olan Soljenitsin’in boyle davranmasi dogal bir sey. Ama Stalin’in tum askerlere gordusgunuz alman kizinin irzina gececeksiniz diye yemin ettirdigi iddiana eminim naziler bile guluyordur. Onlarda yillardan beri benzer iddialari gundeme getiriyorlardi ama hicbirisinin Stalin’a askerlere tecavuz sozur verdirtmek gibi bir yaraticiliklari olmamisti. Bu senin kendi eserin mi yoksa Gun den yardim aldin mi?
Ilya Ehrenburg bir sovyet yazaridir, savas uzerine yazdigi kitaplarla unlenmistir, ve savas sirasinda ordu gazetesi Kizil Bayrak’in en onemli yazarlarindan birisidir. Ama dili senin gibi sorunludur. Mesela Alman fasistlerinden degil almanlardan bahseder, Alma devletinden degil kuduz almanlardan bahseder. Makalelerinde ( o donem savas sebebi ile dergi SSCB de en cok okunan dergilerden birisidir ve Ehrenburg’da en ck okunan yazarlardan birisidir) Sovyet askerleri diye seslenmektedir, oldurun bu alman kuduz kopeklerini diye seslenmektedir. Sovyet Ordu yonetimi zaten savas nedeni ile oldukca ofkeli olan askerleri vahsete tesvik ettigi gerekcesi ile onu isten atar.
O yuzden sen ne kadar palavra sikarsan sik, Sovyet isgal bolgesinde ornegin ABD Ingiliz bolgesinde olan katliamlar meydana gelmez. Sovyet insani milyonlarca insanini katliamlarda yitirmistir. Buna ragmen Soljenitsin’in de gosterdigi gibi suc isleyen askerler hemen tutuklanmakta cezalandirilmaktadir.
Diger taraftan mesela tam bir soykirim denemesi olan Dresden Tokyo Kobe Rotterdam vb sehirlerin hali bombalanmasini sovyetler tek bir sehre dahi yapmaz. Bombalama sonucu Tokyo da olen sivil sayisi 100 000 civarindadir yani Hirosima dan daha fazladir. Keza Dresden de 20 -25 bin kisi olur. Sovyet Ordusu Alman nazi ordusuna savasma disinda sivillere hic bir sey yapmamistir. Ama bak ABD ordusunun bombalamasindan sonra Dresden’in hali
http://en.wikipedia.org/wiki/Bombing_of_Dresden_in_World_War_II#mediaviewer/File:Bundesarchiv_Bild_183-Z0309-310,_Zerst%C3%B6rtes_Dresden.jpg
BU da bombalama sonrasi olenlerin olusturdugu tepenin resmi.
http://en.wikipedia.org/wiki/File:Bundesarchiv_Bild_183-08778-0001,_Dresden,_Tote_nach_Bombenangriff.jpg
Senin aslinda nazileri ve almanlari desteklemende onlarin katliamlarini hosgormende sasilacak bir sey yok. Cunki senin mentalitende farkli degil. Sana gore Stalin berbat bir adamdi, ee almanlar napsin???? Senin mentalitene gore ee Stalin baslarinda olduguna gore ruslar herseyi hakediyorlar. Yine Saddam basta olduguna gore o zaman Irak isgali ve katledilen milyonlar normaldir.
Birde ustelik Almanlari yendigi icin ( katliam yaptigi icin degil tecavuz oldugu icin degil cunki sovyet ordusunun benzer suclari sidetle cezalandirdigini Soljenitsin bile soyluyor) sadece kendi ulkesine saldiran almanlari yendigi icin ozur bekliyorsun. Sen bir fasist olup olmadigini hic dusundun mu?
Kürdistan’ın Bağımsızlığını İlan Etme Zamanıdır…
İbrahim Güçlü
“Arap Baharı”nın başlamasından sonra Yakın ya da Orta Doğu’da çok temel ve hayati gelişmeler gündeme geldi. “Arap Baharı”, Soğuk Savaş sonrasında, dünyada başlayan değişim ve dönüşümün bölgeye geç olarak gelmesi anlamına geliyordu. Bölgede var olan otoriter, totaliter, teokratik rejimlerin, devletlerin değişmesi ve dönüşmesi; demokratik standartların gelişmesi anlamına geliyordu.
Ama ne yazık ki, bu süreç oldukça sancılı, çatışmalı devam ediyor.
Mısır’da gündeme gelen rejim ve iktidar değişikliği, yeni bir darbe ile başka bir aşamaya geldi. Askerler yeniden yönetim yapmaya başladılar. Bu yeni darbe dönemi oldukça kanlı oldu. Binlerce insan sokaklarda öldürüldü, binlercesi de mahkeme kararlarıyla idama çarptırılmış durumda.
Suriye’de 2011 Mart’ında başlayan sivil ayaklanma hareketi, silahlı bir iç savaşa dönüşmüş. Suriye’de bugüne dek 200.000’den fazla insan katledilmiş. Milyonlarca insan ülke içinde ve dışında göçmen hale gelmiş durumda. Şehirler bombalanmakta. Binlerce silahlı örgüt, ne olduğu bilinmez durumdalar.
Suriye’de kısa sürede rejim değişikliğinin olacağı beklenirken, bu olmadı. Uluslararası güçlerin müdahalesi beklenirken bu da gerçekleşmedi. Çünkü muhalefetin içinde türeyen birtakım örgütler, Baas Rejimini aratır cinsinden. “Irak ve Şam İslam Devleti” (IŞİD) örgütü bu örgütlerin başından gelen, baş kesen örgüt durumundadır. Bu nedenle, uluslar arası güçler Baas Rejiminin değişime oldukça ihtiyatlı bir yaklaşım içindeler.
Bütün bu bağlamlarda, Suriye sorunu ve iç savaşı, bir parçada Ukrayna Sorunu sadece Ortadoğu Bölgesinin değil, dünyanın birinci gündem maddesini oluşturuyordu. Son birkaç gündür bu gündem maddesi değişti. Irak’taki gelişmeler, bölgenin ve dünyanın birinci gündem maddesi oldu.
Irak’ın birinci gündem maddesi olmasının nedeni, daha önceleri lokal anlamda Irak’ta ve Suriye’de egemenlik alanlarına sahip olan IŞİD’ın Musul’un büyük bir kesimi ele geçirmesi oldu.
*****
IŞİD’ın Musul’da egemenliği ele geçirmesi, Irak’ın geleceğini haklı olarak gündeme taşıdı. Irak’ın üçe bölüneceğini tartışma konusu yaptı. Bu durum tartışılırken, Kürdistan Federe Devleti’nin konumu daha da önemli oldu.
IŞİD’ın Kürdistan Bölgesi’ne saldırmayacağını ilk planda açıklaması, Kürdistan Federe Devleti’nin konumunu güçlü ve itibarlı düzeye taşıdı. Irak merkezi yönetime bağlı silahlı güçlerin çatışmaya girmeden savaş alanını terk etmeleri, merkezi yönetimin itibarını sıfırladı.
IŞİD’ın Kürdistan dışında özellikle de Suni Arap Bölgelerinde egemenlik kurmak istediği kesinlik kazandı. Yani Suni Arap IŞİD Devleti’nin kuruluşundan yana bir plana sahip olduğu açığa çıktı. Buna karşılık Kürdistan Federe Devleti’nin de yeni bir pozisyon alması kaçınılmaz oldu.
Kürdistan Federe devleti, Kerkük gibi federe devlet yönetimi dışında kalan önemli Kürdistan Bölgelerini güvenceye almak için harekete geçti. Kürdistan askeri güçleri (pêşmergeler) Kerkük başta olmak üzere bu bölgelerde güvenliği sağladılar ve özellikle de Kerkük’ te, Irak merkezi federal yönetim silahlı güçlerinin terk etmesiyle doğan boşluğu haklı olarak doldurdular.
Kürdistan Federe Devlet yönetiminin Kerkük’te kontrolü askeri olarak da (çünkü idari ve siyasi olarak Kerkük Kürtlerin kontrolündeydi. Kürtler diğer etnik gruplarla birlikte Kerkük’ü yönetiyorlardı. Son seçimlerde bu durum çok net bir hale gelmişti) ele geçirmesiyle; haklı olarak Kürdistan’ın geleceği ve statüsü sorununu daha acil ve önemli bir konu haline getirdi. Bilindiği gibi, uzun zamandır. Kürdistan’ın Bağımsız Devlet olması, Arap ve Kürt Konfederal Devlet’in kuruluşu gibi çok temel konular da Kürdistan Federe Devlet Yönetiminin gündemindeydi.
*****
ABD ve müttefikleri, 2003 yılında, Irak’ta Baas ve Saddam Rejimini yıkmaya karar verdiler. Bu karar verildiği zaman, Kürdistan, federe ve demokratik bir yapıya sahipti. Seçimler yapan, hükümetlerini demokratik seçimlerle değiştiren bir konumdaydı. Güçlü bir silahlı pêşmerge gücüne sahipti. Silahlı güçleriyle ABD ve müttefiklerine somutça destek olacak konumda ve anlayıştaydı. Irak’ta demokratik yapılanmaya da örnek teşkil etmekteydi. Aynı zamanda da Irak içindeki en güvenlikli bölgeydi. Muhalif Arapların ve sermayedarlarının da sığındığı bir yerdi. Bu nedenle, ABD ve müttefiklerinin saldırıya uğramayacağı, ABD ve Müttefiklerinin uğraşmayacağı bir alan konumundaydı.
ABD ve müttefikleri Irak’ta rejimi yıktıkları zaman, sömürgeci faşist devlet aparatını da parçaladılar. Baas’ın silahlı güçleri dağıtıldı. Kürdistan’daki yapı diri kaldı ve Kürdistan’daki silahlı güçler ayakta kaldı. Kerkük’ de Kürdistan Federe Devleti’nin yönetimine geçti. Irak merkezi yönetiminin Kürtlerle savaşma gücü denilebilir ki sıfır noktadaydı.
Bu durumda Kürtlerin Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi an meselesiydi ve bunun için bütün koşullar olgunlaşmıştı. Ama Kürtler, emri vaki yapmadılar. Kerkük’ü bile terk ederek, Araplarla yeni bir devleti ve yaşamı nasıl birlikte kuracaklarını tartışmaya başladılar. Çetin ve karmaşık tartışmalardan sonra, Irak’ın Federal Devlet olması konusunda uzlaşma sağlandı.
Bunun için yeni bir anayasa yapıldı. Bu yeni anayasa yeni devlet yapısını, rejimi, haklar ve özgürlükleri netçe tanımlandı.
Yeni anayasa 2005 yılında referandumla yüksek bir oy oranıyla kabul edildi.
Yeni Anayasa’da Kerkük’ün Kürdistan Federe Bölgesine mi, Merkezi Federal Yönetime mi bağlanacağı konusunun da 2007 yılında yapılacak referandumla tespit edileceği belirlendi.
*****
Ama ne yazık ki, Baas Rejiminin yıkılmasının üzerinden11 yıl geçmiş olmasına rağmen, demokratik federal bir sistem oluşturulmadı. Parlamenter sistem federal yapıya göre işletilmedi. Temsil, federal yapıya göre sağlanmadı. Kürtlerin, Suni Arapların ve diğer etnik grupların hakları sürekli tırpanlandı. Otoriter, üniter ulus devlet parametrelerine göre hareket edildi. Kürtler Kürdistan’da sınırlı bir şekilde egemenlik sahibi olmalarına rağmen, Suni Araplar temsilden uzaklaştırıldılar. Suni Araplar ve Güney’de Şii Araplar talep etmelerine rağmen, federe yapılanmalarına izin verilmedi.
Kerkük’te referandumun yapılması engellendi.
Irak merkezi yönetimi tam anlamıyla otoriter, faşizan bir yapı kazanmaya başladı.
Buna karşılık Kürtler, Irak’ın gerçek anlamda federal bir devlet olması için demokratik değerler çerçevesinde arayışlarını sürdürdü. Ama ne yazık ki, son aşamada mevcut federal yapının ihtiyaçlara cevap vermediğini, bu nedenle “Konfederal Devlet” yapılanması önermesi içinde oldular. Bu önermeyi de demokrasi değerleri içinde yaptılar. Bu önermeye göre, bağımsız Kürt ve Arap Devletleri kurulacak. Bu iki devlet, konfederal bir devlet olarak yapılanacak.
Suni Araplar ise, şiddet yoluyla sistemi değiştirmeye çalıştılar.
Gelinen aşamada, Maliki Yönetiminin federal sisteme ve demokrasiye uygun olmayan uygulamaları, Irak’ı bölünme aşamasına getirdi. Suni Araplar kendi devletlerini kurmak için harekete geçmiş durumdalar. Hem de bunu demokrasiyle, insan hak ve özgürlükleriyle alakası olmayan, kan dökücü, terörist ve yıkıcı bir yapı, IŞİD ile gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Suni Araplarla Şii Arapları bile bir devlet içinde yaşayamayacaklarına karar vermiş durumdalar.
Bu durumda Kürtlerin kendi kaderlerini bağımsız devlet kurma doğrultusunda tayin etmeleri hem bir hak ve hem de bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
Demokratik Kürdistan Yönetiminin faşist yapılarla birlikte olması da, insanlık ve Kürtler ve bölgedeki demokrasi açısından büyük bir kayıp olacaktır.
Kürtlerin, kendi bağımsız devletlerini ilan etmelerinin zamanıdır. Kürtler, insanlık, demokrasi için de hem gerekli ve hem de bir zorunludur.
Kürtler, Kürdistan’ın Güneyinde bu fırsatı kesinlikle kaçırmamalıdır. Bu karar, ahlaki olarak da sorgulanacak bir karar değildir. Müttefiklerini yalnız bırakma, terk etme anlamına da gelmez. Asıl olarak Kürtlerin müttefikleri, Kürtlerle birlikte olmamak için demokrasi ve hukuk dışı yolu seçmişlerdir. Bunun bedelini de kendileri ödemek zorundadırlar.
Ortadoğu’da üçüncü büyük millet olarak, devlet olma, en fazla Kürtlerin hakkıdır. Kürtler dışındaki tüm milletler, Farslar, Türkler ve Araplar devlet sahibidirler. Üstelik Türkler ve Araplar birden fazla devlete sahiptirler. Kürtler bugüne dek tarihi bir haksızlık ve dayatma, sömürge altı uygulamalarla karşı karşıyaydılar. Bu durumun değişmesinin koşulları en azından Kürdistan’ın Güney’inde olgunlaşmış durumdadır. Kürtler, Kürdistan’ın Güneyinde bu koşuları iyi değerlendirmeli, dünya da Kürtler destek olmalıdır.
Kürtler bu çabalarında demokratik değerleri, hak ve özgürlükleri terk etmemeliler. Hukuk dışı uygulamalara kaymamalılar. PKK’nın, Kürdistan’ın Güneyindeki güçlerle birlikte savaşma isteğine, olumlu bakılmamalı. Bu durum, Kürdistan’ın Güneyindeki Kürtlerin meşruiyetini sorgulatan bir durum olur.
Amed, 15 Haziran 2014
İbrahim GÜÇLÜ
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/641-k%C3%BCrdistan%E2%80%99%C4%B1n-ba%C4%9F%C4%B1ms%C4%B1zl%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1-ilan-etme-zaman%C4%B1d%C4%B1r%E2%80%A6
Ahmet hoca, Dil sorunu önemlide anlayis ruh dahada önemlidir..
Bilmeden bende soljenitzeni desteklemisim..ama dogru..
Bir asker almanlar tarafindan kardesi,arkadasi öldürülecek
vede hayatini riske atarak ,kahramanca savasacak o savas öfke sirasinda tecavüz etmis diye ceza vermek..
Honolora Kohl. Helmut Kohlun eski esi anisinda 12 yasindayken rus askerlerinin kendisini tecavuz Edip bos cimento torbasi gibi pencereden atildigini anlatirdi..
Bana göre Bunda bile Ruslari degil öncelikle Nazileri suclamak gerekti. Savastan önce hitleri destekleyen ama 38 dede Almanyanin hayatini riske atilmamali diye uyaran Demir-celikcisi Krup anlaminda tecavüz de gelecekti..
Bunu nazilerde önceden hesapliyordu..
Sorarim ; NEDEN 10-15 milyon alman dogudan ,ruslardan Kacar kizil ordu gelmeden?
Genede dedigine katiliyorum. Stalinin böyle tecavüz yapin diye bir düsüncesi olmamistir. Ama karsida gelinmmemistir.
Stalin icin önemli olan Rusyayi kurtarmak,nazileri yenmekti.. Kim ne yaparsa yapsin..
Nürnbergte Almanlarin rusyada ne yaparsa yapsin ceza verilmeyecegini itiraf edilmisti.. Stalinin de bundan farkli davranmadi..
2,5 milyon alman tecavüze ugramis. Bu küfür antin filmini buldugum Zaman yollarim.
Stalin hapishandeki suclu canileri savas icin serbest birakmis,Onlardan birlik yapmis vede basarili bir savasda yapmislar..
Sehir bombalasini biliyorsunki almanlar baslatmisti.. Rusyayada,GB yede onlar baslatmisti..
Ruslar berlinine girerken hava gücünüde kullanmistir.
Abd.GB gece Gündüz zaten bombaliyordu..
Dresden aci bir gercek ama almanlarin mucize silahi roketleride bu döneme denk düser…
Ingiliz komutaninin sana ve nazilere dedigi gibi” cocukca hayallere kapilmaktir,naziler sehir bombalasin biz yapmayiz!”
Naziler Kadar komik insanlar yok. Berlini savunma isini goebels üstlendiginde alman halkina ruslardan örnek alinmasini ister. Onlar nasil,moskavayi,leningrad,stalingradi savunduysa sizde öyle savunun der -::)
En cok güldügüm ise; Hitler dünyayi ele gecirmek istedi.Dünya kendisine geldi..
Sende az komik degilsin ha..
Bu ahmed yinemi saçmalıyor?herkesin bildiğini inkar ederek yazıyorda yazıyor.bi sus be.
Batililar Gizli Stailin hitler anlasmasindan ilkin Nürnberg davasinda duymaga baslarlar.
Ruslarin polanyaya falan girmesini bu ypzden Dogru aciklayabilecek durumda degillerdi..
Batililarin isi gücü rusya yenme diyorsun…
Öyle olsaydi 42 nin sonunda nerdeyse bitmis Stalingrad savasindan nerdeyse bitmeden önce Nazilerin batililara
Rusyaya karsi savasmasini istemisti..
Batiyi biz koruyoruz barbar hunlara karsi demelerini bati hicbir Zaman itibar etmedi..
Ama senin stalinin etmisti iste..
Batililar Stalin hitler antlasmasini ve bu antlasmanin gizli protokollerini bu antlasma yapildiktan iki hafta sonra duyarlar, antlasmanin gizli maddeleri New York Times de daha 1939 Eylul ayinda yani antlasmanin ayi dolmadan yayinlanir. New York times dan once Pravda antlasmanin gizli maddelerine gonderme yapar, yani senin gizli protokol dedigin seyi Sovyet ordulari Polonya tarafindan isgal edilmis Ukrayna topraklarina girdiginde herkes biliyordu.
Oyleki Churchill parlementoda yaptigi konusmada Sovyet ordusunun ilerlemesini Hitler’e karsi ikinci bir cephe olarak niteler. Churchill bu konusmayi aptiginda bu protokolu biliyordu. Polonya devleti isgalden dolayi Hitler almanyasina savas acar, Fransa ve Ingiltere Almanya ya savas acar ama kimse SSCB ye birakin savas acmayi tepki bile gostermezler. Cunki zamanin Polonya Ingiltere ve Fransa hukumetleri SSCB nin Polonyayi isgal degil ama Almanya ya karsi bir savas pozisyonu aldigini biliyorlardi. Hatta Romanya ya kacan Polonya genelkurmayi askerlerine Hitler ordularina karsi savasarak geri cekilme ve SSCB ordularina teslim olma emri vermisti.
Peki bu tesbitlerinde Polonya Ingiltere ve Fransa yanlis mi yapmislardi? Hic de degil.Almanya Polonya devletini yeryuzunden silmek icin bu isgali gerceklestirdi. Polonyalilarda dahil tum slavlari asagi bir halk olarak goruyorlardi ve hepsini kolelestirmek istiyorlardi. Ama Polonya halki bir kez daha komunistler ve SSCB sayesinde kendi bagimsiz devletine kavustu. Sadece kavusmakla kalmadi 1939 oncesi Almanlar tarafindan isgal altinda tutulan silezya topraklari da Polonya ya katildi.
Emperyalist devletlerin SSCB ye ayar olmalari Polonya nin komunist bir devlet olmasindan kaynaklanir. Bagimsiz Polonya bagimsiz bir devlettir ama kapitalist bir Polonya olarak Ingiltere nin yeni somurgesi degildir onun yerine SSCB nin muttefiki sosyalist bir devlettir. O yuzden 1945 sonrasi SSCB karsiti propaganda malzemelerine SSCB almanya arasindaki saldirmazlik antlasmasi ve onun gizli protokelleride carpitilarak eklenir.
Son olarak gizli Protokol Polonya nin kiye paylasilmasini onermez, ama Polonyanin isgal altinda tuttugu Ukrayna topraklari bir catisma aninda SSCB etki alaninda birakilmasini ongorur. BU antlasma cercevesinde Almanya zaten SSCB ile olan antlasmasini ihlal etmeden Dogu Polonya ya giremezdi, SSCB Polonya devletinden Hitler Almanyasina karsi direnmesini bekledi ama Polonya devleti savasmadan ulkeden kacti ve Polonya devleti son buldu. Bunun uzerine SSCB Dogu Polonya”ya yani Polonya tarafindan isgal edilmis Ukrayna topraklarini isgal etti. SSCB nin bu hareketi nazi almanyasina karsi alinmis bir savas onlemidir. Zaten yukarida da dedigim gibi gerek Polonya gerekse Ingiltere ve Fransa da bunu boyle degerlendirrirler. Churchill ikinci cephe acildi konusmasini bunun uzerine yapar,
Ha simdi oldu! Tamda nazilerin savastan sonra dediklerini dedin..
Ne diyordu Hitler,göbbels,vs.. Biz ruslarla anlasma yaptik ama onlar bu ülkelere girdi vede sinirda 2.5 milyon ordusuyla bizi tehtid ediyordu..
Gene hitleri hakli cikartin ruslarin avrupayi tehtid ediyordu biz savunduk! savastan hemen sonraki durumda öyle oldu!!..
Hitler barborosa sovyetlere 41 haziraninda girdiginde ruslarin yük vagonlarida almanyaya giririyordu?!!
Bu ne bicim 2.cebheki Almanlardan sonra 2 gün sonra krujcev komutanliginda kizil ordu polanyaya giriyor? Bu ne bicim cebheki Almanlarla savasmazda karsilikli yardim yapilir???!!
Bu ne bicim anlasmaki cebhe aciliyormusmusmus?
Bu sürecte nerdeyse 2 sene sürer!!
Hayir bu anlasma okadarda gizli degildi.. Hitlerin 40 da acikca youtubede var bu anlasmadan bahseder.zaten karsilikli görüsmelerde kamuoyu önündeydi..
Tabiki nasil hitler Polanyaya girdiginde kesinlikle batiyla savasacagini biliyordu! bu yüzdende ruslarla anlasmak isine geliyordu..
Tabiki stalin hitlerin rusyayada saldiracagini biliyordu. O yüzdende 2.5 milyon orduyuyu sinira yigdi.
Stalinin düsüncesi bu deliye karsi zaman kazanmak vede batiyla catismasini izlemek. 40 da hitler pariste poz verirken stalin ona tebrik mesaji yollar!
Stalinin 3 gün sonrasi konusmasinda nazilerin sözünde durmadiklarini sikayat eder! Daha hala anlayamamis yani..
Stalini öyle uyutmuski almanlar gece baskiniyla cok güclü ordusunu teslim alir..Güclü ordususuydu,silah bakimindanda almanlardan üstündü..
Stalinin hitlerden kacan komunistleri almanyaya teslim etmesi ise alman komunistlerinde intihara bile yol acmisti..
Polanyalilar 3 hafta sidetli bicimde savunmustur. Polanya resmen anlasma uygun bir güzel paylasilmistir..
Hitler bati avrupanin isini bitirdigini sanmisti.Sira esas amacida Moskavaya girmek gelmisti..Hayrani oldugu napolyonun yapamadigini yapmak..
Göring nürnbergte soru üzerine;ruslara saldirma planin 40 larda görüsüldügünü kendisinide 2.cebe acilacagini tekrar 1.dünya savasindaki duruma düsülme riskine girecegini hitlere demismis..
Nazilei hakli cikartma.. gerci bir farkinizda yokta..
Problemi büyütmeye aday gelişmeler :
http://www.ntvmsnbc.com/id/25522878
http://www.radikal.com.tr/dunya/isid_kibris_uzerinden_bombalanacak-1198631
’’Kürdlerin kendi bağımsız devletlerini kurma istemini saygıyla karşılıyoruz’’
Rizgarî Online/ Şii Ulusal Güney Hareketi, Irak’ta Şii devletinin kurulmasını istiyor. Ulusal Güney Hareketi, Irak’ın Kürdistan, Sünni ve Şii devletleri olarak üçe bölünmesini savunuyor.Irak’ta Başbakan Nuri Maliki’ye karşıtlıkları ile bilinen Şii Ulusal Güney Hareketi dün başkent Bağdat’ta yayımladığı bir bildiri ile Şii devletinin kurulmasını istediklerini duyurdu.BasNews´in haberine göre,”Bildiride Şii devletinin sınırları ve komşuları da belirtilerek, Şii devletinin Irak’ın güneyinin tümünü kapsaması gerektiği ifade edildi.
Kuzeyde Samara kenti Sünni devleti ile sınır olarak gösterilirken Amber va Selahaddin’in yarısını kapsaması gerektiği ve doğuda İran, güneyde Kuveyt ve Suudi Arabistan ile komşu olunması gerektiği belirtildi.
Şii Ulusal Güney Hareketi Irak’ın birleşik bir ulus devlet gibi kalmasının hiç bir anlamı olmadığı ifade edilerek, ’’Artık Şii kardeşlerimiz bazı Şii iktidar odaklarınının Birleşik Irak Devletini kurma arzusundan medet ummamalıdır. Şii halkının bazı Şii iktidarlarının hakimiyeti altında olması kendi çıkarına değil. Artık bu sonu olmayan ve sonuç vermeyen mezhep savaşının kurbanı olmayalım’’ dedi.
Kerkük’ün Kürdistan Bölgesi topraklarına katılmasının doğru bir karar olduğunu belirten Ulusal Güney Hareketi,’’Kürdlerin kendi bağımsız devletlerini kurma istemini saygıyla karşılıyoruz’’ dedi.”
http://www.rizgari.com/modules.php?name=News&file=article&sid=45942
sağolsun şii kardeşlerimiz…bir onlar eksik kalmıştı, biz kürtlere devlet önermeyen….
ama biz almayalım…alanların ne halde oldukları ortadayken…
şimdi yeni kürt devleti değil, birleşik bir ortadoğuda kantonlar inşa etme zamanı…işte rojavanın önemi de burada, elbet anlayana…
Irak’ta Sünniler ve Şiiler ayrılmazsa sonu gelmeyen bir iç savaş Suriye’de olduğu gibi bütün ülkeyi yok eder.
anonim86, haklılık payın yok değil…ama gözardı ettiğini düşündüğüm nokta şu:
başka yerlerde olduğu gibi ırakta ve suriyedeki savaşların asıl sebebi, bu grupları kitle tabanı olarak kullanarak iktidar-devlet olmayı amaç edinenler… ulus-devlet isteğinin sebebi de bu…dolayısıyla uluslaşma amacının beraberinde getireceği mülkiyet ilişkileri, başka kimliklere ya bu durumu kabullendirme ya da yaşam hakkı tanımama durumu ile seyreden bir savaş sürdürülüyor.
ama eğer “kent hemşehriliği” içinde birlikte yaşamayı amaç edinen hareketler olsa, bu durum pek de destek bulmazdı, bence…elbette üretimin toplumsal olarak sağlanması koşuluyla…mülkiyetinin devlette olmadığı (dolayısıyla miras da bırakamayacağınız) fırının ekmeğini yapanın müslüman ya da süryani olması önemli değildir.
rojava ne kadar bu duruma uygun, merak edilmeye, araştırılmaya değmez mi)?
Yukarıda tartışılan konuda güzel bir örnek. Ortaya çıktığı dönemin ürünü olan İslam’ın, içinde yaşadığınız sanayi toplumunun kültürüne ve yaşam tarzına aykırılığı ortadadır. Toplum olarak İslam’ı benimsiyorsanız, böyle olaylarla her zaman karşılaşacaksınız. Türkiye toplumunun kitlesel olarak İslam kimliğini bırakması mümkün görünmediğine göre bu haberlerin devamı gelecektir;
Halk plajında kadınlara ‘kapanın’ broşürü
Sakarya’nın Karasu İlçesi’ndeki halk plajında geçen hafta sonu cübbeli ve sarıklı kişilerin güneşlenen kadınlara “Kapanın” diye telkinlerde bulunarak, ‘Allah ve Resulu’nun istediği hanımefendi’ başlıklı broşürler dağıttı.
Kendilerini merkezi İstanbul , Çarşamba- Fatih ’te olduğunu belirttikleri İsmail Ağa Camii İlim ve Hizmet Vakfı görevlisi olarak tanıtan, sarıklı ve cübbeli kişiler plajda tatil yapanların yanına giderek nasihatte bulunurken ’Allah (c.c.) ve Rasulünün (S.A.V) istediği Hanımefendi’ başlıklı broşürleri dağıttı.
TEBLİĞCİLER PLAJDA
Cübbeli, sarıklı ve şalvarlı bu kişilerin yanında küçük bir çocuğun da bulunması dikkat çekti. Ellerindeki 72 maddelik broşürleri dağıtan bu kişilerin tavsiyede bulunduğu bazı tatilciler duruma tepki gösterdi. Dağıtılan broşürde, şu ifadeler yer aldı:
* Hanım tesettürlü olmalıdır * Kadın çalgılı düğünlere gitmemelidir * Yol ortasında insanların gezdiği yerlerde oturmamalıdır * Fal baktırmamalı, zorunlu olmadıkça alışverişi kocasına yaptırmalı, kocasından izinsiz dışarı çıkmamalıdır * Kaşını aldırması, saç ektirmesi ve estetik yaptırması haramdır * Pantolon giymemelidir * Yabancı erkelerle tokalaşmamalıdır. *Evde köpek beslemek haramdır, ince çorap giymemeli, terlikle gezmemeli, müzik dinlememeli.
http://www.radikal.com.tr/turkiye/halk_plajinda_kadinlara_kapanin_brosuru-1198756
Ortadoğu’da yeni düzen
M.Şükrü HANİOĞLU
Batı merkezli bir kavramsallaştırma olarak akışkan sınırlara sahip olan Ortadoğu on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren bir “Makedonya” olmadıysa da mevcut düzenin temellerinin derinden sarsıldığı bir bölge haline geldi. Yirminci yüzyılda artan Batı müdahale ve sömürgeciliği ile yükselen milliyetçilik ve proto- milliyetçilikler eski düzenin süremeyeceğinin işaretlerini verirken, Harb-i Umumî pek çok bölge gibi söz konusu coğrafyaya da “değişim” değil “dönüşüm” getirdi.
Dönüşümün temelleri
Henüz savaş sürerken, 1916’da, İtilâf Devletleri Sykes-Picot-Sazonov anlaşması ile kapsamlı bir dönüşümün taslağını hazırlamışlardı.
Bu yeni vizyon, üç büyük Avrupa devletinin stratejik çıkarlarını dengeleme ve onlar tarafından himaye edilen etnik ve dinî topluluklara kazanım sağlama temeli üzerine yükselmişti. Bu yapılırken bölgede yaşayanların talepleri neredeyse hiç dikkate alınmamıştı.
Bolşevik İhtilâli, Şerif Hüseyin ile sürdürülen pazarlıklar, Balfour bildirgesi, Paris Konferansı ile başlatılan süreçteki anlaşmazlıklar, India Office ile İngiliz Savaş ve Dışişleri Bakanlıkları arasındaki görüş ayrılıkları, üzerinde anlaşılan taslak hayata geçirilirken bir dizi rötuşun yapılmasına neden olmuştur.
Buna karşılık, kapsamlı dönüşüm zikredilen temelde gerçekleşmiş ve yeni ülkeler yaratılıp sınırlar çizilirken bölge ahalisinin beklentileri belirleyici olmamıştır.
Bunun yanı sıra bölge güçleri de bu süreci etkileyememiştir. Bunlardan Osmanlı, savaş mağlubu olarak, yeni bölge düzeninin oluşturulmasında söz sahibi olamamıştır. 1907’de topraklarının büyük bölümü Rus ve İngiliz nüfûz sahaları olarak belirlenen İran da gelişmeleri sessizce izlemek zorunda kalmıştır.
Muhtariyetlerini İngiltere korumasına borçlu körfez emirlikleri, savaşta İtilâf devletlerini destekleyen ya da onlar yararına tarafsızlık siyaseti izleyen Şerif Hüseyin, Abdülaziz ibn Sa’ud ve Muhammed ibn Ali el-İdrisî benzeri liderler de yeni düzenin şekillenmesinde ancak ayrıntılar üzerinde etkili olabilmişlerdir.
Farklı demografik özelliklere sahip üç Osmanlı vilâyetini birleştirerek başına Hicaz’dan kral getirme, bir İngiliz diplomatının “bir tarih kazası” olarak nitelendirdiği Ürdün benzeri ülkeler yaratma, Beyrut vilâyetinin önemli bölümünü Cebel-i Lübnan ile birleştirerek, dağlık özgün bir bölge için kurulan düzeni geniş bir alana taşıma, Filistin’i yirminci yüzyılın Makedonyası haline getirecek bir yapı oluşturma benzeri uygulamaları beraberinde getiren yeni düzen doğal olarak fazlasıyla kırılgandı.
Böylesi kırılgan ve kitlesel destekten yoksun bir düzen ancak güç ile sürdürülebilirdi. Mandat rejimleri ve yaratılan liderler baskıcı uygulamalar aracılığıyla belirli bir süre bu düzenin devamını sağlayabilmişlerdir. Genellikle varsayılanın tersine Batı’yı sert biçimde eleştiren yeni lider ve rejimler “düzen”in temelini sorgulayamamışlardır. Global ölçekli gelişmelerin düzende çatlaklar oluşturmasına karşılık Soğuk Savaş onun sürdürülebilmesini mümkün kılmıştır. Soğuk Savaş’ın bitişi, yirminci yüzyıl başında tasarlanan daha sonra da tüm kırılmalara karşılık esası korunan bir düzen için sonun başlangıcı olmuştur. O günden beri yaşananlar aslında yeni bir düzenin ayak sesleridir.
Bataklığa girilmesin mi?
Oluşturulması süreci son derece sancılı biçimde gerçekleşen “yeni düzen” 1916’dan farklı olarak değişik aktörler tarafından yaratılmaktadır.
Bu düzen sadece “stratejik” dengeler ve himaye altındaki etnik/dinî grupların çıkarları temelinde şekillen(e)memektedir.
Bir asra yakın bir süre önce bölge hakkındaki bilgisi fazlasıyla sınırlı ve temel sorunları “stratejik çıkar” olan büyük devlet siyasetçi ve bürokratları tarafından yaratılan “düzen”in yeniden şekillendirilmesine bölgesel aktörler ve değişik toplumsal gruplar katılmaktadır; bunun düzen yerleşene kadar sürecek bir kargaşa ortamı yaratacağı ortadadır. Ancak bu ortam neticede Ortadoğu olarak adlandırılan bölgede yeni bir düzen, yeni sınırlar, yeni yapılanmaları doğuracaktır. Bu da ancak baskıcı rejimlerle birarada tutulabilen yapıların çözülmesi ve demokratikleşmesine katkıda bulunacaktır. Bunun kaçınılmaz olduğu kadar bir “normalleşme” süreci niteliği taşıdığı da vurgulanmalıdır.
Yaklaşık bir asır önce “yeni düzen”i kurma görevini üstlenen İtilâf Devletleri’nin yerini günümüzün küresel güçleri almıştır. Ancak bu güçlerin bölgeye yukarıdan aşağıya bir düzen dayatması mümkün değildir. Irak işgali bu tür dayatmaların ne kadar kısa ömürlü olduklarını ortaya koymuştur.
Bu çerçevede Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak “yeni düzen” oluşturulmasının dışında kalabilmesi mümkün değildir. Sürecin sancılı olması, büyük acılara neden olması, onun dışında kalınmasını bir seçenek haline getirmemektedir.
Sürece katılımın “Yeni Osmanlılık” ile de bir ilişkisi yoktur.
Bu, Türkiye’nin sürece nasıl katılacağı ve bölgedeki değişik toplumların tümünü tatmin edecek hakkaniyetli yeni bir düzenin kurulmasına “ne biçimde” katkıda bulunacağının tartışılmaması anlamına gelmez.
Bu alanda farklı yaklaşımlar, değişik siyasetler önerilmesi, uygulanan politikaların kıyasıya eleştirilmesi mümkündür. Ama diğer bölgesel güçler gibi Türkiye de bu sürece katılacaktır. Buna “bataklıktan uzak duralım” benzeri tezlerle karşı çıkılması “ağaçlara saplanarak ormanı görememek”tir.
Ortadoğu’daki çatışmanın “geri kalmış, pusucu Ortadoğulu zihniyeti nedeniyle” yaşandığını düşünerek “bu bataklığa girmememiz”in gerekliliğini vurgulamak, büyük resmi görememektir. Ortadoğu’da “güç” ile kurulan, “zor” ile sürdürülen bir “düzen” “çatışma” ile sona erdirilmektedir. Bu düzeni kuran da sürdüren de Türkiye olmamıştır; Türkiye’nin onu tek başına sona erdirmesi de mümkün değildir.
Tartışmanın vurgusu
Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak yeni düzenin âdil olmasına çalışması, bölgede yaşayanların istemlerinin, doğal haklarının stratejik çıkarların önüne geçirilmesine yardımcı olması, değişik grupların çatışan çıkarlarının dengelenmesi alanında tarafsız tutum benimsemesini istemek, buna uymayan siyasetleri eleştirmek ne denli gerekliyse, “Ortadoğu bataklığından uzak duralım” yaklaşımı da o kadar anlamsızdır.
Türk Oryantalizminin sanal dünyasında Avrupa’nın gelişmiş toplumları ile komşu olan Türkiye -Avrupa merkezli bir kavramsallaştırmayı anlamsız bulmuyorsak- Ortadoğu’dadır. Bölgeye yüz yıl sonra yeni bir düzen gelmektedir ve Türkiye kendi coğrafyasını yeniden şekillendiren bir sürecin dışında kalamaz. Dolayısıyla tartışmamızın vurgusu “uzak durma” değil “uygulanacak siyasetlerin niteliği” olmalıdır.
http://duzceyerelhaber.com/msukru-hanioglu/26222-ortadoguda-yeni-duzen
IŞİD Irak’ta hilafet ilan etti
IŞİD’e bağlı militanlar bir vidyo mesajla hilafet ilan etti.
(soL – Dış Haberler) Irak’ta Musul ve Tikrit gibi şehirleri işgal ettikten sonra Bağdat’a doğru hareket eden, ancak son dönemde peşmerge ve Irak ordusunun karşı direnişiyle durdurulan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD), hilafet ilan ettiğini duyurdu. Bir video mesajla hilafeti ilan ettiğini açıklayan örgüt ‘Irak Şam İslam Devleti’ emiri olarak Şeyh Ebubekir el Bağdadi’nin de halifeliğini duyurdu.
http://haber.sol.org.tr/dunyadan/isid-irakta-hilafet-ilan-etti-haberi-94257
hilafetin çok güzel olmuş canım güle güle kullan
İslam Dünyası Bölünüyormuş!
ORTADOĞU’daki Müslüman ülkeler bölünme tehdit ve tehlikesi karşısındaymış… Zaten bölünmüşler bölünecekleri kadar… Suriye, Irak, Lübnan, Filistin ve diğerleri sun’î devletlerdir. Osmanlı İslam devleti yıkılıncaya kadar Müslümanlar bütün Ortadoğu’da pasaportsuz seyahat ediyordu. Devlet yıkılınca sömürgecilerin çizdiği yapay sınırlı bir yığın devlet ve devletçik çıktı.
Bölünme tehlikesi yok, daha da bölünme tehlikesi var.
Irak üç dört parçaya ayrılacak… Suriye de öyle… Arabistan en az üç parçaya ayrılacak…
Müslüman ülkeler bölünüyor diye feryat edenler, siz Büyük Ortadoğu Projesini (BOP) hiç duymadınız mı?
Amerika Birleşik devletleri… Avrupa Birliği… İslam dünyası ise Bölünmüş İslam Ülkeleri Anti-Birliğidir…
Birinci Haçlı seferinin arefesindeki Ortadoğuya benzer bir Ortadoğu var karşımızda.
Birbirine düşman ve rakip devletler…
İç savaşlar… Oluk oluk akan Müslüman kanı… Harap olmuş İslam şehirleri… Milyonlarca mülteci…
Mezhepler kalksın, bütün Müslümanlar Kur’anda birleşsin edebiyatı yapan hayalperestler.
Sünnîlerle Şiîleri bir kazanda kırk gün değil, kırk sene kaynatsan yine kaynaşmazlar, birleşmezler.
Ebubekir, Ömer veya Osman ismini taşıyan bir Sünnînin, kara yoluyla o ülkeyi bir uçtan öteki uca gezerek kat’ etmesi mümkün müdür?
Sünnilerle Şiilerin birleşmesi mümkün değildir ama ateşkes ilan etmeleri, mütareke yapmaları, savaşmamaları, birbirlerini öldürmemeleri mümkündür.
Vaktiye İran hükümdarı Nadir Şah Osmanlı devleti ile bu konuda anlaşmak istemişti ama başarılı olamamıştı.
Bir dostum anlattı: İranda bir hattat bulmuş, seri halinde Hilye levhaları yazdıracak… Mâlum, Hilyelerde Hulefa-i Râşidînin (Dört büyük halifenin) isimleri yazılıdır. Şiî hattat, Aliyi yazarım ama ötekileri asla yazmam demiş. Bizimki mecburen, levhanın dört köşesine Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) Muhammed, Mustafa, Mahmud, Ahmed isimlerini koydurtmuş.
Sünnî camilerinin hemen hepsinde kocaman Ali levhaları var, çoğunda da Hasan Hüseyin…
Müslümanlar öncelikle birbirlerinin gözünü oymama, birbirlerine düşmanlık etmeme konusunda anlaşsalar, ateşkes ilan etseler, mütareke yapsalar iyi ederler.
Suriye meselesinde Sünnî ve Şiî Müslümanların ne kadar kardeş olduklarını gördük ve anladık.
Azerbaycan’da zavallı Sünnî bir Müslüman Rafizilerin hücumuna uğramış, adamcağızı yakalamışlar hem tokat atıyorlar, hem de bin bir hakaretle sakalını kesiyorlar. Müslüman Müslümana bunu yapar mı?
Şiî camilerini yıkan, Şiîleri katl eden IŞİD’den intikam alıyorlarmış… Bir insan kendi işlemediği suçtan dolayı cezalandırılır mı? Gitsinler IŞİD ile savaşsınlar.
Şah İsmailin çıkarttığı Safevî Şiiliği ile Sünnilik, bu iki İslam anlayışı asla bağdaşmaz, uyuşmaz, birleşmez.
Lakin aklı başında insaflı Sünnilerle Şiiler ateşkes ilan edip mütareke yapabilirler.
Keşke bunu yapabilseler.
15.07.2014
Mehmed Şevket Eygi
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Islamcilarin_Ipiyle_Kuyuya_Inilmez/20699#.U8UYl0CaKho
IŞİD ve Emperyalist Savaşın Kıskacındaki Ortadoğu
Kerem Dağlı
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının 100. yıldönümünde, Ortadoğu halkları bir başka emperyalist savaşın alevleri içinde kıvranmaya devam ediyor. Kapitalist-emperyalist sistem son yüzyıl boyunca insanlığı bir savaştan ötekine sürükledi. Bu savaşlarda ölen, yaralanan ve acı çeken yüz milyonlarca insanı hiçbir zaman umursamayan emperyalistler, bugün de Ortadoğu’da işçi ve emekçi sınıfların hayatlarıyla, kaderleriyle oynamaya devam ediyorlar.
Bölgede hâkimiyet kurmak ve nüfuz sahibi olmak isteyen kapitalist güçler arasındaki kapışma, özellikle ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden bu yana giderek artan oranda kızışıyor. Suriye’deki iç savaş yüz binden fazla insanın ölümüne ve milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına sebep olmuştur ve halen de devam etmektedir. ABD işgalinin yıkım ve acıdan başka bir şey getirmediği Irak’ta da durum tekrar kötüleşmektedir. Irak’ta fiilen bir iç savaş sürmektedir ve ülke bölünmenin eşiğine gelmiştir. Suriye ve Irak’ı şimdiden sarmış olan Sünni-Şii temelli bir mezhep savaşının tüm Ortadoğu’ya yayılması olasılığı artmaktadır. Çünkü emperyalist ve kapitalist güçler mezhep ayrımcılığını körüklemeye devam etmekte ve her biri, cephe önündeki “taşeron, vekil” güçlerden birini (bazen birkaçını) desteklemektedir.
Adını Suriye iç savaşında duymaya başladığımız Irak ve Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Irak’ta kısa sürede Musul’u ve Sünni Arapların yaşadığı geniş bir bölgeyi ele geçirmesiyle açılan süreci de bu arka plan üzerinde değerlendirmek gerekmektedir. ABD, Rusya, Türkiye, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerin çekişmesinden beslenen El Kaide veya IŞİD gibi oluşumların bölgede giderek güçlenmeleri ve devletlere kafa tutar hale gelmeleri aslında hiç de sürpriz değildir. Ortadoğu’nun karmaşık siyasi coğrafyasında kimin elinin kimin cebinde olduğunu bilmek pek kolay değildir, ama emperyalist ve bölgesel büyük güçlerin desteği olmadan bu tür oluşumların gelişip güçlenmesinin mümkün olmadığı da açıktır.
Cephede IŞİD, Maliki ve Esad’ın Şii-Alevi eksenli rejimlerine karşı savaşmakta ve kazanımlar elde etmekte, arka planda ise ABD, Türkiye, Suudi Arabistan, İran, Rusya gibi güçler ellerini ovuşturarak kendi çıkarlarının hesaplarını yapmaktadırlar. Bu arada IŞİD’in son derece gaddar yöntemlerle Şii-Alevi halktan insanları katletmesi ya da “terörizmle mücadele” adı altında Esad ve Maliki güçlerinin sivil halkı bombalamasının bu çıkar hesaplarında hiçbir önemi yoktur! Olası bir mezhep savaşının Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmesinin ya da ülkelerin bölünüp parçalanmasının, işlerine geldiği sürece, bu güçler için göze alınmayacak bir tarafı yoktur.
Irak’ta yaşanan gelişmelerin özeti
IŞİD denilen örgüte bağlı güçler, geçtiğimiz Haziran ayı içinde, iki hafta gibi kısa bir sürede, Irak’ta Sünni Arapların yoğun olarak yaşadığı Musul’u ve Ninava eyaletindeki birçok bölgeyi ele geçirdi. Böylece Irak, Güneydeki Şii ağırlıklı bölge, kuzeydeki Kürt bölgesi ve bu ikisinin arasında kalan Sünni bölge olmak üzere fiilen üçe bölünmüş oldu. IŞİD’in saldırıları karşısında Irak ordusu adeta kaçarak bölgeyi terk etti ve merkezi devletin otoritesi de bu bölgede fiilen çöktü. Böylece IŞİD, hem hedeflediği Irak ve Şam İslam Devleti’ni oluşturma yolunda kendince önemli bir başarı sağlamış oldu, hem de çekilen Irak ordusunun bıraktığı askeri malzemelere ve Musul Merkez Bankasındaki yüklü miktarda altına el koydu. Ardından da ilerleyişini devam ettirerek Bağdat’a kadar dayandı.
Tabii bu arada IŞİD belâsının ilerleyişi karşısında paniğe kapılan Kürtler, Şiiler, Hıristiyan azınlıklar ve Türkmenler, bölgedeki Irak ordusunun da dağılmasıyla bu şehirleri terk etmeye başladı. Nitekim IŞİD de hızlı bir şekilde “şeriat” yönetimini uygulamaya koyuldu; Suriye’de (ve aslında daha önce Irak’ta) kazandığı kanlı ününe uygun bir şekilde Şii mezhepten insanları toplu halde infaz etmeye, evlere girip kadınları alıkoymaya, kiliseleri yakıp yıkmaya, kontrol altına aldığı bölgelerdeki halk üzerinde son derece baskıcı bir yönetim kurmaya başladı.
Irak’ın en büyük ikinci petrol rafinerisini de ele geçiren IŞİD’in hedefi, Maliki ve Esad rejimlerinin zayıflığından ve emperyalist güçlerin çekişmesinden yararlanarak Irak ve Suriye’deki Sünni Arap bölgelerinde hâkimiyet kurmak ve bir ucu Akdeniz’e açılan geniş bir coğrafyada söz sahibi olmaktır. Böylece bu bölgede bir Sünni federasyonunun oluşmasını ve hatta bir Sünni Arap devletinin kurulmasını zorlayacaktır.
Bu gelişmeler karşısında, özellikle de Irak ordusunun hızlıca çözülüp dağılması karşısında, Maliki rejiminin son derece zora düştüğü aşikârdır. Merkezi hükümet dağılma noktasına gelmiştir. Zamanında 30 bin kişilik ABD askeri gücünün Irak’ta kalmasına karşı çıkmış olan Maliki, şimdi Obama’ya IŞİD’e saldırması için yalvarmaktadır. ABD ise bu durumu Maliki’yi tasfiye etmek için bir fırsata çevirmek niyetindedir.
Irak ordusunun IŞİD’in ilerleyişi karşısında ve sonrasında ciddi bir varlık gösteremeyişi (ki güya ABD tarafından 25 milyar dolar harcanarak “iyi” eğitilmiş bir ordudur) Şiileri de silahlanmaya ve kendi milislerini oluşturmaya sevketmiştir. Bu da Sünni-Şii temelli mezhep çatışmalarının daha da kızışmasına olanak tanımaktadır. Ayrıca önemli Şii liderlerden Sadr ve Ayetullah Sistani, Maliki’yi eleştiren ve çekilmesi gerektiğini belirten açıklamalarda bulunmuşlardır.
Hızlıca devreye giren ABD, Maliki’yi devirmek ve yerine eskisi gibi bir Sünni-Şii uzlaşı hükümeti kurmak için kolları sıvamıştır. Bu arada IŞİD’in ilerleyişini durdurmak için de İran ve Suudi Arabistan’la görüşmelere başlamıştır. Maliki ise her şeye rağmen direnmekte ve kendisinin olmayacağı hiçbir çözüme razı olmayacağını ilan etmektedir.
Irak’ta son birkaç haftada yaşanan gelişmelerin özeti budur. Ancak tüm bu hızlı gelişmeler içerisinde akıllara bazı soru işaretleri takılmaktadır; IŞİD nasıl olup da bu kadar “kolayca” başarı kazanmıştır, Irak ordusuna bağlı güçler neden tek kurşun atmadan kaçıp gitmiştir ve tüm bunlar olurken ABD, Türkiye gibi güçler neden sessizce IŞİD’in ilerleyişini izlemişlerdir, bundan sonra Irak ve Ortadoğu halklarını bekleyen nedir?
Bu soruların cevaplarını burjuva medyada bulmak zordur, çünkü at iziyle it izi birbirine karıştırılmış durumdadır. Dezenformasyon, çarpıtma ve manipülasyon iç içe geçmiştir. Her biri bir başka sermaye grubunun veya hükümetin, devletin sesi olan medya grupları, gerçekleri ortaya koymak yerine sahiplerinin çıkarları doğrultusunda yayın yapmayı o denli abartmışlardır ki, gerçeklerle yalanları birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Gelişmeler ancak Marksizmin prizmasından geçirildiğinde ve sınıf siyaseti aracılığıyla ele alındığında anlam kazanacak ve gerçekler ortaya konabilecektir.
IŞİD belâsını kim, nasıl yarattı?
Mevcut tabloyu anlayabilmek için öncelikle IŞİD’in ne olduğuna ve olmadığına kısaca açıklık getirmekte fayda vardır. Burjuva medyanın resmettiği haliyle IŞİD, radikal İslamcı terör örgütlerinin patronu olarak görülen El Kaide’nin bile aşırı bulduğu, dünyanın dört bir yanından devşirilmiş militanları Haşhaşiler gibi uyuşturulmuş olan ve her an intihar eylemleriyle sağı solu bombalamaya hazır bulunan, çılgın ve gözü dönmüş liderleri yüzünden sürekli kafa-kol kesen insanların bir araya geldiği bir güruhtur.
Elbette IŞİD ve benzeri radikal İslamcı örgütler son derece gerici olan ve vahşi yöntemler kullanmaktan çekinmeyen örgütlerdir. Ancak bu belâlı örgütleri yaratıp Ortadoğu halklarının başına saranların, şimdi de onları olduğundan fazla abartarak canavarlaştırmaları ve “nereden çıktı bunlar” diye şikâyet etmeleri kabul edilemezdir. Ne IŞİD’i ne de El Kaide’ye bağlı diğerlerini basitçe “terör örgütü” diye geçiştirmek mümkündür.
Başlangıçta El Kaide dâhil olmak üzere radikal İslamcı örgütleri yaratan ve bölge halklarının başına saranın ABD olduğunu unutmamak gerekiyor. Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı savaşmak üzere bu insanları bir araya getiren, örgütleyen, eğiten, maddi ve lojistik destekte bulunan, sonra da işi bittiğinde canavar ilan edip yok etmeye çalışan ABD’dir. Üstelik yine ABD, tam da düşman ilan ettiği bu örgütlerin varlığını bahane ederek Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmiş, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar pek çok bölgeye askeri güçlerini yığmıştır. Yani düşman ilan edip yok etmeye çalışırken bile bu Frankeştaynlardan yararlanmaktadır. Gelinen noktada bu örgütler kendi çıkarlarını ve planlarını hayata geçirmeye çalışan, aynı zamanda da çeşitli devletlerle iş tutan güçlere dönüşmüşlerdir. İşte IŞİD de bunlardan biridir.
IŞİD, El Kaide’ye bağlı bir yapılanma olarak kurulmuş ve asıl olarak Irak’taki ABD işgaline karşı yürüttüğü direnişle güç kazanmıştır. Kurucusu olan Zarkavi, El Kaide içinde yetişmiş bir unsur olduğundan, işgale karşı direniş sırasında da bu ağı kullanarak pek çok farklı ülkeden insanı Irak’a çekerek örgütü geliştirmiştir. Bu dönemde “Irak El Kaidesi” olarak bilinen örgütün yönetimi, 2006 yılında Zarkavi’nin öldürülmesinden sonra adım adım eski BAAS kadrolarının ağırlıkta olduğu güçlerin eline geçmiştir. Kendisi de eski bir BAAS’çı olan şimdiki lider Bağdadi’nin örgütün başına geçmesi de bu süreçte gerçekleşmiştir. ABD’nin Sünni aşiretlerle uzlaşarak onları kendi tarafına çekmesiyle birlikte IŞİD önemli ölçüde güç kaybederek zayıflamış, İslamcı militanların pek çoğunu yitirmiş ve yerlerine önemli ölçüde eski BAAS’çıları doldurmuştur. BAAS’çıların örgütte ağırlık kazanmalarını sağlayan bu süreçte örgüt selefi İslamcı ideolojisini aynen korumuş ve El Kaide’ye bağlı İslamcı bir örgüt olmaya devam etmiştir.
IŞİD’in El Kaide’yle arasının açılması ise asıl olarak örgütün Suriye iç savaşına dâhil olmasıyla birlikte gerçekleşmiştir. Bu süreçte kendini Suriye’deki El Kaide güçlerinin (esas olarak El Nusra’nın) “patronu” ilan eden IŞİD’le El Kaide ve diğer bağlı unsurları arasında çatışmalar yaşanmıştır. Esad’ın, muhalifleri bölmek ve uluslararası kamuoyuna da kendisi devrilirse yerine bu radikal İslamcı güçlerin geçeceği mesajını vermek için bir fırsat bildiği bu süreçte Esad ordusu, IŞİD’in gelişmesine göz yummuş ve hatta cezaevlerinde tuttuğu IŞİD militanlarını serbest bırakmıştır. IŞİD’in muhaliflerin zaten ele geçirmiş olduğu bölgelerde hâkimiyet kazanmasına ses çıkarmamış ve hatta ondan petrol bile almıştır.
Suriye’de güçlenen IŞİD, bir süre sonra Irak’taki Sünni kesimin hoşnutsuzluğundan da yararlanarak Irak’taki faaliyetlerini tekrar arttırmış ve Irak’a geri dönmüştür. Gerek El Kaide’yle arasının açılmasında gerekse de asıl hedefini Irak olarak koymasında, yönetimdeki BAAS’çı kadroların ağırlığının ciddi bir etkisi vardır. IŞİD’e bağlı güçlerin bileşimini Suriye’de esas olarak farklı ülkelerden devşirilen unsurlar oluştururken, Irak’ta yerel unsurların çoğunluğu söz konusudur.
IŞİD’in Irak’ta bu denli kolay ilerleyebilmesinin ve başarı kazanmasının nesnel temelini ise ABD’nin Irak işgalinde ve Maliki rejiminde aramak gerekir. Çünkü ABD işgaliyle birlikte sadece Saddam rejimi devrilmemiş, onunla birlikte Sünni kesim de iktidarın dışına itilmiş ve Sünniler adeta ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başlamışlardır. Saddam’ın diktatörlüğü altında on yıllardır ezilen Şiiler ve Kürtler iktidarı paylaşmış, bu kez de Sünniler ezilen halk durumuna sürüklenmiştir. ABD işgaline karşı direnişi de asıl olarak Sünni kesimler yürüttüğünden, bizzat ABD ordusu bu kesimlere yönelik ciddi katliamlar gerçekleştirmiştir. Bir süre sonra ABD yönetimi direnişi sadece askeri yöntemlerle bastıramayacağını anladığından, bu kez de Sünni kesimleri satın alarak ve onları da iktidara katarak uzlaşma yöntemini uygulamaya koymuş ve bunda da önemli ölçüde başarılı olmuştur. Fakat 2011’de ABD ordusunun ülkeden çekilmesinin ardından ipleri tamamen ele geçiren Maliki bu uzlaşmayı bozarak bilhassa Sünni kesim üzerinde tam anlamıyla bir baskı rejimi oluşturmuştur. O kadar ki, Şii kesimden kimi gruplar bile bu duruma karşı çıkmış ve Maliki’ye muhalefet etmiştir. Sünni kesimin en ufak bir hak arayışına ve muhalefetine bile tahammülü olmayan Maliki rejimi Sünni isyanının da temelini döşemiştir. Dolayısıyla IŞİD’in ilerleyişinin altında yatanın, öncelikle ABD emperyalizminin ve ardından da Maliki diktatörlüğünün ezdiği Sünni kesimlerin isyanı olduğunu görmek gerekiyor.
Zaten mevcut durumu sadece IŞİD’in gücüne ve başarısına bağlamak da bu yüzden yanlıştır. IŞİD, Sünni Arap aşiretlerini ve eski BAAS taraftarlarını yanına alarak bu ilerleyişi sağlamış, daha da önemlisi, ele geçirdiği bölgelerde hâkimiyetini sürdürebilmiştir. Yoksa birkaç bin militanla bu kadar geniş bir bölgeyi bu kadar kısa sürede ele geçirmek mümkün olmadığı gibi, bir biçimde ele geçirse bile elinde tutmak hiç mümkün değildir. Elde tutmak, ele geçirmekten daha zordur. Bahsi geçen bölgede hâkimiyet, IŞİD’in vurucu gücünü ve öncülüğünü oluşturduğu bir IŞİD-Sünni Arap aşiretler-BAAS koalisyonundadır.
Irak ordusunun IŞİD’in saldırıları karşısında bu kadar kolayca dağılması da aynı nesnellikten kaynaklanmaktadır. Bölgede bulunan Irak ordusundaki Sünni unsurlar derhal taraf değiştirmişler ve azınlıkta olan Şii askerler de çareyi kaçmakta bulmuşlardır. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki Maliki rejiminden rahatsızlık duyanlar sadece Sünni Araplar değildir. Şii halkın önemli kesimleri de Maliki rejiminin otoriter ve baskıcı politikalarından bıkmış durumdadırlar. Kuşkusuz buna yıllardır devam eden iç savaş halini, çok yüksek işsizliği ve sefaleti de katmak gerekir. Bu koşullarda paralı Şii askerlerin, aslında çok da inanmadıkları bir rejim uğruna ölümü göze alarak savaşmamalarına şaşırmamak gerekiyor.
Ortadoğu’da sınırlar değişiyor
Ortaya çıkan bu durumun tabii ki ciddi sonuçları olacaktır. Bir kere bölgede söz sahibi olmak isteyen bütün güçler bu gelişmeyi dikkate almak zorunda kalmıştır. Çünkü dengeler tekrar değişmektedir. Irak’ın bölünmesi eninde sonunda gerçekleşecektir. Bu artık sadece zaman meselesidir. Buna Suriye’nin bölünmesini de eklemek gerekir. Yani Ortadoğu’da bir kez daha haritalar değişmek üzeredir. Burjuva medyanın “Sykes-Picot Anlaşması miadını doldurdu” diye başlıklar atması boşuna değildir. Bu iş kısa vadede olmayabilir, ancak ne Suriye’de ne de Irak’ta artık eskiye dönülemeyeceği çok açıktır. Kısa vadede ise Irak’ta bir Sünni federasyonun kurulmasının gündeme gelmesi muhtemeldir. Her ne kadar ABD, Maliki’yi devirerek eski planına uygun biçimde bir uzlaşı hükümeti kurmaya uğraşsa ve şimdiden Şiiler arasında bölünme yaratmış olsa da, artık köprünün altından çok sular akmıştır. Buna ne Maliki ve onu destekleyen Şiiler ne de Sünni kesim yanaşacaktır. Ayrıca tüm zorlamalarına rağmen bunu sağlayamadığı durumda bir Sünni federasyonun kurulması ve hatta Irak’ın bölünmesi ABD için dünyanın sonu değildir. Görünen odur ki, karşılıklı pazarlıklar ve git-geller arasında Irak’ın bölünmesine giden süreç işleyecek ve bu arada IŞİD öncülüğündeki Sünniler güç kazanacak, hâkimiyetlerini pekiştireceklerdir.
Bu işten kârlı çıkan taraflardan biri de Kürt yönetimi olmuştur. Barzani önderliğindeki Kürt yönetimi bir yandan petro-stratejik bir şehir olan Kerkük’ün yönetimini ele geçirmiş, öte yandan bağımsızlıklarını ilan etmek noktasında çok elverişli bir konjonktür yakalamıştır. Türkiye ve İsrail daha şimdiden Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkını destekler açıklamalarda bulunmuşlardır. Sürece en temkinli yaklaşanlardan ABD ise menfi veya müspet yönde bir görüş belirtmemiştir. Her halükarda Kürtler pozisyonlarını güçlendirmişler ve merkezdeki Maliki hükümetiyle sıkıntı yaşadıkları petrol ihracı konusunda serbest kalmışlardır. Çünkü şu sıralar Maliki’nin Kürtlerle çatışması mümkün değildir. Güney Kürdistan fiilen bağımsızlığa gitmektedir.
AKP’nin ve Erdoğan’ın bu gelişmelere olumlu yaklaşması ise boşuna değildir. Bu sayede hem Kürt petrolü ve hem de IŞİD’in kontrolündeki bölgede çıkan petrol Türkiye üzerinden dünya pazarına satılabilecektir. Türkiye bunun pazarlıklarına çoktan başlamış durumdadır. Suriye’den beri desteklediği IŞİD’e bu son süreçte ses çıkarmamasının sebeplerinden biri de budur. Diğeri ise kendisinin de karşı olduğu Maliki rejiminin devrilmesidir. IŞİD’in ilerleyişi ikisini de sağlayacak bir gelişmedir. Ayrıca Erdoğan hükümeti Suriye’de Kürtlere karşı bir vurucu güç olarak destekleyip silahlandırdığı IŞİD’in ilerleyişine ses çıkarmamış ve Musul’daki Türk Büyükelçiliğinde 40’a yakın diplomat ve çalışanın bu örgüt tarafından esir alınmasının ardından, medyaya bu konuda yayın yasağı getirmiştir. Dolayısıyla şu anda MİT üzerinden IŞİD’le yürüyen pazarlıkların sadece rehinelerin kurtulması üzerinden yürüdüğünü düşünmek saflık olur. Asıl pazarlık bundan sonraki Irak üzerine yürütülmektedir.
Erdoğan’ın hesapları büyüktür. Bölünmüş bir Irak ve Suriye’de ortaya çıkmış bir Sünni Arap yönetimi ve bağımsızlığını kazanmış bir Güney Kürdistan’ın varlığında, bir yandan çok ihtiyaç duyduğu enerji ihtiyacının önemli bir kısmını karşılamayı ve böylece Rusya ve İran’a bu konudaki bağımlılığını azaltmayı ümit etmekte, diğer yandan da Kürtlerin ve Sünnilerin hamiliğini üstlenerek bölgedeki gücünü ve nüfuzunu arttırmayı hayal etmektedir. Bu arada Barzani sayesinde içerdeki Kürt sorununa da kendince çözüm bulmak niyetindedir. Örneğin Türkiye ile ittifak halindeki bağımsız bir Güney Kürdistan’ın Rojava’yı yutması yahut kontrolüne alması, içerdeki Kürt hareketinin de Barzani yardımıyla bölünmesi ve kuşkusuz birtakım tavizler verilerek susturulması niyeti, Erdoğan’ın halihazırda izlediği oyalama politikalarına da açıklık getirmektedir. Bu yüzden AKP sözcüleri bir yandan Güney Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkını destekler açıklamalar yaparken diğer yandan ise utanmaz ve ikiyüzlü bir biçimde, Türkiye’deki Kürtlerin bu hakkını ağızlarına bile almamakta, onları oyalamaya çalışmakta ve yeri geldiğinde de saldırmakta bir beis görmemektedirler.
Ancak Erdoğan’ın evde yaptığı hesabın çarşıya ne kadar uyacağını zaman gösterecektir. Birincisi Kürtler Erdoğan’ın zannettiği kadar kolay lokma olmadıklarını defalarca kanıtlamışlardır. TC’nin İslamcı örgütlenmeleri ve/veya farklı Kürt siyasetlerini kullanarak Kürt hareketini bölme ya da PKK’yi yalıtma çabaları şimdiye kadar hiç başarılı olmamıştır. Üstelik Rojava’da hâkimiyet PKK çizgisindeki PYD’dedir ve Barzani’nin bu bölgedeki etkisi zayıftır. İkincisi, bir süredir arasının iyi olduğu Barzani’yle ilerde ters düşmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Çünkü bölgedeki tek oyuncu Türkiye değildir. Unutmamak gerekir ki asıl oyun kurucu ve belirleyici güç ABD’dir. ABD’nin onay vermediği bir planın Ortadoğu’da hayata geçmesi mümkün değildir. ABD ise bölgede kendi planlarını ve çıkarlarını yürütecek “sadık ve söz dinleyen” bir güce ihtiyaç duymaktadır ve Erdoğan’ın bu kategoride olmadığı herkesin malumûdur. Yani Erdoğan’ın başkanlığında ve Kürtlerin ve Sünnilerin hamiliğini üstlenmiş güçlü bir Türkiye’nin ABD’nin ne kadar işine geleceği çok tartışmalıdır.
Tam da bu ve benzer sebepler yüzünden Obama yönetimindeki ABD son dönemlerde Ortadoğu’da bir denge politikası yürütmektedir. Bush zamanında Irak’ı işgal ederek mevcut dengeleri tamamen altüst eden ve ardından da Sünni-Şii kamplaşmasının temellerini atarak Ortadoğu’nun cinini şişeden çıkaran ABD, Obama yönetimiyle birlikte dengeleri yeni temellerde oluşturmak yönünde bir politika izlemiştir. Önce ikilik çıkartmış sonra da bazen Sünnileri bazen Şiileri destekleyerek denge kurmaya çalışmıştır. ABD, “böl ve yönet” taktiğinin en işe yarar emperyalist taktiklerden biri olduğunu çok iyi bilmektedir. Başlangıçta, Saddam’ı devirdikten sonra Irak’ta Şiilerin önünü açmış ama İran’ın etkisini kırmak için Irak dışındaki bölgelerde ılımlı Sünni akımlara destek vermiş olan ABD, Sünni kesimin genel anlamda yükselişe geçmesi ama aynı zamanda bu kesimin liderliğine oynayan Erdoğan’ın kontrolden çıkması, ayrıca da El Kaide vb. radikal Sünni İslamcıların da “fazlaca” semirmesi üzerine dümeni kırarak İran’a el uzatmıştır.
Bir yandan Erdoğan ve Maliki gibi söz dinlemeyen otoriter liderlerden, diğer yandan da şu anda hedef tahtasında olan radikal Sünni İslamcı güçlerden kurtulmak isteyen ABD, Irak’taki durum konusunda da İran’la birlikte hareket etmek üzere adımlar atmıştır. Fakat ABD’nin planlarının sorunsuz yürümesi kolay değildir. Çünkü İran’la girdiği yakınlaşma süreci İsrail, Rusya, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeleri (ki bunların Rusya hariç hepsi ABD’nin bölgedeki müttefikleridir) kızdırmıştır. Ve bu ülkeler de ama el altından ama açıktan, ABD’nin aleyhine gelişmelere destek olmuş, göz yummuş veya önünü açmışlardır. Dolayısıyla şimdi ABD hem yükselen Sünni güçleri dengelemek için İran’la yakınlaşmaya devam etmekte (böylece İran’ı Rusya’dan koparmak anlamında da yol katettiğini düşünmektedir) hem de eski müttefiklerini fazla kızdırmamaya gayret etmektedir. Ama ABD emperyalizmi dahi kadir-i mutlak bir güce sahip olmadığından, Suudi Arabistan’ın IŞİD’i ya da el Kaide’yi desteklemesine, Erdoğan’ın Maliki’yi devirecek ve Irak’ı bölecek politikalar izlemesine, İsrail’in kendi kafasına göre yaptığı “yaramazlıklara” engel olamamaktadır. Üstelik tüm bunlara bir de yakın zaman önce Rusya’yla ipleri kopma noktasına getiren Ukrayna krizi eklenmiştir. Bu gelişme de, eski müttefiklerini hizaya getirmek açısından ABD’nin elini tutmasına ve daha dengeci, temkinli, ağırdan bir politika izlemesine neden olmuştur.
Ortadoğu halklarını bekleyen tehlikeler
Görünen odur ki, Ortadoğu’nun makûs talihinde kısa vadede bir değişiklik olmayacaktır. Onyıllardır savaşların, çatışmaların, sefaletin pençesinde kıvranan Ortadoğu halklarını çok daha acılı günler beklemektedir. Emperyalist ve kapitalist güçlerin yukarıda özetlemeye çalıştığımız planları ve çıkar çatışmaları yüzünden tüm bölgeyi saracak bir mezhep savaşı giderek kızıştırılmaktadır. Olası bir mezhep savaşının bölgeyi yangın yerine çevirmesi ve bu arada Türkiye’yi Pakistan’a çevirmesi ve hatta emperyalist paylaşım masasına taşıması işten bile değildir. Çünkü bölge ülkelerinin hemen hepsinde farklı mezheplerden halklar bir arada yaşamaktadır, bu yüzden de gelişecek mezhep savaşı tüm ülkelerde iç savaşı tetikleyecek bir kıvılcıma dönüşme potansiyelini taşımaktadır. Bu iç savaşların sonlanması onlarca yıl sürebilecek ve on milyonlarca insanın hayatı sönebilecektir.
Irak’ın bölünmesi bir son değil başlangıç olacaktır. Bunu diğer bölge ülkelerinde yaşanacak benzer senaryoların takip etmesi kaçınılmazdır. Çünkü Irak’ın bölünmesi, mevcut istikrarsızlığı daha da arttıracak, diğer bölge ülkelerindeki iç çelişkileri de tetikleyecektir. Bu da Ortadoğu’nun toptan karışmasına sebep olacaktır. Emperyalist ya da kapitalist güçlerden yahut onların desteklediği taraflardan, çözüm planlarından hiçbiri Ortadoğu’ya kalıcı barışı ve huzuru getirmeyecektir. ABD’nin “Büyük Ortadoğu Planı” bölgeyi adım adım bir cehennemin içine sürüklemektedir.
Gözü emperyal hırslarla dönmüş olan Erdoğan ve AKP hükümeti, hiç düşünmeden Pandora’nın kutusunu açabilecek ve cehennemin iblislerini yeryüzüne davet edebilecek tıynettedir. Suriye’de izlediği aktif siyaset, IŞİD gibi bir örgüte verdiği destek ve giriştiği kanlı planlar bunun göstergesidir. Bu sebeple de başta Türkiye işçi sınıfı olmak üzere bölgenin işçi ve emekçi sınıflarının gerçekleri görmesi ve bu gidişata dur demek üzere harekete geçmesi tek çıkar yoldur. Tüm burjuva güçler, kendilerinin haklı ve diğerlerinin haksız olduğu üzerinden yoğun propagandalar yürütmektedirler. Emekçiler buna kanmamalıdır.
Ortadoğu birçok kangrenleşmiş sorunla boğuşmaktadır ve bu sorunları gerçek anlamda çözecek olan işçilerin devrimci mücadelesidir. Filistin ve Kürt sorunu gibi ulusal sorunların kalıcı ve halkların yararına biçimde çözülmesi, Sünni ve Şii halklar arasındaki çatışmalar başta olmak üzere her türlü mezhepsel, etnik vb. çatışmanın son bulması da aynı koşula bağlıdır. Bölgeyi yıllardır acıya boğan ve sefalete sürüklemiş olan emperyalist kapışma da ancak işçi ve emekçi sınıfların ortak devrimci mücadelesiyle durdurulabilir. Emperyalistlerin ve kapitalistlerin planlarını, tezgâhlarını boşa çıkaracak olan da budur. Yıllardır çaresizlik ve umutsuzluk içinde debelenen ve bu sebeple de IŞİD yahut benzeri gerici, sınıf düşmanı örgütlerin kucağına düşen işçi-emekçilerin doğruyu bulması ve kendi sınıf çıkarları temelinde mücadeleye atılması da ancak ve ancak sınıf hareketindeki canlanmayla, gerçek ve devrimci alternatiflerin yaratılabilmesiyle mümkün olacaktır. Aksi takdirde, Ortadoğu halklarının makûs talihi değişmeyecek, çok daha kara günler kapımızı çalacaktır.
http://marksisttutum.org/isid_ve_emperyalist_savasin_kiskacindaki_ortadogu.htm
Ortadoğu’nun “Otuz Yıl Savaşları”
Cengiz ÇANDAR
Radikal Gazetesi
86 yaşına gelmiş ama zihin melekeleri dipdiri gözüken Brzezinski, “Ortadoğu’da olup bitenlerle, birkaç yüzyıl önce Avrupa’da Otuz Yıl Savaşlarında olmuş olanlar arasında paralellikler görüyorum” diyor.
Yer Süleymaniye. Güney Kürdistan. Tarih 5 Mart. “Mezhep Çatışması ve Bölge’nin Geleceği” başlıklı panelin üç konuşmacısından biriydim. En ön sırada, şu sırada Irak cumhurbaşkanı adaylarından biri olan ve Süleymaniye’de ikincisi yapılan uluslararası forumun “patronu” Barham Salih oturuyordu. Sanırım Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari de o sırada salondaydı. ABD’nin eski Irak Büyükelçisi ve BM Temsilcisi Zalmay Khalilzad, ayrıca kırk yıllık dostum (gerçekten de kırk yıla yakın bir süredir öyle) Irak’ın eski cumhurbaşkan yardımcısı Adil Abdülmehdi’yi de hatırlıyorum.
Yani, bu isimler, 2014 Mart başında Süleymaniye’de “mezhep çatışması” ve “bölgenin geleceği” konusunda ne söylediğime dair, “tanık” gösterebileceğim kişiler arasındalar…
Konuşmamın temel tezi, 17. Yüzyıl Avrupa’sının Westphalia sistemi ile son bulmuş “Otuz Yıl Savaşları” analojisine dayanıyordu. Özet olarak söylediğim, Avrupa’da yaklaşık 400 yıl önce “Otuz Yıl Savaşları” adıyla yaşanmış olan“mezheplerarası savaş”ın bir benzerini, “Küresel çağda bugünün Ortadoğu’sunda yaşamaktayız. Taraflar, güçlerini tüketene ve yorulana kadar, yani belirli bir yeni denge üzerinde yer alana kadar, bu çatışma devam edecektir ve bu, hayli uzun bir süre cereyan edeceğe, maalesef çok kan döküleceğe ve yıkımlar yaşanacağa benzemektedir. Ortadoğu’nun yakın hatta orta vâdeli geleceği, süreklilik kazanacak bir istikrarsızlık gösteriyor.”
Yaklaşık üç ay sonra, bir başka uluslararası toplantıda “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın yeni mimarisi” başlıklı bir panelde, aynı analojiyi tekrarladım. Ortadoğu’nun önünün uzun süre, “derin ve yaygın istikrarsızlık”olacağını, ya sınırların değişeceğini veya sınırlar kağıt üzerinde aynı kalsa bile, ülkelerin içinden parçalı yapılar haline geleceğini söyledim.
Panelin moderatörü, Irak’ta 2007’de mimarı olduğu ve yürürlüğe koyduğu “Surge Strategy” ile görece olarak son dönemlerde en istikrarlı dönemlerinden birini yaşatmayı başarmış olan (e) General David Petraeus idi. “Sizin böyle bir sonucu duyuyor olmanız can sıkıcı olabilir” diye de ona takıldım. O da, “Çok iç ferahlatıcı bir tablo sundunuz” diye ironik bir tepki verdi.
Önceki gün, TÜSİAD’ın “Ortadoğu’daki gelişmeler” konusunda düzenlediği, son dönemlerde Türkiye’de katıldığım en düzeyli ve en zihin açısı toplantıda da, aynı analojiyi bir kez daha dile getirdim.
Bir öğretim üyesi, bu analojiye katılmadığını, “Ortadoğu’daki ‘Otuz Yıl Savaşları’nın Osmanlı Türkiye’si ile Safevi İran’ı arasında Avrupa’daki ile eş zamanlı yaşanmış olduğunu” söyledi ve “Nitekim, Kasr-ı Şirin Anlaşması, 1639 tarihlidir” diye hatırlattı. Malûm, Avrupa’daki “Otuz Yıl Savaşları” da 1618-1648 arasındadır. Yeni bir uluslararası düzen kuran, “ulusal egemenlik” kavramını yerleştiren Westphalia Barışı’nın tarihi 1648’dir.
İlginç, üzerinde durulmaya değer bir bakış açısı ve değerlendirmeydi. Üzerinde epey düşündüm. Ama zaten, 1639’da Kasr-ı Şirin ile nihayet bulan Osmanlı-Safevi çatışması veya bir başka deyimle Ortadoğu’daki “Sünni-Şii savaşı”nın, o tarihte cereyan etmiş olmasının, bugün tekrarlanmayacağı anlamına illa da gelmeyeceği konusunda da mutabık kaldık.
Bu kadar uzun bir “girizgâh”, Ortadoğu’daki mevcut duruma ilişkin Avrupa’nın “Otuz Yıl Savaşları” analojisi ve yakın-orta vâdeli geleceğin “istikrarsızlık” olacağının “patent hakkı”nı talep etmeye hakkım olduğunu belirtmek içindir.
Şaka bir yana, dün, ABD’nin çok önemli iki stratejik beyninin iki yazısını okudum. İlki, Dış İlişkiler Konseyi (CFR – Council on Foreign Relations) Başkanı Richard Haass’a ait. Ortadoğu’yu mezheplerin “dini mücadelesi ile enkaza dönmüş bölge” olarak tanımlayan Haass’ın “Yeni Otuz Yıl Savaşları” başlıklı yazısından bölümler:
“Çatışmalar ülkelerin içinde ve devletler arasında cereyan ediyor; iç savaşlar ve vekalet usûlü yürütülen savaşları birbirinden ayırdedebilmek imkânızlaşıyor. Hükümetler kontrolü sık sık daha sınırlarının içinde ya da ötesinde hareket eden küçük gruplara –milisler ve benzerleri- terkediyorlar. Hayat kaybı felâket ölçüsünde ve milyonlarca insan evsiz barksız kalmış vaziyette.
Ortadoğu’da değişim 2011 yılında, aşağılanan bir Tunuslu seyyar satıcının protesto amacıyla kendisini ateşe vermesiyle alev aldı; birkaç hafta içinde bölge tutuşmuştu. Onyedinci yüzyıl Avrupa’sında Bohemyalı Protestanların Katolik Habsburg İmparatoru Ferdinand II’ye karşı başlattığı yerel dini bir ayaklanma, o dönemin büyük yangınını tetiklemişti.
Protestanlar ve Katolikler, destek için, bir gün Almanya olacak topraklardaki dindaşlarına yüzlerine dönmüşlerdi. İspanya, Fransa, İsveç ve Avusturya gibi dönemin belli başlı güçleri, çatışmanın içine çekildiler. Sonuç, Yirminci Yüzyıl’daki iki dünya savaşına kadar, Avrupa tarihinin en şiddetli ve yıkıcı dönemi olan Otuz Yıl Savaşları oldu.
Avrupa’da 1618-1648 olayları ile Ortadoğu’da 2011-2014’te olan-bitenler arasında alenî farklılık elbette ki var. Ama, benzerliklerde çok ve göz açıcı nitelikte. ‘Arap Baharı’nın şafağından üç buçuk yıl sonra, uzun, büyük maliyetli ve ölümcül bir mücadelenin ilk dönemine tanık olduğumuz ihtimali hayli yüksek. Zaten işler çok kötü ve daha da kötü olabilir…
Bölgenin gidiş yönü kaygı verici: zayıf devletler topraklarına hakim olamıyor; az sayıdaki güçlü devletler üstünlük mücadelesinde; milisler ve terörist gruplar daha büyük etki elde ediyorlar; ve sınırlar siliniyor. Yerel siyasi kültür demokrasiyi çoğunlukçulukla karıştırıyor ve seçimler iktidarı paylaşmak için değil sağlamlaştırmak için araçlar olarak kullanılıyorlar.”
Bu son cümle, doğrudan doğruya şu dönemin Türkiye’sini son derece doğru biçimde tanımlıyor.
Sözünü ettiğim ikinci yazı, ünlü Zbigniew Brzezinski ile “dünya ahvali” üzerinde Foreign Policy’de yayınlanmış bir mülakat. Mülakatı yapan FP Grubu’nun CEO’s David Rothkopf. Yayımlanan mülakata atılan başlık çok çarpıcı:“Görülmemiş bir İstikrarsızlık Zamanı!”
David Rothkopf, “Bunun nedenleri üzerinde konuşalım” diye giriyor söze “Bunlar niçin şu dönemde oluyor? Bu dönemi farklı yapan nedir? Ortadoğu’da, bu konuda Sykes-Picot döneminin sona erdiği tartışması var—bu arada dış güçler nüfuz alanlarını genişletmek istemiyorlar ve mahalli güçler de ülkelerinde tabandan harekete geçen unsurları durduramıyorlar.”
Ve, dönemimizde ortaya çıkan “görülmemiş istikrarsızlığın” sorumlularının nerede, kimlerde aranacağını sorguluyor.
86 yaşına gelmiş ama zihin melekeleri dipdiri gözüken Zbigniew Brzezinski, cevabına, “Ortadoğu’da olup bitenlerle, birkaç yüzyıl önce Avrupa’da Otuz Yıl Savaşlarında olmuş olanlar arasında paralellikler görüyorum” diye başlıyor. “Yani, siyasi eylemin temel dürtüsü olarak dini kimlik tanımının müthiş yıkıcı sonuçlar vererek yükselmesi…”
Benim, “bugünün Ortadoğu’su” ile “Avrupa’nın Otuz Yıl Savaşları” analojisine dair “patent hakkı” talebim işin şaka yanı ama bütün bu aktardıklarımda, özellikle bugünün ve yarının muhtemel Türkiye’si için çok önemli ipuçlarını yakalayabilirsiniz.
Ayrıca, uzun süredir, Türkiye’nin geleceğine ilişkin duyduğum ve uzun süredir dillendirmeye çalıştığım kaygının nedenlerini de yukarıdaki satırların aralarında bulabilirsiniz.
Eski zaman IŞİD’leri
İki-üç haftadan beri YKY’den çıkan 4000 küsur sayfalık Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ni hatmetmekle meşgulüm. Asıl amaç benim sözlük çalışması için kelime bulmak. Ama arada başka ilginç şeyler de çıkmıyor değil.
Mesela Sultan IV. Murat’ın Bağdat fethi, sene 1636.
“Bağdâda eyle hücumlar oldu kim Kızılbaşların başları yine kaygulu işe uğradı. Gördiler kim gayri çare yok, hemân burc u bârûlar üzre beyaz emân bayrakları diküp,
‘Amân elamân ey güzidei Âl-i Osmân’ deyü feryâd u nâlâni sad-hezar etdiler.”
Bağdat’ı tutan Şiiler pes edip teslim olurlar.
“Derûni kal’adan beş aded hân boğazlarına kılıçlarını asup huzur-i Murad Hân’a çıkdıklarında (…) ser ber-zemin edip Bağdâd’ın miftahlarını [anahtarlarını] teslim edüp emân ile çıkmağa üç gün mehil isterler. Murad han mehil vermeyüp, ‘Uryân u bi-silâh [çıplak ve silahsız] bu ân kal’adan çıkup bir canibe revân olun’ dedikde, ‘Ber ser-i çeşm’ [başım gözüm üstüne] deyüp bu hânlar Murâd Hân yanında rehin kalup derûn-i kal’aya asker-i islam mâl-a-mâl olunca niçe bin Kızılbaş-i evbâş Akkapu’dan piyade ve esb-süvâr [yayan ve atlı] cânib-i nehr-i Diyâle’ye firâr edüp gitmede.”
Şiilerin önderleri gelip Murat Han’a teslim olurlar. Onlar rehin olarak tutulurken İslam askeri (i.e Osmanlı) kaleye dolar. Ne görsünler? Şiiler Akkapı tarafından firar edip gitmekte!
“… derûn-i askerden bir sada zahir olur kim, ‘Tîz Kızılbaş kırılsın” derler.
Azâmet-i Hüdâ an saatde kırk bin piyade şâh tolusun içmiş [iran şarabı içmiş] tülüngi Kızılbaş ve yigirmi bin de gayri evbâş seyf-i miczem ile başları tırâş olup [keskin kılıç ile başları traş edilip] derûn-i Bağdad’da hûn-i Râfiziyân nehr-i âb-ı revân gibi cereyân etdi [zındıkların kanı akarsu gibi aktı] ve nice bin atlı guzât cânib-i nehr-i Diyâle’ye gitdi ve emân ile mukaddemce çıkan Kızılbaş’a yetdi ve bu perîşân olmuş Kızılbaş’a girişdiler ve eyle kırdılar kim az Kızılbaş, ‘Feryâd-reses yâ Ali’ deyüp nehr-i Diyâle’ye urdular.”
Şehir içinde kan oluk oluk akarken bir kısım gaziler de Diyale nehrine kendini atmış olan Şiilere yetişir. Kızılbaşlar “feryadımızı duy ya Ali” diye bağırırlar.
“Düldül-süvâr Ali de bu Havâricîn’in [Haricilerin] feryâdlarına res olmayup cümle Diyâle’de gark-ı âb oldular [boğuldular]. Yetmiş bin Kızılbaş’tan ancak altı bin mıkdârı tırkazlarda ve merhamet-i dest-i Osmanlı’da hâlâs oldu deyü kendüleri nakl ederler.
Hakkâ böyle bir kırgın dahi diyâr-ı Acem’de olmamışdır.”
Yetmiş bin Şii’den ancak altı bin kadarı Osmanlı’nın “merhametli ellerinde” canını kurtarır.
Şimdi devir değişmiş, üçyüz-beşyüz kişilik kafa kesme vakaları dünya medyasına haber oluyor.
http://nisanyan1.blogspot.ch/2014/08/eski-zaman-isidleri.html
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/144-mehmet-bedri-gueltekin/50668-mehmet-bedri-gultekin-tarihten-baris-nasil-saglanir-dersi.html
Dinsel Faşizm “Kürd Düşmanlığıyla” Hortladı!
Sömürgeci/işgalci bir devletin bireyleri ve siyasal oluşumları kendi devletlerinin işgalciliğine karşı çıkmadan; sömürge halk(lar)ın kurtuluşu için koşulsuz destekleyici/dayanışmacı olmadan ‘evrensel iyi ‘ olamazlar.
Evrensellik iddiası taşıyan sol (enternasyonalizm) ve dinci (Ümmetçilik) örgütler evrensel iyi olmadıkları sürece kendi işgalci devletlerinin hizmetçisi, sömürge halk(lar)ın da düşmanı olurlar.
Bu anlayışlarla/inançlarla işbirliği yapan sömürge halkların bireyleri/siyasal yapıları da işgalcilerin hizmetçisi ve kendi halkının düşmanı olmaktan kurtulamazlar.
Bu genel tespit ışığında, Kürdistan’ı işgal eden devletlerin politik oluşumlarına ve bu oluşumlarla “evrensellik” adı altında ilişki içinde olan Kürd bireylerine/politik çevrelerine bakıldığında durumun hiç de iç açıcı olmadığı çok rahat görülebilir.
Türkiye-İran-Irak- Suriye işgal devletlerinin sömürgeci politikalarına karşı durup Kürdlerin devletleşme hakkını savunan bazı (çok az sayıda) bireyler olsa da, hiçbir politik oluşum bu “evrensel” sorumluluğunu yerine getirmiş değildir şimdiye kadar. Buna rağmen Kürd politik çevreleri egemen ulusun politik oluşumlarıyla hem “enternasyonalizm” hem de “Ümmetçilik” iddasıyla ittifaklar kurabiliyor ve birlikte hareket edebiliyorlar.
Kurulan bu birlikteliklerin hiçbiri evrensel iyi olmanın gereği olarak Kürdlerin devletleşmesini savunmuş değildir ve sömürgeci devletlerin işgal politikalarına da karşı olmamışlardır. Bu tutum, görünürde devlet ile sorunları olsa da özünde devletçi bir politikanın hizmetçileri olduklarının somut kanıtıdır. Dahası, hem sol hem de din eksenli bu tür oluşumlar faşizm ile yoğrularak egemen devletlerin en kirli araçlarına dönüşmekten de kurtulamazlar.
IŞİD gerici çetesinin “Ümmetçilik” adı altında ırkçı/faşist yüzünü göstermiş olması; Kürdlerin ulusal varlığını/kimliğini hedef alması, evrensel iyi olmayan tüm örgütlerin sömürgeciliğe ve faşizme hizmet etmek zorunda kalacağının son örneğidir. Musul’da Kürdçenin yasaklanması “Ümmetçilikle” ilgili değildir; din adı altında ırkçılıktır/faşizmdir…
IŞİD çeteleri “din ve Allah” adına sadece Ortaçağ barbarlığını yaşatmakla kalmıyorlar, aynı zamanda modern çağın en barbar faşizmini de Kürdlere uyguluyorlar. Bu tutum evrensel iyi değil, olsa olsa evrensel kötü olabilir. Hiçbir din ve hiçbir “Tanrı” bu evrensel kötünün altından kalkamaz ve insanlığa bunun hesabını veremez. Bu barbarlığa onay veren veya sessiz kalan her inanç ve her insan çirkinliğin/barbarlığın ve dinsel faşizmin hizmetçisi olabilir ancak.
IŞİD barbarlığına karşı ilk ve en sert tepkiyi, IŞİD ile aynı dini ve aynı Tanrı’yı paylaşanlar göstermelidir. Göstermiyorlarsa dinlerini de Tanrı’larını da sömürgeciliğin ve faşizmin hizmetçisi/aracı yapmış olurlar.
Filistin halkının 60-70 yılda yaşadığın olumsuzluğun çok fazlasını Kürdler bir hafta içinde yaşadı. Üstelik yaşatanlar Filistinlilerle dayanışma içinde olanların dindaşlarıdır. Ama Filistin için “Kıyameti koparan” bazı Ümmetçi Kürdler, IŞİD’in dinsel faşizmine karşı sessiz kalıyorlar; ya da utangaçça “eleştiriyormuş” gibi görünüyorlar.
Filistin’e gösterdiği ilgiyi Kürdistan’a göstermeyen;
İsrail’e verdiği tepkiyi IŞİD’e vermeyen;
Filistinliler için istediğini Kürdler için istemeyenler ‘evrensel iyi’ olma iddiasında inandırıcı olamayacakları gibi insan olma iddialarında da inandırıcı olamazlar. İnsan bile olamayan bu kesimin Dini de, Tanrısı da insancıl olamaz. İnsan olamayanlar insancıl bir inanca da sahip olamazlar.
Müslüman Kürdler, insan olduklarını ve inançlarının da insancıl olduğunu göstermek istiyorlarsa, ilk işleri; IŞİD barbarlığına karşı net ve kararlı bir tutum almaktan ve Kürdlerin devletleşmesini savunmaktan geçiyor.
Bu insani sorumluluğu Güney’de bazı dindarlar tereddütsüz (bir imamın IŞİD mevzilerini bombalaması gibi…) yerine getrdiler. Umarız ki bu Güneyli dindarlar tüm politik dindar oluşumlara örnek olurlar…
Haber/Yorum
10.09.2014
http://www.nasname.com/a/dinsel-fasizm-kurd-dusmanligiyla-hortladi
IŞİD’den yeni yasak listesi
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) terör örgütü, yeni yasak listesini yayınladı.
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) terör örgütü, Suriye’de kontrolü sağladığı bölgelerde eğitim kurumlarında müzik, tarih, beden eğitimi ve din kültürü gibi bazı dersleri yasakladı.
Sosyal paylaşım sitelerinde yayımlanan IŞİD’e bağlı “Eğitim Kurulu’nun çıkardığı genelgede”, Suriye hükümetinin eğitim müfredatında yer alan müzik, tarih ve din kültürü derslerinin yanı sıra “uygunsuz gördüğü” bazı kavramları değiştirerek programdan çıkardığı belirtildi.
Suriye ulusal marşının her yerden kaldırılacağı ifade edilen genelgede, Suriye Arap Cumhuriyeti tabirinin “Ed-Devletu’l İslamiyye (İslam Devleti)” olarak değiştirildiği aktarıldı.
Ulusalcılık ve ırkçılık anlayışının terk edildiği ve aidiyetin sadece İslam dinine verildiği belirtilen genelgede, matematik alanında faizin meşru gösterilmesine yol açacak örneklere izin verilmeyeceği kaydedildi.
Darwin teorisiyle ilgili olan veya yaratılışı inkar eden her türlü bilimsel bilginin silineceği bildirilen genelgede, müfredattan çıkarılan dersler şöyle sıralandı:
“Sanat ve müzik eğitimi, ulusal eğitim, sosyal bilgiler, tarih, güzel sanatlar, beden eğitimi, felsefe, sosyoloji, psikoloji, din kültürü dersleri.”
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/112359/ISiD_den_yeni_yasak_listesi.html
Yeni Türkiye ve İŞİD
Seyfi Cengiz
Başbakan Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin “İŞİD karşıtı” koalisyonun sonuç bildirisine neden imza atmadığını şöyle açıklıyordu:
“Amerika’nın ne istediği ne kadar belliyse, bizim ne için imza atmadığımız da o kadar açık ve bellidir. Bunun için arife tarif gerekmez.”
Söğüt’te düzenlenen “Ertuğrulgazi’yi Anma ve Yörük Şenlikleri”ndeki konuşmasında ise, “dünyaya ve insanlığa çağrımız birlik çağrısıdır, barış çağrısıdır” dedikten hemen sonra “kıvrak manevralar” yapmakta Erdoğan’dan çok daha becerikli olduğunu şu sözleriyle sergiliyor:
“1581’de bu devlet 7 iklime hükmeden bir cihan devleti oldu. İşte biz bu çizgide, Türkiye Cumhuriyeti devletini bir cihan devleti yapana kadar, maziden aldığımız bu ilhamı….yer yüzünün her bir köşesine taşıyana kadar bıkmadan usanmadan çalışacağız.”
İşte “Yeni Türkiye” bu.
Adam haklı.
“Amerika’nın ne istediği ne kadar belliyse”, “Yeni Türkiye”nin ne istediği de “o kadar açık ve belli”dir.
Yukarıda açıkça ifade edilmiş olan emperyal(ist) amacı ve istikameti anlaşılmadan “Yeni Türkiye” anlaşılmaz.
Amacı ve istikameti anlaşılmadan “Yeni Türkiye”nin adına “Barış Süreci” dediği tuzak da, bu emperyal(ist) tuzağa “sol” adına kamuflaj hizmeti sunan HDP benzeri oluşumlar da, “Yeni Türkiye”nin “İŞİD” bağlantısı da anlaşılmaz kalır.
Özellikle İŞİD bağlantısı, hatta İŞİD’in kendisi “Yeni Türkiye”yi anlamanın anahtarıdır.
Yeni Türkiye’nin ve İŞİD’in esas ilgi alanı petrol kentleri ve enerji nakil hatlarıdır.
İŞİD karşıtı koalisyonun hedefi de İŞİD terörü ve vahşetinden çok bölgenin enerji kaynakları ve koridorlarıdır.
Bu bir yeniden paylaşım savaşıdır.
Bu gerçek atlanarak gelişmeleri doğru okumak, doğru yerde durmak mümkün değildir.
https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/yeni-t%C3%BCrkiye-ve-i%C5%9Fid/798386306879067
Şu da Seyfi’nin yazısıyla birlikte okunmalı;
ÖSO, IŞİD’e Karşı ABD İle Çalışmayacak
ÖSO kurucusu Rifad Esad, IŞİD’le mücadele için ABD ile işbirliği yapmayacaklarını söyledi
Suriye’de Esed rejimine karşı silahlı mücadele eden Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kurucusu Albay Riyad Esad, ÖSO’nun IŞİD’e karşı Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile işbirliği yapmayacağını söyledi.
Albay Esad, AA muhabirine yaptığı açıklamada, “ÖSO, ABD’nin IŞİD’e yönelik savaşında yer almayacak. ÖSO’yu yanında görmek isteyen, Esed’i düşürmeye ve devrim hedeflerini içeren plana dair güvence versin” dedi.
Gerçekte ÖSO’yu bitirmeye çalışanın ABD olduğunu ifade eden Rıfat Esad, “Suriye’nin milli birlik ve zafer ordusu ÖSO’yu kırmızı listeye alarak bitirmeye çalışan ABD, ılımlı muhalif adı altında farklı gruplara destek verdi. ABD, halkın gözünde ÖSO’yu kendisinin işbirlikçisi olarak göstermesi için basını yönlendirdi. Suriye ve devrimi üzerine kurulan tüm komplolara rağmen varlığını sürdüren ÖSO, Suriye devriminin güvencesi olmaya devam ediyor” diye konuştu.
“Devrimin başından beri sürekli olarak ‘ılımlı muhalifleri destekliyoruz’ diyen ABD’den, rejim güçlerinin ilerlemesi için muhalifleri bölmekten başka bir şey görmedik” diyen Esad, şöyle konuştu:
“ABD, tıpkı Irak’ta olduğu gibi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. ÖSO değişmedi. Halk, muhalif grup olarak ayrılanların hepsini tek tek biliyor. ABD, halkları özgürleştirmeyi değil, Mısır, Yemen, Irak ve Libya’da yaptığı gibi köleleştirmeyi istiyor. ABD, her zaman İsrail’in yanında yer alarak halkların özgürleşmesine karşı duruyor.”
“ABD, PKK’YA SİLAH VERİYOR”
ABD’yi komşu ülkelere zarar vermesi için PKK’ya silah vermekle suçlayan Rıfat Esad, “PKK’nın rejim yanlısı olduğu herkes tarafından biliniyor. Çıkarlar uğruna değişen dosyaların kurbanı Suriye halkı oluyor” ifadelerini kullandı.
Rıfat Esad, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Suriyelilerin kanı ve toprağını kendilerine mübah gören Hizbullah çeteleri, Ebu’l-Fadl-Abbas, Feyleku’l-Kudüs ve Bedr gibi örgütleri kınamayanlarla bile işbirliği yapmamızı mı istiyorlar? Bunlar, Suriye halkını kurtarmak için Suriye’ye girmediler. Ancak terör adı altında, özgürlükleri uğruna yola çıkan gençlerin kanındaki izzet ve onuru kırmak için geldiler. ÖSO, insanlık tarihindeki en yüce ve en güzel hedefleriyle yola çıkan bu gençlerden oluşuyor. Bunlar, ölüm ve savaşı değil, milli sloganlarla özgürlük istediler ve suçlu rejimin düşürülmesi için savaşıyorlar.”
Suriye’deki muhalefetin “ılımlı” ve “ılımlı olmayan” olarak sınıflandırılmasına üzüldüğünü dile getiren Esad, “Suriye halkı devrim başlatmıştır. Devrim, ‘ılımlı’ ve ‘ılımlı olmayan’ şeklinde sınıflara ayrılamaz” şeklinde konuştu.
ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD’e karşı hava saldırıları düzenleme konusunda aldığı karara saygılı olduğunu ifade eden Esad, “Acaba Obama, Suriye rejimi insanlığa karşı akıl almaz suçlar işlediğinde Suriye halkının hürriyet talebine saygı duymuş muydu?” diye sordu.
IŞİD’den önce Suriye rejiminin katliamlar yaptığını ve kimyasal silah kullandığını hatırlatan Esad, şunları kaydetti:
“Söz konusu vahşetler işlenirken niye hiç kimse harekete geçmedi? Irak’ın eski Başbakanı Nuri el-Maliki’ye bağlı çeteler herkesin gözü önünde Irak halkına karşı ‘organize biçimde devlet terörü’ uygularken ABD kılını bile kıpırdatmadı. ABD’li gazetecilerin öldürülmesi ve stratejik ortakları saydığı Şii ve Kürtler tehdit altında kalınca ‘insanlık vicdanları’ uyandı.”
Bunlar da profesyonel kasaplar:
http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/o-sirket-bilinmeden-bu-isid-anlasilmaz-602961/
http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/kiralik-ordular-603763/
Dinsel Faşizm Güney Batı Kürdistan’da da Barbarlığını Gösterdi!
Gerici/taşeron IŞİD’in Kürdistan’a saldırması, dört sömürgeci devletin örtük olarak Kürdlere karşı giriştiği bir savaştır aslında. Aralarındaki çelişkiler ne kadar keskin olursa olsun Kürdistan söz konusu olduğunda direkt ya da dolaylı olarak sömürgeciler birlikte hareket edebiliyorlar. Aynı şekilde Sünni-Şii çelişkisi de ne kadar keskin olursa olsun Kürdistan söz konusu olduğunda mezhepçilik bir yana bırakılıp ortak düşman olarak görülen Kürdlere birlikte saldırılabiliyor.
Sömürgecilerin en büyük korkusu her hangi bir parçada bir Kürd devletinin kurulmasıdır. Çünkü uluslararası meşruiyeti kazanmış bir Kürdistan’a karşı eski barbarlıklarını sürdüremeyecekleri gibi devletleşmeyen Kürdlere karşı da daha dikkatli olmak zorunda kalacaklardır.
Bu nedenle “sosyalizm” ve “Ümmetçilik” adı altında öncelikle Kürdleri ulus bilincinden arındırarak devletleşmenin önüne geçmeye çalışıyorlar. Ne yazık ki Kürdler içinde (özellikle de Kuzey Kürdistan’da) hem sol hem de din adına “Kürdlükten vazgeçen” çok ciddi bir kitle yaratılmış durumdadır. Kuzey Kürdistan’da en kalabalık ve en etkin siyasi yapılar “devletleşmeyi dünyanın ve insanlığın sonu” gibi görecek kadar mankurtlaşmış durumdadırlar.
Devletleşme yolunda somut adımlar atmaya başlayan Güney Kürdistan’ın IŞİD çetelerinin saldırılarına uğraması, Kürdlerin devletleşmesinden korkan sömürgecilerin ortak operasyonuydu. Ancak umduklarını bulamayan sömürgeciler ve taşeronları devletleşmenin önünü kesmek bir yana, bu süreci hızlandırmış oldular. Güney Kürdistan henüz devletleşmemiş olsa da, federasyon statüsü onu uluslararası ilişkilerde meşru kılıyor ve bu meşruiyetten dolayı da diplomatik girişimlerle dünyanın etkin güçlerinden yardım alabiliyor. Güney Kürdistan’ı uluslararası kurumlarda söz sahibi yapan şey, sınırlı da olsa ulusal bir statüye sahip olmasıdır. Bu meşru statü, Güney’in legal yollardan silah almasını sağladı. Gerekli askeri malzemeye sahip olduktan sonra hiçbir gücün Pêşmergeyle baş edemeyeceği son IŞİD saldırılarında çok net olarak bir kez daha görüldü.
Güney’de umduğunu bulamayan sömürgeciler bu defa da Güneybatı’ya yöneldiler ve ne yazık ki Kürdlere karşı adı konulmamış bir soykırımı hayata geçiriyorlar.
Güneybatı’da Esad ile anlaşan PKK/PYD, devletlsizliğin erdemlerinden dem vursa da ve “kanton” adı altında devletsiz de yaşanabileceğinin propagandasını yapsa da bunun olanaklı olmadığı/olamayacağı acı bir şekilde görülmüş oldu. Güneybatı’ya barbarca saldıran IŞİD çetelerinin elinde (sömürgecilerin tahsis ettiği) ağır silahlar varken, PKK/PYD bu konuda sıkıntı yaşıyor.
PKK/PYD, “Suriye’nin birliği” söylemlerinin; rejim ile ortak hareket etmelerinin ve içinde bulundukları “laik” cephein de, “Şii ittifakının da” kendilerini ortada bırakmaya ve Kürdleri kaosa sürüklemeye engel olmadığını bir kez daha gördü.
IŞİD Güney Kürdistan’a fiili olarak saldırırken, PKK bu saldırıların etkili olması için en az IŞİD kadar Kürdlere düşmanlık yaptı. Pêşmergenin “başarısızlığını” yalanlarla ve muazzam bir dezinformasyonla işleyen PKK Medyası (bilerek veya bilmeyerek) IŞİD’in propagandasını yaptı.
IŞİD çeteleri Güneybatı’da barbarca Kürdlere saldırırken bile, PKK/PYD Ulusal talepli Kürdleri (özellikle de PDK-S) etkisiz kılma derdindedir.
Kürdleri göçe (iç ya da dış) zorlayarak yerlerinden etmek sömürgecilerin değişmez politikası iken, son zamanlarda bu görevi PKK üstlenmiş durumdadır.
Bu gün başta Kobanî olmak üzere Güneybatı Kürdistan’da Kürdlerin yaşadıkları trajedinin birinci nedeni devletszlik, ikinci nedeni de PKK’nin “anti Kürd devleti” politikalarıdır.
Özgür Bireyler Topluluğu olarak yıllardır bu gün yaşanacak trajediye dikkat çekmeye çalıştık.
Hiçbir Ulusal staüsü olmayan; Kürdlük ve Kürdistan ile hiçbir ilgisi olmayan tek taraflı ve hayali “kanton” aldatmacasının da uluslararası meşruiyetten yoksun olması Güney Batı’da yaşanan trajedinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu.
Bu trajik durmda bile PKK, Kürdlerin tek ulusal kazanımı olan ve uluslararası ilişkilerde meşruiyeti yanında saygınlığı da en üst düzeyde olan Güney Kürdistan’ı Kürdlerin yasal temsilcisi olarak görmeme körlüğünü yaşıyor. Yapılması gereken şey, Güney Kürdistan yönetiminin tereddüt etmeden Güneybatı Kürdistanlıları korumak için IŞİD çetelerine müdahale etmesidir. Ancak bunun için ilk önce PKK/PYD’nin “devletleşme karşıtlığından” vazgeçmesi ve meşru Kürd birliklerinden yardım istemesidir. Ne yazık ki hâlâ PKK Kürdistan Yönetimi yerine, KDP-YNK ismini vererek “Kürd partilerinden” yardım istemektedir. Bu yaklaşım Küçük hesaplar uğruna Kürdleri felakete sürüklemekten başka bir işe yaramıyor ve sonuç alıcı da olması olanaksızdır.
Gerçekten samimiyseniz ve gerçekten Kürdlerin birliğinden yanaysanız yapılması gereken tek bir şey vardır: Kürdler devletleşme ortak amacıyla birlikte hareket edecekler ve meşru temsilcilerinin (Güney Kürdistan Yönetimi) öncülüğünde hem Güney’de hem de Güneybatı’da Kürdistan’ı birlikte savunacaklardır.
Başkan Berzani’nin ‘1200 şehit verdik, 100 bin şehit daha versek te Kürdistan’ı savunacağız’ sözleri çok anlamlıdır. Evet Kürdistan’ı savunmak için bütün Kürdler de ölse buna değer. Çünkü onurlu yaşamanın yegane yolu Kürdistan’ı savunmaktır. Bu savunmanın kalıcılığı ise Kürdistan’ın devlet olmasından geçiyor.
IŞİD’in barbarca saldırılarında hayatlarını kaybedenler de bazı yerleri terk etmek zorunda kalan savaşçılar da bizim insanlarımızdır. IŞİD’in bu barbarlığından rahatsız olmamak insanlıkla da Kürdlükle de bağdaştırılamaz. PKK Medyası’nın yaptığı gibi “PKK/PYD kaçtı” basitliğine düşmemelidir kimse. Savaşanlar kuşkusuz ki cesur insanlardır ve Kürdlerin özgürlüğü için ölüme gidiyorlardır. Ama yönetenler için aynı şeyleri söylemek olanaklı değildir.
Birçok devlet tarafından desteklenen IŞİD çetelerine karşı YPG’nin yetersiz kalması korkaklık veya başka olumsuz bir şey değildir. Başarı için, teknolojinin geldiği aşamada sadece cesaretli olmayı değil, aynı zamanda silah açısından da donanımlı olmayı şart koşuyor. YPG’nin yetersizliğinin nedeni devletsizlik ve devletleşme amacından yoksunluktur…
Başta PKK saflarında savaşan yurtsever insanlar olmak üzere, Kürdlükten ve Kürdistanilikten yana olan herkes devletleşme şiarıyla birlikte Kürdistan’ı savunmalıdır. Ve “terörist” damgasından kurtulup Pêşmerge saflarında yer alarak sömürgecilere karşı devletleşme ortak paydasında savaşmalıdır.
Ne idüğü belirsiz “kantonlar” için Kürd gençlerini barbarlara yem edenlerin “birlik” ve “yardım” çağrıları samimi değildir. Kürdler sadece ve sadece Kürdistan için savaşmalıdır; Kürdistan için savaşmak ise devletleşmeyi amaç olarak belirlemeyi gerektiriyor.
IŞİD çetelerinin ve arkasındaki sömürgeci çete devletlerinin Güneybatı Kürdistan’da giriştiği barbarlığı lanetlerken, bu trajediden örgüt/parti propagandası devşirmeye çalışanları da şiddetle kınıyoruz.
Kürdler ya devletleşecek ya da mevcut devletlerden birilerinin askerliğini yapacaktır. Bu nedenle devletleşme amacı olmayan hiçbir savaş Kürdlerin savaşı değildir. Bu gerçeklik dikkate alındığında hayali “birlik” ve “yardımlaşma” çağrılarının anlamsızlığı yanında barındırdığı politik oyunları da kendiliğinden ortaya koyuyor. Hiçbir halkın devletsiz (hele hele Ortadoğu gibi Ortaçağ’ın yaşandığı bir bölgede) özgürleşemeyeceği gerçeği, herkesi devletleşmeyi savunmaya sevk etmeyi gerektiriyor.
Kürdlerin birliği, devletleşme karşıtı olanların devletleşmeyi ortak amaç olarak belirlemesinden geçiyor. Bu nedenle baskı yapılacak ve birliğe zorlanacak olan kesim “devletleşmek ilkelliktir” diyen kesimdir; PKK’dir. PKK mevcut “anti Kürd devleti” politikalarını terk edip devletleşmeyi savunduğunda Kürdlerin birliği kendliğinden oluşur zaten. Mevcut konumuyla PKK ile yapılacak her birlik Kürdlerin devletleşme amacından biraz daha uzaklaşması demektir. Gerçekler acıdır ve birileri bu acı gerçekleri dillendirmelidir. Ne yazık ki genellikle bu “kötü” görev bizlere düşüyor.
Ne olursa olsun Tarih, IŞİD ve benzer taşeron yapılara ve sömürgecilerin direkt-dolaylı kirli ittifaklarına rağmen Kürdistan devletine mutlaka tanıklık edecektir; bedeli ne kadar ağır olsa da.
Haber/Yorum
19.04.2014
http://www.nasname.com/a/dinsel-fasizm-guney-bati-kurdistanda-da-barbarligini-gosterdi
IŞİD Vahşeti Ve PKK Oyunu
Güneybatı Kürdistan’da uzun süredir IŞİD ve benzeri çeteler ile PKK/YPG arasında çatışmalar yaşanıyordu. Ama ilk kez IŞİD ağır silahlarla ve organize bir şekilde Güneybatı Kürdistan’a saldırdı. “Özgürleştirilmiş” Kantonlarda tek silahlı güç olan ve Kürdistani hiçbir gücün varlık kazanmasına izin vermeyen YPG IŞİD saldırıları karşısında yetersiz kalınca bütün Kürdleri savaşmaya/dayanışmaya çağırdı.
Kuşkusuz ki Kürdistan’ın her hangi bir parçasında Kürdler/Kürdistanlılar saldırıya uğradığında partiler üstü bir anlayışla herkes bu saldırılara karşı savaşmalıdır. Güney Kürdistan’a yönelik IŞİD saldırıları başladığında Kürdistan’ın farklı parçalarından Kürdler tereddüt etmeden cepheye koştular. Bireysel kararlarıyla cepheye gidenler olduğu gibi örgütsel kararla Güney’e gidip savaşan yurtseverler oldu. Bu konuda saygın bir davranış gösteren ise Doğu Kürdistanlı Pêşmergeler oldu. Silahlarıyla birlikte Güney’e geçen ve mütevazi bir şekilde kendi kimlikleriyle savaşa katılıp Kürdistan’ı savunan Doğu Kürdistanlı Pêşmergeler dayanışmanın en güzel örneğini sergilediler.
PKK ise Güney ile dayanışma yerine adeta IŞİD’in medyadaki ayağı oldu ve Pêşmergeyi itibarsızlaştırmak için olağanüstü bir dezenformasyona baş vurdu. Yalan haberlerle kendilerine olumlu bir pay çıkarmaya çalışan PKK/YPG, Pêşmergeyle dayanışmak yerine Güney’de provokatif girişimlerde bulunarak (Laleş’e gidip halkı Kürdistan yönetimine karşı kışkırtmaya çalışması gibi) Kürdistan savunmasını sekteye uğratmaya çalıştı. PKK, halk arasında panik yaratarak yerlerini terk etmeleri için uğraştı ve binlerce Êzidi Kürdün Güney Kürdistan yerine T.C denetimindeki Kuzey Kürdistan’a kaçmasını sağladı. Kuzey Kürdistan’a getirdiği Kürdleri bir propaganda malzemesi olarak kullanan PKK, elinde rehin olarak tuttuğu Êzidi Kürdlerini Güney Kürdistan yönetimi aleyhine konuşmaya zorladı. Bu kirli politikanın Kürdlükle/Kürdistanilikle hiçbir ilgisi yoktur/olamaz da.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen IŞİD Güneybatı Kürdistan’a (özellikle de Kobanî’ye) saldırınca bütün Kürdler rahatsız oldu ve “ne yapabiliriz” arayışına girdi. Başkan Berzanî’nin uluslararası camiaya seslenerek Güneybatı Kürdistan’a sahip çıkılmasını istemesi çok anlamlıydı. Daha da anlamlı olan ise Başkan Berzanî’nin tüm örgütleri/partileri göreve çağırarak IŞİD terörüne karşı birlikte hareket etmelerini istemesiydi.
Yıllardır El Muhabarat ile birlikte Güneybatı Kürdistan’ı ulusal talepli Kürdlere cehenneme çeviren PKK/PYD, Güney’de özel eğitim alan Güneybatı Kürdistanlı Pêşmergelerin evlerine/köylerine/şehirlerine ve ülkelerine geri dönmelerine izin vermiyordu. Hatırlanacağı gibi PKK/PYD, Güneybatı Kürdistanlı Pêşmergelerin Güneybatı Kürdistan’a geçmesini “savaş nedeni” olarak açıklamıştı. “Kardeş kavgasına izin vermem” anlayışından hareket eden Başkan Berzanî, Güneybatı Kürdistanlı Pêşmergeleri Güney’de tutmaya devam ediyordu.
Son IŞİD saldırılarından sonra PKK/PYD’den gelen “dayanışma ve yardım” çağrısına ilk olumlu tepki Güneybatı Kürdistanlı Pêşmergelerden geldi. 4.000 eğitimli Pêşmerge doğup büyüdükleri Güneybatı Kürdistan’ı IŞİD gericilerine karşı savunmak için hemen harekete geçtiler. Güney-Güneybatı yapay sınırına giden Pêşmergeler PKK/PYD engeliyle karşılaştılar. PKK/PYD, ‘üniformalarınızı çıkartmanız, Kürdistan bayrağını sökmeniz ve YPG amblemini taşıyarak YPG komutasına girerek savaşmanız’ koşuluyla Güneybatı Kürdistan’a girebilirsiniz dayatmasında bulundular. Kısacası PKK, Pêşmergelere “Kürdlüğünüzden arının” dayatmasında bulundu. Kürdistan’ı savunmak için savaşmaya giden insanlardan “Kürdlüğünüzden arının” demenin ne Kürdlükle ne de Kürdistan’ı savunmakla hiçbir ilgisi olamaz.
PKK/PYD, Pêşmergeye “Kürdlüğünüzden arının” dayatmasında bulunduğu sırada Esad askerlerini ve Lübnan Hizbullah’ını Qamişlo’da sevinçle ağırlıyordu. Bu tutumuyla PKK, Kürdlerin değil, sömürgecilerin müttefiki olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Güneybatı Kürdistan’da yaşananları doğru okumak için PKK’nin misyonunu ve amacını bilmek gerekiyor. Hiçbir saldırı olmadığı zamanlarda da on binlerce Kürdü Güneybatı Kürdistan’dan süren PKK/PYD, Güneybatı Kürdistan’da Kürdleri azınlık durumuna düşürerek ulusal talepleri anlamsızlaştırmak istiyordu. Kobanî merkezli göçlerde de PKK/PYD’nin rolü IŞİD saldırılarından çok daha etkindi. Halk arasında (Güney’de, özellikle de Şengal’de yaptığı gibi) panik yaratarak onları göçe teşvik eden PKK, sömürgeci devletlerin politikalarının hayata geçiriyor. Bir yandan Kürdleri azınlık durumuna düşürerek Esad Rejimi’ne verdiği sözü tutmaya çalışan PKK diğer yandan da TC’nin “Tampon Bölge” oluşturma hevesinin zeminini oluşturmaya çalışıyor. Zaten T.C İç İşleri Bakanı’nın “uluslararası camia onay verirse Tampon Bölge kurarız” açıklaması başlı başına yaşanan göçün nedenlerini açıklamaya yetiyordu. Kuşkusuz ki T.C Bakanı’nın açıklaması PKK’den bağımsız değildi. Selahattin Demirtaş’ın “Rojava savunması için Kürd-Türk gençleri savaşmalıdır” açıklaması ve Hasip Kaplan’ın “Kobanî düşerse Türkiye düşer” açıklaması Beşir Atalay’ın “Tampon Bölge” amacının bir anlaşmanın ürünü olduğunu gösteriyordu.
Güneybatı Kürdistanlı Pêşmergeleri Güneybatı Kürdistan’a sokmayan ama Esad askerleri ile Lübnan Hizbullah örgütünü Qamişlo’da ağırlayan PKK’nin savaşı Kürdlerin savaşı değildir/olamaz da.
Aynı şekilde;
Demirtaş’ın “Kürd-Türk gençlerini birlikte savaşmaya çağırması” da PKK savaşının Kürdlükle uzak-yakın bir ilişkisi olmadığının göstergesidir. Sömürge bir halk ile sömürgeciler omuz omuza savaşıyorsa bu sömürgeci devletin askerliğini yapmak demektir.
Bu gerçeklik orta yerde dururken, Güneybatı Kürdistan’da IŞİD gerici çetelerine karşı Kürdleri dayanışmaya çağırmak sahtekârlıktır! Dahası tüm Kürdleri PKK vasıtasıyla sömürgecilerin hizmetçisi yapma projesidir/çağrısıdır.
Hem Kürdlerden yardım/dayanışma isteyen hem de kendi politikalarının esiri olmayan ve Kürdistani düşünen Kürd savaşçıları Güneybatı Kürdistan’a sokmayan; Kürdler yerine, Esad-T.C ve Hizbullah (ki Hizbullah demek İran demektir) ile ortak savunma amaçlı savaşa girmek PKK’nin kirli misyonunun bir gereğidir.
Özgür Bireyler Topluluğu olarak, bu gün yaşananları yıllardır dillendirdik ve Kürd politik çevrelerini uyardık. Güneybatı Kürdistan’ı kaosa sürükleyen PKK/PYD, ulusal dinamikleri yok ederek Güneybatı Kürdistan’ı sömürgecilere peşkeş çekmeye çalışıyor:
a- Esad Yönetimi kalıcı olursa “Demokratik Suriye” adı altında Güneybatı Kürdistan eski haline dönecek;
b- Esad düşerse veya zayıflarsa Misak-ı Milli çerçevesinde Güneybatı Kürdistan TC’ye satılacak;
c- Tampon Bölge oluşturularak Kuzey-Güney-Batı Kürdistan sömürgeci askerler tarafından fiilen bölünecek ve yapay sınırlar kalıcılaştırılarak birleşik Kürdistan umuduna son verilecektir…
Yıllardır PKK gerçekliğini ve misyonunu dikkate almadan “birlik” çağrıları yapan Kürd politik çevreleri ne yazık ki yine sahneye çıkıp kime/neye hizmet ettiğine bakmaksızın soyut “birlik” çağrıları yapmaya başladılar.
Ulusal talebi olmayan ve sömürgeci devletlerin taşeronluğunu yapan PKK ile yapılacak birlik Kürdlerin birliği değil, sömürgeci devletlerin “birliğine ve bütünlüğüne”; yani mevcut işgal politikalarına hizmet eder sadece…
Her zaman olduğu gibi Kürdleri çaresiz bırakan PKK, ‘ya kirli politikalarıma ortak olursunuz, ya da Kürdlerin yaşadığı acılara/trajedilere seyirci kalırsınız’ ikilemini yaşatıyor yine.
Bir yandan Kürdlere saldıran IŞİD barbarlarına karşı savaşma isteği, diğer yandan PKK’nin kirli politikalarına/ihanetine ortak olmama hassasiyeti arasında sıkışan Kürdlerin durumu gerçekten çok zordur.
Bu zorluğu aşmanın tek yolu;
PKK saflarında yer alan yurtseverler başta olmak üzere tüm politik çevrelerin devletleşme ortak paydasını herkese dayatmaları; bu ortak paydada buluşmayanları dışlayarak teşhir etmeleridir. Ulusal öz taşımayan ve devletleşmeyi amaçlamayan hiçbir birlik Kürdlerin birliği değildir/olamaz da.
Bu gerçeklikten hareketle;
Soyut birlik çağrıları yapmak yerine ‘ne için birlik ve hangi güçlerle birlik’ sorularına açıkça cevap veren birlik çağrıları yapılmalıdır ve bu çağrıya uymayanlar da teşhir edilerek mahkûm edilmelidir. Ancak böyle bir tutumdan sonra Kürdlerin gerçek birliğinden söz edilebilir…
Haber/Yorum
21.09.2014
http://www.nasname.com/a/iid-vaheti-ve-pkk-oyunu
Öcü gibi korkuyorlar, Ufuk Uras yoldaşımdan
Öcü gibi korkuyorlar, Ufuk Uras yoldaşımdan
Gün geçtikçe ürküyorlar, gün geçtikçe ürküyorlar
Ufuk Uras yoldaşımdan.
Kim saldırdı hele bakın, adi el-Bağdadi takım
Kim saldırdı hele bakın, adi el-Bağdadi takım
Çürüyorlar takım takım, kaçıyorlar takım takım
Ufuk Uras yoldaşımdan.
IŞİD’çi mevki düşkünü, sivile kin güdüşünü,
IŞİD’çi mevki düşkünü, sivile kin güdüşünü,
Korka korka ürküşünü, korka korka ürküşünü
Ufuk Uras yoldaşımdan.
Yıldo zulme korku saldı, beynimizde bir inch kaldı
Yıldo zulme korku saldı, beynimizde bir inch kaldı
Savaşarak ilham aldı, savaşarak ilham aldı
Ufuk Uras yoldaşımdan.
YSGP savaşacak, tüm sapmalar yıkılacak
YSGP savaşacak, tüm sapmalar yıkılacak
Roni de örnek alacak, Roni de örnek alacak
Ufuk Uras yoldaşımdan.
Şarkıya eklemeyi unuttuk:
Başta Türkiye liberalleri olmak üzere tüm dünya liberalleri, yoldaş Ufuk Uras’ın şahsında liberalizme yönelen Ulusolcu-Stalinist kırması, Jakoben alaşımı yeni-Ergenekoncu cepheyi yerle bir edecektir. Yaşasın Rand, Popper, Soros, Friedman ve Ufuk Uras yoldaşların ışıklı yolu 😀
(çıkarıldı. admin) Hedepe Akp karşıtlığı adına Stalinist ve Kemalist muhalefetin savunuculuğunu yapıyor. Kemalist arıyorsan o kadar uzağa gitmene gerek yok. Anıtkabir’deki RTE ve Kemal’e referansla Diyanet’i savunan Arınç sana uygun.
Haklısın kaarşim, AK parti son zamanlarda çok kemalistleşti 🙁
Kobane’yi kuşatanlar da kısık sesle “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi sloganlar atıyorlar asdfghjkl
Kobane’ye selam, sürece devam.
Siz bir de Selo ile Sırrı’yı görecektiniz. Kobane’ye gidip alkışlarla ve esprilerle IŞİD’i yıkacağız diyorlardı, zor tuttuk.
IŞİD, MIŞİD bunlar hep modernitenin İslam yorumundan kaynaklanıyor. İslam iyi ama çevresi kötü.
O değil de, biz bi ara Demokratik-İslam konferansı yapmıştık. Demokratik İslam… Oksimorondu, gerçek oldu 😀
Laiklik, yurttaşlık ve antiemperyalizm gibi arkaik kavramlarda ısrar eden ulusolcular, emekçilerin %99,99’unu oluşturan mütedeyyinlerin kafa kesme özgürlüğünden ne anlar ki zaten?!
Sen herkese liberal-Akp’li dersen, birileri de herkese Ulusalcı-Stalinist-Kemalist der. Öyle başa böyle tarak.
Peki sen neyi savunuyorsun? Senin alternatifin ne? Aptalca ironiler dışında bir fikir üretebildin mi?
Anonim arkadaşım,
Bizim öyle bir alternatifimiz var ki, Play-Doh firması bile daha iyisini üretemez. Solcular sorduğu zaman “komünalizm” deriz, islamcılar sorunca “Medine modeli”, liberaller sorunca “AB yerel yönetim modeli”, generaller sorunca “güncellenmiş Misak-ı Milli” deriz. Bunlar hep demokratik-özerklik…
IŞİD Canilerinin Bombalanması Devletçi Soytarıları Rahatsız Ediyor!
Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük gibi Kürd düşmanlarının şekillendirdiği PKK ideolojisi öyle tipler yarattı ki, Saddam ve Esad gibi soykırımcı katilleri hiç aratmıyorlar….
Amerika uçaklarının IŞİD katillerini bombalaması (neden ve amaç ne olursa olsun) Batı Kürdistanlılara az da olsa bir nefes aldırmıştır. Bu saldırılara karşı çıkmak için açıkça Kürd düşmanı olmayı gerektiriyor. Amerika ve müttefiklerinin IŞİD gibi barbar çetelere yönelik saldırılarından rahatsız olanlar açıkça “Kürdler amaçsız bir şekilde ölmeye devam etsin” diyorlar. IŞİD gibi barbarları bile savunacak duruma gelen Kemalist/faşist zihniyet, “Kim Kürdleri katlederse iyidir” temel anlayışından hareket ediyorlar.
Dikkat edilirse Amerika’nın IŞİD katillerini bombalaması Kemalistleri ve Türk-İslamcıları aynı oranda rahatsız ediyor. Aynı kesimler Saddam için de “dayanışma” gösterilerinde bulunmuştu ve tek ortak noktaları da “Kürdleri öldürenler dostumuzdur” faşist anlayışıdır…
Yıllardır Kürd gençlerini poh pohlayarak ölüme gönderen ve bu ölümler üzerinden hem bireysel saltanat süren hem de işgalci devletlerinin politikalarına hizmet eden Kemalist/faşist ideologlar, Kürdlerin özgürlüğü için hayatlarını veren Kürd gençlerini birer Kürd/Kürdistan düşmanı olarak yetiştiriyorlar…
PKK tabanının/gerillanın yurtseverliği ve fedakarlığı hangi boyutta olursa olsun, onları yöneten anlayış Kemalist/faşist olduğu sürece sadece ve sadece devlete hizmet etmiş oluyorlar. Son otuz yıllık savaşa ve Kürdistan’daki tahribatlara bakıldığında bu gerçeklik çok net olarak görülebiliyor.
Kurumsal olarak Kemalist ideolojiyle biçimlenmiş olan PKK hareketini yönetenlere ve ideolojik şekillenmeyi sağlayanlara (özellikle de basında yazar-çizer olarak boy gösterenler) bakıldığında bu kurumun Kürd/Kürdistani olamayacağı çok net olarak görülebilir.
Basın alanında, özellikle de etkili yerlerde devletin karanlık delhizlerinde yetişmiş Kemalistlerin görev alıyor olması ve açıkça Kürdlere düşmanlıklarını kusmaları tesadüfü değildir.
Bu Kürd düşmanlarından biri de Baki Gül adlı soytarıdır. Daha önce Melle Mistefa Berzanî için “İngiliz ajanı” diyecek kadar çirkinleşen bu soytarı, Amerika’nın IŞİD katillerini bombalamasından rahatsız olmuş. Bu rahatsızlığını da, Amerika saldırılarına sevinenleri “işbirlikçi” olarak suçlayarak dışa vurmuş. Bilndiği gibi yakın zamanda bu soytarılardan biri de Pêşmerge için “kafa kesen” yakıştırması yapacak kadar alçalmıştı.
Kobanî’de Kürdler katlediliyor. Kürdler katledilen akrabaları ve çatışarak hayatını kaybeden çocuklarını düşünüyorlar doğal olarak. IŞİD katillerinin darbe yemesi daha az Kürdün ölümü demektir. Bu darbeyi kimin vurduğuna bakılmaksızın “ben insanım” diyen herkes sevinir. Genl olarak Kürdler özel olarak da PKK tabanı IŞİD mevzilerinin bombalanmasından memnundur. Ama PKK’nin ideologları/yazarları bu doğal sevinci yaşayan Kürdleri “iş birlikçi” olarak suçluyorlar.
Kürd politik çevreleri, Baki Gül veya Nazan Üstündağ gibi görevli elemanların benzer çirkinliklerine tepki gösteriyorlar ama aynı anda bu çirkin ideolojiyle de “birlik” yapılmasını isteyerek söz konusu tepkilerinin formaliteden ibaret olduğunu kanıtlıyorlar.
Sorun Baki Gül, Nazan Üstündağ veya Aysel Tuğluk değildir! Sorun, bu soytarıların da içinde söz sahibi olabildiği Kemalist kurum olarak PKK’nin kendisidir.
PKK’nin kuurmsal kimliğine karşı tavır alınmadığı sürece Kemalistler “Kürdlük adı altında” Kürd gençlerini amaçsız ölüme göndermeye ve bu ölümlerden saltanat elde etmeye devam edeceklerdir.
Savaşan Kürdlerdir;
Katledilenler Kürdlerdir;
Göç edenler Kürdlerdir;
Tahrip edilen Kürdistan’dır…
Öyleyse bu savaş Kürdlerin savaşıdır ve Kürdler söz sahibi olmalıdırlar. Kürdlük adına söz sahibi olmak ise koşulsuz devletleşmeyi savunmaktır. PKK içinde yer alan yurtseverlere herkesten daha çok iş düşüyor bu konuda. Kemalist kurumun savaşçısı olmaktansa Kürdistan’ın savaşçısı olma yolunu seçsinler ve sadece Kürdistan’ın bağımsızlığı için savaşsınlar.
Aksi takdirde “kanton” veya “demokratik özerklik” gibi safsatalar uğruna boşu boşuna hayatlarını kaybedecekleri gibi sömürgeci politikalara da kan vermiş olacaklar…
Baki Gül ve benzeri Kürd düşmanı soytarılar, bu cesareti “devlet istemek ilkelliktir” diyen PKK anlayışından alıyorlar. “Kanton” ve “demokratik özerklik” adı altında Kürdlerin devletleşme hakkını (ulusal haklarını) sömürgecilere peşkeş çeken herkes Baki Gül kadar Kürd/Kürdistan düşmanıdır…
Herkesin “birlik” dediği bu günler tarihi günlerdir. Birlik, Kemalistlerin ideolojisine hizmet etmekle değil, Kürdlerin devletleşme hakkını savunmakla Ulusal bir içerik kazanabilir ve gerçekten de Kürdlerin birliği olur…
Haber/Yorum
23.09.2014
http://www.nasname.com/a/isid-canilerinin-bombalanmasi-devletci-soytarilari-rahatsiz-ediyor
Kobane ve çevresinde Starbucks şubesi olmadığını fark eden bazı yoldaşlarımız, an itibariyle Beyoğlu’na nasıl döneceklerini tartışıyorlar.
Al işte Gün Zileli. Yazılarınla yarattığın tipolojiyi Hedepe isimli yorumcuda gör. Birleşik Muhalefet Hareketinde karşılaşacağın insanlar bunlar. İşin epey zor onların arasında.
Musul’daki 49 rehinenin serbest bırakılmasını da bizim Ufuk* sağladı. “Rehineleri bırakmazsanız, bizim örgütü Rakka’nın önüne yığarım”, diye tehdit etmiş 😀
*Hani şu Gezi’yi örgütleyen Ufuk var ya, işte o.
IŞİD’e iki bin (sayıyla 2000) TIR dolusu silah yollanmasında, 90 yıllık cehape zihniyetinin hiç mi suçu yok?
Nasname kafası da iyiymiş ha. IŞİD saldırısından bir gün önce Ezidilerin elindeki silahları toplayıp Şengal dağını IŞİD’in insafına terk eden peşmergeler de talimatı Perinçek’ten almışlardı zaten.
Hakan Fidan’ın dışişleri bakanı olmasını isteyen Sırrı’ya geçenlerde dedim ki, AK parti eğer Rojava’da tampon bölge oluşturmak için bahane bulamazsa sınırın öbür tarafından buraya bir-iki roket de sen sallarsın 😀
Ortadoğu düğümleri
Murat BELGE
Taraf GAZETESİ
Başladığı zaman birçoğumuz sevinmiş, bazılarımız da adını “Arap Baharı” koymuştu. Tarih bir kere daha bize “Acele etmeyin,” demiş oldu. Toplumun zamanı tek tek insan bireylerinin zamanına benzemiyor. Her şey çok daha fazla vakit alıyor toplum çerçevesinde. O dalga geldi, ama çekildi. Şimdi bu kaotik durumla karşı karşıyayız. Dalganın tepkisi. Ortadoğu’nun altı üstüne geldi.
Altı alta, üstü üstteyken de “mutlu” ya da “sakin” ya da “güvenilir” bir yer değildi. Onun için bazı taşların yerinden oynamış olması belki uzun vadede daha iyi. Çünkü hiç değilse bir değişime yol açıyor. Ayrıca, birtakım sıkıntılar çekilmeden insanlar feraha varamıyor.
Bu yeni karışık ortamda Türkiye ne yapacak?
Şimdiye kadar olanlar herhalde şimdiden sonra olacaklar hakkında fikir verir. Böyleyse eğer, çekeceğimiz var demektir, çünkü şimdiye kadarki performansın başarılı olduğunu söylemek mümkün değil.
Böyle derken, hükümetin Esad’a karşı tavır almış olmasını ya da Mısır’daki darbeyi alkışlayarak bağrına basmamasını eleştirmek istemiyorum. Darbe desteklenemez; Esad da desteklenemez. Ama devletler arası siyasette alınacak tavırların dereceleri, dozları önemlidir. O zamanın Başbakanı diplomatları “monşer” diyerek aşağılamaktan özel bir zevk duyuyordu. Ama Erdoğan’ın pek haberdar olmadığı diplomatik dili, “tact” denen şeyi onlar çok daha iyi bilirler.
“Darbeye karşı çıkmak”ta bence bir sakınca yok, ama Mursi’ye sahip çıkmak biçimi başka bir keyfiyet. Mursi iktidar olduğunu düşündüğü o kısa süre içinde olmayacak işler yaptı. Evet, “bundan ötürü darbeyi hak etti” denilemez; ama yanlışını da görmek ve –ilân emek gerekli değil– bir yere kaydetmek gerek. Ama Tayyip Erdoğan Mursi’nin bir yaptığından on tane yapmayan istekli olduğu için ve ayrıca Müslüman Kardeşler olgusuna diplomatik değil, ideolojik baktığı için, böyle bir mesafe alamadı. Suriye için de benzer bir durum var: Esad gözü kara bir diktatör, ama bizim desteklediğimiz “muhalefet” ne?
Suriye’deki durum Esad’ı götürmeyip IŞİD’i de getirdiği için çok daha vahim sonuçlar doğurdu. Nereye varacağı da belirsiz. Türkiye’nin, hükümetin, iktidarın IŞİD karşısında ne gibi tavır aldığı da bir ayrı muamma.
Burada önemli gördüğüm bir şey de bizim aldığımız tavırların Amerika ve Avrupa ile ne kadar uyumlu olduğu sorunu. Pek bir uyum olmadığı ve iktidarın da bir uyum sağlama derdi bulunmadığı izlenimini ediniyorum. Sözkonusu ülkelerin de aynı izlenimi edindikleri kanısındayım. Sonuçta Batı da ne yapacağını bilemez bir durumda. George Bush’un Irak seferinden sonra Obama’nın ileri derecede bağlanmaktan ödü koptuğu da belli. Ama bunlar Türkiye’nin Batı’dan kopuk –kendi kafasına göre– birtakım siyasî serüvenlere girmesini haklı gösterecek gerekçeler değil.
Çok kişi (ve gönüllerinde çok farklı şeyler yatan çok kişi) sürmekte olan bu kargaşanın sonuçlarının Kürt halkını herkesten fazla etkileyeceğini tahmin ediyor. Gene aynı kişiler, bu değişimin Kürtler açısından olumlu olacağı görüşünde. Ben de böyle düşünenler arasındayım.
Ortadoğu’da olacaklar ve olabilecekler çerçevesinde AKP’nin planı, öngörüsü nedir? “Nedir” diye sormadan önce “Var mıdır” diye sormak daha doğru. Yani, “Sünnicilik” ya da “Osmanlıcılık” gibi, varolan ideolojik yapılanmanın ürünü hevesler dışında, “politika” denebilecek bir politika var mı? Olduğunu sanmıyorum.
Şimdiye kadar gözlemlediklerimiz, böyle bir birikim olduğu izlenimini vermiyor.
Bu Hedepe’nin bizim Akp masasından farkı yok. Aynı kafa. Ben olsam engellerdim. Burayı sadece çöp dolduruyor.
Müslim’den “Çaresizlik” İtirafı!
Avrupa Parlamentosunda basın toplantısı düzenleyen Salih Müslim, İŞİD çetelerinin Kobanî’ye bir kilometre yaklaştıklarını ve bir katliamın yaşanabileceğini belirtti.
Müslim, IŞİD’in elinde bulunan ağır silahların kendilerinde olmadığını ve bu nedenle gerekeni yapamadıklarını belirtirken, Amerika’nın IŞİD mevzilerini bombalama noktasında geç veyetersiz kaldığını belirtti.
PYD’nin ne hibe olarak ne de para ile gerekli silahları alamadığından yakınan Müslim, ‘IŞİD’e karşı oluşturulan Amerika öncülüğündeki güce dahil olmak istediklerini ama tanınmadıkları için bu talebin kabul edilmediğini söyledi.
PKK’nin yıllardır Kürdlere dayattığı amaçsız bir savaşın varacağı çaresizliği en iyi anlatan Salih Müslim’in itirafları oldu.
Şimdi sorma zamanıdır!
Kürdlerin uluslar arası tek kurumu olan Güney Kürdistan Yönetimine düşmandan çok siz (PKK/PYD) saldırmadınız mı?
IŞİD Güney’e saldırdığında “kına yakıp oynamadınız mı?
Güney, uluslar arası meşruiyetten kaynaklı olarak tüm dünyadan gerekli silahları temin etmedi mi? Gerekli silahlar alındıktan sonra IŞİD çeteleri ağır darbeler yemeye başlamadılar mı?
Federasyon olan Güney Kürdistan fiili devlet gibi itibar görmedi mi?
Devlet olmadığında, “kanton” gibi uydurma sttaülerle bazı ağır silahları meşru yollardan alamayacağınızı bilmiyor musunuz?
Ortadoğu gibi bir cehennemde devletsiz yaşanmayacağını anlamayacak kadar aptal mısınız, yoksa Kürdleri devletsiz bırakarak katledilmelerini isteyen efendilerinizin gözüne girmek için mi bu hayali “gerçek” diye halka yutturdunuz?
İlan ettiğiniz “kanton” un bir aldatmaca olduğunu ve hiçbir hukuki geçerliliğinin olmadığını söylediğimizde “ROJAVA’yı özgürleştirdik, tüm Ortadoğu’yu da özgürleştireceğiz. Devlet istemek ilkelliktir” demediniz mi?
Hewlêr anlaşmasını “çöpe atıp” El muhabarat emrinde tek parti olmaya karar vermediniz mi?
Ulusal talepli Kürdleri “ya sev ya terk et” faşist anlayışıyla sürgüne gönderen siz değil misiniz?
Başkan Berzanî’nin ‘ekonomik-siyasal ve askeri açıdan koşulsuz ve şartsız destek/dayanışma’ mesajına rağmen; Pêşmergenin Batı Kürdistan’a girmesini “savaş nedeni” olarak göreceğinizi söylemediniz mi?
Başkan Berzanî’nin koşulsuz destek sözünü Abdullah Öcalan ‘amacı Rojava’yı kurtarmak değil, Rojava’yı PYD’den kurtarmaktır’ diyecek kadar alçalmadı mı?
Yıllardır sömürgeci devletleri unutturarak “anti emperyalizm” yalanlarıyla halkı ulusal sorundan uzaklaştırdıktan sonra, bu gün Amerika’ya yalvararak “koalisyona dahil olmak istiyoruz” sözünüzün ciddiye alınmayacağını kestiremediniz mi?
Kürdleri otuz yıldan fazladır felaketlere sürüklerken, amaçsız ve hedefsiz olarak Kürd gençlerini ölüme göndermediniz mi?
Kürdler Kobanî’de katliamla yüz yüze kalmışken bile hala ulusal amaçları dışlayan siz değil misiniz?
Bunca felakete rağmen, ‘Batı Kürdistan’ı Esad’a mı, yoksa TC’ye mi pazarlasak’ arayışında değil misiniz?
Müttefik olmak için yalvardığınız ülkelerin “terör” listesinde olduğunuzu unuttunuz mu?
Kürdlerin meşru haklarını kullanarak “meşruiyet” kazanmaya çalışırken, sömürgecilerin taşeronluğunu yaptığınızın bilinmediğini mi sanıyorsunuz?
Saddam-Esad-İran-TC’ye yaptığınız hizmetlerin sizi kurtarmaya yetmeyeceğini bilmiyor musunuz?
Kürdleşmek yerine, neden hala yeni “efendi” arayışındasınız?
Her zamanki gibi Kürdleri bir felakete sürüklediniz.
Siyasi olarak “ektiğinizi biçiyorsunuz; tükeniyorsunuz. Ama ne yazık ki ektiğiniz ihanet tohumlarının bedelini Kürd halkı ödüyor/ödemeye devam ediyor.
Zerre kadar insanlığınız kalmışsa, Kürdlere daha fazla felaket yaşatmamak için politik sahadan çekilerek saçma sapan “kanton” ve “demokratik özerklik” safsatalarını bir kenara atın; Kürdlerin ulus olmaktan kaynaklanan hakları için Kürdistani saflara katılın; Uluslar arası meşruiyete sahip tek Kürdistan kurumu olan Güney Kürdistan yönetimini temsilciniz olarak görün ve ulusal kurtuluş mücadelesi saflarında yer alın. Böylece hem taşeron olmaktan kurtulursunuz hem de onurlu bir amaç için onurlu bir mücadelede yerinizi almış olursunuz. Başka seçeneğiniz de yoktur.
Bir halka bu kadar felaket yaşatıp sonra da “ne yapalım olmadı” diyemezsiniz!
Haber/Yorum
24.09.2014
http://www.nasname.com/a/muslimden-caresizlik-itirafi
AKP masası da engellenmemişti. Burası mutlak özgürlük zonudur.
Hedepe ile Akp-masasını aynı kefeye koyan arkadaş ironiden anlamıyor galiba!
Hedepe Akp masasının ulusalcı versiyonu.
Hedepe denen kişi ironi yapmıyor ki pislik yapıyor. Sanki Hdp’de sadece Ufuk Uras varmış gibi oradan vuruyor. Halbuki Ufuk Uras Hdp’de dış kapının mandalı.
Gezi’den sonra stalinist solculuk tarzı hepten itibar kaydedince Gün Zileli’nin siper yoldaşları ne yapacaklarını şaşırdılar.
Bugün Türkiye’de iki farklı toplumsal muhalefet odağı var: Biri Hdp, öbürü birleşik muhalefet hareketi. Gün Zileli maalesef hedepe gibilerin yer aldığı ikinci tarafı seçti. Hayrını görsün diyeceğim ama pek hayrını da göremeyecek gibi. Baksanıza, Halkevleri daha ilk günden ittifaktan ayrılmış.
ne iğrenç bir üslupla yazılır şu nasnameci yorumlar…hep birilerine “dindirmece dili”…bütün iktidarcıl diller böyle değil mi zaten?
Üstteki yorumlara bakılırsa partimizin içinde bir “toplumsal muhalefet odağı” varmış. Bazen böyle gözden kaçırdığımız ayrıntılar olabiliyor. Bize o odağın ismini verin de hemen likide edelim.
Toplumsal muhalefete çağrımız: Varsa şekliniz, sürece bekleriz!
Bizim partiye veya kongreye mensup olmayan örgütlere stalinist demeyin lütfen. Sonra EMEP, Partizan, SODAP ve ESP gibi bileşenlerimiz alınıyorlar 😀
Zalim Esed ve ordusunun YPG’ye yardım ediyor oluşunu aklım almıyor.
Eyyy Türk solcuları! Yanınızda kalem-kağıt varsa not alın; enternasyonalizmin yeni kriterlerini açıklayacağım… Şaka şaka, hemen heyecanlanmayın, kriterleri değiştirmedik. Bizi eleştirmeyin de, ne yaparsanız yapın!
çok komikmiş hedepe gardaş gül gül öldük valla. hdp’de dış kapının mandalı konumundaki stalinistleri çok istiyosan al senin olsun. beraber daha kaliteli pislik yaparsınız. ulusolculuğun dozunu biraz azaltırsan çok rahat yanına çekersin onları. hadi bakayım.
Anonim şahısa,
EMEP, ESP ve Partizan; HDP’de dış kapının mandalıysa, Anonim şahıs HDP’nin nesi oluyor, merak ettim? HDP mahallelerde ESP (MLKP) ve Partizan aracılığıyla hegemonya kuruyor. Dersim’de TKP/ML (Partizan) ve EMEP aracılığıyla hegemonya kuruyor. Sendikal bürokraside de EMEP aracılığıyla hegemonya kuruyor. Bu gerçeklerin yanı sıra HDP eşbaşkanının da ESP’li olması “dış kapının mandalı” tezlerini çürütüyor. Bu örgütlerin ortalaması, ÖDP-(HT)KP-Halkevleri-EHP cephesinin ortalamasına kıyasla bin kat daha stalinisttir. Hele hele PKK’nin yapısını da hesaba kattığımızda HDP stalinizmin dibine vuruyor. Ayrıca bu partideki “stalinist olmayan” unsurlar da (YSGP, DSİP gibi AKP/ML tayfası) pek matah değil zaten 😀
Hdp’nin parti programına baktığında stalinistlerin hdp’nin siyasi, ideolojik çizgisinin belirlenmesinde zerre alakaları olmadığını görürsün, hdp’nin marksizm, leninizm, stalinizm gibi zırvalıklarla işinin olmadığını da. Zaten hdp’ye eklemlenen stalinistler de bu şartları kabullenerek gelmişler. O yüzden onlara dış kapının mandalı dedim.
hdp devletçi değil. öbür bütün sol devletçi. Esas fark bu. Sidik yarıştırır gibi örgüt adı yarıştırmanın lüzumu yok. Yemişim örgütleri. Hdp’li falan değilim. Örgütlü de değilim. Savundukları fikirlere bakıyorum. Bir taraf muhafazakar solcu, hegemonyacı, tek sesli. Öbür taraf yenilikçi, kapsayıcı, çok sesli bir hatta seyrediyor. Benim için önemli olan bu. Başkası için de başka kriterler vardır. Muhtemelen hdp içindeki marksist, leninist, stalinist tayfa da benim gibilerden nefret ediyordur.
MİT yöneticileriyle kanka muhabbetine giren biziz, ama Türk solcuları ise çok dövlötçööö 😀
Değiştirilmiş Kur’an, “Müslüman Aleviler” Ve IŞİD
Nivîsevan / Yazan: Mustafa Elveren*
İslamcılar, “Kuran’ın tek bir harfi bile değiştirilmemiştir” diye iddia ediyorlar.
Çocukluğumda; Muhammed’in son karısı Ayşe ile Halife Osman tarafından Kuran’ın değiştirildiğini, sohbet eden büyüklerimden çok dinledim.
Madem öyle, Aleviler ölülerinin üstünde ve mezar ziyaretlerinde neden değiştirilmiş bu Kuran’ı okuyorlar?
Yakın çevremdeki insanlarla ara-sıra sohbet etmeye çalışıyorum. Bu sohbetlerde insanların tepkisini ölçmek için bilerek aykırı konular ortaya koyarım. Örneğin; “Aleviler Müslüman değildirler. Alevilik bağımsız ayrı bir dindir…” dediğim zaman daha çok yaşlı kişilerin çok sert tepkileriyle karşılaşıyorum. Bu sohbetlerin birinde yaşadığım bir olayı burada paylaşmak istiyorum.
-Biz Alevilerin Müslümanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Zaten İslam’ın hiç bir şartını da yerine getirmiyoruz. Kelime-i Şahadet’i bile farklı söylüyoruz. Bizim okuduğumuz Kelime-i Şahadet’in içinde Ali ismi geçiyor. Hâlbuki Müslümanlar Kelime-i Şahadet’in içinde Ali ismini kullanmazlar. Ölülerimizin defnedilmesi için hep suni Müslüman hocalar hatta Osmanlı ve Türk zulmünden kendini gizlemek için Müslümanlaşmış Ermeni ve Rum olan kişiler tarafından Kuran okutulduğu bilinmektedir.
Bu sözlerim üzerine hemen ileriye atılan yaşlı bir yakınım beni kınadıktan sonra şu yanıtı verdi, bana;
-En hakiki Müslüman biziz. Muhammed bizim peygamberimiz, Kuran da kitabımızdır. Ali de Allah’ın aslanıdır. Bende dedemden kalan hakiki Kuran var.
Ben kışkırtıcı sorular sormaya inatla devam ediyorum.
-Peki, mademki Kuran bizimdir, o zaman neden namaz kılmıyorsun?
-O Kuran değiştirilmiş. Hakiki Kuran’da bizim CEM’de kıldığımız halka namazı vardır.
Ben burada can alıcı soruyu soruyorum.
-Madem Kuran değiştirilmiştir, o halde niye ölülerinizin üzerine ve mezarların ziyaretinde bu Kuran’ı okuyorsun?
Bir an durakladı ve birazda kızarıp-bozarmış bir halde bana hakaret niteliğinde şu sözleri söyledi;
-Sen daha dünkü çocuksun! Zaten Allah’a da inanmıyorsun! Sen kim oluyorsun bize akıl veriyorsun? S..tir ol git karşımda!
Türkçeyi sonradan çat-pat öğrenmiş, doğru-dürüst okuma-yazması olmayan ve en önemlisi de Kürdlüğünü dahi tam olarak kavrayamamış birisinin bu şekilde davranması normal değil mi? Bunların görüşüne saygı duyarım. Çünkü düşüncelerini iyi niyetle ve açık olarak ifade ediyorlar.
Ancak, isimlerinin önünde prof. ve benzeri unvanları taşıyan bazı sözde “Alevi önderi” kişiliklerin çıkar uğruna “Esas Müslüman biziz” söylemlerine ne demeli?
1300 yıl önce Kerbela’da Hüseyin’in başını kesip, tepsi üzerinde gezdiren Emevi anlayışı ile insanları Alevidir diye kuyulara dolduran Osmanlı zihniyeti ve bu gün insanların kafasını kesen IŞİD mantığı aynı değil mi?
AKP’nin mantığı da bunlardan geri kalmaz. İşte Fikret Başkaya Hoca’nın bazı tespitleri; “…toplumu ve devleti dinî temelli bir rotaya sokmak, Osmanlı İmparatorluğunu ve hilafeti ihya etme hezeyanlarına kapılmak, yağma ve talanın önündeki sınırlı engelleri de tasfiye etmek, İslam dünyasının lideri olma hayaliyle, İŞİD türü fanatik dinci katiller sürüsünü her türlü imkânı seferber ederek desteklemek, mezhepçi dış politikadan medet ummak, tek adam rejimi kurmak, resmi ideolojinin din soslu yeni bir versiyonunu üretmek, uluslararası hukuk ve temayülleri yok saymak ve bütün bunları, demokratikleşme-kalkınma adına sunmak ve hızını alamayıp bir de “yeni Türkiye” şarkıları söylemek…” (F.Başkaya / 14.09.2014-Gomanweb)
1300 yıldır yerinde sayan, değiş(e)meyen, hala “en hakiki Müslüman biziz” diyen bazı Alevilerin aklına şaşarım. Bu akılsızlar “İslam; barış, bilim, birlik… Dinidir” diyorlar. Hâlbuki esas barış, bilim ve birlik dini Alevilik olduğunu bilmiyorlar mı? IŞİD dinci katiller sürüsü hepsini boğazlamıyor mu?
“İslam ordularının kendilerine saldırı olmadığı halde Irak, Suriye, Mısır, Mağrip, Orta Asya’ya seferler yapmaları tipik fetih hareketleridir “Yağma İslam geleneğidir” yazmam hatalı. “Fethedilerek alınan yerleri üç gün yağmalama İslam ordularının geleneğidir” demem gerekiyordu “İslam barış dinidir” iddiasıyla çelişmiyor mu bu “fetih ve toprak alma” hakkı” (Ayşe Hür / Twitter mesajlarından)
Resmi ideolojinin güncellenen din soslu versiyonu; “Alevilik Ali’yi sevmek ise, Aleviler hakiki Müslüman’dırlar.” Fetvasını çoktan verdiler.
Takunyacılar ile postalcılar tepişiyor, çimenler eziliyor.
Kurtuluş; tüm ezilen halkların ortak paydalarda buluşup, bunları kendi sahalarına sokmamaktır. Kürd Özgürlük Hareketi ve bileşenleri böyle bir durumu yaratabilir(mi?).
Aksi halde ezilmekten kurtulmak olası değildir.
22.09.2014
*Em. Öğrt.
http://serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=36853
Kobani’nin katili Ergenekon devleti!
https://twitter.com/bilimveutopya/status/518060986943942656
Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak kitabında; “Müslüman kitlelerin Allah ile aldatılması, Emevi kralı Muaviye bin Ebu Süfyan’ın Hz. Ali’nin ordusunu aldatmak için Kur’an sayfalarını mızrak uçlarına takıp aramızda bu kitap hakem olsun, diyerek sergilediği şeytanetle başladı” diye yazar; oysa Muaviye’nin “aramızda bu kitap hakem olsun” dediği kitap Kuran’dır ve insanları asıl Allah ile aldatan da bu kitap olmalıdır. Muaviye, Kuran’ın bu özelliğini çok iyi kullanmış ve Ali’yi oyuna getirerek, askerlerinin gücünü etkisiz kılmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken konu, bu olayların Muhammed’in ölümünden yaklaşık 30 yıl sonra geçiyor olmasıdır. Kuran’ın tamamlanmasından bu kadar kısa bir zaman sonra bile insanlar Kuran’ı çıkarları için kullanabiliyorlarsa, yani gerçek İslam 30 yıl kadar bile yaşayamamışsa; Kuran’ın Tanrısı başarısız olmuş demektir. Muhammed’i yaşarken görmüş bu insanlar dahi Allah ile aldatılabiliyorken, günümüz insanlarının Allah ile aldatılmaması mümkün değildir.
Zaten İslam’ın kendisi bile içinde birçok parçaya bölünmüştür ve bu bölünmeler Ön İslam döneminde olmuştur. Eğer İslam, temeli sağlam bir ideolojiyi paylaşıyor olsaydı, bu bölünmelerin en azından birkaç yüzyıl sonra yaşanması gerekirdi. Oysa sadece 20-30 sene sonra İslam dini parçalara ayrılmıştır. Bunu Muaviye’nin dini kullanmasına veya o dönemin siyasi koşullarına bağlamak kısmen doğru ise de, başka inançtan insanlara karşı cizye mantığı ile hareket etmiş insanların aynı inanca sahip başka mezheplere karşı da aynı amaçları gütmesi varılabilecek sonuçlar içindedir. Kötülük ve ayırım sizden olmayanlara başladı mı, sizden olanlara da bulaşacaktır. Kaldı ki, İslam’ın doğuşundan yirmi yıl sonrasında bile İslam’ın özüne dönüş ol(a)madıysa ve bu yüzden bir ayrışma dönemi başladıysa, 1400 sene sonra İslam’ın özü denilen sanal veya yapay bir gerçekliğe dönüş yapmak imkânsızdır. Muhammed’i görmüş insanlar bile onun demek istediklerini anlamaktan aciz kalmışlarsa, bugün İslam’ı bir birleştirici olarak kabul edemeyiz.
“… İSLAMİYET KADAR ORİJİNALLİKTEN UZAK BAŞKA BİR DİN YOKTUR. TEMELDE ‘HANİF’LİK VE ZERDÜŞT İNANÇLARINDAN ETKİLENMİŞ, ARABİSTAN’IN ESKİ DİNİ MUSEVİLİKTEN VE HRİSTİYANLIK’TAN YAPILMIŞ ALINTILARLA DESTEKLENMİŞ VE MUHAMMED’İN EN BÜYÜK VE EN SON PEYGAMBER OLDUĞU İNANCIYLA DONATILMIŞTIR.. KUR’AN, NE DERİN DÜŞÜNCELERİ İÇEREN, NE DE KUTSAL VE HAYRANLIK UYANDIRAN BİR DİLLE İFADE EDİLMİŞ (BİR KİTAPTIR)… YENİLENMEYE, GELİŞTİRİLMEYE EN ELVERİŞSİZ OLANIDIR…”(Bkz. : “İslam Tarihi”, R. P. A. Dozy, Gri Yayınları, İstanbul, 2006, Çeviren : Vedat Atila, s. 117).
Türk militan huri için kendini patlattı!
Suriye’de Irak Şam İslam Devleti saflarında olan ve gerçek adının “Erkan” olduğu belirtilen Seyfullah el Türki isimli militanın Halep’te bomba yüklü bir araçla intihar saldırısı gerçekleştirdiği açıklandı.
Erkan’ın Ankaralı olduğu ve evleneceği kişinin bir huri olmasını istediğinden, intihar saldırısı gerçekleştirmek için emirleriyle konuştuğu vurgulandı.
Takvahaber’de yayımlanan habere göre, Ankara’dan Suriye’ye iki yıl önce giden Erkan’ın bir arkadaşı saldırıyla ilgili olarak şunları açıkladı:
“Seyfullah Ankara’nın Bala ilçesindendir. Gençlik yıllarımızda birlikte olduğumuz gibi Suriye’de de birlikteydik. Bir çatışmada ayağında yaralanmasına rağmen mübarek Şam topraklarını terk etmek istememişti.
“EVLENECEĞİM KİŞİ İNSAN DEĞİL”
Beşşar’ın rejime büyük saldırılar yapacağımız bir zamanda batı kuklası sahve grupları bizi arkamızdan vurdu! Onlarla çatıştığımız günlerde Seyfullah’la aramızda bir konuşma geçti. Kendisi Azeri bir bacıyla evlenmek istiyordu. İbni Kayyım’ın “Hurilerin Aşıkları” kitabını okuduktan sonra ayet ve hadisler onu çok yumuşatmıştı.
‘Evleceneğim kişiyi seçtim ama bu insan değil bir huri’ diyen Seyfullah buradaki emirlerle konuştu ve sahvelere karşı çok büyük bir intihar saldırısı gerçekleştirdi. Allah şehadetini kabul etsin ve ona Aynayı Merdiyye’yi (bekar olarak şehid olanlara verilecek huri) nasip etsin.”
http://www.gazetevatan.com/turk-militan-huri-icin–kendini-patlatti–610675-dunya/videogaleri.gazetevatan.com/video-izle/Yarismaci-Dans-Etti–Herkes-Bakakaldi-eqRaxQClDu1M.html
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27746946.asp
http://www.birikimdergisi.com/guncel/isidi-anlamak
SARAYLAR, CAMİLER,CİHATÇILAR VE KARA PARA DÖNEMİ!
Ak Saray’da yapılan caminin açılışını yapan Erdoğan, “İnşa edilen her cami bu topraklara vurduğumuz bir mühürdü. Her mühür bu coğrafyadaki tapu senetlerimizdir…”Günde beş vakit namaza işte o kubbelerin altında durulur. Camilerimin büyüklüğü iftar kaynağıdır.” dedi. Bunu söyleyen, İŞİD halifesi Al-Bagdadi değil, TC halifesi!!
Türkiye’de Para Kaçırma Yasası Çıkarıldı!
Son yıllarda Dünyada ne kadar kirli para varsa, hatta kadın ve uyuşturucudan elde edilen milyarları Türkiye’de aklamayı en büyük ekonomik faaliyet diye yutturan AKP, tek başına iktidar olamayınca kaçakçılığı meşrulaştırma kanunu çıkardı: Mafya babaları, kadın,uyuşturucu ve silah tüccarları artık kara paralarını Türkiye’ye taşıyor! Avrupa’da faaliyet gösteren, göçmen Türkler, sanki Viyana seferine çıkılmış gibi, bütün imkanlarını kullanarak,yaşadıkları devletlerin banka ve diğer kurumlarını resmen soyarak, mümkün olduğu kadar fazla parayı, AKP rejimini ayakta tutmak için Türkiye’ye taşımaya başladılar…!
Erdoğan’ın saray mahzenleri, yeraltı odaları boşuna inşa edilmedi!
TÜRKİYE’Yİ “KARA PARA AKLAMA ÜSSÜ” YAPTILAR…
Son yillarda Türkiye 37 milyar dolarlık altın ithal edip, 24 milyar dolarlık altın ihraç etti. İhracat tutarının büyük kısmını doğrudan İran’a yapılan sözde ihracat oluşturdu. Ayrıca, 2011-2015 döneminde toplam 96 milyar Euro kara para transferi yapıldığı MASAK raporlarına girdi.
Türkiye’nin son on bir yılına damgasını vuran “mafyatik”yönetim anlayışı, ülkeyi adeta kara para cenneti haline getirmiş bulunuyor. Kirli işlerde rol alanların, bu işlerde ortaklık ve işbirliği yayanların yargılanmasını engellemek için gidilen hukuka aykırı düzenleme ve uygulamalarla yargının eli kolu bağlansa da bu yönetimin sonu geldiğinde, söz konusu kara sermaye topluca yurt dışına kaçarak ekonomik bir şoku tetikleyebilecektir.
Erdoğan, Çamlıca Camisi için dünyanın en kuvvetli hoparlör, diğer bütün camilerin imam hortlamalarını bastıracak ses cihazlarının temini için emir verdi! Emir kılıçtan keskin! 800 000 dolarlık ses cihazları ısmarlandı…!
AKP’yi iktidarda tutmak için getirilen bu 74 milyar doları, ilk etapta başka partilerin millet vekillerini satın alma veya erken seçimleri finanse etmekte kullanmayı hesaplıyorlar. AK Saray manzenleri tam bir güven sağlayamazsa, bu kara para tekrar geri çıkacak!
İçerde Kara Para ekonomisi ile saltanatlarını sürdürme kararlılığı devam ederken, Ortadoğu’da destekledkleri terör örgütleri, başka toplumların insanlarının kafalarını, kendi mezheplerinden olmadıklarından dolayı kesmeye devam ediyorlar.
TC’nin her alanda destek verdiği bu vahabi-şeriatçı terör gurupları, ”muhalif” denilerek maskelenmiş ve Türkiye sınırı dahilinde sakalları kesilmiştir, başka değişen bir şey yoktur…
Başta Arap, Türkiye ve Müslüman ülkeler olmak üzere dünyanın her tarafında milyonlarca beyni yıkanmış Cihatçı Müslğman var.
Bu Şeriatçıların coğrafyamıza verdikleri zararın haddi yok! Suriye, Mısır, Libya ve Irak’ta ve şimdi Türkiye’de olanlar bunun somut örneklerdir.
Son AKP döneminde, her tarafa camiler kurularak beyinleri yıkanıp ruhları din adına esir alınan milyonlarca insandan başka türlü olması beklenemez.
Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan sorunu!
Bu ülke yönetimleri Arap ve İslam âleminde ne kadar radikal, ılımlı, yumuşak, sert ve karışık İslamcı parti, örgüt, cemaat, tarikat ve grup varsa hepsi ile dolaylı-dolaysız ilişki kurup silah ve para yardımı yapmaya, onlarca Selefi Cihatçı örgütü beslemeye devam ediyorlar…
Dünyadaki İslami Cihat hareketlerin ideolojik beslenme kaynağı sadece Suudi Arabistan değil, artık buna şimdi Türkiye’ de eklendi.
Hepsinin beslendiği kaynak Müslüman Kardeşler hareketidir.
Yani sorun bir IŞİD, Kaide, Nusra ve benzeri radikal İslamcı örgütler sorunu değil.
Bugün Arap ve Müslüman ülkelerinde bu örgütler paralelinde düşünen milyonlarca insan var.
Bilindiği gibi, Türkiye, Arabistan, Pakistan ve Katar ve benzeri Sunni devletlerinin her türlü destek sağladığı, adlarına muhalif denilen şeriatçı katiller tarafından Suriye’de başta Kürt,Nasturi ve Aleviler olmak üzere İslam dışı topluluklara yönelik İslam Cihadı adına vahşi metotlar uygulanmaktadır…Adlarına ‘muhalif’ denilen bu İslami teşkilatlar, Türkiye’den gelen en modern silahlarla,Ortaçağ’ın en ilkel katliam yöntemlerini kullanıyorlar…
AKP ve TSK desteğindeki bu Selefiler, İslam’ın ilk yayılma dönemlerinde kullanılan bütün vahşi metotları, piskolojik savaş yöntemlerini yeniden pratikleştirdiler.
Vahabiler, Selefi Bedeviler Suriye’de kafa keserken, TC rejimi, bu şeriatçı terör militanlarını Türkiye’de eğitip, donatmaya devam ediyor. İşte Suriye’de mezhepçi bir politika izleyerek, bu ülkenin iç savaşa sürüklenmesinde önemli rol oynayan ve Irak’ta da mezhep savaşı çıkarmayı amaçlayan bu aynı kafa yapısıdır..
Erdoğan başka alternatif bulamayınca dünyanın en adi Seleficilerine sarıldı: Müslüman Kardeşler rejimi gecikince, İŞİD, El-Kaida ve NUSRA başta olmak üzere, Cihatçı terör örgütlerine bel bağlandı. TC cephanelikleri adeta boşaltıldı, bu arada Afyon’da, MİT tarafından mesai dışında cephane çalınırken gerçekleşen kazada bir sürü asker öldü ve bunun üstü de doğal olarak kapatıldı!
AKP ile Selefi terör örgütü Al-Nusra’nın hayata bakışı aynı. Her ikisi de kuvvetler ayrılığını(demokrasiyi) istemiyor. Her ikisi de dini inançları siyasetlerine alet ediyor, kadınlara türban çarşaf üniformalarını giydiriyor, nüfus patlamaları yoluyla İslamı yaymaya çalışıyorlar. Her ikisi de çoğulculuğa karşı… Her ikiside Suudi-Katar dolarları ile ayakta.
IŞİD-NUSRA-El-kaida kafasını destekleyenlerin ve aynı ideolojinin malı olanların, yeni paradigmaya özgü yeni değerlere uymadığı açık.
Bu anlayışın artık dikiş tutmadığı ve hiçbir ülkeyi yönetemeyeceği Mursi, Libya ve Yemen vs.. örnekleri ile birlikte yeniden anlaşıldı. AKP’nin Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı yaşam tarzı ve siyasal anlayışın artık hiçbir karşılığının kalmadığı görülüyor.
Ilımlı Müslümanlar silah tüccarı olup çıktılar… AKP Suriye’de savaş kışkırtıcılığını boşuna yapmıyor, 4 senede Türkiye’den Suriye’ye sokulan silah değeri 28 Milyar doları geçti.
AKP’nin ekonomik büyüme senaryoları, taşıma su ile, dışarıdan getirilen dövizler, Avrupa uyuşturucu – silah- kadın ticaretinden gelen Euro’larla şişirilen, rakamların değiştirilmesi yolu ile manipüle edilen, halkın banka kredileri ve kredi kartı ile borçlandırılması yoluyla pazarın hareketlendirilmesi izlenimi verilen bir “büyüme”dir. Bu oyun ilelebet süremez. En çok güvendikleri inşaat sektörünün içine girdiği kriz, sunni “ekonomik büyüme”nin iflasının ilk işaretleridir.
Şimdi bu kara para akımı yavaş yavaş durmaya başladı, ekonomiyi düzeltemeyen, işsizliği bitiremeyen, sosyal yaşamı kısıtlayan, özgürlük karşıtı, çoğulculuğu hazmedemeyen AKP’nin gideceği fazla bir yol kalmamıştır. Şimdi; abartılı darbe söylemleriyle yeniden bir mağduriyet edebiyatına sarılarak tabanını tahkim etmeye çalışıyor, ama aynı AKP askeri kesimlerle iç içe, İHD veya benzeri paravan örgütler şemsiyesi altında TIR’larla Suriye’ye silah sokuyor.
Türkiye’de Osmanlı kafası ile manipüle edilen cahil halk dışında Erdoğan’a güvenecek bir toplum kalmadı.
Böylesine bir kaos, karşıt tekke, tarikat, hizip ve cemaatlerin başlattığı iç dalaşma, iktidarı ele geçirme operasyonları, bu kez içerden AKP’ye önemli bir darbe vurmaya başladı.
Büyük saray ve Camilerle, geri kalmış yığınların beyinlerini çelmeye çalışan R. T. Erdoğan’ın kontrol mekanizması tümden sarsılmaya başladı! Polis, savcı ve hakimlere dalaşmalar, futbol sahalarına yapılan müdahaleler, Sanatçı adı altında kara para aklatan Mafya elemanlarından meddet ummalar işin cılkını çıkarttı!
Gözü petrolde olan AKP’nin Kürt Sorunu hakkında oyalama hamleleri dışında hiç bir somut adım atmadığı, Kürtleri MİT’in oyuncak bir sorunu haline sokmak istediği bir kez daha ispatlandı. MİT ajanlarınca, Hamidiye alayları gibi yönetilmeye çalışılan bazı Kürt gurupları ise, aldatıldıklarını anlayarak, AKP’yi terk ettiler.
Yeni Osmanlı, doğmadan gelecek krizine girdi. Devet kontrolündeki Sunni tarikat ve hizipler, AKP nin en büyük sponsoru Seleficilik, parayla satın alınan bazı aşiret ve tarikatlar, Müslüman kardeşler ve terörcü şeriatçılar dışında pek taraftar kalmadı. Yeni Osmanlıcılık bir ütopya olarak kalmaya mahküm edildi.
1980’li yıllardan beri yükselen, Türkiye’yi Osmanlı’nın devamı anlamında islami temelde yeniden kurmak fikri, “İslami Dünyayı birleştirip önderi olmak” veya benzeri tonlarda, Turgut Özal döneminden beri yükselen yayılmacı, eski Osmanlı ruhundan hareketlenen bu türden yağma ve talan hareketleri sert kayalara çarpıp duruyor. Zaman çok değişti, sakallı Türbanlı çetelerle bir yere varmak mümkün değil artık…
Asıl Çeteler Susurluk veya Lice’de değil, devletin meclisi denilen BMM’inde, Genelkurmay karargahı, İstihbarat ve Emniyet müdürlüklerinde üslenmişlerdir.
Politik devlet çetelerinin keyfi uygulamalarla geri dönüşsüz zararlar verdiği İstanbul, eşkiya çetelerinin çöplüğü haline getirilmiştir. Her yer Arap yayılmacılığını simgeleyen Camilerle dolmuş, din adına Arapça bağırıp çağrışan imamların gürültüsü sakin yaşamayı imkansız hale getirmiştir…Kuru gürültüyle gaza gelen din tüccarı İmamlar, kendilerine sağlanan olağanüstü imkanlarla devlet içinde devlet haline gelerek en büyük çete halini almışlardır.
Evinin penceresinden bakan insanlara, İslam reklamı yapan yüksek cami minareleri ve Ağaoğlu gökdelenlerinin beton yığınlarıyla, güzelim Mavi denize bakan ufuklar karartılmıştır…, büyük beton yığınlarının gölgeleri ile cehenneme çevrilen şehirler birer uygarlık mezarları heline çevrilmişlerdir.
CHP, AKP hırsızlarının peşine takıldı!
CHP ve diğer partiler artık AKP ile aynı gemideler ve kara para onların da iştahını kabartacak, muhalafet adı altında, AK saray’da muhtşem odalarını seçeceklerdir.
Cami minaresi ve yüksek Ağaoğlu gökdelenleri dışında hiç bir sanat değeri olmayan yapılarla betonlaşan şehirleri üs edinen kara paracı AKP, sahte muhalafet desteğinde devletin bütün organlarını kullanarak, Osmanlı tipi keyfi bir yönetimle kitleleri baskı altında tutmaya devam edecektir…
Sevgi ve Saygılarla
Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey
———————————————————————-
Esin Duran,
Selda Suner,
N. Gök,
Ferdi koçkar
Yeliz seren
Vedat Konak
S. Aktaş
Pelin Moda,
Bedri Engin,
Nazmi Dogan,
Sevda Suner
R. Adalı
Sezer Aşkın,
H. Datvan,
Salih Demir,
FERDİ KADER
Erhan Vural
Necmi Derinsu
Ahmet Kaymaz
Aslan IŞIK
Nizamettin Duran
A. Demir
hasan kayısoğlu
Melahat Baykara,
ismail çekmez.
Aydin Nizam
Uğur Demir
Ismail B. Cenk,
Tekin Balkic
Selma Altuntaş,
Murat Koç
Filiz Serin,
Nedim Serin,
Vedat Koçak,
Salih Birdal,
Erdal Cömert
Ismail Bulak
Ahmet Meriç
Mustafa Gur,
Hasan Zafer
Bahar Ünsal
Osman B.
Ayse bahar
Metin Maslak
H. Maslak
Dilek Solak
zeynep içkaya
Sevda maslak
Sercan Gezmiş
Aynur Balkaya
İpek Doğan
Nazım Doğan
Murat Doğan
esin erkan
Beyhan erdem
n. erdem
İsmail Deniz
Ayten BARAK
Ugur Birdal
Ahmet Tan
İsmet Yelkenci
Yıldırım Kongar
Selma Kongar
Birol Aytekin
Hatice Gül
Ibrahim Erkin
Kemal erdem
Rıza Akdemir
Mehmet Coskun
Hüseyin demir
fethi killi
Yeliz Ender
Mustafa Ender
Ugur Basak
Kemal Dektaş
Ayten Ilkdal
Nuri Aktanır
Metin Koc
Sevgi Ender
Burhan Kulakçı
Oğuz Duran
Burcu Kanter
Aysel kanter
Erol kanter
Layla SOLGUN
M. Oktay
Kemal Aktas
Yelda tekinoglu
Orkun Keskin
T. Vural
Oğuz şen
Nur Şen
Ismail çaykara
Burhan Orkal
D. Kahan
Seher Yıldız
Esra akkaya
Mehmet Uzan
Yeliz IŞIK
Murat Bakır
O. Dem
Salih Aktaş
Seyhan İlknur
Osman Çekiç
esma yıldız
Murat Çetindal
Ali OkyarMusa Tekin
Aslı Birdal
Nazmi Doğan
İnci Gür
L. Okar
Mustafa Karkaya
Omer Aytac
Mürsel Bozkır
Zeynep Şengül
Gülcan Iğsız
Murat Nidar
şemsi Kaya
Ayten Ekşi,
Eda leman
nermin ışıl
D. Polat
Kadir Erdem
Serdar OKTAY
Mehmet Özdemir
Mustafa Erkan
Nuri AKTAS
Emine AKTAS
O. Kadir Ergun
Metin Kurca
Sedat Isiklar
Filiz Bag
Kadir Baskale
Sevim Varlik
Hasan Mesut Akkaya
Necmi Guler
Erhan Isguz
Meral Okur
Bilge Okyaz.
Kemal Koç
L. Mirakoğlu
Oktay Kızılcık
Mehmet Yavuzgil
Erdal Polat
Hüsnü oktay
k. Sankay
Ahmet tekin.
Semra Kaya
Mustafa Çiçek
Kayhan Göçkaya
Erdal Solgun
Mehmet Solgun
Esra Solgun
N. Altik
Oguz Karakış
Leyla Mert
Işık mert
D. Öksüz
Erdem Yılmaz
Ayse Eltan
S. Guner
M. Deniz Ok
Mehmet İnce
Huseyin Cinar
Meltem Cinar
Berk Cinar
L. Demirkaya
Huseyin Çilek
Ayten Irmak
D. Okdere
Ali Uskan
İrem Haloğlu
Berdan Temiz.
H. Baskale
Murat Gülay
Esra Gülay
Mustafa Akyol
A. jale Kol
M. Kol
Tamer Oktay
Aslan Burukoglu
I. Demir
Nurettin Akdal
Uzan Kara
ismail Igdır
Ali Serin, Gül Akın, esra Serin
Nuri Şen
Hasan.Y. Balci
Mehmet Yucel
İsmet C. Koray
salih Söğütlü
Nuri Akçay, Gül Akçay, Esra Akçay
Ali Dem. Sarahoğlu
Ayten Karaman, Mehmet Azal
L. Uzan, Harun Tabaklı
Ertekin Sancak, mehmet değerli.
Kemal Güler, Zeynep Güler
B. Urak.
Ismail Duygu, Erdem Duygu
Hasan Incedemir.
N. kayıkçı.
Bayram Akçak
İsmail Dilpek.
Kemal Uzunyayla
Zeynep Olgun
Mehmet Gülçiçek. Seher Gülçiçek
Giyotine karşı olanlar onrayn mı?
“İlericilik – gericilik kavramları izafidir” diyenler onrayn mı?
Gün Zileli gereksiz Türkmen duyarı kasmadan önce şuraya not edelim:
http://abcgazetesi.com/turkmen-daginda-katledilenler-kim-2649.html
http://abcgazetesi.com/lazkiye-kirsalinda-kimler-var-2691.html
İran Devleti, ortaçağ gericiliğinin karadeliği olan Suudi Arabistan’ı pek yakında vuracak inşeAllah !!!
https://www.youtube.com/watch?v=tQMTSaNgHB4
Veganların, insan ciğeri yiyen IŞİD’cilere hiç tepki göstermemesi…
http://petras.lahaine.org/?p=2080