Dış Politikadaki Değişimin Anlamı
İktidar ve güç insanı baştan çıkarır. Baştan çıkan insan (ya da iktidar) içerde de dışarıda da saldırganlaşır. Ne var ki, saldırganlık bir süre sonra ters tepmeye başlar ve hayat, gücün sınırsız olmadığını, gücün güçle dengelendiğini acı deneylerle öğretir.
AKP iktidarının güçle başı döndü. İçerde bu baş dönmesi onu baskıcı, küstah ve dizginsiz siyasetlere yöneltti. Gezi, ardından 17 Aralık’la içerde ilk dersini aldı. Aynı baş dönmesi onu dışarıda da saldırgan ve fetihçi siyasetleri yöneltti. Fakat bir süre sonra bu yayılmacı siyasetin kendisini tecrit ettiğini, çevresinin düşmanlarla çevrildiğini, bu durumun giderek iktidarını tehlikeye soktuğunu gördü.
Davutoğlu’nun değiştirilmesi, özellikle dış politikada değişiklikler yapılması için fırsattı. Her iktidarın yaptığı gibi, eski kirli çamaşırlar görevden alınanın sırtına yıkılacak, böylece neredeyse hepsiyle kavgalı olunan komşularla ve belli başlı ülkelerle arayı düzeltmenin yoluna bakılacaktı.
Saray ve yakın çevresi bir süredir bu durumu değerlendirmekteydi zaten. Hele Rus krizi durumu açıkça gösteriyordu. Üstelik Rusya ile olan kriz ekonomiyi, giderek iktidarlarını tehlikeye sokuyordu. Suriye’de de başarısız olmuşlardı. Şimdi onu da değiştirecekler. Böylece içerdeki iktidarlarını bir süre daha garantiye almaya çalışacaklar. Nasıl güç dış saldırganlığı arttırırsa, güçsüzlük belirtileri de yeniden içe dönmeyi getirir.
Bununla birlikte, gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta vardır. AKP iktidarının dış politika alanındaki “barış” çabalarının altında çok daha önemli bir nokta yatmaktadır. Kanımca ABD ve Avrupa AKP iktidarının üstüne bir çarpı atmıştır. Bu konuda bir “düzelme”ye ya da yumuşamaya tanık olmuyoruz. Tam tersine, ABD de, Avrupa da tutumunu sertleştirdikçe sertleştiriyor. Zaman zaman diplomatik ölçüleri aşan sözleri ve müdahaleleri olabiliyor (TC Cumhurbaşkanı’nın da öyle). Kanımca AKP iktidarını, diğer faktörlerin yanı sıra yeni “barış taarruzuna” yönlendiren en önemli unsur bu, yani batının tutumu. AKP iktidarı, batıdan şamar yedikçe başka kapılardan, özellikle de batının baş rakibi olan Rusya’dan kendine destek aramaktadır. Bu durum, AKP iktidarı ile batının arasını daha da açacaktır önümüzdeki süreçte. Kısacası, genelde yumuşuma gibi görünen durum, aslında bir başka alanda sertleşmenin belirtisidir.
ABD ve Batı AKP iktidarının devrilmesini istiyor. AKP iktidarı denize düşen yılana sarılır hesabı, eskiden çatıştığı batı dışı güçlere sarılmaya çalışıyor. Bence bu da onları kurtaramayacak.
Gün Zileli
3 Temmuz 2016
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
akp iktidarının rotasını kırdığı ülkeler baktığımızda,tek adam yönetiminlerinin şahikası ;putin ,netanyahu,suud ailesi,yakında sisi,ve esad,tüm bu gelişmeleri ab ve abd şimdilik izliyor,hayırlara vesile
Katılıyorum. Ne yaparlarsa yapsınlar, sonun başlangıcını durduramayacak(lar)… Büyük bir öfkeyle dip dalgası dalgalanarak nefesini tutmuş, beklemede. En küçük kıvılcım çaktığı an, onları hiçbir güç kurtaramayacak.
Diyelim ki vapurla İstanbul’a geçtiniz, işinizi gücünüzü bitirdiniz, Kınalıada’ya dönmek üzeresiniz.
Yolda yürürken, bir adamın bir kadını tekme tokat dövdüğüne şahit oldunuz.
Ne yaparsınız Gün bey?
Çok tuhaf bir soru. Elbette müdahale ederim.
There has been an awakening. Have you felt it?
Gün Zileli yenildiniz yahu. Tayyip Erdoğan’a yenildiniz. Neden kabul etmiyorsun? Her seçimde tokatı yiyip oturuyorsunuz aşağı.
Yahu adamların en zavallı hali bile %49 oy alıyor. Gezicilerin önemli bir kesimi ise Kürtlere karşı AKP ile ittifak halinde.
Hal böyleyken nasıl devrim hayalleri kurabiliyorsunuz?
Bundan sonra sürekli kitlesel eylemler beklemeyin. Sürekli canlı bombalar dolaşırken kimse sokağa çıkmaz, kalabalığa karışmaz.
Muhalefete karşı terörün bir silah olarak kullanılmasıyla birlikte bundan sonra dinci orducu faşizm dönemi başlıyor.
Doğu Avrupa’daki komünist diktatörlükler 30 sene, 40 sene hüküm sürmüşlerdi. Bizde de öyle karanlık ve uzun bir dönem başlıyor.
Hocam bence davutoğlu bu dönüşe kurban verilidi..Yani davutoğlunu aldık hadi dış politikayıda değiştirelim demediler dış politikayı değiştirmek için davutoğlunu değiştirdiler..
o da doğru.
“[..] dip dalgası [..] nefesini tutmuş, beklemede.”
Dipte ve nefesini tutmus bekleyen her kim(ler) ise, lutfen, birisi –insaniyet namina– vazgecirsin.
Su altinda en uzun nefessiz kalma rekoru 24 dakika.. yarim saat bile degil.
http://www.guinnessworldrecords.com/world-records/longest-time-breath-held-voluntarily-%28male%29
beyaz yakalilar,
sayin zileli’nin bundan önceki yazisinin altinda kapitalist necip ile yaptiginiz tartismada, necip’e yönelttiginiz elestiri ve suclamalarin hepsi moralist/ahlakci bir bakis acisina sahip. günümüz kapitalist toplumunda ahlak zaptiyeligine soyunmak yapilabilecek en ucuz elestiridir ve bunu istisnasiz bütün insanlar zaten yapiyor. sizin yaptiginiz, kapitalist toplumun ahlak yargicligina soyunmaktir. sizin yazdiklariniz icinde bir argüman, sistematik bir sistem/düzen elestirisi ben göremiyorum. dikkat edin, yasadigimiz toplumda herkes baskasini cikarci, maddiyatci, paraci, cimri, vicdansiz, ahlaksiz vs. olarak damgalar. kapitalist toplumda bireyler neden birer ahlak zaptiyesi kesilirler? cünkü kapitalist toplum tamamiyla uzlasmaz/antagonist cikar/fayda catismalari üzerine in$a edilmi$ bir toplumdur. cikar/fayda catismalarinin gündemde oldugu bir toplumda herkesin baskasinin ahlakini/ahlaksizligi sorgulamsi dogaldir dogal olmasina ama, bunu, kendilerine “anar$ist, sosyalist” diyenlerin yapmasi dogru degil.
ikincisi, siz sürekli olarak “the zeitgeist” filmlerinin reklamini yapip duruyorsunuz. bu zeitgeist filmleri en revacta ki komplo teorileri ve yanli$ sistem elestirlerinin filmlestirilmis hali. benim size tavsiyem, o filmlere ne kendiniz bakin ne de baskalarina tavsiye edin.
kapitalist necip ile egitim üzerine tartismaniza baktim. bu sefer de kapitalist egitimi idealize etmeye basladiniz. isiniz gücünüz idealizm, ahlakcilik.
günümüz kapitalist toplumunda egitim hiyerar$isi tamamiyla kapitalist ekonominin ihtiyaclarina göre belirlenir. hicbir kapitalist devlet “bütün vatandaslarim yüksek okul okumali” gibi bir egitim programina sahip degildir. günümüz toplumunda i$, meslek hiyerar$isinde yüksel okul mezununa ihtiyac oldugu gibi vasifsiz isciyede ihtiyac vardir. türkiye de dahil avrupada güncel yüksek egitim politikasi: üniversite egitim süresini kisaltip, ögrencilerin üniversitelerde fazla zaman kaybetmesini engellemek, ögrencilerin bir an önce mezun olup i$ piyasasina atilmasini saglamak. örnek, almanyada son yillarda üniversite harclari arttirildi, neden? cünkü devlet $unu tespit etti: piyasada ihtiyactan fazla üniversite mezunu var. okul harclari yükselince, üniversite okumaya niyeti olanlarin bir kismi bu i$i masrafli bulduklari icin vazgecerken, üniversiteye baslayanlar da bosuna fazladan harc ödememek icin bir an önce mezun olmaya bakiyorlar. kapitalist toplumda meslek egitiminin tamamen ulusal ekonomiye endeksli, meslek hiyerar$isinin eleman ihtiyacina göre ayarlandigini tespit ettikten sonra, $unu rahatlikla söyleyebiliriz: “egitimde esitlik, parasiz egitim” gibi talepler, birincisi, idealistcedir, kapitalist dünya gerceklerine yabancidir. ikincisi, bu talepleri anarsizm/sosyalizm/devrimcilik adina dile getirmek yanli$tir, cünkü “egitimde esitlik” demek “kapitalist rekabet e$it sartlarda gerceklessin” demektir. bundan dolayi beyaz yakalilar gibi “biz kapitalist düzeni kökten red ediyoruz” diyen düzen muhaliflerinin kapitalist toplumda parasiz egitimi degil, bilakis egitimin i$levini sorgulamalari lazim.
beyaz yakalilarin bundan önceki yazinin altinda “radikal” anar$istimiz chomsky’den yaptiklari alintilardan alinti:
“Devletler, şirketokrasi tarafından şekillendirildiğinden, asli fonksiyonlarını artık yerine hiç getirmiyor. ‘Halkın bizzat kendisinden gelen yukarı doğru baskı’ sayesinde, ‘devlet’, en azından şu sorumluluklarını hâlâ kaybetmemiş; tehlikeli toksik atıkları doğaya zarar vermeden elimine etmesi gibi, herkesin sağlık hizmetlerine ulaşması için asgari düzeneği oluşturması gibi. Bugün, şirketokrasiye karşı ses çıkaran herhangi bir devlet görüyor musunuz?! Ben görmüyorum!”
$imdi bu radikal anar$iste sormak lazim: devletlerin sirketokrasinin etkisiyle yerine getirmedikleri “asli fonksiyonlari” nelerdir? “artik yerine hic getirmiyorlar” dedigine göre demek ki daha önce durum baskaymi$. chomsky’nin “devletlerin asli fonksiyonlari” diye sözettigi $eyler bu idealistin kendi idealist dünyasinda hayal ettigi $eyler olmasin? ayrica chomsky’nin yukarda söylediklerinden bu radikal anar$istin aslinda bir devlet idealisti oldugunu nerden anliyoruz? cünkü yukarda yazilanlar $u anlama geliyor: devletlerin esasen halka hizmet, kamuya hizmet icin vardirlar fakat, $irketokrasi devletleri etkisi altina aldigi icin, devletler bu asli fonksiyonlarini yerine getiremiyorlar. chomsky’nin diger yazdiklarida devlet-halk, devlet-özel sektör ili$kisini kafa üstü cevirmektir, ters yüz etmektir. gerek halk, gerekse de tabiat/doga bir devletin ulusal kaynaklaridir. devlet bir yandan ulusal ekonominin gelismesi icin bir yandan bu kaynaklari kullanir/sömürür, diger yandan bu kaynaklardan uzun vadeli faydalanmak icin fazla hor kullanmamaya, “ekonomik” kullanmaya mümkün mertebe dikkat eder. örnek: 150-200 yil önce”vah$i kapitalizm/manchester kapitalizmi” dedikleri dönemde cocuklar ve kadinlar da dahil, insanlarin kapitalistler/isverenler tarafindan posasi cikincaya kadar calistirilmalarindan dolayi ortalama yasam 30 ya$i gecmiyordu. avrupali devletler, birincisi, savaslarda savasacak saglikli asker ihtiyacindan dolayi, ikincisi, o zamanki baldiri ciplaklarin, lümpen proletaryanin sürekli isyanlari ve ic catismalar, devletin ve toplumun varligini, gelecegini tehtid etmeye baslamistir. sömürünün bu kadar yogun oldugu bir toplumun kalici olamayacagina kanaat getiren siyasi aktör devlet, saglik, emeklilik, kaza sigortasi gibi uygulamalari devreye koymustur.
simdi gelelim sayin zileli’nin yazisina.
1-) “iktidar ve güc insani bastan cikarir” gibi aciklamalar “psikolojik” tahlillerdir. sayin zileli liberal demokrat ahmet altan’in yöntem ve bakis acisi ile siyasi analizi birbirine karistiyor. siyasi analiz siyasi verilerle yapilir, burjuva bilimi psikolojinin uydurma teorileri ile degil. ayrica sayin zileli’nin ic ve dis siyaseti yakindan takip etmedigi, siyasi analiz yazilari hic okumadigi, psikolojik dogmalarla, uydurma psikolojik teorilerle durumu kotarmaya calistigi acik ortada.
iktidar ve güc insanlari bastan cikariyorsa, tayyip’in politikalarinin aciklamasi bu ise, tayyip’in sahip oldugu gücün cok daha fazlasina sahip olan merkel, obama gibileri neden tayyip gibi davranmiyorlar?
AKP politikalarinin aciklamasi $udur: kiran kirana bir rekabetin hüküm sürdügü global kapitalist dünyada nasil ki bir $irket/firma: “benim kazandigim bana yeter, daha fazlasina gerek” demiyorsa, rekabetin kurallari sürekli daha fazla sermaye birikimi ve mümkün mertebe pazardan daha fazla pay kapmayi dayatiyorsa, mecbur kiliyorsa, kapitalist devletler de hicbir zaman: “mevcut ulastigim seviye, güc bana yeter, allah bin bereket versin” demez, devletlerarasi hiyerar$ide T.C. gibi ücüncü ligin lider güclerinden biriyse, ikinci lige cikmaya ugrasir, ikinci ligdeki birinci lige cikmaya calisir, amerika gibi bir numarali süper devletse, liderligini korumaya calisir vs.
AKP’nin politikalarini “güc insani bastan cikarir” gibi alakasiz seylerle aciklamanin diger bir yanlisligi sudur: bilindigi gibi sovyetler birliginin kendini fesh etmesinden sonra ANAP iktidari gözünü orta asya türk cumhuriyetlerine dikerek: 21. yüzyil türklerin/türkiyenin yüzyili olacak demisti ve balkanlardan orta asya ve orta doguya kadar, bölgesel emperyalist bir devlet olmak icin kollari sivamisti. T.C.’nin niyetinden bagimsiz olarak, bölgesel emperyalistlige gücü yeter mi, yetmez mi, ayri bir konu. i$te AKP, ANAP ve özal’in bu vizyonunu devam ettiriyor. sayin zileli, T.C. devlet politikalarini liderlerin psikolojisi ile aciklayacaginiza, ANAP’in politikalarina bakin, AKP ile ayni oldugunu göreceksiniz. simdilik burda bitireyim.
akp ve sultan simdilik tüm gücünü icerde ki muhalefeti bastirmak icin kullanacakdir o yüzden dis politika kendilerin icin bir dönüs yasiyorlar anlasti devletlere bakin bunlarin demokrasi ille pek derdi olmadi ülkeler.
fazla göze batmama profili dünya sultani fazla konusmazin…..ki icerde karsi devrimi gerceklesire bilsin…..
ben öyle görüyorum,emperyalist bir güc olamacani analtti sultan en azindan icerde islam devletini gerceklestirim diyor…….
care buna karsi bir demokrasi cephesi dir zaman buna tamam gibi görünüyor sayin zileliye katilmiyorum abd ve avrupa sultandan kurtulmak istemiyor!!!dün alman icisleri bakani bir türlü asindan cikmadi insan haklari ihlali….unutun bunlari!!! türkiye halklari kendisi ancak bu faciyayi önleyebilir.bütün cogulcu demokratik acik bir toplum anlayisinda yasamak isteyenler birlesin.
sayin zileli bundan önceki yazilarinda “devletin tepesinde ki gücler, 27 mayis hareketi gibi bir hareketle yikilacaklar” diye acikca ordu’nun AKP’yi yakinda yikacagini müjdelemisti. $imdi anlasilan ordu’dan umudu kesmis, bu sefer batili emperyalistlere umut baglamis. ne diyelim, umut fakirin ekmegi.
gitmesi gereken şu ya da bu şekilde gider…
gün zileli’yle aranızda kuşak farkı var sayın marksist argüman. anlaşamamanız doğal. gün bey gibi eski tüfekler için 27 mayıs büyük bir dönemeçti. ihtilal tam da onların çocukluk yıllarına denk geldi. otobiyografileri bir zahmet okursanız görürsünüz. o kuşağın siyasi bilinçaltını en çok belirleyen hep 27 mayıs askeri müdahalesi olmuştur. günümüzde askeriyede ve bürokraside en ufak bir kıpırdanma olmamasına rağmen 27 mayısı yaşamış kuşağın “acaba?” diye açık kapı bırakmasına şaşırmayalım.
Sn. Zileli “Zirve Düşüşün Başlangıcıdır” başlıklı bir yazı yazmıştı. Bu ifade iktidarların bu durumunu iyi anlatıyor. Tabii her zaman aynı ölçüde geçerli olmayabilir. Fakat bazı örnekler tam uyuyor.
Avrupa Birliği birkaç yıl öncesine kadar çok güçlüydü ve gündemin ön sıralarındaydı. AB’ye yeni ülkeler katılmıştı, Türkiye’nin adaylık ve müzakere süreci siyasi gündemi işgal ediyordu. Şimdi ne oldu?
II. Dünya Savaşı’nda Naziler güçlerinin zirvesine ulaştıktan sonra durum tersine döndü. Yenilgileri o zaman, daha savaş bitmeden kesinleşti.
Osmanlılar II. Viyana Kuşatması’nda güçlerinin zirvesine çıkıp düştüler. Yıkılacakları o zaman kesinleşti.
Anadolu Selçukluları en geniş sınırlarına 1240’ta ulaştılar. Aynı yıl çıkan Babai isyanı ve ertesi yıl başlayan Moğol istilasıyla yıkıldılar.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/563380/Salih_Muslim__Erdogan_i_UCM_de_yargilatacak_belgeler_ABD_ve_Rusya_da.html
12 nolu yoruma cevap:
sayin zileli’nin askeri darbelere sempati beslemesi ve umut baglamasinin kaynagina i$aret etmi$sin. bu meselenin kemalist farksiyon ve adnan menderes’in demokrat parti geleneginde temsilini bulan muhafazakar/liberal fraksiyon arasinda ki iktidar mücadelesi ile alakasini farkindayim farkinda olmasina da, sayin zileli gibi ayni anda hem darbeci kemalist hem anar$ist olmak nasil mümkün oluyor, bu iki $ey birbiri ile nasil bagda$iyor, bu konuda da bizi bir aydinlativersen diyorum.
http://www.haberdar.com/gizli-el-ve-israil-turkiye-anlasmasi-makale,1435.html
—
anlaşılan son kumarını oynuyor.
Satmayacağı hiç bir şey yok..
Yazık ki. çürümüş ve sadakacı bir yığın var arkasında… Bu yığına yaslanmak isteyen CHP ve MHP..
İktidarı orada tutan bu muhalefet…
—
CHP neden MHP’nin yargı komploları için sesini çıkartmaz..
—
CHP yönetimi en ağır siyasal ve ahlâki eleştirileri hak ediyor..
Biliyoruz; bu Kılıçdaroğlu; ezik, korkak, “devlet memuru” merkez, içindeki yüzde 10’un üzerindeki bir demokrat-laik, mücadeleye yatkın kitleyi bloke ediyor; bu HDP ile % 25 eder.
—
Sanırım.. Sorun artık CHP değil.. O bir sorun bile değil…
—
CHP bölünmeli! MHP’li CHP liler ile , Laik, demokrat, Seküler, Aydınlanmacı, kentli, “modernite yanlısı”, özgürlükçü… insanlar ayrışmalı…
Zaman daralıyor… Yazık..
**
Sanırım her zamanki gibi “du bakali ne olacak” diyen eblehler tarihi “yazacak”… Doğrusu; onlar mezarlarındayken, tarihi yazdıkları söylenecek..
Sayın ‘marxist argüman’,
Bu ne şimdi?
‘Eleştiri’ mi yazdığınızı zannediyorsunuz?
Kapitalizme karşı ortaya koyduğunuz argümanlarınızın esaslılığı harikûlade.
Teşekkür ederiz etmesine de:
Fakat, önünüze gelen her metni, her referansı, her çözüm önerisini, her anekdotu, otomatikman, sorgusuz-suâlsiz, [moralist/ahlakci bir bakis acisi] ifadeniz ile yaftalarsanız, şu adreste yazan (http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/) eski mahlası ile ‘pipsqueak’, yeni mahlası ile ‘DOPE’ aranızda hiç fark kalmaz.
Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’in taktiğine dikkat ederseniz:
‘Kapitalizm ile hayat ikiz kardeş değildir.’ diye gerçeği yazıyoruz,
‘Kapitalizm ile hayat ikiz kardeştir, ben böyle bakıyorum.’ diye hönkürüyor. Ortada hiçbir ele-avuca gelir dayanak noktası, ‘argümanı’ yok sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’in.
Şimdi, sizde mi bu şahsın uyguladığı taktiği kopyalamaya başladınız sayın ‘marxist argüman’?
Hatırlıyor musunuz, size, şu adreste (http://www.gunzileli.com/2016/06/14/10153/) ‘123’ numaralı metnimizde yazdıklarımızı? Sayın ‘marxist argüman’, ilk önce KENDİNİZİ eleştirmeyi öğrenin.
[kapitalist toplum tamamiyla uzlasmaz/antagonist cikar/fayda catismalari üzerine in$a edilmi$ bir toplumdur. cikar/fayda catismalarinin gündemde oldugu bir toplumda herkesin baskasinin ahlakini/ahlaksizligi sorgulamsi dogaldir dogal olmasina ama, bunu, kendilerine “anar$ist, sosyalist” diyenlerin yapmasi dogru degil.]
İleri-Geri…
Siyah-Beyaz…
İyi-Kötü…
Ak-Kara…
Yakın-Uzak…
Sömüren-Sömürülen…
Zengin-Fakir…
Kısa-Uzun…
Ezen-Ezilen…
Dar-Geniş…
Dost-Düşman…
Sıcak-Soğuk…
Yumuşak-Sert…
Kolay-Zor…
Acı-Tatlı…
Ölmek-Yaşamak…
Sağ-Sol…
Doğru-[dogru degil]…
Kapitalist sömürü sistemlerinin, çıkar-fayda çatışmaları üzerine inşa edilmiş olduğu tespitiniz ‘gerçek’tir, fakat bunu bizlere değil, kapitalizm hakkında tecrübesi olmayanlara anlatacaksınız sayın ‘marxist argüman’. Siz, tereciye tere satmaya çalışıyorsunuz.
Şu ‘ahlâk’ meselesi,
Adeta sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’in ‘kapitalizm = hayat’ zırvası gibi, dibini bulmak neredeyse imkânsız.
‘İnsanîyet’, ‘insanca yaşamak’ tabirlerini duymuşsunuzdur muhtemelen; ‘ahlâk’ kelimesini en başta (ve hâttâ yegâne olarak) bu minvallerde değerlendiriyoruz.
Günümüzde ‘insanca yaşamak’ derken akla ilk gelen şey, Apple iPhone 7’nin piyasaya sürülmesini bekleyip, 2.999 TL’yi (veya üstünü) bayılmak için patron kıçı yalamak, ve alınan bu telefonla sayın ‘Gün Zileli’nin sitesine gelip, kapitalizm karşıtlığı yapmaktır.
Peki böyle mi olmalı?! Bu zamana kadar kerizsek, bundan sonra da keriz kalmaya mecbur muyuz?!
Çin, Tayvan, Malezya, Endonezya, Vietnam’daki ‘Foxconn’ fabrikalarında yaşanan ‘kapitalist sömürü’yü ve ‘işçi intiharları’nı defalarca yazdık, hiç mi ders olmadı bunlar?! Yine, [cikar/fayda catismalarinin gündemde oldugu bir toplumda herkesin baskasinin ahlakini/ahlaksizligi sorgulamsi dogaldir] yazıp geçiştirecek misiniz? Sadece ‘eleştirmekle’ yetinip, köşenize mi çekileceksiniz?
Hz. Karl Marx’tan (S.A.V.) ‘peygamberlik ışığı’ bekleyip, ‘kapitalizme eleştiriler manzumesi’nde kaybolmak başka şey,
Hata yapma hakkı da olan ‘düşünür’ Karl Marx’ın (ve dostu Friedrich Engels’in) saptamalarını DA dikkate alıp, kapitalizme karşı çözüm önerileri için kafa yormak başka şey.
[siz sürekli olarak “the zeitgeist” filmlerinin reklamini yapip duruyorsunuz. bu zeitgeist filmleri en revacta ki komplo teorileri ve yanli$ sistem elestirlerinin filmlestirilmis hali. benim size tavsiyem, o filmlere ne kendiniz bakin ne de baskalarina tavsiye edin.]
Bu referansların yapımcıları arasında bizler de varız, siz hangi [komplo teorilerinden] bahsediyorsunuz sayın ‘marxist argüman’? İşinize gelmeyince, [komplo teorileri] yaftasını yapıştırın, sonra hemen köşenize çekilin, ohhh ne rahat!
[2007] ‘Zeitgeist: The Movie’
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
(Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
(Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )
[2008] ‘Zeitgeist: Addendum’
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )
[2011] ‘Zeitgeist: Moving Forward’
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )
The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
[Not: Bir kez daha hatırlatıyoruz, yukarıdakiler çözüm ‘önerileridir’; çözüm ‘dayatmaları’ değildir!]
Eğer ‘GegenStandpunkt. Politische Vierteljahreszeitschrift’te,
‘Kısmi Rezerv Sistemi’,
‘Kaydi Para’,
‘Fiat money’
konuları anlatılıyorsa, dönüp bir kez daha kontrol edin bakalım, nelermiş.
Kapitalist sömürü sistemlerinin neler olduğunu daha net idrak etmek isterseniz, önünüze çıkan her referansı, her metni, otomatikman, sorgusuz-suâlsiz, [moralist/ahlakci bir bakis acisi] diye yaftalamanızdan önce, eleştiri yöneltme niyetinde olduğunuz şeyin içinde ne var, etraflıca araştırıp, tahlil ediniz. Kolaycılığa meyletmeyiniz.
[bu sefer de kapitalist egitimi idealize etmeye basladiniz. isiniz gücünüz idealizm, ahlakcilik.]
Bir tek kelime GÖSTEREMEZSİNİZ [kapitalist egitimi] idealize ettiğimize dair. Çünkü yok!
İlk önce ne yazdığımıza bakın, sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’in savunduğu [ozel-mulkiyetci, ‘kâr odakli’ egitim endustrisi] zihniyetinin ağa-babalarının en meşhurlarından birinin kim olduğunu siz DE öğrenin:
(Not: Aşağıdaki ZEHİRLİ SAÇMALIKLAR, ‘GegenStandpunkt. Politische Vierteljahreszeitschrift’te yok, haberiniz olsun!)
‘Selling School Like Groceries – The Voucher Idea’
23rd September 1975
‘The New York Times Magazine’
Written by Milton Friedman
( http://bit.ly/29dlbM1 )
‘On Busting the School Monopoly’
5th December 1983
‘Newsweek’
Written by Milton Friedman
( http://bit.ly/29dYZTy )
‘Who Wins, Who Loses – A Look at the Future’
1st July 1998
‘The School Choice Advocate’
Written by Milton Friedman
( http://bit.ly/29kR1GA )
‘Why America Needs School Vouchers’
28th September 2000
‘Wall Street Journal’
Written by Milton Friedman
( http://bit.ly/29eZGbD )
[“biz kapitalist düzeni kökten red ediyoruz” diyen düzen muhaliflerinin kapitalist toplumda parasiz egitimi degil, bilakis egitimin i$levini sorgulamalari lazim.]
Eğer aşağıdaki referansları daha önce incelemişseniz, şimdi, bir kez daha, ‘önyargılarınızı azaltarak’ tahlil ettiğinizde;
Paulo Freire’nin ‘Pedagogy of the Oppressed’ (http://www.kitapyurdu.com/kitap/ezilenlerin-pedagojisi/9635.html),
‘Literacy: Reading the Word & the World’ (http://www.kitapyurdu.com/kitap/okuryazarlik-sozcukleri-ve-dunyayi-okuma/19067.html)
Jean-Jacques Rousseau’nun ‘Emile, or On Education’ (http://www.kitapyurdu.com/kitap/emile-karton-kapak/128574.html),
Ivan Illich’in ‘Deschooling Society’ (http://www.kitapyurdu.com/kitap/okulsuz-toplum/5372.html),
‘Tools for Conviviality’ (http://www.kitapyurdu.com/kitap/senlikli-toplum/9696.html),
‘Shadow Work’ (http://www.kitapyurdu.com/kitap/golge-is/323883.html)
[“egitimde esitlik” demek “kapitalist rekabet e$it sartlarda gerceklessin” demektir] ifadenizle devasa bir hata yapmış olduğunuzu anlar, kendinizi düzeltirsiniz.
Beğenmediğiniz [devlet idealisti anarsist] oxymoron tabiriyle yaftaladığınız Noam Chomsky’nin şu konuşmasını dikkatle tahlil ediniz:
‘Mevcut eğitim sistemleri, genç dimağları -narsist bireyci- zihniyetle hizaya sokmak üzerine kuruludur!’
( https://www.youtube.com/watch?v=JVqMAlgAnlo )
Son olarak Chomsky meselesine vardık.
Kusura bakmayın, Chomsky’ye de ‘önyargıyla’ yaklaşıyorsunuz.
Yazdıklarınızı sanki Chomsky hiç bilmiyordu. Sanki sizin söylemenizle birlikte Chomsky de hikmetinize nail olacak sayın ‘marxist argüman’.
‘Marxist argümanlık’ bu mu?!
Sayın Chomsky’den, sadece ama sadece ‘eleştirmeye teşne olduğunuz’ kısmı seçmişsiniz, diğerlerini çöp kutusuna göndermişsiniz.
‘Marxist argümanlık’ bu mu?!
[Devletin asli fonksiyonlarini], en basit, en müşterek seviyede ‘tipik belediyecilik hizmetleri’ ile sınırlı tutmuş, sizin DE okuduğunuz üzere,
{{{
‘Halkın bizzat kendisinden gelen yukarı doğru baskı’ sayesinde, ‘devlet’, en azından şu sorumluluklarını hâlâ kaybetmemiş; tehlikeli toksik atıkları doğaya zarar vermeden elimine etmesi gibi, herkesin sağlık hizmetlerine ulaşması için asgari düzeneği oluşturması gibi.
}}}
Bu en basit, en müşterek seviyedeki hizmetlerin BİLE, ‘şirketokrasi’ye peşkeş çekildiğinden bahsediyor, sizin DE okuduğunuz üzere,
{{{
Bugün, şirketokrasiye karşı ses çıkaran herhangi bir devlet görüyor musunuz?! Ben görmüyorum!
}}}
[gerek halk, gerekse de tabiat/doga bir devletin ulusal kaynaklaridir. devlet bir yandan ulusal ekonominin gelismesi icin bir yandan bu kaynaklari kullanir/sömürür, diger yandan bu kaynaklardan uzun vadeli faydalanmak icin fazla hor kullanmamaya, “ekonomik” kullanmaya mümkün mertebe dikkat eder. örnek: 150-200 yil önce”vah$i kapitalizm/manchester kapitalizmi” dedikleri dönemde cocuklar ve kadinlar da dahil, insanlarin kapitalistler/isverenler tarafindan posasi cikincaya kadar calistirilmalarindan dolayi ortalama yasam 30 ya$i gecmiyordu. avrupali devletler, birincisi, savaslarda savasacak saglikli asker ihtiyacindan dolayi, ikincisi, o zamanki baldiri ciplaklarin, lümpen proletaryanin sürekli isyanlari ve ic catismalar, devletin ve toplumun varligini, gelecegini tehtid etmeye baslamistir. sömürünün bu kadar yogun oldugu bir toplumun kalici olamayacagina kanaat getiren siyasi aktör devlet, saglik, emeklilik, kaza sigortasi gibi uygulamalari devreye koymustur.] → Sanki Chomsky’nin bunlardan haberi yok! Sanki ilk kez, sizin yazmanızla öğrenecek!
Sonbaharda Chomsky’le, ABD başkanlık seçimleri üzerine geniş tahliller yapmak üzere bir kez daha bir araya gelme ihtimalimiz var, net tarihi henüz belirlemedik. Eğer yine bir araya gelirsek, sizin ‘sözde eleştirilerinizden’ kendisine bahsettiğimizde, muhtemelen, okumuş olduğunuzu tahmin ederek, yine de, size şu iki kitabı önerir:
(http://www.kitapyurdu.com/kitap/leviathan/)
(http://bit.ly/29j1F12)
İşte ‘çöp kutusuna’ gönderdikleriniz:
Mayıs 1973, “Business Today”:
“Şahsen, demokrasinin tarafındayım; müştereklerimizin işleyebilmesi için inşa ettiğimiz kurumların, ‘çoğulcu’luğun kontrolü altında olmasını savunuyorum. Şimdi, ‘kapitalist’ sistemde, az önce tanımladığım gibi ‘demokrasi’ye sahip olamayız. ‘Kapitalizm’; müştereklerimizin işleyebilmesi için inşa ettiğimiz kurumların, ‘otokratik zihniyetle’ yönetilmesidir. Yani, bir konglomera-şirket veya bir endüstri, siyasi terminolojiyle açıklarsak, faşisttir; en tepeye sıkı bir kontrol ve yapının her kademesinde ‘mutlak itaat’i özümseten doktrinler yerleştirilmelidir, 3 alıp 5 vermek gibi asgari düzeyde – çok az ‘pazarlık yapma’ olanağı vardır, en nihayetinde; ‘otorite hattı’ eğilip-bükülemeyecek kadar kusursuzdur. Siyasi manâda faşizme karşı olduğum gibi; ‘iktisadi faşizm’e de karşıyım. Belirttiğim gibi; inşa ettiğimiz ortak kurumlarımız halkların doğrudan kontrolü altında olmadıkça; ‘demokrasi’ denen şey hakkında konuşmak anlamsız.”
Ocak 1974, “Language and Politics”:
“Kapitalizm, en temelde, ‘her şeyin satılık olması’ zihniyeti üzerine kuruludur; ne kadar çok paraya sahipsen, o kadar çok şeyi alabilirsin. Ve özelde, ‘özgürlük’ denen şey için de geçerlidir. ‘Özgürlük’ de satışa çıkarılmış bir emtiadır (‘ticari mal’dır); eğer zenginsen, istediğin kadar çok ‘özgürlük’ satın alabilirsin. Hayatta, attığınız her adımda, bu mekanizmayla karşılaşırsınız. Eğer başın bir derde girdiyse, ve ‘hukuk yolu’yla derdinin çözülebileceğini sanıyorsan; orada bile bu mekanizmayı görürsün, dediğim gibi, hayatın her çehresinde karşına çıkar. Eğer kapitalist sistemi kabul ediyorsan, eğer sermaye biriktirmeye uğraşıyorsan, sadece ‘maddi refah’tan bahsetmiyorum; ‘kapitalist sistemi kabul etmek bile’ başlıbaşıba (satılığa çıkarılmış) ‘özgürlüğe erişmeyi’ sana da garanti eder. Senin için de, bu emtiayı biriktirme mekanizmasını mümkün kılar. İleride yüzleşeceğin şey ise şudur: ‘Özgür kurumlar’ nitelemesiyle seni kandırdıkları şeylerin; bütün bunları ellerinde tutup, yüksek kâr elde eden ‘zengin’ ve ‘güçlü’ kimseler olduğunu anlarsın. Bu ‘güçlü’ insanlar, bahsettiğimiz ‘emtia’yı istedikleri an satın alabilirler, ve böylece, kurumlardaki tahakkümlerinin daima yaşamasını sağlayabilirler; ‘özgür medya’ ve benzeri cafcaflı tanımlarda da şahit olduğumuz gibi.”
20 Eylül 1999, “Sovereignty and World Order”:
“İnsanların kapitalizm hakkında konuştuklarını duyduğumda; bunun bir tür şaka olduğunu düşünmüyor da değilim. Hiçbir ülke, hiçbir endüstri kolu; kendisini, ‘serbest piyasa’nın, ‘serbest piyasa disiplini’nin doğrudan öznesi hâline getirmek istemez. ‘Serbest piyasa’ denen konsept; asla kendiniz için değil, daima ‘başkaları’ için vardır. Örneğin, ‘üçüncü dünya ülkeleri’ sadece üçüncü dünya ülkeleridir, altında herhangi bir bit yeniği aramaya gerek yoktur; çünkü, ‘serbest piyasa’ onların boğazına zorla boca edilmiştir. Bu esnada, ‘aydınlanmış devletler’, İngiltere, ABD, diğerleri; ‘özel sektör’ün gücünü korumak için, ‘devlet müdahalesi’ denen şeyi yapmaktan asla imtina etmezler, bugün bile devam ediyorlar. Geçmişten bugüne sistem, tam hâliyle böyle işliyor. Bir örnekle izah edersem; savaş sonrası Amerika’da, Ronald Reagan yönetimi en ‘korumacı’ yönetimdi. Gerçekte, ABD ekonomisinin bütün dinamikleri; tam anlamıyla ‘kamu teşebbüsleri’ ve ‘kamunun piyasaya müdahalesi’nden ibarettir: Bilgisayarlar, internet, telekomünikasyon, otomasyon, eczacılık, daha da çoğaltabilirsiniz. Bu çizgiyi takip edip nerelere vardığını öğrenmek istediğinizde; ‘kamu yararı’na olması gerekenler üzerinde devasa üçkâğıtçılık yapıldığını göreceksiniz. Öyle bir sistem düşünün ki; suratına çeşit çeşit maskeler takarak, kendini her seferinde farklı gizlesin; ‘kamu’, yani biz ‘sıradan insanlar’, bütün maliyetleri omuzlarımızda taşıyalım, bütün riskleri göğüsleyelim, ama, elde edilen ‘bütün kâr’ özelleştirilsin! Bu sonuç; ‘serbest piyasa’ zihniyetinden çok uzak. Öz ifadeyle: ‘Serbest piyasa’ denen şey; Hindistan ve benzeri ‘üçüncü dünya ülkesi’nin birkaç yüz yıl boyunca çekeceği acılar demektir.”
“Students who acquire large debts putting themselves through school are unlikely to think about changing society. When you trap people in a system of debt, they can’t afford the time to think. Tuition fee increases are a ‘disciplinary technique’, and, by the time students graduate, they are not only loaded with debt, but have also internalized the ‘disciplinarian culture’. This makes them efficient components of the consumer economy.” (Noam Chomsky)
sayın marksist argüman, her güzelin bir kusuru var. bakın siz de ne zaman burada stalin konusu açılsa, stalin’in günahlarını “dönemin koşulları” bahanesine sığınarak geçiştiriyorsunuz. mükemmel devrimci yok.
konu akp ve sultanin “yeni dis Politikasi” staline nerden her zamangeliniyor hayret……galiba bü ülkenin trajedisi burada yatiyor…..
gerceki kabul etmemek hep usül uydurmak yok söyle veya böyle….yeter!
hersey ortada görene tabii.
18 nolu yorumcu, benim “stalin’in günahlarini gecistirdigimi” nerden uydurdun, yorumlarim asili duruyor, kanit göster. darbesever ve ordusever atatürkcülügü “anar$izm” diye insanlara satmaya calisiyorsunuz, ben bunu te$hir edincede “sende stalincisin” yalanina sariliyorsunuz. real sosyalizmi ve real sosyalistleri elestiren yorumlarim bu sitede asili duruyor. yalniz benimle sizin farkiniz $u: siz stalinizmle kafayi bozmu$sunuz, stalin ve stalinizm benim gündemimde olmadigi gibi, ilgimi de hic cekmiyor. darbesever/ordusever kemalistliginizi anti-stalinizle örtmeye cali$iyorsunuz, yemezler!
beyaz yakalilara elestiri,
“zeitgeist” filmlerinde sizin de katkiniz varsa, bu demektir yanli$ bir yoldasiniz. hem sizin burda yazdiklarinizdan hemde “zeitgeist” filmlerinden anlasilan $u:
birincisi, son derece yüzeysel, yüzeysel oldugu kadar da yanli$ bir siyaset ve ekonomi bilgisine sahipsiniz. kendiniz cümle kurmak yerine sürekli hazir yazilar, üstelikte cogunlukla ayni yazilari tekrar tekrar buraya asmanizin sebebi yetersiz ve yanli$ bilginizdir. sizin siyaset yapma tarzinizi sacma ve yanlis buldugum kadar, sinir bozucuda buluyorum. kapitalizmin ancak k’sini anlamissiniz, gerisinden haberiniz yok. kapitalizm deyince, “zeitgeist” filmlerinde oldugu gibi sizinde akliniza sadece borsa-banka sektörü, yani finans kapital geliyor. kapitalizmin günümüzün siyasi, toplumsal ve ekonomik düzeni oldugunu anlamamissiniz, “zeitgeist” filmlerini ve mühendis fresco gibilerini takip ederseniz, ciddiye alirsaniz hicbir zamanda anlayamazsiniz.
ikincisi, “zeitgeist” filmlerinde faiz’i elestirme bahanesi ile yahudi düsmanligi/antisemitizm yapilmasindan tutalim, fantazi ürünü komplo teorilerine, -örnek: 11 eylül olaylarinin komplocu baki$acisiyla aciklanmasi-, ordan nazilerinde argümani olan üretici kapitalizm=iyi, finans sektörü=kötü, gibi tezlere kadar sacma sapan bircok sey var. bu filmleri yapanlarida, izleyenleri de, o filmlerde ki sacmaliklari dünya gercekleri diye savunanlari ben ciddiye alip, siyasi tartisma yapmam, haberiniz olsun.
Diyanet denen ayrımcı kurum yine “İslamofobi” nakaratlarıyla riyakar dinciliğini icraya devam ediyor;
Diyanet’ten Meclis’e rapor: İslamofobik gettolaşma
http://www.hurriyet.com.tr/diyanetten-meclise-rapor-islamofobik-gettolasma-40138867
batı’da islamofobi yükseliyor omurgasızlığı
batı’yı eleştirmeden önce islam coğrafyasında gayrimüslimlere, gavur diye tanımlanan insanlara, inançsız kişilere bakışın ne durumda olduğu ortaya koyulmalı.
tüm müslüman ülkelerde, gayrimüslimlere tanınan hakları bir çuvala toplasan, herhangi bir avrupa ülkesinde müslümanlara tanınan ayrıcalıkların yarısı kadar bile etmediğini göreceksin, biliyorsun da. ama yetiştiğin ideolojinin bir numaralı algı ayağı mağduriyet üzerine olduğu için bu gerçekleri görmezden geliyorsun.
son olarak, bırak başka bir dine mensup olan insanların hakkını hukukunu tanımayı, sen daha aynı dinden olmasına rağmen farklı mezhepteki insanların haklarını vermekten bile acizsin.
http://eksisozluk.com/entry/48292374
“Günümüzde 86.000 personele ve devlet bütçesinin 300 milyon dolarlık bir dilimine hükmeden bu yapının kökenlerini, çok partili dönemde uygulanan politikalarda değil, din hizmetlerini devlet bünyesine alan 1924 ve 1937 düzenlemelerinde aramak gerekir.
Hazmedemeyeceği bir lokmayı 1924’te yutan Türkiye Cumhuriyeti, bugün bu hatanın hazımsızlığını çekmektedir.”
http://www.nisanyansozluk.com/book/book_36.pdf
“Osmanlı devletinin son zamanlarında iyi kötü bir kapitalizm gelişmişti ve bu kapitalizmin büyük ölçüde Rum ve Ermenilere dayanıyordu. Rum ve Ermeniler katledildi. Tıpkı Fransa 1600’lerde Protestanların kesilmesi gibi Türkiye’de de Hıristiyanlar kesildi veya sürüldü. Fransa’da Burjuva devrimi bununla nasıl 100 yıl geriye gittiyse, Türkiye’de de burjuva devrimi 100 yıl geriye gitti. Ve nasıl Fransa’da o katliamın ardından ‘devlet benim’ diyen Lui’ler egemen olduysa, Türkiye’de de bu devletçiliğimiz, Kemalizm denen ideoloji egemen oldu. Rum, Ermeni ve Hristiyan ailelerin malları ya hükümetin veya belediye konakları oldu yada feodal ağaların konakları, ya da kasaba bezirganlarının evleri, konakları oldu. Üretici bir sermaye birden bire tefeci bezirgan bir sermayeye dönüştü. Modern Kapitalist sermaye ile tefeci bezirgan sermaye arasında şöyle bir fark vardır. Kapitalist sermaye üretimle ilgilidir. Kendini çoğaltmak için üretimde bulunur. Tamamen işçiyi sömürür. İşçiyi sömürürken toplumu zenginleştirir. Ama Tefeci bezirgan sermayenin, yani kapitalizm öncesi sermayenin üretimle ilgisi yoktur. Kendini arttırdığı an üretim geriler. Köylü yoksulluktan ölür, sermaye bulamadığından aç kalmaya başlar.”
http://www.adilmedya.com/kucukaydin-sosyalizmin-muaviyesi-stalindir/
Şurada da iyi açıklıyor. Bugün de AKP iktidarının başında olduğu devlet sınıfı burjuvazinin de üzerinde mutlak hakimiyetini kurmuş durumda.
–
Marx’ın da belirttiği gibi, “para olarak servet” birikimi, kapitalizmden önceki bütün ekonomik-toplumsal formasyonlarda zaten görülmüş bir şeydi. Fakat bu parasal servet birikimlerinin görüldüğü eski toplumlardan hiç birinde (ne antik çağın Yunan ve Roma’sında, ne orta çağın Bizans’ında, ne de onun yanıbaşındaki İslam dünyasında) bir kapitalist üretim biçimi gerçekleşmesi olabilmişti. Demek ki, kendi başına “parasal servet” birikimi tarihsel ilerleme açısından çok büyük bir önem taşımıyor. Asıl önemli olan, bu parasal servet birikimlerinin hangi tarihsel koşullar altında gerçekleştiği ve nasıl bir ekonomik niteliğe sahip bulunduğudur.
Kuşkusuz ki, 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda da gelişmiş bir şehir zanaatının yanısıra, ticaret ve tefecilikten biriktirilmiş “parasal servetler” de bulunuyordu. Yani bu açılardan, Avrupa’dan çok da farklı bir durumda değildi Osmanlı toplumu. Fakat öte yandan, Osmanlı toplumunda hükmünü hâlâ sürdürmekte olan despotik sistemin içsel mekanizmaları, kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin Avrupa’daki gibi gelişimine ve bu bağlamda kırın meta üretimine açılmasına asla izin vermiyordu. Bu bakımdan, hem egemen devlet sınıfının, hem de yeni türeyen ağa, ayan, derebeyi gibi parazit sömürücü unsurların elinde biriken parasal servetler, Avrupa’da olduğu gibi bir “sermayeleşme” sürecine giremiyordu.
Bütün bu tarihsel veriler de gösteriyor ki, Osmanlı’da büyük servet birikimleri, toplum sınıflarından (tarımsal üretici, esnaf, zanaatkâr, tüccar vb.) ziyade, devlet sınıfına mensup çok dar bir grubun elinde merkezileşmiş ve yoğunlaşmıştır. Aslında bu durum, Avrupa’da feodalizmin çözülüşü döneminde karşılaşılan durumun tam tersidir. Avrupa’da, şehir tüccar ve zanaatkârlarının elinde biriken servetler sermayeye dönüşerek, kapitalizmin ilk başlangıçlarını (manüfaktürleri) yaratırken, Osmanlı’da çok dar bir grubun (bürokratik elitin) elinde yoğunlaşan servetler, birkaç istisnai gelişme dışında, sermaye niteliği kazanamadan ölü servetler olarak kalmışlardır.
http://marksist.net/TRH/Modern10.htm
Avrupa’dan esinlenilerek yapılan reformlar, ekonomi ve toplumsal yapı üzerinde mutlak bir hâkimiyete sahip olan devleti modernleştirmesine modernleştirmişti, ama bu modern devleti yönetecek, Avrupa’daki gibi bir burjuva sınıfı yoktu!
Avrupa’nın burjuva ideallerini ne denli benimsemiş olurlarsa olsunlar, sistemin niteliği ve kendi sınıf doğaları gereği, bu bürokratların kapitalistleşme yönünde bir evrim geçirmeleri de pek olası değildi. Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılda Avrupa’yla girdiği ekonomik ilişkiler ve devleti modernleştirme doğrultusunda attığı adımlar, bu sınıfı burjuvalaşma yönünde bir değişikliğe uğratmamış, aksine onun bürokratik-despotik iktidar tekelini daha da güçlendirmişti.
http://marksist.net/mehmet_sinan/modernlesen_despotizmin_sivillesme_sancisi_13.htm
Bu konuda Küçükaydın’ın verdiği Fransa örneğinin bir benzerini İlber Ortaylı da İspanya’dan vermiş;
“Hiç şüphesiz ki imparatorluklar, çeşitli dinlerin ve milletlerin yaşadığı birimlerdir. Dolayısıyla bunların zarara uğramadan, zulüm görmeden yaşaması, üretime katkılarını devam ettirmesi gerekir. Dolayısıyla 15. asırda İspanya’nın yaptığı, hiç tereddüt etmeden söyleyelim, ahmaklığın buralarda tekrarlanmayacağı çok açıktır. Ne yaptı İspanya? Endülüs’ten Yahudileri ve Arap Müslümanları attı. Onları attıktan sonra ziraatte, tıpta, sarraflıkta ve birtakım teknik dallarda da büyük bir çöküntü meydana geldi. Tam o sırada ABD’den gelen altın başıboş kaldı, mal yok altın bol, neticede enflâsyon ortaya çıktı ve harp oldu, İspanya bir nevi gerileme sürecine girdi.”
Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 2
bu “anonim” okuyucular sacma sapan yanlis bilgileri, bir balik’in yemi, zokayi yutmasi gibi yutuyorlar, akil, mantik süzgecinden gecirmeden…
“Tam o sırada ABD’den gelen altın başıboş kaldı, mal yok altın bol, neticede enflâsyon ortaya çıktı ve harp oldu”.
demek ki enflasyon yükselince harp/savas cikiyormus. böyle sacmaliklara inananlarin, üstelik bu sacmaliklari dogru bilgi diye buraya asanlarin akil sagligina dair ciddi endi$elerim var.
birde demir kücükaydin’in yumurtladigi sacmaliklara bakalim:
“Modern Kapitalist sermaye ile tefeci bezirgan sermaye arasında şöyle bir fark vardır. Kapitalist sermaye üretimle ilgilidir. Kendini çoğaltmak için üretimde bulunur. Tamamen işçiyi sömürür. İşçiyi sömürürken toplumu zenginleştirir. Ama Tefeci bezirgan sermayenin, yani kapitalizm öncesi sermayenin üretimle ilgisi yoktur. Kendini arttırdığı an üretim geriler. Köylü yoksulluktan ölür, sermaye bulamadığından aç kalmaya başlar.”
yukarda beyaz yakalilara yaptigim elestiri de söylemistim: nazi fa$isleri de dahil, $u argüman sag ve sol ulusalci kesim arasinda cok tutuluyor: üretici kapitalizm yani kapitalizmin üretim sektörü iyi, fakat i$i paradan para yapma olan finans sektörü, bankacilik sektörü kötü. böyle bir ayirim yapay ve yanli$tir. finans sektörü kapitalist ekonominin motor gücüdür. hem kapitalis i$letmeler hem kapitalist devletler/uluslar finans fektörünün kredileri ile beslenirler. kapitalist piyasada bir firmanin, sirketin kredisini/güvenini tüketmesi demek iflas demektir. örnek: alman “schlecker” firmasina, finans sektörü krediyi kesince iflas etti. yunanistan gibi devletlerin iflasi da yine finans piyasalarinin bir devlete kredi vermeyi kesmesiyle olur.
kapitalizmin k’sini bile anlamami$ demir kücükaydin cahili ne demi$: tefeci sermayenin kapitalizmle alakasi yoktur. tefeci ne demek? ödünc para veren kimse, faizci. yani demir kücükaydin’in tefeci tüccar sermaye dedigi, günümüz finans sektöründen baska birsey degil. bunu bile bilmeyecek kadar ekonomiden habersiz demir kücükaydin’in yazisini dogru diye birde buraya asiyorlar ya, o’na $a$iyorum.
Insanlarin -dogru ya da yanlis- gorusleri var. Senin hicbir gorusun yok. Sadece baskalarinin her soyledigine karsi cikiyorsun. Birseyin yerine baska birsey koyamiyorsun. Dilin de cok kibirli ve kustah.
sayin zileli’nin bundan önceki yazisinin altinda ki 159 nolu anonim yorumcudan alinti:
“Altınoğlu’nun bu sözleri okunurken, 150 yıl önce henüz bugünkü gelişmişlik düzeyinin çok gerisinde bir örneğini esas alarak eleştirisini yaptığı kapitalizmin, günümüzde artık Marx’ın gördüğünden çok farklı maddi ve kültürel bir yapıya ulaştığını söyleyen Marksizm mahkûm edicileri hatırlamadan edilemiyor”.
ka$arlanmi$ kapitalist demagog necip’in dublör’ü bu utangac marxizim elestirmenine cevap:
sen ve necip gibi cahiller karl marx denilen adamin kitaplarindan tek bir cümle okumadan marx’i elestirmeye cali$iyorsunuz. cahil cesaretinin timsalisiniz.
birincisi, marx, kapitalizmin gelecekte nasil geli$ecegine dair tahminler falan yapmami$tir. varolan mevcut ekonomik üretimi ve prensiplerini mercek altina alip incelemi$tir, tahlil etmi$tir.
ikincisi, marx’in inceledigi ekonomi, adina ister kapitalizm de ister serbest piyasa ekonomisi de, istersen de pazar ekonomisi de farketmez, günümüzde hala gecerli iktisadi üretim bicimi degil midir? üstelik dünyanin en ücra köselerine kadar yayilmi$ durumda (globalle$me). $imdi sana soru:
bundan 150-200 yil önce ingiltere de üretim yapan bir fabrikanin ya da kapitalist bir i$letmenin ya da bir banka’nin ya da borsa’nin calisma-i$leme prensipleri ile günümüz fabrika, banka, borsalarin calisma-i$leme prensipleri arasinda temelde tek bir fark, tek bir degisiklik gösterebilir misin? gösteremezsin. ancak necip gibi bos-bele$ demagoji yaparsin.
ücüncüsü, karl marx’in yazdiklari icinde dogru buldugumu alirim, dogru bulmadigimi almam, sorun nerede? mesela, marx’in genclik yillarinda yazdiklarinda idealizmin izleri vardir, bundan dolayi elestirilmelidir. yine tarihsel materyalist bakis acisi yanlistir, elestirilmelidir. karl marx gibi incelemelerini bilimsel bir yöntemle yapmaya titizlikle özen göstermi$ bir insanin düsüncelerini tabulastiranlari tabii ki elestirmek lazim.
bundan önceki yazinin 154 nolu anonim yorumcusundan alinti:
“Daha genel ve tarihsel perspektiften bakarsak Türkiye’deki bu devamlı düşünce ithal etme = hiç düşünce üretememe durumu yeni bir olgu değil”.
bu yorumcu bu tezi sakiz gibi agzina almis, cigneyip duruyor. bu “anonim” yorumcunun yazdigindan $unu anliyoruz: bir düsüncenin, argümanin, tezin iceriginin, dogrulugunun yanli$liginin hic bir kiymeti yoktur. önemli olan sözkonusu düsünce “yerli/milli” midir yoksa “yabanci/ithal” midir. bir memleketin yasadigi sorunlarin kaynagi “yabanci/ithal” düsünceymi$. yani anlayacaginiz ulusalciligin/milliyetciligin, yobazligin degisik bir versiyonu ile karsi karsiyayiz.
“demek ki enflasyon yükselince harp/savas cikiyormus. böyle sacmaliklara inananlarin, üstelik bu sacmaliklari dogru bilgi diye buraya asanlarin akil sagligina dair ciddi endi$elerim var.”
Akil sagligi konusunda kendi adiniza supheler duymaniz daha isabetli olurdu bence.
Enflasyon, bilhassa ‘Ispanyol Fetihleri’ (Spanish Conquests) sonrasi, once –evet– Ispanya’da, daha sonra da –Osmanli dahil– butun civar ulklerde, Avrupa’da (ve hatta Cin’de de) ciddi sorunlar yaratmistir.
[Ortayli’nin ‘ABD’ demedigine asagi yukari eminim, demisse de surc-u lisan etmistir; cunku, o zamanlar hem ABD yoktu, hem de Ispanyol Fetihleri daha cok –hele de o tarihlerde– Latin Amerika’da gerceklesmisti.]
‘Ispanyol Fetihleri’ sonrasinda Ispanya’ya ve dolayisi ile Avrupa’ya adeta /apansiz/ giren altinin etkilerini Osmanli topraklarinda bile gorebiliyoruz. Bir suru seyin fiyati artmistir.
O kadar ki, narh tedbirlerinin de fayda etmedigi anlarda, bazi bolgelerin kadilari acikca kendi bolgelerinden bazi urunlerin (ozellikle koyun vb gibi) baska bolgelere cikislarini yasaklamis; bu tur zecri tedbirler de kacakciliga yol acmis. Ardindan da turlu cesitli asayis sorunlarina.
Dahasi, Saruhan Sancaginin kiytirik bir balikci kasabasi olan Izmir de iste bu donemlerde onem kazanir hale gelmistir: Basta Saruhan Sancaginin Manisa ovasi olmak uzere, Anadolu’nun diger yerlerinden (ahaliye zar zor yeten) urunune daha fazla fiyat verip cekilerek ihrac edilmesinden bahsediyorum.
Butun bunlara ek olarak, enflasyon bahsinde, baska seyler daha var: Fatih Sultan Mehmet’in ne buyuk komutan vb oldugunu hepimiz biliriz de; Istanbul’un fethini finanse etmek icin, Osmanli tarihinde ilk defa, devlet eliyle enflasyona yol actigini pek bilmeyiz: Akcenin degerini (icindeki gumus miktarini) surekli dusurmutur.
1453’e kadarki bu uygulama daha sonralari devam etmis oldugundan –toparlamak mumkun olmadigindan, ya da kolaylarina geldiginden– durum zaten cok da sut liman degildi Memalik-i Osmani’de.
Iste, buna ek olarak, hepi topu bir nesil icinde, ayrica Ispanyol altinin da sokun etmesi ile, (zaten mevcut olan uzun sureli kuraklik kaynakli kitlik yuzunden) ahali yiyecek bir seyler bulmak (satinalmak) noktasinda cok buyuk zorluklar yasamistir.
Celali Isyanlarinin arka planinda bu onemli bir yer tutar; ve, Celali Isyanlari aslinda bir ic savastir –kuraklik + enflasyon kaynaklidir.
Avrupa’da ise, Ispanyol altini/gumusu daha once hic yasanmamis olceklerde enflasyona yol acti.
Bunun baslica sebeplerinden birisi, Ispanya nufusunun cogunlugu –ancak kendini besleyebilen– koylulerden olusmasiydi.
Zanaatkar/artizan sayisi/orani, Ingiltere’ye ve Hollanda’ya kiyasla cok daha dusuktu. Dolayisi ile, eldeki altina/gumuse karsilik bir uretim yoktu. Yani, para var; fakat, satinalinabilecek bir karsiligi yoktu.
Bu yuzden herseyin fiyati artti; yani, enflasyon.
Baska bir sebebi de, bunca altin ve gumus ile, istedikleri fethedebilceklerini sandilar. Bir suru cephede savas actilar. Bu amacla, profosyonellerden olusan (parali) ordulara/donanmalara dunyanin altin ve gumusunu doktuler ama sonu gelmedi.
Hepmizin artik cok iyi bildigini dusundugum sekilde: Parayla saadet olmuyor.
Parayi yonetmegi bilmek lazim. Ispanya, o devirde onu beceremedi.
Dolayisi ile, ozetleyecek olursak, Ispanyol altin ve gumusu hem enflasyona yol acti; hem de gotu kalkan Ispanya’nin bir suru savasi baslatmasina sebep oldu.
Kisacasi, Ilber Ortayli ne dedigini biliyor; bilmeyen ve anlamayan sizsiniz.
Bilmediginiz ve anlamadiginiz icin, Ilber Ortayli’ya cemkirmeniz sizin acinizdan normal tabii.
Gelelim, kisaca, oteki yaveelrinize:
“tefeci ne demek? ödünc para veren kimse, faizci.”
Yok, tam olarak oyle degil.
Tefeci denen oyuncunun verdigi borcla ilgili bir risk degerlendirmesi yoktur. Yani, ne ustlendigi bir risk vardir; ne de uyguladigi faizin bu riskle bir iliskisi.
Borclanan, sadece borclandigi meblagla yapacagi tesebbusun riskin tamamini ustlenmekle kalmaz; bir de tefecinin onun uzerine bindirdigi (keyfi) yukun riskini de yuklenir.
Dahasi, bu islemler cogunlukla kayit-ici olmadigindan dolayi, tefecinin adina vergi de dogurmayacagi icin, toplum adina da bir fayda icermez; daha dogrusu, zararlidir.
Bankalar, dolayisi ile, ayni kefeye konulamaz. Kayit-ici ve (olabildigince) seffaf olduklari icin, hem vergi dogururlar, hem de kucuk mevduatlar toplayarak, riski (paranin zaman cinsinden maliyetini) de hesaba katip buyuk yatirimlari finanse ederler.
Finans deyince, aniden ‘finans kapital’i mesrulastirdigim anlami cikarilmasin. ‘Finans kapital’ bambaska bir ‘mahluk’..
Uretim araclarini elinde tutanlara (cahilligimizden dolayi) ‘kapitalist’ diyorduk ya; ‘finans kapital’ bunlarinda uzerinde bir platform.
Onlar (‘finans kapital’), ‘uretim araclarini elinde tutanlari elinde tutanlar’ oliir.
Yani, o kendini cok ‘aydin’ ve pek de ‘uyanik’ sanan Marksistlerimiz filan ‘uretim araclarini elinde tutanlar’ ile kavga ederken, caktirmadan ‘herseyi elinde tutanlar’ peydahlanmis ve Marksistlerimiz hala daha Karl marx’in koydugu yerde otlliirler.
Bankalarin (‘lender of last resort’ da denilen) merkez bankalari ile aslinda merkez-sube iliskisinin oldugunu (cunku, nihai riski merkez bankasi ustlenir, top atacak olan bankanin kulfetini o yuklenir) unutan ‘aydin’larimizin, merkez bankasinin bagimsiz/ozerk olmasini savunmasi ya da buna tesne olmasi (veya goz yummasi) benim gozumde tipik bir aydin satisidir. Cunku, kendi devletinden/halkindan bagimsiz/ozerk olan merkez bankalari ‘finans kapital’e teslim edilmis olurlar.
“enflasyon yükseldi savas cikti” gibi, toplumsal ve siyasi olaylari ancak ilkokul cocuklarinin kavrama düzeyinde tartisanlari gülünc buldugum icin, bunun aksini ispatlamaya calismak gibi sacma bir i$e girismeyecem. yalniz $u kadarini belirteyim, hangi zamandan bahsediyoruz:
birincisi, avrupali devletlerin dünyayi sömürgeleri olarak aralarinda paylastiklari ve bunun icin birbirleri ile savastiklari zamandan bahsediyoruz.
ikincisi, enflasyonun o zamanlarda halkin hayatini bu derece etkilemesi mümkün degil cünkü, bundan 500 yil önce dünyanin neresine gidersen git “subsistenzökonomie” denilen, amaci kar etmek degil de, temel ihtiyaclarini karsilamak olan yerel ekonomik üretim sözkonusu. yani, bundan 500 yil önce günümüz kapitalist dünyasinda oldugu gibi para ve pazar’a yüzde yüz bir baglilik, muhtaclik sözkonusu degil.
ka$arlanmi$ kapitalist demagog necip’in bu gülünc iddiayi “dogrudur” diye tasdik etmesine de $a$irmadim. necip ve necip gibi devlet ve düzen savunucularinin tarihi ve toplumsal olaylari yorumlarken egemen siniflari, devleti/düzeni nasil temize cikardiklarina dikkat: celali isyanlari, osmanli devletinin savaslari ve saray masraflarini finanse etmek icin haktan aldigi harac/vergiler yüzünden degil, kuraklik ve enflasyon yüzünden cikmi$mi$. (kapitalist demagog daha önce bu konuda yazmisti ve sadece kurakliktan bahsetmisti, $imdi enflasyonu da ekledi)
bu örnekte görüldügü gibi tarihi gercekler diye “nesnel” bir tarih yoktur. tarihsel olaylarin yorumu tamami ile ideolojiktir, bu durum, marxist bir insan icin oldugu kadar, kapitalist necip gibi devlet/düzen savunuculari icin de gecerlidir.
$imdiye kadar “kapitalizm de nedir, varligini ispat edin” diyen kapitalist demagogun “finans kapital” hakkinda fikir belirtmesi enteresan olmasina enteresan fakat, yine bilincleri bulandiracak bilincli carpitmalara basvurmu$.
birincisi, “finanskapital” ya da finans sektörü denilen $ey, ka$arlanmi$ kapitalist demagog necip’in ima ettigi gibi bir muamma, gizli bir güc falan degil; kisacasi banka, borsa, sigorta kurumlarini kapsayan sektör anlaminda kullanilir.
ikincisi, finans sektörü marx döneminde de vardi ve “finans kapital” kavrami o zaman cok yaygin olmadigi icin “geldkapital” yani “para/nakit kapital” kavrami daha cok kullanilirdi. özellikle lenin’le beraber bu kavram marxist literatürde bol bol kullanilmi$tir. hikmet kivilcimli’dan mahir cayan’a kadar, türkiyeli sosyalistlerde bu kavrami kullanmi$lardir. yani anlayacaginiz necip, o me$hur cahil cesaretiyle “marxistlerin finans kapital’den haberleri yok” derken yine i$kembeden salliyor.
ücüncüsü, finans kapital devletlerden bagimsiz olusan bir kurum falan degil, bilakis kapitalist devletlerin yasal izni ile faaliyet yürüten kurumlardir. fakat finans sektörünün kapital-ist ekonomi icin hayati bir önem ta$idigi dogrudur. bu durumu, örnek devleti yöneten alman politikacilari “systemrelevant” kavrami ile aciklarlar. ingilizce “too big to fail” kavramina denk geliyor, almanca vikipedia da okudugum kadariyla.
2008 de patlak veren finans krizinde, finans sektörünü iflastan kurtarmak icin avrupa ve amerika merkez bankasinin bir gecede yüz milyarlarca para basip piyasaya sürmelerinden de, finans sektörünün kapital-ist ekonominin motor gücü oldugunu, hayati önemde oldugunu anlamak mümkün.
dördüncüsü, demagog necip yine i$kembeden sallamis. devlet bankalarini saymazsak, özel bankalar özel sahisin malidir ve bundan dolayi özel bir banka, merkez bankasinin bir subesi falan degildir. yalniz günümüz kapitalist devletlerinde para basma yetkisi sadece merkez bankasindadir ve özel bankalar nakit ihtiyaclarini birincisi, merkez bankasindan temin ederler, ikincisi, müsterilerin banka hesabinda ki nakit paralarini kullanirlar. necip’in, özel bir bankanin batmasi durumunda külfeti merkez bankasi üstlenir, iddiasi yanlistir. yanliz, kapitalist bir devlet, özel bir bankanin iflasina kayitsiz kalamaz, cünkü bankacilik sektörü kapitalist ekonominin i$lemesi icin hayati önemdedir, hayati fonksiyonlara sahiptir.
besincisi, demagog necip’in iddia ettigi gibi, kapitalist isletmelerin, sirketlerin, holdinglerin sahibi finans sektörü falan degildir. necip hedef $a$irtmaya calisiyor. kapitalist ekonomi de üretim sektörü ile finans sektörü arasinda yapay bir ayirim yapmak cogu zaman gereksizdir cünkü, üretim sektöründe faaliyet yürüten bir holding ayni zamanda finans sektöründe de faaliyet yürütüyor. yani koc, sabanci gibi holdingler ayni zamanda banka ve sigorta sirketlerine de sahipler ve borsa da kayitlilar.
hem kapitalist devletler hem de kapitalist $irketler finans sektörünün kredilerine muhtactirlar, diye yukarda belirtmistik. neden? cünkü gerek kapitalist sirketler gerekse de kapitalist devletler mevcut imkanlariyla yetinmezler. kapitalist rekabette avantajli duruma gecemek ya da sahip oldugu avantaji kaybetmemek icin sürekli krediyle, borcla i$ yaparlar; büyümelerini krediyle/borcla gerceklestirirler. A.B.D., almanya, japonya gibi devletler ayni zamanda en borclu devletlerdir fakat, bu devletler finans piyasalarinin güvenine sahip olduklari icin hem az faizle, hatta bazen sifir faizle kredi alabiliyorlar, hemde istedikleri miktarda kredi cekme imkanlarina sahipler. T.C. de, afrika’nin fakir devletleri de bu global kapitalist sistemin/ekonominin icindedirler. “ratingagentur” denilen kurumlar her devletin ekonomik/siyasi/toplumsal durumunu göz önünde bulundurarak devletlere “kredi notlari” verirler. yani bir devletin, finans piyasalarindan kredi almasi biraz da kredi notuna baglidir. bundan dolayi, her devlet iyi bir kredi notuna sahip olmak icin cabalar.
global kapitalist sistem de durum böyleyken, yok efendim asya tipi üretim, yok efendim her devletin ekonomisi bir midir, yok efendim kapitalist ekonomi diye birsey var midir gibi sacma, ciddiyetsiz sorulara cevap vermeye bile degmiyor.
“bir memleketin yasadigi sorunlarin kaynagi “yabanci/ithal” düsünceymi$. ”
Bir bakıma öyle.
Her düşünce (zaman/mekan üstü bazı doğruları içermesine rağmen -ne de olsa bozuk saatler bile arada doğruyu gösterir) kendi zamanının/mekanının insanlarının bir ürünüdür.
Maocu, Stalinci, Troçkici, Leninci, Marksçı, Engelsçi, Proudhoncu, Smithçi, Hegelci, Kantçı, Platoncu, Aristocu, Muhammedçi, Alici düşüncelerin bugünün Anadolu topraklarıyla, Anadolu insanının sorunlarıyla ne ilgisi olabilir?
İlaveten, ithal düşüncenin yol açtığı bu kronik kriz durumuna Nişanyan da Yanlış Cumhuriyet adlı kitabında değiniyor;
“Batıya alternatif olarak reform-öncesi Osmanlı düzeni veya kadim İslam uygarlığı savunulmuyorsa, o zaman savunulan şeyin ne olduğu pek belli olmaz. Eski Osmanlı düzeni veya Batı dışında, Türkiye için geçerli olan uygarlık modeli hangisidir? İslamiyet öncesi Orta Asya mıdır? Hititler midir? Rus sosyalizmi midir? Bu soruların cevabı verilmez.
Öte yandan Orta Asya’nın çağdaş Türk toplumuna sağladığı uygarlık modeli de doyurucu bir model olmaktan uzaktır. Simge, şiir ve hayaller için Ergenekon’a dönülebilir; fakat çağdaş teknolojiye ve siyasi kurumlara yön verecek örnekleri Oğuz destanında bulmakta zorlanırız. Bundan ötürü model arayışı cumhuriyet Türkiyesinin gündeminden hiç düşmeyecek; 1960′larda Nasır’ın Mısır’ı, 1970′lerde Brejnev’in Rusyası, Mao’nun Çini ve hatta Enver Hoca’nın Arnavutluğu, 1980′lerde ilkel ve ilkesiz bir çeşit Amerikan maddiyatçılığı, Türkiye için uygarlık modelleri olarak sunulabilecektir. Bu arayışların çıkmaza girmesiyle birlikte, İslamiyetin – üstelik entellektüel kaynaklarından uzaklaşmış, hoşgörü kapasitesi sonuna kadar zorlanmış, ezildikçe içine kapanmış bir İslamiyetin – yeniden güçlü bir ideolojik alternatif olarak ortaya çıkmasına hayret edilmemelidir.”
Bu işler “ithal düşünce” diye geçiştirilemez. Düşünce evrenseldir, sınır tanımaz. “İthal düşünce” düşüncesi bir tür düşünsel miilliyetçiliktir.
“İthal düşünce” düşüncesi bir tür düşünsel miilliyetçiliktir.
Bir açıdan öyle denebilir. Ama bu düşünsel milliyetçilik bazı ülkelerin başarısını, diğerlerinin başarısızlığını açıklamıyor mu? Örneğin şu yazılanlar -ulusalcı bir görüşle yazılmasına rağmen- doğru tespitler değil mi? Neden “yerli” İran gerilese bile devlet olarak çökmezken Osmanlı Devleti dağılmıştır?
*
(Sömürülen Alevilik, İsmet Zeki Eyüboğlu)
Bir ülkenin toplumsal kurumları sağlamsa, belli bir bilimsel anlayışa, felsefe görüşüne dayanıyorsa, o toplumun orduları yenilgiye uğrasalar bile toplumsal içyapı sarsılmaz, bütünlüğünü sürdürür. Bu toplumsal içyapı ulusa kimlik-kişilik kazandıran üretici düşünsel odaktır. Kendine özgü düşünsel odağı olmayan, bütün düşünce kuruluşlarını başkalarından aktaran bir toplumun uzun süre ayakta kalma, varlığını özgün biçimde sürdürme olanağı yoktur.
Osmanlı yönetimi Anadolu’yu bir bütün olarak benimsemedi, onun eski uygarlığına yabancı kaldı, islam inançlarıyla yetindi. Oysa İran öyle değildi, onun söylencesel de olsa (bk. Firdevsi, Şehname) çok eski bir uygarlığı, tarihi vardı. İran köklüydü, kendi toprağının düşünsel ürünleriyle beslenebilecek durumdaydı. Buna karşın Osmanlıda böyle bir durum yoktu, o bir devlet olarak, tarihini bile “kısas-ı enbiya”larla başlatmayı seviyordu. Bu tutum uygarlık yönünden çok sakıncalıdır, ulusal tarih bilincinin uyanmasını engeller, engelledi de. İran ulusu, hep tarihine bağlı kalmıştır, islam dinini benimserken ona kendi ulusal anlayışına göre bir biçim vermeyi yeğlemiştir. İran halkı kendisini toprağının yerlisi sayıyordu, bu gerçeğe yürekten bağlıydı, Osmanlı yönetimi bu görüşten de uzaktı, kendini Anadolu’nun yerlisi değil, sonradan gelme egemeni sayıyordu. Öte yandan İran geçmişinin bilincinde olduğundan, Osmanlı karşısında üstünlük taslamaktan kendini alamıyordu. Nitekim İran’ın ünlü ozanı Molla Cami, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’a çağrısını geri çevirmiş, ona önem vermemişti. Bu çok ilginç bir olgudur. Çağının en güçlü sayılan padişahı komşu ülkenin ozanını sarayına çağırıyor, o da gelmiyor. Oysa bugün, değil bir devlet başkanı, gelişigüzel bir yabancı bile ülkemizden hangi ünlü yazarı, ozanı, düşünürü çağırsa sevincinden yerinde duramaz, soluğu en kısa sürede çağırıldığı ülkede alıverir.
Buna bugünden de örnek verebiliriz.
TC devleti Kürdistan veya kendi deyimiyle Güneydoğu Anadoluyu, o toprakların yerli halkını, onların tarihini, kimliğini, kültürünü, dilini benimsemiyor, aksine inkar ediyor, yok etmeye çalışıyor.
Yukarıdaki ifadeyle “kendini bölgenin yerlisi değil, sonradan gelme egemeni sayıyor.” Bu yüzden egemen olamıyor. Hergün ölen asker haberlerini duyuyorsunuz.
Necip ve onun gibi düşünenlerin “kapitalizm” diye bir sistemin olmadığını savunmalarının nedeni “kapitalizm” kavramına yüklenilen olumsuz anlam (onların deyimiyle “şeytanlaştırılması”) olmasın?
Bu kelime nötr anlamda, hiçbir değer yargısı yüklenmeden kullanılsaydı onlar da kullanmaz mıydı?
Buna benzer bir durum da Türkiye’de bazı kesimlerin “çağdaşlık” kavramından benzer nedenlerle rahatsız olmasıdır;
http://www.derindusunce.org/2008/01/28/bir-soru-bir-cevap-cagdaslasmak-ne-demektir/
http://bekirlyildirim.wordpress.com/2009/07/09/neden-cagdas-kelimesi-tiksintyi-verir-sebep-12978/
Bu arada konudan uzaklaşmış oluyoruz ama linkteki yazıya yapılan şu yorumlar ilginç gelebilir, aktarıyorum;
–
Aklıma Leman’ın meşhur el işaretli Tayyip Erdoğan kapağı geldi.
“Batının”(!) piyasa düzenini, tüketim toplumunu, nükleer santralini, savaş sanayini destekle, AB yolunda ilerle sonra seni inciten sadece Hristiyanlaşmak ve bacak arası ahlakının gerilemesi olsun.
Cemil Meriç çok gerilerde kalmış, o fakir kaldığı için ‘çağdaş’ olmamasının değersiz yapmayacağını sandığı ülkelerdeki insanlar şimdi üç kuruş maaşlarıyla en lüks cep telefonunu alıp, Gucci Prada peşinde koşuyorlar.
Ayrıca çağları baltayla keser gibi ayırmak saçma ise, medeniyetleri baltayla ‘doğu, batı, kuzey, güney’ diye ayırmak nasıl mantıklı oluyor?
Hangi batı, hangi doğu?
Batının içinde doğu, doğunun içinde batı var. Hellenistik dönemlerden beri kültürler birbirlerinden etkileniyor.
–
çağdaşlığın tüketim toplumu ile özdeşleştirilmesi yanlış. şöyle ki;
eski abbasi sarayında, veya osmanlı sarayında , veya fransın louis devri, kraliçe viktorya hepsi tüketim çılgınıydılar. neden halk değildi ?
kadınlar o devirde de süt banyosu yapardı. / imkanı olan yine yapıyor, adi süt kullanmıyorlar artık tabi:)
o devirde de bazı ünlü metresler veya gözde cariyeler vardı:)
çünkü onların imkanı verdı, öbürnün Yani halkın yoktu. ne değişti ?
Buna karşın o devirlerde yaşayan kızılderli toplumu bir ağaca zarra vermezdi, moğal çadırlarında yaşayanlar veye tibette veya anadolu da müslüman köylüler,.
sadece tüketimin biçimi değişti, halka da yaygınlaştı ama insanların görgüsüzlüğü veya açgözlüğü hiç değişmedi.
ben hala çağdaşlaşmak deyiminle sorunu anlamıyorum.
Emevi sarayındaki gözdelere mi imrenelim ?
yoksa fransa da pasta yiyenlere mi ?
şimdi de dubai kuleleri ne fark ediyor ?
geçmiş çağdan bu çağın bence tek farkı bilgi seviyesindeki artıştır. Başka değişen birşey yok. Bilgi iyidir. kullanan için fazla bilgi iyidir. çağdaşlığa böyle bakarım.
http://marksist.net/levent-toprak/bizans-zaptedilirken.htm
necip’in dublörü 32 nolu yorumcu:
senin gibi ahmaklar bu dünyada cogunlukta oldugu müddetce bu dünyada hicbir sey degismez. dikkat ediyorum, kafa yordugun tek birsey var: devleti/düzeni nasil ya$atiriz?
osmanli devletinin tarihe karismasini kendine niye bu kadar dert ediyorsun? osmanli neden dagildi diye üzülecegine, osmanli düzeni nasil bir düzendi, ya da günümüz dünya düzenini anlamak gibi bir sey neden hic ilgi alanina girmiyor? be hey ahmak, osmanli padisahlarinin halktan aldiklari haraclarla zevk ü sefa sürmelerinin sana, bana faydasi nedir? senin gibi, benim gibi insanlara o düzende bicilen rol, kul olmaktir, senin bunun neyini iyi buluyorsunda, osmanlinin yikilmasina hayiflaniyorsun? osmanli topraklari icinde yasayan insanlarin, osmanliya harac/vergi vermek, askerlik yapmak zorunda olan insanlarin, osmanlinin zulmünden nasibini almis insanlarin, osmanlinin yikilmasina üzülmek orda kalsin, sevinmi$ olabileceklerini düsünmek hic aklina gelmiyor mu? dünyaya ve tarihe tamamiyle egemen siniflarin, yönetenlerin, sömürenlerin perspektifiyle baktigini varkinda misin?
kapitalizm kavramina kim, hangi anlami yüklemis, bununla ilgilenecegine, adi ne olursa olsun, nasil bir dünyada yasiyoruz, bu senin neden hic ilgi alanina girmiyor? beyaz yakalilar günümüz dünya düzenini, kapitalizmi yanlis ya da eksik analiz ettiler diye, necip gibi ka$arlanmis kapitalist demagoglarin “bu dünyada ekonomik, siyasi, toplumsal bir sistem yoktur” gibi sacmalamalarina dogruluk, mesruluk kazandirir mi?
aklini, fikrini kullanamayan sefil bir insan durumuna düstügünü varkinda misin?
“‘kapitalizm’ diye bir sistemin olmadığını savunmalarının nedeni ‘kapitalizm’ kavramına yüklenilen olumsuz anlam (onların deyimiyle ‘şeytanlaştırılması’) olmasın?”
Hayir.
“Bu kelime nötr anlamda, hiçbir değer yargısı yüklenmeden kullanılsaydı onlar da kullanmaz mıydı?”
Hayir.
Hayir, cunku, baskalarini bilemem, ama benim itirizimi tamamen yanlis anladiginizi goruyorum.
Ben, ‘kapitalizm kavramı’na yuklenen anlamlardan rahatsiz filan oluyor degilim. Isteyen istedigi ‘kavram’i elestirebilir.
Fakat, ‘kapitalizm’in bir SISTEM oldugunu iddia edenler var.
Dahasi, ‘kapitalizm’i, bir tur insan tasarimi gibi konumlandiriyorlar; yani, sanki, belli birileri bir merkezde bu sistemi yonetiyormus gibi..
Ben bu tur bir kavramlastirmanin anlamsiz –ve, fazlasiyla sig– oldugunu dusunuyorum.
Ornek olarak ‘sehirlesme’i verdim. Onun da –tabii ki– olumsuz (hatta bazan ziyadesiyle olumsuz) yansimalari oluyor bazi insanlarin hayatlarina (ve dogaya).
Fakat, kimse cikip topyekun ‘anti-sehirlesme’ci (‘anti-urbanizationist’?) filan kesilmiyor.
Halbuki, ‘sehirlesme’ de ‘kapitalizm’ dedigimiz sey de birbirinin farkli yansimalari.
Birisi varsa tabii ki ikincisinin de var oldugunu kabul etmek zorundayiz.
Burada sorun yok.
Sorun, yeldegirmenlerine savas acmak kadar garip duran tavirlar benimsemekte yatiyor.
Tarihin derinliklerinden gelen, (tipki ‘sehirlesme’de oldugu uzere) yeni durum ve ihtiyaclara gore surekli degisiklik gosteren bir olguya savas acmagi, ben, Yalova Kaymakamligiyla esdeger tutuyorum.
Yani, bu baglama tercume edecek olursam, ilgili ifade soyle bir sey olurdu hehalde: Kim s*ker ‘anti-kapitalizm’ fanatiklerini?
Cok olsa, yeniden ve tekrar tekrar parcalanmak oncesinde kisa bir donem bir araya gelip bir ‘cult compound’ kurarlar.. O da yurumez; yeniden silbastan.
Dolayisi ile, ozetleyecek olursam, ben bunca entellektuel emegin (‘beyin nuru’nun) bu kadar temelden yoksun bir zihinsel faaliyete hasredilip ziyan edilmesine yaniyorum.
Şehirleşmeyle ilgili yazdıklarınız doğru elbette.
Ancak bu şehirleşme veya şehirlerin gelişme sürecinin kökü çok eskilere gittiğinden, tarihin başlangıcına kadar uzandığından şehirleşmeyi kapitalizmle eşanlamda kullanmak doğru olmaz sanırım.
Fakat asıl sormak istediğim şu. Kapitalizmle eşanlamda kullanabileceğimiz bir ekonomik sistem -veya üretim tarzı yok mu?
Örneğin, nasıl Roma İmparatorluğu -fetihler yoluyla- köleci bir ekonomik sisteme dayanıyorduysa, dolayısıyla köleci ekonomik sistem veya köleci üretim tarzından söz etmek mümkünse, kapitalizmin de dayandığı bir ekonomik sistem yok mu?
Örneğin “para ekonomisi” diyebilirmiyiz? (Para kullanımı çok eskiye gitse de bütün dünyada geçerli bir sistem haline gelmesi bu dönemde ne de olsa)
“Ancak bu şehirleşme veya şehirlerin gelişme sürecinin kökü çok eskilere gittiğinden, tarihin başlangıcına kadar uzandığından şehirleşmeyi kapitalizmle eşanlamda kullanmak doğru olmaz sanırım.”
Esanlamli demiyorum.
Surecler icerlek (‘integral’) ve cogunlukla da birbirinden besleniyor –birisi (diyelim, ‘sehirlesme’) bir digerini (‘kapitalizm’i) etkiliyor, o da onu etkileyeni…
Bu boylece gidiyor.
“Fakat asıl sormak istediğim şu. Kapitalizmle eşanlamda kullanabileceğimiz bir ekonomik sistem -veya üretim tarzı yok mu?”
Bir isim koymak, tasnif etmek, kateorize etmek.. bu ihtiyaci anliyorum; ama, konunun ozunu ne kadar degistirir bu?
Yani, ornek veriyorum, bugun cogumuzun icinde yasadigimiz ve ‘modern cag’ dedigimiz (ki, o da aslinda –galiba– 20nc yuzyilda kaldi) ne zaman basladi?
Buhar motorunun icadiyla mi?
Icten yanmali motorlarin icadi ile mi?
Elektrigin kesfi ile mi?
Hz Ford’un ilk seri uretim bandini devreye alisi ile mi?
Yoksa, bambaska bir seyle mi?
Mesela..
Ilk defa sirket denen bir yuzel kisiligin varliginin hukuga girmesi ile mi?
Cok ortakli sirketlerle mi?
Bankacilik sisteminin kisisel olmaktan cikisi ile mi?
Borsalarin devreye girmesi ile mi?
Bunlari artirmak mumkun –hatta cok kolay.
Zor olan, cizgiyi herhangi bir yerden –itiraza mahal vermeksizin– cizmek.
Ben, belki tuhaf gelecek ama, bu tur cizgiler cekmenin anlamli olmadigini; olsa olsa, birilerine –gecici olarak– bazan konuyu anlatmak icin kullanilabilecek seyler oldugunu dusunuyorum.
“Örneğin, nasıl Roma İmparatorluğu -fetihler yoluyla- köleci bir ekonomik sisteme dayanıyorduysa, dolayısıyla köleci ekonomik sistem veya köleci üretim tarzından söz etmek mümkünse, kapitalizmin de dayandığı bir ekonomik sistem yok mu?”
Iyi de, ‘köleci ekonomik sistem veya köleci üretim tarzı’ icin Roma’yi bir ornek (orneklerden birisi) olarak vermek baska, ‘sistem’in mucidi olarak Roma’yi gostermek baska.
Roma’dan cok onceleri, bambaska yerlerde ‘kole’ kullanmak son derece yaygin ve mesruydu. Eski Misir da boyleydi, o devirlerdeki Cin de, Hindistan da.. daha baska, yeterince bilmedigimiz yerlerde de boyle oldugunu kolayca varsayabiliriz cunku ‘kole’ kullanmak (hem kole icin hem de efendisi icin) ekonomik bir anlam ifade ediyordu.
Daha sonra, bu ihtiyaclari farkli sekillerde daha ucuza gidermek mumkun hale gelince, kole sahibi olmak ekonomik olarak cezibesini kaybedince, yavas yavas da olsa, kolelik –cogunlukla– tarihe karisti.
[Abes bir benzetme sayabilirsiniz; ama, evde hizmetci calistirmak da yavas yavas tarihe kavusuyor. Turlu cesitli sebebi var tabii ki. Ama, eger cok zengin degilseniz, evinizde hizmetci calistirmaniz cok da rantabl degil artik. En kotu ihtimalde, gundelikci, ya da daha da part-time birileri ile anlasip hizmet satinaliyorsunuz.]
Dikkat etmissinizdir; “kolelik tamamen kalkti’ demedim. Tanimi degisti ve yeni tanima gore bazi cografyalarda, bazi iskollarinda hala daha devam ettigi soylenebilir.
“Örneğin ‘para ekonomisi’ diyebilirmiyiz? (Para kullanımı çok eskiye gitse de bütün dünyada geçerli bir sistem haline gelmesi bu dönemde ne de olsa)”
Ben buna cok da itiraz etmezdim.
Her ne kadar ‘para’, dediginiz gibi, cok eskilere gitse de; gunumuzde ‘para’, kadimlerin anladigina kiyasla, cok farkli hale geldi.
Tamam, ‘para’ kavrami ‘deger’i sanallastirmak demekti her zaman; fakat, bugunlerde bu sanallastirma –taninmayacak seviyelere– feristahina ulasti; cogunlukla da fiziksel olmaktan cikti.
Bu belki de bugunleri anlatmak icin iyi bir baslangic olabilir.
Fakat, problem (bizim/benim uzerinde durdugum entellektuel problem) giderilmis olmuyor.
Sundan dolayi olmuyor:
Paranin fiziksellikten kurtulmasi, tamamen fiktif hale gelmesi, muhakkak birilerinin (digerlerinden) daha fazla isine geliyor olabilir.
Daha cok faydalananlar (ki, bunlara ‘kotu adam’ anlaminda ‘kapitalist’ diyelim) bu yeni hali ne icad ettiler ne de kimseye zorla dayattilar.
Ben ya da siz, Internet uzerinden birilerinden bir seyler satinalirken kredi karti kullaniyorsak, boyle yapmagi daha kolay/kullanisli –hatta, daha guvenli– buluyorsak, aratarak kullanmaga devam ediyorsak, bu cercevede orataya cikan ve cikacak olan yenilik ve degisikliklerin tesvikcisi (dolayisi ile, sorumlusu da) olmuyor muyuz?
Peki, kredi kartini (ya da, artik o gun kullanilan odeme/borclanma enstrumani her neyse onu) dogru durust kullan[a]madigi icin, sefalet denecek seviyelere dusen birilerinin de sorumlusu siz ya da ben mi oluyoruz –ya da, olacagiz?
Ozetleyecek olursam, isim koymak onemli/gerekli degil; ama, cok da yanlis bulmam.
Yanlis olan, yanlisliklar oldugunu dusundugunuz anda, sanki gercekten bir kurucusu varmis, dolayisi ile de sorumlusuna parmaginizla isaret edebilirmissiniz gibi konusmak/yazmak/davranmak..
Ben boyle yapmagi bir entellektuel kapasitesizlik olarak goruyorum.
Burada kastettiğim kölelik olgusu değil, ekonominin temeli olarak “köleci üretim tarzı”ydı. Yoksa kölelik tarih boyunca yaygındı. Fakat verdiğiniz örneklerde, hatta Roma’nın çöküşünden çok sonra bile -örneğin Osmanlı’da- kölelik olmasına rağmen köle emeğinin üretimde rolü önemsizdi. Bu devletler temelde özgür köylüler, işçiler, serfler gibilerinin ürettiğiyle geçiniyorlardı.
Şöyle bir benzetme yapabiliriz. Suudi Arabistan, İran, Irak, körfez emirlikleri gibi ülkelerin ekonomilerinin temeli petroldür. Petrol başka ülkelerde -Türkiye’de bile- var ama ekonomilerindeki önemleri yok denecek kadar az.
Son cümlede, ekonomileri petrole dayalı derken diğer ekonomik sektörleri de unutmuyorum elbet. Örneğin Suudi Arabistan’da hac gelirleri de önemli. Aynı şekilde, geçmişte diğer müslüman devletlerin buraya yaptığı yatırımlar (demiryolu, su kanalları, kaleler gibi) unutulmamalı. Buna rağmen bugün ekonomisinin başını petrolün çektiği ortada.
Bu da şunu gösteriyor. Belki de asıl sorulması gereken üretim biçimi veya ekonomik sistemin ne olduğundan çok, ekonominin başını HANGİ SEKTÖRLERİN çektiğidir.
Örneğin (özellikle Rusya’yla yaşanan krizin ardından gelen -gerçi daha önce başlamıştı yavaş yavaş) turizm krizi Türkiye’de bu sektörün turizm olduğunu gösteriyor sanki.
Realite, Ulusal Kazanımlar Ve Uluslararası İlişkiler
Türkiye’nin İsrail ile anlaşması ve devamında Rusya ile yeniden ilişki kurarak sorunları çözmeye çalışması Türkiye iç politikasında tartışılıyor. Benzer sorunları yaşayan Kürdlerin de bu gelişmelerden ve tartışmalardan çıkaracağı çok önemli dersler vardır; özellikle de Kuzey Kürdistanlıların.
Devletler yapısı gereği ahlaklı ve ilkeli davran(a)mazlar, çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yaparlar. Bu anlamda değişmeyen tek ilkeleri pragmatizmdir. Din, ahlak, insani değerler devletler için yarar sağladığı ve devlet çıkarlarına hizmet ettiği sürece anlam ifade ederler. TC’nin İsrail ile yaşadığı “Mavi Marmara” olayı ve devamında yaşanan gelişmeler bu konuda çarpıcı bir örnektir. Dün “şehit” dedikleri Mavi Marmara aktörlerine bu gün “giderken bize mi danıştınız” diyen TC, aynı şekilde İsrail ile sorun yaşarken kullandığı “mazlum Filistin halkı” argümanını da rafa kaldırarak ulusal çıkarlarını ön plana aldı. Özellikle dindar Kürdlerin bu gelişmeleri doğru okuması ve özelde Türk-İslam anlayışına genelde de egemen devletlerin Ümmetçilik ve kardeşlik hikâyelerine prim vermeden kendi ulusunun çıkarlarını (ulusal hakları) tüm ittifakların merkezine oturtmalıdırlar.
Son gelişmelerin gösterdiği bir başka önemli nokta ise, dünya güçleri karşısında kendini dev aynasında görmenin sadece iç politikada ve aptallarda işe yaradığıdır; dün “dünya lideri” havasında olan TC Cumhurbaşkanı, bugün sağa sola yalvaran pozisyonundadır. Ama bu karşıtlıklara ve tutarsızlıklara rağmen genel olarak Türk siyasi çevreleri ve okur-yazarları “ulusal çıkarlar gereği” diye olaya bakıyorlar…
Kürdler Ve Ulusal Çıkarlar
Hep tartışılan ama son günlerde yoğunlaşan Kürd politik çevrelerinin devletlerle (özellikle de işgalci devletlerle) ilişkilerini doğru ve gerçekçi bir zeminde tartışmak gerekiyor. Ne yazık ki şimdiye dek yaşanan tartışmalarda ulusal çıkarlar göz ardı edilerek sadece örgüt/parti mantığıyla olaylara yaklaşıldı ve tüm farklılıklarına ve farklı/karşıt amaçlarına karşın Kürd partileri aynı kefeye konularak ulusal çıkarlar gereği ilişkiler ile ulusal çıkarlara zarar veren ilişkiler aynı potada değerlendirildi. Genelde PDK-PKK kıyaslaması yapıldı; son zamanlarda Goran ve YNK de bu kıyaslamaların içine girdi.
Güney Yönetiminin (özellikle PDK’nin) Türkiye ile ilişkileri hep tartışma konusu yapıldı Kuzey Kürdistanlı politik çevrelerce ve okur-yazarlarca… PKK çevreleri Güney’in TC ile ilişkilerini değil, Güney’in iktidar partisi(AKP) ile ilişkilerini eleştiriyorlar sadece; çünkü PKK’nin devletin kendisiyle hiçbir sorunu yok, dahası bu devleti korumak için Kürdleri ve Kürdistan’ı feda ediyor. PKK’nin AKP karşıtlığının nedeni de tamamen sistem içi kavgadan kaynaklıdır ve devletin bazı birimlerinin/kanatlarının PKK’yi taşeron olarak kullanmasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla PKK’nin eleştirileri ulusal kaygılardan değil tamamen sistemin yapısına dair görevinden kaynaklıdır. Ulusal hiçbir talebi olmayan PKK’nin Güney/Berzanî’ye dair eleştirilerinde “ulusal kaygı” olmadığına göre PDK-TC (AKP) ilişkilerini ulusal çıkarlar noktasında tartışmak anlamsızdır. Bir an için PKK’nin bir “Kürd hareketi” olduğunu ve bağımsızlık veya ulusal federasyon talep ettiğini düşünelim. Bu durumda Berzanî/PDK’nin TC ile ilişkileri mercek altına alınmalıydı ve sorgulanmalıydı. Şayet bu ilişki, bağımsızlık veya federasyondan daha geri bir taleple sürdürülüyor olsaydı, kuşkusuz ki PDK/Berzanî en sert şekilde eleştirilir ve ulusal çıkarlara zarar verdiği için mahkûm edilirdi.
Kürdlerin işgalci devletlerle kurulan ilişkilerde, söz konusu parçada talep edilen ulusal hakların gerisinde bir ilişki varsa ilişki kuran örgüt/parti şaibeli olur ve ulusal çıkarlara zarar vermiş olur. TC ile ilişki kuran hiçbir Kürd örgütü, PKK’nin “devletin birliği” söyleminden daha geri bir ilişki içinde olamaz.
Dolayısıyla da PKK tarafından eleştirilebilecek kadar kötü bir bağ kurmuş olamaz. Bu nedenle PKK’nin diğer parti/örgütlerin işgalci devletlerle var olan ilişkilerini eleştirmesi ve bu nedenle saldırması samimiyetten uzak olduğu gibi ulusal çıkarlarla da uzaktan-yakından ilişkilendirilemez. PKK’nin bu saldırıları, “işgalcilerle sadece ben ilişki kurarım ve bir bütün olarak Kürdistan’ı ben satarım” anlayışından başka bir şey değildir. Bu gerçekler ışığında olaylara bakıldığında dört parçada hangi ilişkinin şaibeli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
Güney bağımsızlık aşamasındayken, PKK ve türevlerinin Irak/İran devletleriyle ilişkileri bağımsızlığı engellemeye ve işgalci devletlerin birliğini korumaya yönelik olduğu için sadece belirsiz ve şaibeli bir ilişki olarak değerlendirilemez; bunun adı açıkça ihanettir. Dahası, TC ile ilişkilerinden dolayı PKK tarafından eleştirilen PDK/Berzanî hiçbir zaman PKK gibi devletin kirli odaklarıyla içli dışlı olmadı. Düne kadar açıkça MİT talimatlarıyla idare edilen PKK, bugün devletin farklı birimleri tarafından sevk ve idare edilirken; PKK’nin başkalarını “TC ile ilişkisinden” dolayı eleştirmesi abestir ve kirli bir oyunun parçasıdır.
PDK/Berzanî’ye yönelik haksız eleştirilerde göz ardı edilen çok önemli bir başka gerçek var. Bu gerçek, Güney’in fiili bir devlet olduğu ve uluslararası ilişkilerde bir devlet olarak muhatap alındığı, Berzanî’nin de bir örgüt/parti lideri değil, Kürdistan Başkanı olarak devletlerarası ilişkilerde saygın bir yere sahip olduğu gerçeğidir. Hala birçok devletin terör listesinden çıkamayan PKK ile tüm dünyanın meşru muhatap kabul ettiği PDK/Berzanî’yi aynı kategoride değerlendirmek ya cahilliktir, ya da çok kirli bir anlayıştan kaynaklıdır. İşin düşündürücü yanı ise, PKK dışında kalan ve aralarında “Kürdistani” olduğunu iddia eden bazı çevrelerin de PKK ve PDK’yi aynı kategoride değerlendirerek PKK’nin kirli oyununda figüran olmalarıdır.
PDK ve Berzanî’nin TC ile ilişkilerinde Kuzey Kürdistan ile ilgili duruşlarından daha ileri talepli bir hareket ortaya çıkarsa o zaman bu ilişkiler masaya yatırılır ve farklı bir şekilde PDK/Berzanî eleştirilebilinir. Ancak mevcut durumda TC ile ilişkilerinden dolayı PDK/Berzanî’yi eleştirmek cehalet değilse derin bir kirliliktir ve entegrasyoncu PKK’nin değirmenine su taşımaktır.
Hangi parçada olursa olsun, mücadelede başat güç olan hareketin ulusal taleplerinin gerisinde söz konusu işgalci devletle ilişki kuran/kuracak her örgüt/parti mahkûm edilmelidir. Realite, bu noktada tereddütsüz PKK’yi mahkûm etmemizi gerektiriyor; benzer şekilde GORAN ve kısmen de YNK’yi…
Sonuç olarak;
Hatası, eksiği ve birçok yanlışıyla Güney’in başat gücü olan PDK/Berzanî, dört parçada da ulusal kazanımlara ve olası ulusal kazanımlara sahip çıkmada hala alternatifsizdir. Daha ulusalcısı ortaya çıkmadan PDK/Berzanî’ye saldırmak direkt ulusal haklara ve olası kazanımlara saldırmaktır. Ulusal çıkarlardan dem vuran ve bu noktada bilgiçlik taslayan bazı kişi/kurumlar, ulusal çıkarların ne olduğu ve uluslararası ilişkilerin nasıl yürüdüğü noktasında daha donanımlı ve duyarlı olması gerekiyor; yoksa PKK ve entegrasyonculuğun yedek güçleri/aklayıcıları olarak anılacaklardır.
Kürdistan’ın özel durumu ve dünya gerçekliği, dört parçada farklı mücadele biçimlerini de beraberinde getirmiştir ve Kürdler bir parçada ulusal kazanımlar için mücadele ederken, ister istemez sömürgeci devletlerden birileriyle ilişki kurmak zorundadırlar. Aslolan bu ilişkinin söz konusu parçaya (ulusal anlamda) zarar verip vermemesidir. Bu nedenle, birilerini eleştirirken ‘neden bu devlet(ler)le ilişki kurdu’ sorusu yanlıştır ve gerçeklikle ötüşmemektedir. Bunun yerine, ‘nasıl bir ilişki kurdu ve bu ilişki ulusal haklara zarar nı verir, yoksa katkı mı sunar’ sorusunu sormalı ve bu noktadan hareketle söz konusu ilişki sorgulanmalıdır.
TC gibi barbar bir devlet ile ilişkisinde ulusal duruşundan taviz vermeyen ve Ala Rengin’i kabullendiren Berzanî’yi, MİT elemanı Öcalan ile kıyaslamak hem Kürdlere hem de gerçekliğe hakarettir!
Berzanî ve PDK’ye karşı gelişen ve İran’ın öncülük ettiği şer cephesi, sadece var olanı yok etmeye çalışıyor; yıkmak istedikleri PDK/Berzanî yerine ulusal bir kurum ve lider ikame etmeyi düşünmüyorlar. Var olan sınırlı kazanımı yok etmek ve olası bağımsızlık ilanının önünü kesmeye çalışmak şer cephesinin ortak amacı ise, bubnun adı ihanettir; namuslu Kürdlerin şer cephesine karşı net tavır alması ve PDK/Berzanî’nin yanında yer alması dışında bir seçeneği de yoktur!
“Entel” havalarına girmenin ve “siyaset üstü” bir eda ile tüm partileri aynı kategoride görüp entegrasyonculuğu meşrulaştırmaya çalışmanın adı herkese eşit mesafede olmak/eleştirmen/analizci/araştırmacı/aydın olmak değildir, soytarılık ve aklayıcılıktır…
Haber/Yorum
11.07.2016
(Nasname)
http://www.nasname.com/a/realite-ulusal-kazanimlar-ve-uluslararasi-iliskiler
“Belki de asıl sorulması gereken üretim biçimi veya ekonomik sistemin ne olduğundan çok, ekonominin başını HANGİ SEKTÖRLERİN çektiğidir.”
Bu sorunun cevabiyla, olsa olsa, o ulkede hangi kaynaklara erisilebildigine dair bir hukum cikarabilirsiniz.
Erisilebilen kaynaklar, tabii ki, size o ulkedeki ekonomik sistem hakkinda fikir verir; fakat, erisemedikleri kaynaklar yuzunden kuramadiklari ekonomik sistemin sorumlusu olmazlar.
Ya da, baska bir deyisle: “Harran’da Oxford vardi da biz mi okumadik”ta oldugu uzere..
“Örneğin (özellikle Rusya’yla yaşanan krizin ardından gelen -gerçi daha önce başlamıştı yavaş yavaş) turizm krizi Türkiye’de bu sektörün turizm olduğunu gösteriyor sanki.”
Katilmiyorum. Hani derler ya, “neren agiriyorsa canin orada tuter” diye, iste, bizdeki turizm sektoruyle ilgili hassasiyet de biraz oyle.
Yani, diger sektorler oyle cok da fazla etkilenmedigi icin, turizmcilerin sesi duyulur oldu.
Yoksa, turizm mevsimi disinda zaten atil olan bu sektorun, birkac ay daha atil kalmasi o kadar da onemli degildi; buyuk resim icinde.
[Bir de, tabii ki, zaten duzeltilmesi istenen, Rusya ile iliskileri duzeltmek icin iyi bir gerekce oldu. Eminim, benzeri tur bir yaklasim Rusya’da da, tatile gidememis onca zavalli ‘gariban’lar uzerinden islenmistir.]
http://marksist.net/kerem-dagli/kan-safsatasi-irkcilik-ve-fasizm.htm
Bu konuda sizi eleştiren birçok kişi yanılırken siz haklı çıktınız sayın Zileli.
Necip de yanılmış 8’de. 2 ve 4 no da haklı çıkmış.
Son yorumu “kısmen haklı çıkmak” diye düzeltiyorum.
Eleştirenler buna teşebbüs bile edilmeyeceğini söylemişlerdi çünkü.
Yalnız bu bir oyun idiyse o zaman haklı çıkmış oluyorlar.