“Barış” umutları varmış da Dağlıca’daki saldırı bu umutlara darbe indirmiş. Radikal gazetesi, Dağlıca’da vurulup ölen Umut Bulut adlı gencin adından yola çıkarak dramatik bir başlık atmış: “ ‘Umut’a saldırı”. Dramatik ama gerçekle ilgisi yok. Umut Bulut’un saldırıda öldüğü doğru ama “barış umudu”na saldırılmış değil, çünkü gerçekte böyle bir umut yoktu.
Olamaz da. Çünkü savaşın her iki tarafını da vicdansız politikacılar yönetmektedir. Birbirlerine düşman oldukları ölçüde birbirlerine benzerler. Siz bakmayın o TV’lerdeki üzüntülü mesajlarına, baş sağlıklarına, “gençlerimiz ölüyor” yakınmalarına, sulugöz duygu edebiyatına. Ölen gençler her iki taraftaki politikacıların da umurunda bile değildir. Çünkü her iki taraf da, birbirine benzeyen ve kanla beslenen savaş makinelerinin başında bulunmaktadır ve birinden biri diğerini kesin anlamda haklamadıkça “barış” diye bir şey gündemde olamaz. Aslında “barış” lafları ve demogojisi bile sürdürülen savaşın önemli bir propaganda unsurundan başka bir şey değildir.
Savaşlara az sayıda politikacı karar verir ve birlerce, on binlerce, milyonlarca genç bu kararlar çerçevesinde ölüme sürülür. Bu noktada komutanların bile iradesinden söz edilemez artık.
Savaşı iki şeyden biri durdurur. Ya bir taraf diğerini yenerse durur savaş ya da savaşan tarafların silah altına alıp cephelerde birbirlerine kırdırdıkları genç insanlar, çektikleri acılar sonucunda bir bilinç sıçraması yaşarlar ve hiçbir şart ileri sürmeksizin silahları bırakır ve kardeşleşirler. Hatta daha da güzeli, 1917 yılında Rusya’da ve Almanya’da olduğu gibi silahlarını o güne kadar kendilerini ölüme sürenlere çevirmeleridir.
Evet, 1917 yılında, adını andığım bu iki ülkede böylesine mucizevi bir olay gerçekten de yaşanmıştır. Ömer Şerif’in baş rolünü oynadığı, Pasternak’ın aynı adlı romanından yola çıkarak yapılmış Doktor Jivago filmindeki o eşsiz sahne bunu çok güzel anlatır. Cepheyi terk edip ülkenin içlerine doğru topluca yürüyüşe geçmiş Rus askerlerinin önünü atına binmiş bir general keser. Cepheyi terk etmemeleri için elde kılıç askerleri tehdit etmektedir. Bir su fıçısının üstüne çıkar ve “askerlerine” “geri dönün, emrediyorum” diye bağırır. Askerler önce biraz duraklarlar, yılların verdiği emir-komuta alışkanlığı nedeniyle. Ama aralarından biri silahını ateşler ve vurulan general su dolu fıçıya gömülür. Aslında sulara gömülen, yüzyıllardır süren bir mantıksızlık ve ölüm çarkından başka bir şey değildir.
Umut’lar unutulacak birkaç dramatik yazıdan ve sahte ağıttan sonra. Öte yandan, politikacıların sahtekârca açıklamalarıyla “barış umutları” yeniden ve yeniden sürülecek ortalığa. Oysa her iki tarafın da “barış” derken yapmak istediği, kendi siyasi çıkarlarını karşı tarafa dayatıp boyun eğdirinceye kadar savaşı şu ya da bu şekilde sürdürmektir.
Oysa savaşın gerçekten sona ermesi için bir tek umut var. O da ellerine silah tutuşturulup savaş alanlarına sürülen her iki taraftaki gençlerin “artık yeter bizim sırtımızdan yaptığınız ölüm tacirliği” demeleri ve birbirlerine silah sıkmak yerine, 1917 Rusya’sında ve Almanya’sında olduğu gibi kardeşleşmeleri, silahlarını yere bırakmalarıdır.
Hatta silahlarını kendilerini ölüme süren politikacıların üzerine çevirseler daha da güzel olur. İşte o zaman tüm dünyadan savaşların ebediyen silinmesinin yolu açılmış demektir.
“İmkânsız” mı dediniz?
Zaten biz de imkânsızı istiyoruz. Çünkü gerçekçiyiz.
Gün Zileli
20 Haziran 2012
Aynı mealde yazılmış 19 Ekim 2011 tarihli bir yazımı da buraya ekliyorum:
Çok Basit…
Savaşlar, çözümü çok basit olan sorunların devletler ya da devlet adayı kuruluşlar tarafından iyice karmaşık hale getirilmesiyle sürer. Bu devlet ve kuruluşların savaştan nemalanması noktasını bir yana bırakırsak, geriye şu gibi unsurlar kalır: 1. Devletler ve devletsel kuruluşlar kolektif organlar olduklarından, bu kolektifi oluşturan bileşenler savaşı bitirmek konusundaki adımları atmaya cesaret edemezler. Her bir bileşen bir diğer bileşenin bunu kendisinin aleyhinde kullanacağından korkar çünkü. Bu yüzden tarihte savaşlar ya yenilgi ya devrim yoluyla biter ya da kimseden çekinmeyecek birey-diktatörlerin inisiyatifiyle; 2. Devletler ve devletsel kuruluşlar savaşın yol açtığı kin ve intikam duygularını karşıya alıp tecrit olmaktan korkarlar ve bu yüzden umutsuzca kör bir savaşı sürdürürler; 3. Savaşın getirdiği yükler savaşa yol açan çıkarları aşmadığı sürece devletler ve devletsel kuruluşlar savaşı sürdürmekten vazgeçmek istemezler; 4. Devletler ve devletsel kuruluşlar beyni ve vicdanı olmayan yaratıklar olduklarından, her ölenin arkasından feryat ediyor gibi yapsalar da aslında bu durumdan hiç ama hiç etkilenmezler ve savaş makinalarını işletmeye devam ederler.
Televizyon kanallarını işgal eden ve bu işten ekmek yiyen şu ne idüğü belirsiz “terör uzmanları”na kulak asmayıp işin esasına bakacak olursak, “terör” denen olayı ya da savaşı bitirmek son derece basit bir şeydir. Eğer Türk devleti kolonyalist çıkarlarından vazgeçmeyi göze alsa ve Kürtlerin haklarını samimiyetle tanısa; özerklik taleplerini tanıdığını açıklasa ve Kürtlerin ana dilde eğitim gibi temel kültürel isteklerine olumlu cevap verse savaş ya da “terör” anında sona erer ve kum torbalarıyla korunmaya çalışılan o ne işe yaradığı bile belli olmayan karakollara kapatılmış yirmi yaşındaki yoksul aile çocukları da ölmez. Mesele bu kadar basittir.
Durmadan “barış”tan söz eden karşı taraftaki devletsel kuruluşa ve taraftarlarına da söylenecek bir çift söz var. Gerçekten barış mı istiyorsunuz? O halde derhal silahları bırakın ve özerklik hakları için Kürt halkının inisiyatifini devreye sokun. Kürt halk kitleleri bugün özerkliği hayata geçirecek bir olgunluğa gelmiştir. Silahı bırakın ve özerk örgütlenmeyi fiilen başlatın. O zaman büyük çoğunluk arkanızda olacak ve kolonyalist devlet çok zor duruma düşecektir. Elindeki tek dayanağı olan “şehitler” edebiyatı sona eren devletin askeri harekâtlar yapmak ve savaşı sürdürmek için hiçbir bahanesi kalmayacaktır.
Evet, “şehitler” edebiyatı… Bu deyimi kullanıyorum, çünkü bu, savaşı sürdürmenin bahanelerinden biri, bir istismar aracıdır. Devlet ve hükümet yetkililerinin üzgün yüz ifadelerine inanmayın. Kameralar karşısındaki o üzgün yüz ifadelerini oradan uzaklaşır uzaklaşmaz portmantoya astıklarından emin olabilirsiniz. Gerçekten üzülselerdi önce kolonyalist arzularından vazgeçmeye girişirlerdi. Zaten neden üzülsünler ki, ölen o gençler onların sınıfından değil ki…
Siz hiç o ücra karakollarda, mayınlı yollarda ölen tek bir zengin çocuğu gördünüz mü? Televizyon kanallarında teşhir edilen “ateş düşen” evlerden birinin bile Mashattan gibi konforlu bir “yaşam alanı”nda yer aldığını göreniniz var mı?
Gün Zileli
19 Ekim 2011
En iyi o bilir. O ne diyorsa o.
bu kirli savaşın ne olduğunu ve nedenlerini hatta kimlerin savaştığını bile anlamamış zileli barış havarisi kesilmiş.barış isteyenlerin sahte olduğunu söylerken bile aslında barışı kimin isteyip istemediğini bile anlamamış.devlet-iktidar ekseninin barış istemediğini bilmeyen kaldımı?her seferinde bitirdik belini kırdık dediklerini bitirebilmenin yolu sanırım zilelinin önerisinden geçiyor iyi tavsiye yetkilillerin şimdiye kadar denemediği kalmadığına göre şimdi sıra zilelinin yönteminde olabilir başka türlü özgürlük,eşitlik,adalet isyanını yok edemeyiz?
Burada savaştan kastımız da önemlidir, örneğin geçtiğimiz iki ayda 150den fazla işçi iş “kazalarında” yaşamını yitirdi, ortada ne biz savaş vardı,ne de basının dilinden düşürmediği türden bir “terör”. Bu gün , kalkınma planlarında “6. bölge” diye anılan “doğu ve güneydoğu illerinde”, yeni bir ucuz iş gücü havzası ve kapitalizmin “lokomatif”i yapılmaya çalışan bir coğrafyada yaşadığımızı baz alarak ne türden bir “istikrardan” ve “barıştan” söz edildiğini az çok tahmin edebiliriz. Mesela, tuzla tersanelerinde, madenlerde, kot taşlama atölyelerinde , HES inşaatlarında gördüğümüz türden bir “barış”.
Öte yandan eğer bölgede komünler gereken hattı örebilirse ve HDK iddia ettiği ağsal örgütlenmeyi geliştirebilirse , talep edilen kimi radikal reformlar kazanılabilir ve hareketin yapıcı/munipikalist eğilimleri belirli alanlarda başarı şansı bulabilir… Ancak şu anda bu çok zor görünüyor. Yine de Munipikalizm ve komünalist otonominin yapıcı anlamda gerekli fikirler olduğunu düşünüyorum, lakin coğrafyamızda Fatsa deneyiminden gelen böyle bir gelenek var…
kenan evren 80 sonrası bir demecinde ”biz gelmeseydik, Fatsa’dakiler gelecekti”
Herkesin birilerinden bişey bekledi bu süreçte komünal birlikler bu birliği isteyenlerin iradesiyle olacaktır.
Özgürlükçü arkadaşa katılıyorum. Kürtlere silah bırakın demek Kürtlere düşer, bize düşmez. Aşağıdaki yazı da savaşı kimin istediğini ve kimin başlattığını gösteriyor.
http://cebaxcor.blogspot.com/2011/07/aln-ulan-basnza-caln-kardesliginizi-ve.html
Devlet 5000 (söylelen rakamlar 7000-8000)den fazla kişiyi ürgüt üyesi olarak kck tutuklamalarıyla içeri almıştır, böylece Bdp nin yasal alandaki mücadele veren önemli kadrolarını kaybetti. Şehirlerdeki bu tabloya bakan örgüt yönetmi silah bırakırmı. Kck operayonları ve içerdeki kck lılar bırakılmadığı sürece bence silahlar konuşmaya devam edecek
kendisini yenilmiş zamanların bıçak sırtı yalnızlığından kurtaramayan tikel anarşist ve etkin klavye kullanıcısı Gün abimiz,artık sistemin kendi intiharını yaratması veya kendi isyancısını doğurması sistematiğinden medet ummayın biraz da içinde yaşadığınız selamlaştığınız halkların özgücüne güvenin .Siz karsıtlık ilkesini yıllarda kullandınız da ne oldu gerçekçiliğiniz imkansızlığı bertaraf etmedi .sizin mücadele etmeye çabaladığınız sistemi felç eden 90 kuşağı kürt gençliği zorla dağda bulunmuyor.sizin yapamadığınızı bu kuşak sistemin başından kaynar sular dökerek gerçekleştirmektedir.zamana direnmek tedavülden kalmamak bloglarda websitelerinde yazı yazmak ile mümkün kılınmıyor .evet gercekçi olmak zorundasınız ve lütfen gölge etmeyin ..
gün senin türkiyede yaşadığından şüpe duymaya başladım.gerçekten burada yaşıyor olsaydın böyle düşünmezdin.o kadar naif düşünüyorsun ki düşündüklerin düşündürmüyor yalnızca güldürüyor.çünkü mücadele edenlerle onları yok etme arzusuyla kuduran t.c’nin ırkçı otoriter devletini aynı görüyorsun bunla da kalmıyor bir de bu pek karşılığı olmayan fikirlerini alternatif olarak öne sürüyorsun.bu günlerde moda oldu; her eline kalemi alan direnme yetilerini henüz yitirmemiş insanlara saldırıyor,onlara akıl veriyor.ama gerçek şu ki onların bu heyacandan yoksun fikirlere ihtiyacları yok. avangar bir direnişin özneleri olup bunlara değil yani söze değil eylemin yaratıcı yıkıcılığına inanıyorlar.
Fedal Yapı etkinliğini parçalayamamış bir devlet tam bir ulusal yapıya sahip değildir. Bunun en önemli nedeni ise farklı uluslardan oluşmuş olmasıdır. Bu durum doğası gereği Ezen Ulus-Ezilen Ulus çatışmasını doğurur. Gönemsel şartlar gereği bazen proleter, bazen küçük burjuva, bazen burjuva ağırlık kazanır taraflar. Sonuçta bu çatışmalar özünde Ezilen Ulusun gelişmesinde Egemen Ulusun baskısından doğar. Mevcut coğrafyada bu savaşın sürmesinin en önemli etkeni ise Egemen Ulusun kendi içindeki çatışması, anlaşmazlığıdır. Ezilen Ulusu burjuvazisinin tam olarak olmasada etksiyle harekete geçmesinin amacı bir ”Pazar Kavgası”ndan öte bir şey değildir. Her iki tafaın döne dönem farklı ”renkler”de devam etsede bu kavagsı sonuçta bir Burjuva Savaşı’ndan başka bir şey değildir. Feodalizm’e karşı ilerici bir unsur olan burjuvazinin özellikle 20yy ikinci yarısından itibaren ”ilerici-devrimci” vasfı kalmamıştır.
Günümüzde halkların yapması gereken Emperyalist Boyunduruktan Kurtulma Mücadelesi olmalıdır.
Özellikle 20 yy başından itibaren farklı isimler altında süren bu savaşın adını doğru okunmadığı sürece her iki tarafta
bu acıları hep yaşaycaktır. Şekil değişir, sonuç değişmez.
Son haftalarda bu coğrafyada ortaya çıkan sıcak gelişmeler ve riskler hakkında gayet iyi bir analiz:
http://tr.internationalism.org/duenyadevrimi/201208/408/kuerdistan-derinlesen-emperyalist-savasin-arkaplani