Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

İki Kemalizm…

Anti-emperyalizm ve Ulusalcılık, İdeolojik Biçimlenme, Kemalizm

Dün gece uzunca bir yorum geldi siteye. http://nisanyan1.blogspot.com/2013/08/rabiaclara-neden-karsyz.html

 

Yorumu okudum ve aşağıdaki cevabı yazdım:

“Bana oldukça elitist, tepeden ve kemalist bir bakış açısı gibi geldi bu yorum.”

Bunun üzerine yorumu yollayan arkadaştan şöyle bir kısa yorum geldi:

  •  24Anonim 24 Ağustos 13 / 8pm

“kemalist bir bakış açısı” ve Nişanyan?

 

Meğer yorumun altındaki Sevan Nişanyan linkini okumamışım. Yorum sandığım yazı Sevan Nişanyan’a ait bir yazıymış. Şöyle yazdım:

 

Gün Zileli
Ağustos 24th, 2013 at 20:25

yazının Nişanyan’a ait olduğunu bilmiyordum. Bilmemem daha iyi olmuş. İmzayı görsem belki bu tanıyı koymaktan imtina ederdim. Yazı tipik bir elitist-kemalist bakış açısının ürünüdür ki, esasında bunun Nişanyan’a pek de fazla aykırı düşeceğini sanmıyorum. Siz bakmayın Kemalizme esip üfüren bazılarına. Aynı seçkinci bakış onlarda da vardır. Aynı halktan nefret de. Bu yazı bunun güzel bir örneği.

 

Bu satırları yazmakla birlikte içime sinmedi, yazıyı yeniden daha dikkatli bir şekilde okudum ve aşağıdaki satırları yazdım:

 

Gün Zileli
Ağustos 24th, 2013 at 20:45

Yazıyı yeniden okudum daha dikkatli bir şekilde. Kemalist bakış açısı demekle haksızlık etmediğimi bir kere daha gördüm. Ama bu, ulusalcı bir kemalizm değil de, Kemal’in gerçek haline daha çok yakışan batıcı bir Kemalizmdir. Öte yandan, Tahrir’in ve Temeddüd hareketinin bugünkü şaşkınlığını da görmek gerekir. İki cami arasında binamaz durumundadırlar. Yukarı tükürseler İhvan’ın, aşağı tükürseler ordunun yanına düşeceklerinden iyice pasif bir haldedirler. Hatta sanırım kısmen de ordu destekçesi bir konuma düşmüş bulunuyorlar. Oysa Tahrir’in yapması gereken, hem İhvan’a, hem de orduya karşı mücadele bayrağını yükseltmek ve ordu ile çatışan halk kesimiyle dayanışma içinde olmaktı. Kim yaptıysa, Gezi’nin bayrağına dört parmağı eklemeye kalkışmakla yanlış yapmış ama Türkiye’de bir ordu darbesi olsa Geziciler bence ordunun yanında değil, orduyla çatışanların yanında yer alırlardı. Şahsen ben öyle yapardım.

 

***

 

“Ama bu, ulusalcı bir kemalizm değil de, Kemal’in gerçek haline daha çok yakışan batıcı bir Kemalizmdir.”

Bu cümlem üzerine bütün gece uzun uzun düşündüm. Gerçekten Kemalizmin böyle iki türü var mıydı? Bu düşünceler beni geçmişte tanıdığım iki insana götürdü.

Birincisi, Mualla halamın kocası, Atatürk’ün manevi oğlu Abdürrahim Tuncak’tı. O zamanlar Ankara’daki Gazhane İşletmelerinin Müdürlüğünü yapan Abdurrahim Tuncak, tipik bir “batıcı-Kemalist”ti. Şimdiki ulusalcılığın “batı aleyhtarlığı” ile hiçbir ilgisi yoktu. Ona göre, batılı olan her şey iyi, batıdan gelmeyen her şey kötüydü. Hele Araplar, dünyanın en pis, en nefret edilesi milletiydi. Abdürrahim Beyde öyle koyu bir Arap düşmanlığı vardı ki, “bizi Yemen’de sırtımızdan vurdular” diyerek bir anda Cumhuriyetçiliği falan unutup Osmanlı kesilebilirdi. Araplara düşmanlığını, onların konuşmasını, “yallah yallah el habibi” diye taklit ederek ve aşağılayarak iyice ileri boyutlara vardırırdı. Abdürrahim Beyin kafasında müthiş bir milletler hiyerarşisi vardı. Bu milletler hiyerarşisinin zirvesinde “çalışkan, disiplinli millet” Almanlar geliyordu. Onu, “yaşamasını bilen, zevk sahibi” Fransızlar izliyordu. Onun arkasından da “centilmen, kültürlü” İngilizler geliyordu. Asya tarafında Araplar ve Hintliler hiyerarşinin en alt basamaklarını oluştururken, uzak Asyalılar onların üstünde yer alıyordu.

Ya o Kıbrıs Türkleri! Aman efendim, onların Türklükle ne ilgisi vardı. Türkçeleri bozuktu bir kere, Türkçeyi Rumlar gibi konuşuyorlardı; hatta belki de aslen Rumdu onlar. Ne Kıbrıs’ıymış. Kıbrıs, Türkiye’ye falan ait değildi. Osmanlı zamanında İngilizlere satılmıştı. Oradaki sözde Türkler, aslında Osmanlı idaresi altında Müslümanlığı kabul etmiş Rumlardı vb.

Abdürrahim Beyin, 1950’li yıllarda Türkiye’nin NATO’ya girmiş olmasına hiçbir itirazı yoktu. Türkiye’nin Kore savaşına katılmasına da. Tek çekincesi, “Dünyaya liderlik” yapan Amerikalıların diğer “Avrupa ulusları” kadar kültürlü olmamasıydı.

Yıllar sonra Londra’da, Abdürrahim Beyin bir benzerine daha rastladım. İşsizlik Kurumundan beni zorla “bakıcılık” kurslarına yollamışlardı. Bu kursun ardından da mecburen part-time bakıcılık yapmaya başladım. Bakıcılık yaptığım kişilerden biri de yetmiş yaşlarında, Yahudi bir adamdı. Kanserdi ve yakında öleceği ayan beyan ortadaydı. İsrail’de öğretmenlik yapan yetişkin bir kızı vardı. Ara sıra babasını görmeye geliyordu İsrail’den. İshak Beyle parkta yaptığımız günlük gezintiler sırasında bazen politika konuştuğumuz da olurdu.

İshak Bey, bir gün bana Atatürk hakkında ne düşündüğümü sordu. Ben de samimi düşüncelerimi söyledim. Son derece hiddetlendi. “Sen ne biçim Türksün” diye bağırdı. “Ben Türk değilim” dedim. “Nesin peki?” diye çıkıştı bu sefer. “Valla ne olduğum pek belli değil” dedim, “aslında herhangi bir milliyetten olmayı reddediyorum desem daha doğru olur.” İshak bey parkın ortasında durup bana acı acı ve biraz da acıyarak baktı. Sonra şunları söyledi:

“Atatürk dünyanın en büyük lideridir. Böyle bir lidere sahip olduğunuz için övüneceğinize onu inkâr ediyorsunuz. Geri, sefil bir milleti yerden kaldırmış ve batılılaştırmıştır. Bugün Batı, her ikisi de Müslüman olduğu halde Türklerle Araplar arasında bir fark görüyorsa bunu sağlayan Atatürk’tür.”

Esaslı bir Kemalistle karşı karşıya olduğumu anladığım ve görevimi aksatacağını hissettiğim için tartışmayı uzatmadım. İshak bey de, Abdürrahim Bey gibi “batıcı-Kemalist”ti.

Son yıllarda gelişen ve yaygınlık kazanan “ulusalcı-Kemalist” ile eskiden beri bilinegelen “batıcı-Kemalist” arasında ne gibi önemli farklılıklar vardır?

Birincisi, ulusalcı Kemalist ulus devlete bağnazca bağlıdır ve en azından söylemde şiddetli batı karşıtı (anti-emperyalist?)dır. Batıcı Kemalist için ise ulus devlet sadece batılı devletler ailesi içinde bir temsiliyet sorunudur. Batılı Kemalist esasen batı hayranıdır.

İkincisi, ulusalcı Kemalistlerin önemli bir bölümü diyelim, belki de bugünkü konjönktür icabı Araplara ve Arap devletlerine  ulusal müttefik olarak bakar; batıcı Kemalist ise aşırı Arap düşmanıdır. Onun bütün derdi Türkiye’yi İslam kültüründen kopartıp Avrupa kültürüne adapte edebilmektir.

Üçüncüsü, ulusalcı Kemalistlerde de zaman zaman belirtileri görünse de elitizm ağırlıklı olarak batılı Kemalistlere özgüdür. Hatta ulusalcı Kemalistler bazen bayağılaşacak ölçüde popülizme yönelebilirler. Bunun örnekleri için HalkTV ve Ulusal Kanal seyretmek yeterlidir.

Dördüncüsü, ulusal Kemalistler, kendi saptadıkları ulusal çıkarlarla demokrasi ve özgürlükler çatıştığı zaman ulusal çıkarlar uğrunda en diktatörce önlemleri bile savunabilirler. Batıcı Kemalistler ise, batıdan geldiği için “demokratik kaidelere” daha saygılıdırlar ya da en azından saygılı gözükme gereğini duyarlar. Bazen elitizmleri nedeniyle “bir cahilin oyuyla benim oyum eşit mi olacak” türünden sızlanmaları olsa dahi, bir batı değeri olduğundan demokrasiye açıktan karşıt bir tutum almazlar.

Beşincisi, ulusalcı Kemalistler de, batılı Kemalistler de Kürtlerin bağımsızlık ya da özerkliğine şiddetle karşı olmakla birlikte bu konuda ulusalcı Kemalistler daha bağnaz, batıcı Kemalistler daha olumlu bir noktadadır. Hatta bazen batıcı Kemalistler, “verelim kurtulalım” noktasına bile gidebilirler. Kürtleri şarklı bir halk olarak gören bazı batıcı Kemalistler, “Kürt ağırlığından” kurtulmuş Türkiye’nin batı ile entegrasyonunun daha kolay gerçekleşeceğini düşünürler.

Altıncısı, ulusalcı Kemalistler siyasete daha çok ağırlık verirken, batıcı kemalistler kültüre daha çok önem verirler. Bu, örneğin daha çok Cumhuriyet gazetesinde temsil edilen daha batılı, kültürcü ve dengeli bakış açısıyla, Aydınlık veya Sözcü gazeteleriyle temsil edilen daha hırçın, bağnaz ulusalcı bakış açılarında görülebilir. Batılı Kemalistler, ulusalcıların tersine bağnazlıktan uzak durmaya ve daha uygar bir görüntü vermeye özen gösterirler.

Sevan Nişanyan’ın Kemalizme karşı görüşleri biliniyor. Ama yukarıda linkini verdiğim yazı, Mısır halkına karşı tipik bir batıcı-Kemalist bakış açısı olarak gözüktü bana.

 

Gün Zileli

25 Ağustos 2013

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

59 Comments

  1. Anonim

    Bence ulusalcı olma kavramı bir kamufle biçiminden öte bir şey değil.. Yani aralarında pek bir fark yok gibi duruyor. Bahsettiğiniz konularda bir ayrım olabilir içlerinde fakat bunun iki farklı gruptan ziyade bireyden bireye değişen bir durum olduğunu düşünüyorum..

  2. m.aliŞér

    akşamki bir tv tartışma proğramında (habertürk) hayko bağdad ın bir cümlesi mealen şöyleydi:

    “ortadoğuda en az hristiyan nüfus türkiye de”…buna kürtlerin nüfusun ekseriyetini oluşturdukları coğrafya anlamında kurdistanı da ilave ettiğimizde de sonuç değişmiyor. onca soykırım sonucunda durum bu…

    karamanlılar türk olduğu halde dinlerinden ötürü göçe mecbur edildiler. ha keza, balkan halklarından müslüman olanlar “türk” addedilerek anadoluya kabul edildi.

    burdan kemalizmin ırkçı ya da “dinci” bir ideoloji olduğu sonucu çıkarılırsa bu doğru olur mu?

    . kemalizm olsa olsa kutsal devlet ideolojisidir. bu anlamda geleneksel türkçülükle uyuşur. batıcılık onun dönemsel -konjonktürel ve taktiksel bir tercihiydi.
    şimdi aynı kutsal devletini koruma saikiyle, “ulusalcı-nasyonalist” versiyonlarını tercih ediyor, dönemin bunu gerektirdiğine inandığı için… hatta bence o kadar pragmatistçe davranıyor ki, nasyonalist-ulusalcılığın hem “islami” (haydar baş vb), hem “sol” (ip) hem de “sosyalist-komünist” (tkp-soLu)
    aynı anda elinde hazır tutuyor.kutsal devletini savunmak için gerek gördüğünde, hamle yapmak üzere….

    gene de bu dediklerim, “siyasal ulusalcı” ile “kültürel batıcı” ayrımının önemini yadsıdığım anlamına gelmez. bu bir tipolojidir ve kemalizmin her versiyonunda bu tipolojiden birilerine raslanır.

  3. Anonim

    DOĞU PERİNÇEK/ Beş Ülke Beş Deniz -(TAMAMI)

    PDFYazdıre-Posta

    Pazar, 13 Ocak 2013 03:08
    Paylaş

    Beş ülke: Türkiye, Suriye, Irak, İran ve Azerbaycan’dır.

    Beş deniz: Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz, Umman Denizi, Hazar Denizi’dir.

    Peki Beş Ülke-Beş Deniz ne anlama geliyor?

    Enstrüman mı olacağız efendi mi?

    Şu anda Türkiye’nin Sıcak Para Diktatörleri, “cari açığı kapatacağız” diye Musul Seferi için savaş boruları çalıyor.

    “Türk-Kürt ittifakı” adı altında, komşularımıza karşı ihanet seferi tezgâhlanıyor.

    İttifak, ABD-İsrail ittifakı. Türk ve Kürde düşen ise enstrüman olmak!

    Bugün Tayyip Erdoğan&Barzani&Öcalan ortaklığı, Türkün ve Kürdün başındaki beladır; Batı Asya’nın başındaki beladır ve dünyanın başındaki beladır. Bu ihanet ortaklığı, Türk-Kürt ittifakı değil, ABD-İsrail enstrümanlığıdır.

    Beş Ülke Beş Deniz programı, Batı Asya halklarını efendi yapar!

    ABD ve İsrail ise, Türke ve Kürde piyon rolü veriyor!

    Sıcak para için sıcak kan lazım!

    “İmralı Gündemi: Musul Seferi” başlıklı Rota’yı Aydınlık’a yolladığımızın hemen ertesi günü, Hürriyet’te Ege Cansen’in o yazısı yayımlandı. Mafya sermayesi, 2013 ortasından sonra sıcak para darlığına giriyor. Ödemeler açığını kapatacak çare olarak, Kerkük Seferi gündeme getiriliyor.

    Petrol mafya sermayesine akacak, Mehmet’in, Muhammed’in ve Firuz’un kanı ise toprağa akacak!

    Sıcak para için, acele RH+ Mehmetçik ve Memo Kanı aranıyor.

    “Analar ağlamasın” derken, analar asıl şimdi ağlayacak!

    Ayşe Teyze tenceresine petrol konacak

    Mafya-Tarikat rejiminin borçlanma ekonomisi yüzünden tenceresi boş kalan Ayşe Teyzenin, boş kalan tenceresine de bir kaşık Kerkük petrolü konacak

    Vatan, 9 Ocak 2013

    Haysiyetini ver petrol al

    Makarna dağıtarak seçim götürdüğü söylenen Mafya-Tarikat rejimi, artık petrol dağıtacak.

    Bu arada “Türklerin haysiyeti” sorunu da çözülmüş olacak. “Haysiyet ver, sıcak parayı al”, piyasalar şenlenecek, borsa düşmeyecek!

    Katillerin planı böyle!

    Haysiyetsiz ve insanlık düşmanı proje tezgâhta!

    Basra’yı fethedelim Irak da İstanbul’u fethetsin

    Oysa petrol savaşına ne gerek var!

    Türkiye, Irak’ı bölüp Kerkük petrolünü yağmalamak yerine, Basra Körfezine kadar bütün Irak’la birleşse, güzel olmaz mı?

    Türkiye Irak’ı almış olur. Irak da İstanbul’u fethetmiş olur.

    Kan dökmeden barış yoluyla

    Kan dökmeden, barış yoluyla.

    Türkiye, enerji kaynaklarıyla bütünleşir, Irak da Türkiye’nin insan kaynaklarıyla, sanayi becerisi ve üretim yetenekleriyle.

    Kürt sorunu da kökten çözülür. Kürde enstrümanlık yerine eşitlik ve kardeşlik sağlamak, asıl çözüm değil mi?

    Savaşa ne gerek var, Irak buna hazır.

    Suriye ve İran da Batı Asya Birliği istiyor.

    Azerbaycan, Batı Asya’nın doğal parçası, Hazar’ın incisi.

    Birleştiriyor ve okyanuslara açıyor

    Batı Asya Birliği, Türkü, Kürdü, Arabı ve Farsı birleştiriyor ve beş denize açıyor.

    Batı Asya Birliği, Sünniyi, Aleviyi, Şiiyi, Hıristiyanı, hepsini insanlıkta birleştiriyor.

    Batı Asya Birliği, Beş Ülkenin bütün Türklerini birleştiriyor.

    Batı Asya Birliği, Beş Ülkenin bütün Araplarını birleştiriyor.

    Batı Asya Birliği, Beş Ülkenin bütün Farslarını birleştiriyor.

    Batı Asya Birliği, Beş Ülkenin bütün Kürtlerini birleştiriyor ve Beş Denize açıyor.

    Batı Asya Birliği, Beş Denizle bütün dünyaya açılıyor.

    Dünyanın ilk beşine gireriz

    Beş ülkenin her şeyi var.

    En başta yürekten insanları.

    Uygarlığın beşiği olan eşsiz tarihi ve gelenekleri.

    Beslenme kaynakları, suyu ve enerji kaynakları.

    Sanayi ve aydınlanma için birikim ve yeteneği.

    Her şeyi, her şeyi var.

    Batı Asya Birliği, dünyanın ilk beş gücü arasına girer.

    Avrasya, Batı Asya Birliği’nin stratejik ortağı ve cephe gerisidir.

    ABD ile Ortadoğu arasında barış ve işbirliği ortamı doğar. Dengeler sağlanır.

    Böyle bir çözüm varken ve kapımıza gelmişken, niçin kanlı bıçaklı olacak bu ülkeler ve bu halklar?

    ABD ve İsrail için mi dökülecek kanlar ve yerlerde sürünecek haysiyetler?

    Alçaklık değil de, şerefsizlik değil de nedir bu Irak’ı bölme tezgâhı?

    Türklük komşuya ihanet midir?

    Kürtlük, piyon olmak mıdır?

    Beş Ülke Beş Denizi birleştireceğiz!

    Biz, İşçi Partisi olarak, 30 yıldır Beş Ülke Beş Deniz’i birleştirmeyi savunuyoruz.

    Şu anda dört ülke birleşmeye hazır, tek engel, Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül iktidarı!

    ABD ve İsrail’in kanlı Musul senaryosu bu ikili üzerinden yürüyor. Abdullah Öcalan ve Barzani ise onların enstrümanları!

    Yazık, çok yazık!

    Bu kanlı senaryonun oyuncularını sırtımızda taşımak biz Türklere ve Kürtlere yakışıyor mu?

    Ne var ki, ABD-İsrail oyununun sonuna gelinmiştir.

    Yıkacağız Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül’ün Mafya-Tarikat rejimini!

    Beş Ülke Beş Deniz’i birleştireceğiz!

    Türkiye halkı tarihi görevini yapacak!

    Oraya geldik!

  4. Anonim

    kemalizm ulusalcı değil batıcıdır aslında.

    Kemalist (!) Türk Milliyetçileri şu sorulara cevap vermeye mükelleftir;

    Mustafa Kemal madem öyle; Latin Alfabesi yerine, neden “Göktürk Alfabesi”ni getirmemiştir?

    Mustafa Kemal madem öyle; (fötr) Şapka yerine, neden “Kalpak” inkılabı yapmamıştır?

    Mustafa Kemal madem öyle; Rakı Fabrikası yerine, neden “Kımız Fabrikası” kurmamıştır?

    Mustafa Kemal madem öyle; Ayasofya Cami yerine, neden “…Fener Rum Patrikhanesi”ni müzeye çevirmemiştir?

    Mustafa Kemal madem öyle; Miladi Takvim yerine, neden “12 Hayvanlı Türk Takvimi”ni getirmemiştir?

    Mustafa Kemal madem öyle; Avrupa’dan ithal hukuk yerine, neden “Türk Töresi”ni getirmemiştir?

    Mustafa Kemal madem öyle; … Halifelik sürüp çıkarılırken, Fener Patrikhanesinin İstanbul’da bırakılmasına akıl erdirmek zordur.”

    Mustafa Kemal madem öyle: Bir kisi tek basina nasil bir ülkeyi kurtarabilir? o “kahraman” kurtardi da neden o zaman düsmanlarin kültürlerini, yasam tarzlarini, alfabesini, yasalarini.. hatta dinlerini bize dayatti?

    http://www.siyasiforum.net/viewtopic.php?f=8&t=23790

  5. Barış

    Nişanyan’ın Mısır’ın geri kalmasını tümüyle Mısırlılar’a yıkması da ayrı bir acımasızlık olmuş. Oysa Mehmet Ali Paşa’nın modernist atılımlarının Batı tarafından nasıl kesildiği, Mısır’ın çukura nasıl itildiği biliniyor. Nişanyan’ın bakışıyla mesela Ukrayna’nın bugünkü durumundan da tümüyle Ukraynalılar sorumlu. Brezilya’nın 90’lardaki “durumu”ndan tümüyle Brezilyalılar’ın sorumlu olması gibi. Zaten Suudi Arabistan’ın bugünkü müreffeh durumu da Suudiler’in olağanastü yönetim becerilerinin eseri!
    Hiç de böyle değil. Ülkelerin “durumlarından” kendilerinden önce dünya kapitalizmi sorumlu. Hele Mısır, Brezilya, Türkiye gibi sistem için kritik önemde ülkeler iseler. Ama Kemalistler sisteme değil devletin başındaki adam ve karısının giyimine bakar. Kemalist olmayan Kemalistler de.

  6. Gün Zileli

    Öte yandan, devletin denetimindeki Sünni etkisinin güçlenmesi ve Hristiyan nüfusunun azalması için de elinden geleni yapmıştır.

  7. Yusuf Cemal

    Nisanyan ulus paradigmasini asamamis bir liberal. Asamamasi normal, asmak icin uluslari ortadan yaracak ve dunya capinda olacak bir baska toplumsal birlik dusuncesine ikna olmasi gerekirdi. O da liberal olarak kalmasini degil, bizim tarafa meyletmesini gerektirir.

    Adeviye meydani cozumlemesinde “Iyi de Misirlilar Misir’i iyi yonetmek icin su anda ne yapmalidirlar?” sorusu sorulunca patlayacak noktalar var. Ulusalci paradigmayla birlesmis demokratik liberalizmin buna bir cevabi yok tabi. Iki “demokrasi” dusuncesinde de desteklenecek seyler var. Boykota ragmen iktidara gelmis Mursi’yi demokrasicilikle anca bu AKPciler destekler. Askeri darbe ise “secim” lafini agzina aldi. Ama bal gibi darbe de var ortada. Olen yuzlerce insan. Demokrasinin orasini mi istersiniz, yoksa burasini mi? Oyla secilmis bir hukumet ne olursa olsun mesru hukumet midir? Yoksa boykot sebebiyle o secimler mesru degil miydi zaten? Bu problem bu sekilde cozulemez. Cunku kavramin caninizin istedigi tarafini secim “muhtesem” analizler yapabilirsiniz. Ki analiziniz dogru da olur. Nasrettin Hocanin sen de haklisin cevabini doguran sartlar iste.

    Eger ulusalciligi iki ayri parca olarak goreceksek, ki Gun Zileli iki ayri dusunus oldugunu yeterince gostermis, bunlara bir de otoriter devletin yani AKPnin milliyetciligini de katmak gerek. O zaman elde uc adet milliyetci dusunce kaliyor ki toplumun %80 civari bu minvalde dusunceler besliyor. Eh alisilmadik bir sonuc degil, sok olmayiz bu durumdan.

  8. özgürlükçü

    ilahi çakma anarşist zileli yine kendinden beklenen dikkat algısı milli ve zilli duygulara duyarlı olmasından seçtiği konu ile hizmet etmeye çalıştığı anlayışa odaklı yazı yazmaktan neden özgürleşemediğinide bir türlü anlayamadı.m.alişerin yorumundan umarım biraz öğrenir zileli için m.alişer gibilerin sitede yorum yapması özgürleşmesine olumlu etkisi olur diye umudum vardı gelişme olmadığına göre bu gibi yorumlara gereği kadar odaklanmadığı düşüncesindeyim.konuya gelince hemen her kezi eleştirdin zileli bu sevan takıntın roni gibi yaşasaydı hrant gibi takıntılara benzedi 78 liler başkanınada sallamıştın tesadüf olabilirmi bunlara ayrıntılı anlattığın ulusalcı ve batıcı kemalistlerde fena kafayı takmış olmaları tesadüf olabilirmi? bak zileli bu yorumu iyi oku sen bu isimlerden daha özgürlükçü toplumsal devrimci olmana imkan yok o çok eleştirdiğin devletçi batıcı ulusalcı kemalizme eleştirdiğin isimlerden sen daha yakınsın sevanın yanlış cumhuriyetini okuduysan neresinden okudun batıcı yada her türcü kemalist o kitabı yazabilirmi?kemalizmin devlet ideolojisi olduğunu kadim devletçi,ulusalcı,millici eski ve yeni efendilerin gerekliyse neo kemalizmi ile devletin bayrağını salladığını birlikte görmedikmi bu efendilerin hiç haz etmedikleri isimleri itibarsızlaştırma işi sana düştüyse kim devletçi millici zillici ulusalcı batıcı kemalist olabilir sen tabiki bak memnun olmalısın beş devletçi beş kıtacı efendi olma heveslileri hangi siteye yakışır senin sitene onları değil benim gibi özgürlükçü toplumsal devrimcileri sansürleyip ip ve bilumum kemalist neo kemalist millicilere siteyi açan sen değilmisin çizmelerimin anarşisti düş yakasından anarşizmin yada bookchin in dünya halk devrimleri tarihini site takipçilerine öner kıldan tüyden silivriden yazı yazabildin anarşistsen bookcin in kitabı hakkındaki görüşünü yaz hatta eleştir bizi hangi konularla meşgul etme özgürleş biraz

  9. Anonim

    90’lı yıllarda TC solunun yenildiği ve işçi sınıfı öncülüğünde bir demokratikleşmenin hayal olduğunu tesbit ettikten sonra TC’de demokrasi nasıl gelecek sorusuna kafa yormaya çalıştım ve bunun için osmanlı tarihi ile hesaplaşma çerçevesinde, ardından kurulan kemalist TC’nin ceberrutluğuna karşı ancak TC’de batılılaşmış şehirli kitleler, aleviler, kürtler ve sayısı az da olsa hıristiyan ve yahudi koalisyonunu düşündüm.
    Bu yazılarımı bulabilirsem tekrar yayınlamayı düşünüyorum. Bu çerçevede Mihri Belli ve benzeri solcuların osmanlı istila ve katliamlarının sonuncusu büyük 1915 soykırımı olan korkunçluğu tartışmadan kopya görüşlerle demokratik devrimi anti-feodal olarak niteleme tarihi olarak yanlış olduğu gibi demokrasi mücadelesinin önünde engel oldu.
    Ancak 90’lı yıllarda bu üç eğilim, yani kürtler, aleviler ve şehirli batılılaşmış tabakalar ayrı ayrı yollara gitti. Kürtler PKK gibi geri ve anti-demokratik bir hareket yani gittikce güçlendi. Üstelik bu yetmiyormuş gibi cılız Türkiye solunu da rüşvet vererek demokratik özünden ve yenilenmeden etkilenmesini önledi.
    Bu rüşvet çökmüş sol örgüt ve kadroları suni olarak sanki varmış gibi gösterme, onların PKK ve Apo yağcısı görüşlerini sol diye niteleme, TV’ye çıkarıp diktatör ve yer yer katil politikayı övdürme gibi (Bunun için Özgür Politika gazetesinde bu yağcı kişiliksizlerin yazıları görülebilinir).
    İkinci kesim aleviler ise Sivas katliamı tarihte korkunç katliamların hatırası canlı iken korkudan sindi. Nitekim katliamdan bir sene sonra Sivas katliamı protestoya ölenlerin akrabaları bile yürüyüşe katılmadı.
    Şehirli batılılaşmış tabakalar ise gerek şöven kemalist derin etkilenmeleri gerekse yükselen islamcı harekete tepkilerinden kemalizme ve askerlere sığındılar.
    1915 ve TC zulmünü yaşıyan hıristiyanlar ise umutsuzluktan yurt dışına çıkmayı seçti. Öyle ki 20. Asrın başında çoğunluğu rum olan İstanbul’da 2.000 rum, yirminci asrın başında Mardin, Hakkari, Siirt, Diyarbakır, Urfa vs.de çoğunluk değilse bile büyük bir kitle oluşturan süryaniler 2.500’e düştü. Ermeniler ise yaşadıkları şehir ve köyleri terkedip ya yurtdışına ya İstanbul’a göç etti. Katliam sonrası bile 300.000 nufüs 50.000’e düştü. Ve bu demokrasi kuracak koalisyonun oluşmaması islamcı iktidarı adım adım getirdi.
    İlk önce Erbakan, sonra AKP iktidarı Ecevit hükümetinin kemalist hırsız politikasının de etkisi ile AKP iktidara geldi. Bir kısım liberal aydın gerek islam etkisindeki sünni köylülerin kemalistler tarafından ezilmesi gerekse kemalist ideolojinin sığlığından bu AKP’yi demokrat gördü.
    Ancak laiklik olmadan demokrasi olmayacağı gerçeği TC’de iki kere doğrudur. Hadi kesilen hıristiyanlar öldü, dolayısıyla ile kıymeti harbiyesi yok. Alevi ve şehirli batılılaşmış tabakalar ne olacak? Bunlar zorla islamı hayata zorlanacak mı? Madem ki çoğunluk o halde laiklik hikaye mi?
    Bu çercede 20 yıl sonra bu koalisyon mümkün mü? Acaba gezi olayları bunun habercisi mi? Eğer öyle ise bu koalisyonun örgütlenmesi nasıl olacak ve bu koalisyonun öncüsü olacak mı? Olacaksa kim olacak?
    Evvela bu koalisyona kürtlerin ve PKK’nin öncülük yapamıyacağını söyliyeyim. Bu çerçevede kitlesel güçü 30 senedir silahlı mücadelesi bu onun öncülüğünü getirmez. O yüzden HDK ve benzeri solcu örgütlenmeler nafile denemelerdir. Siyası mevta kişi ve örgütleri suni teneffüsle yaşatmaktan başka işe yaramaz. Neden kürtler öncülük edememesinin iki sebebi var. Birisi PKK militanlığını kürt bağımsızlığı ile topladı, demokrasi kurma ile değil. Kürtlerin ayrılıp bağımsız devlet kurmalarına karşı değilim. Ancak eğer bu görüş hakimse TC’de demokrasi öncülüğü kadüktür. İkincisi kürt kitlelerin geriliğidir. Allah için biraz aklı olan bir insan Hakkari veya Şırnak köylülerinin Şişli ve Bakırköye demokrasi getireceğini düşünüyorsa en kısa zamanda Bakırköy’de ünlü bir yere konması gerekir. Daha evvel Çin’de denenen ve korkunç trajedilere sebep olan Çin kültür devrimi ve Pol Pot denemesinden farklı olmaz. PKK bizatihi TC’de en anti-demokratik örgütlenmedir. MHP’de bile çoğulculuk PKK’den daha yaygındır. Başka adaylar dövülmüş ancak öldürülmemiştir.
    Alevilerin koalisyonda önemli yer alacakları gezi olaylarının varoş ve TC illerinde yayılmasında belirleyici rolleri tartışılmaz. Ancak tarihi sebeplerden dolayı öncülük edemezler. Sivas katliamının ardından soldan kopan alevi kitleler yavaş yavaş ayrı örgütlenmeye başladı. Avrupa’da daha radikal ve kişilikli olarak ama TC’de de yaygın bir örgütlenme AKP iktidarı ile beraber daha belirginleşti. Geriye kaldı şehirli-batılı kesim. Bunlar öncülük yapabilir mi? Gezi olaylarında öncünün bu grup olduğu kesin. Ancak kemalist ve türkcü şartlanmalardan kurtulup laik demokratik bir toplum projesi yaratabilir mi yaşayan görür. Ibrahim Seven

    Gün zileli de dünyayi Kemalizm penceresinden aciklamaya basladi yani elitizm fasiszm vb negatif tüm kavramlarin temel cati kavrami sanki kemalizm , ondan bi kurtulunca herseyden kurtuluyoun, ne kemalizmmis arkadas….anektod: apo gerilla denetlemektedir, elestirdigi tüm gerillalarda kemalizmin etkilerini tespit eder. sira suriye katilimli bir gerillaya gelir. garibim bakar ki adet bu ,hemen baslar ,bendeki zaaflarin kaynagi kemalizmdir diye… apo derki kemalizm suriyeyedemi gitti yaaw…

  10. Anonim

    eskiden mesele , kimlerin anti emperyalist oldugu nu tartismakla baslar , anti kapitalizm sosyalizm komunizm anarsizm demokrasi bu noktadan sola dogru tartismalar seklinde sol yelpaze sekillenirdi. simdi anti emperyalist olmayan yurtseverler, kendini anti emperyalist sanan ulusalcilar, anti emperyalizmi ulusalcilarin alameti farikasi sayan, her türden sosyalist komunist liberter var. ne mutlu ne mutlu bize nihayet dogmatizmi astik:))))

  11. Anonim

    Nişanyan’ın Yanlış Cumhuriyet kitabındaki batıcılığını eleştiren iki güzel yorum;

    https://eksisozluk.com/entry/19572107

    https://eksisozluk.com/entry/20469914

    kitabın adı geçen bölümü;

    http://www.nisanyan.com/?s=soru-29

  12. özgürlükçü

    her şeyin en iyisini bilen hazret bunca eski yazısından buldukça yayımlamayı düşünür ona buna sallamayı cümrüni görmeden becerirde bir zahmet anonim ismine ismini yazamaz sen başkalarına sallayacağına kendi yapıp yapamadıklarına bak yıllardır efendilere hizmet edip gerçek özgürlükçü toplumsal devrimcilere saldırmak işi bu günlerde zileliyle sanamı düştü utanmaz adam mhp de bulup pkk ve kürt özgürlük hareketinde bulamadığını mokunda inci arar gibi mhp vce bilumum millici devletçi ulusalcı sistem partilerinde bulup bir türlü hizmetinle gözüne giremediğin efendilerinin gözüne girersin güneş balçıkla sıvanmaz zileli ve senin gibi anonimler saldırdıkça kitleselleşip alternatif olabilmemiz nedendir bir kendinize sorun devam edin başka türlü gelişemeyiz

  13. Anonim

    ozgurlukcu neden ikide bir isim soruyorsun polismisin sen????

  14. Anonim

    iyiki varsin ozgurlukcu negatif bir model gibisin cok faydalisin…

  15. canan telli

    durmuş saat bile bir kere doğruyu gösterir, nişanyaninki o hesap. o yönetim ya da bu yönetim hepsi aynı, sokaklarda toplanan milyonlarca insanın temel hakları olan özgürlük, eşitlik, adalet gereksinimlerini karşılamaktan çok uzak. yöneticilerin vasat olduğu ülkelerde olabilecek şeyler, buna tepeden bakmak “batıcılık” mı? bunu batıcılık olarak görmek bile batıcılığın ta kendisi değil mi? tıpkı batıcı-kemalist tanımının kendisinin de batıcı bir tanımlama olması gibi! sakın kaçmasın, eğitimli insanların da vasatlıktan kurtulamadığı görülmüştür. yani, batıcı akılla, postmodernizm sosuna da bolca bulayıp, ulusal kemalist, batıcı kemalist, dinci kemalist, milliyetçi kemalist, neo kemalist – yaratıcı olmak lazım ama ne çare – gibi tanımlamalar pişirirsiniz ancak midenize oturur. elbette bünyeniz hakikatlere alışmışsa! yoksa ideolojilerin dar gözlüğünden, okul kitaplarının yerlerde sürünen ufkundan dünyaya bakarsanız cumhuriyetle birlikte latin alfabesine geçilmesini anlayamazsanız, tarihte göktürk diye bir devlet olmadığını da! hakikati isteyen arar bulur ve sorgular. lütfen biraz akıl ve akla saygı! ha okuma listenize naomi klein’in şok doktrin kitabını da alın lütfen. mısır’da, türkiye’de olanlara bir de bu gözle bakın.

  16. Anonim

    Kemalizm, ulusalcılığı da, batıcılığı da, dinciliği de, laikçiliği de, cumhuriyetçiliği de, osmanlıcılığı da işine geldiği gibi kullanmıştır.
    Kemalizmin, M. Kemal’in putlaştırılması ve orduculuk dışında pratikte hiçbir anlamı yoktur.

  17. Anonim

    Anonim; özgürlükçüye karışma kendisi ana dili Lazca olan HDK içinde asimile olmuş Kürt milliyetçisi bir arkadaş. O üstteki yazıya veya yorumlara bakmıyor sadece ezberlediği aynı cümleleri tekrar ediyor sadece. Fikirlerini öğrenmek için tek yorumunu okuman yeterli diğerlerini ( ” “) olarak değerlendirebilirsin. Hem sen özgürlükçüye karşı yorum yazıyorsun ama bookcin in kitabını okudun mu bakalım 🙂 Haddini bil 🙂

  18. özgürlükçü

    17 anonim işinmi yok yoksa zileli özgürlükçüye cevap işini sanamı verdi?ona buna sataşacağınıza bütün anonimler kendi yaptıklarınıza bakın işlevinin ve neye hizmet ettiğini görünce çok eleştirdiklerinizin ne kadar gerisinde olup neden özgürleşemediğinizi daha iyi anlarsınız

  19. Anonim

    Yukarıdaki yorumuma şunu da eklemek istiyorum, Kemalizmin başarısı da aslında bu pragmatizminden kaynaklanıyor bence. Nazizm, Faşizm ve Marksizm, katı ideolojik yapısı nedeniyle iflas etmiştir. Aynı şey, İslam içinde geçerlidir. Türklerin de tarih boyunca diğer İslam ülkelerinden çok ileri olmasının nedeni de budur, yani bizdeki müslümanlığın, Ortodoks İslam’a ters düşen dejenere bir müslümanlık olması nedeniyle.

  20. Anonim

    kemalist milliyetçilik üzerine ilginç bir yorum;

    ulusalcılık milliyetçilik farkı

    siyaset biliminin s’sinden haberi olmayan ergenlerin ahkam kestiği.

    türkiye’ye özgün olan ulusalcılık değil milliyetçiliktir. evrensel olan ulusalcılıktır. seküler olan. milliyet, aynı dine -mümkünse de aynı mezhebe inanan- çok etnili topluluk anlamı taşır. milliyetçilik de bu “tek din tek mezhep tek millet” ilkesini savunur. örenğin, ateist milliyetçi olmadığı gibi, milliyetçilik içinde ateistlere yer de yoktur.

    ulusalcılık ise sekülerdir. örneğin ateist amerikan ulusalcısı ya da ateist fransız ulusalcısı, hıristiyan ve yahudi olanıyla birliktetidir. birbirlerini dışlamazlar.

    kemalizm, ulusalcı değil milliyetçidir. altı okun birisinin adı “ulusalcılık” değil “milliyetçilik”tir. bunu bile bilmeyenler “siyaset bilimi”, “12 eylül” diye laf geveliyorlar. kemalizm hiç bir zaman ulusalcı olmadı. başından beri milliyetçiydi, bugün de milliyetçidir:

    (bkz: hıristiyan türklerin yunanistan’a sürgün edilmesi)
    (bkz: diyanet işleri başkanlığı)
    (bkz: müslüman olmayanların azınlık sayılması)
    (bkz: aleviler’in azınlık bile sayılmaması)

    öte yandan chp de ulusalcı değil milliyetçidir. chp, kemalizm ve kemalizmin altı oku doğrultusunda milliyetçidir. ulusalcılar, chp içinde bir hizip olarak kalmışlardır.

    ingilizler’in “nationalizm” dediği ulusalcılıktır, milliyetçilik değil. “milliyetçilik” için ingilizce’de bir söz yoktur. “millet” için bile yoktur. onun için “millet system” derken “millet” sözünü arapça olarak kullanırlar.

    çünkü “millet”, islam’a özgü bir kavramdır. kemalizm de islam dinini referans alan laik görünümlü dinci bir ideoloji olduğundan ulusalcılık değil milliyetçilik üzerinden -bilinçli olarak- gitmiştir.

  21. soruYorum

    milliyetçilik ve ulusalcılık, politik egemenlikle kaim ideolojiler midir?
    ulusalcılık bu anlamda “kapitalizmin milliyetçilik biçimi” midir ve burjuva liberal “vatandaşlık” tanımına dayanır mı?

    Yorum: ilk soruya, avrupadaki NAlar (nasyo anarşistler ki onlar devlete gerek olmadan milli kültürün korunup savunulmasını savunurlar) hariç, genellikle “evet” cevabı verilebilir.
    milliyetçiler, milliyeti bir etni, ırk, dil ya da soyla (bunların çeşitli karışımları da olabilir) tanımlarlar ve diğer milliyetlere üstünlük iddasını taşırlar. bunun olması için devletin egemenliğini zorunlu görürler; bu açıdan bir ideoloji sayılmalı milliyetçilik. bu konuda Demir Küçükaydın yazılarına bakılabilir.

    islamdan geçen millet kavramı daha çok, ümmet kavramının karşılığı olarak, “aynı inanca mensupların birliğini” ifade eder ve “milliyetten” farklıdır. (köken değil anlam bakımından).

    ikinci sorudaki “ulusalcılık” daha çok pazar ve teritoryal egemen bir devletin yönettiği burjuva mülkiyete dayalı “vatandaşlık” ifadesi olarak anlaşılabilir, diye düşünüyorum.

    elbette ki tartışmaya davet, asıl amacımdır

  22. Anonim

    Türk devleti ve milliyetçiliğinin laik olmaması, İslam dininin laikliği dışlayan yapısının zorunlu sonucudur. Bunun nedeni de, Hıristiyanlığın aksine İslam dininin daha başlangıçta devletleşmesidir. Türkiye’deki sözde laiklik, yani dinin toplumsal emirlerini dışlayarak inanç ve ibadete indirgemiş modern Türk İslam’ı ise, kapitalizmin sosyo-ekonomik koşullarının İslam’ın tesettür ve haremlik-selamlık emri, içki, nikahsız ilişki ve flört yasağı gibi kurallarını uygulanamaz hale getirmesinin sonucudur.

  23. Anonim

    Mustafa Kemal, Mustafa Kemal’e karşı!

    Mustafa Kemal Batıcı mıydı Batı düşmanı mı? Liberal miydi devletçi mi? İslam dünyası ile yakınlaşmaya sıcak mı bakıyordu, soğuk mu? Yaradılış hakikatine mi inanıyordu Darwin teorisine mi?…
    Herkes kendine göre deliller bularak Mustafa Kemal’in öyle ya da böyle olduğunu ileri sürebilir. Söylediklerine, yazdıklarına ve yaptıklarına baktığımızda görüyoruz ki, Mustafa Kemal ‘parça parça’ herkese hitap ediyor, ama ‘bütün’ olarak hiç kimseye hitap etmiyor.
    Farklı durumlarda -hatta bazen aynı durumda- birbiriyle yüzde yüz çelişen tavırlar almış bir siyasetçiyi ideolog kabul edemeyiz. Pragmatizm başlı başına bir ideoloji ise, tamam. Değilse, Kemalizm de ideoloji değildir. Mustafa Kemal’in filanca tavrını, icraatını, inkılabını benimsediğinizi söyleyebilirsiniz, ama kendi kendinizle çelişmeyi göze almadan “Ben Kemalist’im” diyemezsiniz.

    Nedir Kemalizm? Zincire vurulan Halife-i Rûy-ı Zemin Hazretlerinin imdadına koşmak mı, halifeliği kaldırmak mı? “Yönümüzü çağdaş Batı’ya çevirmek” mi, Sadabat Paktı gibi teşebbüslerle Doğu’ya açılmak mı? Din ve devletin ayrılığını öngören laiklik mi, din işlerinin devlet eliyle yürütülmesi mi? Kemalizm’i laik bir ideoloji olarak görüyorsanız, Reis-i Cumhur Mustafa Kemal’in Elmalılı Hamdi Efendi’ye Kur’an tefsiri yazdırmasını ve devlete bağlı bir diyanet işleri başkanlığı kurdurmasını nasıl izah ediyorsunuz?

    Mustafa Kemal’in her hal ve hareketini örnek almaya kalkarsanız, hiçbir işin içinden çıkamazsınız. Mustafa Kemal harf inkılabı yapıp Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini koymuş, fakat kendisi bu inkılaba uymayıp Arap alfabesini kullanmakta ısrar etmişti. Mustafa Kemal radyolarda Türk müziğinin çalınmasını yasaklamış ve millete mütemadiyen Batı müziği dinletmiş, fakat kendisi Türk müziğinden hiç şaşmamıştı. Mustafa Kemal millete Frenkler gibi davranmayı telkin etmiş, fakat kendisi Polonyalı bir dostunu “Bırak şu Frenk hafifliğini” diye azarlamıştı. Ne yapacağız şimdi? ”Mustafa Kemal’in yolu”nu tesbit etmek için ‘teoriye’ mi bakacağız, “pratiğe’ mi?
    “Kemalizm, teoridir. Mustafa Kemal’in dediklerini yapalım, yaptıklarını yapmayalım” diyorsanız, şunu da açıklayın lütfen: Mustafa Kemal’in kendisi bile “Kemalist” olamamış, biz niye olalım?

    Yaygın bir kanaate göre Mustafa Kemal ne yaptıysa Anadolu topraklarını kaybetmeyelim diye yaptı; yeri geldi Batı’ya meydan okudu, yeri geldi Batı’ya taviz verdi; tavırları çelişkili de olsa aynı amaca matuftu, dolayısıyla bir tutarlılıktan söz etmek mümkün. ..
    Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, Kemalizm’in pragmatizmden başka bir şey ifade etmediği, bir ideoloji veya doktrin olmadığı, Anadolu topraklarını korumaya matuf konjonktürel manevralardan meydana geldiği, hatta konjonktüre göre manevra yapmayı ‘ilkeleştirdiği’ görülecektir.
    Öyle ise, “Mustafa Kemal’in yolu”nu takip edenler, yeri ve zamanı geldiğinde -ki çoktan gelmiştir-, “Ülkemizin selameti için Mustafa Kemal’i aşmamız lazım” diyebilmelidirler.

    Teokratik mentaliteli laiklerle karşı karşıyayız. Mustafa Kemal’i ilah gibi, ilke ve inkılaplarını da din gibi görüyorlar. “Atatürkçü olmayanlar insan değildir” diyorlar. Herkesi “Atatürkçü” yapmak için ana okulundan başlayarak mütemadiyen tebliğ(!)de bulunuyorlar. Tebliğ(!) faaliyetleri o kadar etkili oluyor ki, bazı çocuklar haşa “Bizi Atatürk yarattı” diyebiliyor (Mesela benim kızımın gittiği ana okulunda öyle bir çocukcağız var).
    Memleketin yoldan çıkmasını (!) önlemek için kanuni tedbirler almayı da ihmal etmiyorlar tabii. “Atatürk’e karşı işlenen suçlarla ilgili bir kanun maddesi Mustafa Kemal’e yönelik en basit eleştirileri veya onunla ilgili ‘menfi gibi duran’ yorumları bile suç kapsamında değerlendirebilmeye ve anti-Kemalistleri gelişigüzel ‘cezalandırabilmeye’ yarıyor. Siyasi Partiler Kanunu, bütün siyasi partilerin “Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlı” olmasını öngörüyor. Bu ilke ve inkılaplara bağlılık yemini etmeden milletvekili olunamıyor. Zaten TC Anayasası’nın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahî edilemez” maddeleri -bilimsel(!) ve aydınlanmacı(!) dogmalar- “Atatürkçülük” dışındaki bütün yolları baştan kapatıyor. Neticede ne oluyor? Teoride herkes “Atatürkçü” oluyor. Herkes her şeyi “Atatürk” referansıyla yapıyor. Liberaller “Atatürk liberaldi”, milliyetçiler “Atatürk milliyetçiydi”, sosyalistler “Atatürk sosyalistti”, Batıcılar “Atatürk Batıcıydı”, Batı düşmanları “Atatürk Batı düşmanıydı”, dindarlar “Atatürk dindardı”, dinsizler “Atatürk dinsizdi” diyorlar. Bu beni iğrendiriyor. İnsanların “Atatürk”ü referans göstermeden konuşamaz hale getirilmelerini insan haysiyetine bir kasıt olarak görüyor ve kesinlikle iğrenç buluyorum.
    Hep “teokratik” rejimlerin “despotluğundan bahseder, her fırsatta Osmanlı’ya söver ve cumhuriyetin “fikri hür, vicdanı hür nesiller” yetiştirdiğini ileri sürerler. Gelin görün ki, “teokratik” Osmanlı’da kimse Müslüman olmaya zorlanmazken, laik Kemalist sistemde “Ulu Önder”e inanmamak suç sayılıyor.

    Koca bir millet niye “Tek Adam”la iktifa etsin?

    15 ay hapis “ceza”sı almama sebep olan “Bir Cenaze Namazı” başlıklı yazım “Atatürk’e karşı işlenen suçlar”la ilgili 5816 sayılı kanuna muhalefet kapsamında değerlendirilebilir mi, değerlendirilemez mi? Bazıları bunu tartışıyor, halbuki esas mesele bu değil. Attığım taşın mahiyeti ve ürküttüğüm kurbağaya değip değmediği de esas mesele değil. Esas mesele, Mustafa Kemal’in putlaştırılmasına hizmet eden 5816 sayılı kanunun kendisi.
    Ne demek “Atatürk’e karşı işlenen suç”? Olur mu öyle şey? Olursa, “Osmangazi’ye karşı işlenen suç”, “Fatih Sultan Mehmet’e karşı işlenen suç”, “Abdülhamit Han’a karşı işlenen suç” da olur, olmalı.
    “Biz sadece cumhuriyetin kurucusunu tanırız, cumhuriyetten öncesini de bilmeyiz” deyip geçemez kimse!

    Kara Kuvvetlerinin 2000 küsur yaşında olduğu kabul ediliyor… Jandarma ve Polis Teşkilatı’nın Osmanlı’dan miras kaldığı ifade ediliyor… Osmanlı devletinin kuruluşu ve İstanbul’un fethi Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından kutlanıyor… Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş spor kulüpleri Osmanlı İmparatorluğundan yadigar… Cumhuriyetle Osmanlı arasındaki bağları inkâr etmek ne mümkün? Osmanlı kurumlarına sahip çıkarken Osmanlı’yı yok saymak ne mümkün?
    insaf ehli, Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarını da yok sayamaz. Mustafa Kemal’i Şevket Süreyya Aydemir’in tabiriyle “Tek Adam” kabul etmek; Fevzi Çakmak’ı, Kazım Karabekir’i, Rauf Orbay’ı görmezden gelmek; zafer yıldönümlerinde sadece ve sadece Mustafa Kemal’i yâd etmek insafla bağdaşmaz.
    Koca bir millet niye “Tek Adam”la iktifa etsin? Yoksa teokratik mentaliteli laik zevat, Mustafa Kemal’in yanına başka birilerini de koymayı ‘şirk’ mi kabul ediyor?

    Hakan Albayrak – Kemalizm Terakkiye Manidir

  24. Anonim

    Kemalistlerin, “Beyaz Türklerin” Telaşı!

    Çoğu devşirme olan beyaz Türkler, açlığın, sefaletin diz boyu olduğu bu coğrafya’da hep kaymağı yiyen tabaka oldular. Seçimleri bir formalite olarak gören beyaz Türkler, “laik’, Atatürkçü’ yani ayrıcalıklı kesimin uygun görmediği her seçim sonucunda “cahil halktan’ şikâyetçi oldular.

    Bunun en son örneği, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) genel başkanı TanselÇölaşan’ın referandum sonuçlarına dair değerlendirmesiydi.Çölaşan, “Evet’ oyu verenleri ihanetle suçlarken, “cahil’ halkın varlığından/yaşıyor olmasından rahatsızlığını dışa vurma gereği duyuyordu…

    Demokratlığı,çağdaşlığı giyim kuşam (biçimsel) ile sınırlı bir yaşam tarzı olarak gören beyaz Türkler; soykırımları, katliamları, işkenceleri, yargısız infazları olağan şeyler olarak görecek kadar saltanat düşkünü/gerici ve insanlık düşmanıdırlar.

    İttihat-Terraki’nin iktidarıyla birlikte bu coğrafyada söz sahibi olan beyaz Türkler, egemen oldukları toprakları yerli halklar için büyük bir hapishaneyeçevirdiler adeta.

    Egemenlikleri sorgulandıkça alanları daralan beyaz Türkler, yavaş yavaş halktan kaçmaya ve kendilerine küçük “devletçikler’ kurmaya başladılar. Bu küçük “devletçiklerden’ biri de, Antalya’da (bir sitede)kurulmuş durumda.

    Antalya Lara’da bulunan sitenin (devletçiğin) girişine asılan tabelada, “Atatürkçü, laik demoktatik insanların yaşadığı bir site” diye yazılmış.

    Buçağ dışı zihniyet miadını doldurmuştur ve hüküm sürdüğü alanlar her gün biraz daha daralacak, kısa süre zarfında da tarihinçöplüğündeki yerini alacaktır. Türkiye’de yaşanan kargaşayı, hesaplaşmayı ve bunun Kürdistan’a yansımalarını bir de bu açıdan değerlendirebilirsek, halktan yana bir tutum almak daha kolay olacaktır; tabi ki halktan yana olmak gibi bir kaygımız varsa!

    Nasname/Haber Yorum

    http://www.nasname.com/a/kemalistlerin–beyaz-turklerin-telasi

  25. Anonim

    Atsızcıların bu konudaki tartışmaları

    Bu konu da anlamamız gereken önemli bazı toplumsal meseleler vardır.
    Türk toplumunun yeni yetişen gençleri iki ayrı kutuba doğru hızla sürüklenmektedir. Bir taraf maerika ve avrupa tarzı bir hata ve dünya görüşü benimserken diğer kesim ise tamamıyla özellikle de akp eliyle hızlıca arapçı bir yapıya doğru gitmektedir. Bu gidiş orta da Türklüğü bırakmayacaktır. Bedenen Türkler olacaktır ama Türklük gittikçe bitecektir, eğer bu gidişin önü kesilmezse.

    Kapitalist dünyanın dayattığı küreselleşme kendi kültürünü,kendi müziğini yaratırken her yerde popüler kültürün taşıyıcılığını yapacak kişiler üretiyor.Adı geçen yahudide,bütün pop-rock-rap ve bilumum Türk kültürü dışında ki şarkıcılarda bu küresel kültürün parçaları.
    Bu küresel bombardımandan öyle kolay kolay kurtulmak mümkün değil.Sosyo-kültürel olaylara sadece genetik gözlerle bakılmaz.Sosyoloji bilimi ve onun ışığında güncel toplum sosyolojisi irdelenmeden bu tip konularda genel manada ahkam kesmek abesle iştigal olur.
    Milli şuuru baltalanan bir toplumun fertleri türbanlı,başörtülü,küpeli,mini etekli,eşarplı ne olursa olsun millilikle örtünmeden bu popüler kültür dayatmalarından kaçamaz.

    Öncelikle böyle güzel bir konuya değindiğin için varol Türk Çerisi.
    Bu İzmirde yaşayanlar için birileri laf söledimi hemen o kişiye ”dinci,yobaz” etiketleri vuruluyor. Kendimi bildim bileli İzmirde yaşıyorum ve burdan nefret ediyorum. Şu türbanlı dediğiniz kişiler burda her gece bir erkekle sokak ortasında yapmadıklarını bırakmıyorlar. Bari o işi yaparken çıkar kafandakini de inanalım sana şerefsiz soysuz insan. Sadece türbanlılar değil tabi bunu yapanlar. Bu can bonomoya tapanlarda dahil olmak üzere bir çoğu aynı. Kendini ben Atatürkçüyüm ben kemalistim diye adlandıran çoğu genç kız. He şimdi ben sokakta sevişmeyi can bonomoya tapmayı eleştirdim diye yobaz gerici dinci ümmetçi olacaksam hepsini kabul ediyorum hatta en büyüğü benim bunların.

    İzmir’e belli bir nefretim yoktur, amma velakin, İzmir’de oturanların zaman zaman oldukça cahilce hareket edip, oldukça cahilce laflar ettiğini de duydum. Üstüne üstlük İzmirlilerde bazı şeyleri kendilerine atfetmek gibi kötü alışkanlıklar vardır….
    Genellikle bana solcu olduğunu söyleyip, k*rtlere etmediği lafı bırakmayan, sonra da çıkıp bana lazlarla çerkezleri savunanlar…
    Sahiden ilginç kimseler var İzmir’de… Kozmopolitleşmiş bir şehrin, kozmopolitan halkı olarak, kendilerine hangi sistem en çok uyuyor, kendilerini hangi sistem rahatsız etmiyorsa, o sisteme yönelen bir yapı var İzmir’de.

    Amma velakin sonuçta İzmir’dir. Bizim toprağımızdır. Yaşayan çoğu kimse de Türk kanlıdır. Atamazsın ya? O kimseleri de bu cahil yaşamlarından kurtarmak bize düşmektedir. Ben İzmir’de büyük bir potansiyel görmekteyim, ne yazık ki bu potansiyel beynelminelci düşüncelerle zehirleniyor, kozmopolitan düşünce ile de ahlak çökertiliyor.

    Kandaşlar, İzmir için yaptığımız eleştirilerin hepsine, bütün büyük şehirler dahildir. Burada İzmir’e dikkati yöneltmek yanlış bilgilendirme olur. Atsız der ya; midesi için yaşayan hayvan, ülküsü için yaşayan insan olur diye. Büyük şehirlerimizde hayat o kadar zor hal almıştır ki özellikle İstanbul’da, millet karnının doymasından başka bir şeyi düşünemez olmuştur. O dediğimiz kızların alası İstanbul’da var. Hatta İstanbul’daki özgürlük, İzmir’dekiyle kıyaslanamayacak şekilde.

    Toplumcu yozlaşmış etkenlerin heryeri nasılda etkilediğinin bir yansımasıdır bu can bonomo olayı !.. Bu tür olaylar her an yaşanmakta ve içimize bir virüs gibi yerleşmektedir. Bunu izlerken illerimize farklı gözle yaklaşamayız. Bu gerçekten yanıltıcı ve yanlış bir ifade olacaktır. Bizler yazı ve izleti paylaşımlarıyla okuyuculara bunları doğru yansıtmalıyken yanlış tutumla tam tersi bir etki yapabiliriz. Bazı kandaşlar Türkçülüğü iyi irdelemeliler.

    Alıntı sahibi: BugaY üzerinde 02 Nisan 2012, 17:35:24
    Alıntı sahibi: münzevi üzerinde 02 Nisan 2012, 14:41:04
    Ayrıca yorumları tamamiyle okudumda bazı kandaşlarımızın laflarına çok alınanlar olmuş nedir bu oturduğunuz yeri savunma çabası ? Fanatik falanmısınız arkadaşım ? Şehri siz yarattınız heralde ?
    Kızları bukadar eleştirdikte o kızlarla sokak ortasında sevişen Türk(!) erkekleri de ortaya çıkıyor heralde yavaş yavaş.
    Şunu karşımda söylesen çıktığın yere geri postalardım seni, yöneticiler bu iletiyi görmediler mi veya gözünüzden mi kaçtı?
    Şimdi işin özüne gelelim yıllardır, Akp ve gerici yobaz insanlar İzmir’e karşı büyük oyunlar oynuyor neymiş kızları Atatürkçüyüm diye gezinen ancak her türlü pisliği yapan kişilermiş! Yok öyle bir şey.
    Akp’nin ekmeğine yağ sürmeyin gerçek dışı şeyleri gerçekmiş gibi göstermeyin, kendi memleketiniz ile nasıl gurur duyuyor laf ettirmiyorsanız başka illere’de laf etmeyin.
    Ergenliğe yeni girmiş düşünceleri daha şekillenmemiş bir çoğu 18 yaşını doldurmamış onlarca kız Can Bonomo’nun hayranıymış o bir yere gittiği zaman bir tek İzmir’den mi hayran toplayacak sanıyorsunuz nereye giderse gitsin yüzlerce hayranı çıkacaktır, belki bir imza isteyen, konuşmak, tanışmak isteyen bu kızların suçu değil, dayatılan kültürün suçudur özünde hepimizin suçudur.

    Sen çıktığın yere kendi başına geri dön istiyosan hatalı olmuş senin çıkışın. Ne varmış yazdığımda dokundu galiba sana ? Hala bana İzmir koruması yapıyorsun. Ben İzmirin kötülüğünden bahsetmiyorum. Burda yaşayan insanlardan bahsediyorum aldımı beynin? Batı illerimizden yani. ”tunçyürekli”nin dediği gibi İstanbulda da durum aynı. Dayatılan kültürün suçu diyip duruyorsun. Bu putperest kızların haricinde bir okadarda şerefiyle yaşıyan kız yok mu? Pek tabi var. Onlar niye yemiyor dayatılan bu kültürü. Ayrıca hep ergenliğe yeni girmiş 18 yaşındaki kızlara takılıp durdun ben daha genel konuştum. Ben burda kimseye taraflı yorum yapmıyorum hele hele akp nin ekmeğine yağda sürmüyorum. Şimdi ben burda çıkıp başka bir ildeki olumsuzlukları dile getirsem atıyorum Konyadaki toplumdan bahsetsem Konyalı biri de çıkıp banamı sövsün bumu sizin ”memleketimize sahip çıkalım” anlayışınız. Varolun kandaşlar.

    Bakın konu nerden nereye geldi.Konu Benim o ilk yazdığım iletideki ”İzmir” ve ”Başörtüsü” kelimesi üzerinden gitmeye başladı. Oysa aynı olay muhafazakarlığı ile öne çıkan Konya’da olsaydı bu kez de Konya’nın bu yönüne atıfta bulunarak eleştiri yapacaktım. Aslında eleştirdiğim nokta o kişiye hayran olan cahil kız kitlesi değil. Birçok erkek de yine abuk subuk sanatçılara hayrandır. Benim Burada değinmek istediğim ve tartışmamız gereken nokta, Türkiye’de yeni yetişen neslin bir kısmı cemaatlerin eliyle araplaştırılken diğer kesimin de tamamıyla batılılaşmasıdır. İşte bu iki kutupta bize terstir. Eleştirirken bir tarafa ne kadar yükleniyorsak diğer tarafı da unutmayalım. Bir taraf araplaşıyor diye onlara ateş püskürürken diğer tarafı unutmayalım veya diğeri batılılaşıyorsa araplaşanları unutmayalım. Sonuçta iki tarafta bizden uzaklaşıyor ve bize ters olan noktalara sürükleniyor. Aslında Bu konuyu en iyi anlayanlardan birisi Bugaydır ama o da İzmir ve Başörtüsü kelimelerine takıldı ve konu bu hale geldi.

    Biz birleşme de ne kadar zorlanıyorsak, ayrışmada da o kadar hünerliyiz. Bu konubaşlığı ya da diğer konu başlıkları altında yapılan din, mezhep tartışmalarından artık fenalık geldi. Yahu siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? Ülkemiz elden gidiyor, Türklük, Atatürk anayasadan çıkarılıyor, bizler hala türban, din, mezhep tartışıyoruz burada. Burada tekrar söylüyorum. Ruhu Türk olan, Kanı Türk olan, mezhebi Türkçülük olan herkes kabulümüzdür. Bu müslümanda olur, Tengricide olur, alevide olur, sünni de olur hatta dinsiz de olur. Bundan böyle, Türkçülüğün şartlarını herhangi bir dine ya da mezhebe bağlayanı direk atacağım otağdan haberiniz olsun. Bu otağda artık başörtüsü, türban, dinsizlik, dincilik duymak istemiyorum. Bizim tek amacımız olmalı . Oda Türkçülüğü yaymak ve yüceltmek. Konu kilitlenmiştir.

    http://www.turkcuturanci.com/turkcu/turkcu'nun-gunceli/can-bonomo-icin-cildiranlar/

  26. Anonim

    https://eksisozluk.com/entry/18111744

  27. Anonim

    https://eksisozluk.com/entry/36874756

  28. Anonim

    (Atsızcıların tartışmalarından)

    Bu ülkede yemek, içmek ve eğlenmek daha önemlidir. Yeni yeni kıyafetler giymek, acayip saç modelleri ile dolaşıp her yerlerine takılar takıp yabancı sembollü dövmeler yaptırmak, müziğin kanalizasyonu sayılabilecek seslere dans etmektir yaşam. Kim takar Türklüğü. Bu saydıklarımı eğer yapabiliyorsan huzurlusundur. Bir kürde veya başka bir ırka ait olan bir insana sataşmak, ayrımı yapmak huzur bozar, ne gerek var huzurun bozulmasına? Sen ye-iç yat eğlen.

    Hayat, para biriktirip ev almaktır, araba almaktır. Eğer evin varsa bankadan para çekip ikincisini almaktır. Tatile gitmektir. Boş zamanda sinemaya gidip holywod mudur ne zıkımdır filmleri izlemektir. AVM lere gidip gezmek tozmaktır. Çeşit renkte ojeleri el ve ayak tırnaklarına sürüp, dekolte kıyafetlerle gezmek, erkek arkadaşlarla kafe denilen yerlere gidip ”bana bir kola ve pizza” getirin demektir.Abuk subuk şarkı söyleyen şarkıcıların konserlerine gidip kafa sallamaktır; huuuu diye toplu halde bağırıp biraları içmektir. Akşam evde tv dizilerini izleyip, kim kimi boynuzluyor, aile içinde kim kimle kırıştıryor, bilmem kimin suçu nedirlere bakmaktır. Gazeteler alıp, hangi mankenin hangi ünlü ile kırıştırdığını okumaktır. Hangi ünlü bilmem ne bardan çıkarken ne demiştirleri merak etmektir.

    Bana dokunmayan yılan bin yaşasın kafasıdır. Hümanizm felsefesidir hayat. Avrupalı olmaktır hayat. Arap olmaktır; her müslümanı kardeş görmektir. Bir toplum ne kadar da kötü olsa, yine de müslüman deyip dua etmektir. Acı çeken araplar için ağlamak, yırtınmaktır. Türklüğe karşı olan din uzmanlarına taparcasına bağlanmaktır. Türban için var gücüyle mücadele etmek; türbanı her şeyden önemli görmektir.

    Hülasası hayat Türk adını barındıran her şeyden uzak durmaktır. Onun ters istikametine doğru yol almaktır.

    Bu çerçevedeki bir hayat da Türkçülük fikirlerini almak demek huzursuzluk demektir. Mutsuzluk demektir. Stres demektir.

    Kim takar Türkçülüğü?

    Kimse Türkçülüğü takmaz; neden denirse toplumda büyük bir kimlik sorunu var. Adam kendini Türk saymak istiyor buna karşın tipi bozulmuş, ayna başına geçtiğinde tarih kitaplarındaki Türk’e benzetemiyor kendisini. Tipi geçtik çocukluğundan bu yana ipsiz sapsız bir kültürle büyütülmüş; Türklüğü kirli sakal bırakıp sokaktakilere racon kesmek ve hristiyan şövalyesine sille tokat çekmek sanıyor. Araştırması da youtube girip ”dombra” videosunu seyretmekten öte gidemiyor; oradaki moğol atlılarını da Türk sanıyor zavallı. Ondan sonra kafası karışıyor, koyver gitsin diyor; ya rakı-balığa ya yeşil yola. ”Benim anne tarafım yunanlı diyor; neden diyorum Selanikten göçmüşler diyor. Tek gerekçesi bu. O zaman Atatürk te mi yunan dı diyorum mal gibi şaşırıp kalıyor. Ötekisi ısrarla soyun babadan geçtiğini savunuyor, bir diğeri soy sop önemli değil oturmasını kalkmasını bilsin yeter diyor.
    Köylerde, kitaplarda yazan Türklere denk geliniyor, buna karşın büyük kentlerde melezlik çok fazla, sokağa çıktığınızda kimseyi kimseye benzetemiyorsunuz; kimi sapsarı, kimi kapkara, kimi uzun kafa kimi balon. Böyle bir ortamda iç asya kökenli bir Türkçülük yapamazsınız; yapacağınız Türkçülük te ”nüfus kağıdı” Türkçülüğünden öte gitmez. Bu nedenle Türkçü düşünceyi topluma yaymak yerine, Türkçü düşüncenin kendi soyunu ve yaşamını oluşturacak bir toplumsal yapı oluşumuna gidilmelidir. Türkçülük komünizm ya da islamiyet değildir ki karnını ya da ruhunu doyurmak isteyen herkes bir gecede bize katılıversin.

    Bizler ”Kan” diyoruz, ”Kültür” diyoruz; ötekiler, ”inan yeter” diyor…

    Kapitalist felsefe hümanizmle beraber. 80 darbesinde böyle bir Türkiye tasarlanıyordu ve amaçlarına ulaştılar. Coca-Cola’nın Türkiye’ye geldiği ilk gün çorap söküğü gibi devamı geleceği belliydi zaten. AVMler ve fastfoodlar Türk kültürünü çok yozlaştırıyor.

    Akpye muhalif olan kesimin büyük bir çoğu zaten Atatürkçü maskesini takmış solcular, bildikleri tek şey laiklik,anti-amerikancılık. Hiç Türklüğü ön plana çıkarıp da konuşan, muhalefet eden yok

    Kandaşım, bu bizim üzerimizde oynanan en büyük oyundur. Bizi milli gayeden mahrum bırakıp, bireyselcilik adı altında, benmerkezciliğe mahkum eden bu oyun, devam ederse, bizim sonumuz olacaktır. Aynı Amerikalılar gibi, akılsız, dünyadan bir haber, işi gücü para olan bir millet olma yolunda ilerliyoruz. Milli gayeyi geçtim, hiç bir gayemiz yok. Umurumuzda değil ki ileri nesiller, torunlarımızın rızkını gidip satıyoruz, bir gıdım para için.

    http://www.turkcuturanci.com/turkcu/turkcu-savascilardan-makaleler/bu-hayatta-turkluk-kimin-umrunda/

    Konu: 29 Ekim ve 19 Mayıs Dekolte Kadınlar Gösterisidir!!(Ali İlbey denen dallama)

    Yanlış bir adam doğru bir şeyi yanlış bir şekilde söylemiş. Hiçbirimiz Şimdiye kadar milli bayramlarımızin milletimize ve askerliğimıze layık bir biçimde kutlandığını söyleyemeyiz. Ama telafisi yeniden Türk gibi davranmaktadir. Bunları temelden sarsıp yok etmekte değil. Türk ahlakının tesisi bu gibi adamları da susturmağa kafi gelecektir.

    Bu adamı tanımam ilk kez ismini burda duydum yalnız burda yazdığı bazı kısımlarda haklı bence. 29 Ekim ve 19 Mayıs törenlerindeki giyim kuşam konusunda sonuna kadar hak veriyorum aynı düşündüklerimi yazmış bir kısımda.

    http://www.turkcuturanci.com/turkcu/turkcu'nun-gunceli/29-ekim-ve-19-mayis-dekolte-kadinlar-gosterisidir!!(ali-ilbey-denen-dallama)/

  29. Anonim

    http://eksisozluk.com/entry/16517852

  30. Anonim

    Laikçi muhafazakarlık “kadınlar plaj”ında…
    Oral ÇALIŞLAR

    Antalya’da “Kadınlar Plajı”na gösterilen tepki, laik kesimin giderek kurtulduğunu düşündüğümüz bir anlayış kodunu yeniden hortlatıyor: “Kadınlar örtünmesinler, eğer örtünürlerse de evlerine kapansınlar.”

    Kadınlar denize girsinler mi, plajlardan yararlansınlar mı? Sorulması gereksiz gibi görünen bu soru birden ciddiyet kazandı.

    Zira plajlar kenti Antalya’dan garip bir ses yükseliyor… “Kadınlar erkeklerle plaja giriyorlar ya, kadın plajı nereden çıktı…” diyenler var. Neden? diye sorarsanız cevap hazır: “Cinsiyet ayrımcılığı istemiyoruz…”

    Cinsiyet ayrımcılığı gerçekten pek köklü bir derdimiz. Bunu bize öğreten, farkındalık yaratmayı başaran kadınlar, cinsiyet ayrımcılığıyla mücadelenin bu olmadığını da pek güzel kavrattılar.

    Çok az sayıda kadınlara mahsus plaj var. Bir yenisi de Antalya’da açıldı. Bütün çalışanların da kadın olduğu bu plajdan, kadınlar ücretsiz olarak yararlanıyorlar. Plajın açılması, “karşı tepki”yi de beraberinde getirdi. “Kadınlar Plajı” uygulaması, 24 Ağustos Pazar günü, Antalya Halkevi üyesi kadınlar ve Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Kolektifleri tarafından düzenlenecek piknikte protesto edilecek. Sarısu’daki piknik alanında toplanacak eylemciler, kadınlı-erkekli denize girecek.

    Kadınlar plajına gerek olmadığını vurgulayan Antalya Halkevi Başkanı Ayten Ceyhan, nedenlerini şöyle sıralıyor: “Antalya dünya kenti ve dünyanın dört bir yanından insanlar gelip denize girip çıkabiliyor. Kimse birbirinden rahatsız değildi. Buna neden ihtiyaç duyuldu, anlam verebilmiş değiliz.”

    Bu tepkiyi gösteren ve kadınlara bir plaj açılmasını istemeyenlerin, “kadınları düşünerek” böyle yaklaştıkları tezi, ne kadar inandırıcı olabilir? Biliyoruz ki, Türkiye’deki kadınların önemli bir bölümü, en azından başörtüsü takarak örtünüyor. Bu kadınlar, başka erkekler önünde soyunmak, onlarla birlikte denize girmek istemiyor. Hatta örtünmeyen kadınların bazıları da, erkeklerden uzakta denize girmeyi tercih edebiliyor.

    Bu kadınların, kendi tercih ettikleri koşullarda denize girmeye hakları olmayacak mı? Bu soruyu hep birlikte cevaplayalım. Pek çok kadın, bu sebepten plaja giremiyorsa, bir çözüm üretmek gerekiyor. Herhalde ayrı plaj isteyenleri evlerine kovalayacak değiliz.

    ÖRTÜLÜ KADININ DRAMI

    Lacivert Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Meryem İlayda Atlas, Kurtköy’de kendi yaşamakta olduğu, örtülü kadınların havuz deneyimini şöyle anlatıyor: “Son iki senedir Kurtköy’de yaşıyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi buraya tam olimpik bir havuz yapmış. Havuzun üyelik ücreti 15 TL. Bu ücret karşılığında iki ay boyunca haftada iki saat havuzu kullanabiliyorsunuz. Tesis gıcır gıcır, havuz şahane…Hizmet götürdük, peki ya ilgi nasıl. Bir sene boyunca düzenli devam ettiğim havuzun sabah 8.30 seansında ortalama 45-50 kadın oluyor. Gençler o saatte okulda oldukları için çoğu ortayaş üstü…Katılımcılar bir hayli istekliler, hem doktorlar belli bir yaştan sonra bel ve boyun fıtıklarına yüzme veriyor, herkes halinden memnun.”

    Peki kadınlar yazın denize girmek istemez mi? İşte bu soruya da cevap arıyor Atlas: “Yine aynı sorun, nerede yüzeceksiniz? Bir yanda dindar kadının yüzme talebini beş yıldızlı otel adı altında fahiş fiyatlarla ve çok kötü hizmetlerle karşılamaya çalışan tesisler, diğer yanda taşlık, kayalık, dalgalı en kötü deniz kenarlarında yer bulabilmiş kadın plajları(…)Daha da kötüsü sahil şeridinin çok küçük bir kısmı kadınlara ayrılmıştır. Kocaman karma plaj bir yanda, kum tanesi başına sekiz çocuk düşen küçücük kumsal bir yanda…Her durumda erkeklerin havuzları, tesisleri, daha geniş ve daha ferahtır. (…)her ortamda-camilerde olduğu gibi-kadınların harekat alanları çok küçük bir mekanla sınırlandırılmıştır.”

    Meryem İlayda Atlas, muhafazakar kadınlar adına şu soruyu soruyor: “Peki ne yapalım, yüzmeyelim mi? (…) Türkiye’de kamusal alan, homojen ve seküler değerlerle belirleniyor, sosyolojiye göre değil(…) bu insanlar kamusal alanı evleri gibi görüyorlar. Kamusal alanda her yer açma talebine, ‘hanelerine taciz edilmiş’ gibi ağlamaklı oluyorlar, çare yok(…) Böyle bir plaj yapıldığında kapısına gelip utanç duvarı diye bağırıp, yazan, çizen meslektaşlarımın sesi de biraz çok çıkıyor olabilir…”

    LAİKÇİ YASAKÇILIK

    Antalya’da “Kadınlar Plajı”na gösterilen tepki, laik kesimin giderek kurtulduğunu düşündüğümüz bir anlayış kodunu yeniden hortlatıyor: “Kadınlar örtünmesinler, eğer örtünürlerse de, evlerine kapansınlar.” Tabii şunu da ekleyelim: Milyonlarca kadının eve kapanmasını, kamusal alandan silinip gitmesini doğru bulsaydık, parlamentoya örtülü kadın giremez ısrarından vazgeçilmezdi.

    Bunun “kadınların özgürlüğü” adına yapıldığı klişesi devam edip giderdi.

    Bu yasakçı düşünce sistematiği; empati duygusundan yoksun bir anlayış olarak, zaman zaman karşımıza çıkabiliyor. Bu zihniyete bağlı kadınlarla erkeklerin, bir iki kuşak öncesinde, anneleri de, denize, “Kadınlar Plajı”ndan giriyordu.

    Şunu iyi biliyoruz: örtünen kadın; hem yasakçı laikçilikten, hem de İslam dünyasının erkek egemen yapısından acı çekiyor.

    Sokağa çıkmak, denize girmek isteyen kadın, bu ülkenin kadını. Onların önünü keserek, hangi toplumsal dönüşüme katkı sağlayabilirsiniz…

    Kaç göç günlerine geri dönüş travması, toplumun bir kesimini dramatik bir şekilde, sürekli şikayetçi olduğu yasakçılığa sürüklüyor.

    http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral_calislar/laikci_muhafazakarlik_kadinlar_plajinda-1208482

  31. Anonim

    Kandil Dağından Bile Görünen Marjinallik…

    Türkiye gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, bugünkü yazısında farklı yaşam tarzına sahip insanların tercihlerine engel olmaya çalışan laik-faşist bir zihniyeti kaleme aldı.

    Oğur yazısında laiklerin öfkelerine teslim olup kendilerini hızla marjinalleştirdiklerine dikkat çekti.

    Laiklerin siyasetten, toplumdan, iktidardan vazgeçip, hayal dünyalarına doğru çekildiğini yazan Yıldıray Oğur, “sağlıklı düşünmeden demokrasiden uzaklaşıyor, jakobenleşiyor ve Kemalistleşiyorlar” şeklinde ifade etti.

    İşte Yıldıray Oğur’un laiklerin içine düştüğü politik intihar girişimini kaleme aldığı o yazısı:

    Kandil Dağından Bile Görünen Marjinallik…
    Yıldıray Oğur-Türkiye

    Antalya’nın denize girilen kilometrelerce sahili, plajı var. Dünyanın her yerinden milyonlarca insan her yaz bu güzel sahiller için şehre geliyorlar. Ama bu sahilleri Antalya’nın dindar kadınları rahatlıkla kullanamıyor. Kuytuda köşede bir plaj bulup, haşemanın içine girmeye cesaret edebilenler dışında…

    Antalya Belediyesi, kilometrelerce sahili olan şehre bir kadınlar plajı açtı. Sarısu’daki plajın haberi duyulur duyulmaz tuhaf tepkiler de yükselmeye başladı.

    Ve dün Antalya Halkevi üyesi -CHP’nin Halkevlerinin Dev-Yol’un şanlı yolunda yürüyen versiyonları bunlar- kadınlı erkekli bir grup dün plajı, basıp denize girerek protesto gösterisi düzenledi.

    Protestoyu Hürriyet’in internet sitesi destek veren bir üslupla haberleştirdi, CHP’li Aylin Nazlıaka da bir soru önergesi verip, “kadın özgürlüğü” klişeleri ve fırlatılmaya hazır topuklu ayakkabılarla Antalyalı birkaç yüz kadının deniz keyfinin karşısına dikildi.

    Kadınların sıcaklarda nefes alabilecekleri plajı basarak ‘özgürleştiren’ bu atanamayan Napolyonların okudukları bildirinin bir yerinde şöyle deniyor: “Biz böyle bir yaşam şeklini reddediyoruz.”

    Aynen böyle. Yaşam tarzımıza müdahaleye hayır derken yaşam şeklini reddeden, reddetmekle kalmayıp onun yaşanmasına engel olmaya çalışan laik bir faşizm bu. Ama boyunun posunun farkında olmayan, zararsız bir faşizm. Birlikte yaşadıkları milyonlarca insanın yaşam tarzını reddeden Güliver hikâyelerinden çıkma devrimciler bunlar…

    Bu marjinallikleriyle bu kadar küstah olabildiklerine göre Allah korusun bir kaza eseri olacak devrimlerinde plajlardan haşemalı kadınları toplayıp Aşkale’ye sürgüne gönderirler herhalde.

    “Marjinal” kelimesini okuyunca herkesin aklına bugünlerde aynı şey geliyordur. Twitter’da kapak denen şeyin tanımının yanına “tarihteki en iyi örneklerinden biri” diye yazılacak o açıklama.

    30 yıldır dağlarda yaşayan silahlı bir örgütün lideri çıktı ve İstanbul’un kalbinde yaşayan, akademisyen, gazeteci, bildiri imzalayıcı aydın, arkasında İsrail konsolosunun, İngiliz teknisyenlerin cesetleri hayatta kalmak dışında bir başarısı olmayan devrimci abi, sanatçı, reklamcı, hipster beyaz Türklere “bunlar marjinal, aman bunlardan uzak durun” deyiverdi.

    Ve haklıydı da…

    Hem de bunu tam da Cihangir Camper’dan sarı mekap siparişleri verilmişken, birer Gertrude Bell adanmışlığında PKK’dan bir Norveç Sosyal Demokrat Parti çıkarıldı çıkarılacakken yaptı…

    Aslında Kandil Dağlarından bu “marjinalleşmenin” görünmesi tuhaf değil.

    Çünkü Orta Doğu’da bir dönem sona eriyor. Sallanan eski otoriter laik rejimlerin birinci sınıf laik vatandaşları ayrıcalıklarını, himayelerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyalar.

    Hayat tarzlarının güvencesi olan otoriter rejimler, ordular geriye çekildikçe, İslam toplumları içinde hamisiz kalmakta, haklı olarak korkmakta ama buna çare bulmak için siyaseti, konuşmayı, diyaloğu, melezleşmeyi denemektense kendilerine yeni hamiler aramaya çalışmaktalar.

    Kendi toplumlarıyla aralarındaki mesafeyi açma pahasına, 19. Yüzyılın sonunda Batılı büyük güçlerin himayeliğine oynayan Osmanlı’daki azınlıklar gibi Orta Doğu’dan Batı’ya imdat çığlıkları gönderip kendilerine sığınacakları hamiler aramak şimdilik onlara daha iyi bir yol gibi görünüyor.

    IŞİD’i protetso için üzerinde “Allah’tan başka ilah yoktur” yazan (maalesef) IŞİD bayrağı üzerine soyunup, çıplak vücuduna IŞİD yazıp fotoğraflarını Facebook’a yükleyen Mısırlı feminist kadının yaptığı da o. Herhalde o fotoğrafı Facebook’ta propaganda için IŞİD hesapları da sevinçle like’lıyordur.

    Laiklerin kendi kendilerini marjinalleştirme, siyasi hayatın dışına atma halleri, bir tür politik intihar girişimi aslında. Hayallerindeki ve her türlü tartışmaya kapalı tek hakikat olarak gördükleri, tarihin ilerlemeci çizgisinin gittiği mutlak yer olduğunu düşündükleri Batılı toplum ve siyaset biçimi burada gerçeğe dönüşmedikçe öfkeleniyor, yaşam tarzları ve siyasetleriyle var olan dindar halk kitlelerine karşı hırçınlaşıyor, onlarla mesafeyi açtıkça jakobenleşiyor, Kemalistleşiyor, demokratlıktan uzaklaşıyorlar.

    Bunu en veciz ifadesini yıllarca Beyaz Türklere karşı huruç operasyonlarının süvarilerinden bir yazarın son Türkiye analizinden okuyalım:

    “Tayyip Erdoğan sahneye geldiğinde bu ortam hazırlanmıştı. Özal Türkiye’siyle başlayan bir hadsizlik; ‘A ne var, ben de konuşamaz mıyım, benim de fikrim var’ durumu. Bu hadsizlik öncesinde, kültürel sınıf farkına hürmet ediliyormuş. Sonra bütün o kültürel sınıf farkı yıkıldı ve…”

    Hadsizlik zannettiği şeyin çoğullaşma, demokratikleşme, normalleşme olduğunun farkında bile değil.

    Bu içe kapanma, jakobenleşmenin tek bir sonucu var; Çocuksu politik ütopyalarını bir uçan balon gibi göklere uçurma konforuna ulaşıp, hakiki siyasetten kopma, gerçekle kavganın dozunu artırma…

    Aynı yazarın tabii ki ‘Gezi Harikalar Parkı’ndan beklediği politik ütopyasından devam edelim:

    “Şehirli, başkanının kadın olduğu, feminist, insana saygılı, gay haklarını da savunan, Alman Yeşiller Partisi gibi bir hareket çıksa çok sevinirdim.”

    Tabii işe mutlaka bisikletle giden bir Başbakan. Mutlak iyi olan, insanlığın ulvi değerlerinin gereği bu çünkü. Tarih buraya doğru akmalıydı, bize öyle demişlerdi. Siyasetten beklenti bir Franchasing zincirinden fazlası değil. Ordakinin aynısı işte. McDonalds şubeleri gibi, masaların renginden, mikshakein donma derecesine kadar her şey ama her şey aynı olmalı. AB anayasasının aynısını alıp bizim anayasa yapalım işte ne uğraşıyoruz diyen liberal demokratın bonzai kafasına işte böyle ulaşılıyor…

    Olmuyorsa peki? Zaten 9 seçimdir kazanan bu partiye 20 milyon insanın neden oy verdiği üzerine düşünüp, sosyolojik analiz yapmak, kendini hesaba çekmek teklif dahi edilemez, ne hadlerine…

    O zaman oryantalizmde, maksimalizmde bütün çitleri yıkıp, deli atlar gibi koşuşturma, siyaset, diyalog, ikna, demokrasi gibi dertler ortadan kalkınca bir emekli yazlığındaki gibi halk hakkında söylenme, homurdanma, kökünden kesip atmalara, eğitim şartlarına, önce zihniyetler değişmelere, baraj kapaklarını açıp sorun çözmelere, bizden adam olmazlara doğru kulaç atma aşamasına ulaşılıyor. Gerisi kolay. Aynı yazardan gidelim yine:

    “Aslında bu konuda en güzel sözü kızım söyledi: Bir şeye çok öfkelenmiştim, ‘Neden bunu anlamıyorlar, neden görmüyorlar?’ diye bağırıyordum. Kızım; ‘Anne, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmeyen, görmek istemeyen insanlardan ne bekliyorsun?’ dedi. Hakikaten bu gerçeği reddeden bir milletin çocuklarından ne bekleyebiliriz?”

    Ne kötü bir tesadüf ki bu cümlelerden sadece 6 gün sonra o hadsiz, hiçbir şey beklenemeyecek insanların seçtiği Erdoğan, Ermeni Soykırımı için taziye yayınladı.

    Çünkü siyaset varsa, diyalog varsa sürpriz, ilerleme hep vardır.

    O yüzden AK Parti siyaseti ‘üç dönem kuralı’yla, Şerif Mardin’in “hem Batı’ya hem Doğu’ya vâkıf” dediği Ahmet Davutoğlu’yla hücrelerini yeniliyor, açılmaya, dönüşmeye, büyümeye devam ediyor. Ama laikler aynı anda öfkelerine teslim olup kendilerini hızla marjinalleştiriyor, siyasetten, toplumdan, iktidardan vazgeçip, hayal dünyalarına doğru çekiliyor, öfkeleniyor, sağlıklı düşünmeden demokrasiden uzaklaşıyor, jakobenleşiyor ve Kemalistleşiyorlar.

    Ve bu artık Kandil Dağlarından bile görünüyor.

    http://www.haksozhaber.net/kandil-dagindan-bile-gorunen-marjinallik-51364h.htm

  32. Anonim

    Kadınlar tuvaleti faşizm midir?
    Hilal Kaplan

    Kadınlar plajının cinsiyet ayrımcılığı olduğu söylemi, kamusal alandaki her yerde kadın ve erkeğin birlikte olmasının çağdaşlığın/ medeniliğin bir ölçütü olduğu önkabülünü beraberinde getiriyor.

    Altı üstü aynı çağı paylaşmayı ima eden çağdaşlığı yücelterek medenilikle eş anlamlı olarak konumlandıran ve medeniyet deyince de son bir yüzyıldır parçası olmak için yırtındığı Batı medeniyetinden ötesini göremeyen klasik self-oryantalist bakış açısı üzerinden gidince de karşımıza Avrupa’daki veya Güney Amerika’daki kadın plajları çıkıyor mesela.

    Örneğin, adı ‘Pembe Plaj’. Girişindeki tabelada kocaman, pembe renk bir çarpı işareti ve ‘Erkek yok’ yazıyor. Plaj içerisinde erkek sinekler dışında her şey feminen. Restoranlarda sunulan yemekler bile kadın damak tadına uygun olarak hazırlanıyor. Ayrıca manikür ve pedikür hizmeti de var. Yüksek ses müzik de yasak. Bu satırları okuyan birçok kadın okurumun merakla ‘Neresi burası?’ diye sorduğunu duyar gibiyim. İtalya’nın Rimini şehrinde, Adriyatik kıyısında, 134 nolu plajdan bahsediyorum.

    2007 yılında açılan plajı tanıtan Telegraph makalesi (yine çağdaş/ medeni bir yayın organımız) bu plajı tanıtan makalesinde değil cinsiyet ayrımcılığından bahsetmek, bunu kadınlara yönelik bir pozitif ayrımcılık olarak yansıtıyor. Makalenin ilk cümlesi şöyle: ‘İtalya’nın uzun zamandır devam eden erkek şovenizmi, ülkenin ilk açılan kadınlar plajıyla ağır bir darbe almış bulunuyor.’

    Bizdeki pek medeni, en çağdaş arkadaşlar da ne yapıyor? 650 km. uzunluğundaki sahil şeridinin sadece bir kilometresinin kadınlara özel plaja ayrılmasını protesto etmek için kadınlı-erkekli hep beraber denize giriyorlar. Bu orantısız zekâlı protestoyu düzenleyen Antalya Halkevi üyesi kadınlar ve Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Kolektifleri kadınlar plajına gerek olmadığı kanaatindeler.

    Antalya Halkevi Başkanı Ayten Ceyhan’ın argümanı da şöyle: ‘Antalya dünya kenti ve dünyanın dört bir yanından insanlar gelip denize girip çıkabiliyor. Kimse birbirinden rahatsız değildi. Buna neden ihtiyaç duyuldu, anlam verebilmiş değiliz.’

    Ayten Hanım, kadınlar plajı uygulamasının dünyadaki diğer kentlerde olduğundan habersiz olabilir, ziyanı yok. Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp da ben en çok ‘kimse birbirinden rahatsız değildi’ kısmına takıldım.

    Kadın-erkek her yerde birarada olmak zorunda mıyız? Birilerine birbirimizden rahatsız olmadığımızı kanıtlamak durumunda mıyız? Öyleyse kadınlara özel spa’ları, fitness salonlarını ve hatta kadın kuaförleri bir yana bırakın, kadınlar tuvaleti neden var? Kadınlar tuvaleti de bir tür ayrımcılık mıdır, hatta faşizm midir? Protestocu arkadaşlar, bu hususta da kadınlı-erkekli bir eylem koymayı düşünürler mi?

    Nedense bu ‘çağdaş’ arkadaşlar, feminizm anlayışında da kadın hakları okumalarında da çağı yakalayamamışlar, en az bir asır geriden geliyorlar. Virginia Woolf, ‘kendine ait bir oda’ sahibi olmaya çağırırken, kadınları kendileriyle baş başa kalmak kadar erkek-egemen kodlarla örülü bir dünyadan da nefes almaya, ‘büyük öteki’nin gözü haline gelmiş erkek varlığından azade hissetmeye çağırıyordu mesela. Ama bizim Kemalistlere bunu anlatmaya kalksan ‘kadını dört duvar arasına kapatmak isteyen Şeriatçılar’dan öteye gidemeyecekler.

    Posta gazetesinin dünkü manşeti bunun sarih bir örneğiydi. Ortadoğu din savaşlarıyla kaynıyormuş da Dumlupınar Zaferi ve ertesinde Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet sayesinde bizler medeniyetin zaferini yaşıyormuşuz. Kullanılan resimde de elbette frak giyen Atatürk ve etrafında gece elbiseleri içindeki, Batılı görünümlü hanımlar var.

    Bence siz o medeniyetin zaferini bir de Dersim’de katledilen ‘şaki’lerin, darağaçlarında sallandırılan ‘yobaz’ların torunlarına sorun. Çünkü siz sıcak kumlardan serin sulara dalıp protesto ettiğinizi zannederken, ‘yeni Türkiye’yi onlar kuruyor.

    YENİ ŞAFAK

  33. Anonim

    34 no’lu yazıda Y. Oğur gibi adamlar bunu anımsar…6 gün sonra o hadsiz, hiçbir şey beklenemeyecek insanların seçtiği Erdoğan, Ermeni Soykırımı için taziye yayınladı.”
    Anımsama! “Afedersiniz Ermeni dediler…” sözünü hatırlamaz…

    Bir yanı ile “meczup” denilebilecek, böyle aptalca işler yapan “taşkafalı laikçilerle” uğraşmak kolaylarına gelir…
    Utanmadan “çoğulculuk’tan” söz ediyor. “Türküsünü söylediklerinin” çoğulculukla ne ilgileri var…

    “Bir dönem Radikal gazetesi ve Birikim dergisinde yazarlık yapan Oğur, 2007 yılından 2013 yılına kadar Taraf gazetesindeki Manifestom adlı köşesinde yazdı aynı gazetenin yazı işleri müdürlüğü görevini de yürüttü…Oğur, Türkiye gazetesinde yazmaktadır…”

    Bu adam devam ediyor…”O yüzden AK Parti siyaseti ‘üç dönem kuralı’yla, Şerif Mardin’in “hem Batı’ya hem Doğu’ya vâkıf” dediği Ahmet Davutoğlu’yla hücrelerini yeniliyor, açılmaya, dönüşmeye, büyümeye devam ediyor.”
    Demek A. Davudoğlu hikayesi “hücre yenileme” oluyor…
    Birikimden buraya transfer olmak kolay değil; yalanların da utanmazca olması gerekiyor…

  34. Anonim

    Türkiye’de modernleşmenin Batı’dan, İslam’ın Arap’tan, Türklüğün Orta Asya’dan ülkeye dışarıdan gelmesi, bunların hem ülkenin gerçeğiyle, hem de kendi aralarında birbirleriyle uyuşmazlık ve zıtlık içinde olmalarına neden oluyor.

  35. Anonim

    CHP ve Ortadoğu
    Yüksel TAŞKIN
    Taraf GAZETESİ

    CHP yöneticilerinin belki de en zayıf görüntü verdikleri alan Ortadoğu’ya yönelik söylemleri. Kılıçdaroğlu sık sık “Ortadoğu bataklığından uzak durmaktan” bahsediyor. Ortadoğu’yla ilgili söylem fazlasıyla negatif ve reaktif.

    CHP genellikle ortaya çıkan olay ve süreçlere gerisinden tepki vermekle sınırlı kalıyor. Gündem belirlemeye yönelik bir duruşu veya önerileri olamıyor. CHP’nin dış politika alanında eski büyükelçileri fazla öne çıkarması doğru değil. Eski diplomatlar, yetiştirilme tarzları gereği genellikle mevcut statükoyu korumaya meyillidirler.

    Ortadoğu’da elbette uzak durulması gereken konular ve yaklaşımlar var. Fakat Ortadoğu’dan bütünüyle uzak durmak en basitinden fiziksel olarak mümkün değil. Zira Türkiye coğrafi olarak Ortadoğu’ya da aittir. Bedeninin bir bölümünü yok sayan bir akıl, sağlıklı düşünemez.

    Suriye’yle 900 kilometrelik sınırı olan Türkiye’de yaşayan Kürtler, Türkmenler ve Arapların sınırımızın hemen ötesinde akrabaları var. Güney illerimiz, sınır ötesindeki komşularıyla yüzyıllardır devam eden ticari ilişkilere sahipler. İlginç olan husus, bölgede yaşanan bunca savaşa rağmen, bu komşuluk bağlarının ve ticari ilişkilerin devam edebilmesidir. İşte barışın altın dinamikleri bu sivil inat ve beceride yatmaktadır. Hani şair demiş ya; “Ne İskender takmışım, ne şah; geçip gitmişler gölgesiz.”

    Sözgelimi Antepli bir tüccar için Halep ve Beyrut’un komşu kapısı olduğu yıllar halen hafızalardadır. Dış politikanın zaten mevcut olan bu tarihî izlek üzerinden işlemesi kadar doğal ne olabilir? Yine Doğu Akdeniz insanlarının mevcut devletlere ve otoriter, dışlayıcı dinî yorumlara rağmen yaratmayı başardıkları çok kültürlü ve çok dinli medeniyet, sosyal demokrat bir dış politika için muazzam bir tarihsel birikim sunmaktadır.

    Tam da bu nedenlerle “komşularla sıfır sorun politikası” ilkesel olarak doğru bir temele oturuyordu. AKP Hükümetinin Schengen’i çağrıştıran “Şamgen” politikası da yanlış değildi. Bunun yanlış olduğunu savunursanız, güney illerimizde ciddiye alınmazsınız. Size “amatör” gözüyle bakarlar, iktidara hazır olduğunuza inanmazlar.

    Peki, AKP neden bu söylem ve politikalarının devamını getiremedi ve çuvalladı? İşte CHP için asıl dersler ve fırsatlar bu sorunun yanıtlarında yatıyor. Öncelikle şunu teslim edelim: Arap Baharı, AKP dâhil çok sayıda aktörü hazırlıksız yakaladı. O sırada iktidarda CHP olsaydı da bocalayacaktı.

    Ama AKP’nin çok daha ciddi hatalar yapmasının ve bu hatalardan geri dönememesinin ardında ideolojik nedenler var. AKP ideolojik bagajını yok sayarak pragmatik duruşlar üretemediği için hızla bocalamaya başladı. AKP, Ortadoğu’da “Sünni iktidarlar kuşağı” umuduna çok çabuk kapılarak yanlış hamleler yaptı. İdeolojik körlük, bölgedeki azınlıkların AKP’ye yönelik kuşkularını derinleştirdi. AKP, yanlış hamleleri nedeniyle bölgedeki mezhepçi gerilimin tırmanmasına neden oldu.

    AKP’nin ideolojik sınırları, sosyal demokrat bir Ortadoğu siyaseti için ciddi fırsatlar barındırmaktadır. CHP, ilke olarak Arap Baharı’nı desteklemeli, demokratikleşme hayalinin gerçekleşebilmesi için özellikle azınlıkların kendilerini güvende hissedecekleri öneriler sunmalıdır. İnançlara saygılı laiklik, CHP’nin Ortadoğu’nun tüm dinî renklerine güven verebilmesinin anahtarıdır. Kürt sorununun demokratik çözümünü savunan bir CHP, bölgedeki köktenci ve hoşgörüsüz dinî yapılar karşısında son derece önemli bir müttefikimiz olmaya aday Kürtlerin de gönlünü alabilecektir.

    CHP’nin sosyal demokrat ve sol eğilimli Kürt örgütleriyle bağ kurması yararlı olur. Bu da yetmez; İran’daki Reformculardan başlayarak, Mısır ve Tunus’a kadar bölgedeki tüm demokrat yapılarla sağlam bağlar kurmak gibi tarihî bir sorumluluk da kapıdadır.

  36. Anonim

    Siz düşüne durun, onlar yapıyorlar.

  37. Anonim

    ‘Kemalizm ham ve tutarsız bir ideoloji’

    Kemalizm’i Marksizm ile kıyaslayan Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Koçak, “Atatürkçülük ham ve eklektik bir ideoloji” dedi.

    Geçtiğimiz günlerde ‘Geçmişiniz itinayla temizlenir’ adlı bir kitap çıkaran Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Cemil Koçak, Atatürkçülüğü değerlendirirken “Atatürkçülük içi doldurulmuş, tutarlı olan bir şey değil” dedi.

    Koçak, bu fikrini şu görüşlerle destekledi: “Birisi çıkar Atatürk’ün dinle ilgili sözlerini toplar, bunlar birbirinden çok farklıdır. Değişik zamanlarda değişik amaçlarla söylenmiştir. 20’lerde söylenenlerle 30’larda söylenenler birbirini hiç tutmaz. Hangisi doğrudur derseniz ikisi de doğrudur.”

    Zaman gazetesinden Murat Tokay’ın sorularını yanıtlayan Koçak, Kemalizm’i Marksizm ile kıyaslayarak “Diğer ideolojilerle karşılaştırıldığında işlenmiş değil. Marksizm, her tarafı sıkı bir şekilde işlenmiş. Yorumlanması, farklı noktaya çekilmesi mümkün değildir. Kemalizm için bunu söylemek mümkün değil. Son derece ham, birbirleriyle tutarsız görüşleri buluşturabilen eklektik bir ideoloji” dedi.

    İşte Koçak ile yapılan röportajın tamamı…

    “Geçmişiniz itinayla temizlenir” derken neyi kastediyorsunuz?

    Bu kitap benim daha önce değişik dergilerde yayınlanmış olan makalelerimin bir derlemesi. Kitaptaki makalelerin çoğu mevcut paradigmaları sorgulayan yazılardan oluşuyor. Yazıların ortak paydası bizim geçmişimize ilişkin bilgilerimizi test etmekti. Dolayısıyla her yazı daha önce söylenmiş, yazılmış, inanılmış olan geçmişe ait bilgileri basit bir şekilde test ediyor ve genellikle de bilinenin doğru olmadığını söylüyor.

    Doğru olmayan resmî tarih mi?

    İster resmî tarih deyin isterse resmî ideolojinin kamuoyu üzerinde etkin bilgisi deyin. Ortalama bir tarih bilgisinin yetersiz olduğunu söylüyorum. Yetersiz olduğu için eksik olduğunu, eksik olduğu için de yanlış olduğunu söylüyorum. Kitaba neden böyle bir başlık koyduğuma gelince; çok basit. Resmî ideoloji geçmişe ait bilgiyi ya hiç söylemiyor ya da çarpıtarak söylüyor. Karanlık noktalardan bahsetmemeyi tercih ediyor. Bazı noktaları bilmiyoruz. Bu karanlık noktalar da geçmişimizle övüneceğimiz noktalar değil. Onlardan hiç söz etmiyor. Uzun yıllar boyunca hiç yazılıp çizilmezse ortalama tarih bilgisine sahip insanlar haberdar olmazsa bu konular bilinmiyor.

    ‘Birbiriyle zıt görüşleri var’

    Bu karanlık noktaya örnek verebilir misiniz?

    1915 tipik karanlık noktalardan biridir. Kamuoyunun çok uzun yıllar boyunca 1915 hakkında hiçbir fikri yoktu. Şimdi şimdi konuşuluyor. Atatürk’ün herhangi bir konudaki fikri nedir meselesinde de aynı şey geçerli. Atatürk’ün belirli bir zamanda söylemiş olduğu söz eğer bizim tezimizi destekliyorsa onu alıyoruz, diğerini dışarıda bırakıyoruz. Oysa Atatürk’ün değişik zamanlarda dile getirilmiş birbiriyle zıt görüşleri de var. Benim çarpıtma dediğim işlem bununla ilgili. İşimize geleni söylüyoruz, diğerini dışarıda tutuyoruz. Bir diğer nokta da işimize gelen noktada yeterince argüman bulamazsak uyduruyoruz. Herkes olmamış olanı olmuş gibi gösterince olmamış olanı olmuş gibi kabul ediyoruz.

    Atatürk’e ait söz mü uyduruluyor?

    Evet. Son zamanlarda Atatürk’e mal edilen bir söz var: “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır”. Atatürk’ün böyle bir laf ettiğine dair hiçbir yerde kayıt yok. Ama hoşumuza gitmiş kullanıyoruz. Oysa birisi bunu uydurmuş. Uydurmaya bir örnek de “Anadolu Ajansı Türkiye’nin sesini dünyaya duyuracaktır” sözüdür. Bu sözün Mustafa Kemal Atatürk’e ait olmadığı ve dönemin genel müdürünce uydurulduğu ortaya çıkmıştı.

    Peki resmî tarih nasıl ortaya çıktı?

    Resmî tarih dediğimiz şey iktidarın konjonktürel olarak ortaya koyduğu geçmişe ilişkin toplumun kabul etmesini istediği bilgiler toplamıdır. Bunun en bariz örneğini ders kitaplarında görürüz. Her iktidar değişikliğinde genellikle ders kitapları da değişir. Ders kitaplarının içeriği amacı o kadar ideolojiktir ki bütün geçmişi var olan nokta açısından yeniden görürüz. Demokrat Parti iktidara geldikten sonra yeni rejimin kendini meşrulaştırmak için okuttuğu kitap farklıdır. 27 Mayıs’ın ardından okullarda okutulan kitap farklıdır. Bu hep böyle gider.

    Ders kitaplarında okuduğumuz Milli Mücadele’nin tarihini kim yazdı?

    Atatürk 1927’de kendi nutkunu okuyana kadar Milli Mücadele’nin bir tarihi yoktu. Bu, zaman içinde oluştu. Atatürk’ün gözünden ve bakışından Milli Mücadele tarihi Nutuk’ta kristalize olduktan sonra Milli Mücadele tarihinin resmî anlatımı söz konusudur. O zamana kadar Milli Mücadele’nin farklı anlatım tarzları vardı. Onlar silindiler, yok oldular. Nutuk bu tarihten sonra Milli Mücadele’nin anlatımını belirledi. Nutuk, Milli Mücadele’nin bütün damarlarını, o dönemde olmuş olan her şeyi bize anlatmaz.

    Resmî tarih, gayri resmi tarihi de üretti…

    Buna karşı psikolojik bir tepki oluyor. Fakat psikolojik tepkiyle tarihçiliği karıştırmamak lazım. Resmî tarihte bilginin kendisinde problem var. Bilgi temiz değil, kirletilmiş. Öncelikle bilgiyi sahih hale getirmek lazım.

    Kirli bilgi derken…

    Bilginin bir kısmını alıp diğer kısmını bırakmak, hiç almamak ya da aleyhimize çalışabilecek bir bilgiyi hiç kimsenin görmemesini sağlamak…

    Bunlar yapıldı mı?

    Atatürk’ün 1923’te Kürtlere özerklik verilmesi ile ilgili söylediği sözler sansür edilmiş, Atatürk’ün sözleri arasından çıkarılmıştır. Atatürk’ün böyle bir şeyi söylemiş olması sizin tezinizin aleyhinde kullanılır diye çıkarıp atıyorsunuz. Ancak o dönemin gazetelerinde bu görüşleri aynen duruyor.

    ‘Bir kısmı alınmış, bir kısmı alınmamış’

    Doğru bilgiye ulaşmanın yolu yok mu?

    Bunun kolay bir yolu yok. Gerçekten vicdani bir kanaate ulaşmak istiyorsanız bir tarihçinin yapacağı kadar araştırma yapmanız gerekir. Karşıt kitaplar okuyarak bu tezlerin ne ölçüde güvenilir olduğunu yakalamak ortalama bir okuyucu açısından çok zordur. Adamlar belge koyuyor. Belgeye atıfta da bulunuyor. Ortalama bir tarih meraklısının o belgeyi okuması mümkün değil. O belgelere bakıyorsunuz söylenenle belgeler birbirini tutmuyor. Resmen sahtecilik yapılıyor. Ya da belgede yazılanın bir kısmını almış. Bir kısmını hiç almamış.

    Nutuk okuyarak tarih öğrenebilir miyiz?

    Nutuk 1927 yılının çok özel koşullarında yazılmış. Milli Mücadele’nin başından 1927’ye kadar olan tarihsel dönemi ele alır, değerlendirir ve hesaplaşır. 1927’de iktidarda kalabilmiş olan grup Nutuk’ta alkışlanır, iktidardan tasfiye edilmiş olan grupla da şiddetli bir biçimde siyasi ve ideolojik hesaplaşmanın içine girilir. Nutuk esas itibarıyla Atatürk’ün bir hesaplaşmasıdır.

    Kimlerle hesaplaşması?

    İktidardan tasfiye edilmiş olan iktidar grubunun başından Milli Mücadele’ye katkısının olmadığını, hatta negatif etkisi olduğunu anlatmak üzere yazılmıştır Nutuk. Ana felsefesinden biri budur. Nutuk’la ilgili gözden kaçan bir nokta var. Nutuk CHP’nin kongresinde okunmuş olan siyasi bir metindir. Tarih kitabı olarak piyasa çıkmamıştır. Nutuk parti kongresinin kararıyla onaylanmıştır. Yani bu CHP’nin kendi tarihini nasıl gördüğünün ve değerlendirdiğinin onaylı bir nüshasıdır. Eğer Nutuk’ta yazılan söylenen her şey doğru kabul edilirse 1927’den sonra yaşananları açıklamak imkansızdır. Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Nutuk, okunduktan birkaç sene sonra Atatürk’le barışarak CHP milletvekili oldular. Eğer bu arkadaşlar Atatürk’ün söylediği gibi Cumhuriyet karşıtı hilafetçi, saltanatçı, gerici falansalar nasıl oluyor da bu paşaları yeniden içinize alabiliyorsunuz? Bunun izahı yok. Atatürk’ün ölümünden sonra Ali Fuat Cebesoy meclis başkanı oldu. Kazım Karabekir ömründe Atatürk’le konuşmadı. Fakat İnönü’nün cumhurbaşkanlığında milletvekili oldu ve meclis başkanlığı yaptı. CHP, Nutuk’ta yazılanlara rağmen Karabekir’i kucakladı. Rauf Orbay da İnönü zamanında milletvekili oldu. Halide Edip Adıvar ve kocası da İnönü zamanında önemli mevkilerde bulundular.

    ‘Atatürkçülük tutarlı bir ideloji değil’

    Atatürk bir dönem birlikte olduğu yol arkadaşlarını niye çevresinden uzaklaştırmıştı?

    İktidar mücadelesi bir gerçek. İkinci gerçek Atatürk’ün modernleşme ütopyası ve yürünmesi gereken yolla bu isimlerin modernleşme ütopyasının yolları tamamen farklıydı. Bu paşalar için hakimiyet-i milliye kavramı cumhuriyetten de önde geliyordu. Modernleşmeyi zamana yayma taraftarıydılar. Atatürk için ise yukarıdan aşağıya zoraki bir modernleşmenin dışında gidilebilecek bir yol yoktu. Ana fark budur. Atatürk’ün tek adam yönetim eğilimine karşı diğerlerinin endişe duyması da bir diğer faktör. Atatürk’ün İstiklal Savaşı’na ilk katılan grubu uzaklaştırıp sonradan katılanlarla yakınlık kurması da sorun çıkardı. İlk katılanlar kendilerine haksızlık yapıldığını ve haklarının yendiğini düşündü.

    Bugün çok farklı Atatürkçülük algıları var…

    Siyasette meşruluk çizgisi olarak sadece Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü bırakırsanız ve bunun dışında herhangi bir tanımlamanın meşru olmadığını baştan deklare ederseniz bu tablo ortaya çıkar. Her türlü siyasi akım buradan hareketle kendisine bir Atatürk ve Atatürkçülük yaratır.

    Neden böyle oluyor?

    Atatürkçülük içi doldurulmuş, tutarlı olan bir şey değil. Birisi çıkar Atatürk’ün dinle ilgili sözlerini toplar, bunlar birbirinden çok farklıdır. Değişik zamanlarda değişik amaçlarla söylenmiştir. 20’lerde söylenenlerle 30’larda söylenenler birbirini hiç tutmaz. Hangisi doğrudur derseniz ikisi de doğrudur. Belirli politik amaçlarla söylenmiştir. Artık sizin işinize hangisi yarayacaksa siz oradan bir Atatürkçülük yaratırsınız. Meclisi Atatürk besmeleyle cuma günü açtı, niye şimdi açmıyorsunuz diyebilirsiniz.

    ‘Zamana ve zemine göre konuşurdu’

    Atatürk zamamında Atatürkçülük var mıydı?

    Atatürk’ün hayatta olduğu dönemdie 1930’larda Kemalizm diye formülize edilmiş olan altı oktan ibaret bir şey var. Diğer ideolojilerle karşılaştırıldığında işlenmiş değil. Marksizm, her tarafı sıkı bir şekilde işlenmiş. Yorumlanması, farklı noktaya çekilmesi mümkün değildir. Kemalizm için bunu söylemek mümkün değil. Son derece ham, birbirleriyle tutarsız görüşleri buluşturabilen eklektik bir ideoloji.

    Peki Atatürk bunların hangisiydi? Darbeciler de Atatürk adına hareket ettiklerini savunuyor?

    Atatürk ve Kemalizm denen şey içinde birbiriyle tutarsız birçok öğeyi birbiriyle bağdaştırıyor. Ben bunu bir ideoloji olarak görmüyorum. Atatürk bir siyasetçiydi. Onu zamana ve zemine göre farklı şeyler söyleyebilen bir politikacı olarak görüyorum. Meseleyi politika ve politikacı açısından görürseniz o zaman bütün bunlar bir anlam taşır. Her sözün nerede ve kime karşı söylenmiş olduğunu analiz etmeye başlarsınız. O söz oraya aittir. Atatürk’ün gerçek fikri olmayabilir.

    http://t24.com.tr/haber/kemalizm-ham-ve-tutarsiz-bir-ideoloji,41855

  38. Anonim

    Şerif Mardin: Kemalizm kuru bir ideoloji…

    Sabancı üniversitesi öğretim Görevlisi Prof. Dr. Şerif Mardin, Kemalizmi yaylım ateşine tuttu. ünlü sosyolog kuru bir ideoloji olarak gördüğü Kemalizmin insanlara güzel ve doğru şeyleri veremediğini savundu.

    “Mahalle baskısı” kavramını ortaya atan sosyolog Şerif Mardin, kemalistleri kızdıracak açıklamalarda bulundu.
    MAHALLE BASKISI POLİTİZE EDİLDİ

    Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu’nda, Sosyal Sorunları Araştırma ve çözüm Derneği’nin (SORAR), düzenlediği ”Mahalle Baskısı” konulu tartışmaya katılan Prof. Dr. Şerif Mardin, ”(Mahalle baskısı) kavramını politik sürecin içine sokmadan önce kavramın kendisini anlamak lazım” diye konuştu.

    KEMALİZM KURU BİR İDEOLOJİ

    ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sözlerinin derinlikli bir felsefenin ürünü olmadığını aktaran Şerif Mardin, Kemalizmi kuru bir ideoloji şeklinde tanımladı. Kavramın Türkiye’de tartışılmasının bugüne kadar mümkün olmadığını belirten Mardin, tartışan kişinin hayatının kalan günlerini hapishanede geçireceğini iddia etti:

    “Kemalizm hakkında uzun çalışınca ne kadar kuru bir ideoloji olduğunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Bu ideoloji topluma iyi, güzel ve doğru hakkında hiçbir şey verememiştir.”

    Mardin, mahallenin sosyal bir süreç olduğunu belirterek, Osmanlı İmparatorluğunda mahallenin gerçek bir birim olduğunu ve mahallenin o dönem ayrıntılı biçimde insan yaşayışının bir alanını ortaya çıkardığını söyledi.

    LAİKLİĞİ TARTIŞMIYORUZ

    Tartışmaya katılan bir izleyicinin ”İslami yükseliş, laik toplumun çöküşü olur mu ?” şeklindeki sorusu üzerine Mardin, şu yanıtı verdi:

    ”Türkiye’de hiçbir konuyu sonuna kadar tartışma geleneği yoktur. Başbakan ‘laikliği tartışmıyoruz’ dediği zaman bunun çok derin bir seviyede doğru olduğunu düşünüyorum. Laikliği tartışmaktan korkuyoruz. Yani laikliği tartışırsanız günlerinizi hapiste geçirebilirsiniz.”

    Mardin, Avrupa’da yüzyıllarca insanların, özellikle laik grubun ”iyi”, ”doğru” ve ”güzel” kavramları konusunda tartıştığını ve bu konularda birikim oluşturduğunu kaydederek, ”Bizde ‘iyi’, ‘doğru’ ve ‘güzel’in derinlemesine bir tartışması yok. Orada binlerce sayfa bulamazsınız. Bunları bulamadığınız zaman göz kalıyor. Göz ve bakma, paradoksal olarak mahalle baskısı unsurlarından biri gibi geliyor” dedi.

    Gazeteci Ruşen çakır’ın yönettiği tartışmaya konuşmacı olarak katılan Prof. Dr. Binnaz Toprak, Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Prof. Dr. Fuat Keyman, Doç. Dr. Nejdet Subaşı ve Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal da konuya ilişkin görüşlerini dile getirdiler.

    http://www.nasname.com/a/serif-mardin-kemalizm-kuru-bir-ideoloji–

  39. Anonim

    Muhafazakar-liberal hegemonyaya yaranmak amacıyla; 1930’ların burjuva-diktatörlüğü ile günümüzün sol-kemalizmini aynı kefeye koyan saray soytarılarını anlarım da, diyalektikten haberi olmayan ve bu tezleri “sol” adına benimseyenleri anlayamıyorum.

  40. Anonim

    Cumhuriyetin batılılığı değil mesele, olamayışı
    Bölüm 1.

    Ümit Kardaş benim değer verdiğim ve yazılarını çoğu zaman beğenerek okuduğum bir yazar. Taraf’taki son yazısına http://www.taraf.com.tr/yazilar/umit-kardas/cumhuriyet-oryantalizmi/30914/ itirazlarımı dostane bir tartışma olarak değerlendireceğini umarım.

    “Osmanlı aydını, Batılılaşmayı ya da medenileşmeyi sadece aydınlanma olarak anlamıştır. [Oysa Batı sadece 18. yüzyıl düşüncesi olan aydınlanmadan ibaret değildir.]” demiş Ümit Kardaş.

    Bu doğru değil. Velev ki kısmen doğru da olsa, temelinde yatan çıkmazı gözardı edersek yanılırız.

    İlk baştan beri Osmanlı eliti, Batı medeniyetinin Hıristiyanlıkla (daha doğrusu Hıristiyanlığın Batı versiyonlarıyla) ilgisini doğru olarak, hatta belki biraz abartarak teşhis etti. Evliya Çelebi’de, 18.yy sefaretnamelerinde, Namık Kemal’de, Şinasi’den Hüseyin Rahmi’ye uzanan Tanzimat romanlarında bu vurgu gayet nettir. Osmanlı kültürel yaşamının gözardı edilmemesi gereken bir unsurunu oluşturan gayrimüslim toplumlarında, batılılaşma/modernleşme tartışmasının ana ekseni daima mezhep meselesi olmuştur. Protestan yahut Katolik olmadan Batılı olunabilir mi? Osmanlı modernleşmesinde Tevfik Fikret – Abdullah Cevdet çizgisi egemen değildir, ikincil kanaldır.

    Sonuçta çıkış yolu o kanalda bulundu. Ermenilerin ve Rumların bir kısmı için Protestanlık veya Katoliklik gerçekçi bir çözüm olabilirdi belki. Türkler için değildi. Geriye iki seçenek kalıyordu: Batıyı tümden reddetmek, ya da Batının laik-seküler-antiklerikal damarını seçmek. İkincisini seçtiler. Başka çare olmadığından seçtiler, şuursuzluktan değil.

    Kavga derin ve acıtıcı bir düzeye evrildi. Tevfik Fikret’in, Türk aydınlanmasının Prometheus’u olarak tahayyül ettiği oğlu Haluk, ABD’ye göçüp Protestan vaızı oldu. Mecelle müellifi Cevdet Paşa’nın torunu, paralarda resmi olan Fatma Aliye Hanımın kızı, evden kaçıp Katolik rahibelere sığındı. Laiklik, biraz da bunların cevabıdır.

    Türk modernleşmesinin gizli ve mütevazı kahramanları olan yabancı okullar, “modern” oldukları için değil, potansiyel Hıristiyanlık yuvası olarak görüldükleri için, eski ve yeni Türk devletinin ölmez nefretine konu oldular. Oysa bu okulların Türk mezunları Hıristiyan olmadılar. Ezici çoğunlukla laik ve seküler, hatta Batıda eşine ender rastlanır ölçüde tutarlı bir şekilde laik ve seküler oldular. İyi ki de oldular. Bu memleket Şarklılığın lağım çukurunda henüz boğulmadıysa, o birkaç bin değerli insanın yüzü suyu hürmetinedir.

    *
    Batı medeniyetinin Hıristiyanlıkla da, anti-Hıristiyan sekülarizmden de daha belirleyici olan öteki boyutu bu topraklarda hiç ilgi görmedi. O boyut, toplumsal elitlerin devlet karşısındaki nispi özerkliğidir. Soyluların, din adamlarının, burjuva entelektüellerin krala “orada dur reis” deme hakkına, gücüne ve alışkanlığına sahip olmaları geleneğidir.

    Osmanlı koşullarında akla bile getirilemeyecek bir öneriydi. Buraların eliti oradakine benzemez. Buraların devleti de kendine kafa tutanları yumuşatıp ehlileştirecek güçten ve otoriteden yoksundur. “Nispi özerklik” deyince dış vilayetlerde isyan, iç vilayetlerde eşkıyalık ve zorbalık anlaşılır. O yüzden Batı’nın bu en belirgin hasleti buralarda ağza bile alınmadı, mutlak sessizlikle geçiştirildi.

    Oysa daha 16.yy’da Floransa’dan bu tarafa bakan Machiavelli durumun farkındaydı. Prens’in Fransa ile Türkiye’yi kıyasladığı bölümünde, Avrupa ile Osmanlı’nın bu yüzden uzun vadede yenilgiye mahkum olduğunu doğru olarak teşhis eder. En ciddi ve radikal Türk Batıcılarında, Mithat veya Vefik Paşa’larda, Babanzade’de, Ağaoğlu Ahmet’te, Ziya Gökalp’te bu meselenin izini bile göremezsin. Cumhuriyet devrinde de bir şey değişmez. En sağdan en sola, en Müslümanından en sosyalistine kadar Cumhuriyet aydınlarının tümü için, devlete icabında kafa tutma imkan ve dayanaklarına sahip olan elitler -kompradorlar, işbirlikçiler, Boğaza karşı viski içenler, Yahudiler, kozmopolitler, toprak ağaları, Kürt feodalleri, masonlar, tarikatlar, Pensilvanya- devlete ve millete yönelik en vahim tehlike olarak görülür ve lanetlenir.

    Bu yüzden Türkiye’nin Batılılaşması hayal olmaktan ileri gidememiştir ve bundan sonra da gidemeyecekir.

    *
    “Batılılaşma, Cumhuriyet rejiminin birincil meşrulaştırma aracıdır.” (Ümit Kardaş)

    Bu da doğru değil. Batılılaşma, rejimin ancak metropol elitlerine yönelik söyleminde bir rol oynadı. Geniş kitlelere yönelik endoktrinasyonda kullanılan ana meşrutiyet teması Batı filan değildir, vatan-millet-sakaryadır, Milli Mücadeledir, denize dökülen düşmandır, yedi düvele meydan okuyan Gazi’dir. Yanlış hatırlamıyorum herhalde, ilk ve ortaokulda boğazımıza dayadıkları bulamaçta “Batılılaşma” diye bir şey yoktu. Ama bol miktarda şehit ve gazi vardı, düşman vardı, al bayrak vardı, Allah Allah nidalarıyla huruc eden Mehmetçik vardı, susmayacak ezanlar, zalim Haçlılar vardı. “Düşman”, kuşkuya yer bırakmayacak bir netlikte Batı idi. Emin Oktay’ın tarih kitaplarında Avrupa ve Avrupalılar hakkında bir olumlu kelime okuduğumu hatırlamıyorum.

    Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi İslami bir ideoloji ve İslami bir propagandadır. Bunu görmemek için hakikaten kör olmak lazım. Revize edilmiş bir İslamdır, evet. Araplardan ve Arapçadan arındırılmış, uhreviyatı azaltılmış, ahlaki retoriği minimize edilmiştir. Ama sonuç olarak İslamdır. “Biz” ve “düşman” olarak ikiye böldüğü dünyada, biz “Türk” diye yeni bir ad takılmış olan İslam milletidir. Düşman ise bin dört yüz seneden beri aşina olan Rum ve Frenk keferesidir. Cumhuriyet’in üfürükten kazanımlarını bir yana bırak, geriye kalıcı ve çağ değiştirici olan bir tek eser kalır: Yüzyıl başında %25 gayrimüslim nüfusu olan bir ülkede yüzde doksan dokuz virgül dokuz İslam çoğunluğu yaratmak.

    Cumhuriyet ideolojisinin dışladığı şey İslam değildir. İslam’ın eski sürümüdür. Hedefi İslam’ı silmek değildir, devlet kontrolüne almaktır. Daha belirgin ifade edelim: belli bir konjonktürde, devletin yüksek menfaatlerinin gerekli kıldığı birtakım reformlara “İslam” adına direnme eğiliminde olan unsurları bertaraf etmektir. Bir şekillendirme operasyonudur. Hadise bundan ibarettir.

    *
    Batıcılık da vardı elbette. Neden vardır? Üç sebep sayayım:

    1. Konjonktür dayatmıştır. Türkiye Batıya -30’larda İngiltere’ye, hini hacetle Almanya’ya, 1945’ten sonra ABD’ye muhtaçtır. Lozan’da verilmiş sözler vardır.

    2. İstanbul ve İzmir’in Avrupai elitleri ile Ankara yönetimi arasında Milli Mücadele yıllarında kopma noktasına gelen iplerin tamiri gerekmiştir. Ekonomik ve sosyal açıdan Ankara o zümrelere muhtaçtır. Tavizler vermesi gerekmiştir.

    3. Askeri erkan, Abdülhamid’in 1880’lerdeki reformlarından bu yana kendini “Avrupai” sayan bir kurumsal kültüre sahiptir. Bu kültür, ikinci maddede anılan zümrelerin Avrupailiğinden farklıdır. Prusya imalatıdır. Aynı devirde Japonya’da zuhur eden modernleşmeci militarizmle akrabadır. Batı medeniyetinin gelenek ve alışkanlıklarının çoğuna yabancıdır. Papazdan ve misyonerden korkar, kapitaliste güvenmez, fikir adamlarıyla aynı dili konuşmaz. Ama nihayetinde kendini “Batılı” sayar ve içinden çıktığı Şark dünyasını küçümser.

    Bakın, üç sebep saydık. İlk ikisi şartların zorladığı şeylerdir; gayri samimidir. Üçüncüsü samimidir, ama savunduğu kültür Batı’yı Batı yapan her şeyden soyulmuş bir tuhaf kışla kültürüdür, Batı’nın robot resmidir.

    Cumhuriyet rejimini “Batıcılıkla” suçlarken bunları da göz önünde bulunduralım.

    (Devam edecek..)

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/10/cumhuriyetin-batllg-degil-mesele-olamays.html

    Cumhuriyetin batılılığı değil mesele, olamayışı devam yazısı
    Değerli yazar Ümit Kardaş’ın Cumhuriyet ideolojisine dair yazısını didiklemeye devam ediyoruz.

    “Cumhuriyet yönetimi, Batı teknolojisi ile yerli kültür arasındaki sentezi veya içeriden bir reformu kabul etmeyen radikal bir tavrı sergiledi… Osmanlı döneminde geleneksel ile Batılı değerler arasında … senteze gidilmeye çalışılmıştı. Cumhuriyet ise geleneği tamamen ret ediyordu.” demiş yazar.

    “Vah vah keşke reddetmeseydi” dediğimiz yerli kültürün iki ufak kusuru vardı, onları da anmış olalım.

    Bir, batmıştı. İki yüz elli senelik feci bir can çekişme sürecinin ardından, Budin ile Basra arasındaki hemen her haneye ateş düşürerek sulara gömülmüştü. Batan geminin donanımının ne kadarı, nasıl kurtarılabilirdi, tartışırız elbette. Ama öyle bir batışın ardından “lanet olsun” deyip her şeyi çöpe atma psikolojisini çok da suçlayamazmışız gibi geliyor bana.

    Osmanlı’nın pek matah bir şey olduğu tezi son zamanlarda tekrarlana tekrarlana tekerleme oldu. Dünya tarihinin en görkemli çöküş hikayelerinden biri olduğunu hatırlayan pek yok. Hatırlatmış olalım.

    İki, “yerli kültür” dedikleri şey, Batı’ya ait her şeyi gavur ve murdar sayan bir zihniyetin elinde rehindi. O zihniyetin dışında, başka herhangi bir gerçek içeriği kalmış mıydı, onu da tartışırız isterseniz.

    Sen Batı’nın tekniğinden öte bir şeylerini ithal etmeye niyetlenmişsen (öyle bir niyet neden ve ne kadar vardı, az sonra), Batı’nın teknolojisini “şeytan icadı”, ahlakını “fuhuş”, yemeğini “domuz, kıyafetini “dinden çıkma”, siyasetini “Haçlı emperyalizmi” diye gören adamlarla neyin sentezini yapacaksın?

    Memleketin iliğine işlemiş gavur düşmanlığı olgusuyla yüzleşmeden ne sentezi, neyin reformu?

    *
    “Teknoloji almak yetmez, kültür de alalım” diyenlerin tezinde anlaşılmayacak bir şey yoktu.

    Teknolojiyi almaya zaten elin mahkum: dünyanın hiçbir yerinde o teknolojiyi almayan toplum yok. Peki o teknolojiyi üreten güç nedir? Beş yüz yıldan beri Batı dünyasını baş döndürücü bir yaratıcılıkla her gün yeni bir dünya keşfetmeye zorlayan itki nedir, hangi kültürel veya ekonomik veya yasal veya siyasal altyapıdır? O şey her neyse, bir şeyler kapmazsan teknolojinin tüketicisi olarak kalırsın. Onlar iphone çıkarır sen kuyruğa girersin; onlar kıtalar keşfeder sen televizyona bakıp çekirdek çitlersin.

    İşin teorisi buydu. Cumhuriyet’in bulduğu bir şey değildi, Tanzimat’tan beri Osmanlı-Türk elitinin gayet net olarak bildiği ve kavradığı bir şeydi. Cumhuriyet’in kurucularının, vatan-millet-sakarya ve Ziya Gökalp gölgesiyle bulanıklaşmış olan Batı sevdası, Osmanlı elitininkinden daha radikal veya daha cüretkar değildir.

    Peki fiiliyatta ne yaptılar? Batı’nın hangi kültürünü ithal ettiler? Fonograf ve tayyare dışında memleketin nesi batılılaştı?

    Aklıma üç madde geliyor: kıyafet, sanat, hukuk. Üçü de kuvvetli gerekçeleri olan reformlardır. Cumhuriyet kurucularının keyfi tercihlerine indirgenemezler.

    Üçünün de Batı toplumlarına has üretkenlikle illiyet bağı yoktu, varsa da pek dolaylıydı. Asıl mevzuya bir türlü gelinmedi desek yeridir.

    1.Kıyafet batılılaştı. En cüretkar, en göze batan, en geniş kesimleri etkileyen adım buydu. En çok direnişle karşılanan bu oldu. Hala da en çok direnişle karşılanan budur.

    Hangi akla hizmet etti? Sanırım akıldan çok duygulara hizmet etti. Dikkat edersen, memleket tarihindeki iki büyük kıyafet reformunun ikisi de büyük bir askeri hezimeti izler. İlki 1828 felaketinin ardından gelen 2.Mahmut’un ceket-pantolon ve fes reformudur. İkincisi 1.Dünya Harbi faciasını izleyen kıyafet devrimidir. Bir nevi kabuk değiştirme ritüelidir. Yenilginin ve çöküşün müsebbibi olarak görülen yerli kültürün köhne otoritesine karşı başkaldırı hareketidir.

    Her iki seferinde değişim spontane olarak başladı. Bir süre sonra devlet işe el koydu, reformu zaptu rapt altına aldı, kıyafet nizamnamesi ve şapka kanunu çıkardı.

    Israrla gözden kaçırılan bir detaydır: Cumhuriyet’in kıyafet devriminin canalıcı adımı olan peçe inkılabı Cumhuriyet rejiminin eseri değildi. 1919 yazında, yabancı işgali altındaki İstanbul ve İzmir’de gerçekleşti. İstanbul’da ilk caz müziğinin kadınları sessiz bir mutabakatla peçesiz sokağa çıkmaya başladılar. (Dize çıkan etekler Batı’da 1917-18’de görülmüştü. 1919’da İstanbul’da gayrimüslim kızların o modaya uyduğunu biliyorum; Türklerden emin değilim.) Ancak 1922’de Kemal Paşa İzmir’de peçesiz kızlarıyla meşhur Uşşakizadelerin evinde kalarak Ankara’nın politikasını İstanbul ve İzmir elitinin çizgisine taşıyacaktı.

    Bir özgürlük isyanının, aradan üç yıl geçmeden, Kastamonu’da, Şark tipi bir zorbalık gösterisine dönüşmesini, bu ülkenin değişmez kaderiyle ilgili bir tecelli saymamız gerekir.

    2. Sanat batılılaştı. Edebiyat ve plastik sanatlar hızla ve bütünüyle Batı formlarını benimsediler. Müzik bir süre direndi ve tamamen teslim olmadı.

    Bu da Cumhuriyet’in zoruyla olmadı. Esas dönüşüm Cumhuriyet’ten bir, hatta iki kuşak önce gerçekleşti. Sanatla uğraşan zümre, Batı referansını iştiyakla ve oybirliği ile benimsedi. Çünkü Osmanlı sanatı tükenmişti. Resim zaten yoktu. Edebiyat, daha 1820’lerde, Sümbülzade Vehbi ve Leskofsalı Galip devrinde, tükenmişliğinin farkındaydı. Aruz ittifakla terkedildi. İbnülemin gibi bir eksantrik dahiyi saymazsan, eski Osmanlı nesrine dönmeyi savunan tek kimse çıkmadı. Hat ve tezhip sanatını sürdürmeye çalışanlar, entelektüel itibardan yoksun esnaftı. Marjinalleştikçe ucuzlayıp tükendiler.

    Müzik biraz daha uzun direndi. Ama o da yaşayamadı. 1950’lere gelindiğinde Osmanlı musıkisinden geriye salya sümük bir meyhane böğürtüsü kalmıştı. Suçlusu rejim değildir. Gazi’nin son yıllarındaki kısa bir cinnet dönemi dışında, devlet radyosunda Türk halk ve “sanat” müziğine ayrılan süre, Batı müziğinden hiçbir zaman daha az olmadı. Buna rağmen yürümedi.

    3.Medeni Hukuk batılılaştı. Bizde bu olay kadın hakları açısından ele alınır. Oysa asıl dava, ticaret ve mülkiyet hukukunu sağlam temellere dayandırmaktı. Eski fıkhın safsatalar deryası üzerine bir şey inşa edilemeyeceğinin farkına daha yüz yıl önce varılmıştı. Yüz yılda Mecelle dahil çeşit çeşit sentez, çeşit çeşit “içeriden reform” denendi. Hiç biri tutmadı.

    Lozan’da Batılılar Medeni Kanunu’nu dayattılar. Objektif ve kolay anlaşılır bir hukukun yokluğunda, yerli ve yabancı gayrimüslimler için kapitülasyon benzeri istisnalar talep etmekte ısrarcı oldular. Türk tarafı uzun zamandan beri zaten o tartışmanın içindeydi. Fazla zorlanmadan adımı attılar.

    Özetlersek, Türkiye’nin misler gibi bir yerli kültürü vardı da, ne güzel yürüyüp gidyordu da, Cumhuriyet rejimi geldi, horlayıp zorladı … yok öyle bir şey! 1699 Karlofça Antlaşması’ndan beri batmış bir ülke, tükenmiş bir kültür ve çıkış yolu arayan bir toplumsal elit vardı. Hoyratlıktan ileri gelen birtakım hatalar yapılsa da, sonuçta bir çözüm aradılar. Böyle buldular.

    *
    Peki, attıkları taş ürküttükleri kurbağaya değdi mi? Kıyafeti rötuşlayıp sanatla hukuku sil baştan edince Batılılıktan umulan faydalar hasıl oldu mu? Her mahallede bir Galileo, her sanayi sitesinde bir Edison yahut Steve Jobs türedi mi? Yozgat’ta Mars kaşifleri sıraya girdi mi?

    Soruyu doğru sorarsan cevabı yarı yarıya vermiş olursun. Batı’yı ilginç kılan şey teknolojisi değildir -o teknoloji, üç beş sene sonra, bizde de var. Yeni teknolojiyi- ve yeni fikirleri ve yeni sanatı ve yeni yönetim ve örgütlenme biçimlerinin ve yeni ticaret yollarını- üretme yeteneğidir. O yaratıcılık, “yerel kültüre” saygıyla olmaz. Saygısızlıkla olur. Geleneği ve otoriteyi hiçe sayan, hakikati arama aşkından başka kanun tanınmayan arıza insanlarla olur. “Bütün hoca efendiler ve halk, dünyanın düz olduğunu söylüyor, ama onlar haksız ben haklıyım” diyebilenlerle olur. Bunların yüzde doksan dokuzu yanlış çıkar, ama yüzde biri Amerika’yı keşfeder.

    Bana sorarsanız “Batılılaşma” denilen davanın püf noktası bu tip insanların özgünlüğüne saygı gösteren, onların hakikat aşkına pay bırakan, başardıklarında meydanlara heykellerini diken kurumsal kültürü kurmaktı. Kurulmadı. Kurmak akıllardan bile geçmedi. “Milli birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla muhtaç olduğumuz şu zor günlerde” öyle lükslere harcanacak zaman yoktu. “Vatan” sizden hizmet bekliyordu, ukalalık değil.

    Nazım Hikmet devlet başkanının soytarısı olmayı reddettiği için 28 yıl hapse mahkum edildiğinde Cumhuriyet’in batılılaşma davası bitmişti bana sorarsanız. Ya da peki, pardon, cüretinden dolayı idam edilen adam Batı’da da çok var. Memleketin aydın sınıfının tamamı devlet başkanının yalakası, onun “Yeni Türkiye” davasının propagandacısı olmayı kabul ettiği gün bitmişti. Ondan sonrası Batı matı değildir. Batı cilası sürülmüş Şark despotluğudur. Yeni kisve giydirilmiş Osmanlı-yahut Timur, yahut Memluk- padişahlığıdır.

    Zaten resmi söylemdeki Batı referansı da o noktadan sonra kayıplara karışır. Rejimin güncel kaygılarla itiraz ettiği bazı Osmanlı temalarından ayıklanmış bir Şark alemi, Alpaslan ve Attila’sıyla, Mevlana’sıyla, Oğuz Kağan’ıyla, Tuna’dan şimşek gibi geçen akıncılarıyla, memleketin kültür ufkunu kara kargalar gibi sarar, Ziya Gökalp’in tahayyül ettiği kültür sentezini başarıyla gerçekleştirir.

    (Devamı var herhalde. İlham gelirse.)

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/10/cumhuriyetin-batllg-degil-mesele.html

    Cumhuriyetin batılılığı değil mesele, olamayışı son bölüm
    Ümit Kardaş’ın yazısına ilişkin kırık dökük notlarımıza devam. Kardaş’ın yazısı çok değişik ya da çok yanlış olduğundan değil, öyle denk geldi, ondan.

    “Halkın geri, İslam ve Arap etkisine açık kabul edilmesi, oryantalist bir bakışla ötekiyi işaret eder. (…) Modernleşmeci milliyetçilikler, Batı oryantalizminin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar ama aynı zamanda kendi oryantalizmlerini de üretirler. Yerli seçkinler bunu kendi halklarını medenileştirmeye çalışmakla yaparlar. Türkiye buna örnektir ve halkın büyük çoğunluğu bu kolonyal- oryantalist zihniyet ve uygulamaların mağduru olmuştur.” (Ümit Kardaş)

    Elitizm bu ülkeye Cumhuriyetle ya da modernleşmecilerle gelmedi ki? Devlet seçkinlerinin burnundan kıl aldırmaz kibri, Osmanlı kültürünün en belirgin özelliğidir. Kendi halkını reaya yani “davar” diye adlandırılan bir rejimden başka ne beklersin? Devlet dışındaki aktörlerin manevi ve siyasi özerkliği fikrine yabancı olan bir kültürden ne beklersin?

    Şimdiki İslamcı popülistlerin Osmanlıcılığına kulak asma, Osmanlı’ya dair cehaletleri diğer her konudaki cehaletlerinden az değildir. Osmanlı seçkinlerinin gözünde halk- ister Müslim ister gayrimüslim olsun- napaktır, yani “pis”; bihissü idraktir, yani “duyarsız ve kavrayışsız”. Osmanlı eliti devletin elitidir; halkı en iyi ihtimalle sadık kul, en kötü ihtimalle cahil ve zararlı bir mahluk olarak görür. Ebussuud Efendi ile Hoca Sadeddin Efendi’de de böyledir, Şinasi ile Ahmet Vefik Paşa’da da böyledir. En gavurcu Tevfik Fikret’in elitizmiyle, en anti-gavurcu Namık Kemal yahut Basiretçi Ali Bey’in elitizmi arasında fark göremezsin. Osmanlı kültürünün timsali Karagöz değil Hacivat’tır. Karagöz, bu ülke halkının Osmanlı’ya karşı küskün ve sonuçsuz öfkesinin dışavurumudur sadece.

    Cumhuriyet’in ilk kuşaklarının, bugünkü bakıl açımızla sakil duran elitizmi Batı’dan öğrenilmiş bir “oryantalizmin” eseri değildir. Kadim geleneğin devamıdır. Tam tersine köylünün ve kasabalının da tanımaya değer bir “kültürü” olabileceği fikri, ilk sarsak adımlarını Cumhuriyet’le beraber atar. Daha doğrusu, ondan on-onbeş sene önce, Jön Türk “modernleşmecileriyle” atar. Türk(çe) basın tarihinde ilk kez bir İstanbul gazetesi, Tanin, 1909’da taşraya muhabir gönderir. 1913-1914’te Refik Halit ilk Anadolu Hikayeleri’ni yazar. 1920’lerde kara Afrika’yı keşfeden Livingstone edasıyla ilk Anadolu romanları yazılır. Küçümseyicidirler, evet, önyargılarla maluldürler, ama bu ülke tarihinde ilktir. Seçkinci söylemin görkemli bedeninde açılmış bir gediktir. Osmanlı-Türk elit kültürünün 1950-2010 arasında katastrofal bir şekilde çöküşüne giden yolun ilk adımlarıdır.

    *
    “Batı eşittir elit, İslam eşittir halk” söylemi, ucuz siyasi propagandadan öte bir değer taşımaz. Birkaç yüzyıl boyunca İslam-İslam’ın bir türü-Osmanlı elit kültürünün kilit unsuruydu. “Cahil” halka dayatıldı.

    19. yüzyılda o İslam’ın artık kıymeti harbiyesi kalmadığı, ayak bağı haline geldiği idrak edildi.
    Elit zümrenin ittifakıyla Batımtırak bir yeni sentez inşa edildi. “Cahil” halka dayatıldı. Eski elitin rota değişimine direnen, ya da sosyolojik nedenlerle ayak uyduramayan unsurları -bazı medrese hocaları, bazı tarikat şeyhleri, kimi Kürt ve Arnavut feodalleri- önce marjinalize, sonra tasfiye edildi. Olay bundan ibarettir.

    Önceki iki yazıda vurguladığımız gibi, getirdikleri şey “Batı” değildi. Batı soslu bir sentezdi. Her şeyden önce Batı’nın bir dini vardı: o dinin alınması söz konusu olmadı. Dolayısıyla yapılan sentez ismen ve ruhen İslami bir sentez olarak kaldı. Kurulan yapı Batı’ya karşı derin bir güvensizlik ve düşmanlık altyapısı üzerine kuruldu. Elitlere “merak etmeyin yakında Batılılaşıyoruz” diye göz kırpılırken, halk kitlelerine vatan-millet-sakarya söylemiyle gavur düşmanlığı ve İslami aidiyet aşılandı. Daha önemlisi, Batı medeniyetini özgül ve ilginç kılan esas unsura -bireysel özerklik, ya da seçkinlerin özerkliği fikrine- zerrece geçit verilmedi. O yönde atılan her adımın görüldüğü yerde başı ezildi. İfade ve inanç özgürlüklerini, hak ve kazanç güvencelerini önemseyen herkese, ister filozof ve bilim adamı, ister tüccar ve maceracı, ister şair ve derviş olsun, TC sınırları dar edildi.

    Bu yüzden, Batımtırak sentezin sahibi olan elit zümre 1950-2010 sürecinde çöktüğünde, o sentezden geriye kala kala Hürriyet gazetesinin magazin eki kaldı. Miadı yüzlerce yıl önce dolmuş saçma sapan bir hurafeler yığını, memleketin Cumhuriyet-öncesi kimliğinin tek ifadesi, “yerel” kültürün biricik temsilcisi olarak önümüze konabildi.

    Ha, peki, bir de ODTÜ ile Boğaziçi var. Bir de Alsancak’taki cafeler. “Yerel”in alternatifi.

    *
    Bu “oryantalizm” lafı da sinirime dokunuyor, belirtmiş olayım. Pop çağı akademiklerinden Edward Said’in meşhur ettiği bir kavramdır. Ucuz polemiğin şahikasıdır.

    Oryantalist (ya da müşteşrik) dediğin adamlar, 400 küsur yıldan beri İslam medeniyeti hakkında bilmeye değer olan bilginin neredeyse tamamını üretmiş olan adamlardır. Binlerce elyazmasını inceleyip yayımlamış, şaheser sözlükler hazırlamış, unutulmuş medeniyetleri ve yıkılmış abideleri keşfetmiş, buraların şiirini ve lehçelerini incelemiş, coğrafyasını araştırmış bilim emekçileridir. Dünyanın hiçbir yerinde bir medeniyetin mensuplarının başka bir medeniyete böyle bir emek-ve sevgi- yatırımı yapmasının örneği yoktur. Elbette dünyaya bazen kendi medeniyetlerinin prizmasından bakmış, kendi kültürel önyargılarına az veya çok yenik düşmüşlerdir-kim düşmez ki? Elbette bilgi iktidardır, ve iktidar iyiye kullanılabileceği gibi kötüye de kullanılabilir-kim kullanmaz ki?

    Oryantalistlere yönelik irrasyonel öfkenin esas sebebi, İslam aleminin kendine ilişkin engin cehaletini, sorgulamaktan korktuğu önyargılarını paylaşmamaları olabilir mi acaba?

    Başkalarının kibrini ve önyargılarını eleştirenler, sanırsın Batı medeniyeti hakkında eşi bulunmaz bir hoşgörü ve bilgeliğin timsalidirler, sabah akşam Goethe ve Dante hakkında ciltler döktürüyorlar!

    “Cumhuriyet ise geleneği tamamen reddediyordu. Bu kapsamda Kürtler de medenileştirilecekti. Nitekim Dersim’de bir kolonide yaşayan ilkellere medeniyet götürmek zihniyeti sonucu katliamlar yapıl[dı].” (Ümit Kardaş)

    Benim bildiğim Osmanlı devletinin de, onun mirasçısı olan devletin de mantığı boyun eğme ve eğdirme üzerine kuruludur. “Medeniyet götürme” işin palavra faslıdır, ideolojik sosudur. 1920’lerde “medeniyet” modaydı, medeniyet dediler. Başka zaman “din elden gidiyor” moda olabilir, ya da “kahraman Türk milleti” moda olabilir, öyle derler. Yeter ki baş kaldıranın başı ezilsin.

    Dersim katliamının, gerek mantık, gerek teşkilatlanma, gerek yöntem ve sonuç itibariyle, mesela 1915 ve 1895 Ermeni katliamlarından, 1975 Bulgar katliamlarından, 1825 Sakız ve Mora katliamlarından, 17. yüzyılda Evliye Çelebi’nin ballandırarak anlattığı Erdel ve Podolya katliamlarından farkını göremiyorum. Geleneksel usul daha ziyade gayrimüslim reaya kesmekti. Onlar tükenince mecbur kaldılar, Müslim Kürtleri ve yarı-Müslim Dersimlileri kestiler. Bu, insanları biraz şaşırtmış olabilir. Farkı bence o kadar.

    “Dersimlileri modernleşme ve Batılılaşma yüzünden kestiler” ne demek yahu? İnsan lafının başını sonunu biraz olsun düşünmez mi?

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/10/cumhuriyetin-batllg-degil-mesele_15.html

  41. Anonim

    Gezi’den Gazi’ye mi dönsek?

    Feramuz Çakçak’ın Batılılık yazıları üzerine Meçhul Muhayyil adlı arkadaşımız eski bir yazısını http://mechulmuhayyil.blogspot.be/2013/09/ataturku-anlamak-senin-atan-bir.html göndermiş. Sanırım “Gazi’ye o kadar haksızlık etme, bizdendi Rahmetli” demek istemiş.

    Biraz evet, biraz hayır diyeceğim.

    EVET: Ben de “Frenklere hayran kaldım. Bilimleri bir yana, ahlakları, sanatları, kültürleri idi beni etkileyen.” Orada ahlak kelimesini kullanmak cesaret ve olgunluk ister, kabul.

    EVET: “[Gerçek ‘Mustafa’yı anlayabilmek için, yüzyıllar süren bir mücadeleden sonra sırtında mağlup edilmiş bir medeniyet kalmış bir insanın ruh halini anlayabilmek gerekiyor. Ve hepsinden daha önemlisi, bu mağlubiyetin askeri üstünlükten öte, kültürel üstünlük kaynaklandığını çok iyi bilen ve gören gururlu bir insanın yaşadığı hayal kırıklığını, hasedi, özlemi, aidiyet sorunlarını ve bunların yol açtığı içsel gerilimi, benliksel mücadeleleri kavrayabilmek gerekiyor. ‘Mustafa’yı anlayabilmek için yüzyıllarca düşman bellediğin, karşısında kahramanlık/fetih masalları üretilmiş, aşağılayarak kendini üstün gördüğün tarafa hayran kalan; daha sonra, hevesle, umutla dönüp kendi medeniyete, halkına, insanına bakınca, karşılaştırılması dahi gülünç, kültürel bir fakirlik gören bir insanın trajedisini anlayabilmek gerekiyor.]”

    Yanlış Cumhuriyet yazarı bu trajediye duyarsız değildi. Son dönemin faciaları karşısında bir kez daha dönüp o trajediyi düşünme gereği duydu, evet.

    EVET: “Türkiye’deki asıl yarılma[nın] Batı ve Doğu değerleri arasındaki farklar” olduğunu biliyorum. Tercihim de son derece net. Bir gün bile şaşmadım.Fakat heyhat, bu çatışmada bir tarafın timsali diye gösterilen kişi o kişi değil. Bir kere kendisi o değil. Daha önemlisi, bıraktığı miras o değil. Mesele sadece kendisi olsa gene tartışırdık, biraz öyle biraz böyle derdik, eksiklerini görmezden gelelim derdik, bir yerde uzlaşırdık. Ama mesele Gazi’nin kendisi değil ikonu olunca tartışacak bir şey kalmıyor. Kötü bir mirastır. Batı’yı ötekileştirme, evet tekfir etme konusunda ötekilerden aşağı kalır yönü yoktur. Medeniyet davasında ayak bağıdır. İki Mustafalardan kurtulmadıkça yürüyemeyiz.

    HAYIR: O fotoğrafta [http://mechulmuhayyil.blogspot.be/2013/09/ataturku-anlamak-senin-atan-bir.html yazısında ilk resim] ben “benzerlerine ancak Paris’te rastlayabileceğiniz şıklıkta kadınlar” görmüyorum. “Vitrin yap, ama özünü kaybetme” diyen Diyarbakır mollası Ziya Gökalp’in ruhunu görüyorum. Yeşilçam filmlerinde pavyona düşen fakir kızlar gibi giydirilmiş dört tane manken görüyorum. Önemsiz bir detay değil bu, her şey o fotoğrafta gizli. (1932-35 olmalı. O yılların Paris modası öyle miydi?)

    HAYIR: “Literatürü takip eden” bir entelektüel değil, “baştan aşağı Batı birikimi” yok. Hanioğlu’nun aklama çabasını boş ver. Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar’ı (İş Bankası Yay., 1983) daha geçen ay yeniden okudum. Birikimsiz bir otodidaktın açlığıyla o devirde Türkiye’de çıkan her şeyi okumuş. Dünya ve İslam tarihine, siyaset felsefesine, iktisada, dilbilime, antropolojiye, sosyolojiye, self help literatürüne hakim olmaya çalışmış. Abdullah Cevdet’in yayınladığı materyalist, anti-teist literatür kadar, hatta daha fazla, Necip Asım ve şürekasının Türkçü saçmalıklarına ilgi göstermiş. Eleştirel zemini kof olduğundan, Rousseau ve John Stuart Mill’e gösterdiği ilginin fazlasını, Amerikalı bir şarlatanın kayıp Mu kıtasına ilişkin fantezisine ayırmış, Hayır, yabancı dilde kitap okuduğuna – okuyabildiğine – dair bir belirti yok. Yurttaşlık Bilgisi kitabını yazdırırken yararlandığı Fransızca lise ders kitabını manevi kızına tercüme ettirmiş.

    HAYIR: Batı’ya karşı duyduğu hayranlık ve eziklik yeni bir şey değil. Osmanlı-Türk egemen sınıfının 1830’lardan beri neredeyse oy birliği ile paylaştığı bir hissiyat. Reşit ve Keçecizade Fuat Paşalardan, Şinasi’den ve Suavi’den, Ahmet Mithat’tan ve Yakup Kadri’den farklı bir şey yok Mustafa’nın trajedisinde. Batı’nın cafe kültürüne aşınalığı da orjinal değil. Yanlış Cumhuriyet’te yazıyor, 1850’lerden sonra iktidara gelen kadrolar arasında Batı’yı ilk elden en az tanıyanlardan biri bu, en çok değil. Selefleri arasında Batı başkentlerinde beş-on yıl büyükelçilik yapmış, Fransa’nın elit okullarından mezun olmuş olanlar var. Onunki askeri okullarda ve Selanik kahvelerinde edinilmiş, savaş yıllarında Berlin ve Viyana’ya iki kısa geziyle pekiştirilmiş elden düşme bir Batı.

    Evet, hayran olmuş, bir şey anlamamış, ve nefret etmiş. O nefretin izleri Cumhuriyet’in ideolojisine sinmiştir. Bugünkü Cumhuriyet gazetesini al oku, bak. Batı dünyasına karşı nefret, kuşku, yapısal güvensizlik, irrasyonel düşmanlık bakımlarından Yeni Şafak’tan geri kalır bir yanını bulabilecek misin? Terminoloji farklı sadece, bir de simgesel referanslar. Yoksa zemin aynı zemin: bin yıllık kafir nefreti!

    Ve HAYIR, bin kere hayır. “Bir doğulu olarak benim şu an sahip olduğum ahlak ve etiği mümkün kıldığı için kendisine minnettar” değilsin, olmamalısın. 1930’ların Çankaya’sından etrafa saçılan ve bugünkünden zerrece eksik olmayan biat, dalkavukluk, çanak yalayıcılık, zorbalık, ırkçılık ve hırsızlık kültürüne bir şeyler borçluysan bilemem, ama kastettiğin şey sorgulayıcılıksa, cılız da olsa bir hakikat aşkıysa, bin yıllık hurafelere kulak asmama cesaretiyse, o dediklerin buraya Cumhuriyet’le gelmedi. Şayet birilerinin eliyle geldiyse, bir avuç cesur ve idealist insanın binbir zorluğa göğüs gererek kurdukları yabancı okullarla geldi. Okul yoksa kim mereden duyacak Sokrates’i, Rousseau’yu, Galile’yi? Modernize edilen yerli okullarda sana öğretilenler, o okullarda tedrisat görmüş insanların suyunun suyudur.

    Düşün: Batılılığın bu ülkedeki ışıldağı olan yabancı okullara Cumhuriyet rejiminin gösterdiği düşmanlık, Abdülhamit’inkinden bir zerre eksik değildi. Tek başına bu yetmez mi bütün tezi çökertmeye?

    http://nisanyan1.blogspot.de/2014/11/geziden-gaziye-mi-donsek.html

  42. Anonim

    Ulu Führer’i ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz. Atam İzindeyiz.

  43. Anonim

    HDP’den Kemalist/Faşist Küstahlık!

    HDP’nin Silopi’de düzenlediği bir etkinlikte çarşaf ile kölelik özdeşleştirildi. Bazı toplumlarda kültürel bir öğe olarak kullanılan çarşaf, Kuzey Kürdistan’da kasaba ve şehir ile tanışan ve köyden dışarı çıkıldığında annelerin kullandığı bir giysidir. Kuşkusuz ki çarşaf farklı toplumlarda farklı şekillerle/amaçlarla kullanılır. Genelleme yapıp tüm çarşaf kullananları Afganistan’daki Taliban anlayışıyla özdeşleştirmek ya aptallıktır ya da bir halkı bilinçli olarak rencide etme küstahlığıdır.

    Kemalist ideolojiye olan bağlılıkları gibi Kemalist uygulamalara da fazlasıyla hevesli olan bu anlayışın unuttuğu şey, kendilerinin, çarşaf giyen Kürdistanlı kadınların ve ailelerinin mücadelesi sayesinde bir mevki elde edebildikleri ve bu mevki sayesinde “insan” muamelesi gördükleridir.

    Hayali “Kurtuluş Savaşı”, “Kurtarıcı Atatürk hikayelerine” rağmen halk hiçbir zaman Kemalizm’i benimsemedi. Sadece darbe dönemlerinde baskıyla halkı yanına alabilen Kemalistler, görece tercih yapma şansı olduğu her seçimde halktan ağır bir tokat yemiştir bu güne kadar. Halkı küçümseyen/hor gören Kemalistlerin modernizm anlayışları tamamen biçimseldir ve tepeden zorla dayatmalardan ibarettir. Böyle olduğu için de toplumsal gelişmenin ve doğal değişimin önünde engel teşkil ederek mekanik değişimleri sağlıyor sadece.

    Kemalizm, Batı tarzı modernizmin demokrasi kültürünü benimsemezken sadece onların giyim tarzını benimsemiş ve böylece “modern bir toplum” yarattığı yanılsamasını yaşıyor/yaşatıyor.

    Avrupa’nın Rönesans-Reform ve aydınlanma süreçlerinin hiç birini yaşamayan Türkiye, zihinsel/düşünsel olarak hâlâ Ortaçağ anlayışının derin izlerini taşımaktadır.

    “Özgür Kadın” adı altında Adnan Oktar gibi şaklabanları aratmayan modern bir müritlik kurumu geliştiren PKK/HDP, bu gerici ve itaatkar özünü unutturmak için biçimsel göz boyamalara baş vururken aynı zamanda da Kürd kadınına açıkça hakaret ediyor.

    Bu Kemalist biçimci anlayış, Pazarda kadınları köle olarak satan IŞİD barbarlarının ve kadınları kırbaçlayan/taşlayan (Afganistan- İran v.s.) gerici yobaz devletlerin biçimsel olarak karşıtıdır. Bu biçimsel karşıtlar birbirini besleyen anlayışlar olduğu için öz olarak aynı derecede gerici/faşist anlayışlardır…

    Yaklaşık bir asırdır Kemalizm barbarlığına teslim olmayan Kürdler, Kemalizm’in güncellenmiş hali olan Kürd Kemalizm’ine de teslim olmayacaktır ve mutlaka bu devşirme anlayışın temsilcilerini tarihin çöplüğüne gömecektir…

    Haber/Yorum

    26.11.2014

    http://www.nasname.com/a/hdpden-kemalist-fasist-kustahlik

  44. aa

    Mustafa Kemal eleştirileri sığ.Bunu “Kemalizm “le kavramlaştırıp k.izm de sığ diyebilirsiniz. Hoş ben de islamcı ya da sol, liberal kesimlere sırf onları gıcık etmek için kemalistim diyorum. Eleştirmiyor yakınıyorsunuz. Yakınmalarınız da 13-14 yaş ergeninin babasından şikayetleri gibi.

  45. Anonim

    Kemalizmin Kökenleri -Tarihe Emretmek-

    Hasan Bülent Kahraman, Stefan Plaggenborg’un Tarihe Emretmek kitabını kritik ediyor.

    Kemalizmin Kökenleri
    Hasan Bülent Kahraman

    Stefan Plaggenborg’un Tarihe Emretmek kitabı, Kemalizmin anlaşılması, iç dinamiklerinin tanınması, etki kaynaklarının saptanması bakımından ilk defa bu derecede muhtasar bir birikim ortaya koyuyor.

    Kemalist rejimin ideolojik karakterinin ne olduğu başlı başına bir sorudur.

    Rejimin kurulduğu ve kendisini konsolide ettiği dönem olan 1930’lardan sonra, yarattığı ortam içinde bu sorunun cevabı yeterli bir özgürlükle aranamadı. Fakat rejim kendisini bu arayışın içinde tuttu. Özellikle Kadro dergisi bu konuda sistematik bir yayındı.

    Gene o dönemde CHP Genel Sekreteri olan Recep Peker’in İtalyan faşizminden etkilenen bir yapı kurma çabası söz konusuydu. Netice olarak Kemalizm kendisini dönemin önde gelen iki büyük rejiminden, faşizm ve sosyalizmden, ayrıştırarak ele almayı benimsedi.

    Bu irdeleme daha sonra da yeterince yapılamadı.

    Buna mukabil Kemalizmin farklı kanatları gelişti ve bunlar sağ Kemalizm- sol Kemalizmolarak ele alındı. Kemalizm bir total ideoloji olarak, kurucu bir devlet ideolojisi olarak her iki anlayışın da zeminini oluşturmaktaydı. Arada farklar elbette vardı. Sağ Kemalizm, onu, sınıf farklarını reddeden, toptancı bir toplumsal kalkınma modeli olarak benimseyen, elitist, Batıcı bir çerçeve içinde değerlendiriyordu. Sağ Kemalizmin bilhassa Soğuk Savaş yıllarında geliştirdiği temel felsefe bu anlayışın komünizme kapalı olmasıydı. Hatta komünizme uzak kalmak için Kemalizm kullanılıyordu. Ordu bu kesim tarafından da Kemalist ve anti-komünist kabul ediliyordu. Devlet ve ordu bütünlüğü, toplumun her iki kuruma dönük ‘sarsılmaz’ inancı ve bağlılığı gene sağ Kemalizmin parametreleri arasındaydı.

    Sol Kemalizm ise tam tersi bir noktadaydı. Bu kurucu ideolojinin sola açık olduğunu iddia ederek başlıyordu. Bu sol eğilimi doğuran etmen Kemalizmin 1920’lerdeki anti-emperyalist içeriğiydi.

    Bilhassa Lenin-Mustafa Kemal arasındaki ilişki ve SSCB’nin Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi daha sonra (hatta o dönemde bile) kurulan rejimin de sol kabul edilmesine yol açıyordu. Solun, Marksist bir anlayış ve sosyalist bir devlet yönetimi olarak telakki edilmesi durumunda bu yorum sadece bir tahayyüldü.

    Kemalizm, sol bir platformda ele alınacaksa, bu Fransız Devrimi’nin solculuğu bağlamında anlam ifade ederdi.

    Öte yandan sol Kemalizm 1960 sonrasında dönemin ruhuna uygun bir biçimde ama Kemalizmin özüyle de bütünleşecek şekilde sadece bir noktada ısrarcı oldu: Politik sistemin asker ve bürokrasi ittifakıyla değiştirilmesi. Bu koalisyona bir de öncü aydınları eklemek gerekir. Bu üçlü benim Türk Siyasetinin Yapısal Analizi isimli kitaplarımın birinci cildinde ayrıntılı bir şekilde ele aldığım gibi, ‘tarihsel blok’ dediğim kanadı oluşturuyordu. Söz konusu bloğun Osmanlı-Cumhuriyet çizgisinde değiştirici/dönüştürücü bir gücü vardı elbette fakat aynı kuvvetin 20. yüzyılın ikinci yarısında aynı yöntemle toplumu bir kere daha baştan aşağıya yenilemesini beklemek zordu. Zor olduğu için de bu kanat sürekli olarak askeri müdahalelere başvurmak zorunda kaldı. Ayrıca bu kanadın öne ittiği sol toplum analizi yani sınıf çatışmalarına dayanan bir tarih irdelemesinin klasik Kemalist doktrinle uzaktan yakından ilgisi yoktu.

    Bütün bunlar Kemalizmin 1980’lere, hatta 1990’lara, hatta 2000’lere kadar büsbütün ‘eklektik’ ve meçhul bir kavrama dönüşmesine yol açmıştı. Klasik doktrinin karmaşık yapısını izleyen dönemde 1960’lar sol, 1971 sağ, 1980’ler bürokratik, 1990’lar laisist bir Kemalizm üretmişti.

    Kısacası, bir ‘söylem’ olarak Kemalizm her dönemde farklı bilinç kurgularıyla birlikte ele alınmış ve yeniden üretilmişti. Bu kurgulamaların hiçbiri Kemalizmin ne olduğu, kökenleri, kaynakları konusunda kalıcı ve köklü bir değerlendirmede bulunmuyordu.

    Şimdi elimizde duran Stefan Plaggenborg’un Tarihe Emretmek (çeviren, Hulki Demirel; İletişim Yayınları) kitabı münhasıran bu konuya eğiliyor. Bu nedenle ilginç ve önemli, bundan sonra çok atıfta bulunulacak bir kitap.

    Avrupa Bağlamında Türkiye

    Plaggenborg’un kitabı önemli bir altbaşlığa sahip:

    Kemalist Türkiye, Faşist İtalya, Sosyalist Rusya.

    Son derecede doğal bir başlık bu, esasen. Üç rejim, birbirine çok yakın dönemlerde doğdular ve birbiriyle iç içe geçerek oluştular. 1917 Rus İhtalili’ne tanıklık ederken, Rus devrimcileri ve Jön Türkler zaten Avrupa’nın çeşitli kentlerinde, birer sürgün olarak bir araya gelmiş ve birbirlerinden etkilenmişlerdi.

    Hele 1908 Jön Türk Devrimi, Rusların büsbütün ilgisini çekmişti. Troçki başta olmak üzere bütün Rus devrimcileri konuyla yakından ilgiliydi.

    Troçki’nin tanımlaması ise sonraki dönemlerde kullanıldı:

    1908 Devrimi 1917 Devrimi’nin kostümlü provasıdır! 1920’lerde ise Stalin meseleyi bambaşka açılardan değerlendirecek ve Kemalizmin ‘sol/sosyalist’ bir model olmadığını şiddetle yazacaktı.

    Öte yanda, 1920’lerde (1923-24) kurulmuş bir faşizm vardı ve Kemalizm bu ideolojiyle çok daha ciddi yakınlıklar gösteriyordu. Her şeyden önce faşizmin sınıf savaşlarını reddedip sınıf dayanışmasını öne çıkaran korporatist dokusu Kemalistler için bulunmaz bir imkandı. Onu sonuna kadar kullandılar. Buna bir de 1930’lar sonrasında büsbütün lider kültüne, tek parti yönetimine ve diktatoryel tutumlara dayanan neredeyse ‘yeni faşizm’ denen çok daha ırkçı ve radikal momentumu eklemek gerekir. Kemalizmin bu açılımdan da olabilecek en geniş şekilde etkilendiği muhakkaktır.

    Plaggenborg, kitabını oluşturan yedi bölümde bu konuyu irdeliyor. İlginç bir biçimde, Türkiye’deki Kemalizm irdelemelerinin kısırlığını zamana yayılmış ‘milliyetçi’ yaklaşımlara bağlıyor. Bu önemli bir saptamadır. Buradaki milliyetçilik kavramını dar ideolojik bağlamından çıkarıp daha geniş bir anlamla bütünleştirmek gerekir. ‘Milli’ duygular veya dürtüler de denebilir buna ki, doğrudur. Çok endoktriner bir biçimde işlemiş olan ‘bize özgülük’ düşüncesi, Kemalizmin çekirdeğinde diri tutulmuş ‘kurtarıcılık kurtuluş’ kavramıyla bütünleşince ortaya bu türden ‘tutuklukların’ çıktığı muhakkaktır.

    Kitabın ikinci önemli kategorik saptaması ise daha dikkat çekici. Plaggenborg, bu mukayeseli değerlendirmesiyle Türkiye’yi, kesinlikli bir biçimde ‘kendisine özgü’lükten, dolayısıyla da ‘içine kapalı’ olmaktan çıkarıp, Avrupa bağlamına yerleştiriyor.

    Bu önemli, yeniden değerlendirilmesi gereken, ilginç bir saptamadır.

    Böylesi bir genel arka plana yaslanan kitap temel tez olarak Kemalizmin Sosyalist Rusya’yla elbette Stalinist dönemde, başlangıçtaki ‘romantik’ ve ‘reel’ ilişkinin dışında, irtibatlandığını belirtiyor ve bunun da daha ziyade kişisel kült, liderlik modeli ile bağdaştığını saptıyor. (Bu tespit kitabın bütün bir ilişki zincirini ayrıntılı şekilde ele almadığı anlamına gelmiyor.) Fakat modelin temel kurgusunun İtalyafaşizm ekseninde oluştuğunu belirtiyor. Kitap, teorik bölümün ardından, hiçbir bölümde mukayeseyi analiz dışı bırakmaksızın, ikinci bölümde ‘diktatörlüğe giden üç yol’, üçüncü bölümde ‘yeni rejimler ve düzenler’, dördüncü bölümde ‘büyük adamlar ve lider kültü’, beşinci bölümde ‘baskının dinamikleri’, altıncı bölümde ‘devlet ve din’, yedinci bölümde ‘diktatörlükten çıkışın üç yolu’ konularını ele alıyor.

    Eksiklikler Elbette Var

    Her bölüm, Türkiye’nin bugün de tartıştığı bir temel konuyu sorgulaması bakımından son derecede yararlı ve işlevsel bir çerçeve sunuyor. Bir bütün olarak da kitap, sonuna kadar nesnelliği elinden bırakmayarak, ciddi ve sorumlu bir analiz sağlıyor.

    Kemalizmin anlaşılması, iç dinamiklerinin tanınması, etki kaynaklarının saptanması bakımından ilk defa bu derecede muhtasar bir birikim ortaya koyuyor.

    Kitabın bizim bakımımızdan yerli kaynaklara daha fazla eğilmesi beklenirdi.

    Bu, yabancı yayınların genel bir sorunudur. Gene de Plaggenborg’un temel metinleri dikkate aldığı söylenebilir.

    Eksikler elbette olacaktır. Onu da bundan sonraki çalışmaların tamamlaması beklenir.

    Kemalizmi değerlendirmek Türkiye’de bugün bile başlı başına bir sorun.

    1990’lardaki son büyük kalkışmasının ardından ve özellikle de toplumsal planda yaşanan değişimlerle bir ‘kült ideoloji’ olarak şimdi kendisine yeni bir yatak arıyor. Belli dönemlerde sosyal demokrasi gibi bazı ideolojik açılımları hiç değilse telaffuz etmiş, sonradan onların hepsinden arınarak yeniden Kemalizmle bütünleşmiş, esasen bu ideolojinin kurucu siyasal örgütü olarak vücut bulmuş CHP, söz konusu ideolojinin yeni arayışlarına zemin bulma çabasında. Kısacası bugün de Kemalizm üstelik bir siyasal örgütle tümleşik olarak kendisini toplumsal planda konumlandırıyor ve işlevsel hale getiriyor.

    Bunun ne derecede mümkün olduğu başlı başına bir soru olmakla birlikte, 21. yüzyılda diğer iki ideolojiyle mukayese edildiğinde, mevcut durumun kendi içinde bir gerçekliği dile getirdiği açık.

    Plaggenborg’un kitabı diğer özelliklerinin yanı sıra bu ‘anakronistik’ durumu açıklamak için de okunabilecek, yararlı, zengin, ufuk açan bir metin.

    Kaynak: Sabah Gazetesi

  46. Gün Zileli

    kaynağın kendisi her şeyi anlatıyor.

  47. Anonim

    AKP’li vekil ‘Batıcı Kemalizm’i tarif ederken kendisi de Ulusalcı bir Kemalist gibi konuşmuş. İktidar Ulusalcı, muhalefet de Batıcı Kemalist diyebiliriz aslında;

    AKP’li vekil: İzmirli gençlerin özgürlükten anladıkları, açık giyinmek ve kafa çekmek
    AKP Diyarbakır Milletvekili Cuma İçten’in İzmir’den notlar şeklinde Twitter hesabında yaptığı paylaşımlarda, “CHP’li İzmirli gençlerin özgürlükten anladıkları, son derece açık giyinmek, kafa çekmek, sabaha kadar eğlenmek” ifadelerini kullandı.

    AKP Diyarbakır Milletvekili Cuma İçten seçim çalışması için gittiği İzmir’den notlar şeklinde açıklamalar yayımladı.

    İçten, “CHP’li İzmirli gençlerin özgürlükten anladıkları, son derece açık giyinmek, kafa çekmek, sabaha kadar eğlenmek.Genelde İzmir’i ayakta tutan İzmir dışında buraya yerleşmiş Anadolu insanları. İzmir boşanma oranının en yüksek olduğu il neden acaba “, “Haşhaşilerin başkenti İzmir, neden acaba?” ifadelerini kullandı.

    Cuma İçten’in paylaşımları şöyle:

    http://haber.sol.org.tr/turkiye/akpli-vekil-izmirli-genclerin-ozgurlukten-anladiklari-acik-giyinmek-ve-kafa-cekmek-117406

  48. Anonim

    Tekfirci barbarlığın sorumlusu Arap devrimi mi?

    Sungur Savran
    Mart 14, 2016

    Son zamanlarda moda oldu. Özellikle Müslüman halk kitlelerinin ayağa kalkmasından vebadan korkar gibi korkan Kemalistler ve onların sosyalist hareket içindeki fikir arkadaşları, Ortadoğu’da yaşanan büyük kargaşayı ve tekfirci barbarlığı tartışırken söze “Arap baharı” ile başlıyor, ona bir tokat attıktan sonra esas konularına geçiyorlar. Hem de nasıl çok bilmiş bir tonda: “Biz size demedik mi?” havasında. “Arap baharı devrim falan değildi.” Hemen soralım, peki neydi? Bunların alayı o dönemde şöyle diyordu: “Bu hareketler, aslında Amerika’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı yeniden dizayn etmesidir. Amerika ılımlı İslam’ı hâkim kılmak istiyor.”

    “Biz size demedik mi?” diyenler, biraz durumun ne olduğuna baksalar iyi ederler. Ne dediniz, ne oldu! Bir: Arap devriminin en güçlü olduğu yerlerde, Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de ılımlı İslam hâkimiyet kuramadı. Mısır’da eski rejim geri geldi. Tunus’ta burjuva demokrasisi yerleşti. Yemen iç savaş yaşıyor. Siz ise Amerika Ortadoğu’yu yeniden dizayn ediyor demiştiniz. Bari deyin ki Amerika büyük bir başarısızlık yaşadı. Yok demiyorsanız, susun.

    İki: Ilımlı İslam değil, tekfirci-mezhepçi akımlar güçlendi. DAİŞ bunların en önemlisi. ABD de Esad’ı bıraktı, DAİŞ’le dalaşıyor. Öncelik DAİŞ’i yenmek diyor. Ne oldu? Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Hani ABD Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek istiyordu. Mısır’da eski rejime razı oldu. Suriye’de de Esad gitse Baas’a razı olacak neredeyse!

    Müslüman kitlelerden korktuğu için sınıf mücadelesini bile reddeden solculara şimdi hiç beklemedikleri bir yerden destek geldi: Diyanet İşleri resmi bir belgesinde aynen onlar gibi “Arap baharı”nı bugün olan bitenin esas sorumlusu gibi sundu! Şubat ayı içinde düzenlenen 32. İl Müftüleri İstişare Toplantısı’nın sonuç bildirgesi Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez tarafından açıklandı. Okuyalım:

    “‘Arap Baharı’ söylemiyle Kuzey Afrika’da başlayan, dalga dalga Ortadoğu ve Afrika kıtasına yayılan çatışma ve kaos ortamı, bilhassa Suriye krizi ile birlikte uluslararası ölçekte bir trajediye dönüşmüştür. Bu süreçte geleneksel dini-tarihi yapılar tahrip edilmiş, bilimsel ve kültürel miras yağmalanmış, kitlesel göçlere sebebiyet verilmiş ve insanlarda büyük korku ve umutsuzluklar meydana getirilmiştir. Maalesef yaşlı dünyamız bir kere daha küresel ölçekte uluslararası bir savaşın eşiğine getirilmiştir.”

    Haydi Kemalistler ve yardakçıları sevinin, müttefik geldi size! Tabii insan Diyanet İşleri’nin siyasi analizle ilgisi ne diye sormaktan alıkoyamıyor kendini. Beyefendi, siz babanın kızına şehvet duyması günah mıdır değil midir, o konuda verilen fetvalarla uğraşın. Milyonlarca Arap emekçisinin zulüm düzenine karşı ayaklanıp firavunları devirdiği devrimleri karalamak sizin işiniz değil!

    Arap devriminin gerçeği açıktır: İşçi ve emekçi kitleler devrimci bir dizi ayaklanmaya rağmen iktidarı ele alamamışlardır. Bunun için gerekli olan devrimci partileri yoktu. Karşı devrimci güçler çeşitli başka yöntemlerin yanı sıra özellikle Suriye’de mezhepçi-tekfirci grupları silahlandırmışlardır. Yani DAİŞ ve benzerleri, devrimin ürünü değildir. Tersine devrimin yenilgisinin ürünüdür.

    Bir devrimin yenilmesi onun devrim olmadığını kanıtlamaz. Öyle olsaydı, Fransa’da 1851’de Bonapartist diktatörlük kuruldu diye 1848 devrimi, devrim sayılmazdı. Oysa Bonapartist diktatörlük devrim yenildiği için kurulmuştur. Almanya’da 1918-23 arasındaki devrimci atılım, bu dönem Nazi iktidarıyla sonuçlandığına göre devrim sayılmazdı. Oysa Nazizm devrim yenildiği için kazanmıştır.

    Diyanet devrimleri karalamak için böyle konuşuyor. Halk, devrim kargaşa getiriyor desin ve devrimden soğusun diye. Siz solcu geçiniyorsunuz. Size ne oluyor?

    Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Mart 2016 tarihli 77. sayısında yayınlanmıştır.

    http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/tekfirci-barbarligin-sorumlusu-arap-devrimi-mi

  49. Anonim

    [O zamanlar Ankara’daki Gazhane İşletmelerinin Müdürlüğünü yapan Abdurrahim Tuncak, tipik bir “batıcı-Kemalist”ti. Şimdiki ulusalcılığın “batı aleyhtarlığı” ile hiçbir ilgisi yoktu. Ona göre, batılı olan her şey iyi, batıdan gelmeyen her şey kötüydü. Hele Araplar, dünyanın en pis, en nefret edilesi milletiydi. Abdürrahim Beyde öyle koyu bir Arap düşmanlığı vardı ki, “bizi Yemen’de sırtımızdan vurdular” diyerek bir anda Cumhuriyetçiliği falan unutup Osmanlı kesilebilirdi. Araplara düşmanlığını, onların konuşmasını, “yallah yallah el habibi” diye taklit ederek ve aşağılayarak iyice ileri boyutlara vardırırdı.]
    [İkincisi, ulusalcı Kemalistlerin önemli bir bölümü diyelim, belki de bugünkü konjönktür icabı Araplara ve Arap devletlerine ulusal müttefik olarak bakar; batıcı Kemalist ise aşırı Arap düşmanıdır. Onun bütün derdi Türkiye’yi İslam kültüründen kopartıp Avrupa kültürüne adapte edebilmektir.]

    *

    Gerçekten de sosyalist solun belli bir kesimi Türkiye’de yaşanan değişimleri “Birinci Cumhuriyet’in sona ermesi, İkinci Cumhuriyet’in başlaması” olarak değerlendiriyor. Bunlar arasında bu İkinci Cumhuriyet’i araya kelime oyunu da karıştırarak “2. el-cumhuriyet” olarak nitelendirenler de mevcut.[1] Bununla Arap ve İslam göndermesi yapılmakta, devletin bu yeni yapılanmasının adeta bir İslam cumhuriyeti olduğu ima edilmektedir.[2]

    [1] ÖDP’deki hâkim siyasal eğilimin önde gelen isimlerinden Melih Pekdemir.
    [2] Bu Arap ve İslam düşmanlığının Kemalist kesimde çok hâkim bir duygu olduğunu vurgulamakta fayda var. Bunun skandal boyutlardaki son bir örneği Kemalist kesimlerin bugünlerdeki gözde gazetesi Sözcü tarafından verildi. 22 Eylül tarihli nüshası sekiz sütuna çift satır verilen devasa manşette Erdoğan kastedilerek, “Tertemiz Alnını Arap’a Öptürdü” yazıyordu. Keza aynı gazetenin yazarlarından birinin (Mehmet Türker) bundan birkaç gün sonraki yazısının başlığı şöyle: “Bıktık bu Arap aşkından”

    “İkinci Cumhuriyet” Tartışmaları
    Levent Toprak
    http://marksist.net/levent_toprak/ikinci_cumhuriyet_tartismalari.htm

  50. Anonim

    Bir yazısında Kemalizm hakkında şöyle yazmış Nişanyan (Taraf’ta etimoloji üzerine yazdığı Kelimebaz köşesinde)

    Yakînen sözcüğünün Türkçe yakın’la hiç alakası yok, unutun. Arapça qalın q ile yaqîn “kesin ve şüpheden arınmış” demek. Bir şeyi yakînen bilmek = şüpheye yer bırakmayacak şekilde bilmek. O da ikiye ayrılıyor: ilm-el yakîn analitik olarak bilinen şey, iki kere iki dört gibi; ayn-el yakîn bizzat gözünle görüp doğruluğundan emin olduğun şey. Mûkın yüzde yüz emin, teyakkun da (önceden öyle değilken) emin olmak demek. Tumturaklı laflar, bir ara kullanmalı. Misal: Atatürkçülüğün muzır bir ideoloji olduğuna dair kanaatim zamanla teyakkun etti.

    *

    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/halt/5667/

  51. Anonim

    Kemalist elitizm üzerine ilginç bir yorum:

    cumhuriyet eliti dediğiniz selanikli bir yetimdi

    yetimdi amma, en iyi okullarda okudu, padişahın fahrî yaveri oldu, böylece tüm iktidar çevreleriyle dirsek teması oldu. padişahın yaveri olup almanya’ya giden, harbiye nazırlığına getirilmesi ve saraya damat olması düşünülen adam, sonra da anadolu’ya umumî müfettiş olarak gidip tüm yetkileri kendinde toplayan, cumhurbaşkanı, meclis başkanı, parti başkanı, mareşal aynı anda olan adam, sırf yetim diye elit olamıyor mu?

    bu kadar boş konuşulması aptallığa delalettir, başka bir şeye değil. sanki insanlar ”cumhuriyet eliti” denince memur çocuğu olmayı kastediyor. mustafa kemal ittihatçı zümre içinde yetişmiş tipik bir devrimci askerdir. evet, okuduğu okullardan çıkınca da siyaset çevrelerine girmiş ve bir ‘elit’ olmuştur. elit olmasa neden gitsin anadolu’ya direnişi örgütlemeye, benim dedemin babasını neden göndermemişler de mustafa kemal’i göndermişler?

    konuşurken kafanızı kullanın, gazetecilere tavsiyemdir.

    https://eksisozluk.com/entry/62739764

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑