Hem Despotizmin Hem de Özgürlükçü Düşüncenin Kaynakları…

Duvar’da yayınlandı.

Rudolf Rocker, Milliyetçilik ve Kültür, çev: Ali Çakıroğlu, Kaos, 2019, 703 sayfa

Tanınmış anarko-sendikalist düşünür Rudolf Rocker (1873-1958), anarşizmin temel direklerinden olan devasa eseri Milliyetçilik ve Kültür’ü Hitler’in iktidara gelmesinden kısa süre önce tamamlamış. Kitabın yazılış ve basılış öyküsünü kendisi, 1946 yılında kaleme aldığı “ikinci Amerikan Baskısına Sonsöz”ünde kısaca şöyle anlatıyor:

… bu kitap, Nazilerin iktidarı ele geçirmesinden kısa süre önce tamamlandı. Bu nedenle, basımın tüm teknik hazırlıkları tamamlanmış olduğu halde, kitabın Almanya’da yayımlanması imkânsızdı. Üç cilt halindeki ilk İspanyolca baskısı 1936-37’de Barselona’da Tierra y Libertad yayınevi tarafından, ilk İngilizce baskısıysa 1937’de New York’taki Covici-Friede tarafından yapıldı. Üç ciltlik Flamanca bir baskı Amsterdam’da 1939’da, İspanyolca ikinci baskısı Buenos Aires’te 1942’de Ediciones Imán tarafından yapılacaktı. Yidce, Portekizce ve İsveççe baskılar, halihazırda sırasıyla Buenos Aires, Sao Paulo ve Stockholm’de hazırlık aşamasındaydı.” (s. 647)

Bilmiyorum ama, mutlaka bu tarihlerden sonra da kitabın başka birçok dillerde çevirileri yayınlanmıştır. Yılların tozu dumanı altında yitip gitmemiş olan bu kitap, neredeyse ilk basımından 80 yılı aşkın bir zaman sonra, Türkçede Kaos Yayınları tarafından, Ali Çakıroğlu’nun güzel çevirisiyle basılmış bulunuyor.

Dünya toplumsal tarihinin ayrıntılı bir ele alınışı olarak da okunabilecek Rocker’in kitabı, çok önemli noktalarda, hem o gün, hem de bugün kafalara kazınan temel bazı kavramları, ön kabulleri sorguluyor ve esaslı, sağlam argümanlarla sarsıyor, alt üst ediyor, tarihi akış içinde millet ve milliyetçilikle kültür karşıtlığını ortaya koyuyor. Ben bu yazıda, elbette kitabın sanat, kültür üzerine özgürlükçü perspektiflerinden çok, bu tür kavram ve ön kabulleri sarsan argümanlar üzerinde duracağım.

Toplumsal Determinizme

Karşı Duruş

Rocker, kolları sıvayıp öncelikle, kitabın yazıldığı 1930’larda, Sovyetler Birliği aracılığıyla, ilerici, radikal ve devrimci çevrelerde neredeyse tartışılmaz bir ön kabul haline gelmiş olan (çoğumuzun, gözümüzü toplumsal mücadeleye açar açmaz okuduğu, Politzer’in “diyalektik ve tarihi materyalizm üzerine ders notları”nı hatırlayalım) “tarihi materyalizm” teorisinin eleştirisine girişiyor. Rocker, toplumlarda, doğada olduğu gibi kesin yasalar olmadığına şöyle vurgu yapıyor:

Doğanın ürettiği biçimler sonsuz çeşitlilik gösterse de her biri aynı değişmez yasalara bağlıdır… evrendeki her hareket, kesin ve değiştirilemez kurallara uygun gerçekleşir… Birçok parlak beyne, insanın toplumsal hayatındaki olayların da katı zorunluluğa bağlı olduğu ve sonuçta bilimsel yöntemlerle hesaplanıp açıklanabileceği fikrini veren, aslında evrensel ve fiziksel olayların sonsuz akışında katı bir yasanın bu şekilde kendini göstermesidir… Tarihte de doğadaki gibi neden ve sonuçlarını izleyebileceğimiz iç ilişkilerin var olduğunu reddetmiyoruz. Ama toplumsal olaylarda bu her zaman insanın hedef ve niyetlerinden kaynaklı, doğadaysa her zaman fiziksel zorunluluktan kaynaklı bir neden-sonuç ilişkisi meselesidir… Fiziksel olaylar alanında sadece zorunluluk göz önünde tutulur. İnanç alanında ise sadece olasılık vardır. Öyle olabilir ama öyle olmak zorunda değildir.” (s. 26-27)

Dolayısıyla, “tarihsel zorunluluk” ya da bir zamanlar biz solcular arasında pek moda olduğu gibi, “tarihin tekerlekleri”nin belli bir yönde dönmesi gibi bir tunç yasa yoktur. Dolayısıyla, “… toplumsal süreçleri, olayların zorunlu akışının belirlenimci tezahürleri olarak ele almaya son vermeliyiz.” (s. 28) Hele insan güdülerini matematik bir kesinlikle hesaplayıp kesin toplumsal sonuçlara varmaya çalışmak iyice saçmadır. Bu yüzdendir ki, “İnsanın içinde yaşadığı toplumsal koşulların iyileştirilmesiyle ilgilenen her beşerî tasavvur, öncelikle sadece olasılığa dayanan bir temennidir.” (s. 29)

Rocker’in belirttiği bu noktaların ışığında, “bilimsel sosyalizm” teriminin yanlışlığı da ortaya çıkmaktadır. Sosyalist dünya görüşü “bilim haline gelmez; çünkü amacını gerçekleştirmesi, fiziksel doğadaki olaylar gibi değişmeyen, belirlenimci süreçlere tâbi değildir. Tarihte, insanın her tür toplumsal faaliyetlerinin akış yönünü gösteren bir yasa yoktur.” (s. 29)

Bu yanlış teori, özellikle insanları kaderci bir yönelim içine soktuğu için sakıncalıdır. “Tüm tarihsel olayların birbirini zorunlu olarak izlediğine inanan, geleceği geçmişe kurban eder; toplumsal yaşamın fenomenlerini açıklayabilir ama değiştirmez. Bu bakımdan ister dini ve siyasi, isterse ekonomik olsun, kaderciliklerin hepsi aynıdır. Onun tuzağına düşen böylece hayatta sahibi olduğu en değerli şeyi, kendi ihtiyaçlarına göre davranma dürtüsünü yitirir.” (s. 30)

Bu determinist ve dolayısıyla katı kaderci teorilerin başında tarihsel materyalizm gelmektedir. Peki bu kaderci teorinin “bilimsellik” kisvesine büründürülerek ısrarla ortaya atılmasındaki amaç neydi? Her kilisenin katı bir inanca iman edilmesine ihtiyacı vardır. Tanrının emirleri kesin ve yanılmazdır. Çağdaş din olan “tarihi materyalizm” de, Sovyetler Birliği kilisesinin katı ve yanılmaz inancıydı. İnsanlar ancak böyle bir imanla Sovyetler Birliği kilisesinin emrettiği yönde sevk edilebilirdi.

J. J. Rousseau: Devlet Despotizminin Kurucusu

Aynı zamanda bu kilise, inanca dayanan bütün merkeziyetçi devlet yapıları gibi bütünlükçüydü ve devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutuyordu. Özellikle 18. Ve 19. Yüzyıl’da hayata geçmeye başlayan bu bütünlükçü-devletçi düşüncenin en parlak filozofları, aynı yüzyıllarda ortaya çıkıp milliyetçi-devletçi yönelişin temellerini ortaya koymuşlardı.

Bunların başında , J. J. Rousseau, Hegel, Kant, Fitche gibi filozoflar geliyordu. Bakunin, J. J. Rousseau’yu, “modern gericiliğin gerçek babası” (s. 194) olarak nitelendirmişti. Rocker’e göre de, “Rousseau ve Hegel… bugün faşizmde kudretinin zirvesine tırmanmaya hazırlanan modern devlet gericiliğinin iki muhafızıdır.” (s. 194)

Rousseau, doğal hayatı ve bireyi hiçleyen, bütünsel toplum adına siyaseti ve devleti kutsayan bir felsefeyi ortaya atmıştı. “Rousseau’nun fikri, kökleri – her şeyi bilme ve kusursuzluk gibi yetenekler bahşedilmiş olduğundan asla hak yolundan ayrılması mümkün olmayan – siyasi tanrı kavramına dayalı dinî bir fanteziden kaynaklanır. Böyle bir tanrının yönetimine karşı her türlü kişisel karşı çıkış, siyasi kutsala küfür demektir.” (s. 195)

Devlet sınırları içindeki her türlü bağımsız örgütlenmeyi reddeden Rousseau’nun öğretisini izleyen Jakobenler, Fransız işçilerinin kendi loncalarında birleşme girişimleri karşısında ölüm tehditleri savurmuş; Rusya, Almanya ve İtalya’daki totaliter rejimler tüm “sakıncalı” örgütleri yasaklamış, var olanları da devlet organlarına dönüştürmüşlerdi (s. 196). Öyle ki, Stalin Rusya’sında, “Eski Bolşevikler” örgütü bile Stalin tarafından yasaklanmış ve üyeleri tutuklanmıştı.

Böylece, Rousseau’nun “ortak irade” fikrinden yeni bir tiranlık doğmuştu (s. 196). Eski tanrılar ölüp giderken Rousseau, devletin özgürlüğü uğruna kurban ettiği yeni putları yaratmıştı. Rousseau’ya göre devlet, tüm ahlâkın yaratıcısı ve koruyucusuydu. Devlet her şey, insansa hiçbir şeydi. Şöyle diyordu:

Toplum sözleşmesi, içi boş bir formül olmaması için, genel iradeye itaati reddedenleri buna zorlayacak yegâne gücü tüm topluluğa veren zımnî bir taahhüt içermelidir. Bu, itaati reddedenlerin özgür olmaya zorlanacaklarından başka bir anlama gelmez. (abç, GZ)” (s. 196)

Zaten Jakobenlerin ünlü “Hürriyetin istibdadı” deyişi de bu öğretiden kaynaklanmıştır. Buna karşı Rocker şöyle diyor:

Devlet gücünün deli gömleğini giyme özgürlüğü! Özgürlükçü bakışın bundan beter bir parodisi olabilir mi?” (s. 197)

Rocker’e göre, gerçek insanı Rousseau da, Hegel de kavrayamamıştır. Onların insanı, “imbikten geçirilmiş yapay üründür; siyasî simyacının, ortak irade tarafından önüne konan tüm talepleri karşılamaya hazır minyatür insanıdır.” (s. 197)

Rocker kitabında, özgün liberalizmle Rousseau ve haleflerinin bütüncül demokrasisi arasındaki uzlaşmazlıktan söz etmektedir. Rocker’e göre Rousseau, özgürlükçülüğün karşısına, tüm yurttaşların yasa karşısında eşitliğini ilan eden demokrasinin eşitlik ilkesini çıkarır. İnsan doğasındaki çok yönlülüğü ve farklı kişisel özellikleri siyasi aygıtın işleyişine tehdit olarak gören Rousseau, insanın doğal varlığı yerine standart ve yapay vatandaşı koyar. (s. 198)

Locke ve Montesquieu’nun siyasal liberalizmi, bireyin haklarını devletin tecavüzünden korumak için devleti sınırlamayı esas alırken, Rousseau, tam tersine, standart yurttaş kavramı yoluyla devletin önündeki birey engelini yıkmak için çabalar. Aslında Jakobenler güçler ayrılığını ortadan kaldırıp Konvansiyon’a hem yasama hem de yargı yetkisini vererek Robespierre’in diktatörlüğüne yol açarlarken büyük ölçüde Roussea’nun bu teorilerinden yararlanmışlardı (s. 200):

Rousseau’nun kafasında insanı bireysel özgürlükten bir nebze bile anlamayan bir hayalete feda etmesinin üzerinden çok uzun bir süre geçmiş olsa da, bunun gerçekleştirildiği her yerde tiranlığın meyveleri yeşermiştir.” (s. 203)

Kant, Fitche, Hegel: Devletçi Bütünsellik Filozofları

J. J. Rousseau’nun (1712-1778) ardından, aşağı yukarı çağdaşı sayılabilecek, yine bütünselliğin ve modern devletin filozofu olarak görülebilecek üç Alman filozofu gelmektedir: Kant (1724-1804), Fitche (1762-1814) ve Hegel (1770-1831). Bu dört filozofun doğum ve ölüm tarihlerinin birbirini izlemesi bir tesadüf değildir. Düşünürleri ve felsefelerini yaratan, tarih sahnesine çıkan yeni olgular ve kurumlardır. 18. ve 19. Yüzyılların yeni olgusu, 20. Yüzyılın ortalarına doğru totaliterliği doruğuna ulaşacak olan çağdaş devlettir.

Örneğin Kant, Rocker’in belirttiğine göre, “işledikleri suçlar nedeniyle yurttaşlık haklarından yoksul bırakılan insanların köle yapılabileceğini” (s. 223) bile savunacak kadar ileri gitmişti. Kant, gönüllü bir şekilde oluşturulmuş “her türlü birlikten nefret ettiği gibi, özgür iradeyle yapılan her türlü iyi işi de tiksindirici buluyordu.” (s. 224)

Fitche ise, “yurttaşların hayatının en ince ayrıntısına kadar düzenlenip reçete edildiği, böylece her yerde ve her zaman siyasî bir tanrının düzenleyici elini üzerlerinde hissettikleri sözde ‘makûl’ bir devlet planı”ndan yanaydı (s. 226):

Fitche’nin hayalindeki, memur ve polislerden oluşan devasa devlet aygıtı kavramının neden Üçüncü Reich savunucularının ağızlarını sulandırdığını ve kendilerine has fikirleri olmayan bu kişilerin, düşünsel ürünlerini temelde Fitche’ye dayandırdıklarını da görebiliriz. Bugün insanların genelde yanlış bir biçimde ‘sosyalizm’ olarak adlandırmaya çalıştığı Fitche’nin devlet teorisi, Prusya sınıf-devlet modeli örnek alınarak hazırlanmıştır ve bir hükümetin siyasî yönlendirmesi altındaki devlet kapitalizmine özgü ekonomik düzenin tüm şartlarını içerir. Yurttaşın maddî varoluşunu güvence altına alması, tüm kişisel özgürlüklerin ve diğer halklarla kültürel birliğin kaybedilmesi pahasına kazanılmıştır” (s. 227)

Hegel’e gelince, o, çağdaş devletin ve bu devletin sağlı sollu bütün taraftarlarının en büyük filozofuydu. “Müzmin gericiler, doğmamış çocuğa don biçme kaygısındaki devrimciler, muhafazakârlar ve liberaller, mutlakiyetçiler  ve demokratlar, monarşistler ve  cumhuriyetçiler, mülkiyet karşıtları ve savunucuları, hepsi büyülenmiş gibi, [Hegel’in] bilgeliğinin pınarına üşüşmüştü.” (s. 231)

Rocker’in saydığı çeşitli eğilimlerdeki bu insanları Hegel’e çeken şey, onun düşüncesinin özgün diyalektik biçimiydi. “Hegel, önceki filozofların sabit kavramlarına sonsuz bir oluş hali fikriyle karşı koyuyor, böylece kendinde şey’leri tescil etmekten çok, bunların başka fenomenlerle ilişkilerinin izini sürmekle ilgileniyordu.” (s. 232) Hegel, bu akış içinde, ortaya çıkan bütün tarihsel olgulara veya güçlere dönemlerine ilişkin bir misyon yüklüyordu. Bu yüzden, Rocker’e göre, “bugün bile” bir ırkın, bir milletin ya da sınıfın “tarihsel  misyonu”ndan ciddi ciddi söz edilirken Hegel’e atıfta bulunulmaktaydı (s. 234). Bu tarihsel misyon ve “tarihin zorunlulukları” görüşüne Marksizm savunurlarının da saplandığını belirten Rocker bu konuda şöyle demektedir:

Marksizm savunucularının bıktırıncaya dek tekrarladığı boş formüller olan ‘tarihsel olayların zorunlu seyri’ ve ‘toplumsal hayatın tarihsel bakımdan koşullanmış zorunlulukları’ türünden tüm laflar – bu örnekte ‘mutlak ruh’un rolünü ‘üretim koşulları’nın üstlenmesi hariç – Hegel’in hayali dünyasından kaynaklanan yeni bir kader inancından başka nedir ki?” (s. 234)

Gerçekten de kaderci kadim inançlara “materyalizm” adına karşı çıkan bir doktrinin sonunda başka tür bir kaderciliğe, üstelik eski kadercilikten çok daha mutlak bir determinizme saplanması son derece trajiktir. Rocker’in çok yerinde belirttiği gibi, “Aslında tarihte hiçbir zoraki ilerleyiş yoktur, sadece insanların katlandığı ve nedenlerini anlamayı becerip isyan eder etmez de ortadan kaldırdığı koşullar vardır.” (s. 234)

Hegel’in, “Akla uygun olan gerçektir, gerçek olan da akla uygundur” mottosu, var olan düzenlerin ve onların savunucularının yaslandığı sağlam bir duvar olmuştur. Var olan düzenler bir gerçek olduğuna göre onlar akla da uygundur. Bundan bir adım sonra da “akla uygun olanı” onaylamak gelir. Rocker’e göre de bu sözler, “…gericiliğin ana teması olmuştur. Tek nedeni de bu sözlerin verili koşulların kabullenilmesini ilkeselleştirip her türlü alçaklığı, her çeşit insanlık dışı koşulu, ‘tarihsel bakımdan zorunlu’ olanın değişmezliğiyle meşrulaştırmaya çalışmasıdır.” (s. 235)

Hegel aynı zamanda, çağdaş devleti bir kutsallık halesiyle saran filozoftur:

Hegel devlete başlı başına bir amaç, ‘ahlâk ideasının gerçekleşmesi’, ‘yeryüzü tanrısı’ olarak tapmıştı. Kimse devletten onunki gibi bir kült yaratmamış, kimse insan zihninin derinliklerine gönüllü kulluk fikrini böylesine yerleştirmemişti. O, devlet ideasını dinî bir ilke mertebesine çıkarıp, devletin men edici maddelerden oluşan hukuk anlayışına Yeni Ahit’teki vahiylerle aynı değeri atfetmişti.” (s. 235)

Bu durumda, F. Engels’in, Alman sosyalistleri olarak, “Kant, Fitche ve Hegel’den” geldikleri için gururlanması (s. 238), daha sonra izlenen devletçi yolların çıkmazına işaret etmesi bakımından önemlidir.

Bu devletçi filozoflar kuşağına karşı duran, çağdaşları sayılabilecek  Proudhon (1809-1865) ise, şu sözleriyle bugün de parıldamaktadır:

Toplum sonsuz bir harekettir; saat gibi kurulması zorunlu değil; takvime bağlamak gerekmez. Toplumun kendi sarkacı ve kurma yayı öteden beri vardır. Örgütlü toplum yasa koyuculara da yasalar kadar az ihtiyaç duyar. Yasalar toplum için neyse, örümcek ağı arı kovanı için odur: sadece arıları ağına düşürmeye yarar.” (s. 278)

Özgürlükçü Düşünce

Amerikan Toprağında Boy atıyor!

Yeni dünya ile bir anlamda yeni bir özgürlük anlayışı da filiz verdi. Eski dünyanın despotik devletlerinden kaçıp bakir Amerika kıtasına göç eden Avrupalı topluluklar burada, kadim imparatorluklardan, onların despotizminden uzakta, görece daha özgür, yeni bir toplumun inşasına giriştiler. Bu da doğal olarak, bu kurucuların zihninde özgürlük fikrinin daha çabuk ve güçlü bir şekilde güçlenmesine, özgürlüğü ve bireyi baskı altına alan kurum ve düşüncelerden mümkün olduğu kadar uzak durmalarına yol açtı. Amerika’daki İngiliz kolonilerinin İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşının önde gelenlerinden Thomas Paine (1737-1809), “Toplumu ihtiyaçlarımız, hükümeti ise kötülüğümüz üretmiştir” (s. 173) diyerek baskıcı devlet aygıtları konusundaki tanısını daha baştan net bir şekilde ortaya koymuştur. Aynı bağlamda Paine, kültürel seviye ile hükümet ihtiyacı arasında doğru bir orantı kurarak, “Bir kültür ne kadar yüksek seviyedeyse hükümet ihtiyacı o kadar azdır” (s. 173) demiştir.

Keza sekiz yıl ABD  başkanlığı yapan Thomas Jefferson da (1743-1826), “en az yöneten hükümet en iyi hükümettir” diyerek devletin katlanılan ama aynı zamanda her an kısıtlanması gereken bir kötülük olduğunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Paine ve Jefferson’un düşüncelerini son noktasına vardıran ise, sivil itaatsizliğin teorisyeni Henry D. Thoreau (1817-1862) olmuştur:

En iyi hükümet hiç yönetmeyendir.” (s. 177)

Rocker kitabında, bu özgürlükçü düşünürlere dayanan 19. Yüzyıl liberalizminin izini sürmekte ve orijinal liberalizmi, özgürlükçülük anlamında olumlamaktadır:

Liberalizm… toplumsal çevreyi bireyin doğal gelişimini kolaylaştırmasına ya da bireysel özgürlük ve bağımsızlığına engel olmasına göre değerlendirir. Onun toplum tasavvuru – insanın doğal ihtiyaçlarından kaynaklanıp özgür birleşmelere yol açan, amaca uygun olduğu sürece varlığını sürdüren ama bu amaç anlamsızlaştığında dağılan – organik bir süreçtir. Eşyanın tabiatının bu genel seyri, dıştan gelen zorlayıcı müdahale ve mekanik düzenlemelerden ne kadar az etkilenirse, tüm toplumsal işleyiş o kadar özgür ve sürtüşmesiz olur; insan, kişisel özgürlük ve bağımsızlığından duyduğu mutluluğu o kadar eksiksiz yaşar. Liberalizm, devleti de tüm hükümet biçimlerini de bu bakış açısıyla değerlendiriyordu, ancak savunucuları belirli konularda iktidardan tamamen vazgeçilemeyeceğine inanıyorlardı. Yine de her tür yönetim biçiminin insanın özgürlüğünü engellediğini açıkça gördüklerinden, her zaman bireyi yönetici gücün tecavüzlerine karşı koyup bu gücü mümkün olan en küçük faaliyet alanıyla sınırlandırmaya çalışmışlardı.” (s. 192-193)

Rocker, bu bakış açısının sonucu olarak, bireyi esas alan liberalizmi olumlu görürken, kolektiften yola çıkarak bireyin yerine “model yurttaşı” koyan, örneğin J. J. Rousseau’nun “demokrasi”sini olumsuzlar:

Demokrasi, kolektif bir kavramdan yola çıkıp bireyi buna göre değerlendirdiğinden, bu görüşü savunanlar için ‘insan’, arzulanan zihinsel norma ulaşıp model yurttaş olarak devlet biçimlerine uygun hale gelinceye kadar üzerinde deney yapacakları soyut bir varlık olmuştu.” (s. 195)

Rocker’e göre, modern demokrasi, liberalizmin tersine, devleti destekleyen bir kuvvetti. Demokrasiden diktatörlüğe giden çok sayıda yol varken liberalizmden diktatörlüğe giden tek bir yol yoktu. (s. 203) Bu bağlamda bireyden yola çıkan liberalizmin savunucularının milli hassasiyetleri ancak tali bir rol oynar, oysa, “kolektif ortak irade kavramı üzerine kurulu olan demokrasi, millet kavramına çok daha sıkı bir şekilde bağlıydı ve onu ortak iradenin temsilcisi haline getirmişti.” (s. 244)

Rocker’e göre, Rusya’daki deneyimden de görüldüğü gibi, devlet eliyle sosyalizme erişme çabası “korkunç bir devlet kapitalizmi ucubesine” ulaşmıştı. Oysa liberalizmden beslenen sosyalizm, Godwin, Proudhon ve Bakunin’in fikir silsilesini doğurmuştu. Devletin faaliyet alanını asgariyle sınırlama fikri, daha kapsamlı bir düşüncenin tohumunu, yani devleti bütünüyle yıkıp insan toplumunda “iktidar arzusu”nu ortadan kaldırmayı barındırırdı (s. 287):

Demokratik sosyalizm devlete boş inancın tekrar teyidine büyük katkıda bulunmuştur ve gidişatı doğal olarak devlet kapitalizmi yönünde olacaktır. Buna karşılık, liberal fikirlerden esinlenmiş bir sosyalizm dosdoğru anarşizme götürür… Anarşizm fikri liberalizm ile sosyalizmin sentezidir.” (s. 287-288)

Liberalizm üzerine

Yanlışlar ve Doğrular

Burada kitaptan biraz ayrılma pahasına olsa da günümüzdeki liberalizm üzerine yargıların yanlışlığı ve doğruluğu üzerinde biraz durmam gerektiğini düşünüyorum.

Hemen baştan belirteyim ki, büyük bir ihtimalle Leninist-Stalinist solun ideolojik taarruzu sonucu ülkemizde liberalizm neredeyse tamamen yanlış anlaşılmış ve aslında bir iktisadi sistem olmadığı halde tamamen kapitalizmle özdeşleştirilerek karalanmış, ulusalcı güdüler bu karalamaya tuz biber ekerek en sonunda liberalizm ya da liberaller “liboş” türü lumpen ve uydurma bir deyimle bile yaftalanabilmiş ve bu yaftalama büyük bir yaygınlık kazanmıştır.

Oysa liberalizm bir ekonomik sistemin adı olmadığı gibi, kapitalistlerin kendilerini gizlemek için “neo-liberalizm” deyiminin arkasına saklanmaları da orijinal liberalizmi asla temsil etmez. Liberalizm bir iktisadi sitem değildir ve olamaz, dolayısıyla “neo-liberal ekonomik sistem” gibi bir adlandırma da yanlıştır. Liberalizm denilen şey bizatihi kapitalizmin kendisidir ve özgün liberalizmle bir bağlantısı yoktur. Çünkü adı üzerinde, özgün liberalizm özgürlükçü bir felsefenin adıdır sadece.

Diğer yandan, Rudolf Rocker’in de sadece özgün liberalizmi alıp onun pratikteki seyrine neredeyse hiç değinmemesini hatalı buluyorum. Orijinal liberalizmin çıkış noktasını doğru tanımlayan Rocker’in eli, bu liberalizmin pratik uygulamalarına bir türlü değmemiştir. Oysa her siyasi düşünce gibi liberalizm de pratikte kirlenmeye mahkûmdu ve öyle olmuştur. Nasıl teoride pek parlak olan sosyalizm pratik uygulamalarıyla kirlendiyse, aynen öyle. Nasıl sosyalizm değil ama sosyalistler çamura battıysa, komünizmin teorik varsayımlarının bir kısmı değil ama komünistler tarihin potasında itibar kaybettilerse, orijinal liberalizm değil ama liberaller, bizatihi uygulamalarıyla ve “liberal” devletlerinin ikiyüzlülüğüyle tarih önünde suçlu duruma düşmüşlerdir.

Bu bölümü kapatırken, Rocker’in, tam faşizmin ve Nazizmin Batı demokrasilerine ideolojik planda saldırdığı ve fiilen de saldırmaya hazırlandığı, Stalin’in Sovyetler Birliği’nde tüm demokratik hakları ezdiği, kısacası dünyada demokrasinin topluca bir totaliter saldırı altında olduğu bir dönemde, demokrasinin kolektifliğini eleştireceğim derken toptan hedef almasını, en azından taktiksel bir hata olarak değerlendiriyorum.

Rodolf Rocker’in bütün tarihi, milliyetçilik ve kültür; devletçilik ve milliyetçilik kavramları çerçevesinde yorumlayan, eski Yunan özgürlüğü ile merkeziyetçi Roma hukukunu karşı karşıya koyan yaklaşımlarını bu yazıda ele alma olanağım olmadı elbette. Ben sadece birkaç noktaya değinmekle yetindim.

Gerçekten de temel bir başucu kitabı yazmış Rudolf Rocker. Kütüphanelerden eksik olmaması gereken büyük bir eser kazandırmış çevirmen Ali Çakıroğlu ve Kaos Yayınları.

(Çevirideki birkaç küçük hata üzerine not: Ali Çakıroğlu’nun dili çok güzel olmakla birlikte küçük bazı hatalar da var. Nispeten önemli gördüğüm ikisine değineyim. Birincisi, Türkçede “vaaz etmek” diye bir kullanım yoktur. Ortaya koymak anlamında vazetmek ve bundan tamamen farklı anlama gelen vaaz vermek vardır ki, Çakıroğlu birçok yerde hatalı bir şekilde “vazetme”nin yerine “vaaz vermek” anlamına gelecek şekilde “vaaz etmek”i kullanıyor. İkincisi, “kelime dağarcığı” anlamında kullanılan “kelime haznesi” denirken, “hazine”nin ortadaki “i”si düşer. Yani “kelime hazinesi” denmez.)

Gün Zileli

18 Mart 2019

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

Rudolf Rocker: Milliyetçilikle Kültür’ün Karşıtlığı

Cumhuriyet Kitap Eki’nde yayınlandı.

Tanınmış anarko-sendikalist düşünür Rudolf Rocker (1873-1958), anarşizmin temel direklerinden olan devasa eseri Milliyetçilik ve Kültür’ü Hitler’in iktidara gelmesinden kısa süre önce tamamlamış. Kitabın yazılış ve basılış öyküsü kısaca şöyle: kitap Nazilerin iktidarı ele geçirmesinden kısa süre önce tamamlanıyor; o sırada Almanya’da basılması imkânsız olduğundan, üç cilt halindeki ilk İspanyolca baskısı 1936-37’de Barselona’da, Tierra y Libertad yayınevi, ilk İngilizce baskısıysa 1937’de New York’taki Covici-Friede; Flamanca bir baskı Amsterdam’da, 1939’da, İspanyolca ikinci baskısı Buenos Aires’te, 1942’de Ediciones Imán tarafından yapılıyor; Yidce, Portekizce ve İsveççe baskılar, Buenos Aires, Sao Paulo ve Stockholm’de yayınlanıyor.

Bilmiyorum ama, mutlaka bu tarihlerden sonra da kitabın başka birçok dillerde çevirileri yayınlanmıştır. Yılların tozu dumanı altında yitip gitmemiş olan bu kitap, neredeyse ilk basımından 80 yılı aşkın bir zaman sonra, Türkçede Kaos Yayınları tarafından, Ali Çakıroğlu’nun güzel çevirisiyle basılmış bulunuyor.

Dünya toplumsal tarihinin ayrıntılı bir ele alınışı olarak da okunabilecek Rocker’in kitabı, çok önemli noktalarda, hem o gün, hem de bugün kafalara kazınan temel bazı kavramları, ön kabulleri sorguluyor ve esaslı, sağlam argümanlarla sarsıyor, alt üst ediyor, tarihi akış içinde millet ve milliyetçilikle kültür karşıtlığını ortaya koyuyor.

Rocker’in temel ayrım çizgilerinden biri, “diyalektik ve tarihi materyalizmin” iddialarının tersine, toplumlarda, doğada olduğu gibi kesin yasalar olmadığı yönünde. Dolayısıyla, Rocker’e göre, “tarihsel zorunluluk” ya da bir zamanlar pek moda olduğu gibi, “tarihin tekerlekleri”nin belli bir yönde dönmesi gibi bir tunç yasa yoktur:

Tüm tarihsel olayların birbirini zorunlu olarak izlediğine inanan, geleceği geçmişe kurban eder; toplumsal yaşamın fenomenlerini açıklayabilir ama değiştirmez. Bu bakımdan ister dini ve siyasi, isterse ekonomik olsun, kaderciliklerin hepsi aynıdır. Onun tuzağına düşen böylece hayatta sahibi olduğu en değerli şeyi, kendi ihtiyaçlarına göre davranma dürtüsünü yitirir.” (s. 30)

Hele insan güdülerini matematik bir kesinlikle hesaplayıp kesin toplumsal sonuçlara varmaya çalışmak iyice saçmadır. Bu yüzdendir ki, “İnsanın içinde yaşadığı toplumsal koşulların iyileştirilmesiyle ilgilenen her beşerî tasavvur, öncelikle sadece olasılığa dayanan bir temennidir.” (s. 29)

Bundan sonra Rocker, 18. Ve 19. Yüzyıl’da ortaya çıkan, J. J. Rousseau, Hegel, Kant, Fitche ve Hegel gibi, “tarihin tekerleklerinin bütünsellik yolunda dönmesini” sağlayan “milli ruhun” temsilcisi devletin kutsallığını teorileştiren filozofların eleştirisine girişiyor ve doğal hayatı ve bireyi hiçleyen bu düşünürlerin sıkı bir eleştirisini yapıyor. Bu düşünürlerin temelde bireyi de, toplumu da cendere altına alan kaderci bir devletsel hegemonyanın temsilcileri olduğunu ortaya koyuyor.

Rousseau ve Hegel… bugün faşizmde kudretinin zirvesine tırmanmaya hazırlanan modern devlet gericiliğinin iki muhafızıdır.” (s. 194)

Bu devletçi-kaderci ve özgürlük karşıtı düşünürlerin karşısında, Rocker, Proudhon, Bakunin gibi anarşist ve 19. Yüzyıl’da Amerikan toprağında yetişen T. Paine, T. Jefferson ve H. D. Thoreau gibi özgürlükçü ve liberal düşünürlerin görüşlerini ortaya koyuyor. Thoreau’nun en sonunda “En iyi hükümet hiç yönetmeyendir” (s. 177) noktasına varması, liberal düşüncenin özgürlük bayrağını, devleti tümüyle reddeden anarşizme devrettiğinin en net ifadesidir.

Rocker’in temel paradigmaları: diktatörlüğe ve devlet despotizmine karşı özgürlük; bireyin bastırılmasına karşı bireyin savunulması; milliyetçiliğe karşı toplumun serbest kültürel gelişmesi; ırkçılığa karşı ırkların karışması; arı dil çabalarına karşı dillerin kaynaşması; dinsel baskıya karşı insan ve kültür; siyasete karşı kültür; militarizm ve savaşa karşı barış; Roma merkeziyetçiliğine karşı eski Yunan uygarlığının ademimerkeziyetçiliği; ulus devlete karşı federalizm; totaliter sosyalizme karşı özgürlükçü kolektivizm; merkeziyetçiliğe karşı yerellik; monolitik Jakobenizm, komünizm ve faşizme karşı çoğulcu toplumsal faaliyet; tepeden bürokrasiye karşı halk inisiyatifi; vatanseverliğe karşı memleket sevgisidir.

Rocker, bütün bunları, tarihteki köklerinden alarak, kültürün bütün öğeleri, edebiyat, müzik, resim, mimari vb. temelinde etraflı olarak inceliyor kitabında. Ayrıca, anarşizmle ilgili olarak, örneğin, “devlet olmadan işler nasıl yürür ki?” gibi sorulara da çok güzel ve yerinde yanıtları var Rocker’in.

Kütüphanemizin temel bir esere daha kavuştuğunu söyleyebiliriz. Bu kriz koşullarında böyle kapsamlı bir kitabı basabilmek, ancak yayıncılığı kâr için değil, kültürel bir faaliyet olarak ele alan Kaos gibi yayınevlerinin altından kalkabileceği bir iş olabilirdi.

Gün Zileli

25 Mart 2019

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

12 Comments

  1. Sn. Zileli, sizce dünya ulus-devletler ve ulusçuluk aşamasını nasıl geride bırakabilecektir? Yani artık mutlak monarşileri geride bırakıp burjuva demokratik parlamenter düzene geçmesi gibi?

    “Proletarya enternasyonalizmi”ne dayanan bir sosyalist veya anarşist “dünya devrimi” ile mi? Yoksa başka “burjuva demokratik” yollarla, örneğin “etnik ulusçuluk”ları aşmış olan tüm “demokratik ulus”ların birleşmesiyle mi?

    Örneğin Anadolu Birleşik Devletleri (eski Türkiye) ve Balkan Birleşik Devletleri (eski Yugoslavya ve çevresi) gibi ülkelerin Avrupa Birliği’ne katılmasıyla Avrupa Birleşik Devletleri kurulur. Bu birliğin Amerika Birleşik Devletleri, Pasifik Birleşik Devletleri, Afrika Birleşik Devletleri gibi diğer birliklerle birleşmesiyle de Dünya Birleşik Devletleri kurulur. Başkenti de aradaki eşitliğin bozulmaması için her bir birliğe dönüşümlü olarak geçer.

    Sizce anarşist devrim mi, yoksa böyle bir burjuva demokratik devrim mi daha gerçekçi ve uygulanabilirdir?

  2. “eski Yunan özgürlüğü ile merkeziyetçi Roma hukuku”

    Antik Yunan ile Roma’nın daha sonra geldikleri yerlerin öncekilerin tam zıttı olması ilginç bir paradoks değil mi?

    Şöyle ki;

    Doğuda Yunan’ı da içine katarak Batı ve Doğu’yu birleştiren Roma İmparatorluğu, Ortaçağ’a girişle birlikte “Doğu Roma” (yani “despotik” Bizans) ve “Batı Roma” (onun kısa sürede dağılmasıyla da “feodal” Batı Avrupa) olarak ikiye ayrılınca durum tersine döndü.

  3. Yanlış Cumhuriyet’e dair eski bir mektup / Sevan Nişanyan

    Eski dosyaları karıştırırken karşıma çıkan bir mektup.

    1999 yılında yazmışım. Genellikle sol kitaplar basan bir yayınevi, sonradan Yanlış Cumhuriyet adını alan kitabımla ilgilenmiş. Ben başıma gelecekleri bildiğim için, “bakın bu kitap sizin fikriyatınıza pek uymaz, peşin söyleyim, vakit kaybetmeyelim” diye anlatmışım. Nitekim aynen öyle oldu, bir süre kıvrandıktan sonra basmaktan vazgeçtiler. Ben de pek hevesli değildim bastırmaya. Kitap ancak 2008’de gün yüzü gördü.

    *

    Sevgili …,

    Atatürk kitabı 4 yıl önce kaldığı yerde duruyor. O günden bu yana hemen hemen hiç el değmedi. Bir bakıma daha iyi oldu. Kendimi turistik kitaplara verdim. Hapis hapis gezeceğime, otel otel dolaşıyorum.

    Mektubun üzerine, üç-dört yıl aradan sonra ilk kez kitabı çıkarıp baştan okudum. Şu kanıya — bir kez daha — vardım ki, eğer yayınlanırsa ve eğer sessizlik denizine düşmeyip ilk baştan biraz sesi duyulabilirse, Türkiye’de son on yılın en önemli kitabı olmaya adaydır. Konuların hepsi güncelliğini korumaktadır. Memlekette düşünen hemen herkesin el yordamıyla çözmeye çalıştığı konulara, incelemeye dayalı, kendi içinde tutarlı, taze ve provokatif cevaplar vermektedir. Lanetleyeni seveninden çok olacaktır. Ama görüşlerine değer verdiğim insanlar kitabı beğenecektir.

    Üstelik — yanılmıyorsam — okuması keyifli bir kitap. Akıcılığı iyi; fazla akademik değil; arada iyi espriler var.

    Yayına hazır hale gelmesi için sanıyorum bir-bir buçuk aylık işi var. Ekleyecek, çıkaracak fazla şey yok. Ancak,

    1. Önsöz veya sonsözü bir kez daha toparlayıp, muhtemel eleştirilere karşı biraz daha net tavır almak gerekecek.
    2. Bazı alıntı ve polemikler güncelleştirilecek.
    3. Yer yer biraz ifade yumuşatılacak.
    4. Dipnotları daha sistemli elden geçirilecek.

    Kitabı tekrar okuyup değerlendirecek olursanız, eleştiri/düzeltilerin bu noktalara yönlendirilmesinin daha yararlı olacağına inanıyorum. İçeriğe ilişkin itirazlarla gereksiz zaman kaybetmemek için şu noktaların peşinen altını çizeyim:

    1. Sosyalizm

    Bu kitap sosyalizme yandaş olmayan bir bakış açısından yazılmıştır. İlk sayfadan başlayarak, Lenin-Hitler-MK arasındaki özdeşlikler vurgulanmıştır. “Üretici güçler”, “işçı sınıfı” vb kavramlarına rağbet edilmemiştir. Siyasi olaylarla ekonomik sistem arasında kayda değer bir yapısal ilişki bulunmadığı fikri birkaç yerde ifade edilmiştir. Kollektivist ve devletçi düşünce tarzları çeşitli vesilelerle yerilmiştir.

    2. Emperyalizm

    “Emperyalizm” kelimesi kitapta, birtakım Avrupa ülkelerinin 19. yüzyılda uyguladığı yayılma politikasının adı olarak serbestçe — herhangi bir değer yargısı içermeksizin — kullanılmıştır. Emperyalizm lehine veya aleyhine, ima yollu dahi olsa, görüş bildirilmemiştir.

    Ancak,

    1. Ülkelerin illa o ülke soyundan olan kişilerce yönetilmesi gerektiği fikri sorgulanmış,
    2. Batılı devletlerin Osmanlı’ya bakışının öncelikle ekonomik sömürüye yönelik olmadığı rakamlarla gösterilmiş,
    3. “Sömürgeci batı”, “tek dişi kalmış canavar” vb söyleminin cumhuriyet düşüncesinde hangi amaçlara hizmet ettiği üzerinde durulmuş,
    4. Kapitülasyon adı verilen imtiyazların, zamanla dejenere olsa da, esas itibariyle bireyi devlete karşı koruyan düzenlemeler olduğu savunulmuş,
    5. Düyun-u Umumiye idaresinin ve NATO üyeliğinin Türkiye için bazı açılardan hayırlı olduğu ifade edilmiştir.

    3. Saltanat ve hilafet

    Kitapta saltanat ve hilafet savunulmamıştır.

    Ancak,

    1. Saltanat ve hilafet ile modern, özgürlükçü hukuk rejimi arasında zorunlu bir karşıtlık olmadığı gösterilmiş,
    2. Türkiye’e saltanat ve hilafetin kaldırılmasının demokrat-özgürlükçü bir görüşten kaynaklanmadığı, aksine kişisel diktatörlük hırsının bir adımı olarak değerlendirilmesi gerektiği savunulmuştur.

    4. Sèvres

    Kitapta Sèvres antlaşması savunulmamıştır.

    Sadece,

    1. Sèvres antlaşmasının uygulanma şansının zaten olmadığı ve imzacı devletlerin de bunu bildiği belirtilmiş;
    2. Sèvres antlaşmasını hazırlayan düşünce ve etkenler daha objektif bir biçimde analiz edilmeye çalışılmıştır.

    Türkiye’de Kemalizm adı verilen siyasi tavır, ulusçuluktan, “anti-emperyalizm” adı altında Batı karşıtlığından, devletçilikten, anti-monarşizm anlamında cumhuriyetçilikten, dine antipati anlamında “laiklikten” ayrı düşünülemez. Sosyalizm fikrine angaje birinin bu kavramların tümünü ciddi bir şekilde sorgulayabilmesine ihtimal vermiyorum. Bu anlamda, sosyalistler Kemalizmi kolay kolay eleştiremezler dedim. Ve diyorum.

    Ya da sosyalizm kavramı ben duymayalı o kadar esnedi ki haberim yok…

    *

    Kitabın rejim/devlet/demokrasi konularına ilişkin teorik yaklaşımını özetleyen bölüm, 18 ve 19. sorulardır. Özellikle 18’in yabana atılacak bir makale olduğunu sanmıyorum. Oradaki temalara kitabın çeşitli yerlerinde tekrar tekrar yer verilmiştir. Örneğin 3. soru, 18’in başka telden tekrarıdır.

    *

    Kemalizm meselesini “modernite” bağlamında tartışmayı önermişsin. Yeterince tartıştığımı sanıyorum, daha fazlası gereksiz bence. Askeriyenin ve devlet teşkilatının reorganize edilmesi anlamında “modernleşme” Türkiye’ye uluslararası durumun empoze ettiği bir mecburiyettir; fazlaca bir seçme şansı olmadan gereği yapılmıştır. Osmanlı’nın son devri ile cumhuriyetin ilk dönemi arasında bu konuda sorunların niteliği ve çözümlerin çerçevesi açısından büyük bir fark yok.

    Türkiye’de asıl sorun Batılılaşmadır. Bu da, tıpkı Türklerin bir vakitler İslam uygarlığını asimile etmesi yahut Cermenlerin Hıristiyan-Roma uygarlığını kabul etmesi gibi bir kültürler çatışması olayıdır. Amerika’ya, Fransa’ya özgü kavramlarla bu meselenin anlaşılabileceğini sanmıyorum. Konuya ilişkin ilginç fikirler belki Japonya’da veya Hindistan’da çıkmıştır. Onlardan da benim haberim yok.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2019/04/yanls-cumhuriyete-dair-eski-bir-mektup.html

  4. Bağımsız Kürdistan devleti = Türklerle/Arablarla/Farslarla eşit olmak istemiyorum diyen bir Kürd, beyazlarla eşit olmak istemiyorum diyen bir siyahiden, erkeklerle eşit olmak istemiyorum diyen bir kadından ve heteroseksüellerle eşit olmak istemiyorum diyen bir LGBT’den farksızdır.

    Onlardan bir farkı olması için “Kürd devleti de, Türk, Arab, Fars devletleri de olmasın ve Kürd, Türk, Arab, Fars kimlikleri yasaklanarak herkes sadece Anadolulu, Suriyeli, Iraklı/Mezopotamyalı, İranlı (ve/veya Ahvazlı, Deylemli, Horasanlı vb) sayılsın” demesi gerekir.

    Daha da büyük bir farkı olması için ise “Dünyadaki bütün ulus-devletler yıkılarak tek bir Dünya/İnsanlık devleti kurulmalı ve bütün ulusal kimlikler yasaklanarak herkes sadece Dünyalı/İnsan sayılmalı” demelidir.

  5. “Türk milli kültürü, vatan, millet, şehit, ezan, bayrak, gavur, düşman edebiyatının yükü altında mutantlaşmış, nefret ve vicdansızlık dışında hiçbir şey üretemeyecek bir yapıdır. Eskiden eğer bazı olumlu unsurları var idiyse, izi kalmamıştır.”,

    “”Türkler” bence başka herhangi bir milletten daha iyi veya daha kötü insanlar değiller. Ancak “Türk milli kültürü”, başka herhangi bir kültürle kıyaslanmayacak ölçüde habisleşmiş bir ur.”,

    ve

    “Çoğu Türkler herhangi bir şey üretmekten çekindikleri için, habis Türklerin ürettiği kültür bir ur gibi ülkeyi sarıyor.
    Türkiye’de çok güzel insanlar var pekala. Bir şey üretmiyorlar. Yılmışlar. Ya da üretme disiplinine ve alışkanlığına sahip değiller.”

    demiş S. Nişanyan.

    Doğru söylemiş.

  6. “Ayrı bir devlet kurarak Kürtlerin üzerindeki baskıya son verme program ve stratejisinin egemen ulusun çoğunluğunu kazanmak gibi bir derdi olmaz, ancak ona ayrı devlet kurmaya müsaade etmemenin astarının yüzünden pahalıya geldiği gösterilerek, başka çıkış yolu olmadığı kanıtlanmaya çalışılır.
    Bu nedenle ayrı bir devlet stratejisi ister istemez, ihtiyacı olan yedek ve kazanılacak gücü, başka devletlerle iş birliği, onların çelişkilerinden yararlanma noktalarında arar, bu yönde arayışlara yol açar.
    Bu ise egemen ulustan kitleler içinde tecridi arttırır. Bu tekrar geri döner aynı türden arayışları besler ve uzun ve kanlı bir süreç sonunda, dünya ve bölgedeki devletlerin ve mücadelenin dengeleri ile, iş egemen ulusun ezilenlerine ve devletine astarı yüzünden pahalıya geldiğinde ancak böyle bir hedefe ulaşılabilir.
    Dünyanın en stratejik ve kritik noktasında üç büyük ve eski uygarlık merkezi (Pers (İran), Hitit (Türkiye), Asur (Suriye)) ve bunların devletlerinin yaşadığı bir noktada bu neredeyse olanaksızdır ve ancak bir dünya savaşı veya Ortadoğu’nun diyelim ki öneminin yitmesi, Petrolün bir enerji kaynağı olarak işlevinin kalkması gibi büyük, çağ değiştirici politik ve teknik alt üstlüklerden sonra belki böyle bir sonuç alınabilir.”
    (D. Küçükaydın)

  7. Emperyalist Amerika Birleşik Devletleri Dünya’daki bütün ülkeleri fethederek adını “Dünya Birleşik Devletleri” olarak değiştirdiğinde herkes “Dünya vatandaşı” sayılacağından ulus devletler ve ulusal kimlikler arasındaki kısır çekişmelerin ve etnikçilik hastalığının tedavisi (yani “Dünyalılık”) bulunmuş olacak.

    Anti-Emperyalizm = Emperyalizm’in Dünya’yı ele geçirmesine karşı olma = Dünyalılığa karşı olma = ulus devletçilik, ulusçuluk, etnikçilik

    Anarşizm = Anti-Emperyalist bir ideoloji = Dünyalılığa karşı olan ulus devletçi, ulusçu, etnikçi bir ideoloji

  8. “Türkler “Türk milli kültürü” adı verilen kanserleşmiş ucubeden nasıl kurtarılır? Yeni bir milli kültür nasıl inşa edilir? Temel mesele budur.
    Çok zordur. Belki imkansızdır. Ama aklı olan her Türkiyelinin buna kafa yorması vicdani bir görevdir.”

    “”Vatan millet, şehit, ezan, bayrak, gavur, düşman” eğer problemin başı ise, vatan ve milleti sorgulayarak, şehidin harcanmış piyon, ezanın hoparlörlü tecavüz olduğunu anlatarak, gavurun insan, düşmanın potansiyel dost olduğunu hatırlatarak başlamak lazım.
    Israrla, sabırla, akılla ve emekle, insanların ruhunu esir alan büyü sözlerini tersyüz etmek lazım. İnsanları duymaya ve dinlemeye alıştırmak lazım. Önce kafası çalışan birkaç kişiyi ikna edersiniz. Yavaş yavaş diğerleri gelir.”

    “Belki en önemlisi bayrağı değiştirmek.
    Her topluma bayrak lazım. Fransız, Amerikan, Sovyet ve Çin devrimleri topluma yeni bir ulusal bayrak önererek yola çıktılar. Eski rejimin kirlenmiş bayrağını reddettiler.
    Şimdiki rejimin bayrağı bence ulusal bayrak olma niteliğini çoktan kaybetmiştir. Çağdışı bir ideolojinin, bir nefret söyleminin, bir hizbin bayrağı haline gelmiştir. Geçmişi değil geleceği, nefreti değil umudu, düşmanlığı değil insanlığı yücelten bir bayrak lazım.”

    (S. Nişanyan)

  9. Sayın Zileli,

    Rudolf Rocker’ın ‘Milliyetçilik ve Kültür’ kitabını yeni bitirdim.

    Çeviride ve basımda emeği geçen herkese teşekkürler. Yıllar önce İngilizcesini okumaya başlamıştım, hayat koşuşturması arasında kaybolup gitti. Çevrildiğini öğrendiğimde hemen aldım ve dikkatle okudum.

    İşaret ettiğiniz bir-iki hususta uyarıyla karışık hatırlatma yapmak zorundayım.

    Rocker’ın Rousseau’yla ilgili eleştirileri yerinde. Sol içindeki pek çok grup, Rousseau’yu anarken (ve anlatırken) bütünlüklü bir çerçevede konuşmaz; açıkçası ‘eleştirilmesi gereken yönleri’ni halının altına süpürürler, göstermeyi pek istemezler.

    Sizin otobiyografi kitaplarınız; aynı zamanda itiraflarınız, hatalarınızdan çıkardığınız dersler. Acaba Rousseau, ölümünün üzerinden 200 küsür yıl geçmişken, günümüzde yaşananları görseydi; kendi payına düşenler üzerine özeleştirisini yapar mıydı…

    Şahsınızın ‘John Locke’ hakkındaki müktesebatı ne kadar bilemem. Amacım sizin dağarcığınızı ölçüp tartmak değil.

    Bir uyarı yapmak zorundayım:

    Eğer Locke’u, (Rocker’ın da işaret ettiği gibi) sadece ‘birey’i temel sayarak argümanlar, tespitler getiren bir düşünür olarak biliyorsanız, ve bu özelliğinin Locke’u pür-ü-pak yapmaya yettiğini söylüyorsanız; yanılıyorsunuz.

    Kısaca izah edeyim:

    Günümüzde en yüksek seviyede yaşanmakta olan (özellikle ‘finans’ın hegemonyalaştığı) ‘kapitalizm’in şekillenmesinde, adeta (eğer ‘kapitalizm’i tarihsel süreç içinde defalarca yontulan bir ‘kaya’ gibi düşünürsek) ‘kapitalizm heykeli’nin yontulup daha muntazam hâle gelmesinde Locke’un payı çok büyüktür.

    Biraz iddialı bulabilirsiniz, ‘kapitalizmin şekillenmesindeki en önemli 3 kişi kim, söyler misiniz?’ diye sorarsanız; biri ‘John Locke’, diğeri ‘Adam Smith’tir. (Üçüncü kişinin kim olduğuyla ilgili tartışmaya şimdilik gerek yok.)

    Günümüzde hepsi birer yığışım (conglomerate) hâline gelmiş uluslararası şirketlerin, holdinglerin varlıklarını sürdürebilmesi amacıyla yegâne ‘motto’ları olan ‘hedonizmi yücelten narsisizm’in kökleşmesi için en tehlikeli tohumu atmış kişilerden biridir John Locke, tam 300 küsür yıl önce. Bunu unutmayınız.

    Rousseau’nun, ‘devlet(ler)in hegemonyası’na katkısı ne kadar büyükse;

    Locke’un, ‘kapitalizm’e ve ‘şirket(ler)in hegemonyası’na katkısı aynı ölçüde büyüktür.

    Locke, (bilerek ya da bilmeyerek) şu kapıyı açmıştır: ‘Birey’, şirketlerin varlıklarını sürdürebilmesi için; uysal hâle getirilmesi gereken, robotlaştırılması gereken, patronların komutlarını harfi harfine icra etmesi gereken ‘köle’dir. ‘Devletler’ şirketlerin haklarını koruyup gözeten birer mekanizma olmaktan öteye geçmemelidir, ‘devletler’ şirketlerin davranışlarına müdahalede bulunmamalıdır; böylece, şirketler ‘bireyleri (köleleri)’ kemiklerinde ilik kalmayana kadar sömürebilmelidir.

    Unutmayınız: Locke, Rousseau’nun aynadaki yansıması gibidir.

    Not: Eğer maddi imkânınız ve zamanınız varsa; Locke’un yazdıklarıyla, Pierre-Joseph Proudhon’un yazdıklarını yan yana getirip, karşılaştırmalı olarak okumanızı tavsiye ederim.

    * * * * * * * * * *

    Sayın Zileli,

    Dikkatle okumanızı öneriyorum:

    Şimdi, herhangi birimiz çıkıp, ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.

    Bugün sahip olduğumuz, tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!

    Her şey ‘John Locke’ ile başladı!

    John Locke, bize ‘mülkiyet’i tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:

    1. Başkaları için yetecek kadar ‘artık [leftover]’ bırakılmalı.

    2. Bu ‘artıklar’, asla çürümeye terk edilmemeli.

    3. En önemlisi de, bu ‘artıkları’, ‘işgücüyle’ yoğurmalı. [Not: ‘İstihdam’ kelimesinin, ‘insanları robotlaştırarak, bu yolla meşgul ederek, zapturapt altında tutmak’ amacına dönüştürülmesi!]

    Bu üç basamak, ilk okuyuşta, doğru bir mekanizma gibi gözükebilir, ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne [‘mal’a veya ‘hizmet’e] sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece, hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam, her şey harika!

    John Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ [‘Two Treatises of Government’, 1689] adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.

    İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘Özel mülkiyetten yana mıyım? – Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken, Locke, özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hâttâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda, bir tek cümle içinde!

    Locke şöyle diyor:

    The ‘one thing’ that blocks this is the invention of money, and men’s tacit agreement to put a value on it, this made it possible, with men’s consent, to have larger possessions and to have a right to them.

    ‘Paraya ihtiyaç, insanlığın zımni [dolaylı] arzusundan sadece bir kez feyz aldı ve ardından ‘para’ var oldu.’

    Locke, bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…para var oldu.’ dedi ve kesti bitirdi!

    Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz, ‘para’ denen madde işgücünü satın alıyor!

    Artık ‘başkalarına ne olacak!’ endişesi yok:

    ‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı!’

    Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı!’

    Diyor ki, ‘Para’, gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, ‘para’, israftan sorumlu tutulamaz.’

    Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz! Bunların ‘bireye ve topluma etkilerinin ne olduğu’ hakkında konuşuyoruz! Locke’un birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!

    Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’, Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması, ancak, sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!

    Sonra bir başka ekol, ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.

    Locke, ‘Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.’ diye başlamıştı,

    Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; ‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’ Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!

    Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte!’ dediği şu:

    “Bu sadece ‘Tanrı’nın değil…” ↔ “Bu sadece ‘özel mülkiyet’in sorunu değil.”

    Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki, ‘piyasa ekonomisi’ ön koşulludur.

    Yani en sade tabirle, nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik varsa; ‘piyasa ekonomisi’ de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.

    Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan, meşhur ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!

    Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını [hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez] alıp incelediğinizde, ‘para ve piyasa ekonomisi ‘ön koşullu’dur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin, kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! [‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776]

    Smith devam ediyor:

    * İşgücü satın alan yatırımcılar [patronlar] vardır:
    → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ‘ön koşulu’dur!

    * Yatırımcının [patronun], bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceğinin sınırı yoktur:
    → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ‘ön koşulu’dur!

    * Yatırımcının [patronun] ne kadar para (ve sermaye) biriktirebileceğinin, dünya genelinde ne büyüklükte ‘eşitsizlik’ [yani, o meşhur ‘gelir dağılımı adaletsizliği!’] olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir, belirlenemez:
    → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ‘ön koşulu’dur!

    Ve Adam Smith böylece o büyük fikriyle gelir [bu fikri, kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatMAmış, yine her zaman yaptığı gibi, satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!]:

    Bilirsiniz, insanlar ürünleri [malları, hizmetleri] ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz,

    Ve diğerler insanlar, bu ürünleri [malları, hizmetleri] ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire, iktisadın en temel konuları.

    ‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği, ekonomi disiplininin merkezi konularından biridir.

    Ve Adam Smith diyor ki, “Bunları dengeleyen ‘piyasanın görünmez elidir’ [The Invisible Hand]!”

    Yani, yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’, şu anda, sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuş gibi eli kulağında!

    Locke’un söylediklerini hesaba katarak, mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!

    Şu anda, ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş, sözde ‘ön koşullu sistem’le karşı karşıyayız: Kapitalizm!

    Şimdi söyleyeceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith şöyle diyor:

    ‘Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species, and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.’

    ‘Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.’

    [‘Milletlerin Zenginliği’, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.]

    Yani en kötü anlamıyla Smith, ‘evrim teorisi’ni beklemektedir!

    Kitabından yukarıda aktardığım bölüm, Darwin’den çok önceydi! Ve Smith, onlara, ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti bile!

    Şunu görebilirsiniz:

    * İcat edilmiş yeni bir ‘ırkçılık’ anlayışı,

    * Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar şuursuzluk, vicdansızlık,

    * Ve, “‘Görünmez el’ denen şey;
    İhtiyacı karşılayacak kadar kaynak,
    Kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.”
    diye zırvalaması!

    Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın, ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulup, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!

    Bol bol, kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden “akılcı düşünen gen [veya ‘kurnazlık!’]” anlaşılan o ki Smith’de de vardı!

    Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin orijinaline baktığınız zaman:

    ‘Piyasa’nın temel amacının, gerçek, dokunulabilir & fiziki olarak hissedilebilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.

    Adam Smith, dünyadaki en büyük kâr getirici ekonomik sektörün, neticede ‘finansal takas’ [ya da en geniş tanımıyla ‘yatırım’ın] içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Smith’in yaşadığı dönemi (1723-1790) baz alırsak, bunu anlamaması [veya öngörememesi] bir nebze makûl kabul edilebilir.

    ‘Finans’ kısaca, bir para biriminin kendi değerini, diğer para birimlerinin hareketleriyle belirlediği, ‘topluma [insana ve hayata] sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur!

    Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak [ya da almadan], onun en temel ilkelerinden biri olan “paranın ‘ticari mal’ olarak kabul edildiği” bir teori için, böylesine anormal görünen bir kapı [yani ‘finans’ kapısı] sonuna kadar açık kaldı! Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2018… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!

    Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme, ‘para’nın peşinde olmak için, sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!

    Adam Smith tarafından esrarengiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:

    Bu hayâli, ticari malın, sığ ve menfaatçi arayışının;
    Büyülü şekilde,
    Zaman geçtikçe,
    Bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir!

    ‘Economic growth’ & ‘Ekonomik büyüme’ tabirinin temelini bu oluşturur!
    Yani, “Sen ilk önce kendini kurtar!
    Herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak;
    Ve böylece, yıllar geçtikçe refah toplumsal olarak da artacaktır!”
    yalanına zemin hazırlandı!

    [Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsü; ‘mutlak hedonizm’i iştahla savunan siyasetçiler olarak, 1980’li yıllar boyunca, ‘kapitalizm’in gaddarlığını pekiştirmiştir!]

    Gerçekte ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’;
    ‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!

    Aslında olan şu:
    Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.

    ‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden, “Daha fazla mal satılması durumunda ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla [GSYH]’ yükselirse, genel refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.” yalanını yayarlar!

    ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’, toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş!

    ‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız, bütün istatistik hesaplarınızı da, ‘ekonominin sağlığı nasıl gidiyor?’ ölçümlerinizi de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!

    İşte, her şey apaçık ortada! Karmaşayı görüyorsunuz:

    Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’, ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ diye yutturuyorlar!

    En başından beri kendinizi, “‘Para’ ve ‘Hayat’ Değer Dizilerinin” tamamen birbirine zorla eklemlenmesiyle oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’ bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden, sistemi [kapitalizmi] daimi olarak besliyorsunuz!

    Dolayısıyla, ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz!

    Bu durum, ‘sistem tıkanıklığı’dır!

    Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’, bugün, geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül seviyeye yükselmiştir!

    Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz müddetçe’, ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!

    [John McMurtry,
    Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü]

  10. uyarı için teşekkürler.

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir