Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

ZEKİ SARIHAN’dan İŞÇİ PARTİSİ’NE İSTİFA GEREKÇESİ

Anti-emperyalizm ve Ulusalcılık, Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Duyurular, İdeolojik Biçimlenme, Konuk Yazılar

Yazar ZEKİ SARIHAN
Friday, 20 January 2012
                                                             Ankara, 9 Ocak 2012

İşçi Partisi Çankaya İlçe Başkanlığına
Ankara

Özü: İşçi Partisi’nden istifa ettiğim hakkında.

İşçi Partisi’nden istifa ediyorum. Çankaya ilçede bulunan üyeliğimin bu yazımın alındığı tarih esas alınarak silinmesini dilerim.
İstifa gerekçemin ayrıntıları aşağıdadır.

Merkez Karar Kurulu beni parti üyesi olarak görmek istemiyor.

12 Haziran 2011 genel milletvekili seçimlerinin yapılmasından bir gün sonra 13 Haziran 2011 tarihinde “Seçimi Neden AKP Kazandı?” başlıklı bir yazı kaleme aldım. Yazının sonunda seçimde oyumu Güçbirliğinin Ankara İkinci Bölge’den aday gösterdiği kişiye neden vermediğimi de açıkladım. Merkez Karar Kurulu’nun 19 Haziran 2011 günkü toplantısında Güçbirliği adaylarına oy vermeyen ve bunu ilan eden üyelerin (adım da anılarak) partiden ihraç edilmesi isteğiyle disipline verilmesi kararı alındı. Güçbirliği adaylarının aldığı oylara bakılırsa geçen seçimlerde partiye oy veren seçmenlerin bir kısmı da Güçbirliği adayına oy vermemişlerdi. Hatta bazı yerlerde Güçbirliği adayının aldığı oy miktarı Parti üyelerinin sayısından düşüktü. Ancak benden başka oyunu açıklayan olmadığı için yalnız benim ihracım söz konusu olacaktı.
Merkez Karar Kurulu’nun isteği uyarınca Ankara İl Başkanlığı, 12 Eylül 2011 tarihinde katılanların oybirliğiyle, partiden kesin ihraç edilmemi isteyerek beni İl Disiplin Kurulu’na sevk etti.
İl Disiplin Kurulu, yazılı olarak yaptığım savunmayı haklı gördü, seçimler hakkında değerlendirme yapmamın doğal ve oy verme hakkımın elimden alınamayacak bir insan hakkı olduğunu teslim etti. Eylemimi tüzükteki hükümler açısından da tartarak bunun bir ihraç nedeni olamayacağına karar verdi. Ancak “Uyarı” ile yetindi. Buna itiraz etmedim. İhraç kararı alsa da itiraz etmeyecektim. Çünkü Merkez Karar Kurulu, bir tüzük suçu işlememiş de olsam, partinin bugünkü politik söylemleriyle uyuşmayan bir kişinin partide kalmaması gerektiğine karar verirken kendi açısından haklıdır.

Parti örgütü de zaten benim partiden ihraç edildiğim kanısına vardı. Son seçim sonuçlarının değerlendirildiği Ankara İl Örgütü’nün 16 Haziran 2011 tarihli toplantısından sonra partinin hiçbir etkinliğine ve toplantısına çağrılmadım. Yıllardır çalıştığım büroya gelerek aylık ödentilerimi alan Çankaya ilçe görevlileri de Merkez Karar Kurulu’nun beni disiplin kurulana vermesinden sonra ödenti almaya gelmediler.
Öte yandan, Parti Genel Merkez sözcülerinin bazı toplantılarda, Güçbirliğine oy vermemiş parti üyelerinin parti üyeliğinden istifa etmelerini tavsiye eden konuşmalar yaptığı biliniyor. Dolayısıyla bir insanın istenmediği bir yerde kalmakta diretmesi doğru olamaz.

Uzun süredir Parti’nin politikalarından rahatsızım

Merkez Karar Kurulu’nun benim partiden çıkarılmamı istemesi bardağı taşıran damla oldu. Yakın çevremdeki yönetici ve üyelerden bir kısmının bildiği veya hissettiği gibi parti politikalarından rahatsızım. Bir partili olarak bu politikaları taşıyamıyorum ve savunamıyorum. Parti tüzük ve programında Eylül 2006’da yapılan değişiklikler konusunda o zaman düşüncelerimi iletmiştim. Partinin sosyalizmde direnmesini, milliyetçilik yerine yurtseverlik temasının benimsenmesini önermiştim. Bununla birlikte asıl rahatsızlığım tüzük ve programdan kaynaklanmıyor.
1960’lı yılların başından beri sosyalizmi benimsedim. Türkiye İşçi Partisi, Milli Demokratik Devrim çizgisi içinden geçerek 1971’den beri PDA,  İşçi Köylü, Sosyalist Parti çevresindenim. Partiye kaydolmayı Genel Başkan haksız bir tutukluğa uğradığı için 1998’de karar verdim. Daha resmen üye olmadan Genel Başkan yardımcısı Hasan Yalçın ve Mehmet Bedri Gültekin tarafından görüşlerimi özgürce dile getireyim diye Genişletilmiş Merkez Komitesi ve Başkanlar Kurulu toplantılarına çağrıldım. Teori Yazı Kurulu’na alındım. 1977’de çıkıp 1980’de kapatılan Günlük Aydınlık’ta, Türkiye Gerçeği, Saçak, Haftalık Aydınlık ve aylık Yeni Yüzyıl, Teori dergilerinde yazılarım yayımlandı. Seçimlerde dağıtılmak üzere hazırlanan Eğitim Broşürlerinin hazırlanmasında, Cumhuriyet İçin Eğitim Kurultayı’nın hazırlanmasında görev aldım. Atatürk’ün Bütün Eserleri Danışma Kurulu üyesi oldum. Parti’nin Avrupa örgütü tarafından düzenlenen programlarla Almanya’nın kentlerinde konferanslar verdim. Çerkez Ethem’in İhaneti, İstiklal Marşı, Mehmet Akif gibi kitaplarım parti yöneticilerinin telkinleriyle yazıldı.
Sosyalist Parti ve İşçi Partisi, Milli Demokratik Devrim ve nihai olarak sosyalizmi hedeflemiş bir partiydi. 1971’de Beyaz Aydınlık-İşçi Köylü taraftarlığında karar kılmamın nedeni, bu hareketin maceracı eylemleri devrim için uygun görmeyişiydi. Bunun yerine halk kitleleri arasında uzun süreli bir çalışmayı ve halkı devrim için örgütlemeyi önermesiydi.
Fakat partinin epey oluyor ki savunduğu düşüncelerle mutabık değilim. 13 Ocak 2008 günü İP Ankara Olağanüstü İl Kongresi’nde program taslağı tartışılırken Partinin milliyetçiliğe yerleştiğini söyleyerek şöyle demiştim: “Ben bu parti ile böyle sözleşme yapmamıştım. Ben sosyalist bir partiye üye olmuştum.”

Partiden parça parça uzaklaştırıldım.

Ulusal Kanal’da 2001’den başlayarak yakın tarihimiz konusunda programlar yapmaya başladım. 2005’te partili bir arkadaşla eşim arasında, bir kitle örgütünde çıkan anlaşamazlık vesilesiyle eşim aleyhine haksız hücumlar yapılınca bunun yanlışlığını belirttim ve Ulusal Kanal’da, Aydınlık’ta soyadımın böyle kötülük timsali olarak kullanılması karşısında “Partiden mi eşimden mi ayrılmayı tavsiye edersiniz?” diye sordum. O tarihlerde “programı çekecek kameraman askere gitti” gerekçesiyle bu programlara son verildi. 2008 Mart’ında programlar yeniden başladı. 20011’in Mayıs ayına kadar devam edebildik. Bu tarihte seçimlerle ilgili programların yoğunluğu gerekçe gösterilerek 5-8 dakikalık Kurtuluş Savaşı Öyküleri yayından kaldırıldı ve seçimlerden sonra da konulmadı. Günlük Aydınlık çıkmadan önce bu gazetede yazı yazmam planlanmış ve tanıtımlarda da adım yazarlar arasında yer almış olmasına rağmen, gazetenin neresinde, kaç gün ve hangi konuda yazacağım konusunda bir netliğe ulaşamadık ve yazılara başlayamadım. Bu son dışlanmaların nedeni de tarihe bakışımızdaki farlılıklardır.
Son birkaç yıldır partiden istifa etmeyi ciddi olarak düşünmüş isem de Genel Başkan ve diğer bazı yöneticilerin tutuklu olduğu bir dönemde bunun yanlış anlaşılacağını düşünerek istifamı onların hapishaneden çıkmalarına kadar erteliyordum.
Fakat Parti yönetimi benden önce ve benden kararlı davrandı. Merkez Karar Kurulu’nun aldığı ihraç isteminden başka Genel Başkan’ın Teori dergisinin Temmuz 2011 tarihli sayısında 12 Haziran seçimlerini değerlendirirken benim hakkımda yazdığı bir paragrafta şöyle diyordu:
“…Zeki Saruhan arkadaşımız açıkça Neo-liberalizmi savunuyor, yazısında Yeni CHP’nin ötesinde AKP-BDP ittifakıyla birleştiği gözüküyor. Kemalistlerin ve ulusalcıların tasfiyesinden de memnun bir havada.” Sayın Genel Başkan benim AKP’nin ekonomik istikrar ve refahın göreceli olarak artmasından ötürü seçimi kazandığını, seçimlerde ulusalcıların güç kaybettiğini saptamamı Neoliberal olmama yormuş.  Hakkımdaki bu değerlendirmesini yanlış ve haksız bulmakla birlikte kendisine yanıt vermekte acele etmedim. Gerçi Sayın Genel Başkan, benim sözü edilen değerlendirme yazımın da yayımlanmasını, parti yöneticilerinin kendi görüşlerine güvenmesini ve başkalarından da öğrenmekten çekinilmemesini ifade etmiş olsa da ilgili arkadaşların bu tavsiyeyi bile dikkate almayacaklarını geçmiş uygulamalardan biliyorum. Kısacası, bir hastanede her gün bir organı kesildiği için “Parça parça taburcu edilen” bir hasta gibi partiden ihracım parça parça gerçekleşiyordu.
Partinin hangi politikalarıyla uyum içinde olmadığımı anlatırsam, parti ile yollarımı neden ayırmam gerektiği daha açık olarak anlaşılacaktır.

Parti gerçeklerden kopmuştur.

Parti sözcüleri gerçeklerden kopmuştur. Türkiye’nin koşullarını doğru olarak algılayamamakta, sürekli olarak devrimin çok yakın olduğunu vurgulamakta, bunun yakın olduğuna ilişkin belirtiler görülmeyince de parti taraftarları hayal kırıklığına uğramaktadır. Bu durum 1999 seçimlerinden beri değişmeden sürüyor. 1999 Genel Seçimleri sonrasında parti sözcülerinin “MHP Değişmedi” iddiasını duyduğumdan beri, sağduyulu herkesin görebildiği bir gerçeği parti yöneticilerinin niçin göremediğine hayret etmişimdir. Fakat öyle zannediyorum ki bu görüş, bir tahlilin sonucu değil, partinin yerleşmeye hazırlandığı yeni milliyetçilik platformunda MHP ile rekabet etmek isteğinden kaynaklanıyordu. 25 Nisan 1999’da yapılan genişletilmiş Başkanlar Kurulu toplantısında “MHP değişmemiştir” görüşünün yanlış olduğunu tek başıma savundum. Kürsüye çıkan bütün arkadaşlar bana yanıt verdiler. Dahası, Teori Dergisi’nin Mayıs 1999 tarihli sayısında Başkanlar Kurulu’ndaki görüşmeler anlatılırken benim ne konuştuğumdan tek bir satır bile söz edilmezken bana verilen yanıtlar uzun uzun yer aldı. Bu durum, iki şeyi gösteriyordu: Parti yöneticileri artık o eski tahlil yeteneklerini kaybetmişlerdi. Parti üyeleri genel başkanın tutumu dışında bir görüş geliştiremezlerdi. Ancak bir toplulukta doğruyu bazen tek bir kişi bile dile getirebilir.
9 Mayıs 1999 günü yapılan Sol Güçbirliği toplantısında İlhan Selçuk’a yanıt olarak “MHP değişmemiştir” ifadesi yer aldığı için seçim bildirgesine aynı nedenlerle tek başıma karşı oy kullandım.
Gerçekte bir ara denenen Kızılelma ittifakını saymasak bile o tarihten beri Kıbrıs, Kürt, Ermeni gibi temel sorunlarda İP ile MHP’nin görüşleri büyük bir benzerlik göstermektedir. MHP, eski Amerikancı MHP olmaktan vazgeçmiş, Parlamenterist milliyetçi bir zemine oturmuş fakat asıl değişen İP olmuştur.
13 Haziran 1999’de yapılan 6 Ok Kurultayı’nda “Halkçılık” ilkesini anlatırken Cumhuriyet döneminde halkçılığın kâğıt üstünde kaldığını anlattım ve o dönemin halk için bir cennet olduğu düşüncesini yaymaya başlamış olan parti yöneticilerinin itirazlarıyla karşılaştım.

Kitlelere doğru söylemeyen bir parti

Parti, üyelerine ve halka gerçeği açıklamak gibi bir tutum içinde değildir.
Her seçimde partinin yüzde on barajını aşacağını ya da son seçimde olduğu gibi parlamentoya milletvekili sokacağını ısrarla vurgulamaktadır. Bunun yalnızca partiye oy verecekleri cesaretlendirme isteğinden kaynaklanmadığı, yöneticilerin durumu gerçekten de öyle gördüğü anlaşılmaktadır. Her seçim sonucunda üyeler parti yönetiminin kendilerine doğruyu söylemediği, durumu gerçekçi olarak algılamadığı kanısına varmaktadır. Bu nedenle parti gitgide küçülmektedir.  Bu tehlikeyi 2002 Seçim kampanyalarında görenler vardı. Teori Yazı Kurulu’nda ben de bu konuda görüşlerimi dile getirdim. Kurul, bu görüşleri kendi adlarına da Parti’nin İstanbul’da toplayacağı geniş katılımlı toplantıda dile getirmemi istediler. 17 Kasım 2002 günü “3 Kasım Seçimlerinde İşçi Partisi Sözcülerinin Tutumu ve Değerlendirmeleri Üzerine Görüşler” başlıklı bu yazımı kürsüden sundum. Bunda partinin sübjektivist bir tutum içinde olduğunu, “Barajı aşıyoruz”, “İP iktidara geliyor” gibi değerlendirmelerin aceleci, “AKP’yi Amerika kazandırdı”, MHP değişmemiştir, Amerika’nın dediğini yapıyor” gibi değerlendirmelerin yanlış olduğunu, seçimlerde çok yönlü etmenlerin rol oynadığını anlatmaya çalıştım. Gerçek hayatta karşılığı olmayan öznel görüşlerin partiyi Enver Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı’na soktuğu maceracı politikalara sürükleyebileceğini de dile getirdim. Gerçekten de Genel Başkan bir yazısında “Enver Paşa politikalarının” uygulanması gerektiğini açıkça yazdı.
Sayın Genel Başkan kürsüden bana hitaben “Zeki Sarıhan! Ben bu partinin başında bulunduğum sürece ölünceye kadar aday olamayacaksınız” dedi. Benim içimde milletvekili olmak gibi bir hevesim olduğunu ama seçim şansı görmediğim için adaylığı kabul etmemiş olduğumu sanmış olmalıydı. Kendisine yerimden böyle bir isteğimin zaten olmadığı yanıtını vermekle yetindim. Ankara’ya döndükten sonra o sözlerinden kaygılarımı dile getiren bir mektup yazdım. Bu partide adaylar yalnız bir kişi tarafından belirleniyorsa bu iyi bir durum değildi. Beni partide görmek istemiyorsa istifa edebileceğimi belirttim. Bir süre sonra M. Bedri Gültekin’in aktardığı yanıtta, ayrılmamın kendi isteği olmadığını öğrendik. Fakat “Ne münasebet, partiden ayrılmak da nereden çıktı?” denmiyordu. Böyle bir muamele üzerine 13 yıl önce partiden ayrılmam gerekirdi ama bunu yapmadım. Hata avcısı değilim. Hepimiz hata yapabiliriz. “Başkanlar da hata yapabilir, sinirlenebilir ve bazen sözlerine hâkim olamayabilirler” diye düşündüm.

İttifak politikası ideolojik teslimiyete dönüştü.

Parti kitleler arasında sağlam ve doğru politikalarıyla taraftar kazanma, örgütlenme ve örgütlülüğünü pekiştirme yerine iktidara gelme konusunda aceleci davranmakta, bu da onu halk kitlelerinden başka odaklara bel bağlamaya itmektedir.
Partide sosyalizm bilincinin yerini Tek Parti döneminin milliyetçi ideolojisi almıştır. Bu tutum, partinin sosyalizmden vazgeçtiğini, daha önce kendi kökleri olarak gösterdiği Türkiye sosyalizm tarihinden de koptuğunu gösteriyor.
Benim anladığım, sosyalizmin bittiğini ve onu savunmanın kitleleri toparlayamayacağını düşünen parti sözcüleri, kendileri için yeni bir ideolojik platform aramaktadırlar. Bu platformun, İnönü’den Celal Bayar’a, 27 Mayısçılardan 12 Mart ve 12 Eylülcülere kadar çeşitli kuvvetler tarafından kullanılan, bazı devlet organlarında varına yoğuna kullanılan Atatürkçülük olabileceğine karar verilmiştir. Fakat bu ideolojinin başka sahipleri olduğu ve İşçi Partisi’nin geçmişte bıraktığı izlenim farklı olduğu için Atatürkçüler de ona inanmakta zorlanmakta, İP’in takiye yaptığını düşünmektedirler. Atatürkçü bazı örgütlerde, partililerle Atatürkçülerin arasında sık sık yaşanan itiş-kakışın nedeni de budur. Oysa sosyalizmden vazgeçmeden de bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde başka güçlerle ittifak yapılabilir. Kendi gerçek ideolojini savunamayan bir parti ile kimse ittifaka da yanaşmaz.

Bir uçtan diğerine savrulma

Parti sözcüleri sık sık tutum değiştirmektedir. Bugün savundukları bir görüşün birkaç yıl sonra tam tersini savunabilmektedirler. Bu tutum Parti üyelerini ve parti dışında onu izleyenleri şaşkına çevirmektedir.
Bu savrulmalardan birkaçını şöyle sıralayabiliyorum:
Kıbrıs: Biz 1970’lerde Kıbrıs’ın geleceğine orada yaşanan iki halkın karar vermesi gerektiğini savunuyorduk. Bunu bir bildiriyle savunduğu için tutuklanan partililer de oldu. Bugün parti bölünmüş bir Kıbrıs’ın ve artık adanın kuzeyindeki Türk toplumunun bile rahatsızlık ifade ettiği, hiçbir devlet tarafından tanınmayan yapılanmanın en hararetli savunucudur. Enternasyonalizm kalkmış, onun yerine Kıbrıs Rum halkının çektikleri acıları görmeyen bir politika almıştır. Parti AKP hükümetini bile bu noktadan eleştiriyor iken neyse ki AKP de artık bölünmüş Kıbrıs’ı savunan noktaya gelmiştir. Bu konuda hükümete hücum etmenin sebebi ortadan kalkmıştır.
Ermeni: Genel Başkan, geçmişte 1915’te devleti savaşa sokan İttihat ve Terakki yönetimine karşı iken bugün onu mazur ve haklı görmekte, Talat Paşa’yı göklere çıkarmakta, onun adını taşıyan komiteler kurmaktadır. 1915’te tehcirde yaşanan acıları yüreğinde duyar ve bu olayların Cumhuriyet’ten önce yaşanmış olduğu, bugünkü kuşakların ve Cumhuriyet’in bunda bir suçu olmadığını savunurken bugün 1980’den sonra Kenan Evren rejiminin savunduğu noktaya gelmiştir. “Ermeni soykırımı uluslar arası bir yalandır” sloganının içeriğini “Ermenilere katliam uygulanmadığı” anlamında savunmaktadır. Bu konudaki tezlerinin yanında MHP sözcüleri bile yaya kalmaktadır.
Kürt: İşçi Partisi geçmişte Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını, Türk-Kürt federasyonunu savunurken, bugün ne olmuştur da Kürt siyasi hareketinin bir numaralı düşmanı haline gelmiş ve Kürt toplumu içindeki itibarını sıfıra indirmiştir? Bir zamanlar Parti kongrelerinde başları poşulu Kürtler, en ön sıralarda oturtulurken, Türkiye’de 48 etnik grup olduğu Batı’dan yapılan çevirilerle savunulurken, bugün nasıl olmuştur da Kürt yoğunluklu bölgelerde okullara seçme Kürtçe dersinin konulması gibi en makul bir istek bile bölücülükle suçlanmaktadır? Bu politikalarla Türk-Kürt birliği savunulabilir mi?
Atatürkçülük: Parti sözcüleri, geçmişte “Cumhuriyet’in kazanımlarına sahip çıkma” politikasını bir süredir “Atatürkçü olmak”la değiştirmiştir. Onlar gibi parti üyelerinin herhalde çoğu artık Atatürkçü olduklarını söylemektedirler. Birçok partili için sosyalizm, artık utanılarak, alçak sesle söylenen bir düşünce haline gelmiştir. Parti’nin Kemalizm’den anladığı, Kemalist (veya Atatürkçü) oldukları su götürmeyen Yakup Kadri Kearaosmanoğlu’nun, Falih Rıfkı Atay’ın, Sabahattin Selek’in, Şevket Süreyya Aydemir’in, Doğan Avcıoğlu’nun anladığı ve sahip çıktığı Kemalizm’den de farklıdır. Onlar Tek Parti Dönemi’nin halkçılık yapamadığını, bu nedenle halk kitlelerinden uzak kaldığını biliyor ve dile getiriyorlardı. Parti ise Atatürk’e 1930’lu yılların Çankaya sofralarında yiyip içen ve İş Bankası’ndan nemalanan Kılıç Ali’nin üslubuyla sahip çıkmaktadır. Öte yandan Tek Parti döneminin her türlü muhalefetin, bu arada emekçi örgütlerinin yasaklandığı uygulamalarına mazeretler bulmaktadır.  Tunceli isyanını bastırmadaki sertliğin en hararetli savunucusu İP olmuştur.
12 Martçılar ve 12 Eylülcüler, Atatürkçülüğü, yükselen sol muhalefeti, halk hareketlerinin önüne bir dalgakıran olarak koymuştu. Bu tutum Atatürk’ü millete daha çok sevdirmeye hizmet etmedi. Tersi sonuçlar doğurdu. Parti’nin bugün hararetle sahip çıktığı Atatürkçülük ise birçok yurtsevere “Ben Atatürkçü değilim” dedirtecek bir durum almıştır?
Partinin elinde bulunması gereken biricik ideoloji sosyalizmdir. Bu mücadelenin öznesi emekçi kitlelerdir. Emekçi kitleler bir halk iktidarı için bilinçlenip örgütlenmedikçe ara sınıflarla ve onların ideolojiyle sağlam ittifaklar kurulamaz.
Parti, siyasi mücadelede, halk kitlelerinden başka kuvvetlere güvenerek ve Genel Başkan’ın geçmişte ifade ettiği üzere onlara “Kefil olarak”  bir kumara yatırılmıştır. Bu tutum, 12 Mart ve 12 Eylül öncesi bazı sol odakların oynadığı kumarı andırıyor. Parti, 12 Mart’ta beni de bu harekete meylettiren doğru bir tutum almış, 12 Eylül öncesinde ordunun niteliği konusunda yanılmıştı. 2000’li yıllarda ise sonu belirsiz bir harekete kefil olarak yeni bir hata işlemiştir.
İslam: İşçi Partisi yöneticileri, İslam konusunda da sık değişen politikalar önerdiler. 1970’lerde antiemperyalist bir cephe kurmak amacıyla İslamcılarla dirsek temasına geçtiler. Daha sonra “Şeriat tehlikesi”ni gerekçe göstererek laik aydınların dikkatini toplamak için İslam’ın temelleriyle mücadeleye başladılar. Şeytan Aletleri’ni Türkçe’ye çevirme ve yayma çabasına giriştiler. Bu tutumun Türk aydınlarına neler kaybettirdiği ve siyasal İslamcılara neler kazandırdığı ortadadır. Genel başkanın türban özgürlüğünü savunan kızlara destek ziyaretinden, yakın tarihlerde söylenen “Türban kadının esaret simgesidir” anlayışına gelindi. Siyasi mücadele sınıf mücadelesinden kopartılarak orduevlerinin “hassasiyetine” uygun olarak önemli ölçüde yaşam tarzı mücadelesi haline getirildi.

Derin devlet

İşçi Partisi ve onun yayın organları geçmişte devlet içinde örgütlenmiş cinayet ve tertip şebekelerine karşı doğru bir tutum almış, bu konuda toplumu aydınlatan önemli yayınlar da yapmıştı. Fakat o kirli işlerde görev alanlar bugün Parti tarafından birer kahraman olarak savunuluyor. Ergenekon tutuklamaları başladığında parti sözcüleri “Bu adamlarla bizim ne yakınlığımız olabilir ki, biz geçmişte bunlarla mücadele ettik” söyleminden “Bunların hepsi suçsuzdur” söylemine gelmiştir.

Komplo teorileri

Parti gerçeklerle bağını kopardığı için geniş ölçüde komplo teorileriyle taraftarlarını ve halkı heyecanlandırmaya çalışıyor. Parti yetkililerinden ve yayınlarından yapılan açıklamalara göre Hrant Dink’i ABD vurdurmuştur! Böylece ABD Türkiye’yi karıştırarak bölmek istemektedir. “Hepimiz Hrant’ız”, “Hepimiz Ermeni’yiz” pankartlarıyla İstanbul’da yürüyen on binlerce kişiyi de yabancılar bu cinayetten önce örgütlemişlerdir!
Partinin bilgi kirliğine katılmasının birçok örneğinden biri 9 Kasım 2005’te Şemdinli’de Umut Kitabevi’ne konulan, bir kişinin ölmesine, bir kişinin de yaralanmasına neden olan bomba olayı hakkında Genelkurmay Başkanı’nın sözü esas alınarak yayılan bilgi kirliliğidir. Bu bombayı, devletin maaşlı elemanları koyduğu ve gerçek bütün çıplaklığı ile ortada olduğu halde, bu konuda Genelkurmay’ın hatırına açıkça yalanlar uydurulmuş, olayı soruşturan Van savcısının görevden uzaklaştırılması alkışlanmıştır. Bir sosyalist böyle bir yalana ihtiyaç duymamalıydı. Bu yalana sarılarak toplum içinde gezememeliydi.
Islak imzalı veya kuru imzalı “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nda yer alan “AKP ve Fethullahçı merkezlere silah koyalım. Sonra buraları basıp terör örgütü diye açıklayalım” ibaresinin ise geçmişteki kontrgerilla taktiklerinden hiçbir farkı yoktur. Her ne kadar mücadele edilecek olan AKP ve Fethullahçı örgütlenmeler gibi istenmeyen odaklar da olsa, şimdiye kadar devrimcilerin böyle bir mücadele yöntemine başvurduğunu duymuş ve görmüş değiliz. Devrimci bir parti, karşıtlarıyla mücadele etmek ve iktidara gelmek için böyle yöntemleri asla savunamaz. Bu ve benzer olayların üstü keskin muhalefet söylemleriyle örtülemiyor. Bunlar devrimcileri halk kitlelerinden uzaklaştırıyor. İktidarın mazlum rolü oynamasına ve her seçimde oylarını artırmasına sebep oluyor.
Sosyalistler halka daima gerçeği söyledikleriyle tanınmışlardır. Onları meşru ve haklı kılan da budur. Çünkü ünlü sözdür: “Gerçek devrimcidir.”

Anlattığım süreç içinde ve ancak bazı örneklerini verdiğim tutumlar nedeniyle uzun süredir göğsümü gere gere “Ben İşçi Partiliyim” diyememenin sıkıntısını çektim. Çevremdeki partililerle, zaman zaman da yöneticilerle bu konuları tartıştım. Benim için partinin ne söylediği değil, gerçeğin nerde olduğu idi. Gelişmeleri 1960’lı ve 1970’li yıllarda edindiğim sosyalist bilincimle ölçerek, yurtseverlik ve halkların kardeşliği anlayışına bağlı kalarak yorumladım. Bereket versin konuşmalarımda ve yazılarımda kendi görüşlerime bağlı kaldım. Doğrulardan sapmadım.
Dünya her gün değişiyor. Her gün yeni şeyler öğreniyoruz. Kendimizi yenilemek ve böylece olgunlaştırmak zorundayız. İşçi Partisi’nin sözcülerinden de geçmişte çok şey öğrendik. Ancak bir süreden beri bize öğretilmek istenen şeylerin çoğunun yanlış olduğunu görüyorum. Bu nedenle Parti ile uygun adım yürümeyeceğim ortaya çıkıyor.

Teşekkürler

Geçmişte beni partiye davet eden, bana üyelik onuru veren, ülkenin bağımsızlığı, halkın özgürlüğü ve halk iktidarı için birlikte mücadele ettiğimiz Parti yöneticilerine ve üyelerine, yazılarımı yayımlayan parti organlarında çalışanlara, çeşitli nedenlerle Ankara dışına ve yurt dışına gittiğimde bana dostluk ve arkadaşlık gösteren, beni konuk eden partililere teşekkür ederim.
Saygılarımla.
Zeki Sarıhan

Adres:
Yeşilkent Sitesi No. 59
Konutkent-Ankara
Tel. 240 95 97, 0537 440 73 06
zekisarihan@gmail.com

Ekleri:
1. Zeki Sarıhan imzalı, 13 Haziran 2011 tarihli “12 Haziran Genel Seçimleri Üzerine Bir Değerlendirme: Seçimi Neden AKP Kazandı” yazısı.
2. İP Ankara İl Başkanı Safa Koçoğlu imzalı İl Disiplin Kurulu’na yazılan 14 Eylül 2011 tarihli yazı.
3. İl Disiplin Kurulu’nun Zeki Sarıhan’dan savunma isteyen 6.11.2011 tarihli yazı.
4. Zeki Sarıhan’ın 8 Kasım 2011 tarihli “Savunmamdır” yazısı.
5. Ankara İl Disiplin Kurulu Başkanının 29.11.2011 tarihli, Zeki Sarıhan’a hitaben kararı bildiren yazısı.
6. Ankara İl Disiplin Kurulu’nun 23.11.2011 tarihli karar örneği.

Not: Süvari sitesinden alınmıştır.

33 Comments

  1. Ahmet Meriç Şenyüz

    Sarıhan’ın istifa mektubundaki eleştirilerin neredeyse tamamına katılıyorum. Ben de çok benzer gerekçelerle İP’ten ayrılmıştım. 2003’te partiden koptum ama istifa dilekçemi vermem bir süre daha sonra aldı. Benim 2004’teki istifa mektubumda da hemen hemen aynı yönde ifadeler yer alıyor.

    Bu hataların pek çoğunun arızi şeyler olmadığını Aydınlık geleneğinin hamurunda bulunduğunu düşünüyorum. Yine de İP’in kendine gelip bu son derece sağcı-milliyetçi çizginin yanlışlığını fark ederek, biraz olsun sosyalizan bir hatta dönmesini de hâlâ çocukça umut etmeyi sürdürüyorum.

  2. fuat ramiz

    Eleştireler de çok fazla haklılık payı var, benzer nedenlerle ben de
    ayrıldım ama içeride devrimci ideolojiye bağlı, bunu açıkça dile getiremeyen birçok sıkı dost var. D.Perinçek’in o dönem tutuklanması partide büyük bir kaos ve boşluk yaratmıştı.

    Şayet parti yönetimi babadan oğla geçmeyecek ise, ilk kurultayda aşırı milliyetçilik kavramına uzak nice alternatifler var, onlar
    değerlendirilebilir diye düşünüyorum.

  3. çıracı

    Çoğu kişi biliyordur ama… 2003’te İP’den ayrılan grup (Ender Helvacıoğlu ve çevresi), uzun zamandan beridir Bilim ve Gelecek Dergisi ile Yarınlar Dergisi’ni çıkarmakta olan gruptur. Onların yayınlarını severek izliyorum…
    Bu grup, ilginç bir şekilde Troçkizme de sempatiyle bakmaktadır ve özellikle RED Dergisi çevreleriyle gayet dostane bir ilişki geliştirmişlerdir.

  4. Yusuf Cemal

    Lafasi uzun suredir cemberin disinda, govdesi iceride birisinin olumlu anlamda celiskili durumunu ozetlemis. Durumu bu kadar iyi gormus ama hala bir sekilde bagini koparmamis olmasi eskiden “sebat” olarak gorulurdu. Simdilerde “baby boomers” kusaginin anlamsiz inatciligi olarak okunuyor. Ama sanirim onu orada tutan bu tip bir sey degil. Bana fikirlerde ya da bir eyleme seklinde israr etmekten cok, kisilere guven gibi geldi. Tam bir orgut adami refleksi.

    Acaba celiskileri mi elestiriyor yoksa isin kendisine mi bilemiyorum. Ama Seytan Ayetleri’nin tefrika edilmesi o donem yapilmis en dogru hareketti bana kalirsa. Turk aydinina ne etkisi olursa olsun. Mesela beni o donem Aydinlik gazetesini okumaktan uzaklastiran SSCB dagilmadan hemen onceki darbe girisimlerinde adamlarin attigi baslik olmustu: Halk barikatlarda savasiyor. Yuh yani. O kadar barizdi ki “yalan ama ben bunun dogru olmasini istiyorum” ruh hali, midemizi bulandirmisti.

    Bagimsizlikcilik bu metinde hala merkezi onemde. Yani ucuncu dunyacilik. Henuz oradan bir geri basma yok. SSCBnin batisi ya da Cin’in kapitalizmi kurtarmaya soyunmasi da onemsenmemis. O noktaya daha var demek ki. Ve son olarak eski yontemlerin elestirisi az yer aliyor metinde. Ihbarcilik muhabbeti yok. Taktiklerin kendini asip durumu ele gecirmesi var. “Emekci” kelimeleriyle guncel taktikler arasi iliski hic yok. Buna karsilik yillar boyunca calisip didinip karsiliksiz bir seyler yapmis olanlarin o kalender ruh hali tum yazida hissediliyor. Tabi zaaflari da. Acaba buradan nereye evrilecek fikirleri?

  5. Volodin

    Doğrusunu isterseniz, Aydınlık geleneğini diğer sol geleneklerden ayıran en önemli özellik bu geleneğin, diğerlerinin duygusal bağlılıklarının aksine fevkalade “reel politiker” olmasıdır. Dikkat edilirse benzer bir eğilim Mao Zedung’da da vardır. Bence Genel Başkan 1990’ların ortasında Türkiye’deki sosyalistlerden ve işçi sınıfından umudu keserek her türlü Kuomintang ile ittifak kurma, “birleşilecek bütün güçlerle birleşip, tecrit edilecek bütün güçleri tecrit etme” cihetine gitti. Reel siyaset açısından bakarsak bu çizginin netice aldığını görürüz. Bugün İP neredeyse ana muhalefet konumundadır. Başarı ortadadır, lakin netice ne olacaktır bilinmez.

  6. Volodin az bekle

    Bir seçim olsun, senin ana muhalefet yine yüzde sifirlari siralar, en azgin ulusalci bile sahipleri varken köpeklerine oy vermez

  7. Zeki Sarihan: "du bakali n'olicek" demis yillarca

    -Necmiyaa?
    -Efendim.
    -Ne yaptın ben yokken?
    Necmiye yanayakıla anlatmaya girişiyor!
    -Ah,sorma…
    Nasıl sormasın, meraktan çatlıyor.
    -Ne oldu Necmiya?
    –Öyle bir şey geldi ki başıma, şaştım şaştım kaldım.
    -Ne geldi başına?
    Necmiya saf saf anlatıyor!
    -Senin söylediğin sinemaya gitmek üzere çarşaflandım.
    -Şok güzel.
    -Çıktım sokağa
    -Avet?
    -Yolda giderken bir herif sokuldu yanıma?
    -Bir harif?
    -Evet… Ben gidiyorum, o da yanımda gidiyor. Ben gidiyorum o da gidiyor. Dur bakalım, ne olacak, diye merak ettim.
    Fıtık Amca çok bozulur ama, karısına belli etmemeye çalışarak o da şaşmış görünür!
    -Allah allah.. Ban da şok merak ettim. Du bakalim n”olecak?
    -Ben gidiyorum, o gidiyor… Böööyle yanımda. Dibimden ayrılmıyor. Dur bakalım n”olacak diyorum içimden…
    -Fasuphanellah… Du bakali n”olecak?
    -Bileti alıyorum, o senin dediğin sinemaya girdim,adam da girmez mi?
    Bu kez Fıtık Amca atik davranıp karısından önce sordu:
    -Ve minelgaraip.. Du bakali n”olecak? Sonra?
    -Sonra ben oturdum. O da yanımdaki boş koltuğa oturmaz mı?
    -Hayret! Du bakali n”olecak?
    -Işıklar söndü, filim başladı.
    -Eeee anlat Necmiyaa?
    -O herif elini bacağıma atmaz mı?
    -Ne diyorsun, velacaip…
    -Çarşafımın eteğinin altından elini sokmaz mı? Aaa! Şaştım kaldım…
    -Ne yapacak?
    –Bilmem ben de onu merak ediyorum ya… Dur bakalım, n”olacak diye bekliyorum.
    -Vallahi ban da merak ettim yahu… Du bakali n”olecak, diye bekliyorum.
    -Sonra o herif oramı buramı karıştırmaya başladı. Doğrusu çok merak ettim. Sen olsan
    merak etmez misin?
    Fıtık Amcanın gözlerinden ateşler saçılıyor ama, karısı o denli saf ki, kızsa, hiç yakışık almayacağı için o da karısına uyup soruyor!
    -Nacmiya, du bakali n”olecak?
    -Sonra “Hazreti Ömer in Adaleti” bitti. Lambalar yandı. Ben kalktım, o da kalkmaz mı?
    -Sonra, harif da?
    -Evet.
    -Velacaip ve minelgarip… Du balali n”olecak?
    -Çıktım sinemadan, o da çıktı. Ben yürüyorum, o da yanımda yürüyor.
    -Aman Necmiya, vallahi şok merak ettim. Du bakali n”olecak?
    -Ben de merak ediyorum. Ben köşeyi saptım.
    -Harif da saptı mı?
    -Saptı.
    -Anlat şabuk Nacmiya, şok meraklı.
    -Bizim apartmanın kapısından girdim, herif de girdi. Dur bakalım, n”olecak diye merak
    içindeyim.
    Fıtık Amca ter içinde…
    -Sonra?
    -Bizim kata çıktım, herif de çıktı.
    -Vay harif vay!…
    -Çantamdan anahtarı çıkarıp bizim dairenin kapısını açtım, girdim içeri, o da girmez mi?
    -Harif da yallah içeri?
    -Evet
    -Du bakali n”olecak… Aman anlat şabuk Nacmiya…
    -Eve gelince yatak odasına girip elbet soyundum. O da soyunmaz mı?
    -Ne diyorsun Nacmiyaa… Du bakalı n”olecak?
    -Soyununca yatağa girdim. Olur şey değil, o da benimle yatağa girmez mi?
    Fıtık Amca kızgın demirle dağlanmış gibi haykırır:
    -Ayvaaaaah! Du bakali n”olecak?
    -Ben de yatakta ne olacak diye merak ediyorum.
    –Aman Nacmiyaa, vallahi meraktan şatlayacak ban… Söyle şabuk, ne oldu Nacmiya?
    -Hiiç canım… Bir şey değilmiş, ben de boşu boşuna merak etmişim.
    Boncuk boncuk ter döküyordu Fıtık Amca.
    -Yok yahu… Peki, ne oldu Nacmiyaa? Ne yaptı?
    -Aynen senin her gece yaptığını…
    Beyninden vurulmuşa dönen Fıtık Amca ne yapsın şimdi? Karısı o denli saf ki, başına kötü bir şeyin geldiğinden bile haberi yok ki… Döğse olmaz. Kovsa olmaz.
    Erkekliğe toz kondurmamak , yiğitliğe krem sürdürmemek için Fıtık Amca şöyle der:
    -Amaaaaan Nacmiya, ban da muhim bişey zannediyordum. Du bakali n”olecak diye boşuna merak etmişim. Velakin hiç möhim değil.
    Olayı anlatan yaşlı işçi emekçisi,
    -İşte böyle arkadaşlar, diye sözü bağladı, bütün bu olup biteni kadın saf saf her önüne gelene anlatıyormuş. Bizim hanım da kendisinden duymuş.
    Titreyen elindeki kahve fincanını masaya koyan bir memur emeklisi,
    -Yahu, hiç anlayamadım, dedi, sen şimdi bu olayı ne diye anlattın? Kel mana?
    İşçi emeklisi,
    -Her gün burada laflayıp laflayıp da sonunda “Dur bakalım, n”olacak?” diye merak edip soruyorsunuz ya, işte sizi meraktan kurtarmak için ne olacağını anlattım.
    Çayevindekilerden bir kahkaha koptu.
    İşçi emeklisi ekledi:
    -Velakin hiç mühim değil.
    AZİZ NESİN

  8. eylem

    »Parti sözcüleri, geçmişte “Cumhuriyet’in kazanımlarına sahip çıkma” politikasını bir süredir “Atatürkçü olmak”la değiştirmiştir. »

    aslında bu cümle zeki sarıhanın bu zamana kadar ipten neden ayrılmadığının da çok açık bir göstergesidir.
    sorunun kaynağı,ipin ta başından beri cumhuriyet ve kamalizmle sakat bir yerden kurduğu politik ilişki biçimindedir.sağ ideolojiyle hiç zorlanmadan kurduğu bağ da bunu dorular niteliktedir.ipin muamalı siyasi tarihi zaten çelişkilerle doludur.sarıhanın mektubundaki eleştiriler bu yüzden pek bir şey ifade etmiyor bunlar düşünüldüğünde.
    ip pragmatist bir yapıdır.onun bu özelliğinden beslenen ağır etik problemleri de sık sık kulvar değiştirmesine belki de kolaylık sağlıyor.tesbitlerden de anlaşıldığı kadarıyla ipin tarihinin geriye dönüşleri çok hızlı gerçekleştirdiği ve temelsiz politik kimliksizliği kalıcı bir tutum haline getirdiğidir.

    kimliksizliği artık olağan bir siyasi tutum haline getirdiğidir

  9. Zeki Sarihan: Niyazi'nin bayramını kutlamış yıllardır

    BAYRAM TEBRİĞİ

    1965 senesiydi. İBir genel müdürlükte, özel kalem müdürünün yardımcısıydım. Bayrama on gün kala, müdürüm hastalandı ve rapor aldı. Ertesi gün, genel müdür, beni odasına çağırd…ı.

    Buyrun efendim.

    Tebrik kartları hazır mı evladım?

    Hangi tebrik kartları efendim?

    Eyvahlar olsun, Şükrü sana söylemedi mi? Bayram geldi, tebrik kartı göndermeli. Şimdiye çoktan postaya vermiş olmamız gerekirdi.

    Hiç haberim olmadı efendim

    Hemen, hemen hemen ! Yarına istiyorum üç bin adet kartı sabaha kadar yaz ve postaya ver.

    Emredersiniz efendim! dedim ve odadan çıktım. Ancak üç bin adet bayram tebrik kartını tek tek nasıl yazacağım

    Genel müdür, kartların çini mürekkeple ve güzel bir yazıyla yazılmasını isterdi. Üç bin adet kartın iki bin tanesi makamca kendinden aşağıda olanlara şu şekilde yazacaktım:

    Bayramını kutlar, gözlerinden öperim.

    Kalan bin tanesi de, daha üst makamdakilere:

    Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim. şeklinde yazılacaktı

    Hiç vakit geçirmeden masamın başına geçip kolları sıvadım. Önümde davetiyelerden oluşan irili ufaklı pek çok dağ duruyordu. Ben mesaim bitiyor, az sonra çıkar evime giderim derken, sabaha kadar burada kalıp üçbin kartı yazmak zorunda kaldım. Sızlanmanın faydası yok, işe başlayım:

    Bayramını kutlar, gözlerinden öperim.

    Bayramını kutlar, gözlerinden öperim.

    5,10,20,50,100, 750,875. Yazıyorum yazıyorum bitmiyor! Vakit gece yarısını

    geçti gitti bana öyle bir sıkıntı bastı ki, tarif edemem.

    Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum.. bitmiyor.

    En nihayetinde alt makam kartları bitti. Ama ben de bittim. Şafak sökmek üzereydi. İşi biten kartları masamın üzerinden alıp başka bir yere koydum.

    Ama önümde hâlâ bin adetlik bir kart yığını durmaktaydı. Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederime başladım..

    Durmadan yazıyordum. Göz kapaklarIm öyle ağırlaşmıştı ki, gözlerimi açık tutmam her bir karttan sonra daha da zor bir hale gelmişti. Resmen işkence çekiyordum.

    125,279,400, 689. yazdım yazdım yazdım. Bir vakit sonra, artık ben kaleme değil o bana hakim olmaya başladı. Ama hâlâ yazıyordum:

    Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim.

    Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim.

    Niyaz ederim başarılı günler sizinle eşinizin bayramını kutlarken…

    Kutlarken eşinizin bayramını saygıyla sıhhatli günler diler Niyazi ile beraber ederim…

    Niyazi ile birlikte sizin ve eşinizin bayramını kutlarken ayrIca sıhhatle ederim…

    Önce bayramınızı eder, sonra eşinizle Niyazi’ye başarılı günler dilerim…

    Sizin de eşinizin de Niyazi’nin de bayramını saygıyla eder, sıhhat dilerim..

    Sıhhatli eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, Niyazi’ye başarılar diler aynı zamanda ederim…

    Bayramınıza etmeden önce eşinizi saygıyla kutlar Niyazi’nin gözlerinden öperim…

    Sizin de, eşinizin de, Niyazi’nin de, bayramını da, tatilini de, gelmişini de, geçmişini de.. saygıyla ederim…

    Sabah tam mesai saatinde, gözlerim kan çanağı bir halde kartları yetiştirdim.. Genel müdür bir-ikisine şöyle bir baktı:

    Aferin dedi. Bitirmen iyi olmuş. Hemen postalayın!

    Hemen postaladık.

    Üç gün sonra da önce bizim genel müdürü, ardından bendenizi postaladılar

    AZİZ NESİN

  10. İşçi Partisi'nin Çelişkileri

    Zeki Sarıhan’ın İşçi Partisi’nin Kürt politikasına dair bakışındaki duygusal tutumu dışında bütün eleştirilerine katılmaktayım.
    Ancak İşçi Partisi Sarıhan’ın bahsettiğinin aksine Kürt hareketine düşmanlıktan ziyade kendisini Kürtlerin temsilcisi konumunda gören “emperyalizmin boyunduruğu altındaki”olarak tanımladığı BDP ve PKK hareketine “düşmanlık” beslemektedir.Ancak Aydınlıkçı hareketin süreç içerisinde ideolojik aşınma geçirmesi sebebiyle ve bunun sonucunda sınıfsal tahlilden kopuşuyla bu dinamiklere beslediği düşmanlık,kendisini ve kitlesini kaçınılmaz olarak Kürtlere karşı önyargı ve inkarcılığa sürüklemekte ve kendi içerisinde bir çelişki yaratmaktadır.
    Bir yandan da hareket ..kaderlerini tayin hakkı.. tezine karşılık bu tezin mevcut Türkiye koşullarına uygun olmadığı ve ülkeyi bölünmeye götüreceği tezini ileri sürmekte ve sosyalistlerin bunun bilincinde olması gerektiğini vurguluyor.Sarıhan’ın duygusal bakmasından kastım bu.Parti’nin bu tezi kesinlikle doğru ama İşçi Partisi’nin yukarıda da belirttiğim gibi kendi tezlerinde ve görüşlerinde oluşan çelişki ve harekete sınıfsal bakamaması ve milliyetçi politikası ne yazık ki kendisini inkarcılığa sürüklemektedir.

  11. eylem

    ip kendi dışındakileri ya işbirlikçilik ya da karşı devrimcilikle suçluyor.kaldı ki göründüğü gibi ne BDP ne de pekeke Kürt halkından bağımsızdır.halkın kendilerini pekeke ile özdeş gördükleri sloganlarına da yansımışken gerçeği hala tersinden okuma çabaları neyin sonucudur acaba¿

  12. eylem

    ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı o ülkenin sosyalistleri tarafından savunulmayacak da hangi ülkeninkiler tarafından savunulacak diye insanın sormaktan kendini alamayacağı bir soru hemen gelivermez mi akıllalar sanıyorsunuz¿
    dahası sizin ülkeniz kıymetli de diyerlerininki pasta mı diye sormazlar mı…¿

  13. Yusuf Cemal

    Kurtlerin kendi kaderlerini tayin hakkini tanimayan bir hareket agziyla kus tutsa bir daha Kurt iscilerini kazanamaz. Kendisini ozne kabul etmeyen, onu parya olarak goren birilerinin devrimini neden sahiplensinler ki? Sahiplenmek derken, oy vermekten, kurallarina uymaktan degil, aktif katilimci olmaktan bahsediyorum. Siz olsaniz sahiplenir misiniz?

    Ayaga kalkmis calisan sinif icin sinirlar onemli olmayacaktir. Ayri ulkelerde olmak asil olarak yalnizca zamanlama sorunu yaratir. Ama Kurt iscilerin Turk iscilerden nefret etmesi, onlari zenginlerle ayni yerde, ayni konumda gormesi… Iste bu buyuk bir felaket olacaktir. Daha simdiden buyuk hasarlar aldik zaten. Kurtler bugune kadar Turklerden nefret etmemek icin iyi dayandilar. Nefret sifir degil ama bu kadar aciya karsi bu kadar sabirli olmalari iyiye isaret. Koy kokenli olmalari ve Istanbul sagolsun. Yani Turkiye kosullari felan cok da fifi.

  14. anaya

    Türk devleti, İşçi partisinin “emperyalist” olarak tanımladığı bloğun çizgisini izleyen ve (bir NATO üyesi ve AB müzakerecisi olarak)o bloğun parçası sayılabilecek bir devlettir. Bu durumda, İşçi Partisi’ne göre, Türklerin de kendi kaderini tayin hakkı olmamalıdır, yani örneğin Rusya gibi, İran gibi “anti-emperyalist” bir ülke Türkiye’yi işgal etse, bu işgal desteklenmelidir.İP’in kkth perspektifinden bu sonuç çıkıyor.

  15. Anonim

    Türkiye solu ve PKK

    Doğu Perinçek

    İşçi Partisi Genel Başkanı

    TEORİ DERGİSİ

    Ağustos 2011

    I. EZİLEN DÜNYA ÜLKELERİ İÇİNDEKİ

    MİLLÎ MESELEDE ŞİDDET

    I. 1. Genel olarak

    Ezilen Dünya ülkelerinin hemen hepsinde birden fazla milliyet yaşıyor. Çünkü demokratik devrimlerini tamamlamış değiller. Bu ülkelerin farklı etnik toplulukları bir millet halinde kaynaştırma süreci devam ediyor. Mazlumlar dünyasında, içteki milliyet sorunlarını şiddete dayanarak çözmeye yönelenler, kendilerini kaçınılmaz olarak emperyalizmin kucağında bulurlar. Şiddet eylemlerine hangi ideoloji ve programla başlanırsa başlansın, bu bir tunç yasasıdır. Özellikle emperyalizmin 1990 sonrasında millî devletleri ortadan kaldırmak için atağa geçtiği küreselleşme denen dönemde!

    Lenin, Marksizm’in Bir Karikatürü: Emperyalist Ekonomizm başlıklı ünlü kitapçığında, emperyalizmin eğilimini ortaya koydu: “Ezilen Dünya ülkelerini alabildiğine sömürebilmek için, millî devletlerini de ortadan kaldırmak, tam sömürge haline getirmek.” [1]

    [1] V. I. Lenin, Marksizm’in Bir Karikatürü: Emperyalist Ekonomizm, Çev. Veysel Yıldız, Koral Yayınları, Birinci Basım, 1977, İstanbul.

    Çünkü her türden millî sınır, emperyalizmin azamî sömürü eğiliminin önünde bir engeldir. O nedenle emperyalizm için ekonomik bağımlılık yetmez, siyasal bağımsızlık da ortadan kaldırılmalıdır. Ezilen Dünya ülkelerinin gümrükleri, kamu iktisadî kuruluşları, millî bankaları, tarımlarını destekleyen kurum ve uygulamaları, işgücünün fiyatını yükselten sosyal kurum ve güvenlikleri olmamalıdır. Olanlar yıkılmalıdır. Devletleri küçültülmeli, hatta yok edilmelidir. Yalnız Ezilen Dünya ülkelerinin mi; onlarla aynı konuma itilen Rusya, Yugoslavya gibi orta halli ülkelerin de. Hatta Çin Halk Cumhuriyeti gibi, ABD’nin korkusu olan, sosyalist ülkelerin de. O nedenle bu yazımızda Ezilen Dünya ülkeleri dediğimiz her yerde, dünyanın bu geniş cephesini de kastediyoruz. Ezilen Dünya’nın millî ve dinsel ayrılıkçılıkla parçalanması veya dize getirilmesi olayını, özellikle 1990 sonrasında bütün dünya yaşadı.

    Emperyalizmin bu saldırısına direnecek devletleri ve kurumları olan Çin, Hindistan, Vietnam, bazı Güney Amerika ülkeleri büyük atılımlarını sürdürdüler; aralarında bölgesel birlikler kurdular. Ezilen Dünya’nın birçok ülkesinin varolan devletleri ise, deyim yerindeyse sanallaşma sürecine girdi. Sovyetler Birliği gibi bir zamanların süper devleti bile dağıtıldı. Yugoslavya iç savaş ve dış savaşla 6 parçaya (Kosova ve Voyvodina’yı da hesaba katarsak 8 parçaya) bölündü. Çekoslovakya barışçı yoldan ikiye bölündü. Afganistan işgal edildi. Irak işgal edildi ve 3’e bölündü. Libya parçalanıyor. Suriye’de etnik ve mezhepsel çatışmalar kışkırtıldı ve NATO müdahalesi gündemde. Bütün bu uygulamaları, ABD, millî ve dinsel ayrılıkçılığı kullanarak yürüttü ve yürütüyor. Sömürgelerin emperyalizme karşı bağımsızlığını kazanması süreci, aslında 1975 yılında Vietnam, Kamboçya ve Laos’un ve arkasından Angola, Mozambik, Gine Bissau, Zimbabve ve Güney Afrika gibi ülkelerin kurtuluşuyla tamamlanmıştı.

    ABD emperyalizminin rakibi Sovyetler Birliği’ni dağıttığı ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin inisiyatifi ele geçirmek için zamana ihtiyacı olduğu koşullarda (1990–2010), Ezilen Dünya ülkelerinin içindeki farklı milliyetlerin “bağımsızlık” hareketleri, doğrudan ABD tarafından desteklendi ve Ezilen Dünya ülkelerinin sömürgeleştirilmeleri amacıyla kullanıldı. Bunun tek bir istisnası yoktur. Örnek ise çoktur: Yugoslavya’daki Hırvat, Sloven, Boşnak, Makedon, Kosova, Arnavut, Karadağ millî “bağımsızlık” hareketleri; Irak’taki Barzani-Talabani hareketi, Rusya’daki Çeçen hareketi, Doğu Timor’un Endonezya’dan koparılması, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki Tibet ve Uygur hareketleri, şimdi gündemde olan Suriye’deki Kürt ayrılıkçılığı ve mezhep çatışması, Asya ve Afrika’nın çeşitli ülkelerindeki ayrılıkçı hareketler, hepsi ABD emperyalizmi tarafından desteklenmiş ve emperyalizmin aletleri olmuşlardır.

    Burada şiddet kullanmak belirleyicidir. Ezilen veya Gelişen Dünya ülkesinde şiddete başvuran bir “millî hareket”, baş edemeyeceği bir güçle hesaplaşmaya girince, kaçınılmaz olarak büyük kuvvetlerin yardımına sığınmaktadır. O büyük kuvvet de, ABD emperyalizmidir.

    Şurası çok önemli: O “millî hareket”, başlangıçta ilerici program ve sloganlar öne sürse dahi, silahlı mücadelede diretince, ABD emperyalizmi ile işbirliğinden kurtulamamakta ve gerici bir millî hareket olmaktadır. 20. yüzyıl bu açıdan zengin deneyimlerle doludur. Hepsi de şunu kanıtlamışlardır: Ezilen Dünyada ve sosyalist ülkelerde, hangi iddialarla başlarsa başlasın, millî hareketler silahlı mücadeleye girişince kaçınılmaz olarak emperyalist devletlerle işbirliğine yönelmişlerdir.

    I. 2. Millî Hareketin ilericiliğinin ölçütü

    Kapitalizmin yükseldiği demokratik devrimler çağında, millî hareketin ilericiliğinin ölçütü, feodalizme karşı olmasıydı.

    Kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü millî demokratik devrimler çağında ise, millî hareketin ilericiliğinin biricik ölçütü, emperyalizme karşı tavırdır. Bunu Lenin, 1919 Komünist Enternasyonal Kongresi’nden başlayarak ortaya koymuştur ve bütün tarih bunu doğrulamıştır. 1917 sonrasındaki devrimci millî hareketin örnekleri, Türkiye, Afganistan, Çin, Hindistan, Cezayir, Kore, Vietnam, Laos, Kamboçya, Küba, Afrika ülkelerinin kurtuluş savaşlarıdır.

    Gerici millî hareketlerin örnekleri ise, İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler emperyalizmiyle işbirliği yapan (Sovyetler Birliği ve Balkanlar’daki) “millî hareketler”, özellikle 1990 sonrasında ise ABD işbirlikçisi Çeçen, Talabanî-Barzanî hareketleri, Doğu Timor, Tamil gerillaları, Afrika’daki ayrılıkçı hareketler, PKK bölücülüğü ve Suriye ile İran’daki Kürt ayrılıkçılığıdır.

    I. 3. Sosyalist ülkelerin deneyimleri

    Bu konuda Rusya ve Çin deneyimleri de bizim için öğretici olmalıdır.

    1975 ve 1977 yıllarında Çin Komünist Partisi’nin çağrılısı olarak Çin’i ziyaret ettiğimiz zaman, Çinlilerin millî meselenin çözümü üzerine deneyimlerini uzun uzun dinledik. Mao Zedung’tan sonra sırasıyla Partinin ve Devletin başına geçen birinci yöneticiler Hua Guo Feng ve Hu Yaobang ile saatlerce konuştuk. Yine Çin’in efsane devrimcilerinden ÇKP’nin Uluslararası İlişkiler Bürosu Başkanı Keng Biao ve uzun yıllar Politbüro Üyeliği ve Dışişleri Bakanlığı yapan U Şicien ile bir aydan uzun süre birlikte gezi yaptık. ÇHC Başbakan Yardımcısı ve Sinciang-Uygur Bölgesinin yöneticisi İsmail Ahmet ve Timur Devamet yanında çeşitli düzeylerde Uygur ve Kazak yöneticileriyle de konuştuk. Hepsi aynı deneyimi özetlemişlerdir: Gelişen ve Ezilen Ülkelerin kendi içlerindeki millî sorunları silahlı mücadele yöntemiyle çözmeye girişen örgütler, emperyalizm ile işbirliğine mecburdurlar. Türkiye’deki Kürt meselesi açısından da altını çizerek uyarıcı görüşler dile getirmişlerdir.

    Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin son döneminde Gorbaçov’dan sonraki ikinci önderi olan ve uzun yıllar SBKP Merkez Komitesi’ne bağlı “İdeolojik Büro”nun Sekreteri olarak çalışan İgor Ligaçev ile 1993 yılı Ocak ayında, İstanbul’da Etap Marmara Otelinde yaptığımız beş saatlik sohbette, bu meseleyi seksen yıllık Sovyetler Birliği tecrübesi açısından da konuştuk. [2] O da Sosyalist ülkeler ve Ezilen Dünya ülkeleri içindeki millî meseleleri şiddet yoluyla çözmenin varacağı sonuçlara dikkat çekti. Silaha sarılanlar, bu yolda ısrar ettikleri zaman, emperyalist devletlerin güdümüne girmek zorunda kalırlar. Hep böyle olmuştur.

    Bu ölçütler ve deneyimler ışığında, bütün örgütlenmesini ve programını daha baştan itibaren etnik temele dayandıran, bütün siyasetlerini ve pratiğini etnik temelde ayrı bir devlet kurma hedefine göre belirleyen PKK’yi inceleyelim.

    II. PKK’NİN ALTI DÖNEMİ

    PKK’nin altı dönemini birbirinden ayırmak gerekir:
    1.1975–1980: Güneydoğu’da devrimci örgütlere ve Kürt örgütlerine Gladyo’nun göz yumması ve desteğiyle terör uyguladığı dönem.
    2.1980–1991: Suriye’nin denetimi altında, Suriye politikalarına bağlandığı ve dolayısıyla ABD denetiminde bulunmadığı, ancak uyuşturucu ticareti nedeniyle CIA ile de ilişkilerinin bulunduğu dönem.
    3.1991–1999: ABD’nin Irak’ı işgali üzerine iki başlı hale geldiği dönem. Irak’ın kuzeyindeki güçleriyle ABD denetimi altında, Suriye’de ise Abdullah Öcalan nedeniyle Muhaberat’ın elinde. 1989 ve 1991 yılında yaptığım görüşmelerde, Abdullah Öcalan, Suriye’ye karşı tavır alamayacağını açıkça söylemiştir. [3]
    4.1998’de Suriye, Öcalan’ı ABD baskısıyla sınır dışı edince, PKK’nin iki başlı durumu ortadan kalkmış ve Kuzey Irak üzerinden bütünüyle ABD’nin denetimine girmiştir. Sayın Dr. Fatih Yaşlı, 30 Ağustos 2010 gecesi Ulusal Kanal’da yapılan programda,*[*] “ABD Apo’yu kullanıyorsa niçin teslim etti?” diye yerinde bir soru yöneltti. [4] Cevabı şudur: PKK’yi iki başlı olmaktan çıkararak tek başlı hale getirmek, Suriye’nin PKK üzerindeki denetimine son vermek, PKK yönetimi üzerinde tekelini kurmak. ABD bu manevrasına Türkiye’deki Ecevit hükümetini de alet ederek başarıya ulaştı ve PKK’yi Kuzey Irak üzerinden tam denetim altına aldı.
    5.Öcalan’ın 1999–2004 “Kemalistlerle Yürüme” diye tanımladığı dönem.
    6.Öcalan’ın ABD’nin tam denetimine geçmesi.

    [2]Bu görüşme konusunda daha geniş bilgi için bkz: Doğu Perinçek, Stalin’den Gorbaçov’a –Sovyetler Birliği’nde Kapitalizme Geri Dönüş ve Sosyalist Devrimi Sürdürme-, Gözden geçirilmiş 4. basım, Kaynak Yayınları, Şubat 2010, İstanbul, s.23.

    [3]Bkz: Doğu Perinçek, Abdullah Öcalan ile Görüşmeler, Kaynak Yayınları, Genişletilmiş 6. basım, Eylül 2009, İstanbul, s.124–127.

    [*] Ulusal Kanal’da 30 Ağustos 2010 tarihinde yapılan, Haber Müdürü Dr. Serhan Bolluk’un yönettiği ve Abant İzzet Baysal Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Fatih Yaşlı, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi Dr. Coşkun Musluk ile Teori Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Arslan Kılıç’ın katıldığı program.

    [4] Bu yazıyı, 30 Ağustos 2010 akşamı Ulusal Kanal’daki “Kürt Sorunu-Çözüm” programında değerli bilim emekçileri Dr. Fatih Yaşlı ve Coşkun Musluk’u izledikten sonra yazmaya karar verdim. Önce onlara mektup olarak yazmaya başladım; 2011 yılı Temmuz ayında yazı haline getirdim.

    Bu dönemleri inceleyecek olursak:

    II. 1. PKK’nin 1980 öncesi

    1. PKK, 1980’e kadar silahlı mücadeleyi sol partilere, devrimci örgütlere karşı yürütmüştür; polise ve askere karşı eylem yapmamıştır. Gladyo (Kontrgerilla), “böcek yiyen böcekler” teorisini uygulayarak bu eylemlere göz yummuş hatta destek vermiştir.

    Güneydoğu’da 1980 öncesinde bizim partimizin (TİKP’nin) beş önemli önderini pusular kurarak şehit etmiştir. Gaziantep İl Başkanımız Zeki Ön, Tunceli İl Örgütü yöneticilerimizden Adil Turan, Kahramanmaraş ve Pazarcık yöneticilerimiz Mehmet Ongan ve İnan Özdemir, Nazımiye İlçe Başkanımız Hasan Erkılıç bulundukları alanlarda herkesin saydığı ve sevdiği önder nitelikli devrimcilerdi. Onlar dışında birçok arkadaşımızı yaralamış; günlük olarak yayımlanan Aydınlık gazetesi kamyonlarını güvenlik güçlerinin desteğiyle yakmıştır. Yalnız Türkiye İşçi Köylü Partisi yöneticilerini değil, Denge Kawa ve Kawa başta olmak üzere diğer sol örgütlerin ve Kürt örgütlerinin 100’ün üzerinde kadrosunu öldürmüştür. PKK, 1980 öncesinde silahını Güneydoğu’da etkili olan bütün sosyalist örgütlere çevirmiş, on’larca önder insanın kanına girmiştir. Türkiye devrimcilerini bölgeden fizik olarak tasfiye etme ve bölgeyi ayrılıkçılığa ve kaçınılmaz olarak emperyalizme ve gericiliğe açma operasyonu böyle başlamıştır.

    Bu operasyon yalnız PKK’nin diğer sosyalist örgütlere düşmanlığıyla açıklanamaz. SüperNATO’nun bu düşmanlığı kışkırttığı ve uygulamalara destek olduğu ortadadır. O nedenle Apoculara o dönem, “Doğu’daki MİT” tanısı konmuştur. Bu ilişkilerin saptanmasına gerek yok. Çünkü öyle birkaç eylem değil, öldürme ve yaralama şeklinde 200’ü bulan solcunun kanına girdikleri yüzlerce silahlı eylemdir söz konusu olan. Solu yaygın ölçülerde kıran ve ezen üç dört yıllık bir silahlı pratiğin arkasında o zamanki işbirlikçi iktidarların ve ABD’nin bulunduğu apaçık ortadadır.

    II. 2. PKK’nin 1981–1990 dönemi

    2. PKK’nin 1984 yılında şiddet eylemine başlaması, bütünüyle Suriye politikasının bir uygulamasıdır. Hafız Esad’ın Muhaberat’ı, 1980 sonrasında Suriye’ye sığınan Rızgari vb ayrılıkçı Kürt örgütlerine silahlı eğitim ve mücadele için Lübnan’da kamp yerleri ve her tür destek vaat etmiştir. O zaman Rızgari’nin lideri olan İbrahim Güçlü, bana bizzat anlatmıştır. Ayrıca herkes tarafından biliniyor; açıkça yazıldı; çizildi. Rızgari ve diğer başka örgütler bu öneriyi reddediyor. Abdullah Öcalan, bu rolü kabul etti ve Bekaa kampı kendisine verildi.

    Suriye’nin bu yola başvurmasının nedeni, ABD’nin Suriye’deki Müslüman Kardeşler (İhvanı Müslimin) örgütünü Türkiye üzerinden silahlı eylemlere kışkırtmasıydı. ABD, Hafız Esad yönetimini yıkmak istiyordu. Suriye’deki Müslüman Kardeşler, 12 Eylül ve Turgut Özal yönetiminden aldığı destekle 1981 yılında Hama ve Humus kentlerinde ayaklanmalar düzenledi. Binlerce insan öldü. Hafız Esad rejimi, Ankara’daki ABD işbirlikçilerinin bu yıkıcı faaliyetine Türkiye içinde ayrılıkçı şiddet hareketi örgütleyerek yanıt verdi. Türkiye, ABD güdümünde komşularına karşı yıkıcı faaliyet yürütmenin bedelini, kendi ülkesindeki bölücü faaliyetle ödedi ve hâlâ ödemektedir. Hafız Esad rejiminin böyle bir yola başvurması, kuşkusuz onaylanamaz ve nitekim 1999 sonrasında özeleştiri de yapmışlardır. Ancak Ezilen Dünya ülkelerini karşı karşıya getiren bu sürecin baş sorumlusu, ABD’nin Müslüman Kardeşler planlarına alet olan Türkiye’deki 12 Eylül yönetimi ve Turgut Özal hükümetidir.

    PKK ise, kuruluşundan başlayarak, çeşitli devletlerin politikalarına alet olmayı bir strateji haline getirmiştir. Buna da “taktik yaptık” veya “o devletleri ve istihbarat örgütlerini kullandık” gibi hem gerçekçi olmayan, hem de karşıdevrimci gerekçeler imal etmiştir.

    1980 sonrasında PKK pratiğinin Suriye denetiminde oluşu, ABD güdümünde olmadığını da ifade ediyor. Burası önemli, çünkü PKK’yi her dönem somut ilişkilere bakmadan “ABD güdümlü” ilan etmek, bir kısım Türkiye yöneticilerinin ve bağnaz milliyetçilerin, kolayına gelmiştir. Oysa Abdullah Öcalan, Suriye’ye kaçıp Muhaberat’ın denetimine girerken, Türkiye’deki SüperNATO güdümlü eylem çizgisini de terk etmiştir. 1984–1991 arasındaki PKK eylemlerini dikkatli incelersek, hep Suriye’nin Ankara’daki ABD işbirlikçisi yönetime karşı misillemelerini ve genel olarak Suriye siyasetini görürüz. Suriye’nin Esat rejiminin ABD denetiminde olmadığı biliniyor.

    ABD ve AB, 1980–91 arasında PKK’yi uluslararası alanda hep yalnızlaştırmaya çalışmıştır. Avrupa’da yapılan Kürt konferanslarına ve ABD güdümlü uluslararası faaliyete bakınız, PKK kapıdan içeri sokulmamıştır. Örneğin 1989 yılındaki Paris Kürt Konferansı’nda Fransız polisi, PKK yandaşlarını konferansın yapıldığı otele yaklaştırmamıştır bile. O konferansın konuşmacılarından biri olarak, o dönemde Batılı devletlerin PKK’ye karşı tavırlarını o konferansın bütün aşamalarında gözlemledim. Bunun ötesinde, başka uygulamalar da bunu kanıtlar.

    II.3. PKK’nin 1991–1998 dönemi

    3. ABD’nin 1991 yılında Irak’a saldırması ve arkasından Irak’ın kuzeyinde bir Kürt ayaklanması kışkırtması üzerine Irak devletinin bu ayaklanmayı bastırması hatırlardadır. Bunun üzerine ABD, Irak güçlerinin 36. paralelin kuzeyine geçmesini yasaklamış, Çekiç Gücü Silopi’ye yerleştirmiştir. Böylece ABD himayesindeki Kukla Devlet, 1991 yılı baharında fiilen kurulmuştur. Türkiye’deki işbirlikçi yönetim de bu Kukla Devletin destekçisi ve bekçisi yapılmıştır. 1990 sonunda Diyarbakır Cezaevi’nde idim. Bu süreci birebir yaşadım. ABD’nin müdahalesi gündeme gelince, PKK 15 gün içinde kamp değiştirdi; ABD’nin yanına geçti. Yapılan tahlil çok yalındı: “ABD, Irak’ın kuzeyinde bir Kürdistan devleti kurmak için Irak’ı işgal ediyor. Bu durumda ABD, Kürt özgürlük hareketinin en büyük destekçisi ve koruyucusudur. Irak’ın kuzeyinde Kürtlere bir vatan ve devlet sağlayan ABD, aynı işi Türkiye’nin güneydoğusunda da yapacaktır.”

    PKK’nin ve Abdullah Öcalan’ın 1991’den sonraki bu durum tahlilini ve yeni konumlanışını yansıtan o kadar çok belge vardır ki, bu sayfalar yetmez. PKK’nin en önemli özelliği, bu tür tahlilleri bütün açıklığıyla yapması, “sosyalistler veya ilericiler bana ne der” gibi kaygılardan uzak durmasıdır. Tam tersine bu yeni duruşunu ABD ve AB’nin gözüne sokmak ve onlara güven vermek için özel bir gayret göstermiştir.

    Ancak PKK, bu yeni çizgiye girmekle birlikte, Suriye’yi de idare etmek durumundadır. Çünkü Abdullah Öcalan Şam’dadır. Evindeki görüşme salonunda Hafız Esat’ın resmi asılıdır. Bizimle görüşmelerde bu resmi kaldırmış ve bizden gizlemeye çalışmıştır. Ancak programın değişmesi üzerine bu odaya girdiğimiz zaman, bu resmi gördük ve kendileri de çok mahcup oldular. Bu Suriye ilişkisi nedeniyle 1991–98 arasında PKK bir bakıma iki başlı hale gelmişti. Irak’ın kuzeyinde, asıl örgütlenme ve silahlı güç vardı. Bu örgüt, ABD işgal kuvvetlerinin denetimine girmişti. Abdullah Öcalan ise Şam’da oturduğu için, Suriye’nin isteklerini de uygulamak zorunda kalıyordu.

    II. 4. Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması

    4. ABD, bu iki başlı duruma son vermek için, Hafız Esad yönetimine baskı yaparak, 10 Ekim 1998 günü Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkartmasını sağlamış ve 15 Şubat 1999 günü Türkiye’ye teslim etmiştir. Aydınlık, o sırada Apo’nun bütünüyle CIA’nın eline düştüğünü kapaklardan duyurdu ve kamuoyunun bütünüyle kandırıldığı o günlerde Apo’nun CIA tarafından Türkiye’ye teslim edildiğini ısrarla yazdı. Abdullah Öcalan da, hem mahkemedeki konuşmalarında, hem de çeşitli yazılarda o sırada CIA’nın denetiminde olduğunu açık açık belirtmiştir. Daha sonra yayımlanan ABD Dışişleri Bakanlığı belgeleri ve Yunan istihbaratının açıklamaları da aynı gerçeğe dikkat çekmişlerdir.[5]

    CIA Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederken yapılan anlaşmada, Türkiye hükümeti tarafından idam edilmeyeceği sözü verilmiş ve koşullar belirlenmişti. Aslında CIA, Türkiye’nin kucağına bir bomba bırakmıştı. Zamanla bu gerçek ortaya çıktı ve Türkiye bugünlere geldi.

    Abdullah Öcalan, İmralı’ya getirildikten sonra, PKK kaynaklarının verdiği bilgilere göre, 1999–2004 yıllarında 28 Şubat çizgisindeki subaylarla görüşmeler yapmış ve PKK’nin siyasetlerini bu çerçevede belirlemiştir. Cengiz Çandar’ın TESEV Raporu’nda çeşitli kaynaklara dayanarak verdiği bilgiler ve PKK’nin yayınları da bunu doğrulamaktadır.[6] Öte yandan Irak’ın kuzeyine yerleşen PKK, bu alanda ABD ile ilişkiler kurmuştur. Avrupa’daki PKK örgütleri de Avrupa devletleriyle ilişkileri geliştirmişlerdir.

    [5] Öcalan yakalandıktan hemen sonra, Aydınlık’ta yayımlanan “ABD’nin Apo hediyesinin arkasında ne var?” başlıklı yazıyı okumanızı öneririz. Bkz: Aydınlık, 21 Şubat 1999, Sayı:605

    [6] Bkz. Cengiz Çandar, Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır/Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması, TESEV Raporu, Haziran 2011, İstanbul.

    Öcalan, ABD’nin 2003 yılı baharında Irak’ı işgalinden sonra yeniden ABD güdümüne sokulmuştur. Türkiye’deki işbirlikçi iktidar, kendi hapishanesindeki ayrılıkçı örgüt liderini, Türkiye’yi bölme planı uygulayan ABD’nin eline teslim etmiştir. Sonuç olarak, Öcalan’ın Türkiye’ye tesliminden sonra üzerindeki Suriye’nin 1999 öncesindeki denetimi ortadan kaldırılmış; Türkiye hükümetleri ise, Ecevit dönemindeki kısa süren sınırlı girişimden sonra, özellikle Tayyip Erdoğan döneminde, Öcalan’ı bütünüyle ABD’nin denetimine terk etmişlerdir. Böylece Apo’nun yakalanması, sonuç olarak Türkiye’nin bölünmesi siyasetinin emrine verilmiştir. Aslında yakalanan Apo değil, Türkiye hükümetleri olmuştur.

    II. 5. Abdullah Öcalan’ın “Kemalistlerle Yürüme” dönemi (1999–2004)

    5. Bu dönem yeterince bilinmediği, karanlıkta kaldığı için, biraz geniş ele alacağız.

    II. 5. 1. Öcalan Mahkemede “Atatürk milliyetçiliğini” savundu

    Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya hapsedilmesinden sonra benimsediği tavır dikkat çekicidir. Öcalan, sorgu aşamasında, farklı görüşler savunmaya başlamış ve mahkemede bu görüşlerini ilan etmiştir.

    Apo, siyasi savunmasında, PKK programının ekseni olan sömürge teorisini temelden reddetmiştir. [7] Türklerin ve Kürtlerin birlikte yaşama zorunluluğunu esas almıştır. Amacını, “ulusal ve üniter devlet çerçevesinde demokratik cumhuriyet” olarak tanımlamıştır, Sorguda “demokratik cumhuriyet”i Kemalist Devrim’in tamamlanması olarak gören değinmelere de yer vermiştir. Hatta “Atatürk milliyetçiliğini” kabul ettiğini, Ziya Gökalp’in “Türklerle Kürtler” yazısındaki görüşlerini bütünüyle benimsediğini belirtmiştir.

    Öcalan bir yandan Kemalist Devrim’in tamamlanması yönünde bir çözümü savunurken, bir yandan da Türkiye’nin ABD planında rol alarak Kuzey Irak’a doğru genişlemesinde (“Musul, Kerkük’ü kurtarma”da) görev yapmaya hazır olduklarını da açıklamıştır. Bu iki proje arasındaki tutarsızlık, hatta karşıtlık bulunduğu tartışmasına girmiyoruz. Bu görüşün bütün geçerli olan eğilimleri okşadığı bile düşünülebilir. Bu konu ayrı.

    [7] Sömürge teorisine göre, Kürtlerin yaşadığı topraklar Lozan Anlaşmasıyla dörde parçalanıyor ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında paylaşılıyordu. O sırada Irak ve Suriye’nin kendilerinin İngiliz ve Fransız sömürgesi olduğunu vs burada hatırlatacak değiliz. Lozan’ın emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nın siyasal alandaki devamı olduğunu da bir kenara bırakıyoruz. Sömürge teorisinin esas özelliği, milli meseleyi emperyalizmden koparması ve ezilen milletleri hedef tahtasına koymasıydı. Emperyalist olmayan dört Ezilen Dünya ülkesi (Türkiye, Irak, Suriye, İran) sömürgeci olarak ilan ediliyor ve baş düşman kabul ediliyordu. Bu teoriden üretilen siyasetler ise, kaçınılmaz olarak emperyalizmle ittifak ekseninde oluşuyordu. Buna bağlı olarak Türkiye halkıyla birleşme olanakları da dinamitleniyordu. Bu teori, Kemalist Devrim’i bütün kötülüklerin sorumlusu olarak görüyor, bu nedenle yalnız uluslararası zeminde değil, Türkiye zemininde de Kemalist Devrim karşıtlarıyla ittifakı kaçınılmaz kılıyordu.

    Öcalan’ın ifadeleri, o zaman Kürt kitleleri içinde kardeşlik ve birlik yönündeki eğilimleri güçlendirdi, Atatürk ve Ordu düşmanlığını kıran etkileri oldu. PKK’nin Başkanlık Konseyi ve cezaevlerindeki militanlar, Öcalan’ın bu açıklamalarını kabul eden bildiriler yayımladılar. [8]

    II. 5. 2. Öcalan’ın İmralı’da subaylarla görüşmeleri

    Öcalan, bu yeni çizgisini mahkeme kararından sonra da sürdürmüştür. PKK yayın organlarında açıkça yer alan haberlere göre, bazı subaylar Abdullah Öcalan ile ilişki kurmuştur. Bu yayınlarda, Öcalan Kürt meselesini tekil (üniter) devlet içinde, Mustafa Kemal’in 1919–1924 siyasetleriyle çözmeye yönelik uzun açıklamaları uzun uzun verilmiştir. Öcalan, subaylarla görüşmelerini, 2000 yılında açıkladığı gibi, Ergenekon operasyonundan sonra 2010 yılında yeniden anlatmıştır.

    Görüşmelerini 2000 yılında şöyle anlatıyor: “Sorguda bir askeri yetkili, ‘bu oyunu, bu kardeş kavgasını bozacağız’ demişti. Ben buna değer verdim ve varım dedim; zaten yıllardır yapmaya çalıştığımız da budur dedim.”[9]

    Ergenekon tertibinden sonra da, Öcalan bu görüşmeleri kamuoyuna açıklamıştır. Bir örnek olarak, Öcalan’ın 2010 yılı Mart ayında avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamayı buraya alıyoruz: “Buraya getirildiğimde Kıvrıkoğlu’nu temsilen gelenler vardı. O zaman dikkatimi çekmişti, çok ürkeklerdi, adeta kısık sesle konuşuyorlardı. Ben şaşırıyordum, bir genelkurmay başkanını temsilen gelenler nasıl böyle korkar diye. Sonradan farkettim ki, Kıvrıkoğlu NATO’dan habersiz olarak bir şeyler yapmak istedi. Kıvrıkoğlu, gerçekten kıvrak zekâlıymış, tehlikeyi görmüştü, birlikte çözümden yanaydı ama izin vermediler, o ekibi tasfiye ettiler. O zaman Ecevit de dürüsttü; bir şeyler yapmak istiyordu. Ama etkisizleştirdiler. Ecevit’e yapılanlar ortada.”[10]

    Öcalan, açıklamasının devamında, Ergenekon operasyonuyla tasfiye edilen subayların içinde, Kürt meselesini birlik yönünde çözmek isteyenlerin bulunduğunu belirtiyor. Daha önemli olan, Öcalan’ın 1999–2004 yılları arasında savunduğu görüşler ve PKK’nin izlediği siyasetlerdir. Türkiye Solunun PKK’yi iyi anlaması için, bu görüş ve siyasetleri geniş olarak ve doğrudan Öcalan’ın ağzından aktaracağız.[11] Alıntıları, açıklamalardaki sırasıyla vermiyoruz; konularına göre yeniden düzenledik.

    [8] Bu bildiriler için bkz: Aydınlık, 13 Haziran 1999.

    [9] “PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan yoldaşın değerlendirmesi”, Serxwebun, sayı 222, Haziran 2000.

    [10] Fırat Haber Ajansı(ANF), 19 Mart 2010, http://www.fıratnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=23376

    [11] Bkz: “PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan yoldaşın değerlendirmesi”, Serxwebun, sayı 222, Haziran 2000.

    II. 5. 3. Öcalan 2000’de Kürt isyanları konusundaki görüşleri

    “İsyanlar tarihi iyi bilinmeli ve doğru algılanmalıdır. Geçmişte yaşanan isyanlar ilkel milliyetçiliğe dayalıdır. Bazıları benim için Kemalizm’e kayıyor diyebilirler. Kemalizm düşmanlığı Kürtlerin lehine değildir. İlk Kürt isyanları Batı’ya dayanıyordu. Söylemek istediğim şuydu: O dönemde hem Kürtler üzerinde, hem de Türkler üzerinde emperyalizmin oyunu vardı. O zamanki isyanlara önderlik edenler bunu göremediler. Önderliklerin gerici yanlarını görmek gerekir. Bu oyun hala devam ediyor.”

    “İsyan Kürt egemenlerinin yaklaşımıdır. Barzani ve Talabani’ye dikkat edilmeli. Kürt halkını da Kemalizm’i de bu hale getiren isyanlardır. 1919–1924 sürecini anlatan Doğu Perinçek kitabı [12] okunmalı. Mustafa Kemal 1919’da Kürtlere bütün özgürlükleri tanıyacaktı. ‘Oyuna gelmeyin’ dedi. ‘Kürdistan Devleti kurma oyununa, Ermeni Devleti kurma oyununa gelmeyin’ dedi. Cumhuriyetle birlikte Kürtlerin bütün özgürlükleri tanınacaktı. Doğrudur, Atatürk stratejik açıdan yaklaştı. Bu ’24’e kadar sürdü.”

    “Şeyh Said isyanı taviz koparma amacıyla Kürtleri ateşe atmıştır. Bu isyan Kürtler için büyük felaket oldu. Barzani ve Talabani böyle ortaya çıktı. Kürt namusuyla oynandı, ateşe atıldı. Bush ve İngiltere öyle yaptı, ‘Kürtlere devlet vereceğim’ dedi. Bunların hepsi hikâyeydi. Sonuçta içinden çıkılmaz bir Kürt ve Kürdistan doğdu. Sonuç trajedidir. Bu tarihi açmak gerekiyor.”

    “1925 isyanı ve bastırma, iki taraflı şiddet, Cumhuriyeti ve Kemalizm’i olumsuz etkiledi ve demokrasi kaybetti. 1924’e kadar Mustafa Kemal’in çizgisi önemlidir. Kürt isyanları devreye girince Cumhuriyet tökezledi. Mustafa Kemal bilinçliydi; bu işbirlikçileri tanıdı. Mustafa Kemal’in Cemile Çeto için, ‘Kendi halkına bu kadar ihanet edenin bana da hayrı olmaz’ dediği söylenir.”

    “Cumhuriyet ideolojisine aykırı değil. Türkiye’ye en iyi yardım 1925 Musul-Kerkük oyununu bozmaktır. Türkiye’ye demokratik hizmet etmektir.”

    “1925’te isyan çıkarıp sahipsiz bırakanlar şimdi de iş başındadırlar. PKK de, HADEP de bunlara karşı uyanık olmalıdır.”

    “Fırsatım olsa 1925 komplolarını yazarım; eskiden söylediklerimden daha da çok ve daha güçlü yazarım. Benim idam cezam var, ama ben rahatım. Çünkü doğru olanı, realiteye uygun olanı ortaya koydum. Çünkü bir eksiklikten kurtuldum. İsyanlar tehlikeliydi. İsyanların gerçek özü ortaya konabilseydi, bu kadar kan dökülmez ve Mustafa Kemal de bu kadar tehlikeli olmazdı.”

    “Bir subay, ‘idamlar fazlaydı, yanlıştı’ dedi. İsmet İnönü de “Keşke idamları yapmasaydık” demiş. İsyanlar döneminde olanlarla güncel gelişmeler arasında bağ kurmak gerekir.”

    [12] Kemalist Devrim–4 Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası kitabından söz ediliyor.

    II. 5. 4. Öcalan’ın 2000’de Kemalizm ve Ordu konusundaki açıklamaları

    “Aslında Kemalizm, yani 1919–1924 yılları arasındaki çizgi uygulanmadı. Bunda isyan etme var, kendini pazarlama ve oyuna gelme var.”

    “Fakat feodal aşiret önderlikleri, emperyalistlerin yedeği olmaktan kurtulamadılar. Tarihteki yanlışları düzeltmek de bize düşüyor. Bizim bu süreçte yaptığımız da budur. Geçenlerde bana Mustafa Kemal’in o dönemdeki konuşmalarını derleyen Doğu Perinçek’in bir kitabını [13] verdiler. O konuşmaları inceledim. Ancak orada söylenenler uygulanamadı.”

    “Kemalistlerle ilişki geliştirin, onlar da dönüşüyorlar. Birlikte Mustafa Kemal’in sözleriyle yürüyelim. Geçmişte böyle söylemediysem, bu benim eksikliğimdi.”

    “Türk ordusu ile karşı karşıya gelmemek için özen gösterilmelidir. Yoksa çözüm zorlaşır.”

    II. 5. 5. Öcalan’ın 2000 yılındaki 28 Şubatçı açıklamaları

    “Genelkurmay Başkanı’nın daha önce Eylül 1999’da yaptığı geniş bir açıklama vardı. [*] Ben o açıklamayı önemsiyorum.”

    “Ordu ve diğer kurumlar içinde de farklı görüşler var. Fakat biz orduda gelişecek asıl çizgiyle bu sorunu çözmek istiyoruz.”

    “Görüyorsunuz, en değme Kemalistler harcandı. Bu cinayetlerde İran’dan medet umuyorlardı. Son derece duyarlı olunmalıdır. 28 Şubat süreci önemlidir. Aslında Kemalizm’i yeniden incelemek gerekir. Kemalizm’de Kürtlere yer olduğu kesindir. Kemalizm’in güncelleştirilmesini iyi irdelemeliyiz.”

    “Kemalizm artık 1925’lerdeki Kemalizm değildir. Kemalizm’de de demokratikleşme var. 28 Şubat sürecinde olan şey, Kemalizm’in demokratik öngörüye gelmesidir. Bu dönemde güç dengesinden rahatsız olan gerici kesim var.”

    “28 Şubat süreci tümüyle demokratik uzlaşmadır demiyorum, ama tezlerin karşılıklı uzlaşmasıdır. Beş on yıl sürer. Yüzde yüz evet ya da hayır demek mümkün değildir. Savunmamda bunları söyledim. Bunlar öylesine söylenmiş sözler değildir. Anayasa değişiyor, seçim ve partiler yasası değişiyor; PKK de değişiyor. Sonuç uzlaşmadır. Bu bir çizgidir. Yaşadığımız süreci böyle derinleştireceğiz. Yaşadığım ve sağlığım elverişli olduğu sürece bunu pratikleştireceğim.”

    [13] Doğu Perinçek, Kemalist Devrim–4/Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası, Kaynak Yayınları, Geliştirilmiş 4. Basım, Eylül 2010, İstanbul. İlk baskı: Ocak 2003.

    [*]Org. Kıvrıkoğlu’nun 3 Eylül 1999 günü yaptığı, “28 Şubat’ı binyıl sürdürme” kararlılığına ilişkin açıklaması.

    II. 5. 6. Öcalan’ın 2000 yılında silahlı mücadeleye ilişkin açıklamaları

    “Stratejik olarak silahlı devrim olmaz, demiştim. Bir yıldır çatışma olmadı ve bu olumludur. İçeride kalan güçler kalmalıdır. Kalanlar kendilerini iyi korumalı, barışa kadar çatışmaya girmemelidir. Bunlar barışa hizmet ve katkı gücü olabilirler.”

    “Güç kalmamalı, ama varsa olabilir de. İki yüz gerilla civarında kalabilir. Bu gerilla gücü barışa hizmet gücü olarak kalmalıdır. Kabul edilebilir düzeyde kalınabilir. Eşkıyalıktan sıyrılma sağlanmalıdır.”

    “Güçlerimizin tümüyle dışarıya çekilmesi benim istemimdi. İçeriyi zorlar, provoke ederdi. Biz samimiyiz. Ne kadar güç olsak da saldırı durumumuz olmaz.”

    “Barış ilkesel bir tarzda ele alınmalıdır. Milyonlar örgütlenmelidir, çünkü halk hareketi önemlidir. Genelkurmay da dâhil ileride hiç kimse karşı çıkmaz. Köylere, halka gidilmelidir. Türk köylüsü, Kürt köylüsü buna açıktır. Çözüm burada olacaktır. Köylere silahla değil, beyinle gidilmelidir. Cumhuriyete açıkça karşı çıkılmaz, demokrasi denir. Tekrar söylüyorum, ordu da buna karşı çıkmaz.”

    II. 5. 7. Öcalan’ın 2000 yılında ABD ve AB’ye tavrı

    “HADEP’i dışarıya bağlamak da yanlış bir tutum olur. Çözümü içerde aramak gerekir. ABD temsilcileri ile fazla ilişki kurulması yanlıştır. İlişki olmasın demiyorum, ama ABD’ye bel bağlamak doğru değildir. Örneğin Diyarbakır ile Teksas şehri kardeş ilan ediliyor. Bu doğru değil. Sorun içerde çözülmelidir. Sorunu Türkiye’nin iç meselesi haline getirip kardeşlik ve demokrasi içinde çözmek gerekir.”

    “Türk-Kürt meselesinde bu, Türkiye meselesi haline getirilmelidir.”

    “Mahkemedeki savunmama bu kadar kapsamlı yaklaşmamın nedeni, uluslararası komplonun aynı zamanda Türkiye’ye de karşı geliştirilmesidir. Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’ya sahip çıkılamıyor.”

    “Burkay gibiler Avrupa’da yaşıyor. Avrupa da Kürt kozunu elinden bırakmak istemiyor. Talabani gibiler de bu biçimde kullanılıyor. Biz ölsek de, cezaevinde veya darağacında da olsak, Türkiye’de onurluca ölürüz diyoruz. Ali Sapan ve öteki arkadaşların gelişi bu nedenle onurludur. Onlar Avrupa’da kral gibi yaşıyorlar. Oysa orada gençleri mahvediyorlar. Orada bizden birçok kişi kendisini yaktı. Avrupa Selim’i Lübnan’dan niye aldı? Elbette kullanmak için, çözüm için değil.”

    “İngiltere, Kani Yılmaz’ı zorla tutmak istedi. Bana yönelik hesapları vardı. Avrupa bize engeldir. Asıl çözüm içerde gelişecektir. Tutuklanmalar, kayıplar önemli değildir; kardeşçe birlik atağı önemlidir.”

    II. 5. 8. Öcalan’ın 2000 yılında Suriye’ye bakışı

    “Barış ve demokrasi için Hafız Esad’ın mirası iyi korunmalı ve kullanılmalıdır. Bundan sonra bu temelde gelişebilir. Biz de bunda olumlu rol oynayabiliriz. Türkiye-Suriye çekişmesine gerek yoktur. Cumhurbaşkanı Sezer’in Suriye’ye gitmesi ve konuşması iyi oldu. Türkiye-Suriye birlikteliği Ortadoğu’ya hizmet eder.”

    “Hafız Esad’ın Ortadoğu’da barış ve demokratik bir mirası olduğunu düşünüyorum. Yalnız diktatörlük olarak değerlendirmek eksikliktir, yanlıştır. Halklara yakınlığı, demokrasi özü vardır.”

    II. 5. 9. Öcalan’ın 2000’deki çözümü

    “Kürdistan kavramını aydınlar ve bilim adamları gibi demografik, tarihi ve kültürel anlamda kullanıyoruz.”

    “Zorla da olsa ayrılmayız. Türkiye’nin her tarafı bizimdir. Ancak Kürtlerin diline ve kültürlerine sahip çıkılmalıdır. Benim dilimi yasaklayamazsın. Sonuna kadar vatan-ulus birliği diyoruz. Kürtlerin Çanakkale’de payı var. Cumhuriyetin kuruluşunda hepimiz savaştık, payımızı istiyoruz. Genelkurmay da söyledi; demokrasi gelişirse her şey gelişir.”

    “Zorla mı bölücülük yaptıracaksınız? Bölücülüğü başkalarına yaptırtıyorlar. Bu oyuna artık düşmeyeceğiz. Buna fırsat vermeyeceğiz. Biz birlik istiyoruz. Süreç bu temelde işliyor.”

    II. 6. PKK’nin 2004 sonrası dönemi: “Lozan’ı güncellemek”ten Sevr tezgâhına

    II. 6. 1. Arada ne oldu?

    Abdullah Öcalan’ın yakalandıktan sonra 1999–2004 yıllarındaki görüş ve çözümleri ile sonrası birbirine taban tabana karşıttır. O dönemde Öcalan, federasyon ve özerkliğe karşı çıkıyor, tekil (üniter) devleti savunuyordu. [14] Türkiye’nin “ulus-vatan bütünlüğünü” savunuyordu. Atatürk Cumhuriyetinin Şeyh Sait isyanını bastırmasını haklı buluyordu.

    Daha önemlisi, Abdullah Öcalan’ın bu dönem PKK’ye uygulattığı pratiktir. Öcalan, 5 Temmuz 1999 günü avukatlarına, “Şiddeti durdurma, silahlı mücadele aşamasını geride bırakma tekniğini uygulama, silahlı güçleri sınırların gerisine çekme ve devletin tavrını bekleme” planını açıkladı. [15] PKK, Öcalan’ın bu talimatı doğrultusunda 1 Eylül 1999 günü sınırın gerisine çekileceğini ilan etti ve bu kararını uyguladı. TSK, bu dönemde PKK’ye ağır darbeler indirdi ve örgütte bölünme oldu. Bu süreç dört yıl devam etti. PKK, Öcalan’ın talimatıyla 1 Haziran 2004 gününden itibaren tekrar silahlı mücadeleyi canlandırdı.

    [14] Cengiz Çandar, Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır/Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması, TESEV Raporu, Haziran 2011, İstanbul, s. 58.

    [15]Cengiz Kapmaz, Öcalan’ın İmralı Günleri, İthaki Yayınları, Birinci Baskı, Ocak 2011, İstanbul, s.86 vd.

    28 Şubat sürecinde Türkiye’de ordu güçlüdür; Öcalan da ordunun yanında ve Kemalistlerle birlikte yürüme yanlısıdır. ABD ve İsrail hem Ön Asya’da, hem de Türkiye’de silah zoruyla ağırlığını koyunca, Öcalan da emperyalist ve gerici güçlerin çözümlerinde rol üstlendi. 2003 yılı Mart ayında ABD’nin Irak’ı işgalinden ve Tayyip-Erdoğan-Abdullah Gül yönetiminin durumunu pekiştirmesinden sonra, Öcalan’ın hızla ABD-İsrail-AKP projesine bağlandığını gözlemliyoruz.

    Öcalan’ın anlattıkları, “Millenium Challenge2002/Binyılın Meydan Okuması 2002” başlıklı ABD tarihinin en büyük askeri tatbikatı ve Ergenekon tertibi konusunda da önemli ipuçları veriyor. 1999 sonrasında yaşanan sürecin bu açıklamaya da yansıyan kilometre taşları şöyle sıralanabilir:

    —1999 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri, Kürt sorununu çözme planına Abdullah Öcalan’ı da katmak için girişimde bulunuyor. Bu girişim, ABD ve NATO’yu devre dışı bırakarak, sorunu Türkiye içinde çözmeye yöneliktir. TSK, kendi vatanında ABD istihbaratı duymasın diye “kısık sesle” konuşmakta ve gizli çalışmaktadır.

    —Ancak “kısık ses” bir işe yaramıyor, ABD’nin kulakları, bu sesleri duyuyor.

    —Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu, “Batı destekli irticaya karşı” olduğu resmen açıklanan 28 Şubat Hareketini “Bin yıl sürdürme” kararlılığını 1999 yılı Eylül ayında dile getiriyor. Aynı anda, ABD Silahlı Kuvvetleri, Türkiye’yi işgal tatbikatını hazırlama kararı alıyor. Tatbikat, ABD’nin resmi açıklamalarına göre, üç yılda hazırlanıyor ve 2002 yılı 24 Temmuz günü, Lozan’ın yıldönümünde başlatılıyor ve Sakarya Savaşı kadar (22 gün) sürdürülüyor. Tatbikatın adı, Kıvrıkoğlu’nun “binyılına” cevaptır: “Binyılın Meydan Okuması”. Binyıla binyıl!

    —28 Şubat süreci, Ecevit’i iktidar yapmıştı. ABD, 28 Şubat’a siyasal cevap olarak, AKP iktidarını tezgâhladı. 2002 yılında, Kıvrıkoğlu’nun genelkurmay başkanlığının bir yıl uzatılması, Ergenekon şemalarıyla önlendi. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, ABD’nin planladığı darbenin gereği olarak, kendisinin 2009 yılında “uydurma” olduğunu itiraf ettiği Ergenekon şemasını Ahmet Necdet Sezer’e sözlü olarak anlattı. [16] Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz yönlendirilerek Org. Hilmi Özkök genelkurmay başkanı yapıldı. Ecevit hükümeti bertaraf edildi ve Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisi bir “erken seçim” tertibiyle BOP Eşbaşkanlığı ve hükümet koltuklarına oturtuldu.

    —Böylece Türkiye, ABD’nin Irak’ı işgal planı ve takvimiyle uyumlu hale getirildi.

    [16]1998–2005 yılları arasında MİT Müsteşarı olan Şenkal Atasagun, 16 Mart 2009 tarihinde “Ergenekon şeması” ve dayanağı olan Tuncay Güney’in “Emniyet mülakatı CD’leri” hakkında basına geniş bir açıklama yaptı. Ertesi günkü bütün gazetelerde yayımlanan açıklamasında Atasagun, “Ergenekon şeması”nın dayandırıldığı Tuncay Güney’in “Emniyet mülakatlarından oluşan” CD’lerin 3 Temmuz 2002 tarihinde MİT’e isimsiz bir ihbar mektubu ile geldiğini söyledi. “Ergenekon şema”sı olarak adlandırılan isimler ve ilişkiler şemasının bu CD’lere dayanılarak MİT’te hazırlandığını belirtti. “Mülakattaki” iddiaları ve bu iddialara göre hazırlanan şemayı daha o zaman “saçma sapan ve komik bulduğunu”, ama bunları “elinde tutarsa kendisine de Ergenekoncu derler” endişesiyle Başbakan ve Genelkurmay Başkanına yazılı, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e sözlü bilgi sunduğunu açıkladı (Bkz: 17 Mart 2009 tarihli Haber Türk, Hürriyet, Milliyet, Yeni Şafak vd gazeteler).

    II. 6. 2. Ergenekon tertibinin rolü

    Yakalandıktan sonra subaylarla görüşerek ve 28 Şubatı olumlayarak, “Sevr tehlikesine karşı, Lozan’ı güncelleyelim” diyen Abdullah Öcalan, 2004 yılından sonra Sevr tezgâhında rol üstlendi. Bu süreç, ABD-İsrail- AKP üçlüsünün 2007 yılı Temmuzunda Kemalist Devrim’i yıkmasıyla büyük hız kazandı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, İşçi Partisi’ne ve Türkiye’nin diğer yurtsever güçlerine karşı yürütülen Ergenekon operasyonuyla, ABD ve İsrail’in BOP uygulamasını önleyecek güçler etkisizleştirilmişti. Böylece 2009 yılında AKP’nin “Kürt Açılımı” başlatıldı.

  16. Anonim

    PKK ile Neosol arasındaki hastalıklı ilişki

    Arslan Kılıç

    TEORİ Dergisi Genel Yayın Yönetmeni

    TEORİ DERGİSİ

    Ağustos 2011

    Küreselleşme saldırısının yarattığı bozulma

    Türkiye solu 1990’larda, sosyalizmin temel ilke ve değerlerinden uzaklaşma anlamında, büyük bir ideolojik-siyasi savrulma ve aşınma yaşadı. Aslında bozulma 1980 sonrasında başlamıştı. 1990’larda hızlandı ve ciddi kırılma ve kopmalar yaşanmasına yol açacak boyutlara ulaştı.

    12 Eylül yenilgisi, 12 Eylül rejiminin 1980’lerin sonuna kadar süren ağır baskı ve yasakları ve Batı emperyalizminin aynı yıllardaki bunların üstüne bindiren dünya çapındaki atağı, soldaki büyük ideolojik-siyasi savrulmayı yaratan etkenler oldu.

    1917 Ekim Devrimi’nden 1975’e kadar olan yaklaşık 60 yıllık dönem boyunca dünya devrim dalgası küçük iniş çıkışlarla ilerleyen bir süreç içinde hep yükseldi. Dünya kapitalist-emperyalist sistem ise, geriledi. Emperyalist sistemin egemenlik alanları, milli ve sosyalist devrimler tarafından daraltıldı.

    1975–80 arasının kısa süren durgunluğundan sonra, 1980’lerin başında ise, dünya devrim dalgası iniş sürecine girdi. Dünya halklarının mücadelesi, en son Vietnam, Kamboçya ve Laos devrimlerinin başarı ulaşmasından (1975) sonra önce duraladı, sonra da gerilemeye başladı. Dünya devriminin gerilemesi, emperyalist sistemin 1920’lerde önü kesilen birinci büyük saldırısından sonraki ikinci büyük atağını başlattığı koşullarda gerçekleşti. Emperyalizmin yeni atağı, 1990’larda Sovyetler’in yıkılması ve Doğu Bloku’nun dağılması ile birlikte, zafer naraları içinde küresel bir saldırıya dönüştü.

    Saldırı en başta, ideolojik cephede başladı. Devrimci düşünce ve akımlara, insanlığın devrimci dönüşümlerle ilerlemesi anlayışına ve devrimlerin insanlığa kazandırdığı değerlere yöneldi. İnsanların bilincinden ve vicdanından bütün devrimci değerleri ve idealleri silmeye çalıştı. Siyaset, bilim, kültür, sanat yaşamından, başta Bilimsel Sosyalizm olmak üzere, her türlü devrimci düşünce ve akımı, devrim düşüncesinin kendisini, devrimlerin insanlık tarihindeki derin izlerini adeta kazıma seferberliğine girişti.

    Saldırı, hem kazıma ve silme olarak açıktan ve cepheden, hem de yozlaştırma ve bozma olarak “sol”, “sosyalizm” vb kılığında sol’un içinden yürütüldü.

    Türkiye solu bu derin ve geniş çaplı ideolojik saldırıyı, başta değindiğimiz siyasi yenilgi ve baskı koşullarına ek olarak, 12 Eylül öncesinin ideolojik zaafları içinde yaşadı. Geçmişten gelen ideolojik zaaflar, siyasi baskı ve yenilgi psikolojisi ile birleşerek savrulmayı ve aşınmayı büyüten ve derinleştiren bir etki yaptı.

    Emperyalizme karşı mücadele ve devrim perspektifinin yitirilmesi

    İdeolojik ve siyasi bozulma ve savrulmanın yaşandığı en önemli alanlardan biri de, mazlum milletler içindeki milliyet, etnik köken ve dini inanış farklılıklar sorunlarına yaklaşım konusu oldu. Bu alandaki bozulma ve aşınmanın somut ve etkisi büyük çaplı olan örneğini de, PKK’ye yaklaşımdaki bozulma ve aşınma oluşturdu. Aslında yaşanan, Türkiye’deki her türlü etnik milliyetçiliklere, ulusal ve sınıfsal bağları parçalamanın, toplumu un ufak etmenin diğer biçimleri olan mezhep, tarikat, cemaat bölünmelerine yaklaşımdaki bozulma ve aşınmaydı.

    Sol, 12 Eylül öncesinde, bütün ideolojik siyasi hatalarına rağmen, dünyanın ezilen kutbunda yer alan toplumlardaki milliyet, etnik ve dini temelli demokrasi sorunlarını devrim perspektifi içinde ele almayı terk etmemişti. Bu sorunların burjuva demokratik çerçevede diyebileceğimiz çözüm biçimleri ve seçenekleri sözkonusu olduğunda, bunları her somut durumda emperyalizme karşı mücadelenin ve devrimin başarısına göre değerlendirme tutumundan, buna tabi kılma ilkesinden ayrılmamıştı.

    Bu tutum, 12 Eylül sonrasında bir süre daha sürdürüldü. 12 Eylül faşizminin baskı ve saldırılarına direnmenin ihtiyaçları ile PKK’nin o dönemde bulunduğu konum, bu tutumun o günlerde sürdürülebilmesini mümkün ve kolay kılan etkenler olmuştu. İşçi Parti Genel Başkanı Doğu Perinçek’in, ortaya çıktığı günden beri PKK’nin geçtiği evreleri inceleyen ve Teori’nin bu sayısında yayımlanan yazısındaki yerinde saptamada belirtildiği üzere, PKK o yıllarda, Suriye’nin denetiminde olarak dünya antiemperyalizm alanında bulunuyordu.

    1990’larla birlikte hem emperyalizmin, Küreselleşeme programı çerçevesindeki ideolojik saldırıları yoğunlaştı, hem de ABD bütün gücüyle Ortadoğu’ya yüklenmeye ve yerleşmeye başladı. Bu ABD atağı, bölgedeki güç dengesini antiemperyalist ve devrimci güçler aleyhine çevirirken, PKK’nin bir yandan kuzey Irak üzerinden yavaş yavaş ABD’nin denetimine girmesine; diğer yandan da ABD himayesinde kendisine açılan alan ve dolaylı biçimlerde sunulan ABD, AB destekleri sayesinde büyüyüp güçlenmesine yol açtı.

    Sovyetler Birliği’nin yıkılması ise, sol’a ilişkin olarak hem ideolojik faturayı, hem de siyasi dengedeki aleyhte bozulmayı ağırlaştırdı.

    Üst üste binen bu gelişmelerin sol’da açtığı yara ya da gedikler büyük oldu. Sol’un,12 Eylül yenilgisinin moral bozukluğunu üzerinden atamayan ve siyasi, örgütsel yıkımlarını tamir edemeyen geniş kesimleri, dünya çapındaki gericilik güçlerinin başlattığı bu yeni saldırılar karşısında darma dağın oldu. Bölünme, parçalanma, dağılma, güçsüzleşme, devrim ve iktidar perspektifinden uzaklaşma hastalıkları bu dönemin tipik olguları oldu. Dağılıp parçalanarak ve yenilgi dönemlerinde atağa geçen Torçkizm’in etkisine girerek, deyim yerindeyse, iktidarsızlık illetine yakalandı. Aynı dönemde, sol, perspektif ve güç olarak iktidarsızlaşırken, PKK’nin büyümesi ve büyütülmesi, sol’da, genel ideolojik siyasi bozulmaya ek olarak, bir de PKK’ye sarılma, iktidarsızlık, güçsüzlük ve başarısızlık açığını onunla giderme eğilimi yarattı.

    Sol’un geniş kesimlerinde 1990’larda başlayan PKK kuyrukçuluğuna böyle gelindi.

    Yukarıda belirttiğimiz ideolojik saldırılar sürerken, 1990’larda“insan hakları”cılık ve NGO hareketleri üzerinden açıkça; istihbarat örgütleri, uyuşturucu ticareti gibi mafyatik işler üzerinden gizlice yürütülen büyük siyasi ayartmalar, satın almalar, denetlemeler de devreye sokuldu. Aslında 1980’lerin mültecilik koşullarında Avrupa’da başlayan bu operasyonlar, 1990’larda çok geniş çapta ve doğrudan Türkiye’nin içinde de uygulamaya kondu. Sol, bir yandan da bu operasyonlarla, diğer yandan da ideolojik bombardımanlarla PKK’nin eklentisi haline getirildi. Etnik milliyetçi ve bölücü bir güce eklemlendi. Üstelik bu güç, etnik milliyetçilik ve bölücülük faaliyetlerini silahlı mücadele ile sürdürdüğü için emperyalist güçlerin denetimine girmeye hem potansiyel olarak açıktı, hem de bir yandan girmeye başlamıştı.

    PKK kuyrukçuluğunun kötü örnekleri

    Sol’un büyük bir bölümü 1990’lardan bu yana ikili bir çıkmazın içinde çırpınıp durmaktadır. Çıkmazlardan birincisi, yukarıda kısaca özetlediğimiz süreçler içinde 1990’larda neosolculuğun “sivil toplumcu” tarih ve demokrasi anlayışı üzerinden tarikatçılık, mezhepçilik, etnik milliyetçilik “demokrasisi” tuzağına yakalanmadır.

    İkincisi ise, iktidarsızlaşma zaafını PKK’nin gücü ile kapatma eğilimidir. Neosolculuk, sol’un etkilediği kesimlerini bu gerici tarih ve demokrasi tezleri ve iktidarsızlaştırma ile PKK kuyrukçuluğuna sürükledi. PKK kuyrukçuluğu ise geriye dönüp bir yandan bu gerici tezleri besledi, diğer yandan da kuyrukçulukta daha çok kan kaybetmeye yol açtı.

    Sonuçta,

    —Emperyalizm kavramını unutmuş ve emperyalizme karşı mücadele görevinden kendini sıyırmış,

    —Emekçi sınıfları etnik kökenine göre bölen,

    —Kürt kökenli emekçileri örgütleme görevini PKK’ye havale eden,

    —Kürt halkını PKK’nin “kapalı av alanı” olarak gören,

    —Demokrasi sorununu emperyalizme ve ortaçağa karşı mücadele temelinden kopararak, ortaçağa (etnik milliyetçiliğe, mezhepçiliğe, tarikat ve cemaatçiliğe, ağalığa, NGO markalı emperyalizm faaliyetlerine vb) özgürlüğe dönüştürmüş bir “solculuk” türüne; emperyalizm solculuğuna varıldı.

    Bu o kadar öyle ki, neosolculuk en sonunda işi, PKK ile birlikte, ABD emperyalizminin Küreselleşme programı ve BOP gereği olan eski SB coğrafyasını, Yugoslavya’yı, Irak’ı, Libya’yı, Suriye’yi, Türkiye’yi vb bölme faaliyetlerinin bu ülkelere “demokrasi ve özgürlük getirdiği”ni keşfetmeye kadar vardırdı. Şu tahliller PKK kuyrukçuluğunun şampiyonlarından EMEP’e ait: “ABD, Irak’ı işgal sürecinde Kürtleri Saddam zulmünden kurtaran ve onlara özgürlüklerini, kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyan bir güç olarak davranmış, dolayısıyla Kuzey Irak’taki Kürdistan bölgesinde işgal sevinçle karşılanmıştır.”[1]

    Bilindiği gibi EMEP Kürt sorunu ile ilgili her ağzını açtığında, aynı zamanda PKK’yi, işçisiyle köylüsüyle, kamu çalışanıyla, esnafıyla vb “Kürt halkının tek meşru temsilcisi” olarak ilan etmektedir. Bu konuda ÖDP, Halkevleri ve yayımladıkları dergilerle anılan küçük sol gruplar da EMEP ile aynı çizgidedir.

    Bir zamanlar kamu çalışanlarının tek temsilcisi durumunda olan KESK, bu gruplar tarafından bu anlayışın sonucu olarak hurdaya çıkarılmıştır. Şimdi emekçiler içindeki bu bölücülük yine bu gruplar eliyle mühendis ve tabip odalarına, barolara ve değer meslek kuruluşlarına taşınmak istenmektedir.

    Neosol grupların PKK kuyrukçuluğu, 2000’lerin başında “PKK neylerse güzel eyler!” noktasına vararak zirveye çıktı. Bunlar adeta PKK’nin devrim karşıtı eylemlerinin aklayıcısı oldular. PKK’nin CIA uzmanı ABD diplomatlarıyla al takke ver külah olmasının adını, “devrimci diplomasi” koydular. Bölücülüğü sosyalizm ve demokrasinin ölçütü haline getirdiler. Bu anlayışı hepsi adına ve çok açık sözlü bir tutumla, Demir Küçükaydın yaptı. Demir Küçükaydın, Troçkizm’in bölücülüğünü mantıki sonuçlarına kadar götürmede ve teorileştirmede en uç noktaya savrulmaktan çekinmeyen cesaretiyle, bu konuda hepsinin tercümanı durumundadır: “Bizim için ise ‘Türkiye’nin bölünmesi’ veya bölünmemesi diye bir sorun yok. Biz bir tek köyün bile bölünebileceği, hiç bir bürokratik ve askercil yani bulunmayan, iktidarın gerçekten halkın elinde bulunduğu bir Demokratik Cumhuriyet’i hedefliyoruz. Yani tabiri caiz ise, ‘Türkiye’yi yüzlerce parçaya bölünebilir yapmaya çalışıyoruz.”[2]
    Demir Küçükaydın neosol’a “bölünmenin sosyalistliği” üzerine dersler verirken, İsmail Beşikçi de, “Kürtlerin de bir devleti olmalı, bu devlet isterse bok’tan bir devlet olsun”[3], “Dünyada Kürtlerin sadece iki dostu var, biri İsrail’dir, diğeri uzaktaki bir devlettir”[4] tezleri ile “devrimci” devlet ve diplomasi “teorileri” dersleri verdi.

    Bu “klavuzların” öncülüğünde sola, Bilimsel sosyalizmin taa Marks tarafından ortaya konmuş ve o günden buyana bütün Sosyalizm teorisyenleri tarafından savunulmuş, daha da önemlisi bütün devrimlerin pratiği tarafından doğrulanmış “Sosyalizmin büyük ölçeklerde gerçekleşeceği”, sosyalistlerin büyük devletlerden yana olduğu vb ilkeleri unutturuldu.

    Neosol’a göre, PKK’nin Şeyh Sait ve Saidi Nursi anma törenleri düzenlemesi, onu “Kürt özgürlük hareketi” olmaktan çıkarmamaktadır. Çünkü neosol’un demokrasi ve özgürlük anlayışını artık emperyalizmin demokrasi ve özgürlük ölçütleri belirlemektedir. ABD ve AB emperyalizmi Küreselleşme sürecinde “demokrasi ve özgürlük”ün çerçevesini, “sivil topluma özgürlük” olarak belirledi ve ortaçağı hortlatmaya girişti. Neosol da bu sivil toplumcu demokrasi anlayışının kuyruğunda, “sivil” olmak kaydıyla, her gördüğü gerici kurum ve kuruluşa “demokrasi”, “özgürlük” madalyası takmaya başladı.

    Arabanın atın önüne koşulması

    Kürt milliyetçiliği bütün kanatlarıyla 1980 öncesinde de sömürge teorisi, bölünme gibi konularda bugünkü tezlere sahipti. Fakat o zaman, dünya çapında devrim yükseldiği ve ABD SB’ye karşı Ankara’daki Amerikancı hükümetler yönetimindeki bölünmemiş Türkiye’yi tercih ettiği için, Kürt milliyetçiliği demokratik haklar temelinde devrimci güçlerin yedeğine takılmıştı. Kürt sorununun demokratik haklar temelindeki çözümü konusu, devrime ve emperyalizme karşı mücadeleye tabi kılınmıştı.

    1990’larda durum tersine döndü. Devrim ve emekçilerin davası, Kürt sorununun emperyalist planlar temelindeki “çözümü” gücünün ve siyasetlerinin kuyruğuna takıldı. Araba atın önüne bağlandı.

    2010 referandumundan beri soldaki bu büyük bozulmada, tekrar atı arabanın önüne bağlamaya doğru bir dönüş yaşanmaya başladı. ÖDP, Halkevleri ve diğer sol gruplar içinde, PKK kuyrukçuluğundan kopma eğilimleri ortaya çıktı. TKP bu konuda daha önce sağlıklı bir yönelime girmişti.

    Şimdi bu olumlu süreci hızlandırmanın, tekrar atı arabanın önüne koşmanın zamandır.

    [1]EMEP’in 2009 yılında yayımladığı Milliyetçi Dalgaya Karşı Mücadele ve Kürt Sorunu başlıklı broşürden; bkz: http://www.emep.org/index.php?option=com_k2&view=item&id=204:milliyetçi-dalgaya-karşı-mücadele-ve-kürt-sorunu&Itemid=217 (Erişim: 6 Mayıs 2010)

    [2] http://www.koxuz.org adlı sitesindeki “Kürt sorunu ve bölünme” üzerine yazıları (Erişim: 12 Temmuz 2009).

    [3]Taraf, 8 Eylül 2009, “Neşe Düzel’le Pazartesi Söyleşileri”, http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-ismail-besikci-kurtler-kurtlerle-yasasinlar.htm

    [4]“Kürtlerin dostları kimlerdir?” yazısı, 1992.

  17. Anonim

    Her cumlede ya carpitma ya cimbizlama ya da maddi hata var. Dolayisiyla mesela bu son yazi icin, basitce, emperyalizmi yanlis anlamislar gibi bir soz soylenemez. Bana acikca insanlarin (yanlis) ideolojiyle beslendikleri, ustelik sagliksiz beslendikleri bir baska dunyada yasiyorlar gibi geldi. Tabi oyle olsa bile gerceklikle baglarindan yola cikarak dusuncelerinin kendi icindeki yapisal celiskilerini gostermek cok kolay. Mesela “1917den itibaren kucuk inis cikislarla buyuyen dunya devrimi” neden 1980lerle dususe gecti diye sorsak? Dunyaya Laos devrimi mi fazla geldi acep? Ya da su sosyalistlerin buyuk devletlerden yana olmasi ilkesi kacinci enternasyonalin kararidir, diye sorsak cevap ne olurdu acep? Yuh ya. Sosyalistler burokrasiyi cok severler ve adalet mulkun temelidir ilkelerinin de unutuldugunu iddia etsinler, bitsin bu iskence.

  18. çıracı

    Bir iyi haber de ben vereyim: http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/yalcin-kucuk-artik-yurt-icin-yaziyor-h24579.html

    Duyurudan anladığım kadarıyla Yalçın Küçük artık Aydınlık’ta yazmayacak (tersi olursa sizleri bilgilendiririm). Seversiniz, sevmezsiniz, o ayrı mesele… Galiba, Yalçın Küçük hoca da İP/Aydınlık’ın son sağ virajına dayanamadı. Bakalım onun ekolünden gelen yazarlar (Deniz Hakan, Barış Zeren, Okan İrtem) Aydınlık’ta kalacaklar mı? Perinçek’in PKK/PYD, “milli burjuvazi”, “sd-mdd” gibi konularda onlarla girdiği polemiklerden sonra…

  19. çıracı

    (Üstteki yorumumda yanlış tahminde bulunmuşum. Herkesten özür diliyorum.)

    İşin aslı şöyleymiş:

    “Yalçın Küçük Aydınlık’tan ayrıldı mı

    10.12.2012 16:40

    Bugün Yurt gazetesinde yayınlanan “Prof. Yalçın Küçük ‘Kabadayıca’ köşesiyle artık Yurt için yazacak” ifadesi “Yalçın Küçük, Aydınlık’tan ayrıldı mı” sorusuna neden oldu.

    Sosyal medya Yalçın Küçük’ün Yurt’ta yazmasını “Aydınlık’tan ayrılıyor” şeklinde yorumladı.

    Odatv meselenin ayrıntılarını araştırdı.

    Yalçın Küçük, Aydınlık’tan ayrılmadı. Gazetenin 2. sayfasındaki yazılarına devam edecek olan Küçük, “Kabadayıca” köşesindeki yazılarıyla zaman zaman Yurt gazetesinde olacak.

    Odatv.com”

  20. anaya

    İP , “emperyalizm” ve “ezilen dünya” kavramları üzerinden çarpık tezler ortaya atarak, asıl kendisi milliyetçiliği ve etnik ayrımcılığı yaymaya çalışıyor. Milliyetçiliğin ve yurtseverliğin doğası ayrımcılığa(ve karşı-ayrımcılığa) dayandığından, hayata bu açılardan bakan insanların “ulusal sorun” gibi konularda tutarlı olmalarını beklemek bizzat tutarsız ve saçma olacaktır.

  21. Anonim

    http://www.youtube.com/watch?v=VZdNxFiqbic

  22. Ayanoğlu

    Sarıhan,Kılıçdaroğlu ekibine ve sorosculara yöneldi.
    İşin aslı budur.
    Sarıhan-ın sıraladığı gerekçeler savaşımdan kaçmanın sorosculara katılmanın kılıfıdır.
    Sarıhan,CHP içindeki sorosculara açılmaktadır.
    Çerkez Ethem,M.Akif,İstiklal Marşı yazarının “milliyetcilik” eleştirileri hiç de inandırıcı değil.
    Kılıçdaroğlu ekibi CHP-yi gasbedince Sarıhan da CHP-ye yelken açtı.

    Zileli ise düzene teslim olan Sarıhan-ı görmenin kendisini rahatlatacağını sanıyor.
    Ve hemen teslim olana övgüler düzüyor.
    Zileli iflas etmişti,Sarıhan ise intihar ediyor.

  23. rüzgar nereden eserse

    Zeki Bey, Perinçek grubundaki sosyalist sosu en az, Kemalist sosu en fazla elemandi, ne oldu da bir anda hizli sosyalist oldu?
    Vaktiyle Istanbul dükaligi (tabii kendi korkulari nedeniye) militerlere ve ulusalcilara göz kirparken Zeki gibi oportünistler hizli Kemalistti, simdi bu mason localari Dersimli ajan Kemal’i öne sürüp satilik sosyalistlere ve dümenden Kürtçülere zarf atmakta,eh Zeki de bunu gördü, olay budur.

  24. Yusuf Cemal

    Memur bey, ustteki yorumlarda da gordugunuz gibi size pek ihtiyac yok. Zaten gorevinizi ziyadesiyle yapanlar var bu civarlarda. Fikir ya da is sunmadan kufur eden elemanlarimiz cok bizim sol camiada, siz de bilirsiniz. Ama siz yine de yorumlarinizi esirgemeyin bu siteden.

  25. Ayanoğlu

    Hani Stalinciliğe karşıydınız.
    Hemen Stalinci söyleme sarılıvermişsiniz.
    Sizlerin Stalin-i aşmak diye bir sorunu yok.
    Sizlerin amacı devrimciliğe küfretmek.

    “Memur bey, ustteki yorumlarda da gordugunuz gibi size pek ihtiyac yok. Zaten gorevinizi ziyadesiyle yapanlar var bu civarlarda.”

    İŞTE BU KAFA YAPISI STALİNCİLİK.
    Şimdi anladınız mı Stalinciliği…

  26. Yusuf Cemal

    Espriyi anlamamissin. Bizim polisin bizi “icerden cokertmek icin” cabalamasina gerek yok, biz zaten birbirimize sacma laflar soyleyip duruyoruz, tartismayi ve hataliysak fikrimizi degistirmeyi bilmiyoruz, anlamina geliyor o sozler. Kapis? 😉

  27. Anonim

    http://www.gomemis.com/portal/haberdetay.asp?ID=6

  28. FERDI KADER

    AKP’nin Kürt Açılımı daha şimdiden gelip aynı duvara tosladı! TC’ni ele geçiren AKP, üniter devleti savunduğunu resmen açıkladı. 

    Bu, Türk devletinin Kürt sorunundaki kırmızı sınırlarının, aynı anlama gelmek üzere çok büyük bir dirençle savunulacağını ispatlıyor. Düşününüz ki bunlar klasik Kemalistlerin karizmasının çizildiği bir evrede yaşanabiliyor. Bugün artık AKP kendisini İslami Kemalist bir hareket yörüngesine oturtmuştur! İP şefi Doğu Perinçek artık AKP’ye övgüler yağdırıyor!
    AKP’nin polisi ele geçirdiği, yargıda hakimiyet sağladığı, devlet bürokrasisini ele geçirdiği bir aşamada, Türk İslamcıları, Kemalizimle sentez oluşturabiliyor ve Kürt sorunundaki kırmızı sınırların bekçilerinin kendileri olduğunu ilan ediyorlar.      

    Kürt halkına yönelik tatlı vaatlerle açılıyormuş gibi görünen ve sert bir dönüşle kapanan bu açılım süreci, daha önceki Kürt isyanlarında sürdürülen devlet politikasının bür devamı olarak yansıdı. TC’nin Kürtler’e yönelik ana yöntemi olan ”kandır, oyala ve yoket” stratejisi yeniden uygulandı. 

    “Sivil iktidar eliyle yeni bir demokratikleşme ve barış döneminin açılması, devletin Kürtlere karşı yaptığı hataların bir bir düzeltilmesi” iddiasıyla sahneye konulan bu programın tam bir senaryo olduğu ortaya çıktı! 

    Kürt açılımı, sözde RT Erdoğan’ın özel temsilcisi MİT çi Hakan Fidan ile, Abdullah Öcalan arasında varılan mutabakatla başladı. Hakan Fidan direkmen Erdoğan’ı temsil ettiğini, onun bir kopyası olarak geldiğini vurgulayıp durdu! 

    Yani Erdoğan kişisel olarak fizikmen orada değil, ama MİT onu öyle temsil ediliyor bu toplantılarda, Erdoğan ise hiçbirşeyden haberi yokmuş gibi davranarak kitlesini uyandırmamaya çalışıyor!!
    İşte adına barış süreci denilen oyunun baş aktörü, ”Kürt açılım süreci” denilen sürecin baş muhatapı olan Erdoğan’ın düzenbazlığı… tayşp kendisini öne sürmeden, gizli kapaklı dümenler çeviriyor, adeta saklambaç oynuyor?
    Tayip Erdoğan’ı MİT temsil ediyor. Hakan Fidan, Hitler’in gestaposunu da geçerek, bütün güçlerin üstünde, TC kanunlarının tümünün dışında olağanüstü bir dokunmazlıkla, Kürt ulusunun kaderini belirlemede, Erdoğan adına Türk tarafını temsil ediyorç
    Burada baştan beri bir çarpıklık var. Erdoğan bu kader belirlemede ortalıkta yokmuş gibi görünüyor.
    Erdoğan her gün Kürt kerdeşim diye laflar atıp tutuyor! Madem Kürtler kardeş ise bu kadar cesaretsizlik neden acaba? Kardeşinle yapacağın ortak bir çalışmadan neden bu kadar ürküyorsun? 

    Zaten bu durum dolayısıyladır ki, AKP hükümetinin ilan ettiği “Kürt açılımı”nda umut verici bir gelişme olmadı. AKP ni lafta “Açılım” süreci, birkaç kırıntının sunulmasından öteye geçmedi. Daha ziyade Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimine yaradı! 
    Ne anadilde eğitim hakkı tanındı, ne çatışmaların kalıcı olarak durması, ne diyalog yolu, ne de diğer talepleri karşılayacak bir gelişme yaşandı. Aksine Kürt halkına karşı hazırlanmış tuzağına dönüşen süreç, şiddetle takviye edilmiş tasfiye dalgası halini aldı. Her tarafa yeni karakollar kuruldu, yeniden çete örgütlenmesine geçildi. 

    Kürt sorununa gerşek yaklaşım sözkonusu olduğu zaman küfür ve tehdit dıişında başka bir yol yöntemi olmayan Erdoğan’ın kardeşlik bir yana, acaba medeni cesaretinden bahsedilebilinir mi? 
    Bir süreç başlatıyorsan açık kimlik ve yüzünle ortada olmalısın. Tayip Erdoğan, kendi kitlesi önünde, Kürtler’e tabii haklarının verilmesinden söz etmeyi tabu biliyor, Türkiye Kürdistan’ından öcü gibi korkuyor!
    S. Demirtaş, ”Apo ve Erdoğan bitti demeden süreç bitmez ” diyor. Ama Erdoğan’ın süreci başlattığına dair resmi belge nerede acaba? Erdoğan, neden ortaya çıkıpta açıkça, ”ben süreci başlattım” diyemiyor? 
    TC tarafından Kürt tarafı diye angaje edilen A. Öcalan ile TC arasında, Kürtler’in gelecekteki yaşam şeklini belirleyecek, MİT denetimindeki gizli kapaklı görüşmelerin, Kürtler’in tüm haklarının yok sayılması temelindeki ihanetçi senaryoların iflası ile yeni bir süreç başlamıştır!
    AKP daha şimdiden üniter devleti hiçbir biçimde tartışma konusu etmediğini, tek devlet, tek millet, tek bayrak, vb.’nin hiçbir biçimde tartışılamayacağını, ayrıca anayasanın da bu amaçla değiştirilmeyeceğini, bir genel affın sözkonusu olmadığını söylemek durumunda kalıyor. Bütün bunların söylendiği bir durumda ise Kürt açılımı üzerine edilen onca lafın dibi bir anda boşalıyor.
    Gelinen yerde Kürt ulusal hareketi tam olarak bir özerk devlet istiyor. Kendi parlamentosuna ve yerel hükümetine sahip, dolayısıyla siyasal iradeye, dolayısıyla kendi kendine yönetme gücüne dayalı, iç güvenliğini kendisi sağlayan, vergisini kendisi toplayan, kendi adalet teşkilatına ve polis örgütüne sahip bir özerk devlet istiyor. Ama Türkiye gibi bir ülkede bütün bunları Kürtlere ancak bir devrim verebilir. Türkiye’nin bugünkü düzeni içinde bunları kimse Kürtlere vermez, veremez. Bu ancak bir devrimle elde edilebilir.
    Açılım, Kürt sorununun çözümü AKP’ci Kemalizm’in zemininde gerçekten bir hayaldir. Rojava hareketinde olduğu gibi Kürt halkı özgürlüğünü ancak kendi gücüyle kazanacaktır.

    GERÇEK BARIŞ SÜRECİ ORTADOĞU’DA KÜRT HALKININ BAĞIMSIZLIĞI VE ULUSAL HAKLARININ TEMİNATI İLE MÜMKÜNDÜR…

     
    Şimdi TC çetelerinin barış süreci dedikleri fenomen, Osmanlı döneminden daha geri, çirkef bir durumu yansıtmaktadır.
    Türk yönetimi, cezaevinde tuttukları bir kişiyi, rehine gibi kullanarak, Kürtlerin bütün haklarının yok edilmesi temelinde, Kürtleri teslim alma politikası gütmektedirler. İmralı, veya çözüm süreci adını taktıkları tiyatronun oyuncularını bile kendi öz adları anmaktan aciz bir devletin ‘süreç, müzakere’ yalanlarına kapılmak ihanete götürür! 

    AKP’nin Çözüm süreci adını verdiği, post modern Kemalizmi yeni bir kılıf altında devam ettirme, Kürtlerin hakkını hukukunu yok sayarak, bir yüz yıl daha yok etme sürecidir!

    Türk yönetimi, süreç diye adlandırdığı tiyatorunun oyuncularını lakap takarak çağırmaktadır. Abdullah Öcalan ismi yerine, ‘imralı adası’, ‘terörcü başı’, ‘heyet’ gibi isimler kullanılarak, ‘sürecin’ ciddiyet derecesi açıkça ortaya serilmektedir. Türk devleti, bu anlamda normal bir devlet imajı yerine, eşkiya bir devlet görümüne bürünmektedir. Türk parlamentosunun, bu haliyle, özgürlük isteyen Kürdistan kitlelerini memnun ve mesut edecek bir karar alabilmesi mümkün değil.
    Antlaşma yapmak için, kendileri ile barış yapılacak şahıs veya gurupların adları dahi açıkça söylenmediğine göre, ortada daha tehlikeli bir oyunun dönüşü sözkonusudur…! Sürecin muhatapı, Kürt tarafı diye lanse edien taraf, kendi adı ile değilde Marmara denizinde bir ada (İmralı) adı ile anılıyorsa burada bir bit yeniği var anlamı çımaktadır. 

    KÜRTLER İMRALI ADASINDA DEĞİL, KÜRDİSTAN’DA YAŞIYOR!

    Barış, İmralı adasında yaşayan bir halkla değil, Kürt halkı ile yapılacaktır!
    Türkiye, sözde barış yapacakları Kürtlerin adını anmaktan acizdir. Demek ki Türk insanı Kürtlere o kadar alerji duyuyor ki, TC yönetimi, barış sürecini imralı adasında başka bir halkla yapmakta oldukları imajını vererek, Kürt düşmanı Türklerin gözlerini boyamak zorunda kalmıştır! Gerçek bir barış süreci varsa neden bu kadar adi bir aldatmacaya başvuruluyor. Barışacak kişi veya milletler, birbirlerini oldukları gibi kabul edemiyorlarsa, barış nasıl olacak??

    Böylesine bir sürecin daha baştan çökmeye mahküm olduğu ortadadır. Savaş ruhu taşıyan Türkler, Kürtleri eşit derecede bir halk olarak görmek yerine, onların adlarından bile öcü gibi korkuyorlar, bu ruh haliyle nasıl barışacak bunlar!! Ne yazık ki çoğunluğu cahil kalmış Türkler, imralı adasının nerede olduğundan bile habersizdirler….

    AKP, diğer öncülleri gibi, kırmızı kitabı elinde, bağırıp çağırarak varolan statükoyu sürüdürmede kararlı olduğunu söylemeye devam ediyor! Erdoğan’ın Suriye Kürtlerine yönelik tavırları, askeri darbecilerinkinden daha iyi değildir. Bu tutumlar, çözüm hayallerini köpürten düzen güçlerinin Kürt halkına yönelik imha ve inkara dayalı ırkçı-inkarcı resmi devlet çizgisini sürdürdüğünü gösteriyor.
    Ciddi ve dürüst çalışmalar, ortak plan ve süreçler ancak, karşılıklı güven ve açıklıkla yapılır. Gizli kapalı oyunlar oynanıyorsa, dümenler dönüyorsa, bu iş ta baştan yıkılmaya mahkümdur. Kalıcı barış ancak adalet ve eşitlik temelinde Kürt sorununun gerçek, yani ulusal haklarının verilmesi ve kendi topraklarında hakimiyet kurması ile sağlanabilir.

    Rehin gibi tutulan ve adı ile bile anılmayan A. Öcalan’ın, burada, Kürt halkının ulusal haklarının tümden inkarı sürecine tepeden inme ‘önder’ hemde TC’nin kendisi, barış masasına oturan karşı taraf olarak, düşman tarafından lanse edilmesi, bütün Kürtlerim dikkatini çekmektedir…Ortada seçimle gelen Kürt temsilcileri olmasına rağmen, bunların manipule edilerek, cezaevinde rehin tutulan bir kişinin tek lider diye angaje edilmesi ve bu kişinin de, ‘biz Kürtler için artık bir şey istemiyoruz’ beyanını vermesi, kürt halkına vurulan büyük bir darbedir!
    Bu durum, İŞİD’e, ben artık sizdenim demeye benzer, ama kelle kurtulur mu, o da henüz belli değildir!

    Kürtlerin Soykırımı İçin IŞİD ve Tampon Bölge planı!

    AKP iktidarı;  sırası geldikçe “barış süreci” ya da benzer tanımlamalar ile Kürtleri oyalarken, diğer taraftan da petrol alanlarına sahip çıkmak için yeni planların peşindedir.
    IŞİD örgütlenmesinde rolü olduğu bilinen,Başbakan Davutoğlu’nun devreye soktuğu derin stratejinin gereği  İŞİD ve Al-Nusra’ya savaşsın diye gönderilen 5 000 özel timci, 250 MİT mensubu, modern savaş araç ve gereçleri ile, Kürtleri barış masasına gelmeden elimine etmeyi, başarılamaması  halinde  ise dize getirmeyi hedeflemektedir.
    Türkiye, çıkarları gereği, Kürtleri soykırıma uğratsın diye İŞİD’i büyütmeyi hedeflemektedir.
    TC nin hedefi Kürtlerin soykırımıdır. Zira, Dersim gibi, Kobane’den, yurtlarından edilerek göçmenleştirilmiş Kürtleri hedeflerinden koparmak devamında asimile etmenin mümkün olduğu deneyimi vardır. Dersim soykırımında başarılı olunduğuna göre TC, aynı yöntem ve taktikleri devam ettirmektedir. Böylesi bir soykırımı göze alan iktidar, aslında herkesi yakacak bir alev topuyla oynamaktadır.

    İşte, tam da Bağımsız Kürdistan devletinin kuruluş şartlarının hızla olgunlaştığı bir durumda, Ortadoğu’da bütün halkların kendi sınırlarını çizmekle uğraştığı bir anda ‘herşeyden vazgeçiyoruz’ demenin ne anlama geldiğini bilmeyen çoban artık yoktur Kürdistanda…!
    Türk devleti Kürtleri bir kez daha kandırırsa ne olur? Üç-beş yıllık zaman kaybından başka hiçbir şey olmaz. Hatta eski yöntemler tümden iflas etmiş olacağı için buna kayıp da denmez.
    TC oyun oynuyor! Bu tartışılmaz. Kobanê’yle dayanışma eylemlerinden önce de böyleydi, IŞİD’in Kobanê’ye saldırısının yoğunlaşmasıyla beraber, çözüm süreci denilen oyunun deşifresinde ilerleme görülüyor. Adları ile anılmayan oyuncular, PKK içerisindeki MİT yönlendirmesi gurupların zorda kalması kaçınılmazdır.

    AKP başı, çete lideri Erdoğan,  Tek ulus, tek devlet, tek bayrak ve tek dil’ paradigması devam etmektedir.’ diyerek gerçek amacını her geçen gün tekrarlayarak oyun oynadıklarını artık gizlemiyor!
    Tayyip Erdoğan, daha önce de “anayasa değişikliği yok, af yok, Kürtçenin eğitim dili olarak kabul edilmesi yok” demişti. Kürtçenin eğitim dili olması, genel af talebinin karşılanması, anayasal vatandaşlık vb. asgari taleplere bile düşmanca yaklaşan Osmanlı kırması iktidarın Kürt sorunu konusunda tekçi anlayışı sürdürecekleri aşikardır.

    Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’den gelen açıklamalar devletin Kürt sorununa, Kürt halkının haklı taleplerine yönelik bakışının özü, özetidir. Tek ulus, tek devlet, tek bayrak ve tek resmi dil paradigması devam etmektedir. Etnik ve kültürel farklılıklar zenginliğimizdir denilerek Kürt halkının devrimci dinamizmi düzenin labirentleri içinde boğulmak istenmektedir. AKP ve Genelkurmay’ın çözümden anladığı Kürtlerin bir kültürel zenginlik ögesi olarak kabul edilmesidir. Kürt sorununun çözümünden anladıkları şey ise Kürt halkının denetim altında tutulmasıdır.

    Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı açıklamalar “çözüm” sürecinin nasıl bir aldatmaca olduğunun net ifadesidir. Açıklamalar, Kürt halkının olmazsa olmaz dediği haklarına ilişkin olarak herhangi bir vaatte bulunmadığının göstergesidir. Nitekim Tayyip Erdoğan daha önce de anadilde eğitimin gündemlerinde olmadığını belirtmişti. Zira tüm düzen güçlerinin asıl amacı Kürt sorununu değil Kürt hareketini çözmektir. Bu saldırının biricik panzehiri ise Kürt halkının ulusal hak ve özgürlüklerini devrimci mücadeleyle söküp almasıdır. 

    Bu anlayış barışın değil savaşın projesidir. Yani “çözüm süreci” barışın değil, sınır tanımayan kapsamlı bir saldırganlık ve savaşın projesidir.

    AKP demokrasiyi yok etme sürecini devam ettirirken, saçma bir barış sürecinin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, çözüm süreci adı verilen planın, AKP’nin rezil politikalarının üstünü örtmeye yaradığı da artık gizlenemez.

    ERDOĞAN BAŞKA İŞLERİN PEŞİNDE…!

    Erdoğan’dan Kürtler için hak hukuk beklemek saflıktır. ‘süreç’ denilen tiyatro, bir yalan dolan sürecidir. Hazırlanan ve her gün kılıfı değiştirilen sözde ‘paketin, sürecin’, geçmişin baskıcı terörcü ırkçı şovenist devlet yapısından kopuşu değil, onun daha da pekiştirilmesine hizmet ettiği gerçeği artık kör gözden de kaçmıyor.
    AKP, yeni Kemalizm despotizmini din boyası ile süsleyerek Kürtleri kandırıp tasfiye etme dışında bir hedef gözetmiyor…Kürtler Erdoğan’ın kişisel oyunlarına alet olmaktan vazgeçmelidir. Erdoğan sözünde durmamaktadır. Saat başı tavır değiştiren bir bukalemundan farksızdır! İstanbul’da padişahların kurduklarından daha büyük bir cami, Çamlıca camisi, Ankara’da Osmanlı saraylarını geride bırakan Ak Sarayı kurup, başkanlık sistemi ve tek şefliği hedefleyen, gözü şan şöhretle dönmüş Recep paşa’nın derin kuyusuna düşmek saflıktır! Aşırı hızla çoğalacak kalabalıklara Selefi ve Wahhabiler’ in fetih ve ganimet hedeflerini aşılayan ümmetçi ırkçı şef, yeni devlet ideolojisini hakim kılmak için elinden geleni ardına koymuyor! Dünyanın her yerinden toplatılıp getirilen Cihadçıların, Kürtlerin yoğun olduğu alanlarda eğitilip Suriye’ye sokulması, bunların ana kontrolünün özel savaşçı Türk subaylarına verilmesi, şeriatçı militanların Kürtlere karşı kullanılmaları, karakol yapımındaki anormal artış ve köy koruyucularına sağlanan örtülü ödeneklerin artırılması vs.. göstermektedir ki, AKP Kürtler için en azından cuntacılar kadar tehlikelidir.
    Kürtleri kandırmak için Ümmetçi İslamcılığı, Kemalist militarizmle sentezleyen AKP, TC’nin eski politikalarını ideolojik yenilenmeyle devam ettirme kararlılığını son Kobani oyununda da yenilemiş oldu!
    Şan ve şöhret ile gözü dönmüş, bu uğurda her yöntemi kullanan R.T Erdoğan’dan hak hukuk beklemek kadar aptalca bir şey olamaz!
    Saat başı görüş, politika değiştiren, akıl almaz yalan dolanla günümüzün en gaddar liderlerine taş çıkartan Erdoğan, tek şeflik ve kişisel çıkarlarına karşı olan her engeli rahatlıkla aşmaya devam ediyor!
    Erdoğan nihayetinde Kemalist orduyu da peşine takarak, satükonun yeni sahibi oldu! Kemalizm tarafından katliamdan geçirilen Kürtler, Kemalizm’in nasıl bir zehir olduğunu çok iyi biliyor. Mühalefeti tesirsiz hale getiren AKP şimdi artık statükocu Kemalizmi temsil diyor! AKP sadece Küzey Kürdistan’da değil,Rojava’da Kürtler üzerinde baskıyı artırmaya çalışıyor. MİT TIR’ları gece gündüz Suriye’ye geçmeye devam ediyor!
    Yıllardır Kürtleri oyalayan AKP, sonuçta 90 yıldır yapılanla kaldı. Son MGK toplantısında TSK nin dayattığı kırmızı çizgileri savunan Recep Tayyip Erdoğan, Kemalistlerle Kürt sorunu üzerinde anlaşmaya vardı.
    AKP iktidarı, İŞİD olmaksızın Kürteri tek başına yok edemeyeceğini iyi biliyor! Türkiye’den örgütlendirilip Suriye’de muhalefet cephesi adı altında savaşan Sunnilerin niyetlerinin ne olduğunu, bunların hangi hedefler doğrultusunda elde tutuldukları, ceplerine para konan ve desteklenen bu paralı askerlerin yarın Kürdistan’da büyük bir vahşet planını icra etmeleri için gerekli maddi temellerinin sağlandığı gerçeği gözden kaçmamalıdır.
     
    SON MGK TOPLANTISINDA ALINAN KARARLARA GÖRE KÜRTLER’E 1923 TEN ÖNCEKİ DURUMDAN DAHA KÖTÜ BİR STATÜ VERİLECEK!
     
    MGK toplantısında alınan kararlara göre Kürtleri kandırma ve oyalama süreci devam ettirilecektir. Bu oyunu en iyi oynayan AKP, Kürtleri eski statüde tutmak şartı ile Türk ordusunun tam desteği verildi. Erdoğan tek şef olacak, onun başkanlık sistemi TSK tarafından kabul edilecektir.
    İşte bu yeni MGK doktirinine göre, Kürtlere karşı mücadele ettikleri müddetçe Araplar’a yardım edilecek, İŞİD, El Kaide-El Nusra ile ortak eylemler yapılacaktır. Bunlarla en iyi ilişkiyi AKP sağladığına göre, İŞİD ve El-Nusra Tayip Erdoğan’nı kayıtsız şartsız destekledikleri için, ortak çaışma ve işbirliğine devam kararları alındı!
    AKP’nin Kürtlere yönelik planları, Kürt halkının kendi kaderinin kendisi tarafından tayinine düşmanca bakıyor ve eski statükonun korunmasını amaçlamaktadır. Son Kobani olayında olduğu gibi AKP, eski Kürt düşmanı statükoyu korumayı ve Kürtleri zaman içerisinde yok etmeyi amaçlamaktadır!
    AKP’nin bu planları ile, Kürtlerin en temel uluslararsı haklarının inkarına devam edilmektedir… Kürdistan halkının talebi olan anadilde eğitim, Kürtlerin haklarına ilişkin anayasal güvence, Kürdistan halkının kendi kendini idare etmesi ve Kürtçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi konularında ilerleme değil, tam aksine gerileme kaydetmektedir.
     
    Bu durumda Kürdistan halkı olarak, kendi topraklarımızda, hür ve bağımsız olarak yaşama opsiyonunu savunma dışında başka bir çaremiz kalmamaktadır. Kürtler bugün bağımsız Kürdistan oluşumunu artık reel bir gerçek olarak görmektedir. Asıl yapılması gereken “çözüm” aldatmacasıyla zaman yitirmemektir, Kürdistan, bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktığında, Türkiye, Ortadoğu ancak bu koşullarda barışın egemen olduğu bir coğrafyaya dönüşecektir.

     
    Saygılar ve Selamlar

    Ferdi Kader, B. Zeynep Aker, Dursun İlkas, İsmail Balkır, Kazım Sincan, Sevda Suner, Murat Demir

     
     

  29. Erhan Papila

    Zeki Sarıhan ‘ın “Benim Hapishanelerim”adlı kitabını bitirdim. Muhterem Marksist bir görüşte olmadığını belirterek Sosyalist olduğunu söylese de kendisinin 69 sonundaki Fındık mitingleri, Fatsa Beyceli’deki Toplumculuk ya da Köycülük adı altında kurduğu oluşum, Atatürkçülük veya Kemalizm, Demokrasi ninnileriyyle öğrencilere verdiği ödev ya da kitap okumalarında attığı temel ile oradaki gençlerin ve çocukların beyinlerinin iğfal edilmesinde en büyük kötülüğü yapanlardan biriydi. OnunTam Bağımsızlık teranesi Marksist terörün önünü açmıştır.Öğrencileri Dev-Yol’a yönlendirmemekle birlikte yönlendirmeye elverişli koşulları atanlardan biridir. (Karı Koca Özakınlar ile birlikte.
    Kitapta şecaat arz ederken sirkatini söylemiş bir bakıma.

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑