Ulusal Kanal’daki Bir Programın ardından: “Hayretler Mütemadiyen”
Dün gece Ulusal Kanal’da Rafet Ballı-Doğu Perinçek programı vardı. Kendisi de aynı hareketten ayrılmış bir arkadaşımı arayıp haber verdim. Meğer bulundukları yerde ulusal Kanalı alan bir uydu yokmuş, bu yüzden izleyememiş. Program henüz bitmeden sabırsızlanıp aradığımda öğrendim bunu. “Neler söyledi?” diye sordu arkadaşım. Özetlemem mümkün değildi. Sadece hayretle izlediğimi söyledim. Cevabı şu oldu: “Yaptığı ve söylediği bunca şeyden sonra bizleri hâlâ şaşırtabiliyor olması gerçekten takdire şayan!” Doğru söylüyordu. Artık şaşıracağınız hiçbir şey kalmadığını düşündüğünüzde öyle bir laf ediyordu ki, bir kere daha şaşırıyordunuz.
Örneğin, “I. Dünya savaşımız” diyerek beni bir kez daha hayrete düşürdü. Meğer I. Dünya Savaşı, en azından Türkiye açısından bir emperyalist savaş değil, bir “vatan savaşı”ymış. Türkiye, parçalanmamak için savaşa girmeye, hem de emperyalist Almanya’nın safında girmeye (tabii mevzu buraya gelince “emperyalist” sözcüğü düşüyor ve “anti-emperyalist” cengaver Perinçek emperyalist Almanya’dan sitayişle söz ediyordu) mecburmuş. Bu durumda benim aklıma gelen soruyu Rafet Ballı sormadı tabii ki. O zaman, Osmanlı imparatorluğu’yla aşağı yukarı aynı gelişme düzeyinde olan, emperyalizmin baskısı altındaki Rusya da parçalanmamak için İngiliz-Fransız emperyalistlerinin yanında savaşa girmeye mecbur kalmış olamaz mıydı? Bence şaşırtan ama asla şaşırmayan Doğu Perinçek’in daha sonra söylediklerinden bunun da cevabının cebinde hazır olduğunu anlamak mümkündü. “Mecbur kalmış olamazdı”, çünkü Rusya sıcak denizlere inmek (tipik soğuk savaş argümanı) ve İstanbul’u ele geçirmek istiyordu. Güzel de, o zaman biri de çıkıp, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Almanlarla aynı safta savaşa girerek, kaybettiği Balkanları yeniden ele geçirmek veya tahakküm altındaki Arap topraklarını kaybetmemek istediğini ileri sürebilirdi. Dahası, geriye doğru gidip 1699 yılındaki Karlofça Antlaşması’nın bile “anti-emperyalist” öğeler taşıdığı iddia edilebilirdi. Daha dahası, bu durumda emperyalist Almanya, “vatan savaşı” veren Türkiye ile aynı safta savaşarak “anti-emperyalist bir emperyalist paylaşım savaşı”na mı girmiş oluyordu! Neyse bunlar, biz sıradan fanilerin akıl erdiremeyeceği kadar karmaşık, Doğu Perinçek gibi “devlet aklı”yla yatıp “devlet aklı”yla kalkanların uğraşacağı konular.
Kısacası dediği şuydu: Osmanlı İmparatorluğu Alman emperyalistlerinin yayında emperyalist paylaşım savaşına girerek anti-emperyalist bir eylemde bulunmuştu. Diyalektik hokkabazlığı öğrenmek için Doğu Perinçek’i izlemek gerekir!
O kadar ki bu diyalektik hokkabazlık mantığı bizi örneğin artık Nazi Almanya’sına ve Hitler’e farklı bakmaya bile götürebilir. 1930’ların Nazi Almanya’sı da “yedi düvel emperyalistlerle” karşı karşıyaydı. I. Dünya Savaşı’nın galip emperyalist devletlerinin dayattığı Versay Antlaşması Almanya’yı özellikle silahlanma açısından vesayet ve baskı altında tutuyordu. Hitler’in iddiasına göre, Almanya Çekoslovakya (Südet Almanları sorunu), Polonya gibi ülkelerden önemli bir tehdit algılamaktaydı. Almanya, içeriden, “Yahudi bölücülüğünün” ve “Sovyet terörizmi”nin “bölme ve kargaşalık yaratma” girişimleriyle karşı karşıyaydı. Bu durumda, Hitler’in de aslında bir “vatan savaşı” verdiği neden ileri sürülemesin ki? Yani “vatan savaşçısı” Doğu Perinçek’in bakış açısıyla tarih pekâlâ bu şekilde yeniden yazılabilir (fakat tabii ki yazılamaz, işin içine Stalin girince).
Bana kalırsa sadece tarihi değil, güncel siyasi çarpıtmacılığı ve tahrifatı öğrenmek için de aynı şahsı izlemekte yarar var. Hiç beklemiyordum ama Rafet Ballı da beni şaşırtıp ilginç bir soru sordu: Kemal Kılıçdaroğlu, Suriye’nin Esad rejimiyle derhal bağlantı kurulmasını istemişti. Hatta bu beyanı Ballı ekrana da yansıttı. Aynı şekilde, Tayyip Erdoğan’ın buna verdiği olumsuz cevabı da. Tayyip Erdoğan, “1 milyon kişinin katili bir cellatla barışılmasını” öneren Kemal Kılıçdaroğlu’na saldırgan sözlerle karşı çıkıyordu. Bu durumda, başından beri Esad rejimiyle barışılmasını savunan Doğu Perinçek’in Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu beyanına sahip çıkıp Tayyip Erdoğan’ı hedef alması beklenirdi, öyle değil mi? Hayır böyle yapmadı. Bana kalırsa Ballı’yı bile şaşırtan bir şekilde, Kılıçdaroğlu’nun beyanındaki küçük bir cümleciğe takılarak toplarını yine Kılıçdaroğlu’na karşı ateşledi. Kılıçdaroğlu, Esat’la bağlantı kurulmasını ileri sürerken bence de hatalı bir cümlecik kullanıyor: “Türkiye eğer Suriye’de etkili olmak istiyorsa.” Fakat bu hatalı cümlecik, Kılıçdaroğlu’nun beyanında sadece değinilip geçilecek hatalı bir bakışı ortaya koymaktadır, beyanının esası, Esad rejimiyle barışılmasıdır. Fakat Perinçek, bu esası bir kenara itip ayrıntıyı öne çıkarmayı uygun buldu. Efendim, ne demekmiş Suriye’de etkili olmaya çalışmak falan filan. Böylece Kılıçdaroğlu’nun, aslında kendisinin de desteklemesi gereken Esad’la barışma önerisini geçiştiriverdi. Tayyip Erdoğan’a gelince de, onun Kılıçdaroğlu’na karşı sözlerini, Esad’ı şiddetle hedef alışını bir yana bırakıp, bu olumsuz tutuma Kılıçdaroğlu’nun ayrıntıdaki hatalı sözlerinin neden olduğunu söylüyordu ki, artık bu kadarına Rafet Ballı da dayanamadı ve bence yerinde bir müdahaleyle meselenin özüne dikkat çekti. Doğrusu bu kadarını Ballı’dan beklemiyordum. O da beni şaşırttı!
Tabii Ballı’dan, bunun ötesinde, ÖSO güruhu ile kuvayi milliye arasında kurulan benzerlik konusunda soru sorması umuduna kapılamazdım. Çünkü bu derece kritik soruların program öncesinde gözden geçirilip elendiğinden eminim.
Yazının başına otururken daha uzun bir yazı olacağını tahmin etmiştim ama öyle olmadı. Belki de insan beyni, saçmalıklar karşısında daha iktisatlı davranmak gereğini duyuyor.
Gün Zileli
7 Şubat 2018
sevgili gün zileli,iyi olmana sevindim önce,artık niye şaşırıyorsun onu anlamıyorum.yalnız şöyle bir sorun var bu kişinin bu halini görüp daha onun yanında olanlara ne demeli.burda görmediğimiz birşey var diğer muhalif geçinen kanallara bakarsan ,ulusal kanalın yörüngesinden çıkamadıklarını görüyorum. kazayla tkp nin güya teorisyeni çaflı culfazın bir yazısına rastlamıştım cumhuriyette şaşırmıştım,küreselleşme kelimesinin tepkiside demek böyle bir eğilimi değişik şekilde dünyave ülkemizde doğuruyormuş.dünya savaşının bir sonucuda, ekim devrimini doğurmasıdır.savaş sayesinde geniş köylü kitleleriyle ufak bir parti olan bolşevikler bağlantı kurabilmişlerdir. gerek sonraki dünya savaşından sonra sosyalizmin genişlemesi, bizdede bazı akllı evvel sosyalist arkadaşlar , türkiyedede böyle kolay bir sonuç bekliyorlar. böyle bir çıkarım çok boş bizi hep kötü günler bekliyor maalesef,çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Perinçek iyi bir demagog. Tabii solun teorik pratik sefaletinden de güç alıyor. Perinçek demagog iken “esas sol” çok da matah bir durumda değil yani.
Esed sever sol ile çevrelenmiş bir Perinçek rahatça oynamasın da ne yapsın? Yeri dar değil yani, epeyce geniş. Perinçek böyle bir performansa sahip de, günümüz tkp’si çok mu farklı? O da benzer kıvırtmalar, oynatıcılar sergiliyor yeri geldiğinde. Sosyalizm cumhuriyete yakışırmış falan… Sanki sokağa çıkarken kıyafet beğeniyor! 🙂
Ama evet, o kısım doğru; 1. Dünya savaşı, esas olarak osmanlı topraklarını paylaşım savaşıydı ve bu savaşa girmesi bir hayatta kalma refleksiydi. Doğru veya yanlış. Savaşın sonucuna bakıp, “keşke girmeseydi daha az hasarla ve kayıpla atlatırdı” demek, haklı çıkmak anlamına gelir belki ama, maçın sonucunu gördükten sonra loto oynamaktan farkı olmaz.
Neden “Esad rejimiyle barışılma”lidir?
“Ama evet, o kısım doğru; 1. Dünya savaşı, esas olarak osmanlı topraklarını paylaşım savaşıydı ve bu savaşa girmesi bir hayatta kalma refleksiydi.”
Ditto.
Bazan, davetliler arasinda degilseniz, menude siz varsiniz demektir.
Osmanli’nin durumu da aynen oyleydi: Britanya ile ittifak denemeleri/tesebbusleri hic olmadi degil. Ama, iltifat gormedi. Yani, menude Osmanli’nin oldugu artik asikar hale gelmisti.
Ikinci en iyinin secilmesinden baska alternatif kalmamisti.
Çelişkilerin Efendisi
Bölüm 1: Çelişki Kardeşliği
AKP-VP Kardeşliği
Bölüm 2: İki Çelişki
Esad ve AKP’yi ve Rusya ve AKP’yi destekleme politikası
Bölüm 3: Çelişkinin Dönüşü
Kılıçdaroğlu’na yönelik son beyan
Son çelişkisini de kullandı. Cephanesi bitti.
Son Çelişki: Kılıçdaroğlu
Suriye Savaşları Bölüm 8: Son Çelişki
burada barışma, bu ülkenin iç işlerine karışmama, iç savaşta taraf olmama anlamınadır. AKP iktidarı, bölgesel hegemonyacı olarak başka ülkelerin içindeki kışkırtmalardan asla vazgeçmemektedir.
Bu adamlarda “Çelişki Oyunları” (Game Of Contradictions) bitmez!
“burada barışma, bu ülkenin iç işlerine karışmama, iç savaşta taraf olmama anlamınadır.”
Genel gecer bir temenni olarak amenna.. da.. tek karisan Turkiye olsa, hadi, yine de, anlardim; fakat ne komsu ne de mesafe cinsinden yakin olan o kadar karisan var ki, onlar dururken bunu Turkiye icin soylemek cok da anlamli olmuyor.
Dahasi, herseyin otesinde, ben ‘neden barisilmalidir?’ sorusunu ‘ne acidan Turkiye’nin cikarinadir?’ anlaminda sormustum.
Esad ve rejimi orada durdugu muddetce, Turkiye’deki multecilerin Suriye’ye geri donme sansi/niyeti yok gibi gorunuyor. Yani, multeci masraflarimizdan da tasarruf etmek sozkonusu degil.
Geriye ne kaliyor?
Barismaktan cikarimiz nedir?
Bir de, tabii ki, neden Turkiye bu adimi atmak zorunda?
Problem evvel emirde Suriye’nin problemi.. ilk adimi Suriye’nin atmasi gerekiyor. Tekliflerini/onerilerini gorelim, sonra degerlendiririz.
“AKP iktidarı, bölgesel hegemonyacı olarak başka ülkelerin içindeki kışkırtmalardan asla vazgeçmemektedir.”
Ve, siz de, baska ulkeler adina/gozunden bunu yadirgiyorsunuz; anladigim kadariyla.
Cunku, baska ulkeler –zinhar– boyle bir sey yapmiyor; degil mi?
AKP-VP ittifakı nedir?
Yeşil Kemalistler ile Kızıl Kemalistlerin kirli ittifakıdır.
Yahut da Neo-Ottomanizm + Kemalizm = Erdoğanizm ile Stalinizm + Kemalizm = Perinçekizm ittifakıdır.
Gün Zileli, biyografik kitaplarınızda ( yarılma, havariler, sığınmacılar) daha objektiftiniz okudum hepsini ve keyifle okudum. Fakat sonralardan Doğu Perinçek düşmanlığı sizde takıntı haline geldiğini düşünüyorum. Oysa çizgisini bozmadan bugünlere geldi, sizde dahil olmak üzere hep çok farklı taraflara savruldunuz. Ve ayrıca takip edebildiğim kadarıyla hiçbirinizi kaale alıp cevapta vermiyor size. Yanılıyor muyum acaba
Wayy ve ne müthiş tsrtismaymis ?!
Türkiye’de, Ortadoğu’da, Dünya’da ne gibi değişiklikler yaratır?
Artık gazete, TV bakmayalim ulusal cilara yumulalim..
Buda ulusalcı,aydinlikci anarjizm olsun..
Türkiye’de faşizm ezilirken bunlarda ayak altında supurulecek,yok olacaktır.
Bu fasistlerle kim tartışır zileliden başka.. negatif aşk hikaye dizisi..
Ahh o tartışmada gün Zileli olmaliymisda…şu love story the end olsa..
Bu konuda çok toysunuz, neden cevap verip muhaliflerini gündeme taşısın ki. Onlar zaten benim gibi günlük medyanın falan dışında, kenarda köşede kalmış insanlar. Doğu Perinçek’e şahsen hiçbir düşmanlığım yoktur, oluimlu yönlerini de yeri geldikçe belirtmişimdir, belirtirim de, bbu konuda hiçbir kompleksim yoktur. Fakat ileri sürdüklerini son derece özgürlük düşmanı bulur ve bu yüzden karşı çıkmayı gerekli görürüm. Çizgisini bozmamak ve savrulmak… Size bir tek örnek vereceğim, madem Havariler’i okumuşsunuz, Havariler’in baş kısımlarındaki Kıbrıs’ın Türkiye tarafından işgali olayına yeniden bakın. Doğu Perinçek orada, hayranlık verici bir cereyanı göğüsleme tutumuyla işgale karşı çıkmış ve Aydınlık hareketinin “işgale nihayet, Kıbrıs’a hürriyet” sloganını atmasını sağlamıştır, bir de bugüne bakın. Bu mu çizgisini bozmadan bugünlere gelmek. Daha onlarca örnek verebilirim ama şimdi uzatmayayım.
“işgale nihayet, Kıbrıs’a hürriyet”
Siz onu cok yanlis anlamissiniz.
‘Isgal’ degil ‘ilhak’ edilsin; kismen degil, tamamen edilsin.
Dolayisi ile, bir butun olarak ozgur olsun demek istemislerdir. 🙂
At sahibine göre kişner. ”Vatan” adını almış ‘artist’ oluşum… Eskiden her gazetede her görüşten insan yazabilirdi. Kamplaşmacı hegamonya bunu bitirdi bitireli, ”işçi”nin sesi olduğu savındaki parti, muallak ”vatan” kavramı üzerinden her gazetenin yazarı olma yolunu arıyor. Ekmek aslanın ağzında olunca, yazar çizer eşhas, şovmen popüler şahıs, tek sanatı emretmek olan ”komutanımmm!” zevat, milliyetçilik, taassup, devrimciliği kınama formu ve ”devletim benimmm” yurtseverliğiyle bindikleri bir atı, ‘aval’ bir beygire dönüştürürler.
Yoksullaşan, geçinemeyen yığınlar, işçi haklarının budanması, emeğin, sanatın, kültürün hiçleştirilmesi üzerine, bu at hangi heybetli kişnemesini yapsın! Bu at hangi yoldan yürüsün! Düzenbazlık ormanında hak, adalet, eşitlik, doğruluk, gerçekçilik kavramlarına sahip çıkan ve mücadele veren bir ”kurul”u bile yok bu oluşumun artık. Bunlarıyla şunlarıyla taassubun, hamasetin, cühela düzeneğin minik kazanında bir fukara kaynama sesi oluyorlar ancak.
At sahibine göre kişner. Halkın bir atı bile yok. Bir de bu arada, sevmediği adamı üzerinden atan bir kahraman at vardı; adı Cihan. Bir çiğnemediği kalmıştı.Onu sevgi ve saygıyla anıyorum.
Necip şaka yapıyor. Gülücüğünden belli.
Dikkat çektiğiniz çelişki konusunda son derece haklısınız. O halde bir soru: Esad rejimiyle barışılıp, YPG’ye karşı ortak hareket edilse, sizin düşünceniz ne olurdu?
TEMMUZ 2016 VE SONRASI DOĞU PERİNÇEK TUTARSIZLIKLARI
http://ucuncuyol1919.com/2017/02/04/dosya-temmuz-2016-ve-sonrasi-dogu-perincek-tutarsizliklari/
DOĞU PERİNÇEK’İN 50-55 YILLIK SİYASİ ÇİZGİSİ
https://pbs.twimg.com/media/DKKrw3cXUAMSl0f.jpg
Cihan dediginiz, Cihan Alptekin mi ihtiyar coban?
Cihan Alptekin arkadasiniz miydi?
1970’lerde Nurhak’taki devrim mucadelesinde siz de silahli olarak orada miydiniz?
Rejimlerin kendi aralarında anlaşıp içeride halklara saldırmasını onaylamam. Benim Esad rejimiyle barışmaktan anladığım, Esat’ı dış müdahaleyle devirme girişimidir ki Kürt hükümeti halen bu yolda ısrar etmektedir.
Yanlışlıkla Kürt hükümeti yazmışım. Türk hükümeti olacaktı.
Anonim manonim,
Cihan bir yarış atıydı. Sırtından yere fırlatmasıyla meşhur.
Cihan, Tayyip Erdoğan’ı üzerinden atan ve ayakları altına alan o kutsal atın ismi.
Anonim çok ucuz kanallardan besleniyorsun. Verdiğin linkte iler tutar bir şey bul lütfen. Piyasadaki Perinçek’in 50 yılı diye bir kitap var ondan farksız. Önyargılarla, illa da eleştirmek zorunda hissederseniz kendinizi tutarlı bir tarafınız kalmaz
Efrîn; Ulusal Özgürlük Ya da Hendekleşme!
Türk ordusunun ÖSO çeteleriyle birlikte Efrîn’e saldırması ve sivil Kürdleri katletmesi tüm duyarlı Kürdlerde büyük bir öfkeye neden olurken, PKK’nin ne Efrîn’in Kürdistani kimliğinin yok edilme riskine ne de katledilen Kürdlerin trajedisine dair bir kaygısının/üzüntüsünün olmadığı bir kez daha görüldü. Dahası, yaşananlardan memnun olan PKK’nin tek kaygısının örgütsel yarar/zarar olduğu ve tüm hesaplarını da buna göre yaptığı gerçeğiyle karşı karşıyayız yine. PKK’nin tutumu 40 yıllık serüveninin özetidir aslında. PKK’nin Efrîn’de nükseden 40 yıllık tutumu, duyarlı Kürdleri her zaman olduğu gibi ikilemde bırakıyor; ‘Ya Efrîn’e kayıtsızlık ya da Efrîn ile birlikte PKK’nin Kürdistani olmayan siyasetini sahiplenme’ gibi sıkıntılı seçeneklerle karşı karşıya bırakılan Kürdler, her şeye rağmen Efrîn’e sahip çıkmak için yapabileceklerini yaptılar/yapıyorlar. Dünyanın birçok yerinde Kürdistan bayrağıyla sokaklara dökülen ve dünya kamuoyunun dikkatini Efrîn trajedisine çekmeye çalışan ulusalcı Kürdler, istemeseler de PKK politikalarına onay vermek gibi riskli bir iş yapmak zorunda kalıyorlar…
PKK’nin bazı yerlerde, ‘benden izin almadan gösteriler yapmayın’ diyecek kadar ileri gitmesi kaygısının Efrîn ve Kürdler olmadığının bir göstergesidir. PKK öncülüğünde yapılan gösterilerde ise, Efrîn’in bir Kürdistan şehri olduğuna, Efrîn’de Kürdlerin katledildiğine ve bu katliama tepki gösterenlerin Kürdistani bir güç olduğuna dair yine hiçbir simgeye/işarete/söyleme rastlanmıyor. “Efrîn ile dayanışma” ve Türk sömürgeciliğini protesto etme amacıyla yapılan gösterilerde, Kürdlere devleti haram kılan ve tüm yaşamını Kürdlerin ulusal haklarına karşı sömürgeci politikaları savunmaya adayan Abdullah Öcalan’ı kutsama ve yeniden Kürdlere “lider” diye pazarlama kaygısı ön plandadır. PKK’nin bu tutumu, hem gösterilerin amacına ulaşmasını engelliyor hem de duyarlı, ulusalcı Kürdlerin gösterilerde aktif olarak yer almasının önünü kesiyor.
Zıtların Ortak Amacı!
Sömürge ile sömürgecilerin uzlaşmaz karşıtlığı hesaba katıldığında çatışan tarafların (PKK-T.C.) ortak bir amaca sahip olması, Kürdlerin nasıl bir ikilemde kaldığının en yalın göstergesidir.
Devlet, Kürdistan yerleşim yerlerini Kürdlükten arındırma ve uzun vadede bağımsızlığın önünü kesme noktasında kalıcı bir anlayışa ve stratejiye sahiptir. Kuşkusuz ki bu anlayış sadece Türk devletinin değil diğer sömürgeci devletlerin de “genetik” anlayışıdır. Bu nedenle Türk devletinin Efrîn’e yönelik barbarca saldırısı Türk devlet aklıyla, varlık koşuluyla uyumludur…
Devlet istemeyen ve devletleşmeye karşı sömürgecilerden daha keskin bir şekilde mücadele eden PKK de, Kürdistan’ı Kürdlerden arındırarak “halklar” adı altında sömürgeci devletlere mahkûm/mecbur bırakma noktasında kalıcı/genetik bir anlayışa ve stratejiye sahiptir. Bu açıdan bakıldığında Efrîn’de Kürdlerin katledilmesi, göç etmesi ve Efrîn’in Kürdistan’dan koparılarak “halklar” adı altında sömürgeci devletlerden birine bağlanması PKK’nin anlayışyla örtüşüyor; dahası bu anlayış zaten PKK’nin de varlık nedenidir…
Dünyanın her yerinde ulusalcı Kürdler Efrîn için gösteriler yaptı;
Güney Kürdistan Meclisi Efrîn ile dayanışma mesajı vererek tarihi bir duruş sergiledi;
Başkan Berzanî, ‘talep olursa Efrîn’e pêşmerge gönderileceğini (Kobanî’de olduğu gibi) söyledi;
Berzanî vakfı, sivillere yardıma hazır olduğunu ve izin verilmesi durumunda hemen gerekeni yapacağını açıkladı…
Tüm bunlar Kürdlerin genel olarak Efrîn ile dayanışama içinde olduğunu gösteriyor.
Bu olumlu ve Kürdistani tutuma karşı PKK ne yapıyor?
PKK,
Öcalan posterleri ve yüz çeşit bez parçasıyla gösteri yaparken tarihî Kürdistan bayrağına tahammül edemiyor;
Gösterilerde Kürdistanî hiçbir simgeye izin vermiyor;
Özellikle sosyal medyada Berzanî/Kürdistan düşmanlığını işlemeye devam ediyor;
Güney Kürdistan Hükümetini (siz Berzaniler olarak algılayın) işlevsiz kılmak için “Efrin’e yürüyüş adı altında” otoyolları kapatıp Pêşmergeye karşı terör estiriyor;
Güney Kürdistan’ı itibarsızlaştırmak için her zamanki gibi “Smelka kapısı kapatıldı” yalanına başvuruyor;
Kerkük ihanetini tamamlamak ve Güney Kürdistan Hükümetini düşürmek için elinden geleni yapıyor…
Çok net olarak görülüyor ki, PKK, Efrîn’e Kürdlerin yardım etmesini istemiyor!
Çünkü PKK Efrîn trajedisinden sadece örgütsel çıkar sağlamak derdinde.
Evet, Efrîn’de Kürd savaşçılar cesaret, yiğitlik ve fedakarlık örneği veriyorlar!
T.C. barbarları ve bağlı çeteler tarafından katledilmeleri insanı derin bir şekilde yaralıyor, öfkelendiriyor.
Ama bu savaşçılar Kürdistan için değil, PKK (dolayısıyla sömürgeci devletlerin toprak bütünlüğü) için savaşıyorlar. Böyle olduğu için de ne yazık ki yapacak pek bir şey olmuyor.
Efrîn’de kim kazanırsa kazansın bu haliyle (PKK yüzünden) Kürdler kazanamayacak!
Ya Suriye devleti, ya Türk devleti, ya İran devleti, ya ABD, ya Rusya veya bir başka devlet kazanacak; kazanamayacak tek ulus Kürd ulusudur/Kürdistandır. Çünkü PKK’nin olası zaferi de “halklar” adı altında sömürgeci devletlerden birinin hanesine yazılacak. Kısaca, Kürdlerin ulusal haklarına karşı olan PKK’nin her kazanımı Kürdlerin/Kürdistan’ın kaybıdır; Sur,-Cizre- Nusaybin’de, Kerkük,-Şingal’de ve Kobanî’de olduğu gibi…
Peki, ne yapmalı?
Kürdler, hem işgalci güçlere hem de bu işgalci güçlerin ileri karakolu görevi yapan PKK’ye aynı şekilde tavır alarak doğru bir tutum alabilirler ancak. Kuşkusuz ki bu tutumu almak çok ama çok zordur; Siyasetin, özellikle de Kürd siyasetinin görevi de zor olanı yapmaktır!
Efrîn’e ve Efrîn’în Kürdistanî kimliğine sahip çıkarken PKK’yi mahkûm etmek;
Qandil ile Efrîn arasındaki bağlantıyı/etkileşimi koparmak;
Yalçın Küçük’ün dizayn ettiği PKK medyası ile Efrîn arasındaki ilişkiyi mahkûm ederek işlevsiz kılmak;
HDP’nin Efrîn üzerinde söz sahibi olmasını engellemek;
Başta Roj pêşmergeleri olmak üzere tüm ulusalcı güçlerin Efrîn’de/Batı Kürdistan’da aktif rol almalarını sağlamak ve ulusal bir cephe kurmalarının zeminini hazırlamak…
Kürd siyaseti bu zor olanı yapmaya kalkıştığında Batı Kürdistan’da/Efrîn’de PKK ile karşı karşıya gelecektir; bunu göze almadan zoru başarmak olanaklı değildir. Zaten PKK ve PKK aklayıcılarının en büyük şantajı, duygu sömürüsü bu noktada kendisini gösteriyor! “Kardeş kavgası”nı işleyerek PKK ihanetinin bu günlere gelmesinde belirleyici rol oynadılar. PKK açıkça Kürdlere karşıt iken, PKK ile karşı karşıya gelmeme siyaseti açık bir teslimiyetten başka bir şey değildir.
Sonuç olarak;
PKK’nin belirleyici olduğu her olayda olduğu gibi Efrîn olayında da Kürdler ikilem yaşıyor ve işgalcilere karşı gerektiği gibi tavır alamıyor!
Rusya ve ABD’nin taktik savaşlarına sahne olan Suriye ve Batı Kürdistan birçok olaya gebedir!
Türk ordusu bir bataklığa saplanmış durumdadır ve kolay kolay içinden çıkamayacak! Bu bataklık sadece Batı Kürdistan’ı değil, Kuzey Kürdistan’ı da harekete geçirebilir ve Türk işgalciliğini tarihi bir yenilgiye uğratabilir. Yeter ki Kürdler PKK belasına mahkûm olmasınlar ve PKK’nin Efrîn’de belirleyici aktör olmasına yardımcı olmasınlar ve göz yummasınlar…
Şayet PKK savaşın bir tarafı olarak kalacaksa, Türk ordusu hezimet yaşasa da yine Kürdler kaybedecek! Türk ordusu hezimet yaşadığı anda Suriye devleti devreye girecek ve PKK de “büyük bir zafer” edasıyla Efrin’i Suriye devletine peşkeş çekecek, ya da sömürgeci devletlerden birinden örgütsel yarar sağlayacak şekilde Efrîn’i pazarlık masasına sürecektir…
PKK devlet istemediği sürece, dahası devletleşmeye karşı olduğu sürece kazanacağı her zafer, Kürdistan fikrinin/amacının biraz daha yara alması anlamına gelir; bu gerçek görülmediği sürece PKK’nin halkın duygularıyla ve umutlarıyla oynamasına katkı sunmak dışında yapabileceğiniz hiçbir olumlu şey yoktur; 40 yıldır süregelen bunca tahribat yetmedi mi?
Tek Umut!
Özelde Efrîn’de, genelde de Batı Kürdistan’da ulusal bir kazanım elde etmenin tek yolu, PKK ile Batı Kürdistan ilişkisinin tamamen kesilmesidir. Bunu yapacak olan güç de şu an için Amerika görülüyor.
T.C.,İRAN, SURİYE ve Rusya devletlerinin ortaklığına karşı Batı Kürdistanlılar Amerika ile (zorunlu veya isteyerek) hareket ederse ve bu ortaklık stratejik/kalıcı bir ittifaka dönüşürse Kürdler kazanabilir. Bu durumda, Qandil, HDP, BAAS, Kemalizm ile yoğrulmuş PKK anlayışı T.C./İRAN/SURİYE/RUSYA ittifakının ayrılmaz parçası olduğu için karşı tarafta yer alarak iflas edecek; Batı Kürdistanlı güçler Amerika güvencesinde ulusal (otonomi, özerklik, federasyon ve hatta bağımsızlık) kazanımlar elde edebilirler. Büyük devletler arasındaki çelişkiler bazen öyle keskinleşir ki; normal koşullarda karşı oldukları birçok şeyi sahiplenebilirler. Kürdlerin ulusal haklarını sahiplenebilmeleri gibi. PKK’nin Kemalist/Baasist beyni ile taban arasındaki bağ kopmadan/koparılmadan kimse ulusal bir kazanım beklemesin;
Bu bağ koptuğunda ise ulusal birlik ve ulusal haklar önünde hiçbir engel kalmaz; çünkü en büyük engel “Kemalist/Baasist” PKK’dir…
Haber/Yorum
08.02.2018
Nasname
http://www.nasname.com/a/efrin-ulusal-ozgurluk-ya-da-hendeklesme
https://www.youtube.com/watch?v=u061zGMcJAk
Eğer bir Alptekin diye bir soyadı yoktuysa, İhtiyar Çoban’ın kahraman diye bahsettiği Cihan ölmüş. (Bu sitedeki yorumcular bazen kahkaha attırıyorlar adama. Şahsım adına teşekkür ederim)
İki Mücadele (Türkiye Demokratik Devrimi Ve Kürdistan Ulusal Kurtuluşu)
– “Gayr-ı Kanuni Referandumun (Nisan 2017) Gayr-ı Meşru İktidarına (RTE ve AKP) Karşı Mücadele” (KURTULUŞ CEPHESİ)
– Gayr-ı Kanuni İşgal Güçlerinin (TSK ve ÖSO) Gayr-ı Meşru İşgaline (Efrin ve Batı Kürdistan) Karşı Mücadele
Ya zincirsiz kurucu meclis ya Cumhurpatronluğu! Halk iradesi başına patron kabul etmez! Cumhurpatronu halk iradesi ile hükmedemez!
Gerçek
Şubat 10, 2018
Devrimci İşçi Partisi, 16 Nisan referandumunda oylamaya sunulan sistemi başından beri Cumhurpatronluğu olarak adlandırıyor. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adayı olmak için 100 bin imza toplanmasına noter şartı önermesi tam bir “Cumhurpatronluğu” örneği. Çünkü eğer Erdoğan’ın dediği olursa aday olmak için sadece 100 bin kişi bulmak değil, noter masrafları için de 15 milyon lira bulmak gerekecek. Bu mantıkla siyaset sahnesini parsellemiş patron partilerinin haricinde de patron olmadan ya da patronların desteğini almadan aday olmak imkânsız hale gelecek.
Cumhurpatronluğu deyince işin içinde Türkiye’yi anonim şirket gibi yönetmek de var tabii. Şirketlerde patronun dediği olur, haliyle Cumhurpatronluğu rejiminde de halk iradesine ve meclise yer olmayacaktır. Atı alıp Üsküdar’ı geçenlerin yaptığı Anayasa ile meclisin yetkileri zaten kuşa çevrilmekte. Ancak bu yetmiyor. AKP ve MHP sözümona “milli mutabakat komisyonu” kurarak seçim sistemini halkın iradesini yansıtacak şekilde değil, kendi menfaatlerini koruyacak şekilde tasarlamaya çalışıyor.
12 Eylül darbesinin ürünü olan yüzde 10 barajını korumak bu tasarımlardan biri. Geçmişte koalisyon hükümetlerine neden oluyor diyerek yönetimde istikrarı, temsilde adaletin önüne çıkarıp yüzde 10 barajını savunurlardı. Artık yeni sistemde koalisyon olasılığı ortadan kalktı. Hükümetler meclisten güvenoyu da almayacaklar. Yani yönetimde istikrarda sorun yok. O halde neden halkın hakkınca temsil edilmesine baraj koyuyorlar? AKP ve MHP’nin işine öyle geliyor olmasının dışında hiçbir gerekçeleri yok! Partiler arası ittifak yasası da aynı mantıkla hazırlanıyor. Baraj altı oy alsa bile MHP’yi meclise taşıyacak ve AKP’ye çoğunluğu verecek şekilde… Bunlar daha başlangıç. Her ayrıntıyı teker teker kendi çıkarları için düzenleyecekler.
16 Nisan referandumuyla tabuta konmuş olan meclisin üzerine AKP-MHP mutabakatı ile çivi çakılıyor. Hâl böyle iken Türkiye’nin önündeki seçenekler daha açık bir şekilde ortaya çıkmakta. Türkiye’de bir meclis olacak ise bu meclis ancak barajsız ve yasaksız bir kurucu meclis olabilir. Bu meclis de zincirli ve sopalı seçimlerle değil emekçi halkın fiili, meşru, kitlesel mücadelesiyle kurulacaktır. Cumhurpatronu halkın iradesi zincire vurulmadan hüküm süremeyeceğini bilmektedir. Halkın iradesi ise zincirlerinden kurtulduğunda başında bir Cumhurpatronuna asla müsaade etmeyecektir.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Şubat 2018 tarihli 101. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/ya-zincirsiz-kurucu-meclis-ya-cumhurpatronlugu-halk-iradesi-basina-patron-kabul-etmez
Başkanlık mı, yarı başkanlık mı, partili cumhurbaşkanlığı mı? Hiçbiri! Cumhurpatronluğu sistemi geliyor!
Gerçek
Şubat 8, 2017
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/baskanlik-mi-yari-baskanlik-mi-partili-cumhurbaskanligi-mi-hicbiri-cumhurpatronlugu
DİP Bildirisi: Türk-İş net ve kararlı biçimde Cumhurpatronluğu rejimine HAYIR demelidir!
Devrimci İşçi Partisi
Mart 11, 2017
http://gercekgazetesi.net/dip-bildirisi/turk-is-net-ve-kararli-bicimde-cumhurpatronlugu-rejimine-hayir-demelidir
İşçinin Sesi Manisa “Cumhurpatronluğu sistemine, kardeş kavgasına Hayır” paneli düzenledi
Gerçek
Nisan 3, 2017
http://gercekgazetesi.net/haberler/iscinin-sesi-manisa-cumhurpatronlugu-sistemine-kardes-kavgasina-hayir-paneli-duzenledi
Aytekin Yılmaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Yoldaşını Öldürmek’ kitabı ve T24’te Hazal Özvarış’la yaptığı röportaj sonrasında, Türkiye’deki sol örgütlerin kendi mensuplarına uyguladıkları şiddet bir kez daha gündeme geldi. Aldığımız cevaplardan anladık ki, devlet şiddetine karşı olma iddiasında olan sol örgütlerin bu sorunu halen kolay konuşulamıyor. Tarihle yüzleşmenin tam anlamıyla gerçekleşebilmesi umuduyla, ‘sol içi infazlar’ konusunda hafızaları derinleştirmek için bu konuda Sait Çetinoğlu, Taner Akçam ve Eren Keskin’in tanıklıklarına başvurduk.
‘Hepimiz egemenimize benziyoruz’
Eren Keskin
Sol içi şiddet olayları, Türkiye toplumu düşünüldüğünde hiç de şaşırtıcı değil. Biz 1915 Ermeni Soykırımı gibi büyük bir suçu bile görmeyen, konuşmayan ve örtbas etmeye çalışan bir toplumuz. Sağcı veya solcu olmak temelde bir şey fark ettirmiyor. Hepimiz egemenimize benziyoruz. Ben, 1995’te bir yazımdan ötürü cezaevine girdiğimde, bu durumu çok net olarak gördüm. Bayrampaşa Cezaevi’nde PKK’lilerin bulunduğu kadınlar koğuşunda kaldığımda, bir ranza cezasına şahit oldum. Bir kadın ranzasında tecrit ediliyor ve kimse onunla konuşmuyordu. Diğer örgütlerden kadınların bulunduğu ‘bağımsız koğuş’ta ise bir kadına korkunç işkenceler yapıldığını gördüm. O sırada cezaevi yönetimini yürüten, tüm örgütlerin katıldığı bir konsey vardı. Bu olayı oraya bildirmeme rağmen, hiçbir şey yapılmadı. Bu durum cezaevine özgü de değildi. Dev-Sol örgütünde 90’ların başında gerçekleşen bölünmenin ardından, 1993’te örgütün önemli liderlerinden Bedri Yağan, bir polis operasyonu sonucu öldürüldü. Bölünmeden sonra güçsüz olan ekipte yer alan Yağan’ın otopsisine girecek avukat bulunamadı, geriye kalan örgütün baskısından dolayı. Ben, iki arkadaşımla birlikte bu acımasızlığa ağlayarak girmiştim otopsiye. İHD yönetiminde görev aldığım 90’lar boyunca da ‘örgüt içi infaz’ ve ‘sivillere yönelik suçlar’la çok karşılaştım. Gelen tüm şikâyetler hakkında kınama yayımladık ve basına açıklama yaptık. Ancak yine de ilk başlarda aklımızın karıştığını, yaşayarak öğrendiğimizi söyleyeyim.
‘Cinayetler için PKK, ‘Nerede ihanet varsa, orada ceza vardır’ diye yazdı’
Taner Akçam:
1983’te, ben Almanya’dayken Kemal Burkay’ın örgütünden beni aradılar. PKK’nın bir grup elemanını hapsettiğini, işkence ettiğini, öldürdüğünü bildirdiler. Bundan sonra, özellikle Almanya başta olmak üzere Avrupa’da PKK, kendi deyimleriyle “önderliğe muhalefet edenleri” tek tek öldürmeye başladı.
İlk cinayet, galiba Frankfurt’a bağlı Russelsheim kazasında işlendi. PKK’lı Zülfü Gök öldürüldü. 1985’te Semir ismiyle bilinen Çetin Güngör, yıllarca saklandıktan sonra öldürüldü. Semir, Dersimli Ermeni idi. PKK’nın Merkez Komite üyesi ve Avrupa sorumlusuydu. PKK içinde demokrasi istediği için, Abdullah Öcalan tarafından tutuklandı, daha sonra kaçtığı İsveç’te ortaya çıktığı gece öldürüldü. Bu cinayet için, PKK’nın Serxwebun dergisinde şöyle yazıyordu: ‘Nerede ihanet varsa, orada ceza vardır.’
Bunun üzerine, birçok örgütle beraber, PKK’yı çok ağır bir biçimde kınayan bir bildiri yayımladık. Ondan sonra da PKK, benim de içinde bulunduğum bu gruplara karşı kampanya başlattı. Bu dönemde Türk ve Kürt 7 kişi öldürüldü. Bu sebepten öldürülenlerin sonuncusu da Kürşat Timuroğlu oldu. Tek suçu, Semir’in öldürülmesini protesto etmekti. Bu cinayetler, diğer örgütlere de sirayet etti. Kemal Burkay taraftarları (Özgürlük Yolu), Kurtuluş adlı siyasi gruptan bir başka kişiyi daha öldürdüler. Kendi içlerinden de insan öldürmeye devam ettiler. Belki 20’ye yakın siyasi cinayet işlediler Avrupa’da. Bunlardan birisi de PKK’dan ayrıldıktan sonra, ‘sessiz’ kalmanın hayatını kurtaracağını düşünen Mahmut Bilgili’ydi; Hollanda’da öldürdüler.
Kendi içindeki insanları infaz etmekle başlayan ve daha sonra diğer örgütlerden insanları öldürmekle devam eden bu zihniyet, kendisine destek vermeyen Kürt insanlarının da imhasına yöneldi. Bir başka “fail-i meçhul” kategorisi ortaya çıktı. Beni en çok üzen, benzeri şeyleri güvenlik güçleri yapınca barikatlara geçip “kahramanca savaşan”, kendilerine solcu/demokrat diyen insanların veya insan hakları örgütlerinin, bu cinayetler karşısında sessiz kalmasıdır. Herkesin bir sevgilisi var. Herkes kendi sevgilisine âşık ve sevgilisinin cinayetlerini mazur görüyor ve anlayışla karşılıyor. Milliyetçisi, devlet cinayet işleyince mutlu, “Vatan savunması için olur böyle şeyler!” diyor. Solcusu, insan hakları savunucusu, PKK benzer cinayetleri işleyince anlayışlı ve sessiz kalıyor. “Katil devlete karşı mücadelede olur böyle şeyler” diyor. Zihniyet aynı zihniyet. Bu kafalara göre cinayet kötü değildir. Kimin öldürdüğü cinayetten daha önemlidir. Adını “İnsan Hakları”’ olarak koymuş örgütlerin böyle davrandığı bir ülkenin, Ermeni Soykırımı dahil, tarihinde işlenmiş cinayetlerle yüzleşebileceğine inanmıyorum. Böyle insan hakları örgütlerinin bulunduğu bir ülkeye, demokrasi geleceğine inanmıyorum.
‘Evinin önündeki ağaçta infaz edip ağzına pis bir para koymuşlardı’
Sait Çetinoğlu
90’lardaki İnsan Hakları Derneği (İHD) yöneticiliğim sırasında, bu türden dört olaya tanıklık ettim. Bunlardan ilkinde, 1990’lı yılların başında PKK, ikili çalıştığı gerekçesiyle Hakkâri Çukurca’da Abdurrahman Korucu’yu infaz etti. Abdurrahman Korucu, Çukurca Hastanesi’ne I. Körfez Savaşı döneminde Kürt mülteciler için gelen tıbbi malzemelerin neredeyse tamamını, hastane ambulansıyla dağa taşımıştı. Bir gece, hükümet konağına 100 metre uzaklıktaki evinin önündeki ceviz ağacında infaz edip ağzına pis bir 20 lira koymuşlardı. Abdurrahman’ın dokuz çocuğu vardı. Üçü kendisinin, altısı da Saddam birlikleri tarafından öldürülen ağabeyinden… Ağabeyi ölünce, yengesiyle evlendirilmişti. En büyüğü 15 yaşında olan çocuğunu işe aldırdığımda, örgüt “Sen bizim cezalandırdığımız kişinin nasıl arkasında durursun!” diye tepki gösterdi. Yıllar sonra PKK yanlışlarını sayarken, Abdurrahman Korucu’ya da yer verecekti.
Bir diğeri, 90’lı yılların ortalarında Samsun’da yapılan DHKP-C operasyonu sonrasında, yirmiden fazla tutuklunun Ankara Cezaevi’ne getirilmesinin ardından yaşandı. İçlerinde tanıdığım bir öğretmenin, Ulaş Şahintürk adında oğlu da vardı. Babasıyla hukuki yardım için görüştüğümüz gece, Aralık 1996’da Ulaş, ajanlık iddiasıyla cezaevinde infaz edildi. Örgüt, Ulaş’ın infazına dair bildirisinde, Ulaş’tan ajanlık itirafı aldığını söylemeyi unutmamıştı. İtirafı ne şekilde aldıkları hâlâ bilinmez. Ulaş’ı boğan “devrimci”nin, “Ben boğdum ben!” diye bağırdığı söylenir. Daha sonra bu cinayetle ilgili dava açıldı ve bu kişi tutuklandı, fakat sonra beraat edip serbest bırakıldı. Ben bu cinayete yazılı ve sözlü olarak tepki gösterdim. Fakat İHD’den kimse yanımda dur(a)madı. Ertesi hafta Çankırı Cezaevi’nde DHKP-C tutsakları ile yapacağım görüşmeyi de, örgüt bu tepkimden dolayı iptal etti.
Yine Ankara Cezaevi’nde, Ulaş’tan 1-2 ay önce, Fatma Özyurt adında bir DHKP-C’linin ajan olduğu gerekçesiyle infaz edildiğini biliyorum. Fatma, öldürülmeden önce fiziki işkenceyle ‘itirafı’ sağlanmış, arkasından üstünde sadece bir battaniye olması şartıyla çıplak ranza cezası verilmişti. Fatma da Ulaş gibi boğularak öldürüldü.
Aynı yıllarda, Bursa İHD Şubesi yönetiminden Tacettin Aşçı, MLKP tarafından seminer için çağırılıp infaz edildi. Buna da sözlü ve yazılı tepki gösterdim. Bunun üzerine İHD karıştı. Bütün gruplar istifamı istediler. Çok ağır bir dilekçeyle yönetimden istifa ettim.
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/7844/sol-ici-infaz-tabusu
Bu aydinlikci, işçi partisi, işçi sosyalist parti,vatan vs.kapatilmasi gereken tek parti pacavrasidir!
Bahçeli’nin de dediği gibi, siyasetin yuzkarasi,haysiyetsiz, şerefsiz, ahlaksız siyaset bozuntularidir.
Dünyada eşi benzeri olmayan anomaliler partisidir.
Hiçbir siyasi ahlaki taşımamaktadır.
Bunların cinle bağlantısı olduğunu sanmıyorum.cinlilerin bu alcaklarlarla muhatap olacak kadar alcalacaklarini sanmıyorum.
Çinli yetkililerede bu sorulmalı..
Çokmu zor? Açilir bir çin elçiliğine bir telefon yada email..
Bu fasist, ırkçı çakal takımını nasıl olurda kendini solda, sosyalist gören çin bunlara bulaşır? bu sorulur..
Bu pislikleri ortadan kaldırılması gerekiyor..
Herkesin,herkesimin midesini bulandırıyor…
Sansasyonel haber arayan bazı yayıncılar takılması da ayrı bir ayıp..
Bu bogh çukur ortadan kaldırılması gerekiyor..
d.perincek kim ki haber edilip buraya her seferinde koyursunuz???
anladik kendisi artik fasist ceteler bir olup bu ülkenin aydin insanlarina saldiriyor neden bu kisiye bu kadar önem katiyorsunuz???
bilmetimis bir durum mi var??? kim gercekten bu d.perincek??? yeti artik! ya biz cok salakis bu kisiyi programlara carip zehirini saciyor ordaliya veya bu kisi cok bir devlet yöneticisi
Vatan Partisi yine yapmış yapacağını… Reisin gözdesi olmak için MHP ile yarış halinde. Sanırım bu hamle ile VP bir adım öne geçti…
http://www.diken.com.tr/vatan-partisinden-yargitaya-basvuru-hdp-kapatilsin/
Anadolu, haksız çetebazlığın, yalan dolan düzeneğin, biatın, yandaşlığın, yalamalığın ve de çarpıtmanın çurputmanın cehennem denilen fanteziden daha berbat bir uçurum kıyısındaysa, niye böyle sorusunu soruyorsanız; ben size, bir kötü maya var; size onu anlatayım:
Cezaevindeyken, Dilaver Bey derler, anlatır dururlardı. Resneli Yaver Bey diye de bilinirmiş. Görmedim, tanımadım; her yıl bir sürgüne gidermiş. Anlatayım da Anonim manonimler, Necip mecipler, vesaire mesaire ürünler adam görsünler de kendi hacimlerinin sıfırlığını anlasınlar: (Ben de biraz soğurum bunların kemiklerini un ufak etme isteğimden biraz.)
Balkan’da, ”Hürriyet kahramanı Resneli Yaver Bey”in yeğeni Dilaver Bey, ortalık değişip durulup başkalaşınca, ”mübadele” haklarıyla Türkiye’ye gelme isteğinde bulunur. Amacı, bayrağının, ezan sesinin gölgesinde, güzelliğinde ”Türklüğünü-Müslümanlığını yaşamaktır.
Ama bu olmaz! (Bana bunları, yiğitler yiğidi yazar Kerim Korcan ağabey anlatmıştı) :
Resne’deki çiftliğini, tarlalarını, malını, emlakını Türkiye devletine devredip, güvenle ve inançla ülkemize gelen Dilaver Bey’e Ordu ili tarif edilir. Mülkünün karşılığı olarak ona büyük bir fındık ormanlığı verilmiştir. Dilaver Bey, Ordu’da bu fındıklığı üç yıl boyunca yeşertir, bakar, masraf yapar. Mevsimin güzel gittiği yılda ürünü hasat edecekken olay değişir: Ordu belediye başkanı Furtunzade Bey, bir ”gavur eli” adamına malımızı yedirecek değiliz deyip harekete geçer. Sabahtan kamyonlarla gelen işçiler birkaç günde bütün ürünü toplayıp götürürler, inzibati kuvvetle de Dilaver Bey’i oraya sokmazlar. Belediye başkanı, fındıklığın tapusunu üzerine geçirir. O da durumu valiliğe, bakanlığa, hükümete bildirir. Valilik, dilekçelerini yok sayar, işleme koymaz; yok sayar. Bir yıl hukuki savaş veren Dilaver Bey, bir sabah, valiyi ve belediye başkanını hedef alarak takip eder; sonuçta belediye başkanını şehrin ortasında katleder.
İdamla yargılanan Dilaver Bey, 24 yıl ceza alır ve hukuk savaşında da devletten hakkı olan payı kazanır. Eşine, çocuklarına Kütahya’da mal mülk verilir. Hakkın hukukun olmadığı, zedelendiği bir yerde bazen bir kahraman, hataları böyle düzeltmek zorunda kalır.
O çok eskilerde tanışamadığım Resneli Dilaver-Yaver Bey’i saygı, sevgi ve insanlık değerlerine özlemle anarım.
http://www.nasname.com/a/ahmet-altandan-tarihi-savunma
Bilmeyenler icin, Resne dedigimiz yer, Tekirdag’in ya da Edirne’nin bir ilcesi degildir.
Bulgar Ayaklanmasi sonrasi kaybedilmis, Makedonya bolgesinde (o gunlerde Bulgarinstan’in parcasi) bir yerdir.
“Resne’deki çiftliğini, tarlalarını, malını, emlakını Türkiye devletine devredip,”
Turkiye Devletinin sinirlari icinde olmayan bir mulku nasil Turkiye Devletine devrediyormus?
Bulgaristan Devleti bu tapu devir islemine izin vermis mi?
Verir mi?
Yok. Tabii ki, vermez, boyle bir sey mumkun degil.
Peki, mumkun degilse, yapilan nedir?
Sudur: ‘Balkan Oligarsisi’, kendi taifesine iltimas gecmek icin, boyle bir islem yapilirmis gibi yapmis.
Karsiliginda da, guya, bir hak dogmus ve herife Turkiye’de mal/mulk/para vermis.
Yani, yolsuzlugun dikalasi.
Ordu halki da, ‘sen kimin malini kime veriyorsun?!’ diyerek, herifin isgal ettigi araziyi musadere etmis.
Hikaye bundan ibarettir.
Ama, kiymetli bir hikaye. Cunku, ‘Balkan Oligarsisi’nin neler yaptigina iyi bir ornek.
Kovulduklari topraklari savunamayanlara, odul olarak, Turkiye’de bedava mal/mulk/para dagitmak..
Bugun benzer bir seyi, mesela, Suriyeli birisi icin yapacak olsak, kiyamet kopar.
Ama, ‘Balkan Oligarsisi’nin yaptiklarini kimse bilmez, bilse de sorgulamaz; cunku, ‘kurtarici’silarinin onculugunde yapilmistir.
Tipki, ‘kurtarici’silarinin kendi zimmetine gecirdigi inanilmaz servet gibi, bunlarin da hikmetinden sual olunamaz.
“O çok eskilerde tanışamadığım Resneli Dilaver-Yaver Bey’i saygı, sevgi ve insanlık değerlerine özlemle anarım.”
Organize hirsizlik cetelerinin yaptiklarina sevgi-saygi filan besleyenlerin tiyneti konusunda tefekkur etmegi okuyucuya birakiyorum.
Necip mecip beberuhinin ”okurlarına tefekkür etmeyi” belirttiği laf ebeliği hangi soylu bir realiteye ulaşacak? Bu tür faşizan, düzenbaz bir zihnin algıları nasıl bir adaleti hissedecek? Mümkün mü; soytarı işini tezgahlarıyla yapar. o iş ki, işbirliği, taassup, yaranma, saygısızlık sevgisizlikle şimdiye kadar şekillenmiş.
1. Dilaver Bey meselesi, 1930’ların bir olayı.. Soytarı, yeni devlete de suçlar yapıştırıyor yine. Sermayesi sığ ve sağ gevezelik, dogmalar, iftiralar. Mübadele gerçeğini ve koşullarını bilmiyor ve cehaletle salya sümük taarruzla sıfır hacmini ortaya koyuyor:
Mübadele yasalarında devletler karşılıklı olarak mübadillerin malının mülkünün karşılığını birbirlerine verirler. Bireylerin hak ve hukuku iki devletçe de korunur. Ebleh kişi, Suriyeliler mübadil mi de saçmalıyorsun? Mübadele Yunanla Bulgarla yapıldığında oralara gidenlerin de mal karşılığını Türkiye sağlamış, o devletler de o hakkı hukuku karşılamış. ”Devr” işlemi.
Dilaver Bey olayında normal işlemesi gereken süreçte yerel bir arıza olmuş. Devletin Dilaver bey’in malı mülkü karşılığında sağlanan parayla ona almış olduğu fındık fidanlığını yerel bir cehalet oluşumu sahiplenmek istemiş. Bu konu Millet meclisinde, olaydan sonra bir ay görüşülmüş.Orada bu suçu işleyen yetkililer cezalandırılmış. Olan, Yaver Bey’in başına gelmiş ki, aydın ve iyi yetişmiş dürüst bir insan katil olmuş.
Necip mecip senin organize suç diyerek saçma Balkan vesairesi zanların ve beberuhi yetiştiren sığ ve sağ kültürle hakkı adaleti bilmen hissetmen mümkün değildir. Tiynet dediğin şey, ahlakla, olgunlukla, bilgiyle biçimlenir. Senin bu kafa, nice tiyneti bozuklarda var ve sen onlarla beraber saygıyı sevgiyi bu yüzden hiç bulamayacaksın. Eski dönemlerde yiğit ve iyi insanlar çoktu. İyi ki o zamanlarda yokmuşsun; yoksa şimdiye dek çoktan kaburga kemiklerin, kuyruk sokuğu kemiğin tuzla buz olmuştu. Şanslısın.
Ankara’da Tillerson protestosuna müdahale
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, sabah Ankara Palas’ta bir araya geldi. Heyetlerarası ve baş başa görüşme için iki bakanın biraraya geldiği sırada dışarda da bir grup eylem yaptı.
Vatan Partisi Öncü Gençlik üyeleri, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’ı protesto etti. Eylemci grup, “Mehmetçiğin katili Amerika”, “Şehitler ölmez vatan bölünmez”, “Kahrolsun PKK, işbirlikçi Amerika” sloganlarıyla Ankara Palas’a doğru yürüyüşe geçti. “Katil Tillerson Türkiye’den defol” sloganı da atan grubu polis, biber gazı sıkarak dağıttı.
“T-Rex Tillerson”
https://encrypted-tbn0.gstatic.com/images?q=tbn:ANd9GcTSXq_3yxIh1cxxAEYtEvKBfcwwlRKij3vjGCl-cTZDyRftOFuPot8zkN0Hwg
“Mübadele yasalarında devletler karşılıklı olarak mübadillerin malının mülkünün karşılığını birbirlerine verirler. Bireylerin hak ve hukuku iki devletçe de korunur.”
Hikayeyi ortasindan anlatmaga kalkarsaniz, evet, bu tur cumleler sarfedersiniz.
Halbuki, basindan baslamak lazim:
Anadolu, cografyasi geregi, her taraftan goc alir. Kimisi kendi istekleriyle, kimisi de zorunlu olduklari ile gelenlerden bahsediyoruz. Butun tarih boyunca, bu suregelmistir.
Burada istisnai olan, bu gelenler icinden sadece Balkan cografyasindan gocenler icin ‘mubadele’ ismiyle bir garabetin uydurulmasidir.
Yani, baska hicbir muhacire uygulanmayan bir imtiyaz, Balkanlardan gocenlere uygulanmistir.
Dahasi, bu uygulama, geriye dogru da yurutulerek, anlasma tarihinden cok oncelerinde gelen muhacirleri de kapsamistir.
Tek basina, butun bunlar, belli bir grup muhacirin digerlerine gore kayrilmasi anlamina gelir ve gelmistir de.
“Ebleh kişi, Suriyeliler mübadil mi de saçmalıyorsun?”
Kisiye/kisilere ozel kanun cikarmak gibi bir garabetten bahsettigimizi iskalarsaniz, geri kalan hersey size normal sayilabilir tabii ki.
Halbuki, eger ‘Memalik-i Osmani’den Turkiye Cumhuriyeti topraklarina goc eden herkes mubadil sayilir’ turunden bir kanun cikarilabilirdi; ve bu cok daha adil olurdu. [Bu da, Suriye’den gelenleri de ‘mubadil’ saymamizi saglardi.]
Oyle yapilmamistir: Balkanlardan gelenlere ‘mubadil’ denmis, ustune de para verilmistir.
Diger ‘muhacir’ler ise kendi baslarinin caresine bakmak uzere dislanmistir.
Aradaki bu fark, kimlere nasil kiyak cekildigini de gosterir.
“Mübadele Yunanla Bulgarla yapıldığında oralara gidenlerin de mal karşılığını Türkiye sağlamış, o devletler de o hakkı hukuku karşılamış. ‘Devr’ işlemi. ”
Hikaye.
‘Minareyi calan, kilifini hazirlar’ turunden bir oyundan bahsediyoruz.
Gelen kisi, kiymet takdirinin kimin yaptigi belirsiz olarak, geldigi yerde ‘benim suyum vardi, buyum vardi’ demis ve –eger makbul taifeden ise– bu esas alinmis, ve ona ’emvalinin karsiligi’ hak olarak taninmistir.
Bu o kadar yaygindir ki, ‘mubadil’lerin, ‘ona cok verdiler, bana az verdiler’ cinsinden sikayetleri uzun yillar devam etmistir.
‘Ona cok verildi’ denilenlerin genelde Selanik muhacirlerinin bir kismi olmasi da ilginctir.
Sonuc?
Sonuc sudur:
Her turlu kanunu cikarmak icin her turlu gerekce uydurulabilir, dillendirilebilir.
Kimleri kapsam icine aldigi, kimleri de kapsam disi biraktigina bakarak, kanunu cikaranlarin niyetini gorebiliriz.
Osmanli ve Cumhuriyet tarihinde (hatta, dunya tarihinde) hic gorulmemis bir sekilde, birileri kayirilmistir.
Buna karsilik, en az onlar kadar kapsam ici olmasi gereken cok daha genis kitleler (mesela, ‘Ahiska Turkleri’ ve digerleri) acikca gormezden gelinmis, yok sayilmistir.
Sebebi de barizdir: Kurulmakta olan ‘Balkan Oligarisi’ne taban olusturmak, ve bu tabanin daha guclu olmasi icin onlara (Anadolu ahalisinden) sermaye ve servet aktarmak.
Yapilan budur.
Siz, simdi, hala daha bana kurt masallari anlatin.
En iyi yaptiginiz da odur.
Ici bos olsa da.
Disney “Donald Duck Trump” ve “Captain Rex Tillerson” gibi kahramanlarının yeni bir film veya dizisini çevirmeli
Necip mecip eblehi, mübadele karşılıklı değişim demek. Mübadil de karşılıklı olarak değiştirilmiş demek. Mübadil, muhacir ve göçmen demek değil. Laflamadan önce beynini devreye sok.
“mübadele karşılıklı değişim demek. Mübadil de karşılıklı olarak değiştirilmiş demek. Mübadil, muhacir ve göçmen demek değil.”
Kelimenin anlamini biliyorum.
Uygulamaya bakalim.
Tarihte bir baska boyle ‘mubadele’ ornegi var mi?
Balkan muhacirlerine yapildigi uzere, ‘servet tazmi’ninin yapildigi bir ornek var mi?
Yok. [Benim bildigim bir ornegi de yok.]
Ayrica, buradaki ‘mubadele’ dedigimiz sey –bir file bir tavsan gibi– inanilmaz derecede orantisiz bir uygulamadir.
Hele de, ‘mubadele’nin gecmise dogru da yurutuldugunu de dikkate alirsak, bu alenen bir servet transferidir.
Siz, ya bu detaylari bilmiyorsunuz, ya da bir sebeple gormezden gelmegi tercih ediyorsunuz.
Birincisi olmak ihtimali daha yuksek bence.
Dersim konusundaki cehaletinizi gordukten sonra, butun egitiminizi Mekteb-i Yusufiye’de aldiginizi da hesaba katarsak, bilgisizliginizi mazur gorebiliriz.
Cehaletiniz apayri bir konu; malesef, onun mazereti yok.
Çok iyi yapmış, ruhu şad olsun.
Konu açılmışken, bir de, Emval-i Metruke defterleri vardır ve Talat Paşa tarafından yaktırıldığı söylenir.
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/3420/cankaya-kosku-nun-gercek-sahibi-kasapyan-ailesidir
Furtunzade Tüccar Hacı Ahmet Efendi’nin oğlu Yusuf Sırrı (Furtun), 1878 yılında Sürmene’de doğmuş, eğitimini de burada bulunan Sıbyan mektebinde ve medresede tamamlamıştı. Ordu’ya yerleşmesi ise 13 Haziran 1896 yılında Ordu kazası Sandık Eminliğine tayin olunması nedeniyle gerçekleşmişti. 14 Mart 1901 tarihine kadar bu görevini sürdürmüş ve daha sonra Ordu kazası Sertahsildarlığı görevine atanmıştı. Bu görevindeki başarılarından dolayı 25 Aralık 1901 tarihinde üçüncü rütbe ile ödüllendirilmiştir. 20 Ekim 1901 tarihinden itibaren ise Ordu kazası Tahsilat Müfettişliği görevine atanmış ve istifa ettiği 24 Mart 1904 tarihine kadar bu görevini sürdürmüştür[1].
Yusuf Sırrı Bey, memuriyetten istifa ettikten sonra bir süre ticari ve siyasi faaliyetlerle meşgul olmuş ve daha sonra 1914-1926 yılları arasında Ordu Belediye Başkanlığı görevini yürütmüştür. Günümüze kadar Ordu’da en uzun süre belediye başkanlığı yapan isimdir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında Trabzon’dan Ordu’ya sığınan muhacirlerin iskânında ve iaşesinin temininde makamını Ordu’ya taşımış olan Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey’le birlikte olağanüstü mücadeleler vermiştir. Ayrıca Milli Mücadele içerisinde de aktif olarak yer almış ve 1919 yılında Topal Osman’la birlikte İttihatçı olmakla ve bölgede bir Kuvve-i Milliye teşkil etmeye çalışmakla suçlanmış, hakkında raporlar oluşturulmuştur. Nitekim Yusuf Bey bu yıllarda “Trabzon Muhafaza-i Hukuku Milliye Cemiyeti Ordu Şubesi ” idare heyetinde görev yapmaktaydı. Daha sonrasında ise Cumhuriyet Halk Fırkası Ordu İl Başkanlığı görevini de yerine getirmiştir. Ancak, Ordu mebusu Recai Bey’le yaşadığı siyasi rekabetten dolayı Halk Fırkası’ndan ayrılmış ve 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Ordu il teşkilatının oluşturulmasında yer alarak başkanlığını üstlenmiştir. Bu fırkanın 1925 yılında kapatılması sonrasında ise 1926 yılında belediye başkanlığı görevini de bırakmış ve ticari faaliyetlerine yönelmiştir. Bir cinayet sonucu hayatını kaybettiği 1930 yılına kadar da böyle devam etmişti.
Yusuf Furtun, 20 Ağustos 1930 tarihinde bir ikindi vakti vurulmuştu. Cinayet ertesi günkü Güzelordu gazetesinde şu şekilde haber yapılmıştır.
“Telefonda geç vakit aldığımız bir habere göre, dün ikindi vakitleri, mübadillerden Dilaver Bey ile Furtunzade Yusuf Bey arasında arazi yüzünden zuhur eden münazaa(tartışma) neticesinde, Dilaver bey hamil olduğu (taşıdığı) tabancayı çekerek Yusuf Bey’e üç el ateş etmiş, çıkan kurşunlardan ikisi mumaileyhin (Yusuf Bey’in) kalbinin üzerine isabet etmiştir. Katil doğruca polis karakoluna koşmuş ve dairenin kapısına yaklaşınca tabancayı sokağa fırlattıktan sonra teslim olmuştur.
Yusuf Bey hastaneye naklolunduktan bir saat sonra gözlerini fani dünyaya ebediyen kapamıştır.
Merhum birçok seneler şehrimiz belediye riyasetinde(başkanlığında) bulunmuş iyiliği sever, ağır başlı mert oğlu mert bir insandı. Akraba ve evlatlarının kederlerine iştirak eder, merhuma Cenabı Haktan rahmet ve mağfiret dileriz.”[2]
Gazetenin haberinden anlaşılacağı üzere Yusuf Bey bir arazi anlaşmazlığı sonucunda hayatını kaybetmişti.
Cinayetin asıl nedeni bir usulsüzlüktü. Hem Resneli Dilaver ve hem de Yusuf Furtun bu usulsüzlüğün kurbanı olmuşlardı. Şöyle ki; Ordu’ya göç ettirilmiş bir mübadil olan Resneli Dilaver’e 1928 yılında iskân kanunu gereği bir fındık bahçesi tahsis edilmişti. Dilaver de bu araziyi haklı olarak kendi arazisi bilip işlemeye ve bakımını yapmaya başlamıştı. Ama valilik tarafından oluşturulan komisyon bu arazinin tapusunu kendisine vermemişti. Aradan iki yıl geçtikten sonra ise bu arazi Dilaver’den alınarak bir başka mübadil (mübadil olmadığı da söyleniyor) olan Kesriyeli Recai adlı birisine verilmeye çalışılıyordu. Yusuf Furtun ise yediemin tayin edilmişti. Yani gerçek sahibi ortaya çıkana kadar tartışmalı arazi Yusuf Furtun’da emaneten kalacak ve daha sonra gerçek hak sahibine teslim edilecekti.
Bu duruma karşı çıkan Resneli Dilaver ise hakkını aramak için Dahiliye Vekaletine (İçişleri Bakanlığı) durumu bildirerek itiraz etmiş ve Dahiliye Vekaleti de Ordu Valiliğine emir vererek bu haksızlığın düzeltilmesini ve tapusunun Dilaver’e verilmesini bildirmişti. Ancak bu emir Ordu Valiliği tarafından yok sayılmış ve uygulanmamıştı. Bunun üzerine Resneli, Vali Ali Kemali Aksüt’ü, Belediye Başkanı Kalfazade Ahmet Rıfat Bey’i, Kesriyeli Recai’yi ve Yusuf Furtun’u öldürmeyi kafasına koymuş ve takibe başlamıştı. Önce valiyi vurmayı planlamış ancak başaramamıştı. Recai ise Ordu’dan kaçmıştı. Olayda hiçbir suçu olmadığı gözüken Yusuf Bey ise kurtulamamıştı.
Yusuf Bey’in ölümü Ordu’da büyük bir infial uyandırmıştı. Halk olayı önleyemediği için polise saldırmış, bir hafta boyunca yas tutulmuş hatta kahvelerde oyun dahi oynanmamıştı.
Olayın birinci derece sorumlusu olarak Vali Ali Kemali Bey gösterilmekteydi. Nitekim bu olaydan hemen önce tayininin Erzincan’a çıkmış olması olay sonrasında bu yöndeki şayiaları iyice artmıştı. Mesela 3 Eylül 1930 tarihli Güzelordu gazetesinde bu konuda verilen haber şu şekildedir.
“Furtunzade Yusuf Bey’in hadise-i katli (öldürülüş olayı) hakkında etrafında yalan yanlış bir takım şayialar deveran etmektedir. Vilayet makamınca güya katilin hakkı teslim edilmediğinden müessif (üzücü) vakaya meydan verilmiş. Halbuki devairi aidiyesi (ilgili daireler) bu bapta kanunu dairesince muamele ifa etmişlerdir. Muhakeme safahatı, efkarı tenvir (aydınlanınca) ifademizi teyit edecektir.
Nitekim Resneli de 14 Eylül tarihinde çıktığı ilk duruşmada hep valiyi suçlamıştı. 18 Eylül 1930 tarihli Güzelordu gazetesinde yer alan bu duruşma bilgilerinin sadeleştirilmiş hali şu şekildedir.
“DİLAVER ADALET HUZURUNDA HESAP VERİYOR
Yusuf Bey’in katili Dilaver’in muhakemesine 14 Eylül Pazar günü ağır ceza mahkemesinde başlanmıştır. Yoğun bir halk kitlesi erken saatlerde adliye binası önünde toplanmıştı. Saat 10’da suçlu getirildi ve sanık sandalyesine oturtuldu. Halk salona girmek için sabırsızlanıyordu. Dinleyici sıraları ve salonun diğer kısımları dolmuştu. Bu arada sanık kalem kağıtla meşgul oluyordu.
Mahkeme heyeti yerlerini aldılar. Sanığın kimlik tespiti yapıldıktan sonra zabıt ve keşif tutanakları okundu. Sanık dikkatle dinliyordu. Söz sırası kendine geldiğinde, elinde tuttuğu savunmasını okudu. Sanık edebi bir şekilde yazılan savunmasında, işlediği suça Vali Ali Kemali’nin (Aksüt) sebebiyet verdiğini ve kendisi mahkemede bulunmadığı sürece sorulan sorulara cevap vermeyeceğini söylüyordu.
Sanık aynı zamanda valilikte bulunan dosyaların ve çektiği telgraf suretlerinin mahkemede incelenmesini de talep ediyordu.
Reis Bey’in (Mahkeme Başkanı);
-Sırası geldikçe o yönünü düşünürüz. Şimdi sorularıma cevap ver yönündeki uyarısı üzerine Sanık, not kıymetinde olan iddiasını unutarak cevap vermeye başladı.
Sanık, borçlanma kanunu gereğince aldığı fındık bahçesi açıkça kendi hakkı iken gasp olunduğunu ve söz konusu bahçede çalıştırdığı ameleye olan borçlarından dolayı cinayet günü fazlaca sıkıştığını uzun uzadıya anlattıktan sonra bir aşçı dükkanı (lokanta) içtiği sırada Yusuf Bey’in oradan geçmekte olduğunu görmesi üzerine arkasından yetişip elli lira istediğini ancak bu yüzden hakarete uğradığını söyleyerek:
-Gözlerim karardı kendimi kaybettim…Aklım başıma hapishanede geldi, dedi.
Reis Bey’in;
-Peki Yusuf Bey’i kim öldürdü? Sorusuna ise cevaben;
-Allah bilir. Dedi.
Bahçenin tapusunun olup olmadığı sorusuna da;
Sarfettiğim emekler, döktüğüm emekler tapudur. Cevabın verdi.
Yusuf Bey’in avukatı Hamdi Bey ise cinayetin planlanarak işlendiğini söyledi ve beş şahit gösterdi. Bunun üzerine mahkeme, valilikteki evrak dosyaları ile çekilen suretlerinin görülmesine ve şahitlerin dinlenmesine karar vererek mahkemeyi 24 Eylül tarihine erteledi.”
Bu duruşmalardan sonra Resneli, güvenliği olmadığı gerekçesiyle başka hapishanelere gönderilmiş ve yargılamanın tamamlanması sonucunda 24 yıla mahkum olmuştu. Ailesine ise bir başka ilde arazi tahsisi yapılmış oraya yerleştirilmişti. Hapiste bulunduğu sırada da hakkının geri verilmesi ve olayın derinlemesine araştırılması yönünde bir dilekçeyi meclise göndermişti. Bu dilekçe 1940 yılında genel kurulda tartışılmıştır. Tartışmalarda söz alanlardan biri de Ordu milletvekili Hamdi Şarlan’dı. Olayın meclis tutanaklarına yansımış bir bölümünün sadeleştirilmiş hali şu şekildedir.
“…HAMDİ ŞARLAN-(Ordu)
Bendeniz Ordu mebusu sıfatı ile arkadaşımız Nâzım beyin suallerine cevap verebilirim. Fakat mazbata yazarı sıfatı ile bu suallere cevap vermeme imkân yoktur. Arzettiğim gibi Ordu mebusu sıfatı ile arkadaşımın suallerine ayrı ayrı cevab verebilirim. Çünkü hâdise o memlekette, yanımda cereyan etmiştir. Bu itibarla bu suallere cevap verebilmek imkânı elde edilmiş olabilir. Yoksa bu buyurdukları şeye imkân var mıdır, nereden öğrenip de nereden cevap vereceğim? Şimdi suallerine cevap vereyim: Resneli Dilâver basit iskân suretiyle kendisine gösterilen yeri imara başlamış. Fakat vali kendisine bu yeri…
ALİ ZIRH (Rize) — Vali kimdir?
HAMDİ ŞARLAN (Devamla) — Ali Kemali ismindeki vali, bu yeri kendisine vermeğe taraftar olmamış. Aralarında çok uzun boylu münakaşalar devam etmiş, ihtilâflar devam etmiş, en nihayet Dahiliye Vekâleti’nden çıkartmış olduğu bir emirle kendisine tahsis edilen yerin verilmesini tekrar istemiş. Fakat vali yine vermemiş. Bu sefer vali bu yeri Recai isminde diğer bir mübadile vermiştir.
Hatta bu mübadili vurmuş filân gibi sözler geçmiştir amma hâdise böyle olmamıştır. Halk Partisi ve belediye reisi olan zatı vurmuştur. Orduda birçok cinayetler olmuştur fakat böylesi bir daha yaşanmamıştır. Bu yer Recai isminde bir zata verilmiş, amma Dilâverin hakkı önce gelirmiş, Recai müstahak değilmiş. Bunlar iskâna ait şeylerdir. Bunlar hakkında uzun boylu açıklamalarda bulunmağa lüzum yoktur. İlk önce tahsis muamelesi yapılıyor, tefviz edilip bırakılıyor, ondan sonra tapu tarafından tescil ediliyor. Bu muameleler senelere sürer. İşte Dilâver, kendisine vaktile tahsis edilen ve fakat tescili yapılamayan bu tarlanın kendisine aid olduğunu ileri sürmüş ve bir gün hem valiyi, hem belediye reisini ve hem de bu bahçenin mahsulünü yediemin sıfatı ile toplamaya görevlendirilen Yusuf Bey’i vurmayı kasdetmiş, tabancasını almış, bu üç şahsı takibe başlamış. Valiyi görmüş, önüne polis çıkmış, Recai Bey zaten kaçmış, en nihayet bu işte doğrudan doğruya adaletin eli sıfatı ile kim hak etmiş ise hakkını ona vermekle sorumlu olan zavallı bir vatandaşı yolun ortasında, Karadağ tabancasını çekmiş, bir defa ateş etmiş, yere sermiş, ayağa kalkıp, yeter dediği zaman, daha ölmedin mi, demiş bir daha atmış, jandarma polis kaçmış, adam tabancası elinde polis karakoluna gitmiş, maalesef karakoldaki polisler bile kaçmış, orada, ben size saldırmaya değil teslim olmaya geldim, demiş.
Yusuf Bey orada çok sevilmiş, ilk Müdafaa-i Hukuk teşkilâtını yapmış, Halk Partisi’nin temsilcisi bir adamdır. Günlerce matemi tutulmuş, bir hafta kahvelerde tavla bile oynanmamış, hatta polise saldırıda bulunulmuş, memlekette mühim bir polisiye olay meydana gelmiştir. Dilâver güvenlik önlemleri altında muhakeme edilmiş, 24 seneye mahkûm olmuştur. Orada ikameti de artık doğru görülmemiş, Tokad’a, Ankara’ya, Kütahya’ya nakledilmiş, bu suretle hâdise bitmiştir. Biz, işi arzettiğim kanaldan değil, Sıhhat Vekâleti’nin vermiş olduğu karara göre, başlangıçta haksızlık yapılmışsa da daha sonra kendisine bir yer tahsis edilmesini uygun gördük. Bundan dolayı ortada muamelenin belirlenmesine yer yoktur. Recai’ye tahsis edilen malın iadesi hakkındaki dava bugün görülmektedir. Bu, sonunda kanunuî bir meseledir, tamamlanacaktır. Asıl ortada mağdur olan Yusuf isminde bir vatandaştır. Dilâver en nihayet orada iskân edilmemiş de başka yerde iskân edilmiştir. Bu bakımdan haksızlık, Nâzım Poroy arkadaşımın dediği gibi, büyütülecek mahiyette değildir.
İSMAİL KEMAL ALPSAR (Çorum) — Vali ne olmuş?
HAMDİ ŞARLAN (Ordu) — Onu kaldırdılar.
DURAK SAKARYA (Gümüşhane) — O kadar mı? Asıl suçlu vali, bu kadar suça sebebiyet veren o.
NÂZIM POROY (Tokad) — Bendeniz, zaten bu meselenin arzuhal encümeni ile görüşülmeye uygun bir mesele olmadığını kendim söyledim. Arzuhal encümeni ile görüşme başlatmak arzusunu sergilemedim. Bey arkadaşımızın bilgileri varmış, lütuf buyurdular, aydınlandık. Yalnız, Nâzım Poroy’un dediği gibi, mesele büyütülecek mahiyette değildir, demesi beni rencide etti. Rencide kelimesi belki üzüntümü ifade bile edemez. Arkadaşlar, iki tarla birine veriliyor, tapuya kaydedilmiyor, niçin? Usulü varmış, falanmış. Elinden kolayca alıyorlar, niçin? Hakkı olmayan birisine vermek için. Elinden alınan bu adam üç sene çalışıyor, para ve emek sarfediyor. Bu durum üzerine korkuya kapılıyor, birisini öldürüyor. Tabiî bu, menfur bir harekettir. Birini öldürüyor ve kendisi de berbat oluyor. Büyütülecek mesele bu olmaz da hangisi olur? İş arzuhal encümeninden geçiyor. Bu encümendeki arkadaşlar, bunu niye soru konusu kabul etmediler, diye üzüntümü ifade ettim. Arzuhal encümeni, birçok meselede olduğu gibi, bu meselede de mutlu ve mesut. Davranış belirmeye yer yoktur, diyor. Dilâver mağdurdur amma kendisine şu tarlalar verilmiş ve mesele hallolunmuştur, diye işi tatlı bir karara bağlamıştır. Bu karar meclisinizden geçmiş, tasvibinize bakar bir duruma gelmiştir. Bu feci hâdise ne şekilde olmuş, inceleme yapılmış mıdır, diye Meclisi Âli incelemek istemez mi?
RASİH KAPLAN (Antalya) — Mevzu, şikâyet mevzuudur. Adam şikâyet ediyor, basit iskân adi suretiyle bana verilen bu yeri vali geri aldı, mübadil olmayan Recai adında birine verdi, diyor. Arzuhal encümeninin asıl özelliği, anayasamıza göre, şikâyet encümenidir. Mademki ortada bir şikâyet vardır, encümenin bunu araştırması lâzımdır. Vali ile Recai’nin yapmış olduğu haksız davranıştan dolayı encümen araştırma ve mazbata yapmış mıdır? Bunu soruyorum.
HAMDİ ŞARLAN(Ordu) — Sıhhat Vekâleti bu şahıs hakkında yapılan haksız muameleden bahsediyor ve bunun da düzeltildiğini resmen encümene bildiriyor. Fakat Recai’ye bu yerin haksız olarak verildiğinden ve mutlaka kanunen alınması lâzım geldiğinden bahsedilmek suretiyle ortaya atılan iddia en nihayet bir dava mevzuudur. Bu da mahkemeye aksetmiştir. Bundan dolayı mahkeme hakikaten neticede Recai’ye tahsis edilen yeri, haksız olarak tahsis edildiğine kanaat getirirse, ondan alarak Hazine’ye verir. Fakat haksızlığa maruz kaldığı iddia edilen Dilâver’e (bir başka ilde) yer verilmek suretiyle haksızlığı giderilmiştir.
RASİH KAPLAN (Antalya) — Fakat haksızlık yüzünden adam mahvolmuş, katil olmuş.
HAMDİ ŞARLAN (Devamla)— Amma katilin ailesi de hakkını almıştır.
BAŞKAN — Başka görüş yoktur. Mazbatayı yüksek oyunuza arz ediyorum. Kabul edenler
Etmeyenler . Kabul edilmiştir.
DURAK SAKARYA ( Gümüşhane ) — Neyi kabul ediyoruz.” .[3]
Bu görüşmelerden de anlaşılacağı üzere Yusuf Furtun cinayetinin perde arkasında bir devlet kurumu olan Valiliğin usulsüzlüğü görülmektedir. Ne acıdır ki, bu usulsüzlük Ordu tarihinde iz bırakmış bir şahsiyet olan Yusuf Furtun’un hayatına mal olmuş ayrıca ata yurdundan göçe zorlanması nedeniyle hayatı kararmış bir mübadil olan Resneli Dilaver’in de hayatını bir kez daha karartmıştır.
Ordu tarihinin kara bir lekesi olan bu olayı burada değerlendirmemizin nedeni ise Yusuf Furtun’un Ordu tarihinde önemli bir yer işgal etmesi dolayısıyla bugüne kadar pek bilinmeyen öldürülme nedeni hakkında yaygınlaşan bazı şayiaların açığa kavuşturulması amaçlıdır. Çünkü şayialar üzerine inşa edilen tarih de şayialı olacaktır.
Dipnot:
[1] BOA, DH.SAİD, 127/93
[2] Güzelordu, 21 Ağustos 1930, s.2
[3] TBMM Tutanakları, 67. İctima, 14 Haziran 1940
Yazar: Adnan YILDIZ
http://www.ordukentgazetesi.com/ sitesinden 18.02.2018 tarihinde yazdırılmıştır.
“Merhum birçok seneler şehrimiz belediye riyasetinde(başkanlığında) bulunmuş iyiliği sever, ağır başlı mert oğlu mert bir insandı.”
Aktardiginiz bilgiler icin tesekkur ederim.
Bu Resneli DIlaver hikayesinde asil garabet baska bir yerde.
Birincisi, daha once bahsettigim uzere, ‘mubadele’ denen garabet, Balkanlardan gelenlere –baska hic kimseye taninmayan– iltimaslar ve imtiyazlar taniyordu.
Bunun amaci da, guya, Anadolu’dan def edilen Rum, Ermeni ve Yahudilerin (toplam 1,300,000 civarinda oldugu soylenir) yerine, Balkanlardan getirilen 500,000 kadar gocmene ozel statu taninarak, Anadolu’da (ozellikle tarimda) ortaya cikan ‘know-how’ (isletme bilgisi) acigini kapatmakti.
‘Guya’ dedim, cunku getirtilenlerin cogunlugu ziraatten anlamayan sehirlilerdi. Dolayisi ile, pek bir faydalari olmamistir.
Ikinci garabet de, yukaridaki Resneli Dilaver orneginde goruldugu uzere, sanki Resne’de findik ziraati hic varmis gibi (Resne, elmacilik ile meshurdu o zamanlar), 100 donum araziyi ona tahis etmeleridir.
Tek basina bu bile, ne denli iltimas gecildiginin gostergesidir.
Ordu’da findik ziraati bilinmeyen bir sey miydi ki, bula bula –hem de 100 donum araziyi– bir Resne gocmenine tahsis ediyorlar?
‘Hem de 100 donum araziyi’ deyisimin sebebi de, Karadeniz’de ziraate uygun arazinin azligini da dikkate almak gerektigine isaret ediyorum. 100 donum arazi, hem o gun icin, hem de bugun icin cok ‘buyuk arazi’dir, Karadeniz bolgesi icin.
Ayrica, 93 Harbinde Trabzon limanina gelen Kafkas gocmenlerinin birkac yuzbininin (yolda ve limana vardiktan sonra) acliktan ve hastaliktan kirildigini da dikkate alirsak, Karadeniz bolgesinin hic de oyle refah icinde olmadigini kolayca gorebiliriz.
100 donum findikligi kendi ahalisine degil de Makedonya’daki Resne’yi birakip kacmis birisine vermenin anlaminin uzerinde dusunmek gerekir.
Ya da, bir de soyle bakalim: Istiklak Harbimize en ufak katkisi olmamis birilerine bu kiyaklar neden cekilmistir?
‘Balkan Oligarsisi’ne bir ‘murtezika tabani’ yaratmak icin olabilir mi?
http://www.nasname.com/a/ahmet-altandan-tarihi-savunma-2
“Devlet Habercilik Dili Ve Edebiyatı”
yahut
“Birinin Terörle Mücadelesi Ötekinin İşgali”
yahut
“Birinin Teröristi Ötekinin Meşru Gücü: ÖSO Ve PYD/YPG/SDG”
yahut da
“Birinin Gayrımeşru Diktatörü Ötekinin Meşru Devlet Başkanı: Esad Ve Erdoğan”
–
“Esad’ın danışmanından haddini aşan ‘Türkiye’ açıklaması
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın danışmanı Buseyna Şaban, Türkiye ile ilgili skandal açıklamalarda bulundu. Şaban, Türk ordusunun teröristlere karşı yaptığı mücadeleyi işgal olarak niteledi.”
Büyük teröristle normalleşme
Gerçek
Şubat 16, 2018
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/buyuk-teroristle-normallesme
Esad bir kan gölü canavarı
Kuzey komşusu gibi
“tek karisan Turkiye olsa, hadi, yine de, anlardim; fakat ne komsu ne de mesafe cinsinden yakin olan o kadar karisan var ki, onlar dururken bunu Turkiye icin soylemek cok da anlamli olmuyor.”
Suriye “Dingo’nun ahırı” mı?
dingonun ahırı
[ Milliyet – gazete, 1962]
Burası Dingo’nun ahırı değil, ileri geri bağırma.
< öz Dingo Walt Disney'in çizgi karakteri Goofy'nin Fransızca ve Türkçe adı ~ İng dingo Avustralya'ya özgü vahşi köpek türü ~ Avustral dingo a.a.
http://nisanyansozluk.com/?k=dingonun%20ah%C4%B1r%C4%B1&lnk=1
Syria is not Goofy’s barn
Türkiye ile ABD, Esad ile PYD birbirine zeytin dalı uzatırken
Gerçek
Şubat 24, 2018
Zeytin Dalı harekatı başladığında “kime zeytin dalı uzatılıyor” sorusu üzerinden epey spekülasyon yürütülmüştü. Resmi söylemin de etkisiyle genel olarak harekâtın barış amacı taşıdığı söylendi. Kıbrıs “barış” harekâtı ile paralellik kuruldu. “Teröriste darbe halka zeytin dalı” diyenler oldu. Bir grup ise PYD’nin Esad’ın da düşmanı olduğunu ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini iddia edip Suriye’ye bir zeytin dalı uzatıldığını öne sürdü.
“Zeytin Dalı” bir ayını doldururken söylenenlerden hiç biri olmadı. Ama Türkiye ile ABD’nin, PYD ile de Suriye’nin birbirine zeytin dalı uzattığına tanık olduk. Pek çokları için beklenmedik olan bu gelişmeleri Gerçek gazetesinde erkenden öngörmüştük. “Türkiye Amerikan oyununa geliyor”[1] başlıklı yazımızda Afrin’deki Amerikan tuzağına dikkat çekmiş ve şöyle demiştik: “Erdoğan ve AKP, TSK ve MHP’nin desteğiyle Kürtleri hedef alan, ABD’ye çekil aradan diyen bir politika izliyor. Bu politika eninde sonunda Türkiye’yi ABD’nin eline düşürüp, tüm komşularıyla ve kardeş Kürt halkıyla düşman edecektir. Oysa izlenmesi gereken politika Türkiye’nin ABD ile karşı karşıya geldiğinde Kürtleri emperyalizme karşı yanına çağırmasıdır.”
“Er ya da geç” dedik. Ama Türkiye, çok geçmeden ve erkenden ABD’nin eline düşmeye başladı. Önce Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı McMaster İstanbul’a gelip Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın’la görüştü. Daha sonra iki ülkenin savunma bakanları Canikli ve Mattis, NATO toplantısı vesilesiyle Brüksel’de bir araya geldi. Nihayet ABD dışişleri bakanı Tillerson Türkiye’ye geldi. Önce Erdoğan’la ertesi sabah da Çavuşoğlu ile görüştü. Amerikan generali Mınbiç’ten vururuz diyor, Ankara’dan “Osmanlı tokadı” ile cevap veriliyorken bir baktık ki “stratejik ittifak vurgulanıyor”, “ortak çıkarların altı çiziliyor”, “sorunların çözümü için komisyonlar oluşturuluyor” ve ABD-Türkiye ilişkileri normalleşiyor. Mınbiç’te ABD ve Türkiye askerlerinin birlikte var olması üzerine planlar yapılıyor.[2]
Gizli pazarlıkların sonucu: ABD karşıtlığı “out”! İran ve Suriye karşıtlığı “in”!
ABD ile yapılan pazarlıkların kaydı tutulmadı. Kamuoyu ile de ciddi hiçbir bilgi paylaşımı yapılmadı. Ancak konuşulanların hiç de hayırlı olmadığını son bir haftadır yaşanan gelişmelerden görmekteyiz. Tam da söylediğimiz gibi Türkiye, kardeş Kürt halkıyla ve komşularımız İran ve Suriye ile giderek daha fazla düşmanlaşıyor. Bundan en çok memnun olanın ABD emperyalizmi olduğuna hiçbir şüphe yok.
İlk belirti olarak iktidar cephesinde Amerikan karşıtlığının yerini ışık hızıyla İran karşıtlığının aldığını görmekteyiz. Amerika’nın Türkiye üzerinde oynadığı oyunlarla ilgili söylemlerinin yerini İran’ın sinsi emelleri almış durumda. Uzun bir zaman sonra Davutoğlu taraftarı Karar gazetesiyle Erdoğancı Yeni Şafak, Akit gibi yayınlar aynı şarkıyı söylemeye başladı. Bu gazetelerin sayfalarında Rusya’nın PKK’yi terör listesine almadığının, PYD’nin Moskova’da büro açmış olduğunun tekrar hatırlandığını görüyoruz. Afrin’de boy gösteren milislerin izini sürüp Şam’dan önce Tahran’a varıyorlar. Bir ay önce Türkiye için tehdit olarak görülen ABD’nin İran’ı çevreleme stratejisi bugünlerde kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak tanımlanmakta. Erdoğan’ın Davutoğlu’nun elini tekrar tutması da Suriye politikası dendiğinde insan içine çıkamaz hale gelmiş “sıfır Ahmet paşa”nın göğsünü gere gere “Suriye konusunda hiçbir pişmanlığım yok” diyecek özgüveni göstermesi belli ki boşuna değil.
İzlenen politika kardeş Kürt halkıyla düşmanlığı giderek daha fazla pekiştiriyor. Bölgede yaşayan Kürt halkının tankların üzerinde kurt işareti yapan askerlerin ve özel harekâtçıların zeytin dalı uzatmaya geldiğini düşüneceğini beklemek herhalde safdillik olur. Yine benzer şekilde Rabia işareti yaparak cepheye gidenlerin görüntüleri de Suriye halkında farklı bir duygu yaratmıyor. Bu koşullarda yine başka bir yazımızda öngördüğümüz ve “Erdoğan’ı bekleyen sürpriz” olarak değerlendirdiğimiz Suriye ordusu ile karşı karşıya gelme olasılığı somut bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.[3] Gelinen aşamada Suriye ordusu ile birlikte hareket eden milis güçleri Afrin’de hatta en sıcak cephe olan Cinderes’te boy göstermeye başladı. Bu PYD ile Esad arasında henüz tamamlanmamış ve netleştirilmemiş bir anlaşmanın ürünü. Şimdilik Suriye ordusu paralelinde hareket eden milislerin Afrin’e girmesi ve Halep’te PYD kontrolündeki Şeyh Maksut mahallesinin Suriye ordusuna teslim edilmesi ile buradaki güçlerin Afrin’e taşınması söz konusu. Suriye ordusu Afrin’de resmen varlık göstermek için tam hâkimiyet istiyor ve kendisi dışında silahlı bir güç bulunmasına sıcak bakmıyor. Ayrıca Afrin’in dışında Deyrezzor bölgesinde olan ve PYD’nin ABD ile birlikte kontrol ettiği petrol yataklarından en azından bazılarının Suriye’ye devredilmesi de gündemde. PYD ise TSK ve ÖSO güçleri henüz Afrin’i kuşatmak üzere Cinderes ve Racu’yu ele geçirmeden ve Afrin’in Halep’le bağlantısının kesilmesi tehlikesi belirmeden tamamen yelkenleri indirmiyor. ABD’nin PYD üzerindeki nüfuzunu olası bir anlaşmayı engellemek için kullandığı da sıkça gündeme gelen bilgiler arasında.
Rusya’nın bıçak sırtı denge politikası
Suriye Arap Ordusu’nun resmi birlikleri yerine milislerin giriş yapması krizin ilk basamağı olarak görülmeli. Krizin daha fazla tırmanmamasında Rusya’nın rolünün belirleyici olduğu görülüyor. Ancak Rusya’nın bu rolü daha ne kadar sürdürebileceği de tartışmalı. Rusya, Türkiye ve ABD arasındaki yakınlaşmayı yakından izliyor. Kuzey Suriye’de Afrin, Cerablus, El Bab ve Mınbiç’i kapsayan bir NATO koridoru oluşmasını engellemek için bıçak sırtında bir denge politikası izliyor. Bu politika Türkiye’yi tamamen itmemek için hava sahasının kapatılmamasını, Türk uçaklarının düşürülmemesini ve Suriye Arap Ordusu’nun TSK güçlerinin karşısına çıkarılmamasını içeriyor. Rusya, Kürtleri tamamen kaybetmemek için de federatif bir Suriye projesinin ve Kürtlere özerklik vaadinin en etkili sponsoru olmayı sürdürüyor. Ayrıca Rusya, PKK’yi terörist olarak görmediğini açıklayan neredeyse tek bölge ülkesi.
Osmanlı mesajı adresine vardı
Türkiye’de iktidarın Rusya’nın bu pozisyonunu fazlasıyla zorladığını söyleyebiliriz. Örneğin Suriye, Türkiye’nin harekâtını sınırlandırmak için adeta bir geçit resmi düzenleyerek Afrin’e doğru bir milis konvoyu çıkarttı. Suriye bayraklarıyla donatılmış bu konvoyun, resmi olarak “Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunan” Zeytin Dalı harekâtını siyaseten sınırlayacağı düşünüldü. Ancak bu konvoy TSK topçusu tarafından vuruldu. Erdoğan ve AKP iktidarının çeşitli sözcüleri Suriye ordusunun Afrin’e girmesine müsaade etmeyeceklerini açıkladılar. Bu açıklamaların ve TSK’nın doğrudan Suriye ordusunun yanındaki milisleri vurmasının sonucunda Afrin’de Esad ve Öcalan resimlerinin birlikte taşındığı mitingler düzenlenmeye başladı. Şimdi cephe hattından video çekip yayınlayan Esad taraftarı milisler Suriye bayrakları altında durup “Osmanlıyı durdurmaya geldiklerini” söylüyor. Belli ki AKP iktidarının ABD’ye Türk lokumu ikram ettiğini gören Suriyeliler Osmanlı tokadının muhatabının Amerikan ordusu değil kendileri olduğunu düşünmekteler. Bir de herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermemek için gün aşırı Afrin’e Türk bayrağı dikmekten bahseden Devlet Bahçeli var!
ABD’nin işgal planını tartışan Suriye’nin toprak bütünlüğünü nasıl savunur?
Yine ABD ile Mınbiç’te birlikte hâkimiyet kurma önerisinin tartışılması bile “Suriye’nin toprak bütünlüğü” söylemini tek başına bir çöp haline getirmeye yeterli olmuştur. Bu olasılığın hayata geçmesinin uluslararası hukuka uydurulabilir bir tarafı da siyaseten izahı da yoktur. Suriye topraklarının ABD ile ortak olarak işgal edilmesinden başka bir manaya gelmeyeceği açıktır. Tüm bunlara Türkiye’nin, Rusya’nın Doğu Guta’da sürdürdüğü askeri harekâtı “sivil kayıpları” gerekçe göstererek protesto etmesi ve bu esnada ABD’nin bir yandan Doğu Guta’ya göndermek üzere militan topladığını diğer yandan da Suriye’ye doğrudan askeri müdahale seçeneğini gündeme taşıdığını eklediğimizde Rusya’nın bıçak sırtında kurmaya çalıştığı dengenin, ABD tarafına doğru bozulmasına ne kadar göz yumacağı belirsizliğini korumaktadır. Bu yüzden Rusya, Türkiye’nin Esad’la doğrudan görüşmeye başlaması için bastırmaktadır. Bu olmadığı takdirde hava sahasının kapatılması gündeme gelebilir. Bu Zeytin Dalını zora sokar, Türkiye üzerinde ciddi bir yaptırım gücü oluşturur, ama en çok da ABD’nin ekmeğine yağ sürmüş olur. Çünkü ABD tuzağını, Türkiye’nin Afrin’de batağa saplanması, bir zafer elde edecekse bunun Pirus zaferi olması, bu süreçte Rusya ve Suriye ile karşı karşıya gelmesi ve nihayet kendi eline düşmesi üzerine kurmuştur.
Kürtlerle barışmayan ABD’yle savaşamaz!
Gelinen aşamada pek çok yönden gelişmeler belirsizliğini korumaktadır. Ancak belirli olan bir şey vardır ki o da Kürtlerle savaşı merkeze alarak ABD’yle savaşmanın ve onu yenilgiye uğratmanın mümkün olmadığıdır. Devrimci İşçi Partisi’nin “Kürtlerle barış ABD’yle savaş” şiarı, ABD’nin kurduğu denklemi değiştirebilmenin tek yoludur. Mevcut çıkmazdan tek gerçekçi çıkış yolunu göstermeye devam etmektedir. Bazı AKP destekçilerinin ve Esad ile iyi ilişkilere taraftar olanların, PYD’nin Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini öne sürerek Suriye devleti ile ABD karşıtı bir ittifak oluşturma projesi erkenden çökmüştür. Suriye’nin, kendi topraklarında ABD ile birlikte nüfuz alanları kurmayı tartışan, ilçelerine, dağlarına bayrak diken, Suriye ordusunun kendi sınırları içindeki bir ilçeye girişini savaş sebebi ilan eden bir devleti, toprak bütünlüğüne destek değil tehdit olarak göreceği açıktır. Suriye devleti, PYD ile köprüleri attığında Fırat’ın doğusunu ABD’ye terk etmiş olacağını görmektedir. Türkiye’nin de ABD’nin sınır güvenliğini sağlaması, PKK’den kopartılmış yeni bir işbirlikçi Kürt hareketi imal edilmesi karşılığında buna razı geleceği apaçık ortaya çıkmıştır. ABD emperyalizmi Türkiye’yi tuzağına çekmiştir. Artık Afrin, Türkiye’yi kendi çizgisine çekmek ve orada tutmak için bir koz olarak ABD’nin elindedir.
[1] http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/turkiye-amerikan-oyununa-geliyor
[2] http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/buyuk-teroristle-normallesme
[3] http://gercekgazetesi.net/perspektif/amerikan-oyununu-bozalim-kurtlerle-baris-abdyle-savas
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/turkiye-ile-abd-esad-ile-pyd-birbirine-zeytin-dali-uzatirken
“Almanya Çekoslovakya (Südet Almanları sorunu), Polonya gibi ülkelerden önemli bir tehdit algılamaktaydı. Almanya, içeriden, “Yahudi bölücülüğünün” ve “Sovyet terörizmi”nin “bölme ve kargaşalık yaratma” girişimleriyle karşı karşıyaydı. Bu durumda, Hitler’in de aslında bir “vatan savaşı” verdiği neden ileri sürülemesin ki?” yazmisininiz ya, hic merak etmeyin yarin öbür gün onu da der ve gene sasirtir. 🙂
“Hitler’in de aslında bir “vatan savaşı” verdiği neden ileri sürülemesin ki?”
Bu sorunun cevabi o kadar da zor degil.
One surulemez, cunku cok kotu maglup olmustur ve galipler boyle bir seyi yasaklamislardir.
“T-Rex Tillerson” görevden alınmış, yerine yeni bir “T-Rex” gelmiş.
Necip’e bir soru
Eğer, sistematik bir şekilde sürdürülen anayasa ve kanun ihlalleri devletin temel nitelikleri ve hayati kurumlarının varlığı açısından önemli bir tehdit haline gelmiş, devletin tüm kurumları ideolojik saiklerle dizayn edilmeye başlanmış ve dolayısıyla görevlerini yapamaz hale getirilmiş, devlet uluslararası ortamdaki itibarını yitirmiş ve evrensel temel insan haklarının gözardı edildiği, korkuya dayalı otokrasi ile yönetilen bir ülke haline getirilmiş, bürokrasi içerisindeki yolsuzluk ve hırsızlık ciddi boyutlara ulaşmış, ülke sathında bununla mücadele edecek hukuk sistemi işlemez hale getirilmiş ise, sizce ne yapılması gerekir?
“bir soru”
Bu hem fazlasiyla ‘yuklu’ (‘loaded’) hem de ‘torba kanun’ misali bir suru seyi iceren bir soru.
Tahmin edeceginiz sebeplerle, Ikinci Meclis donemi hakkinda yorum yapmak istemem.
Cunku, Cumhurbaskaninin mal-mulk acisindan ulkenin tartismasiz en zengini oldugu, Hindistan Muslumanlarinin (bugunku Pakistanlilarin) Istiklal Harbi’ne katki olsun diye gonderdikleri paranin cok onemli bir kismini once ticaret amaciyla kullanmak uzere kayinpederiyle, sonra da vazgecip, yine kendi nam-i hesabina Is Bankasina ortak olmak icin kullanmasindan bahsediyorsaniz, bu konuda bir sey demem yakisik almaz.