www.gelawej.net sitesinde yayımlanmıştır.

Sunu
Buraya Gün Zileli’ye dair bir şeyler yazmalı mıyım diye düşündüm. İlkin, “gerekli, yaz” dedim kendime, sonra vazgeçtim. Vazgeçtim, çünkü 64 yıllık “ömrüne bir çok hayat sığdırmış”(*) bir insana dair yazacağım birkaç cümle çok kuru kalacaktı. Ama şu kadarını yazmak istiyorum –ki bunu, kendisine de söyledim- insana, çağını sevdiren insanlar vardır. Gün Zileli, benim için böyle bir insandır.
Onu biraz daha iyi tanımak isteyenlere www.gunzileli.com sitesine bakmalarını, ama en çok da kitaplarını ve yazılarını okumalarını salık verebilirim.
Merak etmeyenlere? Merak edin diyebilirim sadece. Merak edin, çünkü, Gün Zileli’nin kitaplarında, yazılarında “anlatılan, senin hikâyendir.”
“Söyleşiye niye Çakallaşma başlığı uygun görüldü?” diye akla gelebilir.
Bunu, insanın içine düştüğü bir halin adı olarak da okuyabilirsiniz.
Ve, Çakallaşma! diye bir uyarı şeklinde de.
Ümit Kaya
(*) Bu tanımlamayı Sırrı Süreyya Önder’den ödünç aldım. Nihat Sargın’ın ardından yazdığı yazıda, Önder, şunları söylemişti: “Kendi hayatından bile bir hayat çıkaramamış olanlara inat, 81 yıllık ömrüne yüzlerce hayat sığdırmıştı.” (18.11.2010-Radikal Gazetesi)
ÇAKALLAŞMA
Gün Zileli ile söyleşi
Ümit Kaya: “Nasıl savaş politikanın silahlarla yürütülen bir devamıysa, politik mücadele de silahsız yürütülen bir savaştır. Nasıl savaş insanı çakallaştırırsa, politik mücadele de işte aynı o şekilde çakallaştırır. Özellikle politik mücadelenin iyice kızıştığı, toz dumandan göz gözü görmez bir ortam doğduğu anlarda insanlar her türlü insani duygudan, sevgiden, merhametten, adalet duygusundan ve vicdanlarından arınır ve bir çakaldan farksız bir şekilde rakiplerinin üzerine çullanır, onları amansız bir şekilde parçalamaya çalışırlar.”
Bu, senin Çakallaşma başlıklı yazından önemli bir alıntı. Şimdi üniversite kantininde sigarasını tüttürüp, çayını yudumlayan bir devrimci çocuğa “niye” diye sorsak, daha adil, eşitlikçi ve özgür bir ülke/dünya istediğini, bunun için de politik mücadele yürüttüğünü söylerdi bize. Peki bu çocuğun “çakallaşma”dan kendini kurtarması mümkün değil mi? Eğer değilse, “çakallaşmış” bu çocuğun kurmayı düşündüğü ülkenin/dünyanın adil, eşitlikçi ve özgür olması mümkün mü?
Gün Zileli: Gençlik, tabii ki toplumsal dönemlerle de bağlantılı bir durumdur bu ama genelde, doğaçlama bir isyan duygusuna sahiptir. Adaletsiz bir dünyaya gözlerini açan genç, henüz toplumsal ilişkilere girmediği bir aşamada bu eşitsizlik ve adaletsizliklere büyük bir tepki duyar, acı çeker ve isyan eder. İsyan derken, bunun illa bir eyleme dönüşmesi gerekmeyebilir. Bununla birlikte genç insan, içinde yaşadığı toplumla uyuşmaz ve arayış içine girer. Ne yapmalı, nasıl yapmalı? Ama genç aynı zamanda bilgisizdir, daha önemlisi deneyimsizdir. İşte bu yüzden “kurtuluş vaadi”ni dillendiren ve düzen karşıtı olduğunu iddia eden politik örgütlerin tuzağına çok çabuk düşer. Bu örgütler de zaten bu deneyimsiz gençlerden beslenirler. Bunlar istasyon gibidir. Bir taraftan örgüte gelen gençler birkaç yıllarını burada geçirdikten sonra terk ederler. Neden terk ederler? Çoğu hayata atılarak terk eder. Küçük bir azınlık ise örgütten hayal kırıklığına uğrayarak terk eder. Ama bu arada yeni gençler gelmiştir örgüte. Böylece bu örgütler yeni gelenlerle varlıklarını sürdürür giderler. Gençler örgütün içindeyken bile, o genç yaşlarında “politik çakallara” dönüşmezler. Aralarından çok az bir bölümü yönetici mevkilerde tırmanarak bu hale gelir ileriki yıllarda ama zaten artık bildiğimiz gençlerden orta yaşlara doğru yol alan, vicdanlarını bastırmış aparatçıklara dönüşme yolundadırlar. Evet, gençlerin politik örgütün içindeyken politikanın hizmetinde vahşileştikleri söylenebilir ama bu tür bağnazca vahşileşmelerle politik çakallaşma arasında önemli bir mesafe vardır. Çakallık politik aklı gerektirir. Vahşilik ise sadece örgütün hizmetinde bir körleşmeyi ve akıl tutulmasını. Arada çok önemli fark vardır.
Akıl denen şey iyiliğin de kötülüğün de hizmetinde olabilir. Örneğin “hayata atılan” gençlerin çoğu “aklın yolunu” tutup giderek vicdanlarını ve isyanlarını arka plana iter ve sistemin aklına boyun eğerler. Böylece “akıllanmış” olurlar. Bunlardan bir hayır gelmez artık. Yaşlanırlar, emekli olur ve ölürler. Politik aklın yolunu izleyen küçük bir azınlık, demin de belirttiğim gibi, bir başka biçimde “aklın yoluna” uyar ama bu, sisteme ayak uyduranlardan farklı bir “aklın yoludur”. İşte bunlar çakallaşıp örgütün hizmetinde politik mücadele verirler. Orta yaşlarda acımasız politikacılara dönüşürler. Artık onlar için örgüt ve politika her şeydir. Diyelim ki düzen gerçekten değişir ve mensup oldukları örgüt başarı sağlayarak iktidara gelir ya da iktidara ortak olursa, artık insan olmaktan “kadro” olmaya evrilmiş bu orta yaşlılar yeni düzenin en acımasız yönetici ve polis kadrolarını oluştururlar. Bunlardan korkmak gerekir.
O vicdanlı ve isyankâr gençlerden geriye ne kaldı? Çok çok küçük bir azınlık ne düzenin aklına uyup vicdansız sıradanlar haline gelmiş, ne de örgütün aklına uyup vicdansız politik çakallara dönüşmüştür. İşte bu çok çok küçük azınlık, yaşı ilerlemiş bile olsa o gençlik vicdanının ve isyanının temsilcileridir. Sesleri yeni yetişen gençlere ulaşabilir mi? Ulaşabilir mi sistemin ve politik örgütlerin kalın hapishane duvarlarını aşarak?
Adil ve eşitlikçi bir toplum özlemi ise yaşamaya devam edecektir, adaletsiz ve eşitliksiz toplum var oldukça. Ama neyle, nasıl ulaşılabilir oraya? Bugün bilebildiğimiz tek şey, çakallaşmanın ve yabancılaşmanın billurlaşmış ifadesi olan politikayla bunun mümkün olamayacağıdır.
Ü.K.: Çakallaşma izleğini bırakmayalım istiyorum. Ama somut isimler üzerinden konuşalım biraz. Tam burada, niyeyse (!), aklıma Dschugaschwili ‘yoldaş’ geliyor. Onunla, bir kitap yazacak kadar ilgilendiğin biliniyor.
Belki biraz uzun bir soru olacak ama, mahsuru yok sanırım. Kişisel tecrübelerinin dışında, çakallaşma tespitine varmanda, Stalin nasıl bir rol oynadı?
Akıl felci geçirmiş kesimleri bir yana bırakırsak, sosyalist/komünist/devrimci cenahta Stalin’i savunmak, pek görünen bir tutum değil artık. Ama savunmayanlarda/savunamayanlarda, şöyle bir tavır da gözlemliyorum: Stalin kötüdür, evet, ama Lenin başka biriydi. Gerçekten Lenin ve Stalin arasında bir benzerlik, devamlılık yok mu?
G.Z.: Stalin’le çakallar arasında bir özdeşlik kuracak olursam çakallara haksızlık yapmış olacağımdan ve onları gücendirmekten korkarım!
Lenin’le Stalin arasında hem benzerlik ve devamlılık, hem de benzemezlik ve kesinti var. Bunu söyleyerek, hem Troçkistlerden ve Stalinist olmayan Marksistlerden, hem de anarşistlerin çoğundan ve liberallerden farklı bir bakış açısı sunduğumun farkındayım.
Önce devamlılık ve kesintisizlik üzerinde durayım. Lenin, “proletarya diktatörlüğü kanun tanımaz bir diktatörlüktür” diyerek Stalin’in yolunu açtı. Bunu kendine destur edinen Stalin, pratikte en iyi biçimiyle uyguladı. Öylesine uyguladı ki, sonunda proletarya diktatörlüğünü benimseyen komünistler de bu diktatörlük tarafından biçildiler. Stalin, Hitler’den bile çok fazla sayıda komünist öldürmüş bir diktatördür. Bolşevik partisinin bütün eski muhafızlarını ölüme yolladığı gibi kendi taraftarlarını, hatta kendi bekçi köpeği NKVD-GPU kadrolarını bile (Anatoli Ribakov’un Arbat Çocukları romanında ölüme yollanan NKVD kadrolarının sayısı 20 bin olarak veriliyor) biçti. Tarihin, günümüze kadar gördüğü en korkunç ve nefes alınmaz diktatörlüğüydü bu. Hitler’in diktatörlüğü onun yanında hiç kalır. Evet ama Lenin ve Troçki’nin Ekim devriminden hemen sonra yaptıkları ve 1920’lerin ortalarına kadar süren uygulamaları bu diktatörlüğün taşlarını döşememiş midir? Muhalefeti yasaklamak, Sovyetleri bir süs haline getirmek, tüm iktidarı Bolşevik Partisi politbürosunun elinde toplamak, tüm özgürlükleri ilga etmek, grev yapan işçileri hapse atmak, hatta yerine göre sabotaj yapıyorlar iddiasıyla kurşuna dizmek, köylülerin ürünlerine zorla el koymak, Çeka adlı gizli polis örgütünü olağanüstü yetkilerle donatmak ve halkın arasına salmak, basın özgürlüğünü ortadan kaldırmak, saymakla bitmeyecek devrim ve özgürlük düşmanı uygulama, sonunda bir Stalin doğurmazdı da ne doğururdu? Bolşevikler böyle yaparak kendi sonlarını da hazırlamış oldular. Döşenen bu taşlardan yürüyen Stalin onları da ortadan kaldırdı.
Öte yandan, 1920’lerle, yani Lenin-Troçki’nin Bolşevik Parti diktatörlüğü ile 1930’lar, yani Stalin’in tek kişi diktatörlüğü arasında önemli farklar olduğunu görmezden gelmek doğru olmaz. Bolşevik diktatörlüğünde her ne kadar muhalefet bastırılmış ve özgürlükler ortadan kaldırılmışsa da, parti içinde belli bir tartışma özgürlüğü vardı. Parti basınında muhalifler kendi görüşlerini yayımlama hakkına sahipti. İç savaştaki ürünlere el koyma politikasına NEP’le birlikte son verilmişti (gerçi bu sefer de Nepmanlar ortaya çıkmıştı ama bu başka bir tartışma konusudur). Baskıcı bir diktatörlük söz konusuydu ama bu diktatörlük içinde bile nefes alma olanakları bir ölçüde vardı. Lenin’in büyük bir otoritesi olmakla birlikte Stalin devrindeki gibi zoraki bir kişiye tapma kültü gelişmemişti. Lenin, istediklerini, politbüroda manevralar yaparak, somut durumda ittifaklar oluşturarak, olmadı manevi otoritesini kullanarak gerçekleştirme yoluna gidiyordu. 1920’lerin ikinci yarısında (artık Stalin iktidara hakim olduktan sonra) parti içi muhalifler de tutuklanmaya başlamıştı ama henüz topluca öldürülmüyorlardı, zor ve işkenceyle itiraf alma dönemi başlamamıştı ve verilen sürgün ve hapis cezaları 1930’ların temizlikleriyle kıyaslanmayacak ölçüde hafifti. İşçi ve köylüler zorla çalıştırılıyorlardı ama 1930’lardaki gibi tamamen devlet kölesi haline getirilmemişlerdi. Yani kısaca söyleyecek olursak, 1920’lerin ilk yarısında, Bolşeviklerin dışındaki devrimci ve sosyalist muhalifler (anarşistler, SR’ler, Menşevikler vb), 1920’lerin ikinci yarısında parti içi muhalifler (İşçi muhalefeti, Demokratik Merkeziyetçiler vb) bastırılmıştı ama 1934’te Kirov’un öldürülmesinden sonra olduğu gibi parti içi muhalifler, doğrudan NKVD bodrumlarında kitleler halinde öldürülmüyor, belki muhaliflerden de fazla Stalinist (çoğunlukla uygulamaları içine sinderemeyenler ve önemli ölçüde de Stalin’in paranoyasına kurban gidenler) yüz binlere varacak ölçüde yok edilmiyordu. Dolayısıyla, Stalin’in 1933-1953 yılları arasındaki kıyım diktatörlüğü ile Bolşevik diktatörlüğünü, aralarında hiç fark yokmuşçasına özdeşleştirmek büyük bir hata olur kanısındayım.
Bütün bunları söyledikten sonra yukardaki soruna yeniden dönecek olursam, “Stalin’in solda savunulamadığı” görüşünün biraz tartışmalı olduğunu düşünüyorum. Türkiye solu esas olarak Stalinisttir. İstersen örgütlerin isimlerini vereyim: TKP, İP, EMEP, MLKP, MKP, TİKB, DHKP-C vb. hep Stalinisttir. Ama şunu unutmayalım ki, Stalinizm muazzam bir reelpolitik bilince sahiptir. Yani zayıflığını gördüğü yerde boşuna diretmez, etrafından dolaşmayı yeğler. Yani Stalin’den mümkün olduğu kadar söz etmeden gizli bir Stalin savunusuna girişir. Bugün esasen yaptıkları budur. Stalin konusunda ortaya çıkan gerçeklerin, eğer Stalin’i fütursuzca savunmaya devam ederlerse kendi örgütlerine zarar vereceğini, güç kaybına uğrayacaklarını anladılar ve en akıllı Stalinistler, “evet, geçmişte kötü şeyler yaşanmış olabilir ama bunların tekrarlanacağını kim söyledi ki, artık tamamen farklı koşullardayız” demeye başladılar. Stalin konusunda köşeye sıkıştırılmamak için buldukları çare bu.
Öte yandan, Stalin’i reddedip Lenin’i savunan, çoğunlukla Troçkist arkadaşlar, bana göre, Stalinist bir reelpolitik bilinçten de yoksun olduklarından, yerine göre Stalinistlerden bile daha dogmatik bir konuma düşebiliyorlar. Geçenlerde bunlardan biri, inadım inat kör Murat, “Kronstadt ayaklanmasının bastırılması gerekliydi, oh olmuş, iyi olmuş” deyip duruyordu, bizim sitedeki (www.gunzileli.com) bir tartışmada. Neden? Efendim, emperyalist kuşatma varmış, beyaz tehdidi varmış vb. bu yüzden Kronstadt bahriyelilerin isyanı silah zoruyla acilen bastırılmalıymış ve zaten bastırılmış da. Bunu söyleyen arkadaş, on yıl sonra (1930’larda) Troçkistlerin Stalin tarafından aynı gerekçelerle yok edildiğini, bu gerekçeleri haklı görecek olursak, Stalin zulmünün bile haklı çıkartılabileceğini anlamıyordu ne yazık ki. Şizofrenik bir akıl yarılmasıdır bu.
Bütün bu söylediklerimden sonra çakal kardeşlerimizden gerçekten özür dilemem gerekiyor galiba. Çakal sadece parçalar ama insan aklının yarattığı bahaneleri, mazeretleri, gölgelemeleri ve çarpıtmaları asla icat edemez.
Ü.K.: “Yolun sonuna, yani Marksizmin son sınırına geldiğimi hissediyorum. Marksizm içi bir çıkıştan, bir yol bulma çabasından gittikçe umudumu kesiyorum.”
Böyle demişsin, 94 yılında yazdığın “30 Yıllık Serüvenim” başlıkla yazında. İzleğimizi takiben soracak olursam, Marksizm dairesi içinde kalarak, Çakallaşmadan kurtulmanın mümkün olmadığı sonucuna mı vardın? Biraz daha farklı sormaya çalışırsam, Marksizmle Çakallaşma arasında nasıl bir ilişki var?
G.Z.: Evet, burada 1992 yılı sonlarındaki, anarşizme doğru hızla yol aldığım dönemdeki ruh halimi anlatıyorum. Şimdi düşünüyorum da, o zaman, yeni bir ideoloji arayışı içinde Marksizm konusunda biraz aşırıya gitmiş, onu tamamen çöp sepetine atmakla hata etmişim. Marx, büyük bir düşünürdü. Kapitalizm tahlili ve eleştirisi, bunca yıl sonra hâlâ yürürlüktedir ve aşılamamıştır. Öte yandan, geçmişte de günümüzde de çok sayıda değerli Marksist düşünür var olmuştur, vardır. Artık bir devrimci akım olarak Marksizmden pek söz edilemese de tek tek bireyler bazında birçok liberter Marksist vardır ve bunlar öyle sanıyorum ki, Marx’ı da eleştirel bir şekilde ele almaktadırlar. Eğer bu dediğim doğruysa, güzel bir gelişme. Devrim için, şu ya da bu fikir akımının üstün çıkmasını değil, devrimde ısrar eden farklı düşüncedeki akımların ve herkesin elbirliği yapmasını daha hayırlı görüyorum.
Marx’ın hatalarına gelecek olursak… Bunların esasen iki ana noktada toplandığını düşünüyorum: Birincisi, üretici güçlere ilişkin bakış açısıdır ki, bu, Marx’tan sonraki uygulamalara damgasını vurmuş ve ne yazık ki, bütün devrim deneylerinin “kalkınmacı sosyalizme” kurban edilmesine yol açmıştır; ikincisi ise, “proleterya diktatörlüğü” diye ifade edilen devlet teorisidir ki, bu da keza “kalkınmacı sosyalizmin” baskı gücünün oluşturulmasına bahane sağlamıştır.
Birbiriyle yakından bağlantılı bu her iki hatalı görüş de, Marx’ın çağının ürünü ve yansımasıydı. Yani modernizm çağının. Üretici güçler gelişecek ve daha mutlu ve eşitlikçi bir topluma doğru yol alacaktır. Devlet, bu gelişmenin kaldıracı görevini yapacak ve eşitlikçi, sınıfsız toplum kurulduğu ölçüde kendiliğinden sönecektir. İkisi de yanlışlandı. Üretici güçlerin gelişmesi dünyayı ekolojik bir felaketin eşiğine getirdiği gibi, insani ilerlemenin önüne büyük bir heyula olarak dikildi. Üretici güçler geliştikçe insan geriledi ve yüzeyselleşti. Kuşkusuz yüz yıl öncenin insanı bugünkünden kültürel bakımdan çok daha derindi. Toplumlar eşitliğe falan yaklaşmadıklarından devlet bir türlü sönüşe gitmedi, tersine gittikçe daha ceberrut oldu ve toplumun hücrelerine nüfuz etti. Stalinist devletin yanında Çarlık devleti çok masum kalır. Çarlık devletinde devrimcilerin yedikleri cezalar çok daha azdı ve sürgünden kolayca kaçabiliyorlardı. Stalinist devlette ise onları bekleyen tek şey ölümdü. O kadar kötülenen Abdülhamit diktatörlüğü de Kemalist diktatörlüğün baskıcılığının yanında hiç kalır. Abdülhamit, sürgüne yolladığı muhaliflerinin geçimlerini sağlar, hatta onlara muhalif gazetelerini çıkartmaları için (tabii ki yumuşatmak ve kendi safına çekmek amacıyla) tahsisat bile sağlardı. Kemalist devlette ise muhalifler, devrimciler, komünistler acımasızca ezildiler. Kimileri de çeşitli provakasyonlarla idam sehpalarına yollandı. Osmanlının hiçbir döneminde Kılıç Ali’lerin İstiklal Mahkemeleri gibi astığı astık kestiği kestik bir mahkeme örneği olmamıştır. Bugün “batı demokrasileri” de dahil tüm devletler kayıt, fişleme ve dinlemede devasa adımlar atmışlardır ve artık ilkel polisiye yöntemlerin yerini alan fişleme ve dinleme sistemiyle toplumun her bireyi izlenmektedir. Bu iki gelişme de Marx’ın iki temel teorisinin yanlışlandığını gösteriyor. Marksistler ve devrimciler, Marx’ın kapitalizm çözümlemelerine sahip çıkmalı, çözüme ve gelecek topluma ilişkin temel teorilerini esaslı bir şekilde eleştirmelidirler. Artık şu teori dünyasında kutsal, dokunulmaz bir şey kalmasın. Dokunulmazlıklar daima toplum ve insan düşmanı politik çakalların maskesi ve kalkanı olmuştur. Hiç değilse Marx’ı bu çakalların elinden kurtarmak gerekmez mi artık?
Ü.K.: Yolun sonuna geldin, tamam. Pek çok eski yol arkadaşın gibi, liberalleşip, bir gazetede köşe yazarı olmak yerine, yeni bir yol aradın ve Anarşizmi buldun.
Burada birkaç soruyu art arda ekleyip soracağım: Anarşizm sana ne söyledi? Bu bir, ikincisi, Anarşizm, Çakallaşmaya karşı koruyucu bir zırh sunuyor mu? Son olarak, Anarşizmin Türkiye’ye 80’li yılların başında ayak bastığını söylüyorsun. Ne oldu, bu coğrafya Anarşizme niye böyle geç kapılarını açtı?
G.Z.: Anarşizmin bana sağladığı en önemli bakış açısı, iktidarlardan uzak durmak gerektiğidir. İktidarlardan uzak durmak aynı zamanda kendi bireysel iktidarına sahip olmak anlamına gelir. Zaten bütün iktidar odakları, aynı sermaye gibi, başkalarından gaspedilmiş iktidarların birikimiyle kurulur. Herkes kendi iktidarına sahip çıktığı an iktidar diye bir şey kalmaz. Sömürü sona erdiğinde sermaye diye bir şeyin kalmayacağı gibi.
Anarşizm, çakallaşmaya karşı önemli bir bariyer bence ama garanti de değil. Anarşist bir birey politik çakallaşmadan uzak durur doğal olarak ama anarşizm pratiğe uygulandığı an kaçınılmaz olarak bir politikaya dönüşeceğinden anarşist bireylerin çakallaşmadan tamamen kaçınmaları mümkün değildir ve zaten mümkün olmadığı da görülmüştür.
Ne var ki, zaten anarşizm benim kafamda bir toplumsal ya da politik sistem olmadığından bundan da çok endişeleniyor değilim. Eğer bazılarının sandığı gibi bir “anarşist devrim” ya da “anarşist toplum” söz konusu olacak olsaydı, hiç endişemiz olmasın, orada da Sovyetler Birliği’nde yaşananlara yakın şeyler yaşanırdı. Ama bence anarşizmin, toplumsal devrimin yolunu göstermekten ve bireylere bir ahlak kazandırmaktan öte iddiası yoktur, olmamalıdır. Devrimi anarşistler değil, işçiler, köylüler, ezilenler, kapitalizmin ufaladığı çalışanlar ve orta sınıflar, yani toplumun kendisi yapacaktır.
Sorunun son cümlesine gelecek olursam, Türkiye zaten her şeyi en az yirmi yıl geriden yaşayan bir ülkedir. Komünizmin Türkiye’ye gerçekten toplumsal bir akım olarak gelişi 1960’lardadır. Özel olarak anarşizmin gecikmesine gelince, bunun en büyük nedeni Türkiye aydınının modernizm yönelimidir. 19. yüzyıl Osmanlı aydını, batmakta olan devleti kurtarmak için bir yol aradı ve Fransız devriminin tereddi etmiş ve yozlaşmış biçimi olan Thermidorcu ve Napolyon tarzı ilerlemeyi kendine şiar edindi. Jön Türk hareketi, İttihat Terakki ve ardından Kemalizm buradan çıktı. Marksizm de bu ilerlemeci mirastan kopuk değildi. 1960’larda Marksizmin Türkiye’ye “hızlı kalkınmacılık” ve “devletçilik” olarak girdiğini unutmamak gerekir. Anarşizm de modernizmin çocuğu olmakla birlikte evinden atılmış ve anne babasını reddetmiş bir çocuktu bu ve ilerlemeciliği reddediyordu. Bu yüzden Türk ve Kürt (onlar da ilerlemeciydi) aydınları başlarını çevirip anarşizmi görmeye tenezzül bile etmediler. Ne zaman ki, 1980’den sonra Marksizm de yenilgiye uğrayıp aydınların ufkunda bir umut olma özelliğini yitirmeye başladı ve ne zaman ki, modernizmin devrini kapadığı ayan beyan ortaya çıktı, o zaman anarşizm de Türkiye denen coğrafyada yaşayan çeşitli milliyetlerden aydınların ufkunda kendini göstermeye başladı.
Ü.K.: “Dünyanın bütün halkları bugün devrimci içgüdüyü yitirdiler. Hallerinden çok memnunlar ve sahip olduklarını yitirme korkusu onları saf ve tembel yapıyor. Hayır, az bir kuvvet bulabilseydim, felsefenin ve dinin boş laflarını içermeyen, kolektivizmin temelleri üzerinde yükselen yeni bir etik yazardım.” Ölümünden on gün önce, eski dostu Adolf Reichel’a bunları söylüyor –senin deyişinle- “devrimin fırtına kuşu” Bakunin. Yaklaşık 140 yıl önce söylenmiş bu sözler biraz hayal kırıklığı kokuyor gibi. Ama sen, Özgür Üniversite’de “Devrimi Yeniden Düşünmek” başlığı ile bir dizi seminer verdin. Provakatif bir soru ile bu söyleşiyi noktalayalım istiyorum: Devrim mümkün mü?
G.Z.: Bakunin’in sözleri, kişisel hayatında büyük hayal kırıklıkları yaşamış, ölümün eşiğindeki bir insanın ruh halini yansıtıyor. “Fırtına kuşu”nun o kırılmış kanatlarına bakarak göz yaşı döktüğünü görür gibiyim. Kanatları onu taşıyacak olsa yine ileri atılacağından hiç kuşkum yok. Ama tabii ki, söyledikleri bir yanılgının ürünü. 19. yüzyılın ikinci yarısında devrim yükselmeye devam etti ve 1917’de Rusya’da büyük bir patlamayla kendini ortaya koydu. Bu patlama tüm dünyayı etkiledi. Eğer Bolşevikler yukarda anlattığım gibi davranmayıp devrimi kendi kurdukları devletle özdeşleştirmeselerdi ayağa kalkan insanlık belki de kapitalizmin defterini dürmüş olacaktı. Ama insanları kırdılar. İnsanı kırdığınız ortamda da devrim falan yürümez. O devrimci coşku tam zıddına dönüşür. Soruna kısaca şöyle yanıt vereyim: Devrim hem mümkün hem de zorunludur. Yeter ki, geçmişten gerekli dersler çıkartılmış olsun.
2 Aralık 2010
Ümit Kaya söyleşisi çarpıcı olduğu kadar belgesel bir birikim de
yansıtmaktadır. Önemli gerçeklerin objektif yansıması adeta…
“Devrim hem mümkün hem de zorunludur. Yeter ki, geçmişten gerekli dersler çıkartılmış olsun.” …Bu, gerekli ders çıkarma ve
hesaplaşma sayın Zileli’nin “YARILMA” kitabı ile başlayıp, diğer
kitaplarında da açıkça görülmektedir zaten!
şöyle bir yazı yazılmış http://degini.blogspot.com/2010/12/gun-zilelinin-dusundurdukleri.html
anarşizm ütopyadır. marksizm bilimseldir. bu nedenle bolşevizm çizgisi izlenmeli ve j.stalin’in öğretisine bağlı kalınmalıdır. sscb deneyinin çökmüş olması, stalin’in çizgisini yanlışlamaz. sonrasında gelenler revizyonist çizgiye sapmış ve sosyal emperyalist karaktere bürünmüştür. enver hoca’nın “kruşçevciler” adlı kitabını öneririm.
TÜRK SOLU BİR ÇORBADIR: KEMALİZM ÜSTÜ STALİNİZM
Bu kabulü Stalinizm de kolaylaştırmış olabilir mi?
Stalinizm’in o çorbaya kolaylıkla dahil olabilmesi tesadüf değil. Çünkü Kemalizm “Bu halk için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ben bilirim” der ve uygular. Halkın ne dediğinin, ne istediğinin önemi yoktur. Beğenip beğenmeme hakkına sahip değildir. Stalinizm de böyle der, SSCB’de bunu uygulamıştır. Stalin döneminden itibaren SSCB’de sosyalizm adına hiçbir şey olmamıştır. Sosyalizm işçi sınıfının iktidarı demektir, Stalin ve çevresinin iktidarı değil. Ama Stalinizm’in Kemalizm’e çok kolay birleştirilip iğrenç bir çorba haline getirilmesi bu nedenle mümkün olmuştur. Tepeden aşağı toplumu değiştirme projelerinin sosyalizmle ilgili olamaz. Sosyalizm, geniş kitlelerin kendi eylemiyle ve kararlarıyla gerçekleştirilen bir şeydir. Önce Kemalizm sonra Stalinizm eklenerek Türkiye’de bu çorba günümüze kadar gelmiştir. Bunu anlamadan solun nasıl olup da halkın oy verdiği hükümete karşı Genelkurmay’dan yana olabileceğini anlamak mümkün değildir.
http://www.stargazete.com/roportaj/yazar/fadime-ozkan/turk-solu-28-subat-ta-catladi-317155.htm
DSİP’lilerin hemen her konuda esas aldığı “kemalist statüko – halk kitleleri” çelişkisi tezi liberallerin meşhur devlet-sivil toplum çelişkisine dayalıdır ve TC devletinin sınıfsal karakterini görmezden gelen, TC tarihindeki olayların sınıfsal altyapısını bir kenara bırakan, günümüzde var olan sorunları sadece ve sadece askeri-sivil bürokrasinin “icraatlarına” indirgeyen bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı bilimsellikten uzak, işçi sınıfının özgücüne inanmaktan da uzak, burjuvaziye, hatta cemaatlere ‘demokratlık’ atfeden, özünde stalinizmin “aşamacılık” zihniyetini (“önce şu ilerici burjuvalarla standard bir liberal-demokrasiyi tesis edelim de sonrası allah kerim; belki ilerde devrim de yaparız” zihniyetini) esas alan bir görüştür. DSİP’liler stalinizme karşı mücadele konusunda samimilerse eğer, kendi “gizli” stalinistliklerini de mahkum etmelidirler (tabi işçi sınıfıyla organik bağ kurmaya tenezzül dahi etmeyen bu kişilerden böyle bir adım beklemiyorum).
AP İMAM WUŞÊN’İN YOLDAŞIYIM, SONSUZ BAHTİYARIM (4)
MEHMET YILDIZ
“Bir fikirde aranan özellikler güzellik, doğruluk veya haklılık olabilir” dedi Ap İmam Wuşên. “Fikrinin yalnızca güzel olup olmadığıyla ilgilenirsen, kendini estetikle sınırlamış olursun. Seni yalnızca fikrinin doğru olup olmadığı ilgilendiriyorsa, ilgi alanın bilimdir. Fikrinin güzelliği veya doğruluğundan ziyade, haklı veya adaletli olup olmadığı bir numaralı kaygı ise, burada esas olan etiktir. Kombinasyonlar da mümkündür. Bu durumda bir fikrin sahasına dair muhtemel kombinasyonlar şunlar olabilir:
A) estetik + bilim + etik (güzellik + doğruluk + haklılık)
B) estetik + bilim (güzellik + doğruluk)
C) estetik + etik (güzellik + haklılık)
D) bilim + etik (doğruluk + haklılık)
“Ancak iddia sahası ne olursa olsun, kafandaki fikre asla cebinde taşıdığın bir bıçak eşlik etmemelidir. Fikir ve bıçağın arkadaşlığı olmaz. Fikrinin üstün olduğuna dair çok büyük bir inanç beslediğini varsayalım. İnanç, insan olan insana tek başına hareket özgürlüğü sağlamaz. Burada asıl olan vicdandır, hukuktur ve insan kalabilme kaygısıdır. Biz atalarımızdan bunu öğrendik.”
“Siz devrim fikrini çok çocukça savundunuz. Çok geniş bir sahada uzmanlık ileri sürmek bir yana, keyfiliğin ve terörün yolunu açtınız. Bir fikrin mutlak güzelliği, doğruluğu veya haklılığı bile kendi başına hiçbir sosyal projeyi zorunlu kılmazken, siz ondan bundan aldığınız kırık-dökük fikirlerle sosyal tanrı rolünü oynamak istediniz. Topluma tümden yeni bir biçim vermeye kendizi yetkili gördünüz. Sonuçta yalnızca Türk generallerine ve muhalif rolündeki paramiliter karanlık güçlere yem oldunuz.”
“Şu Dersim’in haline bak! Bir imha ve esir kampına dönüştü. Sanayi işçilerini hiç görmedik. Üstelik sizin çok umut bağladığınız yoksul köylü de yok edildi.”
“Bütünüyle ilmi olsa bile, sosyal ve ekonomik koşullarımız nedeniyle bizimle hiç alakası olmayan Marksizm ilkokul çocuklarının kendi aralarında yaptıkları tartışmaların ana konusu olmuştu. Normal olarak misket için döğüşmesi gereken çocuklar Marksizm için döğüşüyorlardı.”
“Absürd şeyler yapmak bir tek size mahsus olmasa gerek. Bana köyü, çocukları, dili ve üretimi kalmamış Dersim’de Marksizmi ve diyalektiği anlatacaksın.”
Bertal ne yapacağını şaşırmıştı. Ap İmam Wuşên’in kaybolan tesbihinin bulunmasını Dersimli çocuklara devrimci görevlerinin başında geldiğini 70’li yıllarda nasıl buyurduğunu hatırladı. Keza devrimcilerin “üretime katılma” kampanyalarını suistimal ederek binek hayvanlarını çayıra salan köylülerin müstehzi konuşmaları da unutulacak gibi değildi. Fakat çaresiz istenileni yapacaktı.
Bertal, Marksizm ve diyalektik ile ilgili yazdığı yazıyı okumak üzere Ap İmam Wuşên ile Korkes kahvesinde buluştuğunda, kahvenin tıklım tıklım dolu olduğunu ve oturanların çoğunlukla yaşlılar olduğunu ve kimsenin oyun oynamadığını fark etti.
“Seni bekliyoruz. Bugün farklı bir gün geçireceğiz ve eski günleri yad edeceğiz” dedi Ap İmam Wuşên. “Bertal’a bir bardak su getir oğlum” dedi garsona. “Bertal’ı bugün bilimde deneyeceğiz. Boğazının kurumasını hiç istemem.”
Bertal sıkıntılı bir biçimde söze başladı:
“Sevgili Dersimliler, konuya doğrudan girmeden önce birkaç kavram tanımını üzerinde durmak istiyorum. Daha doğrusu 20. yüzyılın en önemli bilim felsefecilerinden biri olan Rudolf Carnap’ın “bilimsel yasa” ve “bilimsel çıkarsama” (induction) ile ilgili tanımlamalarını çok kısa bir biçimde aktarmak istiyorum. Bunu, sizi bir otorite aracılığıyla daha baştan itibaren etkilemek için değil, söz konusu kavram tariflerinin çok yalın olmasından ve bu tanımların tartışmamızda bize çok yardımcı olabileceklerine inandığımdan dolayı yapıyorum.
Bilimsel yasalar öncelikle kendi içinde ikiye ayrılırlar: a) empirik yasalar, b) teorik yasalar. Empirik yasalar doğrudan gözlem tarafından doğrulanabilen yasalardır. Teorik yasalar moleküller, atomlar, elektronlar, protonlar elektromanyetik sahalar ve basit ve direkt yollarla ölçülemeyen diğer nesnelerle ilgilidirler.
Deterministik yasalarla istastiki yasalar arasındaki farkın altını çizmek de çok önemlidir. “Demir çubuk ısıtıldığında genleşir” şeklindeki bir yasa deterministik bir yasadır. Bu gibi kalitatif (qualitative) bir yasayı kantitatif (quantitative) bir yasa biçiminde förmüle etmek için “demiri şu derecede ısıttığımızda şu kadar genleşir” dememiz gerekir.
İstatistiki yasalar olasılık hesaplamasına dayanırlar. Deterministik bir karakter taşımazlar. Olasılık hesaplamaları bir olayın vuku bulup bulamayacağı konusunda ortalama matematiksel değerlere dayanır. Bir Korkeslinin çok ama çok sayıda zar attığını düşünelim. Hakikaten zar atmak Korkeslilerin en çok yaptıkları işlerden biri sayılır. Çok sayıda atılan bir zarda şeşin gelme olasılığı 1/6’dır. Çünkü bildiğiniz gibi bir zarın 6 eşit yüzü vardır. Fakat bu yasa bir sonraki atışta neyin geleceği konusunda size hiç bir şey söylemiyor ya da söyleyemez.
Filozofların ve bilimcilerin “gözlemlenir” (observable) ve “gözlemlenemez” (nonobservable” kavramlarını kullanış biçimi arasında belli bir fark vardır. Filozof “gözlemlenebilir” kavramının çok dar bir anlamda kullanır. Filozofa göre “mavi”, “sert” ve “sıcak” gibi özellikler gözlemlenebilir özelliklerdir. Bu özellikleri duyu organlarımız aracılığıyla doğrudan algılıyabiliriz. Fizikçiye göre bu kavramın daha geniş bir anlamı vardır. “Gözlemlenebilir” kavramı göreceli olarak basit ve direkt bir biçimde ölçülebilen bütün kantitatif büyüklükleri (quantitative magnitude) kapsar. Bir filozof 80 derece olan hava sıcaklığını veya 93½ kilo olan bir ağırlığı “gözlemlenebilir” saymaz, çünkü bu büyüklükleri doğrudan bir duyu aracığıyla idrak etmek olanaksız. Fizikçiye göre her iki kategorideki özellikler gözlemlenebilir özelliklerdir. Çünkü her iki kategorideki özellikler son derece basit bir biçimde ölçülebiliyorlar.
Sosyal bilimlere konu olan gerçeklerin ise ne doğrudan ne de göreceli olarak basit bir cihaz kullanmak aracılığıyla ölçülebilen bir objesi vardır. Moleküllerin, atomların, elektronların, protonların elektromanyetik sahaların, viruslerin varlığı sonuçları itibariyle objektif, sosyal gerçeklerin varlığı ise subjektiftir. Fiziksel gerçeklerin ve sosyal gerçeklerin varlığı arasındaki bu temel fark tartışmamız bakımından çok önemlidir. Sosyal bilimlerin bugüne değin keşfettiği deterministik bir yasa yoktur. Sosyal bilimler dalında en fazlasından istatistiki tahminlerde bulunulabilir.
MARKSIZM VE SOSYOLOJI
1. Diyalektik yöntem
Daha baştan itibaren Marksizm akademik dünyada önemli bir rol oynamak yerine politik bir düşünce olarak etkin olmak istedi. Çünkü Marks’a göre “filozoflar bugüne değin dünyayı yalnızca yorumlamakla yetindiler, oysa asıl önemli olan onu değiştirmektir”(Marks § Engels, 1970). Maksizmin pozitivizmi yalnızca şeyleri oldukları gibi tanımlamakla yetinmez. Marksist bilim anlayışı her zaman bir sosyal muhendisliği de içerir. Sosyal bilimlerin amacı sosyal yaşamın tüm kötülüklerini yok etmek ve insanoğlunun özgürleşmesini sağlamaktır. Onun içindir ki marksist teoride iyileştirme önerileriyle ilişkilendirilmemiş bir tanımlama (description) bulmak çok zordur.
Marksizmin daha baştan itibaren etkinlik sahasını akademik dünya ile sınırlamamış olması ve nötr bir bilimcilik anlayışı yerine taraflı olmayı tercih etmesi onun sosyal bilimlerde epistemik objektivizmin olanaksız olduğunu ileri sürdügü anlamına gelmez. Marks ve Engels’e göre hilesiz sosyal bilimcilerin bu pozisyonu araştırmacının araştırmalarının sonuçlarına sadık kalmasıyla ortaya çıkmaktadır. Marksizm sosyal bilgiler fakültelerinde araştırma programlarına kaynaklık etmek veya metodoloji geliştirmek bakımından hiçbir zaman etkili olmadı. Buna karşın, bilindiği gibi, Marksizm 20. yüzyıl politik yaşamında çok önemli bir rol oynadı. Marksizmin 19. yüzyıl kapitalizmine yönelik ahlaki eleştirisinin Batı Avrupa sosyal güvenlik sisteminin ortaya çıkışında çok önemli bir paya sahip olduğu söylenebilir. Marksizm çok büyük felaketlere de yol açtı. Bu nedenle sosyalizm adına kurulan diktatörlüklerin zulmünden Marks ve Engels’i ahlaki olarak sorumlu tutmak gerekir.
Marksizmin bilimsellik iddiası en az kurtarıcılığı kadar cezbedici oldu ve bu durum kendi başına büyük felaketlere yol açtı. Marks ve Engels’in Hegel diyalektiğini sosyal bilimlerin biricik bilimsel metodu olarak sunmaları akademik dünyada hiç ciddiye alınmadı, ama bu düşünce akademik bir eğitimi, sorumluluğu ve yeteneği olmayan fakat devrim sayesinde eline olağanüstü bir güç geçiren bir dizi “sosyal bilimci”nin ortaya çıkmasına yol açtı. Örneğin Lenin, Stalin, Mao, Kim İl Sung, Enver Hoca, Ceausescu kendilerini yalnızca devrimciler olarak değil, fakat aynı zamanda büyük sosyal bilimciler olarak gördüler. Sınırsız veya çok büyük politik bir güç sahibi olma durumuyla birleştirilen bu gibi bir bilimcilik çok yıkıcı sonuçlar doğurdu. Bir devrim aracılığıyla iktidarı ele geçiren Marksist bilimciler insanlığa karşı çok ağır suçlar işlediler.
Devrimin kaçınılmazlığının empirik olarak saptandığı iddiası hâlâ insanların ölmesine sebeb olmaktadır. Politik ve ahlaki tercihlerde sosyal konum veya gelir faktörünün en tayin edici rolü oynadığı iddiası hâlâ hiç gerçekçi olmayan bir dizi politik beklentinin, atfın ve hareketin kaynağıdır. Örneğin Türk işçilerinin tarihsel misyonunun sosyalist devrimi gerçekleştirmek olduğu söylenibiliyorsa ve buna inanmıyanlar bilimi dikkate almayan insanlar olarak görülüyorsa bu Marksizmin bilimsellik iddiası yüzündendir.
Marksizm’in bilimsellik iddiası diğer şeylerin yanı sıra aşağıdaki savları içermektedir:
I. Diyalektik yöntem bilimsel yöntemdir. Tarihsel materyalizm onun insan toplumuna uygulanışıdır.
II. Doğa, toplum ve tarih aynı diyalektik yasalara dayanır (bir çeşit hard-nosed positivism) ve toplumsal evrimin bilimsel olarak saptanan ekonomik bir yasası vardır (ekonomik determinizm).
Bu bölümde yukarıda aktarılan savların gerçekte hiç de sağlam yahut bilimsel temellere dayanmadıklarını göstermeye çalışacağım. Diyalektik yöntem bilimsel bir yöntem değildir, toplumsal evrimin bir yasası yoktur ve Marksizm bilimsel bir teori değildir.
Bilindiği gibi, “Diyalektik yöntem” Hegel`e aittir. Ancak Hegel`in diyalektiği idealisttir ve dolayısıyla Marks ve Engels’e göre Hegel diyalektiği bu nedenle başaşağı durmaktadır. İnsan düşüncesinin kaynağının doğa olduğu gerçeğini görmek yerine, idealistler doğanın insan düşüncesinin ürünü olduğunu söylerler. Marks ve Engels`e göre, diyalektiğin yasaları Hegel`in iddia ettiği gibi düşüncenin yasaları olmayıp, tam tersine doğanın yasasıdırlar.Yani Hegel farkında olmadan doğanın sırlarını çözmüştür. Hegel, diyalektiğin yasalarının düşüncenin yasaları olduğunu söylemek suretiyle, diyalektiği idealist bir kılığa büründürmüş ve onu böylece başaşağı çevirmiştir. Marks ve Engels’e göre, yapılması gereken şey, Hegel`in diyalektiğini ayakları üzerine dikmektir.
Engels diyalektiğin üç temel yasasının olduğunu söyler ve bu yasalar şunlardır:
I. Niceliğin niteliğe, niteliğin niceliğe dönüşümü yasası
II. Zıtların birliği (içiçe geçmesi) yasası
III. İnkarın inkarı yasası
Yukarıda da belirtildiği gibi, Hegel´e göre bu yasalar doğa yasaları olmayıp düşünce yasasıdırlar. Birinci yasa Hegelci mantıkta var olmanın (doctrine of being) doktrini, ikinci yasa Hegelci mantık sisteminin en önemli yasası olup öz doktrini (doctrine of essence) ve nihayetinde üçüncü yasa tüm sistemin inşasını olanaklı kılan temel yasadır (Engels, 1883).
Hegel idealizminin tutarsızlıkları konusunda Engels ile tamamen aynı fikirde olduğumuzu varsayalım. Bu durumda Engels`in yapması gereken, bu yasaların doğada aktif oldukları konusunda argüman ileri sürmesidir. Oysa Engels bunu yapmıyor, yani Engels ciddi bir argüman ileri sürmek yerine, bizim bu yasaları doğanın yasaları olarak kabul etmemizi istiyor.
Engels söz konusu kitabında (Doğanın Diyalektiği) diyalektiğin bir elkitabını yazmak gibi bir niyeti olmadığını ve dolayısıyla üç yasanın birbirleriyle olan iç bağlantıları üzerinde de durmayacağını belirtir. Amaç diyalektik için bir başvuru kitabı yazmak olmadığına göre, diyalektiğin her üç yasasının birbirleriyle olan iç bağlantıları üzerinde durmanın gereği de yoktur.
Burada hiç de kabul edilebilir olmayan bir tutum ile karşı karşıya olduğumuzu hemen belirtmeliyiz. Engels bu aşamada yapılması gereken en önemli işi, “bir elkitabı mı yazacağım?” diyerek küçümsüyor ve böylece kendisini öne sürdüğü tezleri destekler argüman öne sürmek yükünden keyfi bir biçimde azat ediyor. Yani Engels’in okuruna söylemek istediği şudur: “Bir profesörden ilkokul öğretmenliği yapmasını beklemeyin. Cehaletinizi kendiniz giderin.” Halbuki Engels bu üç yasanın kendisi ve iç bağlantıları konusunda argüman öne sürmüş olsaydı, diyalektiğin neden bilimsel metod olduğu sorusuna açık bir cevap vermiş olurdu ve böylece tartışma daha verimli hale gelirdi. Bence Engels bu gibi bir argümantasyonu çok zor buldu ve bu zorluğu açıkça ifade etmek yerine, konuyla ilgili kabul edilebilir bir açıklama yapmayı prensip olarak küçümseyerek zorluktan kendini sıyırmaya çalıştı. Düşünün ki, tüm bilimler için uniform bir metod öneriyorsunuz ve bu metodu açıklama zahmetine katlanmıyorsunuz. Tüm bilimler için geçerli olan uniform metod çok basit olsa bile, ayrıntılı bir izahı zorunlu kılar. Çünkü bu gibi bir düşünce mainstream değildir ve son derece yenidir. Yeni bir metod öneren her metodolog bu metodunu bütün ayrıntılarıyla izah etmek zorundadır.
Engels`in yaptığı tek şey temel kimya aracılığıyla birinci yasanın doğada nasıl işlediğini ispatlamaya çalışmaktır. Niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşümünün kimyevi örnekleri, diyalektik yöntemin genel olarak nasıl bir yöntem olduğu ve bu yöntem (eğer gerçekten bir yöntem ise) neden geçerli olduğu ve her üç yasanın iç bağlantıları konusunda hiçbir şey söylemezken, bu gibi bir argümanın yeterli bir argüman olduğunu söylemek mantıklı değildir. Bu tarz bir muhakemenin rasyonel bir tartışmada yeri olamaz.
Diyalektiğin birinci yasasının doğa tarafından çok mükemmel bir biçimde doğrulandığını varsayalım. Bu gibi bir kanıt ikinci ve üçüncü yasaların geçerliliği ve her üç yasanın iç bağlantıları konusunda bir şey söylemediği için, yeterli ve geçerli bir kanıt değildir. Kaldı ki, doğanın her üç yasayı doğruladığını ve Engels’in bunu sağlam argümanlarla ortaya koyduğunu kabul etmemiz durumunda bile, diyalektik yöntemin sorunları bitmiyor. Yani bu durumda bile, diyalektik yöntem bilimsel yöntem statüsünü kendiliğinden kazanmış olmuyor.
Bilimsel yöntem size araştırmanın nasıl yapılması gerektiğini anlatır. Diyalektiğin sözde üç yasası ise size doğada bahsi geçen üç gerçekte olay olmayan olayın tüm olayların özü olduğunu ve bu olayların nasıl cereyan ettiğini anlatır. Örneğin, “inkarın inkarı” neden doğal bir olay olarak kabul edilsin? “Zıtların birliği” yahut “bir şeyin aynı anda hem kendisi hem de kendisi olmadığı” savı neden olay kapsamına girsin? Bir olayın (event) gerçekte bir olay olabilmesi için elle tutulur bir sonuç, netice veya akibet olması gerekir (Carmines § Zeller, 1979). “Zıtların birliği” veya “inkarın inkarı” gibi son derece soyut ve spekülatif iki konsepti nasıl ölçeceğiz? Bir şey hem kendisi hem de aynı anda kendisi değilse, gerçeği nasıl saptayacağız? Rasyonel düşünüşe göre, “hem P’yi hem de P-olmayanı onaylayan şahıs rasyonel olamaz” (Trigg, 1989). Zıtların birliği süreklilik arzeden bir vakıa ise doğru ile yanlışı, geçerli olanla olmayanı birbirinden nasıl ayırt edeceğiz? Bu gibi kaotik bir ortamda aslında hiçbir düşüncenin doğruluğu söz konusu olamaz. Dolayısıyla diyalektiğin doğruluğu da söz konusu olamaz.
Metodoloji insan düşüncesinin ürünüdür. Doğada intrinsik olan bir metodoloji olamayacağına göre, metodolojiyi doğada aramak süretiyle bir yere varamayız. Çünkü doğa bizim yerimize düşünemez. Dolayısıyla Engels Hegel’in diyalektiğini idealist kılıfından çıkarayım derken, doğayı keyfi bir biçimde Hegelci yapmıştır.
Daha önce de ifade ettiğim gibi, diyalektiğin her üç yasasının doğa tarafından ispatlanması durumunda bile, en fazlasından üç bilimsel yasaya sahip oluruz. Her yasa kendi başına veya her üç yasayı içeren teori bir bütün olarak bir dizi araştırmaya kaynaklık edebilir. Ancak bu teori veya yasalar nevi şahsına münhasır bilimsel bir metod vücuda getiremezler. Burada açıklanan şey bir metodoloji değil, belirgin bir fenomendir. Örneğin, Newton’ın mekaniği ve Einstein’ın relativite teorisi yalnızca bilimsel teoriler olarak kabul edilmişlerdir. Fizik dünyasında kimse bu teorilerin fiziğin metodolojisini oluşturduklarını iddia etmemiştir. Tüm tabiat bilimlerinin şu ana kadar keşfedilmiş yasalarını bir araya toplamanız durumunda, tabiat bilimlerinin bilimsel metodunu elde etmiş olmazsınız. Bu nedenledir ki, diyalektiğin bilimsel bir yöntem olduğu düşüncesi tamamen temelsizdir. Bu, diyalektiğin üç yasasının doğada geçerli olup olmadıkları sorunundan bağımsız olarak böyledir.
2. Diyalektik yöntem ve bilimsel yöntem
Tabiat bilimleri bilimsel metodu çok basit bir biçimde tanımlarlar. Bu, sorunun gerçekten basit olduğundan değil, fakat bilimcilerin pragmatist olmalarından kaynaklanmaktadır. Fizik, kimya, biyoloji, jeolojiye vb. göre, bilimsel metod aşağıdaki kesintisiz ve döngüsel prosedürden oluşur:
– Gözlem (observation)
– Hipotez formüle etmek
– Deney tasarlamak
– Hipotez test etmek
– Sonuç çıkarmak veya teori oluşturmak.
İnduktivistlere göre bilimsel açıklamalar doğrudan gözlemlenen gerçeklerden çıkarılırlar. Dolayısıyla gözlem (observation) aracılığıyla doğada bir düzenliliği keşfedebilirsiniz. Bu durumda bu gibi bir düzenliliği önce bir hipotez şeklinde ifade etmeniz gerekir. Daha sonra bu hipotezinizi teste tabi tutmanız gerekir. Eğer yapılan testler hipotezinizi (geçiçi formülasyonunuzu) doğruluyorsa, bir doğa yasasını bu yolla keşfetmiş olursunuz. Bu fenomeni açıklayan hipoteziniz böylece bir teori statüsü kazanmış olur.
Deduktivistlere göre ise a priori teori ve düşüncelerden arınmış bir bilimci beyni olanaksızdır. İnsan doğayı ancak duyuları aracılığıyla tanımlar ve bu duyu mekanizmasını teorik bakımdan sıfırlamak olanaksızdır. Tüm a priori teori veya kurgulardan arındırılmış beynin doğal fenomeni algılaması ve anlaması olanaksızdır. Bilim adamının kafası (beyni) nesneye baktıkça kendiliğinden teori ile dolan bir kovaya benzemez. Dahası, sınırlı sayıdaki gözlemden hareketle tüm haller için geçerli olan yasaları ifade etmek olanaksızdır.
Bu nedenle deduktivistler “hypothetico-deductive” modeli önermektedir. Bu modelin çıkış noktası “observation” (gözlem) değil, problemdir. Bilimsel araştırmalarda problem çözümü esas alınmalı ve hipotezler her zaman teoriden türetilmelidirler. Teoriler fenomeni en genel biçimde açıklayan ifadelerdir.
Daha önce de belirttiğim gibi C.G. Hempel’in “deductive-nomological”modeli şematik olarak aşağıdaki gibidir:
1-Yasalar (teori)
2- Koşullar } explanans
3- Olay = explanandum
Bu modeli kullanarak sosyalist devrim teorisini Avrupa çerçevesinde test etmek istersek, modelin premisleri ve sonucunu aşağıdaki gibi formüle edebiliriz:
1- Kapitalizmden komünizme geçiş tarihsel bir zorunluluktur (yasa)
2- Avrupa ülkeleri kapitalist ülkelerdir (şart)
3- Avrupa’da komünizm kaçınılmazdır (sonuç)
Birinci ve ikinci ifadeler bu modelin premislerini oluştururlar. Eğer premisler doğruysa sonucun da doğru olması gerekir, bunun tersi mantıken olanaksızdır. Fakat sonucun mantıki olması ne premislerin ne de sonucun hakikatı gösterdiğine dair bir kanıt sayılır. Premislerden mantıki olarak bu sonuç çıkıyorsa bu durum yürütülen muhakemenin geçerli (valid) bir muhakeme olduğunu gösterir. Ne var ki, geçerli muhakemeler ne premislerin ne de sonucun realiteyi yansıttığını ortaya koyma yeteneğine sahiptirler. Böyle bir açıklamanın hakikatı yansıtıp yansıtmadığı ancak deneyle saptanabilir. “Kedi kilimin üzerinde duruyor” cümlesi eğer kedi gerçekten kilimin üzerinde duruyorsa doğru, durmuyorsa yanlıştır. Deney, hipotez testi ve deneye dayalı sonuç induktivistlerle deduktivistlerin ortak prosedürünü oluşturur. Ancak bazı radikal deduktivistlere göre bilimsel teorilerin deneyler aracılığıyla doğrulanması asla mümkün değildir. (Popper, 1959)
İnduktivistlerle deduktivistler arasındaki tartışma tabiat bilimlerini ilgilendirdiği kadarıyla felsefi bir tartışma olarak kalmakta ve bu durum hipotez testine dair çok büyük metodolojik sorunlar yaratmamaktadır. Ancak konu sosyal bilimler olunca söz konusu tartışmanın metodolojik implikasyonları bir hayli önem kazanmaktadır. Çünkü sosyal gerçekler fiziksel varlıklar gibi göze görünme veya özel araçlar kullanmak suretiyle izlenme özelliklerine sahip değildirler. Bundan dolayıdır ki, sosyal araştırma her zaman deduktivist olmak, yani bir teoriden yola çıkmak zorundadır.
Fiziksel gerçeklerin varlığı objektiftir. Örneğin dağların, nehirlerin, denizlerin vb. varlığı objektiftir. Bundan dolayı fiziksel gerçekler objektif bir ontolojiye (varoluş tarzına) sahiptirler. Buna karşın sosyal gerçeklerin (örneğin demokrasi, insan hakları, para, mülkiyet, evlilik, başbakanlık vb.) varlığı, düşünen insanın varlığını öngörür. Varlığı düşünen insanın varlığını öngören gerçeklerin objektif bir ontolojisi olamaz. Dağ, nehir, deniz, misali fiziksel varlıklar insan düşüncesinden bağımsız bir varlığa sahiptirler ve onun içindir ki insan düşüncesini umursamazlar. İnsanlar fiziksel varlıkların varlığını düşünmese de onlar varlıklarını sürdürürler. Oysa sosyal gerçeklerin görünmezliği (invisible) onların varoluş tarzını subjektif kılar. Sosyal gerçeklerin varlığı insanların kollektif niyeti sayesinde mümkün olmaktadır. İnsanların kollektif niyeti ortadan kalkarsa, sosyal gerçeklerin varlığı da sonuçta ortadan kalkar. Örneğin T. Erdoğan`ın, Türkiye`nin başbakanı olduğu bir gerçektir. Bu yargıya konu olan sosyal gerçek (yani başbakanlık ve T. Erdoğan’ın başbakanlık sıfatı) ontolojik olarak subjektiftir ancak bu cümle epistemik olarak objektiftir. Bunu olanaklı kılan kollektif vatandaş niyetidir. Erdoğan`ın statüsü sembolik, gücü “deontic”tir. Yani bu gibi bir karar verme yetkisi ona bir yasa aracılığıyla verilmiş ve vatandaşlar bu yasaya uydukları sürece “deontic” güç varlığını korur.
Sosyal olguların burada sosyal-psikolojiye indirgendiği de sanılmamalıdır. Vatandaşların kollektif psikolojisinin bir anda çok radikal bir değişiklik geçirerek mevcut politik rejimi ve ekonomik sistemi meşru bulmadıklarını varsayalım. Vatandaş psikolojisindeki bu gibi ani radikal değişiklik egemen politik ve ekonomik sistemin kendiliğinden sonu olmaz. Gerçek bir değişiklik için yurttaşların en azından ordu, polis ve bürokrasiyi yeniden organize etmeleri ve üretim, bölüşüm ve mülkiyet yasalarını ve bütün bu kurumlara denk düşen bir dizi pratiği ve normu değiştirmeleri gerekir. Böylece eski sosyal olgular yerini yeni olanlara bırakırlar. Kısacası, sosyal gerçeklerin subjektif olan varlık tarzı onların bütünüyle sosyal psikoloji ile açıklanabileceklerini ima etmez.
Fiziksel gerçeklerle sosyal gerçekler arasında kurulan ontolojik paralellik, sosyal yapının insan yaratıcılığının ürünü olduğu ve dilin pek çok kurumsal gerçeğin (institutional facts) temel yapıcılarından biri olduğu gerçeğini karartmaktadır. Sosyal konseptlerin çoğu “self-referential” yani ortaklaşa yapılan bir tanımdan ibarettirler. Örneğin, belli bir cisme “para” diyoruz. Para nedir sorusuna verilen cevap yine paranın tanımı olur. Paranın para olabilmesi için önce tarif edilmeli ve para olacak şey bu tanıma uygun düşmeli ve onun para olduğuna kollektif olarak inanılmalıdır. Bu durum tıpkı 1+1 = 2 işleminin doğruluğu gibidir. Bu işlemin doğruluğu “1”, “2”, “+” ve “=” sembollerine verilen anlama dayanmaktadır. Burada para konsepti için doğru olan seçimler, özel mülkiyet, evlilik, savaşlar, seçme (politik tercih), söz verme, satın almak ve satmak, politik partiler vb. için de geçerlidir (Searle, 1995).
Özetle, ontolojik olarak subjektif olan sosyal gerçekleri ontolojik olarak objektif olan fiziksel gerçeklerle aynı kefeye koyamayız. Bu gibi bir analoji üzerine oturtulmuş teorilerin ve araştırma metodlarının bir yararı yoktur. Bu gibi bir analojiden hareketle teori, felsefe ve metodoloji üretenler, bilime bir katkı yapmamışlardır. Bunun da ötesinde, bu şahıslar doğal ve sosyal bilimlerle ilgili çok gülünç düşünceler öne sürmüşlerdir. Comte, Durkheim, Hegel, Engels, Lacan, Latour, Kristeva ve daha başkaları bu gibi bir benzetmeden yola çıkarak yalnızca sosyal olgularla ilgili çok yanlış şeyler söylemekle de kalmamışlar, fakat aynı zamanda ya hiç ya da çok az bildikleri konular üzerinde de konuşmuşlardır. Bu durum onların tipik bir özelliğini göstermektedir.
Diyalektiği ile Marks ve Engels`i derinden etkilemiş olan Hegel, doğa hakkında olmadık saçmalıklar öne sürmüş ve yalnızca doğa konusundaki bilgisizliği ile değil, tüm felsefi görüşleri yüzünden bir çok filozof tarafından cahil bir şarlatan olarak tanımlanmıştır (Popper, a.g.e.). Popper, Hegel`in doğa ile ilgili cehaletini sergileyen pek çok örnek veriyor ve bu örneklerden birkaçı şunlardır:
– Hegel Newton`nin Principia`sından 114 yıl sonra bile gezegenlerin Kepler`in kanunlarına göre hareket ettiğini ileri sürdü.
– Hegel, sesi material parçaların spesifik ayrımı (segregation) koşullarında vuku bulan bir değişim olarak tanımladı.
– Ses ile sıcaklık arasındaki ilişki üzerinde gerçekle hiç alakası olmayan anlaşılmaz şeyler ileri sürdü (Popper, a.g.e.).
Engels`e göre, Hegel`in diyalektiğini idealist kılıfından çıkarıp onu doğaya yerleştirmemiz halinde, ondaki dahiyane rasyonel özü açığa çıkarmış oluruz. Doğadan hiçbir şey anlamayan bir filozofun farkında olmadan doğanın bütün temel işleyiş yasalarını keşfetmiş olması şaşırtıcı değil mi? Diyalektiğin üç yasası doğanın üç temel yasasını oluşturduğu halde, Hegel bu buluşunun farkında değil. Dahası, bu buluşunu resmen ilan edip Darwin, Newton gibi bilimcilerle aynı tahtı paylaşmak yerine, ses, sıcaklık vb. gibi ayrıntılar üzerinde olmadık düşünceler ileri sürmek suretiyle kendisini çok gülünç duruma düşürüyor. Gerçekten de , Marks ve Engels Hegel’in diyalektiğini son derece abartmışlardır. Özellikle Engels doğa bilimleri alanındaki yüzeysel bilgisini çok abartılı bir biçimde sunmuştur. Engels’in toplumun bilimsel incelenişi konusunda öne sürdüğü son derece aşırı pozitivist görüşlerle bu bilginin abartılı oluşu arasında da doğrudan bir bağ vardır.
Doğanın Diyalektiği`ne bir önsöz yazan J.B.S. Haldane, “Bernstein 1924 yılında Doğanın Diyalektiği`nin elektrikle ilgili olan bölümünü Einstein`a gösterip fikrini sorduğunda, Einstein’ın modern fizik açısından yazının büyük bir önem taşımadığını söylediğini aktarır. Haldane`ye göre Engels`in kitabının öneminin Einstein tarafından anlaşılmamış olmasının kusuru gerçekte Bernstein`a aittir. Zira Bernstein, kitabın tümü yerine yalnızca onun elektrik ile ilgili olan kısmını göstermekle yetinmiştir. Bence Bernstein böyle yapmakla Engels`i daha zor bir duruma düşmekten kurtarmıştır. Çünkü Engels tarihte başka bir örneğine çok az rastlanılır türden çok geniş bir saha için uzmanlık iddiasında bulunmuştur.
Engels, “Doğanın Diyalektiği” adlı kitabında doğa, toplum ve tarih arasında ontolojik bir paralellik kuruyor. Engels bu gibi aşırı-pozitivist görüşleriyle adeta Comte ve Durkheim sosyolojisini tekrar ediyor. Marks`a gelince, Marks`ın aynı pozitivist görüşleri taşıdığı bir gerçek olmasına karşın, en azından, dolaylı olarak söylemiş olsa da, Marks fizik ve kimya yasalarının ekonomik yasalardan bir ölçüde farklılık taşıdıklarını, çünkü fizik ve kimya yasalarının her zaman geçerli olmasına karşın, ekonominin genel yasalarının yalnızca belli tarihsel periyodlar içinde geçerli olduklarını söylemek suretiyle bir farlılığı dile getirir. (Marks, 1999 [1867]). Ancak hiç kuşku yok ki, Marks “sosyal hareketi insan iradesinden, bilincinden ve zekasından bağımsız olan deterministik yasalar tarafından yönetilen doğal tarihin bir süreci olarak görür.” Bunu söyleyen 1872 yılında “The European Messenger”da yazan bir yazardır ve Marks bu açıklamayı diyalektik metodunun iyi bir tarifi olarak tanımlar (Marks, ibid). Bu nedenledir ki, sosyal ontoloji ile ilgili düşünceleri bakımından Marks ile Engels arasında büyük bir fark yoktur.
Kapital’in birinci Almanca baskısına yazdığı önsözde Marks şunları söyler:
“Fizikçi fiziksel fenomenleri ya onların en tipik biçimleriyle ortaya çıktıkları ve bozucu etkilerden uzak oldukları yerde, ya da, mümkün olduğunca, deneyi söz konusu fenomenin normal oluş tarzını teminat altına alan koşullar altında gerçekleştirir. Bu eserde kapitalist üretim tarzını ve bu tarza denk düşen üretim ve değişim koşullarını inceledim. Şu ana kadar onların klasik zemini İngiltere’dir. Bu durum benim teorik fikirlerimin geliştirilmesinde İngiltere’yi neden başta gelen örnek olarak kullandığımın nedenini açıklar…
… Bir ulus diğerlerinden öğrenebilir ve öğrenmelidir. Ve bir toplum kendi hareketinin doğal kanunlarını keşfetmek için doğru bir rotaya girdiğinde bile –ki modern toplumun hareketinin ekonomik yasasını çıplak bir biçimde sergilemek bu çalışmanın nihai amacıdır- o toplum, toplumun normal gelişiminin birbirini izleyen aşamalarının yarattığı engelleri ne cesur sıçramalarla aşabilir ne de yasal düzenlemeler aracılığıyla ortadan kaldırabilir. Fakat toplum [bu sürecin] doğum sancılarını yalnızca kısaltıp hafifletebilir. (Marks, 1999 [1867] )
Marks ve Engels`in ekonomik-determinist görüşleri üzerinde bir sonraki bölümde daha ayrıntılı bir tarzda duracağım. Burada diyalektik metod ile ilgili olarak bir özet yapmak gerekirse söyleyeceklerim şunlardır: Diyalektik metod gerçek bir araştırma metodu değildir. Üç soyut premisin bir metodoloji oluşturması olanaksızdır. Bu metodun nasıl uygulanması gerektiği konusunda herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Diyalektiğin üç yasasının doğada geçerli olduğuna dair herhangi bir kanıt veya argüman yoktur. Birinci yasa için öne sürülen kanıt ve argümanlar sistemi kurtarmaya yetmemektedir. Bu yasaların, iddia edildiği gibi bir geçerlilikleri söz konusu olsa bile, bu durum onların metodolojik implikasyonlarının neler olduğu konusuna bir açıklık getirmiyor.
Metodla kastedilen şeyin ne olduğunu izah edebilmek için induktivist ve deduktivist okulların konuyla ilgili düşüncelerini kısaca aktarmaya çalıştım. Bu düşünceler genel olarak ciddi farklılıklar taşısalar da, metodla kastedilen şeyin son derece net bir biçimde ifade edilmesi gereken bir araştırma prosedürü olduğu konusunda bir hemfikirlik vardır. Keza gözlem ve deney bilimsel metodun zorunlu unsurları olarak kabul edilmektedir.
Diyalektikçilerin bu gibi bir anlayışları yoktur. Sonuçta bu okulların (deduktivist ve induktivist) önerdiği prosedürün diyalektik ile uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Daha doğrusu diyalektiğin önerdiği herhangi bir araştırma prosedürü yoktur. Diyalektiğin, bir araştırma metodu olarak kerameti kendinden menkuldür. Diyalektikçi araştırmacı vardığı sonuca nasıl ulaştığı konusunda onu kontrol etmemiz için arkada herhangi bir belge veya protokol metni bırakmıyor. Diyalektikçi, başkalarının kendi araştırmasını baştan sona kontrol etmesini ve muhakemesinin mantıki, verilerinin geçerli olup olmadığının araştırılmasını bir gereklilik saymıyor. Nitekim bütün diyalektikçilerin formüle ettikleri teorilerin “bilimsellik” statüsü kazanmasında, konuyla ilgili uzmanların herhangi bir rolü veya onayı söz konusu olmamıştır. Araştırmayı yapan ilk ve son sözü söylemiş ve bu durum öylece kalmıştır. Bu çalışma tarzının son derece iptidai olduğunu ve akademik çevrelerin çalışma tarzına hiç benzemediğini söylemeye gerek bile yoktur.
Konuşmamın ikinci bölümünde toplumsal evrimin bilimsel olarak saptanabilen ekonomik bir yasasının olup olamayacağı sorununu ele almaya çalışacağım. Sabrınızdan dolayı size teşekkür ediyorum.