Tuhaf bir huyum mu diyeyim, yoksa alışkanlığım mı diyeyim, tarih bilgim esasen devrimler ve karşıdevrimler tarihiyle kısıtlı olduğu halde, aktüel olaylar karşısında, olayın aktüel boyutlarına yoğunlaşacağıma, hep bildiğim tarihi olaylara giderim. Eskiden beri, güncel olaylar beni sıktıkça, gidip tarihin hayaletleri arasında dolaşmaya başlarım. Hatta bazen tarihteki kişilerden birinin reenkarnasyonu olduğumu düşündüğüm bile olur. Bu huyumu bilenlerin hemen, “yine mi Stalin?” diyerek gülümsediklerini görür gibi oluyorum şu anda. Onları hayal kırıklığına uğratmayayım bari. Evet, yine Stalin! Affınıza sığınarak söyleyeyim, bugün AKP-MHP sözcülerinin her gün sahneye çıkarak oynamakta oldukları şu “İstanbul belediye seçimlerinin yenilenmesi” komedi-oyunu beni yine tarihe götürdü.
Bütün muhaliflerini alt eden Stalin, tek kişi iktidarının önündeki en büyük engellerden birinin, Petrograd (o zamanki yeni adıyla Leningrad) parti şefi Kirov olduğunu düşünmeye başlamıştı. Kirov’u ortadan kaldırırsa, hem partinin son “Muzafferler Kongresi”nde Stalinist delegelerin kendisinden daha çok oy verdiği Kirov engelini aşacak ve önünde açılan düz yolda rahatça ilerleyecek hem de bizzat örgütlediği bu cinayeti bahane ederek eski Bolşevikleri de önüne katan Büyük Terör selinin baraj kapaklarını açmış olacaktı.
Stalin’in planı, hem çok cüretkâr hem de aslında çok basitti. O zamanki NKVD şefini yanına çağırdı ve ona ne yapıp edip bu cinayeti örgütlemesi emrini verdi. Stalin’in emrinden çıkması asla düşünülemeyecek olan Yagoda derhal işe koyuldu. Yagoda, yakın adamı olan NKVD Leningrad Başkan yardımcı İvan V. Zaporoziyets’i yanına çağırdı ve ona, Sergey Kirov’a suikast düzenlenmesi konusundaki “parti emrini” iletti.
Zaporoziyets, Moskova’dan, kendisine yardım etmek üzere gönderilen bir grup, özel olarak seçilmiş NKVD ajanıyla birlikte, Kirov’a suikast işini dikkatli bir şekilde örgütledi. İlk yapılacak olan, suikastı bilfiil yapacak kişiyi bulmaktı. Zaporoziyets ve ekibi, ellerinin altındaki bütün NKVD ve parti arşivlerini inceleyerek bu uygun adayı buldular: Leonid Vasiliyeviç Nikolayev. Nikolayev, bir ara disiplinsiz davranışlarından dolayı partiden atılmış ve sonra yeniden alınmıştı. Dahası, 1920’li yıllarda bir ara Zinovyevci muhalefetle bağlantıları da olmuştu. Katilin, Zinovyevci muhalefetle bağlantısının ortaya konması için bu iyi bir kanıttı. Ayrıca, işinden çıkarılmış Nikolayev, Petrograd parti şeflerine karşı öfke içindeydi. Nikolayev, bu iş için biçiliş kaftandı.
Bundan sonra, Zaporoziyets’in ekibinin emrindeki bir NKVD ajanı, Nikolayevski ile bağlantı kurdu ve onu suikast yönünde ikna etti. Kendisine silah sağladığı gibi, boş alanlarda ona silah atış talimleri bile yaptırdı.
Sıra, suikastın bilfiil gerçekleştirilmesine gelmişti. Kirov’un karargâhı olan Smolni, NKVD muhafız birlikleri tarafından çok iyi korunurdu. Bu muhafız birliğinin içinde de bazı NKVD görevlilerinin ayarlanması gerekiyordu ve ayarlandı. Buna rağmen, Nikolayevski bir kere Smolni çevresinde keşif yaparken, bir kere de Smolni’ye sızmaya çalışırken, üzerindeki silah ve Smolni’nin krokileriyle birlikte iki kere yakalandı muhafızlar tarafından. Fakat Petrograd NKVD’sinin başkan yardımcısı Zaporoziyets, onu her iki seferinde de serbest bıraktırdı. O günün Rusya’sında bu kadar açık delillerle yakalanan birinin serbest bırakılması hayal bile edilemeyecek bir şeydi.
Suikast günü olan 1 Aralık 1934 günü, Moskova’dan yeni dönen Kirov’un Smolni’ye o gün çalışmaya ya da toplantı yapmaya mutlaka geleceği bilindiğinden, Nikolayevski, üzerindeki silahla birlikte Smolni’ye sokuldu ve Kirov’un çalışma odasının bulunduğu üçüncü kattaki koridorda kalın perdelerin arasına saklandı.
Saat 16.00 sıralarında Kirov, sadık koruması Borisov’la birlikte Smolni’ye geldi. O kadar acelesi vardı ki, binadaki bütün güvenlik önlemlerinin kaldırıldığını fark etmediği gibi, sadık korumasının kapıda birkaç NKVD görevlisi tarafından alıkonduğunu da fark etmedi ve üçüncü kata çıktı. Tauride Sarayı’nda o akşam yapılacak genel toplantıda okunacak metni hazırlamak üzere, Leningrad ikinci Sekreteri Çudov ve diğerleriyle kısa bir toplantı yaptıktan sonra kendi odasına gitmek üzere tek başına koridorda yürümeye başladı. O sırada Nikolayevski perdenin arkasından çıktı ve arkasından yetişerek Kirov’u ensesinden vurarak öldürdü.
Kirov cinayetini, Moskova’dan yanında getirdiği olağanüstü bir komisyonla birlikte, bizzat cinayetin emredicisi olan Stalin soruşturdu. Tahkikat sırasında, Kirov’un koruması Borisov’un NKVD tarafından gözaltında tutulduğu öğrenildi. Borisov, ifadesi alınmak üzere komisyonun huzuruna çağrıldı. Ne hikmetse, Borisov, komisyona “getirilmek” üzere bindirildiği NKVD kamyonunun bir “kaza” yapıp duvara çarpması sonucu öldü. Dolayısıyla, ifadesine başvurulamadı. Tuhaftır ki, duvara hafifçe çarpan kamyondan, önde oturan şoför ve bir NKVD görevlisi ile arkada, Borisov’un yanında oturan diğer iki NKVD görevlisi tek bir sıyrık almadan çıkarken, Borisov beyni parçalanarak ölmüştü. Buna, Kruşçev döneminde ifadesi yeniden alınan şoförün, kazaya, yanında oturan NKVD görevlisinin kolunu kasıtlı olarak duvar tarafına doğru itmesinin sebep olduğunu belirttiği ve kazadan sağ “kurtulan” üç NKVD görevlisinin Büyük Temizlik sırasında idam edildikleri bilgisini de ekleyelim.
Bunun ardından, cinayeti Troçkist-Zinovyevist çetenin işlediği ileri sürülerek Büyük Terör başladı. Büyük Terör sadece muhalifleri değil, Kirovcular başta olmak üzere o günkü tüm partiyi hedef aldı. Her gün yüzlerce partili mesnetsiz suçlamalarla toplama kamplarına ya da ölüm mangalarının önüne gönderildi. Bu arada, Leningrad NKVD sorumluları tutuklanıp kamplara sevk edildi ama yargılamalarının sonucunda, o günkü yargılamalar göz önüne alındığında, “görevi ihmalden” dolayı olağanüstü hafif cezalar aldılar ve bulundukları yerlerde NKVD üniformalarını giymelerine izin verildi; diğer mahkûmlardan ayrı yerlerde son derece iyi koşullarda tutuldular. Zaporoziyets, ilk başta tutuklanmadı bile, fakat daha sonra, dikkatler üzerinde toplanınca o da tutuklandı.
Bundan sonraki süreç ise şöyle: 1934 yılında başlayan Büyük terör 1938 yılına geldiğinde, Zinovyevcilerin ardından sıra “sağcı” denilen Buharincilere gelmişti. Buharin ve diğerleriyle birlikte “sağcılıkla” suçlanan Yagoda da tutuklandı. Yagoda da herkes gibi “itiraf”larda bulundu gösteri yargılamalarında, Kirov’u “sağcıların” öldürdüğünü ve bu cinayeti kendisinin örgütlediğini anlattı. Yagoda’nın Kirov cinayetiyle ilgili itirafları, yukarıda anlattığıma tıpa tıp uymaktadır. Yagoda cinayeti nasıl örgütlediğini aynen, olduğu gibi, gerçeğe uygun bir şekilde anlattı. Fakat bir eksikle. Sıra, kendisine bu cinayet için kimin emir verdiği noktasına gelince, kendisiyle birlikte yargılanmakta olan “sağcı”lardan Yenukidze’yi gösterdi. Sözde Yenukidze, bu cinayete karar veren “sağcı blok” adına Yagoda’ya Kirov’u öldürme talimatı vermişti. Elbette bu ifadelerin nasıl alındığını bildiğimizden Yenukidze’nin onu onaylamasına da şaşırmıyoruz. Cinayete ilişkin her şey ortaya çıkmıştı. Ama bir eksikle. Cinayetin emrini gerçekte kimin verdiği asla açığa çıkmadı. Çünkü o, davayı da organize eden diktatörün ta kendisiydi. Zaten, olayın içyüzünü bilen Yagoda ve başlangıçta hafif cezalar almış diğer NKVD görevlilerinin hepsi idam edilmişti. Ölüler konuşmaz!
Aslında bir de Reichtag yangını var. İktidarını pekiştirmesine yarayan bu yangını diktatörün nasıl organize ettiğine ilişkin pek çok anlatım vardır ama bir anlamda tekrar olacağı için buna burada girmeyeyim artık.
Birkaç gündür AKP-MHP cephesinden, İstanbul Belediye seçimlerine ilişkin tek bir ağızdan çıkmışçasına yoğun bir propaganda var: Sayılarını bilemediğimiz AKP genel başkan yardımcıları ve sözcüleri, Avrupaî ve saygın bir görünüm kazandığını sanarak objektif havalarda Bakan Çelik, bizzat Tayyip Erdoğan, İçişleri Bakanı Soylu, MHP Başkanı Bahçeli, arada bir zoraki damat havalarında Binali Yıldırım, son olarak, atanmış kayyum konumundaki İst. Bld. Bşk. vb. vb. özellikle son birkaç gündür aynı noktaya atış yapıyorlar: organize bir suç örgütünün organize hileleri. Önce yeniden oy sayımlarından medet umarak bunun üstünde yoğunlaşıyorlardı. Bundan umudu kesince şimdi elli bir sandıkta yeniden sayım yapılması da onları kesmemeye başladı. Hiç yani, olacak şey mi pasta isteyerek ağlayan çocuğu bir karamele şekeri verip oyalamak. İstemez! Hayır! O “çocuğun” gözü başka şeylere dikilmiştir şimdi. O, İstanbul pastasını tepsi içinde istemektedir. Bunun yolu da, anlaşılmıştır ki, pösteki sayar gibi oy saymak değil, seçimlerin yenilenmesidir. Hele bir yenilenme kararı alınsın ne harikalar yaratacaklardır, hayal bile edemezsiniz!
Peki bunu sağlamak için ne yapılmalıdır? Hükümet, parti ve devlet sözcülerinin söylediklerinden anladığımız kadarıyla, “organize bir suç örgütünün” karıştırdığı marifetler ortaya çıkarsa seçimlere büyük şaibe düşmüş olacak ve YSK da paşa paşa bunu kabul edip İstanbul seçiminin yenilenmesine karar verecektir.
Peki, böyle bir suç örgütü var mıdır? Bana soracak olursanız vardır. Fakat küçük bir ayrıntı var ki, bu da, bu suç örgütünün muhalefete değil, iktidara ait olmasıdır. Neyse, lafı uzatmadan söyleyeyim: bu suç örgütü, seçimlerden önce faaliyete geçmiş ve birçok yerde seçmen kaydırma işlemlerine başlamıştı. Örneğin, Büyükada’da, sadece benim bildiğim, aralarında arkadaşlarım da olan en az kırk kişinin seçmenliği düşürülmüş ve olmayan adreslere ya da kümeslere ya da müştemilatlara onar yirmişer “seçmen” yazılmıştı. Şimdi Büyükçekmece deniyor ama İstanbul’un her yerinde aynı şeyin yapıldığına kuşku yok.
Seçimleri kaybedince akıllarına şöyle bir çare geldi: Biz usulsüz, organize işler yapmamış mıydık? Yapmıştık! O halde şimdi bunu usulsüz seçimlerin bir gerekçesi olarak neden sunmayalım? Adamları zaten biliyoruz. Bunlardan bir kaçını yakalarız, alırız içeri, “konuştururuz”, Fetö “bağlantıları” hakkında itiraflar yaptırırız, hatta televizyona bile çıkartıp yaptırırız bu itirafları: Eh, o zaman kim diretebilir ki dürüst bir seçim olduğunda. Stalin’in yaptığı gibi, önce suçu işletir, sonra da o suçu muhalefetin sırtına yıkarsınız. Bu arada emir kulu “Yagodalarınız” harcanmış gitmiş, ne gam!
Bence bunu yapacaklar yakında, hazırlıkları bu yönde.
Diktatörlerin, iktidarları uğruna yapmayacakları şey yoktur!
Gün Zileli
10 Nisan 2019
sayın zileli bir yerde her zaman stalin olayları üzerinden kendinize kılıf uydurmayın. eğer ki uydurulacak bir kılıf varsa , bunu güncel olayların süzgecinden de geçirin. bilinir ki,süzgecin güncel olanı makbuldür. yazılarınızı tutkuyla takip ediyorum. fakat her olay kendi ayağından asılır, bir asırdır bütün olayları yok stalin,yok lenin derken kendi gündemimiz çöpe gidiyor. artık yeter, gündeme gelmen için rüşvet mi verecez sana. koskoca yazarsın havarileri sen yazdın ! havari olma… bak büyük laf ediyorum burada.
oooo epeyce kızdırmışım seni. Tamam, seni anladım. Fakat yine de yazıyı dikkatle okumanı, bağlantıyı anlamaya çalışmanı öneririm.
There’s nothing new under the sun. You “know” this Mr. “Bilir”, don’t you?
Zileli “zaman yasaları”nı çiğnedi ve bize bilmememiz gereken bir örnek gösterdi.
Kim = Stalin
Trump = Hitler
Putin = Churchill
Sisi = Mussolini
Esad = Franco
Netenyahu = Pehlevi
RTE = M. Kemal (hiçbir değişiklik yok!)
İstanbul-toto
Politik tahminlerin tutup tutmamasından ziyade akılcı, tutarlı, berrak ve özgün bir akılyürütmeye dayanmasıdır bana ilginç gelen. Söylenen şeyde mantık var mı? Alışılmadık faktörleri, ilginç emsalleri hesaba katıyor mu? Sonunda tutar veya tutmaz. Tutsa daha iyi tabii. Ama tutmasa da değerlidir, bakış açılarını zenginleştirir, üzerinde durulmamış potansiyellere ışık tutar, farklı çıkış yolları düşündürür. Siyasete yaramasa da aklı geliştirir. Bugün olmasa yarın belki işe yarayabilir.
Eğer siyasi eylemin içindeysen daha temkinli olman gerekir. Uçuk ihtimallerle vakit kaybedemezsin. Yanılırsan yenileceğini bilirsin. Bütün senaryoları düşünmek yerine en güncel ve en risksiz olana yoğunlaşırsın. Öyle bir derdin yoksa daha cesur olma lüksüne sahipsin. Milletin hesaba katmadığı faktörleri düşünmek sana daha ilginç gelir. Avamın göz ardı ettiği ihtimalleri hesaplamaktan zevk alırsın. Tahminlerin tutmasa ne gam? Üç beş kişi “ben söylemiştim” deyip sevinir, o kadar. Sevinsin garipler.
Vasatın tahminleri genellikle daha doğru çıkar. Çünkü eylemi yapanlar onlardır. Dünyayı akıl yönetmez, temelsiz varsayımlar ve sorgulanmamış duygular yönetir. Sokaktaki bin kişiye sorsan yarını daha doğru kestirirsin. Ama sokaktaki bin kişinin fikirlerini allayıp pullayıp tekrarlamanın ne tadı var ki? Her gün kabak yiyeceğine ara sıra havyar dene. Belki sayende üç beş kişinin ufku genişler, yeni tadlara özlem duymayı öğrenirler.
*
Haziran 2013’te “Her başbakan istifayı tadacaktır” yazısını yazdım. Alışılmış demokratik teamüller çerçevesinde bence doğru bir analizdi. Siyasi parti mantığının işlediği sistemlerde her lider on yılda yıpranır. O denli yalnızlaşan, tüm önemli politikaları başarısızlığa uğrayan, Gezi krizini o denli kötü yöneten bir lider, kendi partisinin bekası ve siyasi sistemin sağlığı için feda edilir. Gerekçe ve yöntem, istenirse beş dakikada bulunur. “Seçimle gelen ancak seçimle gider” diye bir kural da dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Nixon seçimle mi gitti? Thatcher seçimle mi gitti? De Gaulle seçimle mi gitti?
Ocak-Mart 2014’ün kasetler savaşında Erdoğan’ın gidici olduğundan emindim. Demokratik rejimleri bırak bir kenara, az çok kurumsal düzeni olan herhangi bir rejimde o denli kahredici darbeler yiyen bir lider ayakta kalamaz. Basireti varsa kendi çekilir; yoksa yoldaşları ve yandaşları çekilmesine yardımcı olurlar.
Torbalı Cezaevinde çok kişiyle bahse girdim. Şükür paldır küldür Şakran’a gönderdiler de ekonomik yıkımdan kaçabildim.
*
Tahminim tutmadı. Neden?
Çünkü “alışılmış demokratik teamüller” varsayımı yanlıştı. Çünkü “siyasi parti mantığı” işlemedi. En önemlisi, ortada bir ölüm kalım meselesi vardı ve ölüm kalım kavgasında Erdoğan’ın gözünü bu denli karartacağını, gerekirse şeytanla uzlaşmaktan, kan dökmekten, ülkeyi ve partisini yıkıma sürüklemekten çekinmeyeceğini kestiremedim.
Dönüm noktası sanırım 26 Aralık 2013’tür.[1] O gün – veya hemen öncesinde – köprüler atılmış, dönüşü olmayan yola girilmiştir. Rübikon aşılmıştır.[2] Ya herru ya merru!
O yola girmiş birinin, senin benim gibi insanların mantığıyla çıkar ve akıl hesabı yapacağını düşünmek yanlış olur. O yolun sonu ölümdür. Ölmeden kaç düşmanımı safdışı ederim hesabı yapabilirsin ancak.
Yalnız bir adam tüm dünyaya meydan okuyarak o adımı nasıl atabildi? Yarının tarihçilerini – ve belki dram yazarlarını – ilgilendirecek konu budur.
Benim aklıma ancak iki, ya da iki buçuk cevap geliyor.
Birinci cevap, siyasi dehadır. “Deha” tam da bu demektir: Makul insanların başka çıkış yolu yok dediği yerde çıkış yolu görebilme yeteneği. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi dehasının farkına ben 2014 başlarında vardım. Gözüm korktu. Ve itiraf edeyim, hayran oldum.
İkinci cevap hesapta olmayan güçlerdir. Tek başına Erdoğan’ın dehasının 2013-14 krizini atlatmaya yeteceğine ihtimal vermiyorum. Devletin silahlı güçlerini kontrol edenler o tarihte yenilginin eşiğine gelmiş (veya getirilmiş) olan Erdoğan’ın arkasında durmaya karar verdiler. Kim olduklarını anlamak için 28 Aralık 2013 tarihli gazetelerin manşetlerine göz atmanız yeter.
Üçüncü bir faktör de rol oynamış olabilir. AKP kadroları yolsuzluğa o derece batmıştır ki, 2013 krizinde bir siyasi parti gibi değil bir suç ve çıkar örgütü mantığıyla davranmışlardır; Erdoğan giderse kendi paçalarını kurtaramayacaklarından korkmuşlardır. AKP “ağır toplarının” mücadeleye devam yerine 2014’ten itibaren usulca sahneden çekilip Erdoğan’ı tek başına bırakmaları bunu düşündürür.
Bu da bir faktördür, evet. “Reis sen eskidin, git biraz dinlen” diyecek yerde uzamaları Erdoğan’ın elini güçlendirmiştir. Ancak deha ve devlet desteği olmadan işe yarar mıydı, hiç sanmam. Türk devleti hanım hanımcık bir devlet değil; 1960’ta Demokrat Parti’ye yaptıklarını 2014’te AKP kadrolarına yapmaktan kaçınacaklarını düşünmek için bir sebep yok. Yüz milletvekili asıp beş yüz parti kodamanını zindana atmak Türk Devleti için ne ki? Bilemedin yarım günlük operasyon.
*
Usta senin tahminin tutmuyor diyorlar. 2013’te Erdoğan gidici demiştin gitmedi, şimdi İstanbul’u vermez diyorsun gene bilemedin.
Mümkündür. Geleceği okuma şansım yok. Neden fikrimi değiştirdiğimi anlatmaya çalışıyorum, hepsi bu. Sadece “gözüm korktu” desem belki o da yeterli olur. Köprüleri bu denli yakmış biri geri adım atamaz, hep ileri gitmeye mecburdur. Siyasi dehasında bir eksilme belirtisi yok. Arkasındaki Devlet desteğinin çekildiğine ya da yakında çekileceğine dair bir belirti de yok. Maça girse maçı alır. Ve maça girmeye eli mecbur.
İstanbul’u vermeyecek. Ceketime bahse girerim.
[1] 25 Aralık’ta polis Erdoğan’ın en yakınlarını ve nihai olarak kendisini hedef alan geniş çaplı bir yolsuzluk operasyonu başlattı. İstifa eden bakan Bayraktar, yolsuzluk tezgahının başında Erdoğan’ın olduğunu beyan etti. 26 Aralık’ta soruşturmayı yürüten savcılar ve emniyet amirleri, yasanın açık hükümlerine aykırı olarak görevden alındı. 27 Aralıkta Ergenekon ve Balyoz davalarında kesinleşmiş mahkeme kararlarının yeniden ele alınacağı ilan edildi.
[2] Rahmetli Sezar MÖ 49’da Rubicon ırmağını ordularıyla aşarak Roma Cumhuriyetine savaş ilan etti. O günden sonra ancak ölebilir, ya da ölünceye dek diktatör olabilirdi.
Sevan Nişanyan
https://nisanyan1.blogspot.com/2019/04/istanbul-toto.html
21. yüzyıl Arap devriminin ikinci dalgası başladı!
2011’de Tunus’ta 23 yıllık diktatör Binali ile Mısır’da 30 yıllık diktatör Mübarek bir ay arayla devrilmişti. Bu, iki sene boyunca fırtına gibi bir Arap devriminin başka ülkelere de yayılmasıyla sonuçlanmıştı. Birinci Arap devrimi karşı devrimin galebesiyle sonuçlandı.
25 Şubat’ta Sudan devrimi hakkında yazdığımız yazıyı Arap devriminin yeniden ayağa kalkacağı öngörüsüyle bitirmiştik. Şimdi 15 gün içinde biri Cezayir’in 20 yıllık diktatörü Buteflika, öteki Sudan’ın 30 yıllık diktatörü Ömer Beşir devrildi. 21. yüzyıl Arap devriminin ikinci dalgası başlamış bulunuyor!
https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/sudan-devriminin-ilk-zaferi-halk-duzenli-gecisi-asabilecek-mi
Onların yapamayacakları şey yoktur elbet de, bizim yapabileceğimiz şey nedir?
1 Nisan’daki “Hızla Bayır Aşağı” yazısına attığım yorumda tam da işlerin bu şekilde gelişeceğini tahmin ettiğim için “Nasıl bir yol izlemek gerekir?” diye sormuştum. Cevabınız “soğukkanlılık, uyanıklık, dayanışma.” olmuştu. Peki bugün tekrar soruyorum, soğukkanlılık, uyanıklık, dayanışma ile ne yapmalıyız?
Ben açıkçası “Seçimi Çaldırmayız”, “İrademize Sahip Çıkıyoruz” veya “Demokrasi Nöbetleri” gibi bir slogan altında şehir meydanlarında sessiz kitlesel nöbetler başlatmak gerektiğini savundum, kabaca Demir Küçükaydın’ın dediği gibi. Bunun için en iyi tarih de 2 Nisan’dı. En iyi ikinci tarih bugün. YSK nihai kararını vermeden önce iktidardan gelen yoğun baskıya karşı bir basınç oluşturulmalı…
Seçimler veya sokak değil seçimler + sokak kullanılmalı. Bakın yine Haziran seçimi sonrası gibi inisiyatifi kaybediyoruz, rejim ise hamle üstüne hamle yapıyor…
Onların yapamayacakları şey yoktur elbet de, bizim yapabileceğimiz şey nedir?
1 Nisan’daki “Hızla Bayır Aşağı” yazısına attığım yorumda tam da işlerin bu şekilde gelişeceğini tahmin ettiğim için “Nasıl bir yol izlemek gerekir?” diye sormuştum. Cevabınız “sogukkanlılık, uyanıklık, dayanışma.” olmuştu.
Ben açıkçası soğukkanlılık zamanının geçtiğini, uyanıklık zamanının geldiğini, “Seçimi Çaldırmayız”, “İrademize Sahip Çıkıyoruz” veya “Demokrasi Nöbetleri” gibi bir slogan altında şehir meydanlarında sessiz kitlesel nöbetler başlatmak gerektiğini savunuyorum, kabaca Demir Küçükaydın’ın dedigi gibi. Bunun için en iyi tarih de 2 Nisan’di. En iyi ikinci tarih bugün. YSK nihai kararını vermeden önce iktidardan gelen yoğun baskıya karşı bir toplumsal basınç oluşturulmalı…
Seçimler veya sokak değil seçimler + sokak kullanılmalı. Bakın yine Haziran seçimi sonrası gibi inisiyatifi kaybediyoruz, rejim ise hamle üstüne hamle yapıyor…
Hürriyet üzerinden seçim eleştirisi
Hürriyet gazetesinin (1 Nisan 2019) “Cumhurbaşkanı” olarak sunduğu AKP Genel Başkanı Erdoğan Ankara’da yaptığı balkon konuşmasında “Yüzde 52 oy alan bir partimiz var. Milletimiz bizi 15’inci defa sandıkta birinci yaptı. 4.5 yıl bu kardeşiniz Cumhurbaşkanı mı? AK Parti iktidar mı? Şu ana kadar nasıl geldiysek aynı şekilde devam edeceğiz” demiş. Gazetemsi Hürriyet de bu boş, züğürt tesellisi lafları kapaktan manşet yapmış. Yapar, yapar! Ben de şimdi yapacağımı yapacağım:
***
1) Yüzde 52 oy alan bir partimiz var.
-El cevap: Genel seçim ile yerel seçimin içerik ve hedefi aynı değildir. Genel seçimde parti figürü öndedir. Yerel seçimde adayın kimlik ve kişiliği öndedir. AKP, kazıklayarak İstanbul’a aday yaptığı Binali Yıldırım sayesinde yüzde 48.7 oy aldı. Bu oyun yarısı kurban edilen Binali Yıldırım’ın gül hatırına verildi. Aynı şey Ankara ve İzmir için de geçerlidir. Yüzde 7-8 de MHP’nin payını düşmek gerekir. Arap imamların lehine günlerce dua ettiği Erdoğan, İstanbul’dan bir ilçe başkanını aday yapsaydı iyice bozguna uğrardı.
2) Milletimiz bizi 15’inci defa sandıkta birinci yaptı.
-El cevap: AKP sadece 2002 yılında hilesiz seçim kazandı. Bu seçimi izleyen 13 seçim ve referandumun tamamında her türlü kirli oyun ve hile vardır. Hiç belli olmaz, bu 13 seçim ve referandumu yöneten YSK mensuplarından biri bir gün hidayete erip itirafta bulunur ya da iktidar değişiminde hile belgeleri ortaya çıkar. Bunlar mutlaka olacaktır.
3) 4.5 yıl bu kardeşiniz Cumhurbaşkanı mı? AK Parti iktidar mı? Şu ana kadar nasıl geldiysek aynı şekilde devam edeceğiz.
-El cevap: Evet, doğrudur: Erdoğan 4.5 yıl cumhurbaşkanı ve AKP 4.5 yıl iktidarda… Ancaaak: Şu ana kadar nasıl geldilerse aynı şekilde devam etmeleri olanaksız. Ayrı zaman ve mekânda aynı “şey” tekrarlanamaz. Buna siyasal topludurum (konjonktür) ve ekonomi asla izin vermez. Öncelikle “sıcak para” suyunu çekti. İkincisi: Suriye’den önceki “cicim” dönemi artık hayal. Üçüncüsü de ipiyle kuyuya inilmez Devlet Bahçeli’nin ne yapacağı. Dördüncüsü: Gelecek simyacılığı Allah’a şirk koşmaktır.
AKP’nin önünde tek bir çıkar yol var: Parlamenter demokrasiye dönmek. Başyücelik (Tek Adam) rejimi, zifirî karanlıkta uçurumun kıyısında yürümeye benzer.
***
Hürriyet’in dedikodu kâtibi Ahmet Hakan’a gelince: 30 Mart 2019 tarihli gazetede şöyle yazıyor: “Yıllar içinde herkeste olduğu gibi bende de şöyle bir kanaat oluştu: Erdoğan, seçim kazanma sihirbazı. Halkın duygularını iyi biliyor. Bir bildiği kesin vardır.”
Sihirbaz, “büyücü, gözbağcı, hokkabaz” anlamına geliyor. Demek ki Erdoğan’ın gerçek olmayanı gerçekmiş gibi gösterme marifeti varmış. Bir devlet adamına yakışmaz bir nitelik!
Kendisinden önceki cumhurbaşkanlarının belli ve önemli nitelikleri vardı; mukayese edelim:
1-Atatürk ve İnönü: Mareşal, vatan kurtarıcısı, Cumhuriyet kurucusu.
2-Bayar: Kuvayı Milliyeci, bankacı.
3-C. Gürsel ve K. Evren: Darbeci orgeneral.
4-C. Sunay ve F. Korutürk: Orgeneral ve oramiral.
5-Demirel ve Özal: Yüksek Mühendis, planlamacı.
6-A. N. Sezer: Anayasa Mahkemesi Başkanı.
7-A. Gül: İyi-kötü bir akademik kariyer sahibi.
8-R. T. Erdoğan: İslamcı ve seçim sihirbazı.
***
Ahmet Hakan, Kemal Kılıçdaroğlu’nu yıllarca sarakaya aldı, her seçimden sonra CHP genel başkanlığını bırakmasını buyurdu, dalgasını geçti. Ama işte bu “becerisiz” dediği adam Türkiye’nin siyaset ve ekonomi başkentlerini, turizm merkezlerini o pek sevdiği seçim sihirbazının elinden almayı başardı; ülkenin siyasi rotasını değiştirdi. Dolayısıyla da sıradan bir magazin kâtibinin ağzının payını vermiş oldu.
Özdemir İnce, 7 Nisan 2019 Pazar, Cumhuriyet
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1333464/Hurriyet_uzerinden_secim_elestirisi.html
“Bu seçimin sonuçları, “Ayağına gitmeniz yeterli değildir, vakit erişince seçmen halk size gelir” düşüncemi bir kez daha doğruladı. Ama henüz yeterli değil. AKP rejiminde burnunun biraz daha sürtülmesi, din afyonunun aç mideyi doyurmadığının iyice anlaşılması ve muhalif belediyelerin çok başarılı olmaları gerekiyor. O zaman AKP heykeli un ufak olur ve R.T.Erdoğan’ın da sıradan bir insan olduğu anlaşılır.
Yitirmeye alışkın olmayan ve ummadığı bir sonucun altında ezilen AKP, kirli çamaşırları toparlamak, vukuat belgelerini imha etmek için itiraz çamuruna yatıyor.”
http://ozdemirince.com/marlene-dietrich/
Akpartiyet * bile bunları söyleyebiliyor:
Seçimleri kaybeden gider kazanan gelir kural budur
Ordu gitmez, izin vermez diyenler yanılmışlardı. Erdoğan gitmez, izin vermez diyenler de yanılıyorlar.
http://www.serbestiyet.com/yazarlar/gurbuz-ozaltinli/secimleri-kaybeden-gider-kazanan-gelir-kural-budur-848853
AK Parti ülkeyi nereye sürüklediğinin farkında mı?
Ülke içinde ve dışında, AK Parti’nin her türlü hukuk dışı yollara başvurarak kaybettiği seçimin sonuçlarını tanımayacağı ve gerekli tedbirleri alıp özellikle İstanbul’u yeniden seçime götüreceği ileri sürülüyordu. Şimdi kendi eliyle bunu doğrulayacak işler yapıyor. AK Parti, zaten hayli örselenmiş güven endeksinin iyice dip yapmasına yol açacak ne varsa yapacak bir yola girmiş gibi görünüyor.
http://www.serbestiyet.com/yazarlar/atilla-aytemur/ak-parti-ulkeyi-nereye-suruklediginin-farkinda-mi-848868
Yapmayın, tarih sizi affetmez!
Türkiye’de her şey unutulur ama seçimlere düşürülen gölge, milli iradeyi beğenmeme, hazımsızlık unutulmaz. Çünkü bu sadece siyasi değil, ahlaki bir mesele olarak hafızalara kazınır. O yüzden bugün hala 1946 seçimlerini konuşuyoruz. Yarın birileri de 2019 seçimlerini konuşurlar. 17 yılda hakkıyla 14 seçim kazanmış bir parti tarihe böyle geçmemeli.
http://www.serbestiyet.com/yazarlar/yildiray-ogur/yapmayin-tarih-sizi-affetmez-848846
* Serbestiyet mi, Akpartiyet mi?
https://twitter.com/gunzileli/status/635536937378553860
http://www.gunzileli.com/2015/08/23/serbestiyet/
12 Eylül’ün çocuklarından kendileri merhum, fikirleri hayatta olan babalarına bir vefa örneği:
Evren ve Şahinkaya hakkındaki davanın ortadan kaldırılmasına karar verildi
YARGITAY’ın, Ankara 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nce verilen davanın düşürülmesi kararını usul yönünden bozmasının ardından, yeniden görülen 12 Eylül davasında, dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkındaki kamu davasının ortadan kaldırılmasına karar verildi.
Ankara 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya, 12 Eylül davasının mağdurları müştekiler, Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve müdahil baro temsilcileri ile müşteki avukatları katıldı. Mahkeme heyeti, davaya katılan tüm tarafların beyanlarının tamamlanmasının ardından kararını açıkladı. Kararında, Yargıtay 16’ncı Ceza Dairesi’nin bozma kararına uyan mahkeme heyeti, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkındaki kamu davasının, sanıkların ölümleri nedeniyle ortadan kaldırılmasına hükmetti. Mahkeme heyeti kararında, Evren ve Şahinkaya’nın mal varlıklarına el konulması ve sanıkların TSK’dan çıkarılması ile rütbelerinin geri alınmasına yer olmadığına hükmetti.
Bu zaferle birlikte Ak-Koyun’lu Devleti’ne ve hükümdarı Uzun Hasan’a – nam-ı diğer “Uzun Adam” – önemli bir darbe indirdik. Ama nihai zafere kadar durmak yok, yola devam!
This will begin to make things right
(Unlike “the reactionist” March 31)
Artik halk bu kirli oyunada dur demiyorsa o Zaman bizlerin soylecek birsey yok! Istanbul seçimi yenilenilir iktidar kazanir sozde muhalefet sahte kahramanliga donusur herkes rahat Eder ve mutlu olur….. Bugunun Türkiye gercegi budur! Siyasal Islam Istanbul Dan vazgecmez….. Oyle buyuk fak olusmasi lazim ki sesleri cikmazin oda olmayacana gore merhaba fasizim diyebilirsiz.
Abi bu yazılar ilgini çekebilir:
https://www.aydinlik.com.tr/sadece-kitlelerin-talepleri-onemlidir-yavuz-alogan-kose-yazilari-nisan-2019
https://www.aydinlik.com.tr/jeopolitikle-kitlelere-gidilmez-yavuz-alogan-kose-yazilari-nisan-2019
Son dakika… Cezayir’de flaş gelişme: Anayasa Konseyi Başkanı Tayyib Bilayz istifa etti
Cezayir’de göstericilerin görevi bırakmasını istediği isimlerden Anayasa Konseyi Başkanı Tayyib Bilayz istifa etti
Bir Ak-Trol’ün Notlarından:
https://bekirlyildirim.wordpress.com/2019/04/03/yskya-ne-gerek-var-karar-son-noktayi-koymus-seyh-ul-beledimiz-imamoglu/
http://marksist.net/ilkay-meric/sudanda-halk-isyani-ve-askeri-darbe
Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’den Sudan’a destek açıklaması
Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, ülkesinin, mevcut aşamayı aşması için Sudan’ı tam desteklediğini söyledi.
Mısır Cumhurbaşkanlığından yapılan yazılı açıklamaya göre, Sisi, Sudan Askeri Geçiş Konseyi Başkanı Abdülfettah el-Burhan ile telefonda görüştü.
Sisi, görüşmede, ülkesinin Sudan’ın güvenliğine ve istikrarına tam destek verdiğini, Sudan halkının ülkelerinin geleceğini şekillendirme ve devlet kurumlarını koruma konusundaki istek ve seçimlerini desteklediğini ifade etti.
Sisi, ülkesinin, Sudan halkına her türlü yardımı sunmaya hazır olduğunu vurguladı.
“Diktatörlerin, iktidarları uğruna yapmayacakları şey yoktur!”
Mısır’da Anayasa Değişikliği Onaylandı
Mısır parlamentosu, Sisi’nin 2030’a kadar görevde kalmasının önünü açan anayasa değişikliğini onayladı.
Orduya “anayasa ve demokrasiyi” koruma yetkisi
Öte yandan, parlamentoda anayasanın 200’üncü maddesinde yapılan değişikliklerle orduya “anayasa ve demokrasiyi koruma” yetkisi verildi.
Söz konusu madde şu şekilde değiştirildi:
“Silahlı kuvvetler halkın mülküdür. Görevi, ülkeyi korumak, ülkenin güvenliğini ve topraklarının emniyetini sağlamak, anayasayı ve demokrasiyi korumak, devletin temel bileşenlerini ve sivilliğini, halkın kazanımlarını, fertlerin haklarını ve özgürlüklerini muhafaza etmektir. Bu güçlerin tek kurucusu devlettir. Hiçbir şahıs, taraf, kurum ya da grup askeri veya benzeri hiçbir oluşum kuramaz.”
Sermayenin has uşağı: Kılıçdaroğlu
Kızıl Bayrak – Sayı: 2010/27 – 09 Temmuz 2010
Sermaye basınının bir kısmı CHP içindeki lider değişikliğine büyük bir destek verdi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını ve peşinden genel başkan olmasını özellikle Doğan ve Çukurova holdinglere bağlı medya grupları destekledi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk röportajını Doğan grubuna ait Radikal gazetesine yapması tam da bu karşılıklı muhabbetin bir ifadesiydi.
Radikal gazetesine açıklamalarda bulunan Kemal Kılıçdaroğlu, Kürt sorunu, türban sorunu ve ekonomiye dair görüşlerini dile getirdi. “Türban sorununu da terör sorununu da biz çözeceğiz” diyen Kemal Kılıçdaroğlu, “işçilerle işverenler” arasındaki kutuplaşmanın artık ortadan kalktığını buyurdu!
Kılıçdaroğlu kimliğini inkâr ederek devlet içinde yer bulabildi
Kemal Kılıçdaroğlu Radikal gazetesine yaptığı açıklamalarda, Kürt sorunu konusunda şunları söylüyor: “‘89 raporunun her satırını savunuyoruz. Sorunu, aklı ve mantığı öne koyarak toplumsal destek sağlayarak çözmeye hazırız.” Kürt sorununun özüne dair somut “çözüm önerileri”ni ise ısrarla açıklamıyor. Zira Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanı olduğu CHP, Kürt sorununu “terör sorunu” olarak görmekte ve ekonomik kalkınma ile çözüleceğini savunmakta, Kürt sorununu yok sayan, inkâr eden ve imha siyasetini güden bir politik yaklaşım sergilemektedir.
Salt Kürt düşmanı ırkçı politikalar ile kitleleri kazanamadıklarını gören CHP yönetimi, sermayenin de isteği doğrultusunda farklı bir imaj da oluşturmaya çalışıyor. CHP’nin ırkçı politikalarla hükümet olamayacağı açıktır. Zaten o politikayı yıllardır sürdüren ortada MHP var. Aynı tabana CHP’nin de hitap etmesi, CHP’nin oylarını yükseltmeye elbette yetmez. Sermaye, MHP’yi her zaman o kulvarda tutmaya devam edecektir. Zira böylesi bir politik partiye gereksinimi var. Oysa sermaye CHP’nin daha geniş bir kitle partisi olmasını istiyor. Kemal Kılıçdaroğlu ile amaca ulaşabileceğini umuyor.
Kemal Kılıçdaroğlu hep ulusal ve mezhepsel kimliğini inkâr etti. Ailesinden birçok kişinin Dersim katliamında katledilmesine rağmen, Eskişehir ve Akşehir dolaylarından Dersim’e geldiklerini söyleyerek, Türk olduğunu iddia eden de Kemal Kılıçdaroğlu’ydu. O, bürokraside çalıştığı ve siyaset yaptığı yıllarda zorunlu kalmadıkça Dersim, Kürt ve Alevi sözcüklerini zinhar kullanmadı.
O, bir “devlet Alevisi” ve “devlet Kürdü” olarak devlet katında önemli yerlere tırmandı. Dersim direnişini ve direnişçilerini eşkıya olarak lanse eden, Onur Öymen türü kafatasçı CHP yöneticilerini hararetle alkışladı. Güya sermaye Türk devleti Dersim’e modernizmi ve hizmet etmeyi getirecekmiş de, eşkıyalar ve Dersim aşiretleri bunu engellemişler. Bu yüzden “tatsız olaylar” olmuş, hatta M. Kemal’in ve Türk sermaye devletinin bu katliamdan haberi bile yokmuş. Kemal Kılıçdaroğlu, pişkince tüm bu yalana dayalı söylemleri yıllarca dilinden düşürmedi.
Kemal Kılıçdaroğlu, Kürt ve Alevi kökenli olmasına karşın, hep Türk burjuvazisinin safında yer aldı. Kendisini Türk ve Sünni olarak sermaye devletinin temsilcisi ve koruyucusu oldu. “Etnik kökene dayalı siyaset yapmak doğru değil” diyerek, sözde milliyetçiliğe karşıymış gibi gözükmesi, Kürt kimliğini inkâr ettiğinin en açık göstergesidir. Kemal Kılıçdaroğlu; Kürt sorununun gerçek çözümü yolunda önemli bir adım olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına yönelik, imha, inkar ve asimilasyon politikalarına sadık biri olarak öne çıktı.
Kılıçdaroğlu, sosyal devleti yeniden ayaklandıracakmış!
Radikal gazetesinde yer alan açıklamalarında Avrupa’daki “yeni sol” anlayışını izleyeceklerini belirten Kılıçdaroğlu, işçilerin ve patronların artık farklı kutuplar olmadığını iddia ederek “artık özel sektörü reddeden anlayış yok. Sosyal piyasa ekonomisi diyoruz. İşçi ve işveren artık karşıt kutuplar değil” ifadesini kullandı. Böylece Kılıçdaroğlu, bildik hiç de yeni olmayan demagojik söylemleri öne çıkararak yoksulluk sorununu gündeme taşıdı. AKP’nin sadaka ve ianeye dayalı yaklaşımını “makarnacı devlet” olarak nitelendirerek, “sosyal devlet”ten söz etti. Sosyal politikalar konusunda Avrupa sosyal demokrat partilerinin icraatlarına övgü ve güzellemeler dizdi.
Kılıçdaroğlu’nun sosyal politikalar konusunda rehber edindiği Avrupa sosyal demokrat partilerinin icraatları biliniyor. Sosyal demokrasinin öncüsü Alman SPD, Almanya’da neoliberal politikaların yerleşmesine öncülük etti. İngiltere’de İşçi Partisi yıllarca emek karşıtı politikaları en katı biçimde uyguladı. Bugün ekonomik kriz gerekçesiyle işçi ve emekçilerin haklarına şiddetle saldırılan, ekonomik ve sosyal yıkım programlarını uygulamak için çabalayan Yunanistan ve İspanya’da aynı çizgideki partiler hükümetteler. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun övgüye boğduğu bu partilerin “sosyal devlet”i uygulamak bir tarafa, “sosyal devlet”in kalıntılarını dahi silip atma çabası içindedir.
Kılıçdaroğlu, “sosyal devlet” demagojisini yine kendisi Referans gazetesinde 21 Haziran’da çıkan söyleşisinde açığa vurmuştur. “Denetlenebilir Piyasa Ekonomisi Kuracağız” başlığıyla verilen bu söyleşide o, yoksullara sadaka yöntemi dışında AKP’nin bugüne kadar uyguladığı ekonomi anlayışını özü itibariyle savunmuş ve CHP’nin hükümet olması durumunda benzer politikaları sürdüreceğini açıklamıştır. Aynı söyleşide ne emekçilerin gerçek sorunu olan güvencesiz ve örgütsüz çalışmaya dayalı sömürü düzeni ne de piyasalaşan sağlık, eğitim ve mezarda emeklilik konusunda hiçbir şey söylemeyen de Kemal Kılıçdaroğlu’dur.
Kısacası, Kemal Kılıçdaroğlu da ekonomi programına da burjuvaziyi daha da palazlandırma anlayışı yön veriyor. Kemal Kılıçdaroğlu sermayenin hizmetkârı, işçi sınıfı olmak ve emekçilerin düşmanıdır. CHP’nin başına kim gelirse gelsin, o, CHP’nin devlet politikasını uygulamak zorundadır. O, kapitalist düzenin koruyucusu ve sözcüsü olarak görevini sürdürecek ve bu yaklaşımını işçi ve emekçilere yönelik saldırı politikaları ile birleştirecektir. Öyle anlaşılıyor ki, Kemal Kılıçdaroğlu ismi ile yıllardır AKP politikasından bıkan emekçi kitleler, reformcu bir rüzgârın sersemletici dumanı altında bırakılmak isteniyor. Bu nedenle de, daha bugünden bu tür anlayışlara karşı devrimci sınıf mücadelesi yükseltilmelidir.
https://issuu.com/solyayin2/docs/sikb-10-27/7
TÜSİAD: Saldırıyı kınıyoruz
Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun uğradığı saldırıyla ilgili Twitter’dan açıklamada bulundu.
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski Twitter’dan yaptığı açıklamada, “Sayın Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıyı kınıyoruz. Bu saldırı toplumsal birlik ve çoğulculuğumuzu güçlendirecek saygılı siyasi tutum ve söylemlerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir. Terörizm ile ancak iktidarıyla, muhalefetiyle ve toplumun tüm kesimlerinin ortak mücadele ruhuyla mücadele edebiliriz. Bu vesile ile tüm şehitlerimizi bir kez daha rahmetle anıyor, yakınlarına başsağlığı diliyoruz” dedi.
Zileli tebrikler… birkaç yıldır senin burada yayınladığın metinlerini çeşitli açılardan ağır şekilde eleştiriyordum ama muhalefetin geneli bu iş bitti yendik kazandık derken çok doğru noktalara değindin ve öngörülerin maalesef gerçekleşti.
Türk milli kültürü: Şekil 1.
https://twitter.com/SevanNisanyan_r/status/1120057158236889089
I know what CHP did last summer.
They said: “Adam kazandı beyler!”
Kılıçdaroğlu’nun yüzüne inen yumruk ve faşizmin yükselen sesi
Gerçek
22 Nisan 2019, Pazartesi
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ankara’nın Çubuk ilçesindeki asker cenazesinde “şehitler ölmez vatan bölünmez” ve “kahrolsun PKK” sloganları atan bir güruhun tekme ve yumruklu saldırısına uğradı. Bu saldırının bir anlık öfkenin ya da toplumsal galeyanın ürünü olmadığı açıkça görülüyor. Süleyman Soylu’nun “Valilere talimat gönderdim, şehit cenazelerinde CHP il başkanları protokole alınmayacak” sözleri hatırlarda tazeliğini koruyor. Soylu, sadece bu sözleriyle saldırıya zemin hazırlamış değildir; aynı zamanda kendisi cenazenin ve katılanların güvenliğinden de en üst düzeyde sorumlu olan kişidir ve bu görevini yerine getirmediği açıktır.
Hayatın olağan akışı içinde Süleyman Soylu’nun derhal istifa etmesi gereklidir. Ne var ki 16 Nisan “mühürsüz” referandumu sonucunda geçirilen Anayasa’da İçişleri Bakanlığı’nın seçim döneminde tarafsız olma zorunluluğu kaldırılmıştır. Dolayısıyla İçişleri Bakanlığı partizan bir aygıta dönüştürülmüştür. Süleyman Soylu’nun Büyükçekmece başta olmak üzere tüm İstanbul’da polis teşkilatını doğrudan seçim sürecine müdahele etmek için kullanması bu durumun bir sonucudur. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı karşısında İçişleri’nin aczinden değil dahlinden söz edilebilir. Meşruiyetini yitiren sadece bakan değil inşa edilen istibdad rejiminin kendisidir.
Yarı askeri karakterdeki bu rejim çıplak gerçekliğini bu saldırı vesilesiyle gözler önüne sermiştir. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın olay yerinde Kılıçdaroğlu’na saldıran kitleye “arkadaşlar” diye hitap etmesi, “mesajınızı verdiniz, tepkinizi gösterdiniz” diyerek, kitleyi teskin etmenin ötesine geçip tutum alması da son derece anlamlıdır.
AKP cephesinden Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın, AKP sözcüsü Ömer Çelik ve AKP İstanbul Büyükşehir adayı Binali Yıldırım’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda kınama ve geçmiş olsun mesajları gelmiştir. Ancak uzun süre boyunca Tayyip Erdoğan sessizliğini korumuştur. AKP cephesinden gelen mesajların samimiyeti tartışılır ancak olağan bir reflekstir. Erdoğan’ın şeklen de olsa şahsen saldırıyı kınamamış ve Kılıçdaroğlu’na geçmiş olsun dememiş olması ise düşündürücüdür.
Türkiye’nin yakın siyasi tarihi Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırının hafife alınmaması gerektiğini gösteren örneklerle doludur. Bu saldırının son derece kritik önemde olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinin iptali için YSK’nın görüşmelerinin sürdüğü bir aşamada gerçekleşmesi ayrıca önemlidir.
Devlet Bahçeli’ye gelince, adeta saldırıyı siyaseten üstlenmiş ve “o adama yumruk attıracak kadar ne yaptın” diyerek Kılıçdaroğlu’nu suçlu çıkartmaya çalışmıştır. Oysa bu saldırıda Kılıçdaroğlu’nun bir suçu varsa o da mitinglerde bozkurt işaretleri yaparak, ben de ülkücüyüm diyerek ve MHP artığı İyi Parti ile ittifak kurarak Türkiye’deki faşist hareketi meşrulaştırmasıdır. Kılıçdaroğlu, son yıllarda ve tüm seçim süreci boyunca suçuna kendi solundaki güçleri de ortak etmiştir. Ancak gün gelmiş ve faşizm gerçek yüzünü tüm açıklığı ile gözler önüne sermiştir.
Saldırıyı siyaseten himaye eden Bahçeli, “İstanbul’daki seçimlerin tekrarı beka meselesidir. İstanbul sokakta bulunmamıştır. Türkiye düşmanlarına çalınmış oylarla hiçbir vatan köşesini veremeyiz” diyerek CHP’yi düşman ilan etmiştir. Bahçeli’nin “İçişleri ve Adalet Bakanlığıyla, MİT ve emniyet olağanüstü itiraz sürecinin isabetli bir sonuç vermesine katkı sunacak mıdır?” sözleri ise seçimlere herhangi bir müdahalesi asla meşru görülemeyecek olan kuvvetleri göreve çağırmaktadır. Bu ses faşizmin sesidir.
Erdoğan ise uzun süredir izlediği politikalarla, seçim dönemi boyunca tüm muhalefeti terörle birlikte anan söylemiyle ve şimdi Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırının ardından gelen suskunluğuyla faşizmin yolunu açmaktadır. Türkiye’de faşizmin çoktan kurumsallaşmış olduğunu söyleyenler yükselen faşist tehlikenin önemini gözden kaçırmaktadır. Faşizm, burjuvaziden itidal ve normalleşmeyi bekleyerek değil birleşik işçi cephesiyle ve direnerek püskürtülür.
https://gercekgazetesi.net/karsi-manset/kilicdaroglunun-yuzune-inen-yumruk-ve-fasizmin-yukselen-sesi
Tersi ve yüzü
27 Aralık 2018 akşamı Halk TV’de Cüneyt Akman’ın Zamanın Ruhu programına çıkacaktım. Yapımcının odasında toplantı halindeyiz. Yapımcı yayında kullanacağı dialari, fotoğrafları gösteriyor. Derken Adonis’li bir fotoğraf gözüme ilişiyor. Meğer Suriye ve Arap dünyası üzerine bir soru varmış. Ama fotoğraf 1980’lerden kalma. Paris’te UNESCO binasında Arap Birliği bürosunda çekilmiş. Siyah-beyaz. Adonis’te ve bende saç-sakal simsiyah. Yanımdaki telefonda epeyce fotoğraf var. Paris’te “Les Editeurs” adlı kahve-lokantada çekilmiş fotoğraflar. Doğal olarak masada şarap şişeleri var. Yapımcı, “Abi bunlar olmaz!” diyor. İçki şişeli, dolu içki kadehli görüntüler yasakmış laik Türkiye’de. Oysa en çok içki İslamcıcıların en bol olduğu yerlerde içilir. Süleyman Demirel hükümeti Ülker’i Yalvaç Lisesi’ne sürgüne gönderdiği zaman, bir bakkal dükkânının bütün raflarının konyak (kanyak) şişeleriyle dolu olduğunu görmüştüm. Yalvaç, mutaassıp, muhafazakâr bir ilçeydi güya!
***
Her dinde yasaklar, günahlar vardır: 10 yasak, 12 günah falan.
TEVRAT’ta 10 EMİR: 1. Allah’tan başka ilahların olmayacak. 2. Kendin için oyma put yapmayacaksın. 3. Allah’ın ismini boş yere anmayacaksın. 4. Cumartesi günü hiçbir iş yapmayacaksın. 5. Babana ve anana hürmet edeceksin. 6. Adam öldürmeyeceksin. 7. Zina etmeyeceksin. 8. Çalmayacaksın. 9. Yalan şahitliği yapmayacaksın. 10. Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.
***
Kitaplarda yazdığına göre, hadislerde tamı tamına 12 adet büyük günahlar (kebair) var: 1. Allah’a ortak koşmak, 2. Haksız yere adam öldürmek, 3. İffetli, temiz bir kadına zina etti diye iftirada bulunmak, 4. Zina yapmak, 5. Düşman hücumu sırasında savaştan kaçmak, 6. Sihir ve büyü yapmak, 7. Yetim malı yemek, 8. Müslüman ana-babaya asi olmak, 9. Aileye karşı istikameti terk etmek, 10. Faiz yemek, 11. Hırsızlık yapmak, 12. İçki içmek.
Benim 12 üzerinden işlediğim bir tek günah (içki içmek) var.
***
Rüşvet, iftira, yolsuzluk, adam kayırma, haksızlık yapmak, nepotizm, asabiyet gibi şeyler bu 12 günah arasında yer almıyor. Tuhaf değil mi?
***
İslamiyette 7 büyük günah: 1- Allah’a şirk, ortak koşmak. 2- Büyücülük 3- Katillik 4- Harpten kaçmak 5- Yetim malı yemek 6- Faizcilik 7- Namuslu kadına iftira etmek. (Buhari, Müslim)
Hıristiyanlıkta ise 7 büyük günah daha farklı: 1- Kibir, kendini beğenmişlik 2- Açgözlülük 3- Şehvet düşkünlüğü 4- Kıskançlık, hasetlik 5- Oburluk 6- Öfke, yıkıcılık, gazap etmek 7- Tembellik, miskinlik.
***
Günümüzde dinsel günah ve yasaklar elbette bir işe yaramıyor. Dinsel günah ve yasaklar bireyin, tek insanın bilinç ve vicdanının dışında olduğu için sadece şimdi değil hiçbir zaman yaptırım gücü olmadı. “Öteki dünya”, “mahşer günü” bir fanteziden ibaret. “Bu dünyada işlediğin günahların hesabını bir başka dünyada vermek” yani veresiye günah anlayışı ahlaklı yaşamanın önündeki en büyük engel. Arap baharları, laik ve demokratik bir devrimi amaçlamadığı (yaratamadığı) için yıktığı iktidara dönüşen despotizmlerle sonuçlandı.
***
Türkiye’nin 1 Nisan 2019 tarihinden bu yana yaşadıkları siyasallaşmış bir İslamın ve siyasallaşmış bir İslamı kendine rehber yapmış olan bir siyasal partinin asla demokratikleşemeyeceğini kanıtlıyor. Kanıtladı. Yazmıştım!
Yazdıklarımı, Dört Halife’den bu yana İslam toplumlarının tarihi ve AKP’nin 17 yıllık iktidarı doğrulamaktadır. AKP, özellikle İstanbul’da vereceği hesap varsa (ki var), onu mutlaka bu dünyada verecek. Verilecek hesapların kayıtları devletin arşivlerinde duruyor.
Özdemir İnce
21 Nisan 2019 Pazar
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1355494/Tersi_ve_yuzu.html
‘Diktatörlerin Yapmayacakları Şey Yoktur…’
Keskin, Türk gençler ve emekçileri uyandıracak devrimci yazılarınızın yayınlanmasına izin verilmesini nasıl izah edersiniz?
siz izah edin.
Gün Bey, halkların sokaklara dökülme ve barikatlar kurmasını savunan bir kimse olarak Marksist Demir Küçükaydın ve ilhamını ondan alan ʻ7 MSʼ arkadaşın seçimle ilgili benzer fikirler hakkında ne düşünüyorsunuz? Gelecek seçimlerde yararlı olabilir mi?
ne diyorlar?
1. Ellerindeki mevcut teknoloji ile sadece göze çarpanları susturuyorlar.
2. Siz ve benzerlerinizin halk üzerinde etkisi olmadığını biliyorlar.
3. Siz ve benzerlerinizin seçmenler üzerinde etkisi olmadığını biliyorlar.
4. İktidar kapışma seçimlerinde seçmenleri asıl ilgilendiren ekonomik gelişme ve refahlığa ulaşma konusunda siz ve benzerlerinizin bilgi kısıtlığı.
5. İma ettiğiniz ʻözgürlük gelirse, refahlık da kendiliğinden gelirˮ fikrinin günümüz dünyasında saçmalığı.
Daha çok var ama belli ki ne bilmek ne de işitmek istiyorsunuz.
Ne dedikleri aşağıda.
Galiba okuyup unuttuğunuz:
ʻʻ5 MS 1 Nisan 19 / 8pm
Bir 7 Haziran sonrası tekrar seçim, referandumdaki mühürsüz oylar veya kayyum atama benzeri senaryonun uygulanmasını engellemek, inisiyatifi kaptırmamak için nasıl bir yol izlemek gerekir?ˮ
Cevabınız :
ʻʻ Gün Zileli, Nisan 1st, 2019 at 20:59
soğukkanlılık, uyanıklık, dayanışma.ˮ
Galiba okumadığınız:
ʻʻ7 MS 12 Nisan 19 / 11
ʻBen açıkçası “Seçimi Çaldırmayız”, “İrademize Sahip Çıkıyoruz” veya “Demokrasi Nöbetleri” gibi bir slogan altında şehir meydanlarında sessiz kitlesel nöbetler başlatmak gerektiğini savundum, kabaca Demir Küçükaydın’ın dediği gibi. Bunun için en iyi tarih de 2 Nisan’dı.ˮ
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2019/04/klcdarogluna-saldr-aclk-grevleri-ve.html
evet, bunlara katılıyorum.
Özelleştirmeci Diktatörlerin Yapamayacağı Şey Yoktur!
“Kapitalist Türkiye”de “özelleştirme”lerin çok olması değil, aksine, yetersiz oluşu bir sorundur.
Etnik Türk milliyetçiliğine dayanan “Türk”iye Cumhuriyeti’nde “Türk” Silahlı Kuvvetleri, “Milli” Savunma ve “Milli” Eğitim bakanlıkları başta olmak üzere daha birçok kurumun “özel”leştirilmesi elzemdir.
Yani “Anadolu” Cumhuriyeti’nin en zengin kapitalistlerinin biraraya gelerek zorunlu askerliğe, “ordu-millet” anlayışına ve vatan-millet-şehit edebiyatına dayanan “Türk” Silahlı Kuvvetleri ve “Milli” Savunma Bakanlığı’nı özelleştirerek servetleriyle tamamı paralı ve profesyonel askerlerden oluşan “özel” bir ordu olan “Anadolu” Silahlı Kuvvetleri ve “Savunma” Bakanlığı’nı finanse etmeleri, Türkçü-Kemalist-İslamcı-Sünnici resmi ideolojiye dayanan “Milli” Eğitim Bakanlığı’nın yerine de “Eğitim” Bakanlığı’nı kurmaları gerekmektedir.
Burada “en zengin kapitalistleri” yerine “en zengin ve güçlü diktatörleri” de konulabilir.
“‘insan veya demokrat olma’k nasil oluyor da, daha ‘somut’ oluyor?”
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2018/05/demokratlar-ve-secimler-teori-program.html
Necip 20 Mayıs 18 / 3am
Kucukaydin’in yukarida linki verilen yazisini okudum.
Zor oldu; cunku yazi biraz daginik.
Mesela, su dedikleri:
“Ama örneğin, herkesin kendini hangi ulustan tanımladığı temelinde bir halk oylaması yapmak ve her ulusun çoğunluğu aldığı yerlerde bunların kendi parlamentolarını kurarak birlikte mi ayrı mı yaşayacaklarına kendilerinin karar vermesi gibi bir program hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyen ve somut bir programdır.”
Simdi..
Kucukaydin, nasil oluyorsa, buna ‘somut bir program’ diyebiliyor.
Ben ise, ‘her ulusun çoğunluğu aldığı yerler’i kimin nasil belirleyecegini merak ediyorum.
Oyle ya, bunu en kucuk bilesenine indirgersek, bu ‘yer’ler apartman dairesini kadar kucuk tutulabilir; buyk tutulursa da, ulke capinda olabilir.
Olcegi kim belirleyecek?
‘Kim’ ve ‘nasil’ sorularini cevapsiz birakip, geri kalanina ‘somut bir program’ demekle aniden ‘somut’ olmuyor gibi..
“Bunlar aslında insanları ulus ve ulusçuluk dininden insan veya demokrat olmaya davettir.”
Hesapta ‘somut’ seyler soyluyor..
‘insan veya demokrat olma’k nasil oluyor da, daha ‘somut’ oluyor?
” Biz örneğin, bunu şöyle ifade ediyoruz. Resmi dil kaldırılacak, herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve o ana dilde eğitim, yayın vs. hakkı olacak. Okullarda herkes ana dilinde ama tüm dillerden, dinlerden, kültürlerden eşit sayıda temsilcilerin katılımıyla yazılmış aynı tarih, edebiyat vs. kitapları okuyacak diyoruz.
Bu kadar somut ve basit.”
Evet, kadar somut ve basit. Ve, zaten olmus durumda.
Internet sayesinde, bu dediklerinizin hepsi mumkun. Ve, hayli de oluyor.
Bunun icin program yapmaga gerek yok, yani.
“Şükür ki, Kürtlere çiçek atan bir İnce’nin ikinci tura kalma olasılığı büyük ve bu koşullarda oylar rahatlıkla Demirtaş’a verilebilir.”
‘Cubbeyi almadim ki, sarigin parasini vereyim’ mantiginin halen hayatta ve cok da canli oldugunu gormek guzel bir sey.
ʻʻhttps://demirden-kapilar.blogspot.com/2019/04/klcdarogluna-saldr-aclk-grevleri-ve.html
Kılıçdaroğlu’na Saldırı, Açlık Grevleri ve Demokrasi Mücadelesinin Stratejisi Üzerineˮ
ʻʻÖrgütsüz insan korkaktır. Türkiye’de halk örgütsüzdür dolayısıyla korkaktır.ˮ
Son 250 yılda ABDʼde yetişen harika kişiler ve politik nedenlerden küçümsemeleri bir tarafa bırakırsak büyük kültürel gelişmeler oldu. Bunları inkar etmeden şu soru beni hayli meşgul etti.
Nasıl oluyor da bok çukurunda doğmuş, bokla beslenmiş ve büyümüş Trump, tarihi, kültürü, sanatı, dili, müziği, dansları, masalları, efsaneleri, atasözleri ve yarattığı sayısız benzeri sentezlerden oluşan halklara ʻbok çukurlarıʼ diyebildi.
Tabii aynı nedenlere dayanan çok sayıda diğer örnekler var. Hitlerʼin Aryan ırkı, Louis XIVʼin ʻJe suis l’État.ʼ vb.
Tabii en basit ve kolay cevap ABDʼnin güçlüler arasında en güçlü olması. ABDʼnin ekonomik ve askeri gücü. Herkesin bildiği ʻgüçlü olan haklıdırʼ.
Bu siteden bir örnek: Dünya basını Erdoğanʼın kaymasını Türk ekonomisin çökmeye başlangıcı ve ekonomik gelişmeden yararlanan sıradan halkın güvenini kaybetmesiyle izah ederken, Türk solcu devrimci kesim gün gibi ortada olanı göz bebekleri ekonomik nedenler yerine ʻHızla Bayır Aşağı…ʼ vb solcu devrimci diline tercüme etmekle bilhassa şimdi günümüze egemen olan gerçekle yüz yüze gelmekten kaçarlar. Solcu devrimci diliyle bolluk ve ekonomik refahlık ima ederler ama nasıl olacağını uzman-teknisyenlere bırakacaklarını saklarlar. Başta Trump, dünyanın en zengin ülkelerinde bile halkları ekonomik bolluk ve refahlık vaatleriyle peşlere takmaları neden görmedikleri benim için bir aşikar sır.
Tarih boyunca değişik ülkelerin devlet ve üst tabakaları diğer ve benzeri ülkelerle aralarındaki rekabette halklarını peşlerine takmak için örgütlemeyi başardılar.
Son 2 yüz yıl örgütlenme solcular arasında savaş narası oldu, üzüm üzüme baka baka kararır misali, solcuların tekeli oldu.
Peki, ʻʻ Örgütsüz insan korkaktırˮ doğru mu?
Solcu devrimci Demir Küçükaydınʼın idolü Marks bile 1864ʼden sonra bir örgüte (IWA) katıldı. Ama daha önce sonsuz cesaret gösterdi.
Diğer örgütsüz ama sonsuz cesaret gösteren insan örnekleri:
Eski Ahit Çöl Peygamberleri, Chuan Tzu, Lao Tzu, Confucius, Buda, Upanişadlar, Zerdüş, eğer örgütlemeye çalışmakla örgütlü olma farkını düşünürsek Mazdak, Sokrat öncesi doğa filozofları, Sokrat, İsa ve binlerce benzeri. Yakın zamanlarda LAS CASAS, Montaigne, ve yüz binlerce cesur benzerleri. Hatta bilerek örgütlere sığınmayan yazarlar, sanatçılar, ressamlar, müzik eserleri yaratan cesur kişiler bu dünyada yaşadılar ve yaşamaktalar.
Doğa bilimlerinin ileri sürdükleri anlamda, doğada bir amaç gütmeden (atomaltı parçacıkları, evrim gibi) örgütlenenler; salt doğa maddelerinden yapılan (bunu bilmeyene sanki yapıtın kendi bir amacı ile hareket ettiğini düşündüren) binlerce aletler ve icatlar; toplumlarda dil, sanat, bilgi, din, edebiyat gibi kültürel kurumlar vs. Bunları göz önüne alır da daha soyut düşünürsek, atomaltı parçacıkların moleküllere dönüşümü, evrimde türlerin yaşamda kalmak için birlikte bir çaba göstermeleri gibi temelde kör* basit veriler bile örgütsüz yaşamın imkansızlığını apaçık sergiler.
*Sanırım burada ʻkörlükʼ ile Allahʼa inananlar ile inanmayanlar arasındaki konuya değindiğim belli.
Bu açıdan bakıldığında doğanın en temel yasası entropiye bile korkmadan karşı gelerek kendi kendini örgütlemeyi başaran canlı varlıklar, en azından, inanılmaz cesaret göstermişler.
Peki, ikinci cümle, ʻTürkiye’de halk örgütsüzdür dolayısıyla korkaktır.ʼ doğru mu?
Bazı nüanslara dalmadan, tarihi toplumlarda örgütlenerek direnenlerin çoğu genellikle ya kıyımdan geçirildi veya başarısızlıkla sona erdiler. Çinʼde Sarı Türbanlılar, Romaʼda Köle İsyanları, İslamʼda Zenci İsyanı, Osmanlı-Türkiye tarihinde sayısız ayaklanmalar…
Eğer son paragraf düşünülürse ʻTürkiye’de halk örgütsüzdür dolayısıyla korkaktır.ʼ genelleştirildiğinde ʻXʼde halk örgütsüzdür dolayısıyla korkaktır.ʼ olur. Solcu devrimci Demir Küçükaydınʼın idolü ʻʻBütün ülkelerin işçileri, birleşin!ˮ dedi, ʻʻsadeceTürk halkı, birleşin!ˮ demedi.
Her neyse bakalım dünya halkları gerçekten korkaklar mı? Yoksa solcu devrimci Demir Küçükaydın başka bir korkaklıktan mı söz ediyor?
İlk tarım devriminden 17. yüzyıldaki teknolojik devrime kadar tüm insanlığı besleyen tarım işçileri, benim bildiğim kadar, ne zaman zaman baş kaldırmada ne de doğa ile girişmiş oldukları mücadelede korkaklık gösterdiler. Korkaklikla doğa ile mücadelede örgütsüz bir adım bile atamazlardı.
Olsa olsa, devrimci solcu Demir Küçükaydınʼın ima ettiği ama açıkça adlandırmadığı cesaretle düzeni ele geçirip yüzlerine gözlerine bulaştırmaktansa çok daha insancıl meşguliyetlerine dönmeyi tercih ettiler; Demir Küçükaydınʼın son derece özel ve kısıtlı anlamda olan ve salt solcu (ve bilhassa sağcı) devrimcilerin kastettiği anlamda örgütlenip insanların hayatını zehir etmekten kaçındılar; hatta belki de örgütlenerek dünyayı kasıp kavuran sapıkların ʻcesaretʼ ve ʻkorkakʼ kelimelere verdikleri anlamda anlamaktan çekindiler. Örneğin savaşın iğrenç yönlerini görüp askerlik etmek istemeyenler. Örneğin ‘erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır’ atasözü ve Orta Asya Türklerinin savaş stratejisi kazanacağından emin olmadığın savaştan kaçınʼ gibi deyişlerle dogmatik düşüncelerin müphemliğine işaret eden sayısız örnekler de var.
Devrimci solcu Demir Küçükaydınʼın diğer bir rahatsız edici lafı: ʻKonuya vicdan, acıma bağlamında yaklaşmayacağız. Çünkü bunlar politik tartışmalar değildir. İnsanların vicdanlarına, acıma duygularına hitap etmenin hiçbir anlamı olmadığını ve çoğu durumda vicdanları yaralayacak eylemleri ve düşünceleri örtmenin aracı olduğu bilinmez değildir. Bu nedenle konuyu bir politik olarak ele alıp tartışmaya çalışacağız.ʼ
Burada devrimci solcu Demir Küçükaydın savaşı körükleyen bir paşa, bir general, bir politikacı gibi konuşmuş: önemli olan kişinin çektiği acı değil, savaşı kazanmak.
Hayatı saray etrafında geçen ve herkesin bildiği ʻgüçlü olan haklıdırʼ lafını bilmemezlikten gelen ve gücü ele geçirme rüyalarıyla beslenenleri görünce, Trumpʼın hoyratlığını anladım. Trump doğal olarak kendisi gibi güce hayran ama erişmede başarısız olanları kendisi gibi bok çukuru insanları olarak tanımlamış.
Katıldığınız konuda biraz geç kalmışsınız. Haydi inşallah gelecek seçimde işinize yarar.
Sakla samanı gelir zamanı.
Peki ʻʻ31 İzah Çok da…ˮ yazısındaki izahlara da katılıyor musunuz?
olabilir.
ʻʻDiktatörlerin, iktidarları uğruna yapmayacakları şey yoktur!ˮ
Diktatör olmayanların iktidarı ele geçirmek ve elde tutmak için yaptıklarını bilen yukarıdaki lafı edecek kadar saf veya cahil olamaz.
Reagan ve mafia; Trump, yalanları ve Suudi Arabistan ; Obama ve Suudi Arabistan flimleri; Sarkozy ve Libya; Mitterand ve seçim şirketleri; Nixon ve Vietnam savaşını uzatmak; Truman ve Atom bombası; Thatcher ve seçim öncesi ve sonrası filimleri; Obama ve cinayetleri aklıma gelenler. Zaten hepsinin milyoner veya milyarder olmaları ne kadar alçak insanlar olduklarını göstermeye yeter artar bile. Bu Erdoğan uzun havaları gerçekten yavan, yavşakça ve sıkıcı.
Ama yazan kurnaz. Sitedekilerin öcüsünün Erdoğan olduğunu biliyor. Bin dereden su getirip, dönüp dolaşıp enayilere Erdoğanʼın diktatör olduğunu bir defa daha söyleyip ucuz nabız şerbetiyle işi bağlamış. Ayrıca ne olur ne olmaz diye hemen başta, 19 ve 20. yüz yılların çocuk masalları olmuş, alçaklık ve gaddarlıkta ve zalimlikte birbirlerini geride bırakmış, aklı sıra ʻdevrimʼ ve yuttuğu ʻkarşı-devrimʼ laf süslemelerini unutmamış. 19 ve 20. yüz yıl safsataları dışında kara cahil olduğu iddiasını laf kalabalığı içinde kabullenmiş, İşte nihayet beklenen itiraf :
ʻTuhaf bir huyum mu diyeyim, yoksa alışkanlığım mı diyeyim, TARIH BILGIM ESASEN DEVRIMLER VE KARŞIDEVRIMLER TARIHIYLE KISITLI OLDUĞU HALDE, …ˮ
Ama ʻthe show must go onʼ.
Çünkü bütün yazdıkları Er-doğan, Islahettin Temiztaş, Ah o gezdiği parklar, püfürpüfüreser sarı yelek ninnileri, seçimler falan filan, falan filan tatsız tuzsuz yerel dedikodular:
ʻʻ.. aktüel olaylar karşısında, olayın aktüel boyutlarına yoğunlaşacağıma, hep bildiğim tarihi olaylara giderim. Eskiden beri, güncel olaylar beni sıktıkça, gidip tarihin hayaletleri arasında dolaşmaya başlarım.ˮ
Hiç de öyle değil. Site salt aktüel safsatalar ve dedikodular.
Doğrusu bu da vahim değil. Vahim olan binlerce sonsuz önemli sorunlar dururken, dünyanın sonunu getirecek ve milyonların ölümüne neden olan tarihi bir konuyu havadan sudan bahseder veya daha doğrusu görmemişin bir oğlu olmuş çeke çeke çükünü koparmış gibi anlatmak sonsuz vurdum duymazlığı. Şimdiye kadar dünyayı elinde tutanları ve bunların şimdi de ileriyi kontrol altına alma çabalarını yıllar önce görüp konuya sonsuz daha ciddi bir bakışla eğilenler, insan ve toplumun ne olduğunu tek bir görüşle şekillendirmesini, dil, bilinç, mitoloji, kozmos, canlı/cansız, neden/sonuç, zaman/mekan ve diğer binlerce alışa gelmiş kavramların ne kadar zararlı olduklarına işaret etmeler dururken bu havadan sudan konular çok bayağı. Ama daha da adi olan bu adiliği yapanların horoz gibi kabarıp ötmeleri. Kendi basit, sıradan ve sonsuz şekillendirilmiş görüşlerini evrensel sanıp eleştirilere açık olmamaları, her şeyi taraf tutma adiliğine çevirmeleri.
Son ʻʻDiktatörlerin Yapmayacakları Şey Yoktur…ˮ başlıklı yazımda söylemek istediklerime bir örnek daha.
Sıfır Eleştiri Ruhundan Yoksunun Kesip Yapıştırdığı ʻʻhttps://demirden-kapilar.blogspot.com/2019/04/klcdarogluna-saldr-aclk-grevleri-ve.htmlˮ sayfada gördüğüm born again Marksist Demir Küçükaydınʼın Marksizm ve kendinden çok daha usta bir diğer medya cambazı Harari ile ilgili bir yazıdaki saçmalığı bana bu sitedeki cahillikleri andırdı. Daha ilk paragrafta şaşkınlık içinde takıldım ve bir yanıt verdim. Tabii, çooook demokratik ve özgürlük seven Küçükaydın, bu site hariç, diğer bütün siteler gibi yayınlamadı.
Küçükaydın, evvel zaman içinde, bu sitedeki eskiler gibi, Bolşevik Sovyet ve uyduları ile Türk ordusu sayesinde kovboyluk edenlere, akıl hocalığı yapma hevesine düşmüş okuryazar beyin işçilerinden biri. Devrimcilik taksi şoför-proleter madalyası anarşistlikten diplomasından daha şaşaalı ve çok daha otantik.
İLK PARAGRAF :
ʻʻÇünkü Marksist olmak “evrensel tarihçi” olmayı gerektirir. Marksizmin konusu toplum ve toplumun hareket yasalarıdır. Marksizm, kimilerinin sandığı veya söylediği gibi bir “dünya görüşü”, bir “felsefe”, bir “ekonomi teorisi” değildir.ˮ
YANITIM
ʻʻSayın Demir Küçükaydın
ʻʻÇünkü Marksist olmak “EVRENSEL tarihçi” olmayı gerektirir. Marksizmin konusu toplum ve toplumun hareket yasalarıdır. Marksizm, kimilerinin sandığı veya söylediği gibi bir “dünya görüşü”, bir “felsefe”, bir “ekonomi teorisi” değildir.ˮ
Bu iki cümlede bile çelişkiler hemen göze çarpmakta.
– En katı bilimci fizikçiler bile artık ʻyasaʼ kavramını eski alışkanlıklar babında kullanırlar ve çoğu zaman hatırlatırlar. Siz galiba yarın suyu ateşe koyduğunuzda kaynayacağına buz tutarsa, ya doğayı, ya suyu, ya ateşi ya da ʻsu ısınıca kaynarʼ yasasını size öğreten öğretmeninizi mahkemeye verirsiniz.
– Mantıkta bir nesne/ilke diğer bir nesne/ilkeyi kapsarsa ilk ilke/nesne daha geniş/genel/evrenseldir.
Biliyorum, dinlere sığınan katı müminleri hatalı düşündüklerine ikna etmek çok zor, hele mümin rasyonel ve bilimsel ve aydın enelektüelse, imkansız! Yine de basit bir örnekle hatanıza ışık tutayım:
ʻÇift sayı olmak sayı olmayı gerektirirʼ. Çift sayı olmayan sayılar var, o halde sayılar çift sayıları içerirler, kapsarlar, yani daha evrenseller.
ʻʻMarksist olmak “EVRENSEL tarihçi” olmayı gerektirir.ˮ Marksist olmayan ʻEVRENSEL tarihçiʼler var, o halde “EVRENSEL tarihçi” olmak sadece Marksist “EVRENSEL tarihçi” olmaktan çok daha büyük kapsamlıdır, daha evrenseldir.
Ama kaçamak var: evrensel yobazlık. Son 7 bin yıl, medenilerin bütün tarih ve coğrafyalarında duyulan yobazlığı: BİZİM ALLAHLAR HARİÇ TÜM ALLAHLAR SAHTE/YANLIŞ/YALAN!
Bence, sizin evrensel tarihiniz 19. yüzyılın evrene yansısı. Yine de ve daha cömert bir tutumla baksak bile en az 2 milyon yıllık (bence 4 milyon) insan toplumlarının sadece Neolitikle başlayan kazananlar tarihini kapsar. Hatta o bile çok şüpheli. Sizin ve peygamberinizin ünlü ʻʻhareketʼʼin asıl kaynağı insan kültürü olduğu artı su götürmez oldu.
BU SITE İÇİN EKLEDIĞIM NOT: YASA VIRVIRI
Bu kara cahilin, doğa bilimlerini bir yana bırak, toplum bilimlerinde ʻʻyasaˮ olduğuna inanacak kadar cahil olma kaynağı ne? Bence, Küçükaydın diğer okuryazar solcu devrimciler gibi saray etrafında dolaşa dolaşa içerdekiler gibi ʻʻmight is rightˮ sapıklık özdeyişinin yasa olduğuna inanmış.
Her halükârda, Küçükaydın is, like the other ignorant leftist revolutionaries, an honorable man!
“31 Mart 2019 yerel seçimlerinin sonuçları bizim “Gönüllü Kölelik” denen “şey” üzerine düşünmemizi gerekli kılıyor. Çok ince düşünmeden tanımını yapacak olursak, kölelik kendisi olmak hakkına sahip ol(a)mamaktır. Varlığı vardır ama kendisi yoktur, kendi iradesi yoktur. Bu durumu bir başkasının gücü yaratmıştır. Gönüllü köle demek ki kendisi olmaktan vazgeçen yaratıktır.
AKP’ye oy veren insanların çoğunluğu (AKP mağdurları, emekliler, işçiler, taşeron işçiler, emeklilik haklarından mahrum edilenler, memurlar, iktidarın türlü çeşitli kahrına uğrayanlar, vb.) gönüllü köle sınıfına girmekteler.”
“Köle olduğunu bilen kölelikten kurtulur. Felaket, kölenin köle olduğunu bilmemesidir.”
(Gönüllü köleliğin eleştirisi, Özdemir İnce, 26 Nisan 2019 Cuma)
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1363582/Gonullu_koleligin_elestirisi.html
RTÜK’ten “it, köpek, morfinlenmiş, haysiyetsiz, ahlaksız, foseptik çukuru, bidon kafa” kararı
TGRT’deki ‘Medya Kritik’ programında sunucular, Sözcü Gazetesi ve okurları için “it, köpek, morfinlenmiş, haysiyetsiz, ahlaksız, foseptik çukuru, bidon kafa” demişti.
RTÜK, Sözcü’ye yönelik ağır hakaretleri “İfade özgürlüğü” saydı. Fuat Uğur ve Cem Küçük’ün TGRT’deki programda Sözcü Gazetesi ve yazarları ile gazetenin sahibi Burak Akbay’a yönelik, küfür ve tehdide varan ağır ifadeler suç sayılmadı. RTÜK uzman raporunda, “Bunlar, cezayı gerektirecek ifadelerdir” denilerek yayına ceza verilmesi istenmesine rağmen, üst kurul üyeleri bu talebi reddetti. “Bidon kafa, it, köpek, haysiyetsiz, ahlaksız, fosseptik çukuruna çomak soktuk, morfinlenmiş, pespaye” gibi hakaretler, “İfade özgürlüğü” sayıldı. Yayınları izleyerek değerlendiren RTÜK uzmanları raporunda,“Her sabah yaklaşık 1,5 saatlik zaman dilimi içerisinde gündemin değerlendirildiği, güncel ve yazılı basına yansıyan (özellikle Sözcü Gazetesi ve yazarlarına ilişkin) haberlerin ekrana getirilip yorumlandığı programda, yayında adı geçen kişi ve kurumlara yönelik hakaret ve küçük düşürücü ifadelerde bulunulduğu görülmektedir. Programın genel formatına bakıldığında ise sunucuların haberden çok eleştiri sınırlarını aşan tutum ve davranışlarla yorumlar yaptığı dikkati çekmektedir” değerlendirmesini yaptı.
YARGILAYICI AÇIKLAMA
Sözcü’den Ali Ekber Ertürk’ün haberine göre; raporda ayrıca, “Henüz yargı aşamasında olan ve haklarında kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmayan Sözcü Gazetesi’ni hedef alarak, ‘İşte bu aptallığınız yüzünden yargılanıyorsunuz ve gazetenize el konacak zaten. Kesin el konacak. Bunun hukuki süreci işliyor ve kayyumu yiyeceksiniz. İstediğin kadar medya özgürlüğü diye bağır. Günleriniz sayılı bir sabah uyandığınızda böyle bütün her şeye el koyulup bir TMSF şirketi olacaksınız. Bunu bilin yani, bu olacak. Ondan sonra gazetene şimdi el konacak’ şeklinde yargılayıcı ve hüküm verici açıklamalarda bulunulduğu tespit edilmiştir. RTÜK’ün 6112 sayılı Kanunu’nun 8. maddesinin 1 fıkrasının (i) bendinde ifade edilen, “Yargıya intikal eden konularda yargılama suresince, haber niteliği dışında yargılama sürecini ve tarafsızlığını etkileyecek nitelikte olamaz’ hükümlerini ihlal eder nitelikte olduğu değerlendirilmiştir ” ifadeleri yer aldı.
AĞZA ALINMAYACAK HAKARETLER
RTÜK uzmanlarının raporunda, aynı maddenin (ç) bendinde “Programın genel formatına bakıldığında sunucuların canlı yayında haberden çok yorumlar yaptıkları ve ‘bidon kafa, it, köpek, haysiyetsiz, ahlaksız, fosseptik çukuruna çomak soktuk, morfinlenmiş, pespaye v.s.’ gibi eleştiri sınırlarını aşan ifadelerde bulundukları dikkati çekmektedir.‘Yayınlar, insan onuruna ve özel hayatın gizliliğine saygılı olma ilkesine aykırı olamaz, kişi ya da kuruluşları eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü aşağılayıcı veya iftira niteliğinde ifadeler içeremez’ ilkesini ihlal ettiği değerlendirilmiştir ” ifadesi yer almasına rağmen RTÜK bu hakaretleri ifade özgürlüğü saydı ve programa ceza vermedi.
İŞTE O HAKARETLER
RTÜK’ün “ifade özgürlüğü” saydığı ve ceza vermediği ağır hakaretlerden bazıları şöyle: “Böyle düz kontak gibi böyle aptal oldukları için de zaten başlarına bu işler geliyor”
“Bu devlet kulağından tutup eşek gibi buraya getirecek Türk mahkemelerinin önüne eşek gibi çıkaracak ve anırta anırta da bu ifadeleri alacak. Kendi foseptiğinizde boğulacaksınız”,“Bizim patronumuzu da işin içine katarak laf atıyorsun ya, Aydın Doğan’ı yamultmuş adamız biz. (gülüşme) Hiç öyle kusura bakma yani. Bak burada en güçlüsü o olduğu için söylüyorum. Bak bütün yazarları şu an köpek…”
Odatv
Bence, ʻʻDiktatörlerin Yapmayacakları Şey Yoktur…ˮ yazısı açıklamadan çok kapatmaya benziyor.
Önümde bugün yayınlanan bir yazı var.
Dünya Sağlık Örgütüʼne göre hava kirliliği yılda yedi milyon kişinin ölümüne neden oluyor. Bu, günde 20 bin demektir.
Bende buna benzer ve hatta çok daha vahim, kapitalistlerle Bolşevikler ve komünistlerin neden olduğu binlerce doğa ve insan felaket haberleri var.
Hava kirliliğin en çok olduğu, sağlık ve ilgili bakımın en az olduğu, insanların ancak günden güne yaşamayı sağladığı yer haberlerini bu sitede katarsis için kullanıp ertesi gün çalıştıkları yere dönen orta sınıf devrimci köle ücret emekçilerine bırakıyorum. Bunların ruh temizleme katarsizi basmakalıp sloganları çok malum: ʻkahrolsun kapitalizm!ʼ, ʻkahrolsun Erdoğan!ʼ , ʻkahrolsun emperyalizm!ʼ, ʻkahrolsun küreselcilik!ʼ ; ʻyaşasın uluslararacılığı!ʼ,ʻyaşasın ulusal özerklik!ʼ, ʻyaşasın Islahettin Temiztaş!ʼ, ʻyaşasın Sarı Yelekliler ve püfürpüfüreser!ʼ, ʻyaşasın marks, lenin, mao, stalin, fabrika anarşizmi!ʼ , ʻyaşasın el emeği!ʼ, ʻyaşasın beyin emeği!ʼ…
Bunlar bana, salgın hastalık veya doğa felaketi geldiğinde manastırlarına sığınıp geçmesi için dua eden Orta Çağ rahiplerini hatırlatıyorlar. Zaten dua edilse de edilmese de salgın hastalıklara neden olan mikroplar, bir süre sonra, okula bile gitmeden, hayatta kalmak için hastazedelere ihtiyaçları olduklarını çakarlar. Doğa felaketler de okula gitmeden, her yeri karman çorman ederlerse, kendileri de karman çorman olacağını öğrenip ekolojik dengeye dönerler. Hatta benim bildiğim kadar, buna salt medeni insanlar uymazlar. Medeniyet başlayalı kral ve imparator beyni ile düşünen medenilerin ileri gelenleri ve bilhassa kapitalistlerle taklitçileri marksist, leninist, stalinist, troçkist, maoist, Bookchin, Chomsky gibi fabrika anarşistleri çılgınlar. Cennetten kovulanlar, Promethius, Ikarius, Babil Kulesi, Faustus, Frankeştayn bunların aklıma gelen ataları. Yani, medenilerin allahı TEK, ilkellerin allahı BİZ.
İşin acı tarafı son zamanlarda çok daha bariz olan gerçek: bu rasyonel ekonomi kapitalist taraftarlarının asıl efendileri bilim-teknik teknisyenleri. Bu teknisyenler yüzde yüz robot, hangi efendiye hizmet ettikleri önemli değil, önemli olan yağlayanlar. Nihayet allahların bile hayal edemeyeceği bir cennet yaratıldı. Hiç bir insan eli değmeden idare eden devasa devlet: BİLGİSAYAR veya AI.
Ama iyi ki, hâlâ benim çok sevdiğim bir dinci anarşist – evet, allah kahretsin şu dinci yobaz anarşistleri! – ʻʻçocuğun sakat doğar ve en iyi ve rasyonel çözümün çocuğunu bilirkişi uzmanlara bırakmak olduğunu bildiğin halde evde tutmaya karar verdiğin an insan olduğunu gösterirsinʼ der. Daha geçende ve tekrar ve tekrar ve tekrar, bütün kötü muamele, dayak yeme ve işkencelere rağmen çocuklar asıl ailelerini tercih ettiklerini söylediler ve böylece ABD, Avrupa ve özellikle bu sitenin leylası, sevgilisi, gülü Bolşevik rasyonel çocuk yetiştirme çılgınlarının pis suratlarına tükürdüler!
Peki, kapatılan ne?
ʻDiktatörlerin Yapmayacakları Şey Yoktur…ʼ Yazısında yazar, özellikle daha sonra olan olaylar ışığında, yazısında yer alanların sözüm ona kapitalist-burjuva düşmanları ile tamamıyla aynı dünya temel görüşünü paylaştıkları ve yukarıda sözünü ettiğim günde 20 bin kişinin ölmesine ve benzeri binlerce ölümlere neden olma bilim-teknolojik sapıklıklarından söz etmemesi.
Neden? Çünkü kendisi bu temel düşünceleri tamamıyla benimsemiş.
Nasıl bilirsin?
En azından Temiztaş veya Kuluçkaoğlu gibi salakların, dünya devlerinin süt inekleri bilim adam-karılarını bile aşan sorunları çözebilecek güce sahip olmadıklarını bilmemesi. İklim değişmesinden tut, tarımda buhrana kadar; nükleer kalıtlardan tut denizlerde sudan çok plastik olmasına kadar; 9 kişinin dünyanın yarısı ve 50-60 ailenin dünyanın üçte ikisi kadar servete sahip olmasına kadar. Kolay efendim kolay, ʻkahrolsun Erdoğan, yaşasın Temiztaş-Kuluçkaoğlu’. Ekonomik sorunlar ha keza. Eğer Temiztaş veya Kuluçkaoğlu bu zenginlerin daha da zengin olmasına engel olmaya kalkışsa en başta bu site yavşak ve ilerici twitter, google, facebook, youtube müptelaları karşı gelirler ve bu zenginler Temiztaş veya Kuluçkaoğluʼna ayakalarının altlarını kibarca öptürürler. Geriye sadece kemik atılan köpeklerin değişmesi kalıyor, yani büyük şehir orta sınıflıları Erdoğan’ın köpeklerinin yerini alır. Dünya ekonomi devlerine kafa tutanlara ne olduğu belli değil mi? Eninde sonundaa dünya ekonomisini elinde tutan devler bu salak Temiztaş veya Kuluçkaoğlu veya X veya Y veya Zʼleri ayaklarının altında çiğnerler. Kısacası bu yazar, ilkokul tarih kitaplarnda yazılı veya televizyonda gösterilen bin yıllardır tekrar, tekrar ve tekrar olmuş binlerce misalleri bilmiyorsa, zaten dedikleri salt kendisi gibi cahilleri meşgul edici medya cambazlığı.
Çember kapandı.
Mikroplar, kapitalistler, aynada yansıları komünistler, solcu devrimciler ve fabrika anarşistlerine sonsuz benzerler. Mağdurların varlığı sayesinde var olurlar. Yani, kapitalistler, solcu devrimci marksistler, fabrika anarşistler, aynı mikroplar gibi, kendilerini besleyip hayatta tutan enayiler olmasa geberirler. İnşallah!
Öldürülen Tanrılar (Diktatörler)
Sultan İzzeddin’in hıristiyan emiri, Halife’nin Moğollarca şehit edilmesi üzerine, alaylı bir dille kadıya: “İşittiğime göre, halifenizi öldürmüşler” der. Kadı yanıtlar: “Sizin Tanrınızı da, yine sizin inanışınıza göre, asmışlardır. Bizim halifemizi öldürmüş ve şehitlik mertebesine yükseltmişlerse, bunda şaşılacak ne var?”
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1363582/Gonullu_koleligin_elestirisi.html adresde Sayın Özdemir İnceʼnin yazısını okudum. Hoşunuza gittiği için aktardığınız “Köle olduğunu bilen kölelikten kurtulur. Felaket, kölenin köle olduğunu bilmemesidir.” çok şahane lafıyla bitirmiş. Merak edip Sayın Özdemir İnceʼye emaille aşağıdaki soruyu sordum:
ʻʻSayın Özdemir İnce, lütfen, köle olduğunu bilip kurtulan bir örnek verir misiniz?ˮ
Cevap gelmeyince belki siz bir örnek verirsiniz diye size sorayım dedim.
Çok uzun bir zamandır kendimin köle olduğunu biliyorum, ne var ki bir türlü kurtulamıyorum.
Derdimi binlerce köleliğimden biriyle açıklayayım. Annem beni doğurdu, bana hayat kazandırdı. Ama ardından hayatımı kazanamam için binlerce kölelik, hatta gönüllü kölelik yaptım ve hâlâ yapıyorum.
Üstelik sanırım ben galiba La Boétieʼyi yanlış anlamışım. Bence, dinci olmayan La Boétieʼnin derdi bireysel kurtulma değil toplumsal kurtulmaydı. Siz ve Özdemir İnce ise modern çağlarda üssel artan koyu dinciliğin kölesi olup dinci olmayan dincisiniz.
Bu site solcu devrimcilerle dolup taştığından, bende haklarında bilgili olmaktan başka hiç bir etki bırakmayan, Hegel ve Marksʼdan örnekler vereceğim. Bende etki bırakmayan Kant da bir çeşit giriş.
Kant, birçok felsefi konularda ve özellikle zamanında en başta gelen bilim felsefesinde ve akıl yürütme sınırların çizmede çok büyük katkılarda bulundu. Ama zamanımızda çok sayıda maaşıyla kurtulan (özgürlüğe erişen) hoplayıp zıplayan felsefe profesörü değildi, bir filozofdu. Ne de maaşıyla kurtulan (özgürlüğe erişen) köşe dönen gazeteciydi, bir düşünürdü. Ne de senin gibi eleştiri ruhundan yoksun, sevdim/sevmedim veya hoşuma gitti/hoşuma gitmedi puanları veren bir sosyal medya garibanı şaşkındı. Kant, bu katkılarına rağmen ayağını yerden kesmedi ve insanın varacağı en yüksek zirve kurtulmak (özgürlük) dedi.
Hegel de ʻʻEğer herkes kurtlmazsa, ben kurtlamamˮ eşsiz cevabı verdi. Marks, insan ancak kabiliyetinin elverdiği kadar verip, ihtiyacı olduğu kadar aldığı zaman özgürlüğe kavuşacağını söyledi.
Benim derdim bunlara yakın, İnce, sen ve bu sitede zırvalayan maaşla kurtulmuş çok bilen köleler var oldukça benim kurtulmam imkansız.
yorumları okumadım.
tümüyle katılıyorum.
bu adamın yapmayacağı şey yok.
salaklar ve salakça iyimserler siz anlayamaz.
Faşizm özünde bir sadist, manyak,bencil salaklar organizasyonudur. Hiç kimse onlar kadar acımasız, ilkesiz ve ahlaksız olamayacağı için dışarıdan yıkılmaz.
10 Ekim Katliamını yapanların yapamayacağı hiç bir şey yoktur.
İst Seçimleri yenilenecek. Ve belki de bu onların sonu olacak…
Son kozlarını oynayacaklar.. Buna ABD yanında savaşmak dahil…
Deneyecekler… İmamoğlunu öldürmeyi bile göze alırlar…
Hitler.. Stalin yöntemlerinde ihtisas sahibi bu adamlar…
… ama… çok salaklar… Ve konjonktür aleyhlerine…
rezil bir son bekliyor onları…
I had no idea, no foresight, no clue that AKP was going to turn to such shit, there was great de-Kemalization at this time, I thought it was going to last forever……
– S. Nişanyan
–
“I had no idea, no foresight, no clue that music was going to turn to such shit, there was great music at this time, I thought it was going to last forever……
3 months ago”
Comments
The Cardigans – Sick & Tired
https://www.youtube.com/watch?v=gxdJqncir4Y