“Bu Yalnızca Hegemonya Krizi Değil, Aynı Zamanda Bir Meşruiyet Krizidir” Fikret Başkaya-Gün Zileli Söyleşisi
10 Ocak 2014
Gün Zileli – Osman Tiftikçi ile yaptığın röportaj son derece ilgi çekici. Osman Tiftikçi, esas çatışmanın AKP-Cemaat çatışması olmadığını belirttikten sonra şöyle diyor:
“Çatışma özünde emperyalizm, geleneksel sermaye ve İslami sermaye arasındadır. AKP ve İslami sermaye rakibine direnecek güçte görünmüyor. Cemaatler 90’lı yıllara kadar küçük ve orta boy ticari, sınai işletmelere sahiptiler. Bunlar sonradan holdinglere dönüştü. AKP iktidarları döneminde uluslararası hale geldiler. Tarihlerinde görülmemiş biçimde siyasi iktidarın, belediyelerin ekonomik ve diğer nimetlerinden yararlandılar. Özellikle eğitimde gayrı resmi önemli bir güç haline geldiler. Toplumda bunların ideolojik havası esmeye başladı… Ama gene de İslami sermaye, emperyalizme, geleneksel sermayeye ve bunların elindeki devlete direnecek güçte değil. Gülen hareketi ile başlatılan öncü saldırıda bile dağılıp, ne yaptığını bilemez bir hale düşmeleri de bunu gösteriyor.”
Buradan çıkan sonuç, çatışmanın esasen, İslami sermayeyi temsil eden AKP iktidarı ile geleneksel sermaye denen, cumhuriyet döneminde büyüyen ve tekelleşen sermaye arasında olduğu, emperyalizmin bu çatışmada geleneksel sermayenin çıkarları doğrultusunda müdahil olduğu, devlet içinde yuvalanmış Cemaatin ise, geleneksel sermayenin AKP iktidarına saldırısında araç rolü oynadığıdır. Sen bu yoruma katılıyor musun? Cemaat, geleneksel sermayenin hizmetinde mi gerçekten, o zaman islami sermaye ile Cemaat ayrı yerlerde mi konuşlanmış oluyor? Dendiği gibi bu bir “devlet krizi” midir? Ordunun, geçmişten farklı olarak, restorasyon için darbe yapamaz hale geldiği koşullarda, parlamento içinden bir alternatif (röportajda dendiği gibi yeni bir CHPiktidarı) bunu sağlayabilir mi?
Fikret Başkaya- Türkiye’de devletle ilgili, devlete dair konuşurken, daima tarihsel geri planı hatırda tutmak gerekiyor. İkincisi, devlet düzeyinde herhangi bir düzenleme veya “çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörü, “dış belirleyiciliği” de dikkate almak gerekiyor. Yaklaşık iki yüz yıldır devlette belirli aralıklarla, [20-25 yıl] işte 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960, 1971, 980, 1997 ve şimdilerde AKP döneminde yapılan restorasyonlar bu bütünlük içinde anlaşılabilir ancak. Velhasıl düzenlemelerin emperyalizmle uyumlanarak yapılması söz konusu. Hiçbir önemli düzenlemeyi, dış faktörü, emperyalizmi hesaba katmadan anlamak mümkün değildir.
Aksi takdirde yaptığımız tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir.
Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı, devlet her şeydi. Cumhuriyet döneminde de devlet kutsallığını korudu. Neden? Çünkü Cumhuriyetle birlikte [1923] bir kopuş olmadı da ondan. Cumhuriyet ilan edilmeden önce kimler yönetiyorsa, cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye devam etti. Asla bir alt-üst oluş söz konusu değildi. Eğer devlet kutsalsa, o zaman her şey kutsal devletin bekasına hizmet edecek şekilde kurgulanmak zorundadır.
Üçüncüsü, söz konusu gelenekte ve her zaman bir “iktidar ikiliği” söz konusuydu. Biri benim “asıl devlet partisi” dediğim iktidar ve güç odağı, diğeri de görünen-bilinen iktidar, “seçimle” gelen “iktidar.“ Asıl devlet partisi” her zaman kendini devletin varlığından ve bekasından sorumlu hissediyor. Gerekli gördüğü zaman duruma müdahale ederek, rayından çıktığını düşündüğü aracı rayına oturtuyor. İşte askeri darbeler bu amaçla gündeme geliyordu. Tabii bu “asıl devlet partisinin” sadece darbe anlarında müdahale ettiği anlamına gelmiyor. Darbeler müdahalenin görünür olduğu durumlar.
Senin soruna, yani sadede gelirsek, Cemaat veya Gülen Hareketi denilen, aslında devletin bir cemaati ama sadece TC’nin hizmetinde değil, aynı zamanda ABD’nin ve bir bütün olarak emperyalizmin, küresel oligarşinin de hizmetinde. Dikkat edilirse, Gülen Cemaati olarak bilinen devlet cemaatinin palazlandırıldığı dönem, 1977 sonrasına, yani ABD’nin “yeşil kuşak doktrinini” devreye soktuğu döneme rastlıyor. Amaç, ilerici, demokrat, sosyalist, eşitlikçi hareketlerin önünü kesmekti. Tabii T.C. bakımından ilave bir unsur daha var: Osman Tiftikci’nin de isabetle belirttiği gibi, devlet dışındaki “asıl dinî cemaatleri” de etkisizleştirme, değilse hizaya getirme amacı da vardı. Gerçek durum böyleydi ama sanki cemaat laik cumhuriyeti yıkmak için can atıyormuş gibi bir izlenim veya algı yaratıldı. Oradaki amaç, devletin niteliğinden habersiz, laikliğin ne olduğunu da pek bilmeyen ‘laik kesimi’ devlete bağlamak, toplumu kutuplaştırmaktı. Oysa, cemaati peydahlayan, besleyip-büyüten, destekleyen devletin kendisiydi. Özellikle 1980 Amerikancı askeri darbesinden sonra Gülen Cemaati eşine az rastlanır bir devlet desteğine mazhar oldu. Söz konusu olan, insanları aldatmaya yarayan bir ideolojik manipülasyondu. Eğer buraya kadar söylediklerim doğruysa, şimdilerde AKP ile Cemaat arasındaki çatışma aslında AKP’nin aşırılıklarından rahatsız olan “asıl devlet partisi” ve arkasındaki büyük sermaye gruplarıyla AKP ve destekçisi ‘islâmi sermaye” denilenler arasında cereyan ediyor. O zaman da Cemaatin safı, tartışmasız bir şekilde, “asıl devlet partisinin” komprador büyük sermayenin ve emperyalizmin safı olmak zorunda…
Peş peşe yapılan darbelerden sonra orduya yönelik operasyonlar, imajı iyice bozulan ve halkın önemlice bir bölümü tarafından da hoş görülmeyen ordunun imajını düzeltme, halk gözündeki imajını düzeltme kaygısı var. Yani “peygamber ocağının” görüntüsünü düzeltmek…Tabii bunun için kendi adamlarından bazılarını feda edebilirlerdi. Amaç kutsal devletin varlığı ve bekası olunca bunu rahatlıkla yaparlardı ve yaptılar. Yoksa, yapılan bu operasyonların asla “vesayet rejimini” etkisizleştirmek, rejimi demokratikleştirmek gibi kaygılarla uzaktan yakından bir ilgisi yok… Sadece yeni tip bir vesayet amaçlandığı söylenebilir. Tabii bu da öyle tereyağından kıl çeker gibi olmaz, nitekim olmuyor…
Eğer bunun bir devlet krizi olduğu söylenirse bu, sıradan bir “yönetim krizi” demeye gelir ve bunun üstesinden gelmek o kadar da zor değildir. Egemen sınıflar bu tür krizleri aşmakta tecrübelidir. Oysa artık sistemik bir kriz söz konusu. Gelinen aşamada rejim, çözdüğünden daha çok sorun üretmek zorunda. Başka türlü yapması mümkün değil. O zaman elindeki yegane koz şiddetin dozunu ve kapsamını artırmaktır. Tabii bu arada utanmazca “demokrasiden”, “demokratikleşmeden”, işte “hukuk devletinden”, “hukukun üstünlüğünden” de çok söz edilecektir. Daha şimdiden bir şiddet toplumunda yaşamıyor muyuz? Eğer sistemik bir kriz söz konusuysa, mevcut iktidara alternatif olarak sunulacak olanın bugünkünden farklı bir şey yapma şansı yoktur. Sadece zaman kazanmaya hizmet edebilir ama sorunları daha da azdırarak… Demek ki, halkın sahaya inmesini gerektiren bir durum söz konusu. Halkın artık seyirciliği bir yana bırakıp, kendi hikâyesini kendi yazıp, kendi anlatması gereken bir zamandayız…
Bundan önceki restorasyonlarda veya düzenlemelerde, mülk sahibi komprador sınıflar, “asıl devlet partisinin” de onayını alan yeni bir parti etrafında bir koalisyon oluşturuyorlardı. İşte 1946 da Demokrat Parti [DP], 1960 darbesinden sonrasında onun devamı ama yine de yeni bir parti olan Adalet Partisi [AP], 1980 darbesinden sonra ANAP ve 2001’de de AKP. Şu aşamada yeni bir parti oluşturmak pek olanaklı görünmüyor. Verili durumda CHP etrafında bir koalisyon imkân dâhilinde görünüyor. Dolayısıyla Tiftikci’nin tespiti bana isabetli görünüyor.
Gün Zileli – Benim bakış açımın bu tahlille tam örtüşmediğini belirtmeliyim. Ya da açılması, netleştirilmesi gereken noktalar var.
Kafamda yerli yerine oturmayan noktalar şunlar: Evet, geleneksel sermaye denen sermaye kesimiyle AKP’nin bugüne kadar temsil ettiği İslami sermaye arasında önemli bir çatışma var. Ve bu çatışmada ABD’nin ve Batı’nın, özellikle Gezi olaylarından sonra, AKP’nin yıldızının söndüğünü görüp (buna AKP’nin Suriye ve Mısır başarısızlıkları da eklenmelidir) AKP’ye karşı yeni bir alternatif aradığı bir gerçek. Fakat Cemaati, İslami sermayenin bir unsuru görmeyip, sadece Batı’nın bir aleti olarak ele almak bana doğru gelmiyor. Bence Cemaat, İslami sermayenin çok önemli bir parçasıdır. Dolayısıyla MİT kriziyle başlayıp bugüne uzanan ve açıkça patlak veren çatışmayı, İslami sermaye içinde büyük bir yarılma olarak görmek gerekir. Hatta ben daha ileri giderek şunu belirteceğim: Cemaat, İslami sermayenin esas bölümünü temsil etmektedir. Bu kadar güçlenmesinin bir nedeni devlet himayesi ise, bir diğer nedeni de muazzam ölçekte bir sermayeyi temsil etmesidir. Bugünkü AKP, bence, İslami sermayenin daha küçük bir bölümünü temsil etmektedir. AKP’nin bugün esasen temsil ettiği, İslami sermayeden çok, TOKİ’lerle, inşaat ihaleleriyle, kaçakçılık ve yolsuzluklarla büyüyen yeni iktidar zenginleridir. Bu durumda şunu bile söyleyebiliriz: Cemaatle AKP arasındaki çatışma, bir yönüyle, klasik İslami sermayenin büyük bölümüyle yeni iktidar zenginleri arasındaki çatışmadır. Elbette bu çatışmanın Cemaatçi tarafı, AKP iktidarına epey zamandan beri tavır alan geleneksel sermaye ile rezonansa geçmiştir ama bu son çatışmada geleneksel sermayenin, Cemaati mi, yoksa AKP’yi mi destekleyeceği ya da tarafsız mı kalacağı henüz belli değildir. AKP’nin, orduya ve ulusalcılara yönelik son ittifak çağrısı göz önüne alınacak olursa, belki de bu, aynı zamanda geleneksel sermayeye bir ittifak çağrısıdır.
ABD ve Batı’ya gelince. Bunları da bir bütün olarak görmemek gerekir kanımca. Avrupa da, aynı geleneksel sermaye gibi durumu izlemektedir ve yakın zamanda Cemaate karşı girişilecek saldırıya sessiz onay vermesi muhtemeldir. Cemaat, ABD içinde daha çok neo-con denilen saldırgan kesimle bağlantılıdır ve Obama yönetimiyle çok iyi ilişkiler içinde olduğunu sanmıyorum. Yani şu andaki durumda, ABD yönetimi de, her ne kadar AKP’ye karşı bir alternatif hazırlığı içindeyse de, AKP-Cemaat çatışmasında henüz ağırlığını şu ya da bu tarafa koymuş değildir. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, ordu ve ulusalcılarla da ittifaka giren bugünkü AKP, iktidarın yürütme gücünü de elinde tuttuğu için Cemaati yer, tasfiye eder.
Restorasyonda ise büyük bir tıkanıklık söz konusudur. AKP, orduyu “silahsızlandırarak”, geçmişte yukardan aşağı restorasyonların baş aktörü olan orduyu kriz anlarında müdahale edemez hale getirdi. Diğer yandan, merkez sağ oyları tamamen tekeline aldığından parlamenter yoldan bir değişim olanağını da kapattı. CHP’nin restorasyonu sağlayacak bir parlamenter aktör olarak geliştirilmek istendiği düşünülebilir ama CHP’nin bu rolü yerine getirmesi bir hayli kuşkulu görünmektedir.
Bu bakımdan şu anda, içinde bulunulan krizden çıkışı sağlayacak ve restorasyonu yürürlüğe koyacak aktörler yok. Bu durum, ister istemez restorasyon yerine revolüsyonu gündeme getiriyor ki, Gezi isyanı bunun ilk adımıdır.
Fikret Başkaya: İleriye dair konuşmak her zaman problemlidir. Eğer geçmişi iyi kavramışsak, bugünü iyi tahlil edebiliyorsak –ki bu çok zor bir şey, zira her an değişmekte olan üzerine kafa yoruyorsun- o zaman yaptığımız çıkarsamalar gerçeğe daha çok yaklaşabilir. Burada mülk sahibi sınıflar, bir bütün olarak egemen sınıflar içi bir çatışma var ama sonuçta bu, çıkarları ortak olan kesimlerin çatışması. Mao’nun bir tespitini hatırlamak gerekirse, bunlar asla “uzlaşmaz çelişkiler” değil. Dolayısıyla bu çatışmanın son tahlilde çıkarları ortak olanların çatışması olduğunu hiç bir zaman akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Eğer Cemaat devlet tarafından peydahlanmış, desteklenmiş, araçlaştırılmış, kullanılmış ve kullanılmakta olan bir “yapıysa”, esas itibariyle bu bir “devlet cemaatiyse” bu çatışmada da komprador büyük sermaye, “asıl devlet partisi” ve ABD ve AB safında yer alacağını söyleyebiliriz. İkincisi, senin söylediğin doğruysa, cemaat “İslâmî sermayenin esas bölümünü temsil ediyorsa” o zaman bu asıl zayıf olan tarafın hükümet cephesi olduğu tezini güçlendirir. Tabii şöyle bir soru da akla gelmiyor değil: İslâmî sermaye içinde neden “büyük bir yarılma” ortaya çıktı? Daha çok ranta kim el koyacak diye değil mi?
Bence tartışmanın zeminini, alışık olunandan asıl bulunması gereken yere çekmekte fayda var. Türkiye’de 1980’den beri rejim kompradorlaşmaya devam ediyor. Bu süreç 2002’da AKP’nin gelişiyle hızını, kapsamını ve yoğunluğunu iyice artırdı. Sömürü, yağma ve talan insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı. Tabii, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma ve rejimdeki çürüme de derinleştikçe derinleşti ve tüm bünyeyi sardı. Velhasıl devletin varlığını, işleyişini, bekasını riske sokan bir durum ortaya çıktı. Kansere metastas yapmadan müdahale etme gereği ortaya çıktı. Bana göre ortada bir devlet refleksi var. Devlet katında “bindikleri dalı kestikleri” algısı yerleşmiş görünüyor. AKP’nin ve çevresinin aşırılıklarına, hoyratlığına daha fazla dayanmak istemiyorlar. Kaldı ki, bizdeki devlet anlayışında hükümetler yolcu, devlet hancı olarak görülür ve netice itibariyle gerektiğinde harcamayacakları parti ve hükümet yoktur.
Bu, devlet aygıtında birkaç yüz, belki birkaç bin kişiyi etkisizleştirmekle olacak bir şey değil. Sadece Diyanetin 100 binden fazla personeli var! Ve bunların iş ciddiye bindiğinde kimin safını tutacakları belli… Durum böyle olunca, bu durumdan çıkmak için yeni ittifak arayışları devreye sokulacaktır. Şimdilik ufukta görünen CHP etrafında bir ittifak gibi görünüyor ama mülk sahibi sınıflar onu kerhen destekleyeceklerdir. Onların gönlünde yatan her zaman “sağ-muhafazakâr” partilerdir. Tabii bu CHP’nin bir sol parti olduğu anlamına gelmiyor. O zaman bu oyunu ancak düzen dışı bir odak bozabilir. Senin de söylediğin gibi, Gezi’de başlayanın devamı bu işin üstesinden gelebilir ama o şimdilik sadece potansiyel bir olasılık… Kitleler “farklı bir şeyin” yapılabilirliği konusunda henüz hazır ve hazırlıklı değil.
Gün Zileli – Evet, şu anda her şey belirsiz durumda, sisler ortasında durumu tahlil etmek oldukça güç. Yine de elimizde bazı temel kerterizler olduğunu düşünüyorum. AKP ile Cemaat arasındaki kavgada AKP’nin zayıf tarafı oluşturduğunu düşünmüyorum. Yasama ve yürütmeyi elinde tutan güç (AKP), yürütmenin de yürütmesi olan ordunun müdahale olanaklarının elinden alındığı koşullarda, karşısına çıkan rakiplerini eninde sonunda tasfiye eder. Şu anda, vali ve emniyet müdürlerini köklü bir şekilde değiştirerek Cemaate karşı başlatacakları operasyonun esas operasyonel cihazlarını sağlama almaya çalışıyorlar. Bu arada, AKP, yolsuzluk operasyonlarının şokunu atlatıp toparlanmış görünüyor. Bu toparlanmanın en net belirtisi, AKP kurmayının yeni ittifak manevralarını başlatmasıdır ki, bu manevralar daha ilk elde sonuçlarını vermiş ve ulusalcıların en uzlaşmaz pozlardaki kesimleri, Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görülmesi vaadi karşılığında, çaktırmadan da olsa ittifak mevzilerine doğru hareketlenmişlerdir ki buna TSK da dâhildir. İlginçtir, ittifakın diğer yanını da, ulusalcıların yeminli düşmanı PKK oluşturmaktadır. Sanırım Öcalan’ın talimatıyla, Kürt ulusal hareketinin güçleri de AKP ile ittifak mevziinde aşağı yukarı yerini almış görünüyor. ABD ve batı, olup biteni sessizce izliyor ve geleneksel sermaye de aşağı yukarı bu tutumda. Sonuç olarak, bu son çatışmada, CHP ve MHP ile yarım yamalak bir ittifak içinde olan ve yalnız kaldığı görüntüsü veren Cemaate müthiş bir darbe indirilecek ve Cemaatçiler, aynı Ergenekon davalarında olduğu gibi, darbeci ya da komplocu bir güç olarak yargılanacaklar. Kuşku yok ki, geçmişte olduğu gibi, sahte delil üretimi de devreye girecek. Dahası, bu baskının sonunda, özellikle bürokraside Cemaatten AKP’ye doğru esaslı bir kayış olacak. Benim tahminlerim bu yönde.
Neyse, bunlar günlük politikaya ilişkin akıl yürütmeler. Bizim bu koşullarda yanıtlamamız gereken sorular ise esasen şunlar:
Devletin yeni bir restorasyonu ihtiyacı gelip kapıya dayandığına göre bu restorasyonun belirleyici aktörü kim olacaktır? Geçmişten farklı olarak bu aktör ordu değilse, CHP midir? CHP böyle bir role hazır mıdır? Batı ile ABD, AKP’yi gözden çıkarmış mıdır? Yeni bir iktidar alternatifinde CHP’nin bileşenleri kimler olabilir? Senin “ asıl devlet partisi” dediğin güç, bu çatışmada nasıl bir rol oynamaktadır? Kimi desteklemektedir? Yoksa artık restorasyonun da mı yolu tıkalıdır? Halk ve devrim güçleri, bütün bu çatışmaların orta yerinde nasıl bir yol izlemelidir? Söyleşimizi bağlarken, bu noktalara şöyle derli toplu bir açıklama getirmen mümkün mü?
Fikret Başkaya – Sorulara geçmeden önce iki şey söylemem gerekiyor: Birincisi, AKP’nin arkasında duran, onu destekleyen, mülk sahibi sınıfların tamamını değilse bile ezici çoğunluğunu oluşturanların koalisyonu çatırdadı. Aynı DP sonrasında, AP sonrasında ve ANAP sonrasında, “istikrarlı” tek parti iktidarları sonrasında olduğu gibi. Bu aynı zamanda hegemonya krizi de demektir ve bu günden yarına aşılması kolay olmayan bir kriz söz konusu. Sadece hegemonya krizi de değil aynı zamanda bir de meşruiyet, güvenirlilik krizi. Daha önce söylediğim gibi, sistemik bir kriz söz konusu. Onun için belirsizlik unsuru oldukça büyük yeni bir durumla karşı karşıyayız. Demek istediğim şu ki, yeni bir restorasyon senin de söylediğin gibi, hem zor, hem de zaman alacaktır, eğer emekçi kitleler sürece müdahale edemezse tabii. İkincisi, dış destek eksildi. Bir kere kuşun boynu koptu mu yapıştırmak mümkün değildir. İster ABD, ister AB olsun, AKP dışında bir seçenekten yana olacaklardır… Mevcut olanla yola devam etmek isteyeceklerini sanmam.
Yeni restorasyona giden yolda veya ara dönemde CHP sahaya indirilebilir ama asıl işi ona bırakmaları söz konu olamaz. Sadece zaman kazanmak amacıyla, yeni hegemonya ve yeni bir “iktidar koalisyonu” oluşturma sürecinde ona bir rol verebilirler. Tabii “Asıl devlet partisi” devletimizin yüksek çıkarı neyi gerektiriyorsa onu yapacaktır. Kısa ve orta vadede komprador büyük sermaye ve “dış uyumu” gözetecek şekilde hareket edecektir. Eğer tespitlerimiz doğruysa, yani her geçen gün sürdürülemezlik durumu daha ağırlaşmak zorundaysa, ki öyledir, bu, egemen sınıfların manevra ve manipülasyon yeteneğinin aşındığı anlamına gelir. Tabii bu aynı zamanda ezilen/sömürülen, bu gidişattan sürekli zararlı çıkan geniş kitlelerinin hareket alanının genişlemesi ve farklı bir şeyler yapma potansiyelinin imkân dâhilinde olması demektir. Fakat potansiyelin realize olması öncelikle eksik olan “yaratıcı ötopyayı” oluşturmayı gerektiriyor. Bu süreçte de entelektüellere önemli bir misyon düşüyor ama bu sadece onların üstesinden gelebileceği bir şey değil. Artık kitlelerin de entellektüel olmasını, öyle davranmasını gerektiren bir zaman bu. Toplumda ütopyaya dair bir yanlış anlama var. Ütopya geleceğe dair yanılsama [illüzyon] sanılıyor. Oysa ütopya bugün olmayan ama ilerde olabilir, olabilen anlamındadır… Mesela daha şimdiden alternatif bir halkçı program için kolları sıvamak, bizi “yaratıcı ütopya” dediğime bir adım yaklaştırabilir… Velhasıl, artık hep karşı tarafa değil, kendimize bakma zamanı gelmeli… Somut öneriler geliştirmeliyiz, insana yaraşır, yaşanabilir alternatif bir toplum projesi üzerine kafa yormamıza bir engel var mı?
Gün Zileli – Kendimize bakmalıyız önerine tamamen katılıyorum. Kokuşmuş, çürüyen cesedi mezarına gönderecek ve gerçek yaşamsal alternatifi yeşertecek tek yol budur. Çok sağol bu söyleşi için.
Fikret Başkaya– Asıl teşekkür benden…
Eskiden biz fasizm derdik, Mahir Cayan”in Somurge tipi fasizm dedigi sey yani, sonra 90larda derin devlet demeye basladilar ayni seye, Fikret Hoca simdi ona Asil devlat Partisi adini takmis, ulkeyi yorumlamaya calisiyor. Tabii bu arada 40-50 yil oncesinin komprador burjuvazi tezlerine geri donmus. Gun ise eskinin milli burjuvazisi yerine islami sermaye kavramini getirmis onunla durumu anlamaya calisiyor.
Gun Mahir bu isleri bence sizden daha iyi biliyordu. Bence donun Kesintisiz Derim”i bir okuyun. Yukarida Fikret Hocanin soyledikleri seyler arasinda bir sey, tanimlayisindaki yanlislik bir yana, icerik olarak cok dogru. “devlet düzeyinde herhangi bir düzenleme veya “çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörü, “dış belirleyiciliği” de dikkate almak gerekiyor”
Gerci emperyalizm Turkiye de bir dis faktor degildir, bir ic faktordur ama bu baska bir tartismanin konusu. Ama enperyalizmi gozonune almadan yapilan hic bir analiz dogru degildir. Bu noktada Fikret Hoca hakli.
Ikinci bir nokta Turkiye de islami sermaye, islami olmayan sermaya, geleneksel sermaye kavramlari yapaydir. Gercekligi anlatmaz. Gecmiste de benzer milli burjuvazi kavrami vardi. O da ayni sekilde yanlis bir kavramdi
Bu kavramlarla egemenler arasi catismalari kavrayamazsiniz. Elbette emperyalizm ile Turkiye burjuvazisi arasinda celiski vardir ama bu iki sermaye grubu arasi celiski olmaktan cok ic celiskilerdir. Ornegin Renault firmasi ile onun bayileri arasindaki celiskiden pek de farkli olmayan bir celiskidir bu. Bir yandan beraber olmak zorundadirlar ama diger yandan ise kar paylarini paylasmada aralarinda didisir dururlar. Turkiye srmayesi tum katmanlari ile ( tekelci gruplar onlara calisan ara sermaye gruplari, hatta sanayi sitelerine sikismis durumda bulunan yedek parca vb ya da gida sanayiinde calisan kucuk sermaye gruplari) emperyalizm ile iktisaden butunlesmis durumdadir. Emperyalizmin Turkiye deki politik desteginin toplumsal temeli buradadir. Bu noktada tum burjuva katmanlari emperyalizmin politik olarak arkasindadir.
AKP nin Cemaatin de icinde yer aldigi guc kavgasi ise baska bir seydir. Emperyalizm bizim gibi somurgesi ulkeleri tek basina yonetemez. Bu noktada oldukca zayiftir. Politik olarak zayiftir. Bu zayifligi ortmek icin pre kapitalist unsurlarla isbirligi yapar. Bu teorik olarak 20. yy basinda teorik olarak gelistirilen ama pratikte 1945ler sonrasi uygulanan bir olgu. Yesil Kusak teorileri, dincilerin desteklenmesi bu politikanin geregi. Dogrudan emperyalizmin yonetme ihtiyaclarindan kaynaklaniyor.
Pre kapitalist unsurlar denince bizim ulkemiz ozgulunde bunlar asiret reisleri feodal agalar, kokleri osmanli donemine uzanan tefeciler, ve dini tarikatlar girer.
Ancak emperyalizm bu kesimleri mevcut iktidar bloguna alirken bunlari donusturur donusmeyenleri ise tasfiye eder. O yuzden emperyalizm ile butuslesmeyen bir suru tarikat ve dini cemaat zamanla devlet tarafindan tasfiye edilmis, hatta devlet mesele cemaat orneginde oldugu gibi sifirdan yeni tarikatlarin yaratilmasinda basrol oynamistir.
Ama bu catismali bir birlik. Prekapitalist unsurlarla modern kapitalizm arasinda kan uyusmazligi vardir o yuzden sik sik birbirlerine girerler. Dinci cemaatler, emekci halkin muhalefetinin kontrol edilmesi noktasinda kulalnilamk uzere 1947 ler sonrasi surekli olarak iktidar ortagi yapilmislar, hatta 1950lerden sonra icisleri bakanliklari ki buna buna CHP hukumetleri donemi de dahildir, cogunlukla dinci cematler tarafindan deneltlenmistir. Ama buna ragmen Dinci cemaatler ile tekelci burjuvazi arasinda surekli kavgalar yasanmis, bu kavgalar ozellikle askeri darbeler doneminde dinci cemaatlarin kisa donem de olsa baski altina alinmasi ile partilerinin kapatilmasi vb ile sonuclanmistir.
Su anda olan kavga da daha farkli bir kavga degil. AKP iktidara geldikten sonra Ordu icinde fasist bir ekip soguk savas sonrasi donemi ABD hegemonyasindan ayrilabilecekleri bir donem olarak gorduler ve yanildiklarini solugu cezaevinde alarak anladilar.
AKP ise emperyalist politikalari kelimesi kelimesine uygulayarak emperyalizmin donemsel destegini kazandi. BU destekte bir kac faktor cok onemli rol oynadi. Birincisi Kurt sorununu emperyalizm ve Kurt egemenlerinin yararina olacak sekilde cozme programi idi. Kurt feodal ve burjuva cevrelerinden AKP ye olan destegin nedeni budur. Bir ikincisi ise AKP hukumetinin emperyalzmin bolgesel yeniden dizayn politikalarina AKP hukumetinin verdigi kayitsiz sartsiz destek idi.
Ama AKP simdilik her iki durumda da cuvallamis gorunuyor ve defteri duruluyor. Emperyalizmin AKP yi desteklemesi icin hic bir gerekce yok ve AKP iktidarda kaldigi surece emperyalizm ve cikarlari icin bir risk olusturmaya baslamis durumda. Boyle zamanlarda hukumet degisir.
Ancak AKP nin oy destegi cok guclu. O noktada onun oy destegini azaltmaya yonelik adimlar atildi. Yolsuzluk sorusturmalari bunun bir parcasi.
Peki burada halkin durumu ne? Gezi halk arasindaki hosnutsuzluklarin patlama duzeyinde oldugunu gosterdi. Aslinda bu sadece Turkiye ye ozgu bir durum degil. Italya”dan Brezzilya”ya Ingiltereden Misir”a Banglades”e kadar halk son bir kac on yilda gorulmemis bicimde ayaklaniyor, politik krizlere sebeb oluyor.
Paris Komununun yenilgisinde en onemli sebeblerden birisi devrimci bir onderligin olmayisi idi. Su anki sorun da ayni. Emekciler ayaklaniyor ama devrimci onderliklerden yoksunlar, o yuzden tum devrimci potansiyellerine ragmen hizla dagiliyorlar ve burjuva partilerinin ( geleneksel ya da yeni kurulmus) yedegine dusuyorlar. Turkiye de ki su anki durumda bu.
Turkiye deki emekci kitleler kendi bolseviklerini buluncaya kadar iktidar ici kavgayi onemli oranda etkileme gucune sahip degiller. Oligarsi ici kavgada emperyalizm baskin bir unsurdur. O yuzden bu kavgada Tayyip”in defterinin durulecegini gomek zor olmasa gerekir.
Ama unutulmamasi gereken husus, bu fasist devlet ici bir kavgadir. Bu kavgada bize dusen husus su ya da bu fasist grubun yaninda yer almak degil ama tumu ile fasizmin karsisinda yer almaktir.
Ordu darbesi her zaman generaller tarafından mı yapılır? 27 Mayıs’ı generaller mi yaptı?
Haydi site mudavimleri haydi is basina.
Gun Zileli yine kendine saldirtacak makale yazmis. Hemen cevap verin ha ha h a….
Herhalde herkes benim gibi issiz. evde oturuyor. Nereyi tasliyayim. Kabe ye gidip seytan taslamak cok pahali , en iyisi
Gun Zileliyi tasliyalim.
Abi , adam kendini bizim onumuze kendini atip, hedef tahtasi yapiyor.
Kadir kiymet bilelim. degilmi ya..
YAZIN, YAZIN, durmayin batan geminin malari.
bu da osman tiftik röportajı:
http://www.sendika.org/2014/01/akpnin-yerine-chp-etrafinda-yeni-bir-koalisyon-partisi-hazirlaniyor-fikret-baskaya-osman-tiftik-soylesisi-ozgur-universite/
Avrupa da, aynı geleneksel sermaye gibi durumu izlemektedir ve yakın zamanda Cemaate karşı girişilecek saldırıya sessiz onay vermesi muhtemeldir. Cemaat, ABD içinde daha çok neo-con denilen saldırgan kesimle bağlantılıdır ve Obama yönetimiyle çok iyi ilişkiler içinde olduğunu sanmıyorum. Yani şu andaki durumda, ABD yönetimi de, her ne kadar AKP’ye karşı bir alternatif hazırlığı içindeyse de, AKP-Cemaat çatışmasında henüz ağırlığını şu ya da bu tarafa koymuş değildir.
yan tarafa barış yarkadaşın yazısıyla bu söyleşi cuk oturmuş zileli ne yapmaya çalışıyor bu hengamede iktidar değiştirip epeydir çağırıp durduğu eski efendilerden chp-mhp-ip-zileli-tkp iktidarını çağırıyor biz özgürlükçü toplumsal devrimcileride itibarsızlaştırmak için bu iki sistemin aktöründen birinden yana gösterip asıl kendinin sistemin yeni alternatifi diye sunduğu eski efendilerden yana tutumunu gizliyor yok kürt özgürlük hareketi akp safındaymış asıl devletçi yedek devletçi odane??*ulan hepiniz milli zilli değilmisiniz iktidarı paylaşamayıp iktidar kavgası yapmıyormusunuz asıl toplumsal devrimciler bu gibi iki egemen efendi kavgasında suriyede ne yaptı 3.yol DUYDUNMU????alo zileli duydunmu hani bir 3.yuol özgürlük kendi yolumuz olamazmı???HDP kenimiz olup kendi yolumuzu çizemezmiyiz ile her kesi kendin gibi efendilerin hizmetkarımı sandın utanmaz adam???nerde anarşi ulen KANTON mu yapacaksınchp-mhp-perinçek-zileli iktidarında yoksa sarıgülle mansurla sevişecekmisin ulen????kantonu duydunmu zileli rojovada hani senin onun bunun yedeği deyip eleştirdiklerin 3 resmi dilli KANTON yapmış sana bir şey hatırlatıyormu zileli valla sen iktidar için cemaatlede akp ilede MHP-Sarıgül-chp-veliküçük dahil hepsiyle iktidar uğruna sevişip yatarsın bu arada asıl 3. yolcu özgürlükçü toplumsal devrimcileri itibarsızlaştırmak içinde elinden geleni yaparsın iyiki devrim yapamamışız senin gibiler elimizden çalardı bokchin ne diyor bütün devrimleri baldırı çıplaklar yapar sendenim kılığındaki efendiler elinden çalar bu sefer çalınan devrim içinde devrim yapmak icap eder 2. devrim olmadı 3. devrim arayışıdır asıl özgürlükçü anarşizmin ideali sen nesin düş yakamızdan asıl yerini söyle politika yapmıyorum ayağına en iğrecini yapma efendilere hizmet etme asıl devrimcelere hakaret etme???
http://www.kocaelipusula.com.tr/hdp-ve-sol-cephe.html
sorun apo dur artik bunu anlayin rize nin yada of un köylerinde , kurt sorununu , ve hatta kürtlerin ayri devlet kurma haklarini anlatirsin, ama apo yu dayatiyrsunuz….
biji serok apo demedigin her yerde, sana ayri kurt devleti kurulmasina kadar varan bir daar kurtulusa ajitasyon yaraturum, cocuklarinizi devlet kurtlere kurdistana gonderdi derum, yooooook en turkiyeli olmus partinizin sempatik adami, diyorki o yetmez, hdp ve digerleri gibi apo ya tapacaksiniz, aha, iki parmagimin arasini goriymisunuzm secimler oyunduir bize, MHP ye bile oy verirum, akullanin diye,,,,bana bunu niye dayatiyorsun ey aydin, apo bizim onderimizdir, birak… birazda kendini sorgula……halklar sandiginiz kadar salak sandiginiz kadar soven degildirler,…… ama sirri tutup yasasin onderimiz apo derse kizip mhp ye oy veren bile cikar,,,,,
sirri sureyya yalakasi inadina secim taktigimi degistirdim, oylar mhp ye—–yada boykot, ama her halukarda CHP, HDP ye oy yok……..evet MHP ye oy verin HDP ye verdiginiz oydan daha fazla islevi olabilir…hep sirrimi ekiki ekiki yapacak olmayan sarayin olmayan sultaninin sahtekar soytarisi…..
sirri film cekecekmis, sanirim gozyaslarimizi tutamayacigimiz bir film. olacak,(filme3 hic katki yapmiyacagim mam neden aklim azubuk geliyor, kemal sunala haksizlik etmis)))) stalin dusmanliginda hemfikir olduklarindan, zileli bokta boncuk arayacak, ve eminim bulacaktir, niyetli arayan bulur, filmi israrla bekliyorum:))))stalin e kufret cebine gun zileli den övgü gelsin. yada saga sola yazar ol yada c vitamini gripe iyi, ama stalin orospu cocugudur yaz, gelir diye yazi yaz zileli sende gelecek bulsun, …. diye hat kuracagim, hoca sunda hemfikir olalim, Marx ve Marxin alman devrimi , ongörüsü ve lenin uy<um icindedir, etmeyin eylemeyin simarik trocki den bisey cikmaz, mahvederim sizi, :)))))adam dogu perincekle problem yasamis diye her boku sorgusuz sualsiz red edecek degiliz ya???' ben Stalin in her hangi bir ust duzey kadina hamile kalmayin, yada bazi stratejik, akrabalaraina cocugunuzu dusurun dediginin yazildigini gormedi, stalin dedigin milyonlarin katili olan bi adamdir, zileli nin perincekle olan durumu tarihe olsa olsa kirginlik olarak gecer, ve herkes saga sola salllamadan once durust olmalidir,,,, perincegi bile sempatikl… su siralar cok zordayim Zileli haber ver ilkesiz birlikci Trockist arkadaslarina uygun fiyatlara stalin kufurleri var bende:))))))gun zileliyi tasliyalim, gun zileleiyi neden tasliyalim, gun zileli cercevesinde itin götüne sokup cikarmaya niyetim olmayan o kadar adam varki , ondan baslayayim bi kenara ayirayim dedim,,,,, devrimimizin bir Kropotkin e ihtiyaci var degilmi??????? Trockistler ve ve anarsistler ayyy biz stalinistlere karsi ittifak olalaim, olmadi,,, bu igrenc artik, ulan salaklar biz taraftarlarimizti size boyle kaptirirmiyiz, e aydin takimida bunu yutmaz,,,, adam olun:))) benim stalinizmimi yada anti stalinizmi mi benim anti leninizmimi yada leninizmimi, benim marxisxmi yada yada anti marxizmimi, senin dogu perincegin sapik iktidar iliskilerinde niye ariyorsunki … (çıkarıldı. ADMİN), türkiye devrimci hareketinin devrimci kesiminin hic birinde, vay senin karin hamile kaldi ya cocugunu dusursun diye bir ta gundem olmadiki……. (çıkarıldı, ADMİN)
al birini vur otekine,,,slogan attigim dusunulmesin, ezilenlerin mesruiyeti bir baskadir diye, zileli nin travmatolojisini bir yana birakin,(sanirim yalaklanmak derdi var) hocanin bilimsel yontemine bakin, varmak istedigi yerlere, bakin, insaf proff sun….sunu acik soyleyelim, ismail besikciyi savunmayan essektir, ama ismail besikci eger marxist oldugunu söyluyorsa derhal 1. sinif nikitin okumalidir,cunki somurgecilik oyle bisey degildir, tarih yontemi konusunda felan yontem hatalarina girmeyecegim,,, birini bir donemde curutmek ama sahip cikmak biseydir, zileli nin baskaya yi kesfetmesi, birilerinin yalcin kucugu kesfetmesinden öte bisey degildsir, cunki baskayanin kemalizm elöestrisi kaypakkayayi asmaz, ve güdüktur. ekonomi politik olarakta guduktur…….. zayiftir spekulatiftir, m kemalin ciftlikleri oldugu zayif bir argumandir mesala, biz adam sosyalist demedikki:)))) size lenin den mao dan öyle yabanci sermayeye karsi olmayan laflar ve aalintilar gonderirimki, zileli nin hocasi her taraftan kemal i ovmek zorunda kalir,,, mesele sudur, bir marxizm vardir ve o staline kadar yalan yanlis gelir, ve bir baska sol vardir, ve anarsizm vardir,,, adam adam gibi anarsist yada stalinist olmalidir,,,,budur…
düsük yogunluklu devrimci terör…. bunu sevdim….önce bizimkilerden baslamak lazim, illa kizilay meydanina giyotin kuracak degiliz ya….sürece yaymak lazim. ben ertugrul kurkcu <yyu bu konuda onore ederim, bir sapiga peskes cektigi icin yataginda olmemesi gerek, ,,, ertugrul kürkcu ye mahior den dolayi, mezar soyguncusu demislerdi , mali iletmis olaki, mal sahibi satisa cikarmis, bu toprakta mezarina isenesi cok fasist vardir,… (çıkarıldı. ADMİN) milyonlar adina yuzbinler… bana uyar, zileliye uymaz. onun aile ici sorunlari var . benimde aile ici sorunlarim var, o beni kesin siddete goturuyor, zileli ninki suna goturuyor ey perincek beni kucumseme bi anarsist takilirim devrimcvi olmadan her boku yerim:))))hahha hakkaten pwerincegin aydinlikcisi merkez komitesinde bu kadar geri miydiniz???? yani ileri olmayi illa trockist ve anarsist olmak olarak anliyan (bu budur ay sen hala trockist ve anarsizt takilmiyosan bisey degilsin, odp kurulurken kilic artigi dev yolcular da uni li genc kizlari boyle ayartiyorlardi ankarada, ne tiyatrocu kiz cik cikti o ankarandan:)))hic biri tiyatro okumamis:)))) meslek yapmis bu isi oguzhan:))))su hivc bir eyleme karismayan sevimli cocuklar duzeyine nasil geldiniz,,??? yada size sevgili olacak bir yasami geldi 12 eylum sonrasi nidsan eylemine katilmayi anarsistlik sayan yarin ve gokyuzu cevresi,bir boka bulasmadan , o yarin cevresi varyaaa sakat onnar hoca, taraf a gitti biri, digeri enver helvaciogliu , tirsiyo insan :))) yada bu kadar assagilastinizmi , o zamani bilenleri zaten devlet oldurdu ortam bize kaldi, yada o zamanin adamlari teori bilmez…. yemin kassem olsun sart olsun, rahat birakirsam sizi…..?bana igne yapacagina dalga gececegine git senin alt kusagindan hesap sor zileli, sana siyah ve kirmizi bir tepsi icinde kellemi gondereyimmmm….biz kellesi kolay alinan, aceleci öncü, mücadeleri birlestirmek hevesinde kusaklariyiz…
mahir cilere deyirlerki hecmi hatasi yoktumahirin , olmazmi… (çıkarıldı. ADMİN) ertugrulu devgenc baskani etti…….
Sayin Ocalan’i dayattigimiz yoktur.baris iyi anlasildikca rize koyleride onu anlayacaktir.zaten halklar arasinda sorun yoktur.demokratik haklar gelistikce halklarda devletin onyargilari yok olacaktir.Fethullah gulen icin soylenenler akp icinde soylenir.hakikatte iki taraf vardir.biri oligarsik diktatorluk heveslileri her turden boyuttan savas isteyenler ortadoguyu bir kez daha somurgelestirmek isteyenler.birde halklar.halklar rejimede cemaatlerede uzaktir.Ocalan’in okumasi bunu gosterir.
soru: cemaat- akp kavgasında olduğu gibi her olayı “emperyalizm”e bağlamak, her şeyi o kavramla açıklamak bir zorunluluk mu? küresel kapitalizm bu meselede daha açık olarak nerede duruyor?
Yorum o zaman “emperyalizm” in ne olduğunun bir daha ve baştan konuşulmasında, fayda var bence. bugünkü haliyle örneğin, BP yi ingiliz sermayesi, SHELLİ ingiliz-hollanda ortaklığı, TOYOTA YI japon, ARÇELİK İ de türk sermayesi saymak hala ne kadar mümkün?
bence bunlar, o gün için o şirketlere borsada hisse senedi, tahvil vb sermaye yatırım yapmış olanların malı-mülkü-gücü ve iktidarı. bu işte diyelim abd vatandaşlarının hisse payının daha fazla olması da durumu değiştirmez, abdevletinin emperyal arzular beslemesinin de kıymeti yok. zira cürmü kadar yer yakabilir.
böyle olunca, cemaati küresel güçlerin temsilcisi, akp yi de “ulus-devletin kendini yenileyerek rrahattla projesinin parçası saymak anlamlı geliyor, bana..
Ulusalcılar da AKPve RTE’yi “Avrasyacı” görüp ona yaklaşmaya çalışıyorlar. Yani anlayacağınız, MDD’nin “milli Burjuvazi” politikası hortlamış bulunuyor. Sizin yorumunuz, ister istemez küreselci sermayeye karşı “daha ulusal” görünen AKP ile ittifakı gündeme getirir ki bu çok yanlıştır. Her ikisine de karşı olmak, ama esas darbeyi AKP’ye indirmek bugün için en doğru tutumdur. Çünkü yasamayı da, yürütmeyi de elinde tutan, esas iktidar gücü AKP’dir.
ifade etmede gerçekten kötüyüm. aslında demek istediğim tam da bu. her ikisi de “tercih edilemez”dir…
teşekkürler Gün Zileli…
yuh artık utanmaz adam küfür nedeniyle yayımlanmayanlara kızıp küfürsüz yayımlansın diye yazdığına bak????sırrıdan ertuğrula hep asıl özgürlükçü toplumsal devrimcilere küfretmeğe zihni neden çalışır insanın hatta size MHP yi generalleri tercih ederim neden der??hatta sırrıya vereceğime MHP ye veririm deyip mahir çayanın onurlu ismini ağzına alıp kirletme hakkını kendinde bulup kendini en devrimci öncü sanan ulusalcı,millici anonimlerin yakındığı yayımlanmamış yorumları yayımlanandanda daha kötü hakaret küfür içerip siteye değil faşistlerin kızıl elmasına yakışan insanlar sitede zuhur etmesi nedendir???tamam sırrıya ertuğrula verme MHP ye ver fetolu sarı güle ver hazır vermeye başlayınca tec.coşkunada istersen verebilirsin HDP olarak biz almayalım sende senin gibilerde bizde eksik olsun korkarım seni özgürleştirelim derken bizde senin gibi olmaktan korktuğum için bizden uzak MHP ye perinçeğe,ağar,veliküçüğe,chp yesarıkırmızı güle daha fazla yakışırsın.en devrimci öncü gibi mangalda kül bırakmayan tavrından vazgeç????bereketli topraklarda özgürlükçü devrimcilere neler yapılırken linç dahil ne yaptığınızıda biliyoruz mahiri millici şöven anlayışına referans gösterme mahirlerin İboların denizlerin fikri sönmezlerin yoldaşları küfrettiğin sırı,ertuğrul gibi HDP de sistem,devlet,sermaye ve her türden millici sistemin hegemonyasından kopuşun özgürlükçü mücadelesindeler.10 bin kişi tutuklanınca bende onlar gibi devrimciyim deyip adliyelerden terörle mücadelelerde itiraz ve isyanı ortaklaştırabilenlerin büyütüğü mücadeleden fesatlanıp efendilerine hizmet için bu sitede hakaret yapamasın hepsinin bedeli vardır karşıdevrimciliğinde bedeli vardır tez elden devletine efendilerine sığınsan iyi edersin onlar hizmetlerin için seni ödüllendirecektir ama unutma bereketli toprakların mağdur ve mazlım özgürlükçü devrimci halklarının sizin gibi devrim kaçkını efendi hizmetkarlarına atacağı tokattan kaçamasın ??? unutma küfrederken bedelini hatırla????
cavusesku nun milyonlara varan olulerinin 600 kisi cikmasi uzerinden teorini elestirmek isterdim ama, bununla idare et, yasasin stalin…. inadina…
… (çıkarıldı. ADMİN) 18.bu dedigin rejimi dusuren gosteri ve zavalliligini ortermi?
gecekondulardan parca parca tekil yada cogul gelen, genc yada degil? gerilla yada milis,,. halktir… plazalari basacak… yol kiyisinda bakan zileli ye de tükürmeyi ihmal etmiyecek…(unutmayacak….http://www.youtube.com/watch?v=Q3(U0hMANPFQ rap rap rap rap…biz mayayi tutturduk…..
Plazalardakiler, müdür neyin hariç, Gezi’de de örneğini gördüğümüz üzre o sırada barikatlarda olacağı için, avcunu yalarsın Anonim 20.
Cemaat-Erdoğan Kapışmasının Arkaplanı
Levent Toprak
Türkiye yeni bir politik krizle sarsılıyor. İstifa ettirilen bakanlar, hapse atılan bakan çocukları, adeta kilitlenen hükümet-yargı-kolluk işleyişi, televizyon ekranlarından ve meydanlardan yükselen beddualar, ayakkabı kutularında saklanan milyon dolarlar, uluslararası para aklama trafiği, İran bağlantıları, Amerikan elçisine açıktan “çek git” diyen hükümet yanlısı gazete manşetleri vs. Tüm bunlar ortada büyük bir politik çatışmanın yürüdüğünü gösteriyor.
Bir yolsuzluk soruşturması görünümünde başlayan süreç kısa sürede bir tür devlet krizi halini aldı. Bir yandan devlet açısından kritik önem taşıyan bir kurum olan poliste bir çırpıda binlerce tasfiye ve kaydırma yaşanırken, bir yandan da polis, mahkeme kararlarını ve savcı emirlerini yerine getirmemekte ve kolluk görevini anayasaya aykırı biçimde fiilen askıya almakta. Hükümet kolluk gücünü resmen yargının emrinden alıp kendi iznine tâbi kılan bir yönetmelik değişikliği yaparken, Danıştay da bu yönetmeliği yıldırım hızıyla iptal eden bir karar almakta. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu hükümeti açıkça hedef alan bildiri yayınlamakta, davalar savcıların elinden alınmakta, savcılar üst amirleriyle köşe kapmaca oynayarak medyaya ifşaatlarda bulunmakta. Ve şimdi de yargıya yönelik yeni yasal düzenlemeler yapılması gündemde. Yürütme gücü ile yargı gücü arasında bir kopma ve kapışma biçimini almış olan bu tablonun bir devlet krizini resmettiği şüphe götürmeyecek derecede açıktır.
Basında çok yazılıp çizildiği üzere bu gelişmeler hükümet ve Gülen cemaati arasında canhıraş bir iktidar savaşı yaşandığı görüntüsü verse de, meselenin buna indirgenemeyeceğini daha baştan koymak gerekiyor. Söz konusu iki burjuva güç odağı arasında açık bir savaş yürüdüğü doğrudur. Ancak bu savaşın ardında çok daha başka boyutlar ve güçler de bulunmaktadır. Öncelikle belirtelim ki, AKP hükümeti döneminde kendi iddialarının aksine rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük vb. son bulmamış, tersine, yeni bir burjuva kesimin palazlandırılması sürecinde ayyuka çıkmıştır. Dolayısıyla ortaya saçılanlar gerçek olmak ne kelime, buzdağının sadece görünen kısmıdır. Bununla birlikte, son yolsuzluk operasyonu yargının ve polisin bir “temiz eller” operasyonu olmayıp, Erdoğan’ı tasfiye etmeye ve AKP hükümetini yıpratmaya dönük siyasi bir operasyondur.
Yolsuzluk meselesi
Türkiye kapitalizminin hızlı bir büyüme sürecinden geçtiği 12 yıllık AKP iktidarı döneminde, doğa ve işgücü dizginsiz bir şekilde sömürülmüş, yağmalanmış, talan edilmiş ve böylece sermaye birikimi yeni bir düzeye sıçramıştır. Bu dönemde, klasik rüşvet ve yolsuzluğun yanı sıra, Sayıştay’ın denetim yetkisinin kısıtlanması, kamu ihale kanunundaki değişiklikler ve benzerleriyle, her türlü yolsuzluk denetimsiz hale getirilmiş ya da yasal kılıfa büründürülmüştür. 17 Aralıktan bu yana yaşanan süreçte, AKP iktidarının kirli çamaşırlarının bir bölümü ortaya dökülmüş, bu kadarı bile gündemi çalkalamaya yetmiştir. Günlerdir medyada boy boy ifşaatlar yapılmaktadır. Bu nedenle burada işin bu yönü üzerinde uzun boylu durmanın bir gereği yoktur, mal meydandadır. İşin aslı AKP’yi destekleyenler de dahil bütün emekçiler bu durumun şu ya da bu ölçüde farkındadır.
Temel bazı gerçeklikleri hatırlayalım. Rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük gibi olgular kapitalizmin, hele de çürüyen kapitalizmin doğal işleyiş mekanizmalarıdır. Bazı şekil ve boyut farklılıkları olmakla birlikte, en gelişmiş ve “kurallı” kapitalist ülkelerde bile bu olgular mevcuttur. Almanya gibi kural ve nizam abidesi izlenimi veren bir ülkede bile daha geçtiğimiz yıl cumhurbaşkanının bu sebeplerle görevden alındığını ya da ABD’de Bush dönemindeki devasa Enron skandalını hatırlatmak yeterli. Bunların ifşa edilmesi ya bazen gözden saklanamayacak durumların ortaya çıkmasından ve sistem için risk oluşturmasından dolayıdır ya da bazen kimi siyasetçilerin ya da partilerin siyasetten tasfiyesinin gerekli hale gelmesindendir.
Yolsuzluk kapitalizmde daima vardır ve bu hiç kuşkusuz işçi sınıfın mücadelesi bağlamında düzenin teşhirinde bir manivela işlevi görür. Ancak düzenin devrimci teşhirine dayanmayan her yolsuzluk kınaması, “yollu” kapitalizmin sözde erdemlerine dair bir yanılsamayı da besler. Ve sonunda kazanan kapitalist düzen olur. Kötü çocuklar kınanır, tukaka ilan edilir ve olabiliyorsa tasfiye edilerek düzen “temiz” hale getirilir. Öte yandan yolsuzluk meselelerinin aynı zamanda egemenler arası mücadelelerde tipik olarak kullanılan bir tuzak olduğunu da asla unutmamak gerekir. Egemenlerin bir kesimi bir diğerini tasfiye etmek ya da yıpratmak istediği zaman, en revaçtaki savaş araçları arasında, özel hayata ilişkin ifşaatların yanı sıra bu tür yolsuzluk meseleleri yer alır. İddialar çoğu durumda gerçektir gerçek olmasına, ama meselenin özü bu değildir. Kitleler bu tür operasyonlarla iki yönlü kandırılmış olurlar çoğunlukla. Hem yıpranan düzen aklanır ve taze bir başlangıç yapar, hem de egemenlerin kendi içindeki kapışmalarda tasfiye edilmek istenen unsurlara karşı kamuoyu desteği oluşturulmuş olur.
Bugünlerde yürüyen yolsuzluk soruşturmalarının temelinde de bu tür bir politik operasyon bulunmaktadır. Gülenciler, Kemalistler, solun önemlice bir kesimi ve liberallerin geniş bir kesimi meseleyi büyük oranda yolsuzluk odaklı olarak sunmayı tercih ediyorlar ve toplumda bu yönde bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. Şimdi kitleler bir yanda çalıp çırpan bir Erdoğan ekibinin resmedildiği propagandayla doldurulurken, diğer yandan hedefteki Erdoğan ve ekibinin masumiyet ve mazlumiyet edebiyatına dayalı karşı propagandasına maruz kalmaktadırlar. Böylece işçi-emekçi kitleler yeni bir düzen içi kutuplaştırma operasyonuna tâbi tutulmaktadırlar. Oysa yolsuzluk operasyonuyla ortaya saçılan gerçekler, yaşanan politik savaş ile ilgili hakikatin yalnızca bir bölümünü teşkil etmektedir. Bunu görmemek, naiflik değilse ancak bilinçli bir körlük olabilir. Yolsuzluk iddialarının doğru olduğu açıktır. Ama sorunun özünü kavramak istiyorsak meseleye daha derinlemesine bakmamız gerekiyor. Sorulması gereken soru, Erdoğan’ın politik kariyerini sonlandırma amacını taşıyan bu operasyonu başlatan Cemaat ile AKP koalisyonunun neden bozulduğudur.
Cemaat ve Erdoğan ekibi arasında iktidar çekişmesi
Yolsuzluklar gerçekliğin yalnızca bir bölümünü oluşturmaktadır dedik. Gerçekliğin bir diğer bölümünü ise, yine basında çokça yazılıp çizildiği üzere, Gülenciler ile Erdoğancılar arasındaki güç mücadelesi oluşturmaktadır. Konunun bu boyutu Marksist Tutum’un geçen sayısında ele alındı. (Bkz. Serhat Koldaş, Dershane Kavgasının Perdeleyemediği İktidar Çekişmesi)
Devlet içinde uzun yıllara dayanan bir örgütlenme stratejisi izlemiş olan Gülen cemaati, son yıllarda özellikle yargı ve poliste büyük bir güce ulaştı. Devlet içinde bu denli yaygın ve etkin bir örgütlenmeye ve yeterli ölçüde yetişmiş kadrolara sahip olmayan AKP, devlette önemli konumları elinde bulunduran statükocu Kemalist güçlere karşı mücadelesinde kaçınılmaz olarak Gülencilerle bir ittifak oluşturdu. Bu mücadele her şeyden önce bir hayatta kalma mücadelesiydi. Geçmişin statükocu Kemalist güçleri AKP’yi def etmek için alıştıkları tüm yöntemlerle mücadeleye giriştiklerinde AKP de Gülencilerle kurduğu ittifak sayesinde kendi direnişini örgütledi. Burada Gülenciler kritik bir rol oynadılar. Bu mücadele değişik aşamalardan geçerek esasen 2010 referandumuyla bir anlamda nihayete erdi. Bunu takip eden 2011 seçimleri de artık yeni dönemin başlangıcı anlamına geliyordu.
Ancak statükocu Kemalist güçlere karşı mücadelenin zafere ulaşmasının ardından galipler arasında güç paylaşımı konusunda kaçınılmaz biçimde anlaşmazlıklar baş gösterdi. Gülencilerin devlet içindeki gücü hiç kuşkusuz Erdoğan ve şürekâsı için pek arzu edilir bir şey değildi. Kendi kontrolünde olmayan böylesi bir güç pekâlâ kendi altını da oyabilirdi. Üstüne üstlük bu güç zafer sonrası kendine çok daha büyük bir pay talep ediyordu.
Peş peşe kazandığı zaferlerle hem özgüveni ve hırsı artan hem de başka güç odaklarına tahammülü azalan bir Erdoğan’ın, bu duruma sürgit katlanamayacağı açıktı. AKP her ne kadar daha kuruluşundan itibaren bir tür koalisyonu ifade etse de ve Gülenciler de bu koalisyonun parçası olsalar da, sonuç olarak bu koalisyon içinde politik hegemonya Erdoğan ve şürekâsında olmuştur. Dahası bu hegemonya süreç içindeki muhtelif tasfiyelerle daha da pekişmiştir.
Bu şartlar altında Erdoğan’ın zafer yürüyüşünde bir sonraki aşamada Gülencilerle bir hesaplaşma kaçınılmazdı. AKP içinde yer alan tüm diğer çevreler Erdoğan’ın hegemonyasına biat ederken, tümüyle bağımsız bir koldan gelmiş ve kendi attığı temeller üzerinde duran Gülenciler hiçbir zaman böylesi bir pozisyonda olmadılar. Çeşitli hadiseler ve basına yansımalardan anlaşılabildiği kadarıyla, Cemaat biat etmek bir kenara, daha yüksek perdeden dillendirilen talepler ileri sürüyordu. Daha çok koltuk, ordu ve MİT’e daha çok yerleşme gibi taleplerin Erdoğan tarafından pek karşılanmadığı görülüyor.
Sonuç olarak bu iki güç arasında bir iktidar paylaşımı sorunu olduğu bir sır değildi, şimdi de değildir. Bu sorun çeşitli aşamalarda kendisini belirli biçimlerde dışa vuran gerilimler yaşanmasına yol açtı. Bu gerilimler belirli bir noktaya kadar tolere edilip, sonunda uzlaşmaya varıldı. Ancak belirli bir noktadan sonra bu sınırlar aşıldı ve önce dershaneler sorunu, ardından da hükümeti hedef alan yolsuzluk operasyonlarıyla yeni aşamaya gelindi. Ancak, bir devlet krizi halini de alan bu gelişmeler, yine de, kendi başına basit bir koltuk kavgası gibi görülemez. Gerçekte bu güç çekişmesi çok daha büyük bir bağlam içine oturmakta ve anlam kazanmaktadır.
Alt-emperyalist Türkiye ve Erdoğan’ın çapını aşan hırsları
Yolsuzluklar meselesi ve Gülenciler ile Erdoğancılar arasındaki kapışma olgusu yine de gerçekliğin bütününü oluşturmamaktadır. Daha derine inecek olursak, bir yanda Türkiye’deki kapitalist gelişmenin ulaştığı alt-emperyalist aşama olgusuyla, bir yanda da bu aşamanın uluslararası planda ne tür politikalarla somutlanacağı meselesiyle karşı karşıya geliriz. Gerçek şu ki, Türkiye’nin hızlı kapitalist gelişmesi temeli üzerinde, Erdoğan ve ekibinin özgüveni arttığı ölçüde, dış politikada daha hırslı ve riskli bir hat izlenmeye başlanmıştır. İçte statükocu Kemalist kesimler tasfiye edilerek tarihsel bir kırılma yaratılırken, dışta da Türkiye’nin uzun yıllardır içinde yer aldığı uluslararası dengelerin sınırları zorlanmaya başlanmıştır.
Dünyanın 17. büyük ekonomisi düzeyine gelen, G20 üyesi olan, uluslararası arenada yatırım ve girişimleri hızla yükselen Türkiye’nin bölgede ve uluslararası sistem içinde nasıl bir yeri olacaktı? ABD’nin siyasetlerinin bölgedeki yürütücülüğünü yapan ve bundan payını alan alt-emperyalist bir Türkiye mi, yoksa daha fazlasına göz diken ve daha bağımsız bir konuma sahip bir alt-emperyalist Türkiye mi? İşte Türkiye’nin önündeki seçim buydu.
Türkiye kapitalizminin alt-emperyalist aşamaya yükselmesinin esas olarak Erdoğan gibi bir politik lidere denk gelmesi, burada daha riskli olan ikinci seçeneği ön plana çıkarmıştır. Gerek içinden geldiği Milli Görüş geleneğinin ideolojik motivasyonları gerekse de kişisel özellikleri nedeniyle Erdoğan Türkiye alt-emperyalizminin daha hırslı ve riskli bir yola yönelmesinde belirleyici olmuştur. Kendisini gitgide bir bölge, İslam dünyası ve dünya lideri olarak dev aynasında görme yolunda ilerleyen Erdoğan başlarda kazanıyor gibi görünse de, çeşitli uluslararası sorunlarda büyük emperyalist güçlerle ve bölge güçleriyle düşülen çelişkiler bir noktadan sonra hızla büyümeye başlamıştır. İran sorununda, Filistin-İsrail sorununda, Suriye sorununda, Mısır’da, nükleer santral ve büyük silah sistemleri gibi kritik konularda ortaya çıkan tutum ve tercihlerde, ABD ve Batılı emperyalist güçlerin çizgileri gitgide zorlanmış ve artan ölçüde bu çizgilerin dışına çıkılmaya başlanmıştır. Özellikle bölgede İsrail ile iplerin kopmasının burada önemli bir kırılma noktası oluşturduğunu vurgulamak gerekir.
Özetle Erdoğan’ın liderliğinde izlenen siyaset Ortadoğu coğrafyasında yer alan bir alt-emperyalist gücün boyunu aşan bir şekle bürünmüştür. Bir alt-emperyalist güç boyundan büyük işlere kalkışarak büyük emperyalist güçlerle aşık atma hevesine kapılırsa ve bunda ısrarcı olursa bunun bir cezasının olması olağandır. Dünya kapitalizminin tarihsel bir bunalım döneminde olması ve eşitsiz ve bileşik gelişme yasası uyarınca sistemin dengelerinde belli değişimlerin mümkün olması nedeniyle belirli manevra alanları mevcut olsa da bunun sınırları vardır. İşin doğrusu taze alt-emperyalist bir gücün hırslı lideri olarak Erdoğan bu manevra alanlarını hayli zorlamış ve kredisini tüketmiştir.
Gelinen noktada, başta ABD olmak üzere büyük emperyalist merkezler, Türkiye kapitalizminin büyük sermaye gruplarının ağırlıklı bölümü ve Gülen hareketi Türkiye siyasetini yeniden tanzim etmek üzere bir operasyon başlatmışlardır. Bu operasyonun somut hedefi AKP’yi yok etmek ya da tasfiye etmekten ziyade, asıl karın ağrısı olarak görülen Erdoğan’ı tasfiye etmektir. Bunun altında yatan husus ise kişi olarak Erdoğan sorunu olmaktan ziyade, onda şahıslaşan bir siyasetin tasfiyesidir. Bu siyaset, alt-emperyalist bir düzeye yükselmiş Türkiye kapitalizminin bu aşamayı ne tür siyasetlerle somutlayacağı meselesinde beliren, daha kendi başına buyruk ve “maceracı” bir yönelişi ifade eden bir siyasettir. Sermayenin bütün kesimleri emperyalistleşme konusunda hemfikir ve arzulu olmakla birlikte, bunun, özellikle bölge ve dünya dengeleri açısından nasıl politikalar ve ne tür ilişkilerle somutlanacağı konusunda hemfikir değildirler. Gelinen düzeyin genel getirileri bütün burjuva kesimleri memnun etmekte şüphesiz. Ancak Erdoğan ve yakın şürekâsının büyük emperyalist güçlerle hassas birtakım konularda zıtlaşan ve daha otonom bir yönelişi ifade eden eğilimleri, bir aşamada artık tolere edilemez noktaya geldi.
Böylece ABD açısından önceleri umutlar bağlanan Erdoğan bir karın ağrısına dönüşmüştür. Bu sadece ABD açısından böyle değildir kuşkusuz. ABD’nin yanı sıra Avrupa güçleri de, İsrail de Erdoğan’dan memnun değildir. Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Svoboda’nın “Belki de Türkiye’nin yeni bir başbakana ihtiyacı vardır” sözü yeterince açıktır. ABD’nin Ankara büyükelçisinin açıklamaları da konuyla yakından ilgili olduklarını vurgulamaktadır.
Bu dış güçlere içeride de Batıcı büyük sermaye kesimleri eklenmektedir. AKP’nin Doğan Grubuna, Koç Grubuna ve dışarıya daha az yansıyan başka bazı sermaye gruplarına yönelik cezalandırmalarını hatırlayacak olursak, bu kesimlerin özellikle Erdoğan’a diş bilediklerini görmek zor olmaz. Çeşitli sermaye çevrelerini hedef alan baskı, aslında Erdoğan’ın başkan baba olma hayalleri uğruna giderek tüm muhalefeti bastırma heveskârlığı içinde otoriterleşmesinin özel bir boyunu temsil etmektedir. Mevcut aşamada böylesi bir otoriterleşmeyi Türkiye’nin tüm çelişkileriyle kaldırması da mümkün değildir. Mevcut şartlarda bu hem sermaye açısından hem de genel olarak toplumsal açıdan böyledir. TÜSİAD sermayesini karşısına almış bir başkan babanın pek sağlam bir zemin üzerinde olamayacağı açıktır. Erdoğan’ın hırsları doğrultusunda etrafına sadece evet efendimcileri toplayıp diğer herkesi savması ve tek adamlığa soyunmasının çok dar bir sermaye kesimi dışında kabul görmesi mümkün değildir.
Sermayenin bir başka kesimini ifade eden Gülen cemaatinin de Erdoğan’ın tek adamlığını benimsemediği açıktır. Gülen cemaatinin temsil ettiği çizgi ABD için Erdoğan’a nazaran hiç kuşkusuz daha makbul bir çizgidir. Bir yandan çok daha yetişmiş ve uluslararası kapitalist sisteme çok daha derinden entegre olmuş kadrolar üzerinde yükselmesi, bir yandan da ABD politikalarıyla tam bir uyumu öngören stratejisi ve faaliyeti nedeniyle Gülencilerin ABD için daha uygun bir İslamcı ortak olduğu açıktır. Diğer taraftan Gülen cemaatinin çok erken dönemlerden itibaren ABD ile çok daha organik bir ilişki içine girmiş olduğu da biliniyor. Uzun yıllara yayılan çok boyutlu örgütlenme çalışması ile devlet içinde kilit birtakım mevziler tutulmuş ve genel olarak da çok geniş bir kadro birikimine ulaşılmıştır.
Erdoğan’a karşı yürütülecek bir operasyonun devlet içinde güçlü dayanaklara yaslanması gerektiği açıktır. Zira Erdoğan’ın mevcut şartlarda olağan politik mekanizmalarla, yani esas olarak seçimler ve parlamento mekanizmaları yoluyla alt edilemediği görülmüştür. Yolsuzluk operasyonlarının sırrı buradadır. Cemaat de böylelikle ilk perdedeki rolünü oynamıştır.
Yeni bir süreç başlamıştır
Daha önce Marksist Tutum sayfalarında 2013’ün son aylarından itibaren Türkiye’de yeni bir siyasal savaşlar döneminin açılacağını vurgulamıştık. İçte ve dışta Türkiye’nin çelişkilerinin ciddi ölçüde birikmiş olduğunu ve bunlarla bağlantılı olarak bir dizi kritik seçimlerin yaşanacağı 2014 yılına girilirken, siyasette yeni bir perdenin açılmakta olduğuna işaret etmiştik. Bugün bunun somut gelişmelerine tanık olmaktayız.
Bugünlerde ayyuka çıkan kapışma yukarıda anlatmaya çalıştığımız üzere geniş bir nesnel temele oturmaktadır. O nedenle bazı yorumcuların iddialarının aksine kısa vadede Cemaatle Erdoğan arasında uzlaşma sağlanarak aşılacak bir sorun olarak görülemez. Çünkü sorun her şeyden önce Erdoğan’dan ve onunla birlikte izlemekte olduğu hırslı politikalardan kurtulma sorunudur. Çünkü sorun, Cemaatin istek ve arzularının ötesinde sermayenin büyük bir kesiminin ve büyük emperyalist güçlerin istek ve arzularının tatmin edilmesidir. Erdoğan bir biçimde gitmedikçe, onun izlediği özgül politikalar tasfiye edilmedikçe bu meselenin gerçek anlamda yatışması söz konusu olamaz. Bunun anlamı alt-emperyalist Türkiye’nin yeni durumunun belirlenmesidir.
Bu noktada hiç şüphesiz yeni siyasi alternatifler hazırlanmaktadır. AKP cenahından Gül ve CHP cenahından da Sarıgül bu alternatif arayışlarının mevcut aşamadaki en belirgin isimleri durumunda. Cemaatin de özellikle İstanbul bağlamında Sarıgül’ü desteklemekte olduğu yazılıp çiziliyor. Görünen o ki, İstanbul’da Sarıgül’e kaydadeğer düzeyde bir oy aldırtmak ve eğer olabiliyorsa kazandırmak hedefleniyor. Elbette seçimlere kadar eldeki birçok gizli bilgi ve belgenin açığa döküleceğini ve yeni fırtınalar kopacağını tahmin edebiliriz.
Bu gelişmelerin bir sonucu İslamcı bir kisve altında mazbutluk ve ahlâklılık pozları veren siyasi kadroların ipliğinin pazara çıkmasıdır. Bu kadroların geniş emekçi yığınlar üzerinde sahip oldukları saygınlık erozyona uğramaktadır. İslamcı ya da eski İslamcı kadrolar eskiden iktidar olmadıkları ve dışlandıkları için mağduriyet ve temizlik pozları kesebiliyorlardı. 12 yıllık doğrudan ve açık iktidar süreci sonunda bu resim bozulmaya başlamıştır. Böylece Türkiye’nin siyasi evriminde bir evreden daha geçilmektedir. Bundan sonrası artık İslamcıların da denenmiş olduğu bir süreç olacaktır.
Bunun ilk sonucu Erdoğan’ın başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi özlemlerinin artık suya düşmüş olmasıdır. Hiç olmazsa “partili cumhurbaşkanı” olsun şeklinde dillendirilen formülün tutmayacağı da ortaya çıkmış durumdadır. Yetkileri artmamış bir cumhurbaşkanlığının Erdoğan’ın ne ölçüde işine yarayacağı ise şüphelidir. Bu şartlar altında dört bir yandan saldırı altında olduğunu düşünen Erdoğan otoriterleşmeye daha da hız vermeye yönelebilir.
Ancak işçi sınıfı açısından uzun zamandır geçerli olan sorun yine devam etmektedir. 2014 yılı seçimlerle geçecek bir yıl olacak ve işçi sınıfı bir kez daha kendi sınıf çıkarlarının dışında benzer kutuplaşmalara sürüklenmek istenecek: Erdoğan’ı götürmek adına Sarıgül’ün peşine takılmak ve diğer kutupta da Erdoğan’ın arkasında kenetlenmek. İşte bu oyuna gelmemek gerekiyor. Bu kapışmanın bütün tarafları işçi sınıfının düşmanıdır, bunların topuna birden karşı durmak gereklidir. Ayrıca meselenin basitçe seçimlerle de ilgili olmayıp bölge çapında önemli değişikliklerin mayalanmakta olduğu bir süreçte çok daha karmaşık ve büyük ölçekli gelişmelere hazırlıklı olmak gerekiyor.
Sömürünün dizginsizce arttığı, yağmanın, talanın, yolsuzlukların, rüşvetin, adaletsizliğin ayyuka çıktığı, emekçilerin emperyalist savaş ve ekonomik kriz kıskacında boğulduğu bu düzenden kurtuluş, işçi sınıfının bağımsız siyaseti temelinde mücadeleye atılması ile mümkün olacaktır. Bunun dışındaki tüm burjuva seçenekler bu sarmalı daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
(Kaynak: Marksist Tutum, Ocak 2014, no: 106)
http://marksist.net/levent-toprak/cemaat-erdogan-kapismasinin-arkaplani.htm
Hic birinize beyin vermiyorum Gun sana da
Admin arkadas
kufurleri yayinlamiyosun anliyorum.Neden MHP ye oy veririm diyen fasist kafalinin yorumunu yayinliyorsun. <Kufur dahami kotu.
Fasistler bunca devrimcinin kanini doktu sizi ilgilendirmiyormu?
Bu konuda bilgi verin. yada bu siteyi porotesto edip birdaha girmiyecegim gini linklerimizdende cikaracagimizi bildiriyoruz.
o fasist Mhp ye oy verene neden devrimci bir sekilde cevap vermiyorsunuz.
Mhp yi mesrulastiriyorsunuz. 1970 den 80 lere kadar yuzlerce devrimci kani dokmuslere gosterdiginiz sesizligi neden Bdp ve HDP lilere karsi gostermiyorsunuz.
Sizi kiniyorum.
Biz karakok otonomu olarak anarsist durusumuz. secimlere ve tum partilere karsi tavrimiz belidir. Secimler deki davranisimiz anarsist yerdedir.
Mucadelemiz anti kapitalizm gibi ANTIFASIZM dir.
ADMIN. GUN ZILELI, ML LER bu link i okuyun
http://devrimcihareket.net/eski/index.php/devrimci-yol-sehitleri-dosyalar-45.html
Mhp ye oy verecek fasist sende oku.
Kendi Mahir ci gorup
Mhp ye oy verecek fasiste cevap vermeyenler okuyun
Bizler anarsist otonom olarak fasistler tarafindan katledilen her devrimci bizler tarafindan saygiyla anilmaktadir.
Mhp ye oy verenleri de lanetle anmaktayiz.
Bu sadece fasistler tarafindan oldurulen dev- yolcularin listesi,
Fasistler , devlet,turk askeri, polis , dinci radikal islamci katiler tarafindan oldurulen tum yuzlerce ML ler ve PKK liler var.
Bu site biraksin devlet politikasini anarsist, ML acilimlar, antifasist, antikaptalist, dusunceler tartisilsin. Daha fazla kirlenmesin. Politika devlete ve onu partilerine aittir.
Bu, geleceğin toplumuna nasıl baktığımızla ilgili bir sorundur. benim anlayışıma göre (ki bence mutlak özgürlükçü anarşizm de böyle düşünür) geleceğin toplumunda, kimseye hakaret ya da küfür edilemeyecek ama herkes (faşistler de dahil) fikrini özgürce ifade edebilecektir. Ancak bir faşist, fikrini, kadınları, milliyetleri vb. aşağılayacak şekilde ifade ederse elbette ona izin verilemez. MHP’ye oy veririm diyen kişiye siz de cevap verebilirsiniz. ADMİN’in her şeye cevap vermek gibi bir yükümlülüğü yok. ayrıca bu sitede öyle fikirler ortaya atılıyor ki,hangi birine cevap vereceksin. Karakök Otonomu, sevdiğimiz arkadaşlarımızdan oluşur. Acaba bu kararınız sadece sana mı ait, yoksa bütün otonomu bağlıyor mu?
Sevgili Gun bu site sadece seni baglamaz.
Burada fasist kendini anlatmiyor. Aciktan propaganda yolu ile insanlara Mhp ye oy vermeye tesvik ediyor. Bu site fikirlerin, kulturlerin tartisilmasi gerekirken, aciktan secimlerde insanlari fasist partiye davet ediyor. Bu konustugumuz arkadaslarida rahat ediyor. Mhp argumanlarini sunar, ortaya teorisini koyar buna birsey demiyoruz. Dedigimiz bu siteyi kendilerine oy topliya bilmek icin reklam bordlari seklinde kulanmasi. Sizler fasist reklamla, fasist idolojinin tartismasini karistiriyorsunuz.
Tabiki icindeki arkadaslar da okuyor ve Fasist birinin partisine oy vermeye cagirmasindan rahatsizlar. zurih deki kolektif matbaamiza kiliseler ugruyor. Gecen hafte bizde onlara gidip dusuncemizi anlatik. Onlar kendilerini anarsisthiristiyan olarak dusunduler. Dusuncemizi beyendiler. Cuma gunu Hayvanhakli grubnun hae ayki vegan yemegine radikal sagci yani neonazi birini davet ettik. bizimle geldi. kendisi vegandir. Biz ona kendimizi tanitik. Onumuzdeki ay yappilacak vegan mutfagina kayit yaptirip yardim etmek istedigini soyledi. Bak gun bu ornekler ayri. Ama ne kilise nede o neo nazi bizim kolektiflerde kendilerinin propagandakisin yapacak dergi veya bildiri koymadi. Zaten kabul etmezdik.Cunku bu dogru birsey degil.
Site admin veya sen neden bu fasist propagandaciya sende argumanlarini soylemiyorsun. Kurd arkadaslara surekli cevaplar yaziyorsun. Sence bu nekadar dogru. Gun Bizim seninle cok yakin oldugumuz hatta kardesden daha yakin oldugumuz bir gercek ve oyle kalacaktir. Ama siyasi durusta seninle ayni noktalarda oldugumuz kadar ayri noktalarda var.
Karakok sitesi linklerinde anarsist, antifasist, ekocu, Maksist hatta cizgisiz siteler bile mevcud. Ama fasist propaganda yapan site mevcud degil. Zaman zaman bizim yazilarimiza da fasistler yorum yapiyor. istisnasiz sansur yapmadan yorumu yayinliyoruz. Propaganda araci olmadan. degilmi?
Gün hoca bu sitede faşizmi benimsemişlere bile söz hakkı verdiği için onun yazdığı bazı yazılara çok kızsam da özelikle takip ediyorum. Beyin stokçusu arkadaş kızgınlığını anlıyorum ama böyle sekter tutumlarla hiçbir yola varamadığımızı 70’lerden beri gördük. Gün hoca küfür gibi anlamsız yorumları siteye ekleyip faşizmi benimsemişlerin küfür içermeyen yorumlarını siteden kaldırırsa asıl o zaman çok okurunu kaybeder. En başta beni kaybeder. Çevremde eğitimsenli olsun olmasın birçok öğretmen arkadaşım var. Gün hocanın yazılarını okuyup kendi aramızda tartışıyoruz. Küfürlü bir site olsaydı birçoğumuz hocayı takip etmeyi bırakırdık bundan eminim. Saygılar.
Gun tabiki o fasiste cevap vermek hepimizin hakkidir. Bay admine soruyorum Kufurleri sansurluyor. Anarsistlerin toplumsal surecte yaratilan ahlak i biz sorgulamaktayiz. Toplum deger yargilarina gore biz ahlaksiziz. Fasist partiye oy PROPAGAN dasi kufurden daha alcakca birseydir (Fasist teori tartismasi degil) Bu yazdiklarimi arkadaslarla takip ediyoruz. Bu site deki fasist propagandayi sizin diger arkadaslar da onayliyormu?
bi zahmet ona da sen yanıt ver. Yanıt verdin de basılmadı mı? ayrıca benim Kürt arkadaşlarla tartıştığım da doğru değil. Çok zorunlu olduğunda çok kısa açıklamalar yapıyorum. O da eğer bir fikir düzeyi varsa. O faşist propagandadan haberdar değilim ama eğer öyle bir şey varsa fikir düzeyini düşük bulduğumdan cevap vermemişimdir. Sen faşist propagandaya neden bu kadar takıyorsun ki, herkesin aklı var fikri var, senin koruyucu kalkanın olmadan da insanlar neyin ne olduğunu anlar merak etme:) İşin içine Karakök otonomu falan da karıştırmanı doğru bulmadım. Bu yoldan birilerine mesaj iletmeye çalışmak çok eski bir sol politikacı yöntemidir.
Fahri arkadas sitecdeki tartismalarin olmasi bizlere keyif ve mutluk vermektedir. Her turlu dusuncenin aciktan tartismasi ise bir harika. Sorun dusuncelere sansur uygulanmasi degil anlamiyormusubuz secimde fasist partiye oy verilmesi icin PROPAGAN da yapilmasi. Daha onceki yazilarimda sekter bir tutum gordunuzmu. Bilakis gayet neseli ,girgir ile karisik dusuncelerimi yaziyorum. Kimseye de kufur gibi seksist sozlerin soylenmesi icinde tesvik etmiyorum. Sen de bizim kadar 80 evveli Fasist ler tarafindan en yakin yuzlerce arkadasini silahla, bombayla, kacirip iskenceyle oldurulseydi sende bu tepkiyi gosteridin. Siz Devrimci yolun bir sitesinden fasistler tarafindan oldurulmus bu gruba ait insanlarin, devrimcilerin isimleriyle gosterdigine bakmadiniz herhalde.
Hicvicdanin sizlamadimi. Sen hic her sabah belki eve gelemiyecegini olebilecegini, hergun basindan veya kulaktan hic duymadinmi fasistler en yakin arkadasina saldirip oldurdugunu. Ankarda maltepede albayrak kahvesinde arabali bomba ile olen devrimcilerin vucutlarin parca parca oldugunu gormedinmi? Istanbul barbaros kahvesinde toplu olumu gormedinmi. ist uni versite onundeki et parcalrini gormedinimi’ Balgat katliamini gormedinmi. Egitimci olarak bunlari nasi anlatacaksin.
Beyin Stokçusu arkadaşım, burada herkesin bildiği şeyleri tekrarlayarak ajitasyon yapmanı pek hoş karşılamadım. Bu sitede herkese söz hakkı var. Ayrıca “faşist propaganda” dediğin nedir, onu anlayabilmiş değilim, buraya yeniden kopyalarsan bizi de bilgilendirmiş olursun. Bilmeyen de ilk okuiduğunda bu sitede yoğun bir faşist propaganda yapıldığı zehabına kapılacak.
Öte yandan, bu sitede, on binlerce devrimciyi katleden Stalin’i savunanlara da söz hakkı tanınıyor. Eğer tutarlı olacaksan aynı şekilde ona da karşı çıkman gerekir. Sonuç olarak, yaptığın demagoji ve boş ajitasyondan başka bir şey değil arkadaş.
Tamam gun ben propaganda ve olmadigim yerde ajitasyon yapiyorum. Evet Stalin katliyamlari hakkinda yazilar bolca hepside yasanmis seyler. Bunlara karsi olmadigim gibi, turk nazilerinde teorik argumanlarini burada yayinlamasina karsi degilim. Alparslan nin 9 isik teorisi, Nihal atsizin nazim Hikmetle mahkeme tutanaklkari, 3 mayis turk luk bayrami gibi teori ve gorus uzerine olan yazilmis yazilarin tekrar tarsilmasi na da karsi degilim. Ama Secimlerde parti propagandasi bord lari olarak fasist bu kisinin bu siteyi kulanmasi dogru degildir.
Tabi ki bu site bir kurumun veya kurulusun dusuncesi icin acilmamistir. Bin fikir, dusunce tartisilmaktadir. Zaten bundan dolayi yanit yazmaktayim. Site fasistlerin propagandasi yapiyor demiyorumki. Fasist olan bir sahisin yazilarindan bahsediyorum ve sizlerin tavirlarinizdan dem vuruyorum.
Merak etmeyin zaten bundan sonrada yorum yapmiyacagim vede yazmiyacagim .Bu sekilde herkes soz hakkini kulanmis olup ,benim propaganda ajitasyonuma katlanma zorunda kalmiyacaklar
hoscakalin
ama bir nokta var. ben senden rica etmiştim. O faşist propagandayı buraya kopyalayıp gönderebilir misin?
beyin stokcusu, malum ‘anonim’i (özellikle, onun 8. ve 9. -“MHP ye bile oy verirum, akullanin diye..” gibi- yorumlarını) kastediyor olmalı…
beyin stokcusu’nun yazdıklarına “boş ajitasyon” demeyi ihmal etmeyip, kendi tükrüğünde boğulmak üzere olan yukarıdaki “anonim”e ayar vermeyi bütünüyle gereksiz görmek, beyin stokcusu’nun sitemini haklı çıkartıyor.
küfür sorgusuz sualsiz çıkartılabiliyorsa, “küfre giren” her söz de çıkartılmalı siteden. böyle saçmalıkları okuyabilmek için üstüne bir de “çaba göstermeye” doğrusu vaktimiz yok. bunu engellemek de, küfür gördüğünüzü engellemek kadar görevinizdir. sansürse sansür. tüküreni, oraya buraya işeyeni, salya akıtanı en azından burada görmeyelim be!
Kaldı ki, mesajının yayınlanmaması gerektiğini düşündüğün arkadaş da, öyle anlıyorum ki, Kürttür. Sonuç olarak hiçbir ayrımcılık yapmama çizgisini tutturmaya çalışıyoruz burada.
Kış Geldi arkadaşım, Beyin Stokçusu bir tartışma açtığı için ona cevap vermek zorunda kaldım. Öbür arkadaş da bir tartışma açsaydı, eğer gerekli görüyoırsam ona da birkaç söz söylerdim. Ama bunu gerçekten gereksiz görüyorum. Bazı öyle mesajlar var ki, yayınlamasan sansürcü durumuna düşeceksin, yayınlasan, insanların kafasının saçma sapan hezeyanlarla dolmasına ylol açacaksın. Bu durumda ne yapılabilir. Keşke mümkün olsa da bu admin işini dönüşümlü olarak yapsak, ben de eleştirilerin hedefi olmaktan kurtulsam. Bu konuda önerisi olan arkadaşlar varsa tartıymaya açığım. Gelin, sitenin admin’ini kolektif sorumluluğa alalım. Sorumluluk alacak her arkadaş, bir ay boyunca admin görevini yerine getirsin. Talip olanlara, sağlamlıklarından emin olduktan sonra şifreyi verebilirim. Ne dersin Beyin Stokçusu? örneğin sen yapar mısın böyle bir görevi, çok değil, bir aylığına.
Beyin stokçusu türkleri keselim öldürelim diyen faşiste farklı bir anonim tepki gösterdiğinde adamı türk ırkçısı diye suçluyordu şimdi farklı bir anonim MHP’ye oy ver diyerek propoganda yapmış(gerçi propoganda yazısını göremedim ama) diye Zileliyi tepki göstermemekle suçluyor. Ne perhiz ne lahana turşusu. Stokçu umarım tekrar yazmaya başlarsan ki kaleminin güçlü olduğunu kabul etmek lazım. Kökenine göre ayrım yapmadan “faşiste” “faşist” demeyide öğrenirsin
Not: DY sitesinden ve şehitlerinden örnek vermen ve Mahir’den bahsetmende iyi olmuş eski yorumları tararsan zamanında sitenin gediklilerinden özgürlükçünün ve yusuf cemalin himayesinde 007 nickli herifin biri Mahir’e sövdüğü için ve bunu sayfalarca tekrarladığı için küfürün engellenmesi kararı alınmıştı.
Klasik bir manuplasyona gelip iyi egitimli bir Turk oldugu bariz birisini alanen ornek gostererek, Kurtler icinde -hadi insafli olayim- “beklediginiz” egilimi buldugunuzu dusunuyorsunuz. Bu da o egilimi neden beklediginizi, o egilim gercekten ortaya cikarsa buna ne reaksiyon gostereceginizi tartismaya aciyor. Ve tabi bu bakis asil beklenmesi gereken egilimi yani Kurt burjuvazisinin Kurt ulusal hareketini tamamen kontrol altina alma tehlikesini azimsama ve dolayisiyla sinifsal olani hesaba katmama tehlikesini de doguracaktir.
Diger konuda oldugum yerdeyim. Birakiniz soylesinler, birakiniz tartisalim.
Ya cemal arkadas senle; su AKPlilerin geri dönüşümü ve kurt hareketinin oportunist ve pragmatist yapısını görmemek konusundaki inadından vazgeçsen ortak bir yol bulacagiz ama cok inatcisin ne diyeyim 🙂 tabi ortak bir yolda yürümek icin birazda kesintisiz okuman lazım 🙂 hiç zamanında okudum falan diye kısa yoldan taaruz etme epey once okuduğun icin aklında kalmadığı belli 🙂 bu bezgin Bekir tavrının ilacı hep mahir olmuştur
Bu iyi eğitimli turk komplo teorisine gelince Sencede fazla zorlamıyor musun. Nayir nolamaz kürtlerden böyle biri çıkamaz diye ruhsal fırtınalara gark olmana gerek yok:) olaya biraz basit baksana herif faşist ve her ulustan faşist bireyler çıkıyor bunda karalar bağlayacak bir durum yok. Niye ben bu faşiste faşist deme refleksini gösteremiyorum diye sorgulaman bu yorumları olumlu tüketmeni ve ozgurlesmeni saglar:)
Hadi cok sevdiğiniz adamın sözlerinden ornek yazayimda noktalama isaretleri ile ugrasmayi birak kafandaki komplo teorileri yatissin “halkımızın tarihi kahramanların tarihi olduğu kadar hainlerinde çokluğu ile de doludur onun icin düşürülmüş halk diyoruz…”
Bak 21de nasıl doğru yazmışsınnnn isteyince oluyor 🙂
Cunku sorulara cevap vermiyorsun. AKPye oy verenleri kazanmazsan “halki” nasil kazanacaksin? Senin yontemin fazla kendiligindenci. Gercek yasamdaki insanlari donusturmek degil, politik golge oyununda bir tur vodoo yaparak, insanlari arkamizdan surukleme yontemi. Bir tur onculuk, PASS, sinifi “elektriklendirmek”, on yillardir yikilmayan ama dokunsan yikilacak bir yapiyi ima eden suni dengeyi yikma fikri… Bunlarin hepsi vodoo buyusu. Toplumun devasa sorunlarini bir sihirli degnekle cozebilecegini sanma. Devrimi sorunlarin cozumu icin gerekli toplumsal sarsilis degil, o sorunlarin cozumu zannetme. O iradeciligi biraz kaziyinca altindan kendiligindencilik cikiveriyor bana kalirsa.
Benim bu dusunce turuyle uzlasma niyetim yok. Cunku bu fikirler bugun bu durumda olmamizi saglayan fikirler.
Gun Zileli klasik anlamda “iscici” degil. Ama sinif hareketini dusuncesinin merkezi unsurlarindan biri olarak tutuyor. Onu her daim izliyor. Yalnizca izlemiyor. Konusu geldikce uzerinde analiz yapiyor. Onunla uzlasabilirim mesela. Ama sinif hareketini merkeze koymayanlarla nasil uzlasacagim? Istedikleri kadar kendilerine sosyalist, anarsist desinler, bana gore onlar burjuva devrimcisi. Isbirligi yaparim elbette. Ama uzlasmak? Cok zor cok…
Bir fasist bir fasisttir. O eleman iddia edildigi gibi fasist olsa ne olur? Basta bunu da hesaba katmistim. Burada bu adama verilen tepkinin kendisi ilginc. Biri cikip yamyamligi savunsa yapilacak muameleyi hak ediyor aslinda. Ama onun yerine “kaale” aliniyor. Fikri bir toplumsal egilimi temsil ediyormus gibi algilaniyor. Burada dusunulmesi gereken bir problem, bir iz, bir patern var. O patern de, bir sekilde Kurt hareketinden fasizm cikacagini zanneden Turk korku fantazisi. Illa milliyetci felan olmak gerekmiyor bu reflekse sahip olmak icin. Dolayisiyla kimseye milliyetci felan dedigim yok. Ama bu refleksi tanimlamak, altini cizmek gerek. Iste benim dedigim budur Isyan.
Bugün bu durumda olmamızı sağlayan fikirler kısmı çok abartılı bir yaklaşım olmuş. Gerileme sadece yerel değilki Dünya solundaki gerileme ile dünyadaki devrimci iklimle paralel bir gerileme sözkonusu. 12 Eylül her nekadar bu etkiyi katmerleyen bir faktör olsada aynı tarihlerde dünyanın her yerinde sol akımlar(her türden olanı) geriledi.
Kitlesellik konusunda ise 1960lardan beri her türlü eleştiriye rağmen ne zaman bir atılım olsa veya ne zaman sol toplumsal bir taban yakalasa en kitlesel grupları küçük burjuva devrimcisi diye tukaka edilen grupların oluşturmasınında tesadüf olmadığını düşünüyorum.(1975 sonrası DİSK hariç) Yine seksen sonrası güçlü bir direniş tabanı bulan gruplar hep bu Çayan kökenli gruplar oldu. Bunu söylerken kastım bu kitleselliğin iyi yönetildiği değil ülke gerçeğimizde kitlelerin bu fikrin arkasında daha çok durduğu, biriktiği. Şu andaki alternatif olamamada nicel zayıflıkta kanaatimce sadece dev-genç paltosundan çıkan gruplara indirgenemez. Yokluk hali tüm türk solu ve bir avuç anarşist ve diğer yapılar içinde maalesef aynen geçerli. Seni kızdırmadan edemeyeceğim bu kitlesel zayıflıkta oportünist kürt hareketi kuyrukçuluğununda çok önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Yarın yeni bir dalga ortaya çıktığında gene ana su kütlesini bence bu fikirden gelenler oluşturacak.
AKP’ye oy verenleri kazanmak konusundada AKP karışık bir koalisyon olduğu için her parçayı bence ayrı değerlendirmek lazım. Mesala sadece işbirliğne girilebilir bulduğun küçükburjuva devrimcisi(!) gruplar aynı zamanda şehrin varoşlarındaki kitleselliklerini AKP’ye kaptıran gruplar. Bağcılar-Kağıthane-Okmeydanı-Nurtepe-Karanfil falan… Belki daha önce oraları kazanma deneylerinden faydalanılabilir. Hemen söylenme sadece kazanma o potansiyeli yönetme değil. Yada Beyaz Yakanın yüksek öğrenim görmüş tüm kısmında(plaza insanlarında vb.), öğretmenler gibi memur kitleleri üzerindeki veya öğrenciler üzerindeki kitleselliği geri kazanma pratiğinde eski kazanımlardan faydalınabilir.(Bu arada ısrarlıyım ulusalcılardanda çok ciddi bir kazanım olabilir. Bunuda benim cahil hayalperestliğime ver.)
Ben bu kadar top çevirdikten sonra İşçileride sen söyle artık benim küçük burjuva devrimcisi kafam o kısma basmıyor anladığım kadarı ile 🙂 onlarıda ben kazandıktan sonra seninle ortak yola ne gerek var 🙂
Son olarak “Devrimi sorunlarin cozumu icin gerekli toplumsal sarsilis degil, o sorunlarin cozumu zannetme. O iradeciligi biraz kaziyinca altindan kendiligindencilik cikiveriyor bana kalirsa.” cümlene gelince aslında cümleyi beğendim ama Piere ve sanırım diğeri michaud’tu onların sohbetinin meali ile bağlayayım Devrime kadar beraber yürüyelimde Yusuf arkadaş devrimden sonra bizi asarsın ziyanı yok 🙂 🙂
İş arasında bu kadar oluyor daha sakin bir zamanda daha geniş bir cevap vermeye çalışırım… Ama unutma devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır ……. 🙂 🙂
çekilin Gün Zileli ve Hoca gevis getiriyor….
Neden Mahirlerin fikirlerini ulusal ya da yerel olarak gördüğünü anlamadım. İşçi sınıfının elektriklendirmek, suni dengeyi bozmak 1924 Teilaktionen denen eylemlerin ana mantığıdır. Tabi sonu hüsran. Ama Küba’da ve Çin’de köylülük içinde benzer fikirler “başarılı” olmuştu. Dolayısıyla bunu söylediğimde, bu tür tüm düşünceleri kastediyorum. Yani tüm dünyada bu akımların gerilemesi ve şu an içinde bulunduğumuz durum, o fikirlerin tümü.
Geçmiş Türkiye’nin tahlilinde çoğunlukla seninle aynı düşünüyorum. Bir fark, o Çayancı çizginin devamcılarının o çizginin devamcısı olmaması. Mahirlerin çizgisini devam ettirenler onlar değil. Ama asıl fark sanırım şuradan kaynaklanıyor:
Nüfusunun büyük çoğunluğunun köylerde yaşadığı, sınıfların karmakarışık olduğu ve devrimci akımların en fazla köyden kente yeni göç etmiş şehirleşmeye çalışan insanlar arası yaygınlık gösterdiği bir zaman ile, nüfusun çoğunun kentte yaşadığı, hatta ülkenin dörtte birinin tek bir kentte yaşadığı, çalışan sınıfın olağanüstü yoğun olduğu bölgeler bulunan bir zaman arasında politik fikirler konusunda fark olmaz olur mu? Olacaktır. Olmalıdır. Olmazsa büyük bir problem vardır demektir. İşte o fark, seninle aramızdaki fark bana kalırsa.
Şu andaki işçi sınıfı, eski yöntemle kazanılamaz. İşin doğrusu eski yöntemle kazanılamamıştı zaten. Bir söz var, kimindi unuttum: “Önemli olan bir düşünce uğruna kahramanca ölmek değildir. Önemli olan bir düşünce uğruna yaşamak, o düşünceden acı çeke çeke koskoca hayatını o düşünceye vakfetmektir.” İşte o hesap, bir ara, bir on yıl kadar sol fikirler Türkiye’de prim yapmış. Eee? Sonuç? Sonuç biziz işte. Kaç tane Gün Zileli’miz var? Epi topu bu kadar. Bu mu anlı şanlı Türkiye solunun sınıfa kazandırdığı şey? DİSK mi? KESK mi? Varoş örgütlenmeleri mi? Bugün kendi geçmişimize taparsak, olup olacağı, bu olacak.
İnsanların barınma hakkı temel bir haktır. Ama Küçük Armutlu’yu korurken, tontonun teki gider, herkese tapu verirse, insanlar o tapuları kullanıp gecekondularını 6-7 katlı apartmana çevirirlerse, eski devrimci olan insanlar bir anda kiracılarına hükmeden mülk sahipleri haline gelirlerse, istediğin kadar mükemmel devrimci örgütlenmeler kur, bitersin. Ya da işyerinde devamlı para üzerine politika yaparsan, ekonomik mücadeleyi ana eksenin haline getirirsen, bi zam yaparlar, en güvendiğin adam patronun finosu oluverir. Bunun gibi binlerce örnekle dolu Türkiye devrimci tarihi. Kapitalizmin yapamayacağı tek şey, kendi üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkından vazgeçmesidir. Eğer oraya saldırmazsak, sistemin devamlılığını sağlayanlardan oluruz. Ve bu dediğim, 80 öncesi Türkiye solunda pek de tutan bir fikir değil bildiğin gibi. Hani ittifaklar, hani MDD felan anlamında.
On kere yazdım, yine yazayım.
Marx’ın kendi sözleriyle “Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinmeleri vardı.” Geleceğin devrimi olarak işçi devrimi ise “kendi öz içeriğine ulaşmak için ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terketmek zorundadır.”
Ve bir taraftan da bu işçi devrimleri “kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
Hic Rhodus, hic salta! Gül burada, burada raksetmelisin!”
Adam bunu 18. Brumaire’de yazmış. Şu bizim “marxistlerimiz”in bu lafın ne anlatmak istediğini çaktıklarını bir kez görsem dişimi kıracağım, dişimi. 🙂
Kürt hareketi karşısında bizim durumumuza gelince. Sel gelince çitler yıkılır. O zaman çitleri biz yıkarsak sel gelir fikri pek mantıklı bir fikir değil. Yıllardır mücadele eden, yıllarca tek gerçek muhalefet olan birilerine kuyruk olmaktan rahatsızsak, onların yaptığından daha iyisini yapmak zorundayız. “Niye kuyruklarına takılıyor bu sol?” fikri biraz çitleri yıkma fikrine benziyor. Biz istediğimizi diyelim, daha iyisini yapmazsak, kuyruğuna da takılınır, el pençe divan da durulur. Bu dediğim, bunu yapanları eleştirmeyeceğimiz anlamına gelmez. Bu, bunun suçlusunun on yıllarca mücadele edenler olmadığı anlamına gelir.
Bu devrimci geçmişe fazlasıyla atıf yapmak bağlı kalmak konusundaki zaaf tespitin şahsi olarakta ana akımlar olarakta doğru aslında. Doğruya itiraz etmek aptallık olur. Bu belkide Türk Sol tarihinin “che gibi ölmek için menzile koşanlarla” fazlasıyla dolu olmasından da kaynaklanıyor olabilir. Bir şekilde hamurumuza katılmış. Ya da gidiş yolunu fazlasıyla sevip sonuca daha az önem verme ve anlayışsız toplum kesimlerinden fazlasıyla kanaat notu beklemek yanılgısı.
Bunlara itirazım yokta itirazım olan nokta şu; en büyük sanayi şehrinde uzun bir pratiğinde var olduğu yadsınamayacak bir ortamda senin söylediğin gibi niye bir üretim araçlarına yönelim gerçekleşmedi ve uzunca bir sürede gerçekleşecek gibi durmuyor. Tek problem patolojik vaka gibi algıladığın geçmişimiz mi? Kıdem tazminatı ve emeklilik haklarının tartışıldığı bir ortamda daha ne kadar geri çekilecek savunma hattı kaldı ki. İlla haziranın 15-16’sı gelsinde havalar ısınsın diyemi bekliyorlar.
Aslında bir noktada aynı anahtardan çözüm beklentimiz var gibi geliyor bana. Bende kentlilik olgusunu önemsiyorum ve aramızdaki farkda bu değil bence.
Ancak kentli sanayi – ticaret -finans ve hizmet sektöründeki emekçilerle kurulacak iletişimde ve bunların mevzilenmesinin tahlili hususunda, esnaf denen olgunun yok edilmesi konusunda büyük problem yaşanıyor Gezide yaşananlara yapılan methiyeleri bir kenara bırakırsak kaç kişi geziyi samimi olarak tahlil etti ki? Evet hepimiz kurtlarımızı döktük barikat özlemimizi giderdik ama oradaki çatışan ve toplanan kalabalıkları gözlemlediğinde ana kütlede ortadoks solun kafadan burum kıvıracağı ön yargılı olduğu plaza insanı, bankacı, lümpen,taraftar, öğrenci, her türden küçük burjuva, ulusalcı, (deri eldivenli belden yukarısı çıplak 70 kişilik erkek grubu 🙂 ) olduğunu bir oranlasana. Kitle içindeki bu yoğunluğu ifade etmekten utanan ulusalcılarla omuz omuza çatışıp sonrada bu gerçeği inkar eden samimiyetsiz bir ortam ve iki yüzlülük var hala. Gezide Kürt hareketinin tavırlarını bilinçli nicel azlığını görüp ifade etmemek için kırk takla atanlar dolu her tarafta, bu sitede.
Kentli bir isyan içinde halaskargaziye, akaretlere nişantaşına barikatlar kuruldu Şehrin kalbinde direnildi gazi mahallesine 1 mayıs’a değil hemde kentli kozmopolit bir kitle tarafından.
Sonra bir ara anlı şanlı işçi sınıfımız tüm sınıf örgütlenmeleri ile geziye desteğe geldiler hani tünelde solukları kesilen ikibin kişilik hayatı durdurma girişimi. Demek istediğim şu ki dediğin gibi üretim araçlarına yönelmek esas olanda;
Kıdem tazminatının tartışılmaması için dahi direnç gösteremeyen kahraman işçi sınıfının, (hadi gol atma pasıda vereyim) büyük çoğunluğu küçük burjuva devrimcileri yüzünden RTE’nin peşine takılan işçi sınıfının ancak gezi benzeri atmosferlerle devrimciliğini hatırlayacağı ve bu atmosferide uzun yıllardır Türkiye’de gezinin yukarıda burun kıvrılan kitlelerinin yaratabildiği konusunda ne düşünüyorsun.
Sınıfın kendi içindeki meslek gruplarının veya iş kollarının artık farklı yönlerde hatta karşılıklı mevzilenmeleri söz konusu olabilir mi????
Neyse bu soruların tamamının cevabını versen zaten İsviçreden trene binip Almanya üzerinden Türkiyeye geliyor olman lazımdı. Belkide geliyorsundur da ben göremiyor olabilirim. Ama gel artık 🙂 yada doğ artık yusuf 🙂
Kürt Hareketini tek gerçek muhalefet falan diye tanımlayınca; Kürt HAreketininde tüm ilk dönem kazanımlarının PASS’a dayalı olmasıda doğuda feodal dengelerin hatta suni dengelerin kırılmasıda 🙂 Mahir ülkenin bir bölümünü değiştirdi oligarşi 25 yıldan fazla yaşamasına izin verseydi gerisinide değiştirirdi espirisi geldi aklıma 🙂
İsyan, Marx’ın “geri çekileceği yer” kavramıyla, seninkisi arasında baya bir fark var. “Amaçlarının muazzam sonsuzluğu”, kıdem tazminatı olmasa gerektir. Onun kullandığı anlam da giderek bugün içinde bulunduğumuz zamana benziyor. Tabi, tarihsel ölçekle bizim yaşamlarımızın ölçeği aynı şey değil. Ama eğer AKP bu seçimlerden oy oranını koruyarak çıkarsa, sence sınıf hareketi dışında bir seçenek kalır mı? Herkes konuştu, herkes sözünü söyledi. Peki kim söylemedi? Hangi tabaka? Hangi toplumsal grup?
Şu yazıya bir göz atarsan, aslında o cevaplar soyut olarak belli ölçüde verilmiş durumda.
http://dazayn.org/1/post/2013/03/godot-ya-da-proleteryay-beklerken.html
Ya da
http://www.gunzileli.com/2013/07/30/godot-ya-da-proleteryayi-beklerken/
Bunların arasına Gezi’den sonra ortaya çıkan ve diğerlerinden daha mantıklı görünen senin “işçi sınıfının ancak gezi benzeri atmosferlerle devrimciliğini hatırlayacağı” versiyonunu da eklemek gerek. Bu mekanizma belli zamanlarda hareketi canlandırır gerçekten de. Paris 68 bir öğrenci ayaklanması görüntüsüyle başlamıştı, ardından tarihin gördüğü en büyük genel greve dönüştü. Ama eklemekte fayda var, ardından yapılan seçimlerde istenmeyen lanet edilen De Gaulle yine başkan seçildi. Devrimin, ayaklanmanın, gösterinin kendisinin problemlerin altını çizdiğinin ama çözmediğinin güzel bir kanıtı. Bu kanıtın Türkiye’ye uyarlanmış halini görmek istemeyiz heralde. De Gaulle’ün zaferi, Fransız jandarma istibdat rejiminin de bitişi anlamına gelmişti. Yani adam, sinyali almıştı. 1961’de Seine nehrinde 200 kişinin ölümü nasıl Cezayir savaşının bitişi için bir sinyalse, 68 de o işe yaramıştı. Tayyip’in o sinyalleri almaya niyeti yok. Ama bu olayın gidişatını tam tersi noktaya sürüklemez. Biri sinyali aldı ve sistemi düzenledi. Diğeri kendi diktatörlüğünü istibdatla sağlama almaya çalışıyor. Ama yine aynı noktadayız.
Nişantaşında barikat yoktu, günlerce oradan geçerek Taksim’e gittiğim ve Taksim’den kaçtığım için biliyorum. Ama olsaydı bile bu problemi değiştirmezdi. Sorun şu: Bir burjuva restorasyon, bir hukuk cumhuriyeti bize yeter mi? Yetmez mi? Bir burjuva devlet restorasyonuna evet diyecek miyiz? Yoksa Yetmez Ama Evet mi diyeceğiz? Yoksa, AKP gittiği an, hatta gitmesine yakın, savaşıma devam sinyalleri mi vermeye başlayacağız? Bunun için Nişantaşı yetmez İsyan. Bunun için, çalışan sınıfın kalp atışlarına ihtiyacımız var.
Ve sonuçta, barikatlar yetmedi değil mi? Cemaat’in yaptıklarını az buz sempatiyle izlemedi insanlar. Bu benden bu kadar sinyali değildir muhtemelen ama eğer öyleyse elinde başka hangi güç var? Yukarıda verdiğim kötü olasılığı bir kez daha vereyim. Ya AKP’nin oyları tekrar %49 çıkarsa?
Ha tabi, Teşvikiyede kurulmuştu aslında. Nişantaşı sayılmaz orası. Teneke mahallesi var orada. 🙂
emperyalizm t.c yi elinde oynatiyor…
ilk operasyonda akp,feto, israil ,abd ve ab ; zivanadan cikmis katil mossad cetecilerine(veli kucuk gibiler)chp,ip, pkk ve ulusalci tsk lilere karsiydi.
ikinci operasyonda ise abd , israil, ab , feto,ip, chp ittifaki var. bu kez dusman ulusalci tsk li tayfa,akp ve apo.
katil surusu “kontrol altina ” alindi. trajikomik olan ulusalci tsk liler,ip chp ve akp nin durumu. kimi dun dayak yediginin kicini yaliyor.kimi ise dun kicini yaladigina dayilaniyor.kimide dun kufur ettigi ile ittifak kuruyor.
devrimciler her zamanki gibi durumu anlayana kadar olay biter.
gene en iyi tavir alan kanimca apo. akp ile ne oldugu belli olmayan bir baris surecini sabirla surduruyor.
peki cozum ney?
önce marksizmin guncellenmesi.sonra
radikal,komunist-anarsist kurt ve turk ittifaki.
çözüm rojava gibi kantonal çözüm olabilir mi?
Rojava’da ne olup bittiğini tam olarak bilmiyoruz. Eğer gerçekten yerel halka dayalı bir özerk yönetim varsa güzel bir şey. Tabii ki, en iyisi özgür komünler federasyonudur.
kürt medyasında bu konularda tafsilatlı bilgi var. gerçekten özerk yönetimler inşaası, cizir kantonunun oluşmasında gerçekleşmekte; bunu anlıyorum. akp nin “devletin çekirdek örgütlenmesi olmadığını” -bilen bilir!- ispatlamasının yolu, bu oluşumu ciddiye alıp, kabullenmesi olabilir:)).
işin olabilecek en iyi çözümünün “özgür komünler federasyonu” olduğuna bence de şüphe duyulması için sebep yok.
oraya varmak için bir ara yol olarak düşünmek için söyledim.
İbn-i Hâldun ve mâhut devlet krizi
Süleyman Seyfi Öğün
Türkiye’de son günlerde yaşanan tırmanarak devam eden krizi pek çok yazar bir devlet krizi olarak değerlendiriyor. Bu değerlendirmeye bir kaç hususu teslim ettikten sonra îtirazım yok. Ortada elbette bir kriz var. Üstelik bu kriz devlet düzeyinde yaşanıyor. Ama bu salt bir devlet krizi değildir. Çünkü devlet katlarındaki krizler, çoğu kez daha derinlerdeki; özellikle de modern dünyâda ‘toplumsal’ olarak tanıdığımız krizlerin bir dramatik boyutlarını, ya da evrelerini ifâde eder. Hele hele sözkonusu kriz Türkiye gibi, bugünün ‘yarı-merkez’ ülkeler coğrafyasına mensup; bununla da kalmayıp kadim dünyânın geleneklerini şu ya da bu biçimde devam ettiren bir ülkede tezâhür ettiyse…
***
Kanaatimce İbn-i Hâldun modern dünyâda teorik anlamda haksızlığa uğramış katkısı teslim edilmemiş düşünürlerin başında gelir. İbn-i Hâldun’un Mukaddime’si olmasaydı, ne Durkheim, ne de Tönnies sosyolojisi, ne de modern târih bilimi mümkün olabilirdi. Muhtemelen Müslüman oluşu, kibirli Batı sosyal-târihsel düşünüşünün kurucu babalarını tereddüde düşürmüş olsa gerekir. (Aristo ya da Eflâtun’u şerh edersen mesele yok. Ama orijinallik nasıl olur da bir Müslüman tarafından başarılır?). Ne denirse densin net bir durum var: Modern târih ve sosyoloji düşüncesi önemli bir kısmıyla dipnotu çoğu kez verilmemiş bir İbn-i Hâldun tefsiridir. Bu da çoğu kez, İbn-i Hâldun’un Mukaddime’sinde kurmuş olduğu bâzı bağları analitik hale getirmekten ibârettir.
Bunu teslim ettikten sonra devam edelim. İbn-i Hâldun, târihin çevrimsel hareketini belli güçler ile açıklamaktaydı. Bu bakış, yerleşik, kurumsallaşmış güçlerin; bir düzeyde rehâvet ve yozlaşmayla sona eren dünyâsı; yâni ‘umran’ ile; dışarıdan gelen, çoğu kez de göçebe, kurumsallaşmamış ama diri kabile bağlarına sahip ‘asabiye’ güçleri arasındaki çevrimsel geçişleri anlatır.
Umran uygarlığı târihsel ‘doymuşluğu’ ve çürümeyi; asabiye ise ‘açlığı’ ve diriliği anlatır. Keskin gözlemlere ve kapsayıcı bir soyutlama kaabiliyetine sahip bu Mağripli Müslüman düşünür, çevrimsel kadim târihi anlayabileceğimiz bir kavrayış sunuyor bizlere. Ama İbn-i Hâldun’u sâdece kadim târihleri anlamak için değil, modern târihleri de çözmek için başvurabiliriz. Bu ancak, Mukaddime’nin yorumunu analitik değil, diyalektik düzeyde yapmakla mümkündür. İşin aslının da bu olduğunu düşünüyorum.
Kabûl etmek gerekir ki, Modern Batı siyâseti, olgun düzeyleri îtibârıyla, siyâsal iktidâr ilişkilerini ‘açlık’ ve ‘doymuşluk’ hislerinin tetiklediği reflekslerin dışına çıkardı. Bu elbette ki dünyânın arta kalan kısmının yağmalanmasıyla sağlandı. Yâni, merkez dünyâ’yı oluşturan Batı, dünyânın artığını gasp ederek bu birikimi ve avantajı sağladı. Sözkonusu târihsel avantajını kullanarak ve de kendi istikrârı açısından Batı; siyâseti açlık-doymuşluk, ya da sahip olmak –yoksun bırakılmak gibi trajik gerilimlerin dışına çıkarabildi. Bu aslında siyâsetin içindeki göçebeliği, yâni asabiyeyi de sona erdirmek anlamına gelir. Sistem içi siyâset yapma gelenekleri, hukuklu siyâsetler buna işaret ediyor. Elbette ki Batı’nın hukuklu demokratik ilişkilerin hangi kriz eşiklerine ulaşıncaya kadar dayanabileceğini bilmiyoruz. Ama II.Genel Savaş sonrası, özellikle de 1970’lerdeki Avrokomünist dönüşümden bu yana, Batı istikrarını muhafaza edebiliyor.
Türkiye’deki krizin bir devlet krizi gibi trajik varoluşsal bir düzeye ulaşması umran-asabiye ilişkilerinin özel bir türünün siyâsete sirâyet etmesiyle alâkalı gözüküyor. Modern umran dünyâsı hayli dişli, dirençli çıktı. On yıllar boyu cumhurunun ne olduğu belli olmayan bir cumhuriyeti şöyle böyle sürdürdüler. Modern siyâsal oligarklar, bir noktadan îtibâren, cumhursuz bir cumhuriyeti taşıyamadılar. 1990’lardaki çürümüşlük ve iflâs oligarşinin direncini kırdı. Yoksun bırakılanlar (asabiye) 2000’li yıllarda merkeze olan yürüyüşünü tamamlayarak iktidâra geldi. Bu, asabiyeye özgü diri bir inanç kardeşliği ve dayanışması üzerinden oldu. Ama müesses nizâma taşınan asabiyenin, asabiye olma özelliklerini ilânihâye devam ettirmesini beklememek gerekiyor. Elbette yıpranacak ve bir evrede başka bir asabiye dalgası tarafından iktidârdan edilecektir. Kurallı bir geçişle sağlandıktan sonra nispeten mesele yoktur. Ama tuhaf olan, sürecin dışarıdan değil içeriden başlaması, yâni ‘umranın içindeki asabiyenin’ devreye girmesidir. Paralel devlet olarak algılanan, siyâseti bütün kurumlarıyla felç etmeye başlayan ve yapılamaz hâle getiren durum aslında budur. İbn-i Hâldun’un diyalektik okuması da bunu gördüğümüz noktada başlıyor: Umranın içindeki asabiye ve asabiyenin içindeki umranı görmek…
YENİ ŞAFAK
hazretin bilmediğide varmış????ne mümkün hemen her konuyu bilip ukranyadan mısıra zimbaweyi bilip burnunun dibini bilmemesine imkan varmı????iş rojowa ya gelince ne olup bittiğini bilmiyormuş????yuh artık tabi kadim devletin yasakladığı tv ve yayınlardan bilmek gerektiğinden zileli devlet-iktidarın özellikle yasakladığı yayınlardan ilgilenip öğrenmiştir eminim özerk kantonlar kendi aralarında federatif ilişkiler bütün bunlar ne tanrı ne efendi diyen kadim liberter anarşizmi hatırlattığından bilmemeye imkan yok???eee nedendir görmemeye çalışmak yapamıyorsan görmemeye çalışıp gündemine almasın işte tamda zileli işi????
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/rafet-balli/32431-rafet-balli-akp-olmak-zor-ayda-14-milyar-dolar-sart.html
Türkiye’de Bir Devlet Geleneği ve Devlet Aklı Var mı?
Garbis Altınoğlu
Türk gerici ve şovenistleri kendi tarihlerinden söz ederken Türklerin devlet/ devlet kurma geleneği ve devlet aklı üzerinde dururlar. Onlara göre, bu alanda başka kavimlerden çok daha ileri olan Türkler tarih boyunca pek çok devlet ve imparatorluk kurmuş ve başka halkları yönetmişlerdir. Bu inanış; aşırı, abartılı ve saldırgan bir Türk milliyetçiliğiyle, kof bir kahramanlık edebiyatıyla, bir kollektif aşağılık kompleksini zar zor gizleyen içi boş övünmelerle ve -yer yer bir anti-emperyalizm görüntüsüyle maskelenen- gerici bir Batı-karşıtlığıyla elele gider. Bu kişiler Türk devletinin bir “çadır devleti” olmadığını sık sık yineler ve devlet geleneği ve devlet aklı denen şeylerin, kurulan -ve doğal olarak yıkılan- devlet sayısıyla ölçülebileceğini varsayarlar. Ama Türkler’in devlet geleneğiyle, ne kadar çok ülkeyi işgal ettiğiyle, ne kadar çok kavmi ne denli “başarı ve hoşgörü”yle yönettikleriyle bunca övünen bu baylar kendilerine şu soruyu sormazlar: Acaba çok sayıda bey, paşa, padişah, komutan, savaşçı vb. yetiştiren Türkler neden bilim, teknoloji, felsefe, sanat vb. alanlarında başarılı olamamış, neden bu alanlarda hemen hemen hiçbir değer üretememişlerdir?
Peki Türkler gerçekten de sahici bir devlet/ devlet kurma geleneğine ve devlet aklına sahip midirler? Devlet geleneği ve devlet aklı dendiğinde anlamamız gereken herhalde, kökü yüzlerce ya da binlerce yıl geriye giden devlet kurma ve yönetme deneyimi ve bu deneyimden ders çıkarma ve edinilmiş olan bu deneyimi daha sonraki dönemlerde ve bugün karşı karşıya gelinen sorunların çözümünde kullanabilme yetisidir. Ne var ki, Osmanlı ve Türkiye devletlerinin yakın tarihi, kendi savlarının tersine Türk egemen sınıflarının bu anlamda ciddi bir devlet geleneği ve aklına sahip olmadığını ya da belki de daha önce sahip oldukları devlet geleneği ve aklını unuttuklarını/ yitirdiklerini gösteriyor. Türkiye’de bugün yaşanan siyasal keşmekeş bu saptamayı doğrular gibidir. Ancak bundan hareketle öteki kutba savrulmak gerektiği ve Türk burjuva devletini yönetenlerin hafife alınabileceği sonucu da çıkarılamaz; daha öncekileri saymazsak, ardında 600 küsur yıl boyunca Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Anadolu halklarını boyunduruk altında tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim deneyimi bulunan bir Türkiye Cumhuriyeti’nden sözediyoruz.
Bu savlara biraz daha yakından bakalım. 1930’larda yaratılan ve neredeyse dünyanın -Çin, Hint, Mezopotamya, Mısır, Hitit, Etrüsk, Roma uygarlıkları da içinde olmak üzere- tüm uygarlıklarının Türkler’in doğrudan girişimi, yolgöstericiliği ve müdahalesiyle oluştuğunu savunan Türk Tarih Tezi’nin tarih kitaplarında yer alan yansımaları günümüze kadar uzanmaktadır. Örneğin, Mustafa Kemal bu konuda şunları söylemişti:
“Türk milletinin tarihi, şimdiye kadar sayıldığı gibi, yalnız Osmanlı Tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir. Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şümullu medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğü tanımak ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” (Aktaran Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt, 1998, s. 106)
Temmuz 1931’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde bir konuşma yapan Maarif Vekili (=eğitim bakanı- G. A.) Esat Sağay, Türkler tarafından kurulan devlet ve uygarlıklara ilişkin verilerin çarpıtıldığını söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürmüştü:
“Bu suretle milattan 7,000 sene kadar evvel çiftçilik ve çobanlığı ilerletmiş ve altın, bakır, kalay ve demiri keşfetmiş olan Türkler Orta Asya’dan yayıldıktan sonra gittikleri yerlerde ilk medeniyeti neşretmiş (=yaymış- G. A.) ve böylece Asya’da Çin, Hint ve mukaddes yurt edindikleri Anadolu’da Eti, Mezopotamya’da Sümer, Elam ve nihayet Mısır, Akdeniz ve Roma medeniyetlerinin esaslarını kurmuşlar ve bugün yüksek medeniyetlerini takdir ve takip ettiğimiz Avrupa’yı o zamanlar mağara hayatından kurtarmışlardır.” (Atatürk Devri Fikir Hayatı II, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1981, s. 250-51)
Aynı çizgiyi izleyen tanınmış Türk milliyetçi akademisyen Osman Turan, ilk basısı 1968 yılında yayımlanan bir kitabında şöyle diyordu:
“İslam’dan önce Türkistan. İslam devrinde de Yakın-şark ve Türkiye merkez olmak üzere Çin, Hindistan, Afganistan, Horasan, Şarki (=Doğu- G. A.) ve Orta Avrupa, Balkanlar, İran, Azerbaycan, Kafkasya, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve Şimali (=Kuzey- G. A.) Afrika Türkler’in başlıca istila, göç ve hakimiyet sahaları olmuştu. Türkler bu ülkelerde bir çok devletler ve imparatorluklar kurmuşlar; muvakkat (=geçici- G. A.) yurtlara ve devamlı imparatorluklara sahip olmuşlardır.” (Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt 1, İstanbul, Boğaziçi, 1999, s. 2)
A. Deliorman’ın 1992’de yayımlanan Lise I Tarih kitabında ise şöyle deniyordu:
“Milletimiz geçmişte Asya, Avrupa ve Afrika’da onaltı büyük imparatorluk, çok sayıda devlet kurmuşlardır.
“Dünyada hiçbir millet Türk milleti kadar çok devlet kurmamıştır.
“Tarih bilginleri 375 yılında başlayan Kavimler Göçü ile 1683’teki II. Viyana Kuşatması arasındaki uzun süreyi ‘Türk Çağı’ olarak tanımlamışlardır.” (Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, s. 103)
Burada asıl konumuz, Türk toplumunda devlete tapmanın ve onu yüceltmenin nedenleri değil. Gene de geçerken bu devlet fetişizminin bellibaşlı nedenlerinden ikisini belirtmek isterim. Bunlardan birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin; bir dönemin en güçlü devleti olan, 600 küsur yıllık ömrü boyunca pek çok kavmi kendi boyunduruğu altında tutan ve bu süre içinde hem üretim araçlarını, hem de siyaset ve kültür alanlarını kendi denetimi altında bulunduran Osmanlı devletinin ve hatta ondan önceki Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ve Anadolu Selçuklu devletinin mirasçısı oluşudur. İkinci neden, Müslüman-Türk burjuvazisinin ana gövdesinin özellikle 20. yüzyılın başlarında İttihat ve Terakki kliğinin yönettiği devletin Ermeni, Süryani ve Rum halklarına karşı gerçekleştirdiği terör, kıyım, zorla göçertme ve mülksüzleştirme yoluyla meydana gelmiş olmasıdır. Belki bunlara bir üçüncü neden ekleyebiliriz: O da, ömrünün son ikiyüz küsur yılı boyunca Batı Avrupa ülkelerinin ve Çarlık Rusyası’nın müdahale, toprak gaspı ve saldırıları karşısında sürekli bir gerileme ve zayıflama süreci yaşayan Osmanlı devletinin Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde tam bir yokolma tehlikesinden, gene devleti temsil eden İttihatçı-Kemalist çelik çekirdek tarafından kurtarılmış ve Türkiye Cumhuriyeti biçimi altında restore edilmiş olmasıdır. Yani Türkiye burjuvazisi, başka hiçbir yerde olmadığı ölçüde varlığını, oluşmasını ve gelişmesini, Anadolu’nun Müslüman halkını -ve Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan gelen Müslüman göçmenleri- Türk ulusu kalıbına döken devlete borçludur.
En kodaman burjuvaların bile, eğer devlet iktidarını elinde bulunduruyorlarsa Adnan Menderes, Turgut Özal ya da Recep T. Erdoğan gibi daha dünün çocukları sayılması gereken ikinci ya da üçüncü sınıf politikacılar karşısında elpençe divan durmalarının, eğilip bükülmelerinin altında işte bu maddi nedenler yatmaktadır. Aynı ölçüde önemli bir başka husus da, 90 yıl önce kurulan Cumhuriyet rejiminin oluşumundan bu yana ülkede kapitalizmin büyük ölçüde gelişmesine rağmen bu sakat ve zenofobik devletçi-milliyetçi anlayışın, egemen sınıfın bütün fraksiyonları tarafından içselleştirilmiş olması ve hatta toplumun muhalif ve devrimci öğelerinin zihin dünyasını da şu ya da bu ölçüde etkilemiş ve etkilemekte olmasıdır. Türkiye’de Allahın millete değil, ama devlete zeval (=yokoluş, tükenme- G. A.) vermemesi gerektiği anlayışı sanıldığından da yaygındır.
Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu siyasal keşmekeşin ve bu keşmekeş karşısında sergilenen tepkisizliğin işte bu sözünü ettiğim gelenekle, devletin ve onu yönetenlerin putlaştırılması ve sorgulanamazlığı geleneğiyle yakından ilintili söyleyebiliriz. Bugün Başbakan R. T. Erdoğan ve yönettiği AKP hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş ve hatta dünyada çok az rastlanır düzeyde hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk olaylarının basıncı altında sarsılmaktayken hiçbir şey olmamış gibi davranabilmekte, hatta kendisini “uluslarası bir komplo”nun ve gerici Fethullah Gülen hareketinin saldırısının kurbanı olarak sunabilmektedir. Bu klik; varolan gerici burjuva hukukunu da ayaklar altına alarak bu olayları örtbas etmeye, hatta karşı-saldırıya kalkışmakta, savcıların soruşturma açma yetkilerini ortadan kaldırmaya ve gerici yargı mekanizmasını tümüyle kendisine bağlamaya girişmekte, görsel ve yazılı basın üzerindeki tekelimsi konumunu pekiştirmekte ve sanal alandaki eleştirileri engellemeyi sağlayan bir sansür yasasını TBMM’nden geçirmektedir. Başbakan Erdoğan bu siyasal istikrarsızlığın ülke ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerine işaret eden ünlü işadamlarını ve -CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da içinde olmak üzere- kendisini eleştirmeye kalkan herkesi “vatana ihanet”le suçlamakta, önüne gelene hakaret etmekte ve ülkeyi 1930’lardan bu yana görülmemiş bir “tek adam diktatörlüğü”ne götürmektedir. Öte yandan, yıllardır çözüm bekleyen Türk-Kürt sorunu, şu sıralar ciddi bir silahlı çatışma yaşanmamasına rağmen içten içe işlemeye devam etmekte, Erdoğan kliğinin anti-Alevi çizgisi ülke içinde mezhep çatışmasının zeminini güçlendirmekte, dinsel fanatizmin AKP hükümeti döneminde katlanarak büyümesi, insanların yaşam tarzına müdahale girişimleri, toplumun daha kentli, daha eğitimli katmanlarıyla taşra gericiliği arasında çatışma eğilimini körüklemekte, kamu kaynaklarının AKP döneminde tavan yapan eş-dost kapitalizmi eliyle yağması, eğreti ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılması ve doğal çevrenin ve tarihsel mirasın yıkımının fütursuzca sürdürülmesi, emekçi yığınların daha geniş katmanlarının öfkesini giderek daha fazla arttırmaktadır. Bu arada Türkiye’nin dış politikası belki de en kötü ve en başarısız dönemini yaşamakta, ülkenin enerji güvenliği tehlikeye girmekte, daha da önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nun güncel bir versiyonunu kurma hayalleri yıkılan Türk gericiliğinin Suriye’deki terörist gruplara sistemli ve açık bir biçimde destek vermesine, ABD emperyalistlerinin bile denetleyemediği bu gruplarla çok sıcak bir ilişki içine girmesine ve 1 milyondan fazla Suriyeli’nin topraklarına yerleşmiş olmasına bağlı olarak Türkiye çok ciddi iç güvenlik sorunlarıyla karşılaşma riski altına girmektedir vb. Ama, daha da kötüsü var: Erdoğan kliği içine itildiği kapandan kurtulmak, iktidarının ömrünü uzatmak ve özellikle de yaklaşmakta olan ekonomik bunalıma bağlı olarak kaçınılmaz bir biçimde yükselecek olan yoksullaşma ve işsizlik karşıtı kitle muhalefetini etkisizleştirmek için pek çok şeyi yapmaya hazır gözüküyor. Türkiye’nin, tersi yöndeki savlara rağmen bu terörist grupları perde arkasından desteklemeye devam eden ABD ve İsrail’in üstü örtülü itelemesiyle Suriye’ye ve Kuzey Suriye’deki gerçekleşen Rojawa ulusal devrimine karşı bir askeri operasyona girmesi olasılığı bir kez daha gündeme gelmektedir. (1) Erdoğan kliğine, ülke çapında bir sıkıyönetim uygulamak ve seçimleri ertelemek olanağı verecek olan böylesi bir askeri müdahalenin Türkiye’nin iç çelişmelerini daha da keskinleştirmesi, ülkeyi bir iç savaş ortamına sürüklemesi ve bir devrimci duruma yol açması beklenebilir ve beklenmelidir.
Ancak, neredeyse herbiri ayrı bir skandal niteliği taşıyan bu olgular karşısında sergilenen göreli sessizliği nasıl açıklamalı? Göstermelik değil de sahici bir devlet geleneği ve devlet aklı olan bir egemen sınıfın ve onun devletinin değişik konumlardaki temsilcilerinin tam da bu koşullarda yapması beklenen nedir? Asıl yükünü emekçi yığınların çektiği, ama egemen sınıfın ve onların devletinin stratejik çıkarlarına da zarar veren ve hatta ülkeyi adeta felakete sürükleyen bu gidişata karşı net ve kararlı bir tutum almak. Ama böylesi ve bu düzeyde bir tepkiyi, ne CHP ve MHP gibi gerici düzen partileri, ne de devlet aygıtı -ordu, MİT, polis, sivil bürokrasi, yargı- ve onun değişik bölümlerinde yer alan üst düzey bürokratların ve düzenin diğer öğelerinin göstermemesi ve hepsinin de adeta yele kapılmış yapraklar gibi olayların akışıyla birlikte sürüklenmeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin hal-i pür melalini göstermeye yeter. Bu durumda, aslında Erdoğan kliğine yakın bir isim olan Sedat Laçiner’in geçenlerde şunları söylemesi hiç de şaşırtıcı olmamıştır:
“En büyük şehir efsanemiz ‘Türklerin bin yıllık bir devlet geleneğine sahip olduğu’ yalanıdır. Bugün yaşadıklarımız bu koca efsanenin çöküşünün en güzel örneklerinden biridir.” (“İlkeler ve Kurumlar”, Star, 27 Aralık 2013, italikler yazarın)
Benim de savunduğum bu saptamanın doğru olduğunun en önemli kanıtlarından biri Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı macerasıdır. Bundan yaklaşık 100 yıl önce, yani 28 Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı olarak bilinen emperyalist paylaşım savaşı başlamış ve İttihat ve Terakki kliğinin yönettiği Osmanlı İmparatorluğu da 29 Ekim’de Alman komutanlarının yönettiği Osmanlı donanmasının Rusya limanlarına saldırması ve Rusya’nın da 30 Ekim’de Türkiye’ye savaş ilan etmesi sonucunda savaşa sürüklenmişti. Gerek egemen sınıf düzeyinde ve gerekse aydınlar ve -doğal olarak- halk düzeyinde hükmünü sürdüren toplumsal bellek yoksunluğunu dikkate alarak bu olayın öncesine ve ayrıntılarına çok kısa bir biçimde göz atalım.
II. Abdülhamit döneminde gelişmeye başlayan Almanya-Türkiye ilişkileri, İttihat ve Terakki’nin iktidarı tam olarak ele geçirdiği 1913’ten itibaren daha da gelişmiş ve Prusya militaristleri İttihat ve Terakki ve özellikle de Enver Paşa üzerindeki nüfuzları ve Osmanlı ordusu içinde kilit noktalarda bulunmaları sayesinde Türkiye’yi kendi savaş arabalarına bağlayabilmişlerdi. Daha bir yıl önce Balkan savaşlarından yenilgiyle çıkmış, ordusu dökülmekte ve hazinesi tamtakır olan ve böylesi çok daha büyük bir savaşın gerektirdiği altyapıdan ve manevi hazırlıktan hemen hemen tümüyle yoksun bulunan Osmanlı devletinin en az gereksinim duyduğu şey herhalde Birinci Dünya Savaşı mezbahasına sürüklenmekti. Buna rağmen Türkiye, sadece bir kaç üst düzey yöneticinin kararı ve inisiyatifiyle bu bir savaşa balıklama atıldı. 2 Ağustos 1914’te, Alman elçisi Hans von Wangehheim’ın dayatması ve sadece dört üst düzey yöneticinin -Sadrazam Sait Halim Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa, Savaş Bakanı Enver Paşa ve Mebusan Meclisi Başkanı Halil Bey- kararıyla Türkiye ile Alman arasında bir askeri bağlaşma anlaşması imzalandı. Bundan sekiz gün sonra, yani 10 Ağustos 1914’te İngiliz savaş gemilerinden kaçan -ve Yavuz ve Midilli adlarını alacak olan- Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisi, sadece Enver Paşa’nın aldığı bir kararla Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Türkiye’ye sığındı. Daha sonra, gene sadece Enver Paşa ile Cemal Paşa’nın aldığı bir kararla Karadeniz’e açılan bu iki Alman savaş gemisinin 29 Ekim 1914’te Rus limanlarına saldırması üzerine Türkiye kendisini Birinci Dünya Savaşı’nın içinde buldu. Bu ise; yüzbinlerce asker ve sivilin ölümüne, ülkenin daha da yoksullaşmasına ve Osmanlı devletinin yıkımına yol açan ve bu arada Ermeni, Rum ve Süryani halklarına karşı girişilen terör, kıyım ve mülksüzleştirmeye uygun ortam yarattı. Bütün bu kararların alınmasında, görüşlerini bir sömürge valisi edasıyla Osmanlı yöneticilerine dayatan ve Osmanlı bakanlarını bile azarlamaktan çekinmeyen Alman elçisi Hans von Wangehheim ile hızla yükselen ve daha 32 yaşında savaş bakanlığı koltuğuna oturan ve edimsel olarak Osmanlı ordularının başkomutanı olan “Almanların sadık dostu” Enver Paşa son derece önemli, hatta belirleyici bir rol oynayacaktı.
Türk burjuvazisi ve devletinin sahici bir devlet geleneği ve bir devlet aklı olmadığının bir başka göstergesi, onların son yıllara kadar Türk-Kürt sorunu karşısında takındıkları histerik ve irrasyonel tutumdur. Burada bu tutumu, ABD ve ortaklarının Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Şubat 1991’de giriştikleri İkinci Körfez Savaşı örneği üzerinden betimlemeye çalışacağım.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın çok istekli olmasına, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in görevinden uzaklaştırılması için elden gelen herşeyin yapılmasını, hatta bu çatışmayı fırsat bilerek Misak-ı Milli sınırları içinde olan Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye katılmasını savunmasına rağmen Türk gericileri, ‘‘Çöl Fırtınası’’ adı verilen İkinci Körfez Savaşı’nda doğrudan yer almadılar. Ama bu onların, emperyalist efendilerinin yanında saf tutmadıkları anlamına gelmiyordu. Irak’ın kısa sürede yenilgiye uğradığı bu savaştan sonra bu ülkeye karşı alınan ABD güdümlü BM ambargo kararlarını “ilk uygulayan” ülke, Habur sınır kapısını ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatan Türkiye oldu. Ancak Irak’a uygulanan insanlık-dışı ambargodan ve Irak ekonomisinin bu yolla çökertilmesinden Irak’ın yanı sıra Türkiye de zarar gördü. Hazine Müsteşarlığı’nın 2001’e ilişkin resmi rakamlarına göre Irak ambargosunun Türkiye ekonomisine doğrudan faturası o güne kadar 35-40 milyar doları bulmuştu. Ne var ki, yitirilen pazarlar, azalan ihracat, artan işsizlik, kapanan şirketler, onbinlerce kamyon ve TIR’ın atıl kalması ve müteahhitlik sektörünün zararları da hesaba katıldığında bu fatura on yılda 100 milyar dolara kadar çıkıyordu. Aslında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal da bunu kabul etmiş ve ABD’ni, Türkiye’nin zararlarını karşılayacağı yolundaki sözlerini yerine getirmediği için eleştirdiği bir CNN mülakatında şöyle demişti:
‘‘Bize verilen sözler tutulmadı. Gürlüyorlar ama bir türlü yağmur olup yağmıyorlar.’’
Ama ambargonun, Türk gericileri açısından yol açtığı daha önemli sorunlar vardı. Irak halkını aç, ilaçsız, elektriksiz vb. bırakarak milyonlarca kadın, çocuk ve yaşlının ölümüne yol açan bu uygulamanın bir diğer sonucu, Irak Kürtleri’nin ve PKK’nın güç kazanması oldu. (Burada okurların, bugünkü durumun aksine o sıralar Türk gericilerinin, özerklik de içinde olmak üzere her türlü Kürt siyasal oluşumuna kesinlikle karşı olduklarını anımsamaları gerekiyor.) Neden? Çünkü ABD ve Britanya 1991 savaşının ertesinde, sözümona Kürt halkını korumak için Irak’ın 36. paralelin kuzeyinde ve gene sözümona Şii halkını korumak için de 33. paralelin güneyindeki bölümlerini “uçuşa yasak bölge” ilân etmiş, Irak savaş uçaklarının buralara girmesini yasaklamış, bu yasağı uygulamak ve denetlemek için Temmuz 1991’de, Irak hedeflerini yıllardır keyfi bir tarzda bombalayan ve Çekiç Güç adı verilen bir ortak hava gücü oluşturmuşlardı. Ancak, ABD ile Britanya’nın Güney Kürdistan’ı “koruma” altına almak amacıyla attıklarını ileri sürdükleri bu adım Türk gericilerinin “Kürt devleti” paranoyalarının -bu kez kısmen haklı olarak- canlanmasına neden oldu. Bir dizi üst düzey askerî ve sivil yetkili, üstelik Türkiye’deki İncirlik ve Türkiye Kürdistanı’ndaki Pirinçlik hava üslerinde konuşlanan Çekiç Güç’ün hem Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin oluşumuna, hem de PKK’ya katkıda bulunduğunu ileri sürdüler. Asıl ilginç olanı da şu: Türk gericilerinin bu, hiç de gizlenmeyen kaygılarına rağmen TBMM Aralık 2002’ye, yani ABD’nin Mart 2003’de Irak’a karşı gerçekleştireceği son saldırının birkaç ay öncesine kadar her altı ayda bir Çekiç Güç’ün süresinin uzatılmasını onayladı. Yani gerek askerî klik ve gerek burjuva hükümetleri Çekiç Güç’ü ve Aralık 1996’da onun yerini alan Keşif Güç’ü desteklediler; onlar başından beri, bu güçlere bağlı ABD ve Britanya uçaklarının Türkiye’den kalkarak Irak topraklarındaki “uçuşa yasak bölgede”ki askerî ve sivil hedefleri bombalamasına ve Güney Kürdistan’ın ABD, İsrail Britanya vb. istihbarat servislerinin cirit attığı bir alan hâline getirilmesine suç ortaklığı etmeye devam ettiler.
Milletvekilliği, anayasa komisyonu başkanlığı, Avrupa Konseyi başkan vekilliği gibi görevlerde bulunan kıdemli burjuva politikacısı Cevdet Akçalı, 21 Temmuz 2003 tarihli köşe yazısında konumuz açısından çok önemli bir değerlendirme aktarmıştı. O bu köşe yazısında, 12 yıl önce, yani 1991’de, içinde yeraldığı TBMM Dışişleri Komisyonu üyeleriyle birlikte Britanya parlamentosunu ziyaret ettiğini belirttikten sonra şunları yazmıştı:
“İngiliz Parlamentosu Dışişleri Komisyonu’nu ziyaretimiz sırasında, komisyon başkanı aynen şunları söylemişti:
“ ‘Siz Kuzey Irak’ta, Saddam’ın otoritesinin olmadığı bir bölge kurmak istiyorsunuz. Böyle bir bölgenin oluşturulması orada bir otorite boşluğu yaratacaktır ve bu boşluk, o mıntıkada bir ‘Kürt devletinin’ kurulmasına imkân verecektir. Böyle bir ihtimali hiç dikkate almıyor musunuz?’…
“Aradan on yıl geçti. İngiliz parlamenterin söyledikleri aynen gerçekleşti. Orada bir otorite boşluğu yaratıldı. Bu boşluktan yararlanarak PKK oraya yerleşti. Mahalli Kürt grupları, kendi parlamentolarını oluşturdular. Amerika ve İngiltere, Türkiye’yi bir kenara iterek, kendi planlarını uyguladılar.
“Öyle ki, ne gücümüz Çekiç Güç’ü geri göndermeye yetti, ne de onların, ülkemiz aleyhine bütün sinsi faaliyetlerini, bilmemize rağmen engelleyebildik.” (“Kuzey Irak’ta Olanların Geçmişi”, Yeni Şafak, 21 Temmuz 2003) Akçalı daha sonra, ABD işgal kuvvetlerinin 4 Temmuz 2003’de Irak’ın Süleymaniye kentindeki karargahlarına baskın yaparak gözaltına aldıkları 11 Türk ordusu mensubunun başına çuval geçirilmesi olayına göndermede bulunarak sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Bu geçmişi bilmeden, ‘Kuzey Irak’ta neler oluyor? Askerlerimize bu muamele neden yapılıyor?’ sualine cevap vermemiz mümkün değildir. Kaba bir benzetmedir amma, Türkiye ava giderken avlanmıştır.
“Amerika ve Batı dünyasında Türkiye, elinden lokması kolay alınan, uysal bir ülke durumundadır. Bu imajın düzeltilmesi de çok zordur. Çünkü, Türkiye denince Amerika’nın aklına Türk ordusu ve onun generalleri gelmektedir…” (aynı yerde)
Evet; Cevdet Akçalı’nın adıgeçen İngiliz politikacının ağzından aktardığı tanıklıkla Türk gericilerinin bir devlet geleneği ve devlet aklı olmadığını bir kez daha, hem de çarpıcı bir biçimde doğruladığını söyleyebiliriz.
Belki bütün bunlara Türk yöneticilerinin, Abdullah Öcalan’ın gerici bir Türk-Kürt bağlaşması kurulması önerisini, hem de yıllardır inat ve ısrarla kabul etmeye yanaşmamasını ve görmezden/ duymazdan gelmesini ekleyebiliriz. Öcalan ve diğer PKK/ KCK liderleri böylesi bir bağlaşmanın, aslında Türk burjuvazisinin ülke içindeki konumunu pekiştireceğini ve güç ve nüfuzunu arttıracağı Türk burjuva devletini Ortadoğu bölgesinde lider ülke haline getireceğini söyleyip duruyorlar. Ne var ki, hemen hemen tüm Türk askeri ve sivil yöneticileri, akademisyenleri ve köşe yazarları görülmemiş bir aymazlıkla ve yakın zamana kadar, Öcalan’ı “bölücü” olarak nitelendirmeyi ve onun bağımsız bir Kürdistan’dan yana olduğunu dile getiren bir yaygara kampanyasını sürdürmüştü. Oysa PKK lideri Kürt ulusal hareketinin, 20 yıl öncesinden, yani en azından 1994’ten bu yana, bağımsız Kürdistan düşüncesinden vazgeçtiğini, asıl istediklerinin Türkiye sınırları içinde eşit haklar ve Kürt ulusal kimliğinin tanınması olduğunu pek çok kez açıklamıştı. Örneğin Öcalan, 6 Aralık 1994’de Budapeşte’de toplanan AGİK doruğunda biraraya gelen emperyalist ve gerici burjuva devlet yöneticilerine yönelik olarak ilettiği açıklamasında şunları söylemişti:
“Bizim Türkiye’den istediğimiz bir siyasi diyaloga imkan hazırlamasıdır. Bizim, söyledikleri gibi Türkiye’yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan’ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim, Türkiye ile birlikteliğe ihtiyacımız vardır. Mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal nedenler, uzun bir süre birlikte yol almamız gerektiğini halklar arası ilişkilerin demokratik temelde düzenlenmesinin her iki halkın çıkarlarına çok uygun olduğunu açıkça ortaya koyuyor…. Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye’yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi sözkonusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu Türkiye’nin birliği ya da bütünlüğü değildir… Bizim amacımız, zorla da dayatsalar ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir. (Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut- G. A.) Özal da söyledi. (Başbakan Yardımcısı Murat- G. A.) Karayalçın da söyledi. Federasyon diyorlar. Bazı biçimler o kadar önemli değildir. Türkiye’nin bütünlüğü içinde çok çeşitli çözüm yolları vardır. Bir çok federe devlet sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. İngiltere bile şimdi İrlanda sorununu diyalog ile çözüyor. Bu örnekleri gözönüne getirerek herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışılabilir.” (Özgür Ülke, 6 Aralık 1994)
Öcalan’ın bu sözlerinde anlatımını bulan bu çıplak ve basit olguyu bile kavrayamayan, ya da daha da kötüsü kavradığı halde çarpıtan ve bu çarpıtmadan hareketle yıllardır bir Türk-Kürt çatışmasını kışkırtmaya çalışan Türk yöneticilerinin ve devletlu aydınlarının, sözcüğün olumlu anlamında bir devlet aklına sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da Türkler’in geçmiş yüzyıllarda kurmuş oldukları devletlerin deneyimlerinden ders çıkarma ve bu deneyimi bugün karşı karşıya gelinen sorunların çözümünde kullanabilme yetisine sahip olduğunu? Elbette hayır. Herhalde satırlarıma, ırkçı-faşist yazar ve ideolog Nihal Atsız’ın şu sözleriyle son vermem uygun düşecektir:
“Adama sorarlar: Elli devlet kurdun da neden hiçbirini yaşatamadın? Neden kala kala orta çapta bir Türkiye Cumhuriyeti’ne kaldın? Zoraki tarih bilginleri tabii bu sorunun cevabını veremeyeceklerdir. Çünkü tarihî gerçek hiç de öyle değildir. 16 veya 50 devlet kurulmuş değildir. Gerçekte anayurtta bir, nihayet iki devlet kurulmuş, anayurt dışında da buna üç beş devlet daha eklenmiştir. O kadar.” (Aktaran Ayşe Hür, “Türkler Mu’dan mı Ergenekon’dan mı?”, Taraf, 11 Mayıs 2008)
DİPNOTLAR
(1) İsviçre’nin Montrö kentinde 22 Ocak’ta başlayan, ancak beklendiği gibi başarısızlıkla sonuçlanan Cenevre görüşmelerinin ardından ABD ve ortakları Suriye’ye askeri saldırı olasılığını yeniden gündeme getirdiler. Montrö’de Suriye hükümetine, Suriye içinde hiçbir gücü ve etkisi olmayan ve Washington’un basit bir uzantısından başka bir şey olmayan Suriye muhalefetiyle ortak bir geçiş hükümeti oluşturulması için baskı yapmaya kalkan ABD heyeti, görüşmelerin sonuna doğru provokatif bir açıklama yaptı. Buna göre Kongre bir süre onca “gizli” bir yasa onaylamış ve ABD Eylül ayından itibaren rejim-karşıtı güçlere milyarlarca dolar silah yardımı yapmaya başlamıştı. Tabii bu, ABD’nin aylar önce yaptığı ve muhaliflere silah yardımını durdurduğu yolundaki açıklamasının kuyruklu bir yalan olduğunu ve ABD heyetinin Cenevre görüşmelerine katılmasının göz boyamaktan başka bir anlam taşımadığını bir kez daha kanıtlamış oldu. Bu arada Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin CIA’nın denetim ve yönlendirmesi altında terörist gruplara silah göndermeyi sürdürdüklerini de unutmayalım.
Öte yandan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Montrö’de; kimyasal silahları taşıma işlemlerinin yavaş yürüdüğü savını ileri sürdü. Ona göre Şam, BM “Güvenlik” Konseyi’nin bu işlemleri düzenleyen 2118 Sayılı Kararına uymamıştı. Kerry’e göre bu, ABD ve ortaklarına BM Sözleşmesi’nin 7. Maddesi uyarınca Suriye’ye karşı askeri operasyon yapma hakkını veriyordu. (Bu maddenin Libya’ya saldırmak, orada meşru hükümeti devirmek ve 50,000’e yakın insanın ölümüne yol açan emperyalist müdahalede kullanıldığını anımsatayım.) Oysa Suriye hükümeti, kimyasal silahları taşıma işlemlerinin tamamlanması için kendisine çok kısa bir süre tanındığını ve bu işlemlerin gerçekleştirilmesinin, ABD ve ortaklarının beslediği terörist grupların saldırılarının damgasını vurduğu bir savaş ortamında hiç de kolay olmadığını belirtiyor.
http://istanbul.indymedia.org/tr/haber/t%C3%BCrkiyede-bir-devlet-gelene%C4%9Fi-ve-devlet-akl%C4%B1-var-m%C4%B1
İlkeler ve kurumlar
Sedat LAÇİNER
En büyük şehir efsanemiz ‘Türklerin bin yıllık bir devlet geleneğine sahip olduğu’ yalanıdır. Bugün yaşadıklarımız bu koca efsanenin çöküşünün en güzel örneklerinden biridir.
Bugün yargı ile yürütme kavgalı; hatta iki erk kendi içinde bile sorunlu… Polis ile amirleri arasındaki, başsavcı ile savcılar arasındaki, HSYK ile hükümet arasındaki ilişkiler sağlıklı bir devlette görebileceğimizin çok ötesinde…
Ortalık toz duman, ancak bizler sadece isimleri ve olayları konuşuyoruz, bin yıllık devlet geleneğini ise ortada gören yok… Çünkü ortada bir devlet geleneği yok.
Devlet geleneği
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken Osmanlı olan ne varsa yok ederseniz; devleti millete karşı örgütlerseniz; her askeri darbede devletin hafızasını sıfırlar, ülkenin siyasilerini hapsederseniz; kitapları yakar, kütüphaneleri boşaltırsanız; insanları her daim ideoloji merkezli kamplara bölerseniz; devletin varlığını milletin kendi içindeki kavgalarına bağlarsanız; liyakati değil de sadakat adına dalkavukluğu tercih ederseniz; savcıların evlerinin önünde bomba patlatarak yargıyı sindirir, kendi vatandaşınıza insan dışkısı yedirecek kadar ileri giderseniz bu topraklarda ne devlet oluşur, ne de devlet geleneği.
Devlet geleneği sadece ‘devlet’ adlı içi boş bir kavramı kutsayarak ortaya çıkmıyor. Devlet geleneği demek yasama, yürütme ve yargı başta olmak üzere devlet aygıtını oluşturan aktörlerin ilişkilerinin zamanla damıtılarak güçlü ilişkilere ve kurumlara ulaşması, toplumda herkesin saygısını kazanması demektir.
İlişkiler ne kadar objektif olursa ve teknik kurallara bağlanabilirse ilişkiler de o kadar sağlıklı gelişir. Sağlıklı ve uzun soluklu ilişkiler toplamı ise güçlü kurumlar demektir. Bu durumda, güçlü devlet, sağlıklı ilişkiler ve güçlü kurumlar demektir. Bizim ise ne yazık ki güçlü bir devletimiz olduğunu hala söyleyemeyiz.
Örümceğin evi
Kurumlarımız arasındaki ilişkilere baktığımızda ‘örümceğin evi’ gibi bir durumla karşı karşıyayız… Hiç kimse kusura bakmasın bunun suçunu ne yabancı güçlere, ne de sadece tek bir gruba yüklemek mümkündür. Her ülkede cemaat benzeri gruplar var. Örneğin masonlar bizdeki cemaatten çok daha güçlü ve kapalı bir yapıdır ve devletlerin içinde örgütlenmiştir. Aynı şekilde Batı’da da pek çok Hıristiyan tarikatı devlet içinde kendine özgü bir ağ oluşturmuştur. Yahudilerin ABD devleti içindeki dayanışması da aslında büyük bir cemaat faaliyeti gibidir.
Güçlü devletler bu tür sorunları hukukun üstünlüğü, herkesin saygı duyduğu kurallar ve güçlü kurumlar ile aşarlar. Eğer kurallar kişilere, zamana ve zemine göre değişiklik gösteriyorsa ve kurumlar sadece başındakinin performansı ile ölçülecek kadar zayıfsa o ülkede 10 yılda bir kaos çıkar. Bu kaos bazen askeri darbe olur, diğer bir zaman ise sosyal veya başka bir patlama.
Sözün özü, bizim sistemimizde asıl sorun cemaat benzeri yapıların çok güçlü olması değil, devletin çok zayıf olmasıdır. Her gün kutsadığımız devlet aslında çıplaktır ve bu durum son krizde her haliyle ortaya çıkmıştır. Ekonomideki ve diğer alanlardaki başarılarımız kurumsallaşamamıştır ve daha çok birkaç kişinin olağandışı gayretleri ile ilerlemektedir. Türkiye için asıl tehlikeli olan da budur.
Söylediklerimin halen krizle boğuşanlar için pek bir şey ifade etmediğinin farkındayım. Herkes can derdindeyken ben, ilkelerden ve kurumlardan bahsediyorum. Yangın çatıları sararken, insanlar can havliyle koştururken ben itfaiyenin eksiklerinden bahsediyorum belki de, ancak gerçek durum da budur…
http://haber.stargazete.com/yazar/ilkeler-ve-kurumlar/yazi-822075
İt Dalaşı, Seçimler ve Bağımsız Sınıf Tutumu
Levent Toprak
Şubat 2014, no:107
17 Aralıktaki yolsuzluk operasyonuyla başlayan siyasi kriz olgunlaşarak devam ediyor. Kavganın tarafları yeni hamlelerle hasarlarını asgariye indirmeye, karşı tarafa azami hasarı vermeye ve mevzilerini güçlendirmeye çalışıyorlar. Gün geçmiyor ki flaş bir gelişme olmasın. Ülke medyası kadar uluslararası medya da bu heyecanlı hikâyeye dâhil olmuş durumda. BBC’den tutun, New York Times’a, Washington Post’a, Wall Street Journal’a kadar dünyanın en büyük ve kilit medya organlarının başköşelerinde bu konuya yer veriliyor, Türkiye hakkında değerlendirmeler yapılıyor.
Marksist Tutum’un geçen sayısındaki değerlendirmede de vurgulandığı üzere, bir yandan yolsuzluk boyutu bir yandan da cemaat ile Erdoğan şürekâsı arasında bir iktidar kavgası boyutu içermekle birlikte, süreç bunlardan ibaret değildir. Yaşanan kapışmanın ve gelişmelerin asıl dinamiği uluslararası düzeydedir. Türkiye’nin dünya ve bölge içindeki konumunun ve politikalarının ne olacağı ile ilgili hususlar asıl belirleyici niteliktedir. Özetleyecek olursak: Esasen Erdoğan’ın temsil ettiği ve Batılı büyük emperyalist güçlerin politikalarıyla yer yer inatçı bir zıtlaşmaya varan, hırsı çapından büyük “maceracı” türde bir alt-emperyalist yöneliş, özellikle Batılı büyük emperyalist merkezlerde biriken memnuniyetsizliği bir kırılma noktasına taşıdı. Bununla da bağlantılı olarak Erdoğan ekibinin içeride çeşitli büyük sermaye kesimlerini dahi baskılamaya yönelen otoriterleşmesi bu sermaye kesimlerinin Erdoğan’dan kurtulma çabalarını arttırmıştır. Bu hem Batılı büyük emperyalist güçler açısından hem de içteki çeşitli büyük sermaye grupları açısından aciliyet kazanmıştı, çünkü Erdoğan Türkiye’yi bir on yıl kadar daha, üstelik bir “başkan baba” olarak yönetmeye hazırlanmaktaydı. Yeni bir Putin, bölge ve dünya dengeleri açısından da Türkiye’nin iç dengeleri açısından da kabul edilebilir bir şey değildi.
Sonuç olarak tam da Erdoğan’ın başkanlık ya da cumhurbaşkanlığı planlarını somutta hayata geçireceği seçimlerin ve olası halk oylamalarının yapılacağı kritik 2014 yılına girilirken süreç başlatıldı. AKP döneminde ayyuka çıkmış yolsuzluklar konu edilerek ve ilgili adli ve polisiye süreçleri yürütebilmek üzere Gülen Cemaati sahaya sürülerek politik operasyona girişildi. Bu gelişmeler somut olarak ilk planda önümüzde uzanan 1-1,5 yıllık süreçteki bir dizi seçimle bağlantılıdır. Tüm aktörler önümüzdeki seçimlere odaklanmış durumdadırlar ve hamleler öncelikle ve dolaysız olarak seçimler bağlamında gerçekleştirilmektedir.
Daha önce de dikkat çektiğimiz üzere, seçimler ve bu bağlamdaki diğer gelişmeler Türkiye’nin sonraki seyri açısından kritik bir süreci ifade etmektedir. Sınıf bilinçli işçiler bu önemli sürecin politik niteliğini iyi kavramak ve doğru tutumlarla işçi sınıfının bağımsız sınıf siyasetinin yol göstericisi olmak durumundadırlar. Bu zorlu süreçte doğru bir teoriye dayanan sağlam sınıf pusulasının önemi daha da artmaktadır.
Siyasal güçlerin hareket tarzı ve işçi sınıfı
Şimdi sahne önünde Erdoğan şürekâsı ile Gülen Cemaati arasında bir kapışma kıran kırana yürümekte. İşçi sınıfı açısından daha baştan net olmak gerek. Bu her iki güç de burjuva güçlerdir ve aralarındaki mücadele bir iktidar mücadelesidir. Her iki güç de işçi sınıfının düşmanıdır, her ikisi de işçileri sömürmek, maddi ve manevi baskı altında tutmak ve gerektiğinde savaşlara sürmek için birbiriyle yarışmaktadır. Her ikisi de özgürlükçü olmayıp, baskıcıdır. Sermaye gericiliğinin bu iki büyük siyasi gücü işçi sınıfının hedef tahtasından başka yeri hak etmiyor. Şu anda medya üzerinden yürüyen propaganda savaşında her iki taraf da geniş emekçi yığınların beynini bulandırmaya, onları kendi yanlarına çekmeye çalışıyor. Kendi taraflarını haklı ve temiz, karşı tarafı haksız ve kirli gösterme gayreti içindeler. Gerçekte ne yolsuzluklar bakımından ne de komplolar tezgâhlama açısından herhangi biri ak paktır. Bunlar işçi sınıfının gaspedilmiş emeği üzerinde sefahat şatoları inşa eden, onun kanıyla beslenen ve ona sadece lütufmuş gibi kırıntılar bahşeden sermayenin değişik öbekleşmeleridir yalnızca.
Ama sahnenin ön planındakilerden ibaret değildir kavgadaki güçler. Şimdi Gülen Cemaati, TÜSİAD ve CHP, hükümetin karşısında aynı cephede yer alıyorlar. Ve bu cephenin de uluslararası planda asıl olarak Amerikan emperyalizmi tarafından arkalandığı, uzun sözü gerektirmeyecek kadar açık bir olgudur. En az o kadar açık bir olgu da bu güçlerin hepsinin de keza işçi sınıfının düşmanı olduğudur.
Bunun karşısında ise hükümet yer alıyor hiç kuşkusuz. Onunla kader birliği etmiş sermaye grupları ve dini cemaat örgütlenmeleri onun etrafındaki cepheyi oluşturuyorlar. Bu cephenin arkasında uluslararası planda aktif ve etkili bir güç şu ana kadar görünmüş değil. Söz gelimi bir Çin ya da Rusya’nın hükümet yanında “topa girdiği” söylenemez. Hiç şüphesiz hükümetin asıl politik sermayesi geniş kitlelerin şimdiye dek sürmüş oy desteğidir. AKP, başta alternatifsizlik olmak üzere bir dizi faktörün bileşimi sonucunda emekçi yığınların gözünü 10 yılı aşkın bir süredir boyamayı başarmış durumdadır. Zaten AKP’nin olağan seçim yarışıyla alt edilmesi diğer burjuva güçlere pek olası görünmediği için, olağanüstü araçlara başvurma anlamına gelen yolsuzluk soruşturmaları, gizli ses ve görüntü kayıtlarına dayanan yıpratma kampanyaları, uluslararası planda küçük düşürücü polisiye operasyonlar vb. yürütülmektedir. Ve elbette AKP’nin de eli armut toplamamakta, o da aynı araçlarla mukabele etmektedir. Dolayısıyla her türlü kirli yöntemin devreye sokulduğu, tamamen kirli bir politik süreç önümüzde uzanmaktadır.
İşçi sınıfının böylesi bir süreçte bu sömürgen ve kirli güçlerin hiçbirisiyle işinin olmaması gerektiği açıktır. Dahası, bu sürecin kendisi kimin galip geleceğinden bağımsız olarak, baskıların artmasını ve şu ya da bu biçimde rejimin otoriterleşme eğiliminin güçlenmesini beraberinde getirmektedir. Taraflar karşılarındaki güçleri alt etmek için daha fazla güce ihtiyaç duymakta, bu ihtiyaç tüm iplerin bir elde toplanması eğilimini kışkırtmaktadır. Bunu şimdi yapanın AKP olması kimseyi aldatmamalıdır. Karşı taraf da aynı eğilimleri taşımakta ve fakat sadece elinde hükümet gücü olmadığı için somut değişiklikler yapamamaktadır. Ama her türlü anti-demokratik, özgürlük düşmanı yöntemleri kullanma konusunda bu cephenin elinin temiz, alnının ak olduğunu kim söyleyebilir? Kim iktidara gelirse tüm ipleri kendi elinde toplamak için mümkün olan her şeyi yapacaktır. Söz gelimi AKP alaşağı edildiğinde, onun yerini alacak güçler AKP’nin kalıntılarını “temizlemek” için aynı araç ve yöntemleri kullanacaklardır.
CHP ve Cemaat güçlerinin bir biçimde AKP’yi alt ettiği bir Türkiye’yi düşünelim. AKP’nin gitmesine en son üzülmesi gereken işçi sınıfı olurdu elbette. Ama bunun, Türkiye işçi sınıfı açısından ve örneğin ülkenin en yakıcı siyasal sorununu oluşturan Kürt sorunu açısından daha olumlu bir ortam anlamına geleceğini kim söyleyebilir? Doğru yaklaşım, bunların hepsinin birbirinden kötü olduğunu net biçimde görmek ve ona göre tutum almaktır.
Bu tür otoriterleşme süreçlerinde asıl darbeyi emekçi kitlelerin ve demokratik muhalefet dinamiklerinin aldığını unutmamalıyız. Grev hakkının, sendikalaşmanın vb. daha da tırpanlandığı düzenlemeler bu tür süreçlerin doğal parçası olarak önümüze gelirler. Emperyal emeller doğrultusunda hava yollarına yüklenen önem dolayısıyla THY’de yaşananlar henüz tazeliğini korumaktadır.
Bu süreçte sanki bazı olumlu ve demokratik gelişmeler oluyormuş gibi görmek ya da böyle bir beklenti içinde olmak yanlıştır. Uzun süredir tutuklu olan çeşitli kişi ve çevrelerin salıverilmeye başlanması, bazı davalarda yeniden yargılama süreçlerinin başlatılması girişimleri vb. özellikle iyi anlaşılmalı, doğru değerlendirilmelidir. Yukarıda genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz güçler dizilişi içinde, hükümet, karşı cephenin genişlememesi için kendince bir taktik çizgi izlemektedir. Burada iki önemli gücü karşı cephenin saflarına kaptırmamak için taktik manevralar yapmaktadır. Bu güçler Kürt hareketi ve ordudur. Hükümet, hem uzun süredir Kürt hareketi ve diğer demokratik ve sosyalist güçler tarafından mücadeleyle talep edilen tutuklu Kürt vekillerin serbest bırakılmasını sağlamış, hem de Kemalist-statükocu güçlerin bazı unsurlarını salıverdirmiştir. Birçok baskıcı, anti-demokratik uygulama da kaşla göz arasında tümüyle Cemaatin üzerine yıkılmıştır bu arada. Siyasal konularda uzun zamandır sessiz olan ordu da hükümetin bu yaklaşımına dayanarak devreye girmiş ve hem ordu mensuplarının yeniden yargılanması hem de onlara karşı bir “komplo” yapılmışsa bunun cezalandırılması talebini dillendirmiştir.
Hükümetin bu taktik çizgisi sonuçlarını vermekte gecikmemiştir. Kürt hareketi hükümetin destekçisi bir konumda olmamış, karşı cepheye de iltihak etmemiştir. Öte yandan özellikle hassas bir konumu olan ordu da en azından şimdilik saha dışında tutulabilmiştir. Dahası ordunun ötesinde Kemalist-statükocu cenahta da, tabir caizse bir bölünme yaratılmıştır. Bir bölüm bu kapışmada hükümet karşısında yer almaya öncelik ve ağırlık verirken, diğer bir bölüm asıl olarak Cemaat karşısında yer almaya öncelik ve ağırlık vermektedir.
İçlerinde tek tük bazı bireylere hukuki süreçlerde haksızlıklar yapıldığı doğru olsa da, darbe tezgâhları içinde olduklarına dair en küçük bir şüphemiz olmayan Kemalist-statükocu güçleri bir kenara koyacak olursak, Kürt hareketi bağlamında şunu söyleyebiliriz. Milletvekillerinin salıverilmesi Kürt hareketinin de ifade ettiği gibi büyük önem taşımamaktadır. Asıl önemli olacak olan Kürt sorunu bağlamında gerçekten ciddi bazı adımların atılmasıdır. Hükümetin ÖYM’leri (Özel Yetkili Mahkemeler) kaldıracağını ve TMK’yı (Terörle Mücadele Kanunu) “ayıklayıp” kalan hususları ceza yasası içine alacağını söylemesinin anlamını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ama buradan aman aman bir “özgürlük paketi” çıkacağını ummak doğru değildir. AKP her zaman yaptığını yapacaktır. İsim değiştirilerek, yer yer belki küçük bazı olumlu değişiklikler, ama yer yer de eskisinden daha kötü ve baskıcı düzenlemeler gündeme getirilecektir. Olumlu değişiklikler davulla zurnayla ilan edilip, diğer yönler hasıraltı edilmeye çalışılacaktır.
Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke konumuna geldiğini ısrarla vurguluyoruz. Bugün yaşananları yerli yerine oturtmak, doğru anlamak ve devrimci doğrultuda doğru tutumlar geliştirmek istiyorsak bu gerçeği iyi kavramalıyız. Türkiye bu Ortadoğu coğrafyasında bu aşamaya gelmiş bir bölge gücü olarak artan ölçüde diğer ülkelerin iç işlerine karışmakta, çatışmalı süreçlerin artan ölçüde tarafı ve müdahili olmakta ve bunun sonucunda daha militaristleşmekte, baskı aygıtlarını daha fazla geliştirip rafine etmektedir. Bugün yaşanan internet sansürü ve baskılarını basitçe AKP’nin özel sıkışmışlığının bir ürünü olarak görmek yüzeysel bir değerlendirme olur. Keza daha itaatkâr ve kanaatkâr bir işçi sınıfı yaratmak için izlenen muhafazakâr politikaları da aynı gözle görmek gerekir. Türkiye burjuvazisi dünya ölçeğinde yükselen yeni bir güç olmak istiyorsa baskıcı politikalar bunun doğal bir sonucudur.
Dahası içteki devlet krizi ve belirsizliğin dünya ölçeğinde ekonomik konjonktürdeki önemli değişimlerle üst üste gelmesi nedeniyle, son haftalarda ülkede fiilen bir devalüasyon yaşanmıştır. Çoğu tüketim ürününün ve ara ürünlerin ithalata bağlı olduğu düşünüldüğünde ve dahası enerjinin dışa bağımlı olduğu göz önüne alındığında, bu durum hayat pahalılığında ciddi bir artışı beraberinde getirmektedir. Eğer gelişmeler aynı istikamette devam ederse, döviz cinsinden borçları olan tüm firmaların borçları giderek ödenemez hale gelecek ve iflaslar sökün edecektir. Bunun işçi sınıfı için anlamı açıktır. İşsizlik, reel ücretlerin daha da düşürülmesi, iş saatlerinin daha da uzaması, sosyal haklarda yeni kayıplar, işsizlik fonu gibi işçilerin fonlarının burjuvazi tarafından daha fazla yağmalanması, yoksulluğun artması vb.
Solun hali ya da Stalinist dogmaların iflası
Sürecin niteliğini ve eğilimlerini doğru okumanın önemli olduğunu başından beri vurguluyoruz. İçinden geçilmekte olan bu son süreç Türkiye’de ve bölge çapında önemli değişimleri işaret eden geniş kapsamlı bir süreç olduğundan ayrıca önem taşımaktadır. Siyasal dengeler, ittifaklar değişmektedir. İşçi sınıfının bağımsız siyasetinin örülmesi açısından, bu süreçte siyasal güçlerin nasıl dizildiğini, bunun anlamını işçi sınıfının öncü unsurları iyi kavramalıdır.
Doğru bir teori olmadan doğru bir pratik de olamaz. Türkiye sosyalist solunun son ayların gelişmeleri karşısındaki haline bakınca bunun önemini bir kez daha ve çarpıcı biçimde görebiliyoruz. Kestirmeden giderek söyleyelim: sosyalist solun önemli bölümü bu son politik sürecin gerçek niteliğini açıklama konusunda tam anlamıyla iflas etmiştir. Sahip olduğu Stalinist dogmalar nedeniyle bir kez daha kendini gülünç duruma düşüren tahliller yaparak aczini ortaya koymuştur. Söz konusu sol kesimler bir yanda kapitalizmin ve onun en yüksek aşaması olarak emperyalizmin doğasını Marksist temelde kavrayamamanın, bir yanda da din konusunda Marksizmin çizgisini anlayamamanın, bunun yerine küçük-burjuva kısır Stalinist dogmalara sarılmanın hazin sonuçlarıyla karşı karşıyadırlar.
Biraz açacak olursak, söz konusu çevreler özde milliyetçi bir anti-emperyalizm anlayışına sahip olduklarından, ne Erdoğan’ın izlediği dış siyaseti ne de Türkiye’de egemen sınıf içindeki kapışmaların gerçek doğasını ve boyutlarını çözümleyebilmişlerdir. Yakın zamana kadar Erdoğan’ı ABD emperyalizminin ve TÜSİAD’ın bir kuklasıymış gibi ve ayrıca da, din kabuğu nedeniyle diyelim CHP’den daha gerici bir siyasi parti olarak ele almışlardır. Böylece Türkiye kapitalizminin gelişimini küçümsemiş, görmezden gelmiş ve doğal olarak onun dünyanın 17. büyük ekonomisi durumuna gelmesini, emperyal amaçlar güden kapitalist bir bölge gücü olarak alt-emperyalist aşamaya yükselmesini ve bu noktada büyük emperyalist güçlerle de çelişkilere düşebileceğini tutarlı biçimde anlayamamışlardır.
Erdoğan ve şürekâsını farklı bir sermaye kesiminin ve kendine özgü bir emperyal siyasetin yürütücüsü olarak göremeyen, onu ABD’nin kuklası ya da basitçe taşeronu olarak algılayan bir zihniyetin, bugün ABD’nin onu götürmek istemesini anlaması ve tutarlı biçimde açıklaması elbette mümkün değildir. O nedenle söz konusu çevrelerin yayınlarında analiz namına tutarsızlıklar ve zigzaglar cirit atmaktadır. Ya tutarsızlığı gözden saklamak üzere tüm dikkat yolsuzluk hadiselerine odaklaştırılmaya çalışılmakta ya da ABD’nin Erdoğan’dan “vazgeçişi” isteksizce kabul edildiğinde, bu durum gülünç biçimde temellendirilmeye çalışılmaktadır. Güya emperyalistler Gezi süreci sayesinde Erdoğan’ın artık Türkiye’deki kitleleri zaptedemediğini, kitle hareketini kontrol etmek için bir tazelenmeye ihtiyaç olduğunu gördükleri için ondan vazgeçmişler! Bu “tahlillerin” gülünçlüğünü görmek için Marksist olmaya gerek yoktur. Sadece aklıselim sahibi olup gerçekçi bir gözlem yapabilmek yeterlidir. İşte doğru teoriye sahip olmamanın hazin sonuçları!
Bunların ulusalcı kesimleri tam da sakat küçük-burjuva Stalinist anlayışları nedeniyle, AKP’nin her ne pahasına olursa olsun def edilmesi gerektiğini savunan burjuva siyasete her daim yazılmaya teşne oldular. AKP o kadar gerici ve kötüydü ki, böylesi ehveni şerdi. O nedenle bu çevreler her daim bu Kemalist siyasetin eteklerinde kendilerine yer aradılar ve çoğunluğu küçük-burjuva zihniyetin esiri olan sözde ilerici Kemalist toplum kesimlerinden medet umar oldular. Şimdi bu çevreler yine, AKP’yi ne pahasına olursa olsun götürmek adına CHP’nin eteklerinde dolaşıyorlar. Emperyalist Batı medyasında Erdoğan’a vuran haber ve yorumları şevkle çevirip yayınlıyorlar. Ama CHP’nin Ankara ve İstanbul’da Mansur Yavaş ya da Mustafa Sarıgül gibi adaylar belirleyip tat kaçırmasına da içerliyorlar. “Daha sol görünümlü bir aday olsa da CHP ile ortak bir cephe oluştursak” anlayışı aslında bu çevrelerde köklü bir anlayıştır. Böyle olmadığı ölçüde mızıldanıp, sitem ederler, ama sonunda etkileri altındaki kitlenin gidip CHP’ye oy vermesine göz yumar ve ses çıkarmazlar. Bunlar hep CHP’nin sol bir parti olduğu vehmi üzerine dayanmaktadır ki, bu gerçeklerle alay etmekten başka bir şey değildir.
Bağımsız sınıf tutumu ne olmalıdır?
İşçi sınıfının bir yandan kendi üzerindeki baskı ve sömürünün artmasına bir yandan da bölge halklarının kanını dökmeye kaçınılmaz olarak varan emperyal yönelişe ve politikalara karşı çıkması, ayrıca bunlarla bütünlük içindeki otoriter yönelişlere karşı da mücadeleyi yükseltmesi gerekmektedir. Son günlerin hararetli ve çatışmalı politik süreçleri somutta seçimlerde sonuç almaya yönelik olduğu için seçimler bağlamında bu tutumu somutlamak özellikle önemlidir. Bu süreçleri doğuran kapışmanın bir bütün olarak gerici doğasını ortaya koyduğumuza göre, işçi sınıfı öncelikle seçimlerde mevcut burjuva seçeneklere yüz vermemeli, kendi bağımsız sınıf tutumunu ortaya koymalıdır. AKP’den kurtulunacak diye CHP ve onun kilit bölgelerde gizli destekçisi konumunda olacağı anlaşılan Cemaatin değirmenine su taşımak ne ölçüde vahimse, işçilerin emperyalist komplo var diye AKP’yi koruma refleksine sürüklenmesine de aynı ölçüde karşı durulmalıdır. Bu kutuplaşma daha da tırmandırılacak ve emekçi yığınlar hoyratça ayrıştırılmaya çalışılacaktır. Bu bir burjuva kapandır ve boşa çıkarılmalıdır.
Ne yolsuzluklar gerçek dışıdır, ne de hükümete karşı komplo olduğu uydurmadır. İkisi de vardır, gerçektir. Ama ikisini de, başka milyon türlü pisliği de yaratan kapitalist düzendir. Kapitalist düzeni hedef tahtasına koyacak bir mücadele bu pisliğin bütününe karşı verilmiş olacaktır.
Bu noktada, toplumun genelinde olduğu gibi işçiler arasında da hâkim olan, “başka seçenek yok ki” ya da “oyum boşa gitmesin” yaklaşımı yanlıştır. Aslında düzen partilerine atılmış her oy boşa gitmektedir. İşçi sınıfı “üreten biziz, yöneten de biz olmalıyız” düşüncesiyle hareket etmeli ve kendi çıkarlarını savunacak bir alternatife yönelmelidir. Bugünün somut koşullarında işçi ve emekçi kitleler açısından önümüzdeki seçimlerde alınması gereken doğru tutum, Kürtlerin, diğer ezilen toplumsal kesimlerin, sosyalistlerin, ilerici ve demokratların anlamlı bir güç birliğini temsil eden Halkların Demokratik Partisi (HDP) adaylarını desteklemektir.
http://marksisttutum.org/it_dalasi_secimler_ve_bagimsiz_sinif_tutumu.htm
bir ton laf etmesinin nedeni HDP’yi desteklemekmiş demek ki:)
HDP’yi desteklemesi dışında gelişmeleri doğru tahlil etmiş ama.
eveet esasen öyle ama bu da o kadar büyük bir hüner değil, burada anlatılanların üç aşağı beş yukarı herkes biliyor ve görüyor.
L. Toprak’ın yazısında sözü geçen, muhatap alınan “işçi sınıfını” bu ülkede uzun zamandır ben göremiyorum; son gezi isyanında bile ortada görünmediler…
Eskiden beri böyledir; bir çuval laf, çoğu kez sahte bir dünya kurgulandığı içindir; “derin analizler”, toptancı yaklaşımlar…. HDP’yi yutturmak için iri, iri laflar… Herkes tu kaka edilecek ki, yeni ve “soyut” bir partinin ekmeğine yağ sürülsün…
Bir çuval lafa gerek yok; herşey ortada
1.Yakın gelecek adına hiç bir siyasi parti umut vermiyor.
2.T.Erdoğan “özel” bir adamdır; Tipik bir askeri diktatör anlayışı-tavrı içinde ülke yönetmeye kalkışmış bir adamdan söz edildiği hiç unutulmamalıdır… “İster asar, ister kesersin” cümlesini inanarak söylediğini anlamak ne çok zaman aldı! Gitsin ve ne olacaksa olsun!
3.Stalinist partililerin sorunu yanlış analiz yapmalarında değil, yanlış yaşamalarındadır…
4.Kürt siyaseti bir çok taktiği kendilerince bir zorunluluk altında yapıyor olabilir… Ama “solcu-demokrat” ve sosyalistlerin, BDP-PKK’nın, “kimi zaman” AKP-ABD yanlısı olduğu söylenebilecek politik manevralarını alkışlamamaları halinde “faşist” olarak tanımlanması ile mi HDP büyütülecek?
5.Burnunun dibindeki asıl Stalinist Parti’yi görmezden gelenin, onun yavrusu bir partiyi “sosyalist” olarak tanımlaması çok acıklıdır. Tabelaya yazılarak mı sosyalist olunuyor?
Bu yazı da özünde yeni- milliyetçi/mülkiyetçi burjuva siyasetlerin de siyasi iktidardan pay alma adına “sol, bağımsız işçi sınıfı, emekçi kitleler, Marks vs…” sözcükleri boca edilerek sınıfsal-ekonomik-tarihsel gerçekliğin yozlaştırıldığı, aslında bilinen, çok eski bir retorik ile kotarılmış… Bu açıdan bakılırsa “bu marksistlere-solculara” göre ortaya çıkacak sonuçlar ve sınıfsal-toplumsal idealleri ile bilinen bir T. Erdoğan bile daha dürüst!
Derininden Paraleline Malûm Devlet
İlkay Meriç
AKP hükümeti ile Gülen Cemaati arasında yürüyen ve büyük bir devlet krizine yol açan iktidar savaşı, tarafların karşılıklı hamleleriyle daha da kızışarak devam ediyor. Bu savaş çeşitli görünümleriyle ve yöntemleriyle, bir süre öncesine kadar AKP ile statükocu Kemalist bürokrasi arasında yürüyen şiddetli kapışmayı andırıyor. Hatta o çatışmada birkaç yıla yayılarak yapılan hamleler bugün bir buçuk ay gibi kısa bir süreye sıkıştırılmış olarak karşımıza çıkıyor. Birbiri ardı sıra patlatılan yolsuzluk operasyonları, deşifre edilen ses kayıtları ve gizli belgeler, basılan silah yüklü MİT tırları, İHH baskınları; bunun karşılığında hükümetin birkaç haftada binlerce polisin, hakimin ve savcının görev yerini değiştirmesi, canhıraş bir şekilde yasal değişikliklere giderek yargıyı mutlak kontrol altına almaya çalışması ve birkaç yıl öncesine kadar Kemalist bürokrasiye karşı vurucu güç olarak kullandığı Cemaati “paralel devlet” oluşturan illegal bir örgüt olmakla suçlayıp vatan haini ilan etmesi…
AKP’nin dilinde eski düşmanı kodlayan “derin devlet”in yerini şimdilerde yenisini simgeleyen “paralel devlet” almış durumda. Kısa bir süre öncesine dek kendisini eleştirenleri “derin devletin maşası olan darbeciler” olarak damgalayan hükümet, bugünlerde her taşın altında “paralel devlet” aramakla meşgul. Yakın döneme kadar “derin devlet”in marifeti olarak gösterilen birtakım operasyonlar şimdi “paralel devlet”e mal ediliyor ve MİT’in öncelikli takip listesinde baş sıralara oturtulan “paralel devlet yapıları” her türlü melânetin kaynağı olarak gösteriliyor.
Burada çok yönlü bir ideolojik manipülasyonla karşı karşıya olduğumuz aşikârdır. Bu manipülasyonun bir ayağını, AKP’nin ortak çıkarlar etrafında bir araya gelen çeşitli kesimlerden (Milli Görüş geleneğinden gelen burjuva kadroların yanı sıra, aralarında Gülen Cemaatinin de bulunduğu çeşitli tarikatlar, MHP kökenli kadrolar vs.) müteşekkil bir koalisyon olarak iktidara geldiği gerçeğinin üstünü örtme çabası oluşturmaktadır.
Bugün Erdoğan ve şürekâsının virüs, çete, hain, darbeci, komplocu gibi sıfatlarla nitelendirdiği Gülen Cemaati, AKP’nin kuruluşundan itibaren bu koalisyonda yer almış ve önemli görevler üstlenmiş bir burjuva siyasi yapılanmadır. 90’lı yıllardan itibaren polis ve yargı aygıtı içinde önemli pozisyonlar ele geçirmeye başlayan ve ABD’yle yakın işbirliği içinde bulunan bu yapı, AKP’nin asker-sivil bürokrasiye karşı yürütülen iktidar savaşından galibiyetle çıkmasında büyük bir rol oynamıştır. Üstelik bu savaşta, AKP’nin şimdi hedefte kendisi olunca tukaka ilan ettiği her türlü hukuksuzluğa (tıpkı rakip burjuva güçlerin de yaptığı gibi) çekinmeksizin başvurulmuştur: gizli belgelerin medyaya sızdırılıp faş edilmesi, hukuk dışı yargı ve polis operasyonları, yasadışı dinlemeler, belgelerde tahrifat, manipülasyon vs. Ne var ki, mutlak iktidara kavuştuğu vehmine kapılan Erdoğan’ın, yerlisiyle yabancısıyla kendisini oraya getiren sermaye güçlerini umursamayıp sultan edalarında başınabuyruk davranmaya başlaması, eski dostların arasının hızla açılmasına yol açmıştır. Neticede, bir vakitler hükümete yardımları karşılığında Erdoğan’ın deyimiyle “ne istediyse” alan Cemaat, bugün aynı kadrolara dayanarak ve aynı yöntemlere başvurarak Erdoğan’ın altını oymaya çalışmaktadır. Yıllardır önünü açtıkları ve iktidarı paylaştıkları Cemaatin şimdi gözlerini oymaya kalktığını gören Erdoğan takımı ise “paralel devlet var” diye bas bas bağırmaktadır.
Oysa “paralel devlet” olarak adlandırılan Cemaat kadroları, AKP’nin on bir yılı aşan iktidar döneminde, tıpkı Erdoğan’ın kadroları gibi, devlet aygıtının dışsal değil içsel bir parçası olmuştur. Her burjuva hükümet, başta İçişleri, Savunma, Dışişleri, Adalet ve Milli Eğitim Bakanlıkları gibi kilit organlar olmak üzere tüm devlet aygıtına kendi kadroları aracılığıyla sahip olmaya çalışır ve gücü oranında bunu yapar. AKP de, ortağı olan Cemaatle birlikte (MHP kökenli kadroları da unutmamak gerekiyor) bunu fazlasıyla yapmıştır.
Bu noktada AKP’nin “asıl devlet benim, Cemaat illegal bir örgütlenmeyle devleti ele geçirmeye çalışıyor” hezeyanı ile, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kendisini devletin gerçek sahibi olarak gören Kemalist asker-sivil bürokrasinin “AKP devleti ele geçiriyor” hezeyanı arasında hiçbir fark yoktur. Mesele dün de bugün de burjuva güçler arasında cereyan eden bir iktidar kavgasıdır ve bu kavgada emekçi kitleler çeşitli manipülasyon yöntemleriyle kandırılmaya çalışılmaktadır.
Söz konusu ideolojik manipülasyon harekâtının önemli bir sonucu da burjuva devletin gerçek niteliğinin gözlerden saklanmasıdır. Cemaatçi kadrolaşmanın “devlet içine sızan paralel bir yapı” olarak nitelenmesi, burjuva devlete yönelik yanılsamalı algıyı fazlasıyla beslemektedir. Bir zamanlar liberallerin de “hakkı ödenmez” yardımları sayesinde nasıl her türlü şer “derin devlet”in pis işi olarak gösterildiyse, bugün aynı şey “paralel devlet” söylemiyle yapılmakta ve burjuva devlet tıpkı daha önce olduğu gibi kutsanmaktadır. Buna göre devlet, tüm toplumun ortak çıkarlarını temsil eden, siyaset üstü kadrolardan oluşan, sınıf dışı bir aygıttır! Bu kutsal aygıt, hukuka dayanır ve kanunların dışına zinhar çıkmaz! Çıkanlar, devlet görevlisi kılığında onun içine sızan kötü adamlar ve onların oluşturduğu çetelerdir: “derin devlet”, “paralel devlet yapıları” vs.!
Oysa devlet, soyut ilkeler temelinde işleyen, ayakları havada bir yapı olmayıp, polisiyle, yargısıyla, ordusuyla, istihbarat teşkilatlarıyla, gizli/örtülü yapılarıyla ve diğer tüm kurumlarıyla bütünlük oluşturan sınıfsal bir baskı aygıtıdır:
“Tarihin her döneminde, mülk sahibi azınlık, sınıfsal egemenliğini tesis etmek, pekiştirmek ve devam ettirmek üzere bir aygıta yani devlete ihtiyaç duymuştur. Mülk sahibi azınlığın, mülkiyet haklarını koruyacak-güvence altına alacak bir hukuka, bu hukuku uygulayacak yani mülksüzlere boyun eğdirecek bir baskı aygıtına ihtiyacı vardır. İşte devlet, bu baskı aygıtının ta kendisidir. Ordu-polis gibi kurumlar devletin basit birer kurumu değil, varlığının temel dayanak noktalarıdır. Diğer bir deyişle, bizlere sadece «bir kurumlar toplamı» gibi gösterilmeye çalışılan devlet, gerçekte bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenlik aygıtıdır. Her devlet nihayetinde bir «sınıf devletidir».
“Kuşkusuz ki devlet, kamusal ihtiyaçları gideren pek çok kurumu da içerisinde barındırır. Ancak devletin «devlet» olarak varlık sebebi bu değildir. Üstelik devlet kamusal işlevlerini, mülk sahibi egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda icra eder. Devlet siyasal bir aygıttır. Sınıflar üstü (siyasal karakter taşımayan) bir devlet ne varolmuştur ne de varolabilir.” (Serhat Koldaş, Derin Devlet mi, Burjuva Devlet mi?, MT, Haziran 2005)
Tıpkı kendinden önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist sistemde de devlet, egemen sınıfın çıkarlarını korumakla ve sömürü düzeninin devamını sağlamakla mükellef bir siyasi aygıttır. Ne var ki, devletin egemen sınıfın yani burjuvazinin devleti olması, onun aynı tornadan çıkan kadrolardan oluşan, çatışmasız, çelişkisiz bir aygıt olduğu anlamına gelmez. Kapitalizm altında sınıf mücadeleleri sadece bir bütün olarak burjuvaziyle işçi sınıfı arasında vuku bulmayıp egemen sınıfın değişik kesimleri arasında da cereyan eder. Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çıkar uyuşmazlıkları bizzat devlet içinde de yansımasını bulur ve bu nedenle devlet içinde de çatışmalar ve çekişmeler eksik olmaz. Parlamenter demokrasilerde yürütme gücünün, farklı siyasi anlayışlara sahip olan ve çoğu kez egemen sınıfın farklı kesimlerinin çıkarları temelinde örgütlenen burjuva partilerde olması ve iktidar partilerinin devleti kendi siyasi anlayışları doğrultusunda ve kendi kadrolarına dayanarak yeniden şekillendirme çabaları bu çatışmayı daha da derinleştirir. Asyatik devlet geleneğinden gelen Türkiye gibi ülkelerde, bürokrasinin bağımsız bir sınıf gibi davranma ve devleti kendi mülkü olarak görme güdüsünün kuvvetli olması da başlı başına bir çatışma kaynağı teşkil eder. Söz konusu çatışmalar keskinleştikçe bu durum kaçınılmaz olarak şiddetli devlet krizlerine yol açar. Tıpkı şu an Türkiye’de de yaşandığı gibi.
Burjuva devlet, bürokratıyla, siyasetçisiyle, çeşitli sermaye çevrelerinin çıkarları temelinde hareket eden gruplardan bağımsız bir aygıt değildir. Burjuvazi açısından devlet, sadece düzenin bekasını sağlayan bir aygıt değil, onun ekonomik çıkarlarını yakından ilgilendiren düzenlemeleri de yapan bir organdır. Her şeyden önce devlet, mali kanunlardan ceza kanunlarına, vergi kanunlarından imar kanunlarına burjuvazinin genel çıkarları kadar onun farklı kesimlerinin özel çıkarlarını da yakından ilgilendiren yasaları düzenleme yetkisini tekelinde bulunduran bir aygıttır. Bunun yanı sıra o, burjuvazi için, ucuz kredilerin alınabileceği kamu bankaları, üzerine konulabilecek hazine arazileri, büyük çaplı ihaleler, çeşitli sektörlere yönelik özel teşvikler, açılan iç ve dış pazar olanakları da demektir. Dolayısıyla sermaye grupları, kendi özel çıkarları doğrultusunda hareket eden bürokratlar ve siyasetçiler aracılığıyla bu aygıt içinde belirleyici konumda bulunmak için her türlü örgütlenme faaliyetine girişirler. İçinde bu tür çıkar gruplarının bulunması burjuva devlete dışsal değil içsel bir olgudur. Yani AKP hükümetinin “paralel devlet yapıları” dediği şey, burjuva devletin dışında olup ona sızan değil onun içsel bir parçası olan oluşumlardır. Bunlar sadece Gülen Cemaati etrafında bir araya gelen sermaye çevrelerinin çıkarları doğrultusunda hareket eden kadrolardan ibaret değildir. Devlet içinde, şu ya da bu tekelin, çeşitli emperyalist devletlerin ya da küresel tekellerin çıkarlarını savunan çok sayıda yapılaşma mevcuttur. AKP’nin temsilcisi olduğu burjuva kesimler ise, bugün için, iktidar partisi aracılığıyla devlet içindeki en güçlü örgütlenmeye sahiptirler.
Sermaye grupları arasındaki çatışmanın amansızca alevlendiği mevcut koşullarda devlet içinde de kıran kırana bir savaş yürüdüğü aşikârdır. Yargı ve polis gücü başta olmak üzere, kilit önemdeki tüm devlet organlarında büyük bir yarılma söz konusudur. İki ay içinde altı binden fazla polisin ve iki yüzden fazla savcının ve hâkimin görev yeri değiştirilmiş, yerlerine yeni atananlardan bir kısmı bir ay bile geçmeden yeniden görevden alınmıştır. Görevden alma dalgası diğer bakanlıklara da sıçramıştır. Devlet içinde yürüyen savaş o boyuta ulaşmıştır ki, Cemaatçi savcılar AKP’nin ipliğini pazara çıkarmak için Suriye’deki radikal İslamcı çetelere silah taşıyan MİT tırlarına baskın düzenleyip hükümetin gizli kapaklı işlerini TC’yi uluslararası alanda itibarsızlaştırma pahasına deşifre etmekten çekinmemektedirler. AKP ise sadece Cemaati değil, kendisine yönelik eleştiriler getiren TÜSİAD’ı bile vatan haini ilan edecek kadar ileri gitmiştir. Bununla da kalmayıp, Ergenekon, Balyoz, Kafes gibi davaların hukuka uygunluğunu sorgulayıp yeniden görülmelerinin yolunu açarak, bir zamanlar kanlı bıçaklı düşman ilan ettiği darbeci generallere ve subaylara zeytin dalı uzatmakta, böylelikle Cemaate karşı yürüttüğü savaşta bu kesimi yanına çekerek iktidarını güvence altına almaya çalışmaktadır.
Kuşkusuz Türkiye burjuvazisi böylesine şiddetli bir devlet krizini ilk kez yaşamıyor. AKP iktidarının ilk yıllarından itibaren, hükümetle statükocu Kemalist kesimler arasında yaşanan çatışma benzer bir kriz hali doğurmuştu. İlerleyen süreçte AKP bu kesimleri etkisiz hale getirip devletin dümenini ele geçirerek siyasi istikrarı yeniden tesis etmişti. Gerilere gidersek, cumhuriyet tarihinde benzer siyasi kriz durumlarının daha önce de yaşandığını görürüz. 50’li yıllarda Demokrat Parti iktidarı ile Kemalist asker-sivil bürokrasi arasında yaşanan sert kapışma, 1960’ta, Menderes ve iki bakanının idamına imza atan bir askeri darbeyle son bulmuştu. 70’li yıllarda ise bu kez sosyalist hareketin ve işçi hareketinin hızlı yükselişinin de eşlik ettiği bir toplumsal atmosferde, burjuva sistem kilitlenmiş ve toplumsal yarılma devlet içinde de aynen yansımasını bulmuştu. Polis aygıtı içindeki bölünme bunun tipik bir göstergesiydi. Solcu polislerin POL-DER’de, faşist polislerin ise POL-BİR’de örgütlenmeleri, bugünküyle kıyas kabul etmeyecek ölçüde daha keskin bir kamplaşmanın ürünüydü. O dönemde benzer bölünmeler en küçük memurundan en kıdemli bürokratına kadar tüm devlette olağan bir hal almıştı. Hükümetler dikiş tutmuyor, tüm sağ partiler ancak koalisyon halinde iktidar olabiliyor ve her gelen hükümet bir önceki hükümetin kadrolarını sürgüne gönderip yerine kendi kadrolarını geçirmeye girişiyordu. Bu siyasi kriz de nihayetinde 12 Eylül faşist askeri darbesi aracılığıyla sona erdirildi.
Burjuvazi içindeki rekabet ve çatışma sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildir. Kapitalist devletin ve parlamenter sistemin çok daha uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu emperyalist ülkelerde, bu durum kimi dönemlerde çok daha şiddetli bir düzeyde yaşanmıştır ve yaşanmaya da devam etmektedir. Emperyalizm çağı mali sermayenin egemenlik çağıdır ve bu çağda burjuva devlet de en güçlü sermaye gruplarını oluşturan tekellerin borusunu öttürmektedir. Ancak tekeller arasındaki rekabet ve çıkar çatışmaları, bürokrasi, siyasetçiler ve çeşitli gruplaşmalar aracılığıyla bizzat devlete de uzanmaktadır.
ABD’de başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere tüm tekelci sermaye gruplarının, iç ve dış politikanın kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi için hükümetler üzerine bindirdikleri basınç ayan beyan ortadadır. Pentagon’dan istihbarat teşkilatlarına tüm devlet organları içinde çeşitli sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda hareket eden kadroların oluşturduğu gruplar mevcuttur. Yasadışı dinlemelerle elde edilen telefon kayıtlarından şantaj kasetlerine, yolsuzluk ve rüşvet belgelerinden aile sırlarına varıncaya kadar her türlü malzeme, söz konusu sermaye çevrelerinin çıkarlarına ters düşmeleri halinde ilgili bürokratları ya da siyasetçileri derdest etmek için her an bir kenarda hazır bekletilmektedir. Dolayısıyla “paralel devlet yapılarının”, yani devlet içinde çeşitli çıkar gruplarının varlığı, tüm kapitalist devletler için söz konusu olan ve burjuva devlete içkin bir olgudur, arızi bir durum değil.
Birkaç yıl öncesine kadar “derin devlet”in hükümete dönük operasyonel icraatlarını öne çıkararak kendisini mazlum pozisyonunda gösteren AKP, bugün aynı şeyi “paralel devlet” söylemi altında kendisi yapıyor. İktidarını güvence altına almak ve yaklaşan seçimlerden başarıyla çıkmak için emekçi kitleleri çarpıtma ve yalanla soslanmış ikiyüzlü bir mağduriyet edebiyatıyla kendi peşine takmaya çalışıyor. Karşıt kutupta ise, yine tüm ikiyüzlülükleriyle ve yalanlarıyla diğer burjuva güçler yer alıyor. İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi, AKP’siyle, MHP’siyle, CHP’siyle, Cemaatiyle tüm burjuva güçlerin çıkarlarının işçi sınıfının çıkarlarıyla bir ve aynı olmadığını, aksine temelden karşıt olduğunu bıkmadan usanmadan işçilere anlatmak ve onların bağımsız sınıf siyaseti temelinde birleşerek harekete geçmelerini sağlamaktır. Bu yapılamadıkça ve bağımsız sınıf çıkarları temelinde bir siyaset işçi sınıfı saflarına taşınamadıkca, işçi sınıfı ne yazık ki şu ya da bu burjuva kesimin peşine takılmaktan kurtulamayacak ve burjuva partilerin payandası olmayı sürdürecektir. Bu durumda, burjuva kesimler arasındaki kapışma o veya bu şekilde çözüme kavuşurken, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümü de devam edecektir.
(Kaynak: Marksist Tutum, Şubat 2014, no: 107)
http://marksist.net/ilkay-meric/derininden-paraleline-malum-devlet.htm
Devlet denen şey…
Son krizin ardından en çok konuşulan terimlerden biri “paralel devlet”… Daha önce de “derin devlet”i çokça konuşmuştuk.
“Derin” ya da “paralel” olanıyla belli ki rutin, alışılmış, olması gereken devletten farklı bir şeyi kastediyoruz. Devlet içinde yasadışı bir oluşumu… Birileri devlet içinde kadrolaşıp, örgütlenip yasadışı yollardan devleti ele geçirmeye çalışıyor ya da onu kendi çıkar ve istemlerine uygun yönlendiriyor.
Peki bunda şaşacak bir şey var mı? Bu tür işler devletin doğasına uygun değil mi? Zaten devlet ortaya çıktığı günden beri hep böyle olmadı mı? Birileri ya dışarıdan topladığı güçle devleti elinde tutana saldırır, onu alt eder ve devleti eline geçirir, ya da bir başkası devletin içinden, yani bizzat yönetici gücün içinden yapar bunu. 2500 yıllık İran tarihine bir bakın: Medler, Persler, Partlar, Sasaniler, Zendler, Kacarlar, Pehleviler… Biri diğerine saldırıp onu tahtından eder, hanedan değişir, ama devlet sürüp gider…
“Bizans oyunları” diye ünlenmiş deyim, yüzyıllar boyu Doğu Roma devleti içinde, sarayda cereyan eden güç kavgalarını, komploları, tuzakları anlatmaz mı? Bu sanat Osmanlı’ya, oradan da Türkiye Cumhuriyeti’ne geçti, zaman içinde yeni deneyimlerle çeşitlendi, zenginleşti.
Devlet post ve para demektir, diğer bir deyişle güç ve zenginlik. Bu da başkasının sırtından sağlanabilir. Başkasını kul haline getirerek, soyup sömürerek… Herkes güçlü ve herkes zengin olamaz. Her güçlüye hükmedebileceği güçsüzler, her zengine de emek ürünlerine el koyacağı, sömüreceği insanlar gereklidir. Biri olmadan diğeri olmaz. Bu ikilem olmadan devlet de olmaz.
Marks bir kez daha haklı çıktı: Devlet yönetenlerin, mülk sahibi sınıfların baskı ve sömürü aracıdır. O, ülkedeki tüm insanların, hepimizin değil. Onu süsleyip püsleyip adaletle, hukukla donatmanın, tüm çocuklarına eşit davranan şefkatli bir baba, ya da ana gibi göstermenin gerçekle bir ilgisi yok. Devlet doğası gereği baskıcıdır, eşitsizliğin koruyucu ve kollayıcısıdır.
Güçlü ve güçsüz, zengin ve yoksul eşitlendiği zaman devlet biter.
Güç kirletir derler. Yani iktidarı ele geçiren soyar, çalar, çırpar… Bu durum iktidarın, devletin doğasında var.
Bu iş eskiden hiç gizlemeye gerek görmeden, açıkça yağmalama, talan etme, ya da haraç alma biçiminde, yani kurt usulü olurdu. Sonradan devreye yasa, hukuk filan girince, “vergi” denen yöntemin yanı sıra, faiz, kâr gibi incelikli; yolsuzluk, rüşvet gibi üstü örtülü “inceliksiz” biçimler de bulundu. Bir başka deyişle, soygunun yöntemleri de zamanla bir hayli değişti…
Güç çoğu zaman sahibini sarhoş da eder. Özellikle alt sınıflardan, güçsüzlerin arasından yükselip güce ve paraya ulaşanların başı döner. Bunda da şaşacak bir şey yok. Yıllar önce yazdığım bir rubaimde şöyle demiştim:
Gözün yüksekte, ama yüksekler serap gibidir
Keyiflendirir, sarhoş eder, şarap gibidir
Şan ve şöhret dediğin bir yeldir, gelip geçer
Mutluluksa yanı başında, küçük şeylerdedir
Ne var ki şan şöhret, güç ve para peşinde koşan insanoğlu, bütün bunların gelip geçici olduğunu, kendisinin ölümlü olduğunu, günün birinde her şeyi bırakıp gideceğini pek düşünmez. Gücün ve paranın çekiciliğine bir kapıldı mı, “küçük şeyler”in huzur ve mutluluğunu aklına bile getirmez. Güç ve para ise bir iğneli fıçıdır; çünkü onu büyütmek ve elde tutmak için, ona göz diken düşmanlarla durup dinlenmeden savaşmak gerekir.
Sonuç olarak, devletin ortaya çıkış koşullarını ve bin yıllar boyu izlediği tarihsel süreci az çok bilen biri bugün yaşadıklarımıza hiç de şaşmaz. Devlet budur işte!
Besbelli, devlet başlıca özellikleriyle böyle olsa bile, her zaman ve her yerde birbirinin tıpkısı olmadı. Kral ve imparatorların bir emirle nice insanın başını kopardıkları devletlerle, ölüm cezasını kaldırma noktasına gelmiş çağdaş devlet elbet farklı. Yine bir ülkeden diğerine farklı olsa da, çağımız toplumlarında geçerlik kazanan insan hakları, sosyal haklar elbet önemli. Bütün bu değişim baskı görenlerin, sömürülenlerin yüzyıllar boyu süren mücadelesi sayesinde sağlandı.
Devlet de her şey ve her kurum gibi tarih boyunca önemli değişimler yaşadı.
Günümüz dünyasında insan hakları ve demokrasi bakımından Kuzey ve Batı Avrupa ülkeleri gibi ileri örnekler de var, Afganistan ve Suudi Arabistan gibi Ortaçağ benzeri örnekler de… Türkiye ise ne yazık ki ortalarda bir yerde. 12 Eylül faşizminin yaralarını hâlâ sarabilmiş değiliz.
Öyle olunca da özgürlük ve demokrasi mücadelemiz sürüyor. Devleti kutsallaştırmadan, görüp yaşadıklarımıza şaşırmadan mevcut devleti ve sistemi değiştirmeye, demokratikleştirmeye, insan hak ve özgürlüklerini çağdaş düzeye çıkarmaya çalışıyoruz. Bu mücadele önemsiz değil.
İnsanlar arasında her bakımdan tam bir eşitlik ise ancak insanlığın sınıfsız topluma doğru evrildiği bir süreçte gerçekleşebilir ve bu da devletin son bulması demektir.
O derece ilerlemiş bir insanlığın devlete ihtiyacı olmayacaktır.
Bu ne zaman olabilir, elbet bugünden kestiremeyiz. Devrimlerin birbirini izlediği 1960’lı, 70’li yıllarda “tüm halkın devleti”nden söz ediyor ve tümden devletsiz bir aşamayı da pek yakın sanıyorduk. Ne var ki böyle olmadığını nice acı deneyimleri yaşayarak anladık.
Belli ki bu hamur daha çok su ister.
Kemal BURKAY
http://www.dengekurdistan.nu
II. Abdulhamit, Özal, AKP
Petrol yataklarını ele geçirme savaşı da denebilecek 1. Dünya yada paylaşım savaşı petrolün birçok ülke ekonomisinde oynabileceği stratejik rol hesaplamasının sonucu olarak öngörüye dayalı bir istila hareketiydi. O günlerde bir litre benzin 5 centti, bugün 2 dolar.
Osmanlı’nın Kafkas ve Ortadoğu petrollerini herhangi bir istilada dahi mevcut uluslararası hukuk gereğince elinde tutabilmesi için özel mülk haline getirmesi ve II. Abdulhamit’e tapulaması önce Abdulhamit’in askeri darbe ile bertaraf edilmesine yol açtı, akabinde Bulgaristan’ı ve daha sonra Omanlı’nın geriye kalanını İstanbul dahil olmak üzere işgal ettiler. Bu işgal eylemini müteakiben bir çok yeni devlet kuruldu.
Turgut Özal “bir koyar üç alırız, federasyon da konuşulabilir, Musul ve Kerkük Türkiye’ye katılabilir” dedi. Jaguar resimleri, eşinin ve çocuklarının kontrol edilemez ilişkileri medyada baş sayfaya oturdu, yetmedi şüpheli bir şekilde “hal” edildi.
Savaşla oluşturulan statükolar ya bu statükoyu belirleyen egemenlerce değiştirilir yada savaşla tasfiye edilir, tabii o da güç yeterse. Bunun üçüncü bir yolu şimdiye kadar müşahade edilmedi.
Türkler geçmişte felaketlerine neden olan İttihat ve Terakki tecrübesini nasıl okurlar kendilerinin bileceği iştir. Paylaşıma konu olan kürtlerin varlığıdır. Bu paylaşımın faillerinin soykırımlar ve tehcirler düzeyinde gadrine uğrayan, insanlığı çiğnenen, ülkesi parçalanan kürtlerin müstevliler açısından düşük yoğunluklu ama kürtler açısından en felaket boyutlarda sürdürülen bölge üzerine çekişmeye, İttihat ve Terakki’nin bugünkü lakabına ve misyonuna, Lozan’a herkesten farklı bakması gerekeceği açıktır.
Tayyip Erdoğan’la temsil edilen türk siyaseti, Beşar Esad, Öcalan, Mesud Barzani, YNK şu anda aynı kayıkta olarak büyük dalgalara küçük kayıkla ve küçük hesaplarla kürek çekiyorlar. Oysa kürtlerin ittifaklarını geniş ve akılcı tutarak büyük gemilerle fırtınayı karşılama şansı sonuna kadar açık. Batacak kayığa binmek kahramanlık değil düşünce kısırlığıdır. Kürtler dışında herkesin iyi kötü devleti ve göreceli olarak kullanabildiği bir hükümranlığı var. Bu durumda ufkunu geniş tutmaya en çok kürtlerin ihtiyacı var, oysa kürtler kendi liderliklerince tam aksine yani kısırlığa mahkum edilmek isteniyorlar.
Yukardaki kısa izahata bakılarak üç önemli türk devlet adamıyla ifade edilen dönemlerde türk devletinin kürtlere yumuşama gösterdiği söylenebilirse de gerçeğinde durum farklıdır.
Abdulhamit’in kürtlere yanaşması, aşiret mektepleri kurdurması, adına Hamidiye denen aşiret alaylarının teşkili, kürtlere yapılmış bir jest olmaktan öteye elde kürtten başka “unsur” kalmadığını anlayan Osmanlı’nın varlığını kürtler aracılığıyla devam ettirme amacına dayalıdır. Kimi kürtlere pek şirin gelen, devlet tarafından bugün de kanıksatılmak istenen Abdulhamit’in kürt muhipliği türk devletinin Abdulhamit’ten asırlar önce keşfettiği bir aldatmacadır. Kürtlerin gerek nüfus çokluğu ve gerekse yaşadıkları coğrafya bakımından stratejik konumları Osmanlı yayılmacılığında kilit rol oynamıştır. Ancak kürtlerin desteğiyle İran’ın rekabetine karşı konabilmiş, Arap yarımadasından başlanarak Afrika’nın kuzeyine kadar yayılmanın eşik taşı kürtler olmuştur. Kürtleri kendi yayılmacı amaçları için aldatmak, kullanmak, işleri bitince azami gadrini kürtlere tatbik etmek Osmanlı’nın Selçuklu devletinden devraldığı bir tecrübedir. Abdulhamit, Osmanlı’nın yayılma imkanının tamamen ortadan kalktığı dönemde kürtlere ilişkin devlet tecrübesini salt devlet ve hilafet olarak tutunabilmek maksadıyla kullanmıştır. Daha fazlasına zaten gücü ve imkanı yoktur, zira ordusu bile tamamen Alman imparatorluğunun denetimindedir. Öyleki Osmanlı ordusunun genelkurmaylığını bile bizzat alman subayları yürütmektedirler.
İkinci isim Özal’dır. Gelişen türk kapitalizminin mimarı olarak iktidarı bu gelişme dönemiyle çakışır. Kendi iktidarıyla eşzamanlı başlayan kürt direnişi o dönemlerde bağımsızlıkçı kadrolarını henüz fiziki tasfiyeye uğratmayı başaramadığından, Türkiye’nin daha geri komşu ülkelere emtia ihracına engel teşkil etmesine ilaveten ihtiyaç duyduğu petrolü yine aynı ülkelerden ve istediği şekilde ithal edebilmesinin önünde engeldir. Körfez savaşı tam da bu aşamada başlamıştır. Irak’ın çökeceği alenileşince kurt Özal sadece Musul ve Kerkuk petrollerini değil, Güney Kürdistan pazarını tümüyle Türkiye’ye entegre etmek hevesi göstermiş, içerdeki kürtlere bu nedenle şirin görünme mecburiyeti duymuştur. Kendi kürtleriyle sorununu halledememiş bir Türkiye’nin Lozan’la bir başka devletin egemenliğine terkedilmiş Kürdistan parçasının ilhakında zorlukla karşılaşacağını bilen Özal, Birleşmiş Milletler’in “kürtler isterse” diye başlayan kararını dayanak yapacağını düşünmüş ve bu amaçla hem Kuzey hareketine hem de Güney kürtlerine “federasyonu da tartışırız” şeklinde tuzak uzatmıştır. Özal’ın hesaplarına göre Güney’de federasyon edinen kürtler BM kararlarını emsal alarak Irak’tan ayrıldıklarını ve Türkiye’ye bağlanmak istediklerini beyan eden bir referandumla Türkiye’ye katılacaklar ve Türkiye hem iç pazarını genişletecek hem de petrol üreticisi olacaktır. Oysa mevcut statünün Lozan’la oluşturulduğu ve Lozan konseptinin ise savaş sonrası oluştuğu dikkatlerden kaçırılmış, Özal bu konuda “ahde vefa” gösteren genelkurmaya ve şeriklerine yem olurken batı dünyası tepki vermemiştir. Özal’ın oyandığı oyun, Alparslan’ın, Yavuz’un, Abdulhamit’in, bilahare aynı boyutlarda olmasa bile ittihatçıların ve M. Kemal’in kürtleri sıçrama tahtası olarak kullanma aldatmacasından pek de farklı değildir. Ne varki Özal da tıpkı Abdulhamit gibi türk ordu ve entellijans servislerinin türk otoritesinin hizmetinde olmadığını anlayamamış, devşirmelerden müteşekkil iktidar elitinin devlet aygıtındaki yerleşikliğini yeterince hesaba katamamıştır.
Günümüzde AKP kadroları kürtlere karşı aynı türden bir mevzilenmeyi seçmiş durumdalar. Özal’dan farklı olarak siyasi ilhak yerine ekonomik entegrasyon çizgisinde yürüyegeldiler. Sağolsunlar, Güney yönetiminin siyasi öngürüsüzlüğü hatta basiretsizliği sayesinde bu konuda epey de yol aldılar. Ancak sıra kürtlerin haklarına gelince ortada ana dilde eğitim inkarı, tek devlet, tek dil, tek bayrak edebiyatına ilaveten toplu tutuklamalar ve toplu katliamlar var. Hak-hukuk denince her kürdün suratına şamar gibi çarpan bu gerçekler karşısında kuzeyli partiler ve liderler de güneylilerden pek farklı değil, üstüne üstlük onlara taş çıkarttırır konumdalar. Türk devletine kürtleri istediği gibi ezmesi ve inkar etmesi icazeti verilmektedir ama devlet kürtleri bölgede etkin güç olacak şekilde yayılma amaçlı olarak kullanmaya başladığı andan itibaren 5 yüzyıl bölgede hükümran olmuşlukları ve yeniden denenmesinin yol açacağı sonuçlar hesaba katılarak birinci dereceden ABD, Rusya tarafından, ikinci dereceden yerel rakipleri tarafından çelmelenmektedir. Abdulhamit ve Özal’a da aynen böyle yapılmıştır. Başlangıçta Mustafa Kemal hakkında da idam kararı çıkarılmış, Kemal’in siyasetinden 180 derece dönerek Türkiye sınırlarıyla yetineceği garantisi vermesi üzerine iktidarına yeşil ışık yakılmıştır. Yoksa Kemal devlet kurucusu filan değildir, bir devlet zaten vardır. Kemal’in özelliği yayılmaya meşru zemin hazırlayan hilafeti tasfiye etmesidir ve başarısının sırrı budur.
Türklerin, gerek azınlıkları hükümranlık haklarından mahrum bırakmak ve gerekse yayılmacı emellerine katkı sunmak şeklinde olsun devlete yardımda bulunan kürt şeriklerini bilahare acımasızca elimine ettikleri bir vakıadır. Kürdistan tarihi kürt mireliklerinin tasfiyesinde türk devletinin albayı olanların Girit’e sürgününe ve oradaki mevkufiyetine tanıklık ettiği gibi “türk devletinin eri” olmacasına hizmet sunanların yine bir adadaki mevkuvfiyetine tanıklık tahtında ibret sahneleriyle doludur.
http://cebaxcor.blogspot.com.tr/2014/02/ii-abdulhamit-ozal-akp.html
http://www.youtube.com/watch?v=jcICjAB7Chs