Toplumsal Muhalefet ve Seçimler
Artıgerçek
Çok faşist bir yağmur yağıyor, sanırım bir kocaman şemsiyenin altında toplanmanın zamanı
Ferhan Şensoy
Seçimler, bizim bir kısım anarşist ve solcu her ne kadar küçümsemeye çalışsa da aslında toplumsal muhalefetin gücünü ve çapını göstermesi açısından önemli bir anket, önemli bir göstergedir. Hemen söyleyecek olursam, toplumsal muhalefetin, AKP-MHP’nin ötesinde doğrudan otokratik devlet ile boy ölçüşmesinde önemli bir başarı kazandığını, toplumun canlı dokusunun, durgun taşranın desteğine rağmen büyük kentlerde, hatta orta düzeydeki kentlerde başarı kazandığını gözlemlemek gerekir. Bu, partiler arasında bir seçim değil, toplumsal muhalefeti oluşturan güçlerle otokratik devlet arasında bir seçimdi ve ototratik devlet tüm organlarıyla bu seçime yüklendi, müdahale etti.
Otokratik devletin başı Tayyip Erdoğan’ın az bir farkla da olsa, toplumun ölü dokusunun temsilcisi taşranın desteğiyle seçimleri kazanıp başkan seçilmesinin, kolay umutlara kapılan kentli kesimlerde bir ölçüde karamsarlık yarattığını gözlemliyoruz ama bu karamsarlık aslında yanlış.
Elbette seçimler tek başına bir gösterge değildir ama yine de önemli bir göstergedir. Bence seçimler, ototratik devletin burçlarının toplumsal muhalefete oy veren kentler ve kasabalar tarafından esaslı bir şekilde dövülmekte olduğunu gösteriyor. Diğer bir yanılgı, her şeyi seçimlere bağlayıp rövanş için yerel seçimlerin beklenmesidir. Oysa seçim, toplumsal mücadelenin unsurlarından sadece biridir. Küçümsenmemelidir ama onunla yetinmek, mücadeleye gerçekten zarar verir. Toplumsal mücadele, kentlerin mahallelerinde, kasabalarında, köylerinde, günlük mücadelede örgütlenmeyi gerektiriyor. Şimdi daha büyük bir enerjiyle, aramızdaki farklılıkları ön plana çıkartmadan el ele omuz omuza vererek bu mücadelenin günlük hayatta örgütlenmesi zamanıdır.
OLUMLU ÖĞELER
Seçimlere giden süreçte toplumsal mücadelenin öğrendiği en önemli şey, ittifak yapabilmenin, farklılıklarla birlikte yan yana durabilmenin önemidir. Bu konuda, başında Kılıçdaroğlu’nun bulunduğu CHP’nin, HDP’nin ve solun bir kesiminin sebat ve sağduyu gösterdiğini tespit etmeliyiz. Ayrılıkları vurgulamak ve sonunda hır çıkartmak kolaydır; zor olan, farklı, hatta bir yerde birbirine zıt güçleri bir araya getirebilmek, ortak cephede tutabilmektir. Bu, kimi zaman uçurum kenarı patikalarda yürümek zorunda kalınsa da esasen başarılmıştır.
Ben, özellikle CHP’li ve solcu kesimlerden yükselen itiraz ve şikâyetlere rağmen, otokrasiden koparak muhalefet cephesine katılan eski AKP’li unsurlara gösterilen hüsnü kabulün ve izlenen ittifak siyasetinin esasen doğru olduğu kanısındayım. Meseleye sırf oy olarak bakanlar, karşı bloku dağıtan bu ittifak siyasetinin otokratik cephede nasıl bir moral bozukluğuna ve telaşa yol açtığını görmek yerine, “kaç oy getirdiler ki” ya da “seçim çalışması bile yapmadılar” saptamalarını yapmaktadırlar. Söyledikleri doğru olsa bile meselenin esası bu değildir. Tersine, İçişleri bakanının veya D. Perinçek’in “turuncu kalkışma hazırlığı” uyarılarına yol açacak ölçüde büyük bir telaşta, bu cephe siyasetinin rol oynadığını görmek gerekir.
Bundan da önemlisi, CHP’nin başını çektiği Millet ittifakı ile HDP-YSP arasında kurulan zımni ittifakın otokrasiye büyük darbe indirdiğini görmemiz gerekmektedir. Bu büyük ittifaktan her iki tarafta da memnun olmayanlar olduğu malumdur ama bunlar etkili olamamış ve büyük ittifak sonuna kadar aşağı yukarı fire vermeden sürmüştür. Bunda, elbette başta HDP’nin Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlerdeki, insanların partilerinin gösterdiği yönde sarsılmadan hareket etmesinin rolü tayin edicidir. Bunun ötesinde, Millet İttifakında da sağdan gelen partilerin, her türlü “Kandil destekliyor” provokasyonlarına alet olmadıklarını belirtmekte fayda var.
Partilerin ötesinde, %50’ye yaklaşan toplumsal muhalefet, yani ülkenin yarısı ve büyük kentlerin dörtte üçü, neredeyse günlük hayatta çok fazla teması olmayan farklı toplumsal kesimler ve sınıflar büyük bir ruhsal ortaklık ve kardeşlik duygusunu yaşadı; 95 yaşındaki nineler bile sandık başına giderek toplumsal muhalefete oylarıyla katkıda bulundukları, mücadelenin bir parçası oldukları hissini yaşadılar. Bu, özellikle ilerisi için son derece önemli bir noktadır. Herkesin bu çorbada bir tutam tuzu olduğunu hissetmesine yol açan ruhsal ortaklık ve dayanışma duygusu olmadan hiçbir şey olmaz.
Toplumsal muhalefete milliyetçi kesimden katılım olması da karşı cephenin iyiden iyiye dağılmakta olduğunun göstergesi. Olayın olumsuz yönüne ise bundan sonraki ara başlığın altında değineceğim.
Sol bir partinin (TİP) (bağımsız girmesine ilişkin eleştirilerimi bundan önceki yazımda belirtmiştim), 1965 seçimlerinde 15 TİP milletvekilinin ve ardından, 1969 genel seçimlerinde TİP’ten Mehmet Ali Aybar ve Rıza Kuas’ın seçilmesinden bu yana ilk kez, yani neredeyse 50 küsur yıl sonra seçim yoluyla 4 sandalye kazanmasını da olumluluk hanesine yazmak gerekir. Demek, iddia edildiği gibi sol ölmüş falan değil. Görece doğru bir yönelim kitleden derhal olumlu bir yanıt alabiliyor.
OLUMSUZ ÖĞELER
Öncelikle Mansur Yavaş’ın söylemlerindeki olumsuzluğa değinmek istiyorum. Madem seçimler geçti, artık rahat rahat konuşabiliriz. Mansur Yavaş, bilmiyorum, parti tarafından mı böyle konuşmakla görevlendirildi ama kendisinin eğiliminin de bu olduğu bilindiğinden bunun üzerinde durmayacağım. “Bebek katili” türünden en bayağı söylemler, onun tarafından büyük ittifakı dağıtma tehlikesi doğuracak ölçüde kullanıldı. Mansur Yavaş, Kürt düşmanı söylemleri, tabii ki biraz da karşı taraftan gelen salvoları partisi adına savuşturmak için bol bol kullanmakta bir sakınca görmedi. Neyse ki, HDP ve Kürtler son derece sağduyulu davranıp bu bayağı söylemleri duymazlıktan geldiler de ittifakın dağılmasını önlediler.
İkinci mesele, Zafer Partisi başkanı Ümit Özdağ’la yapılan protokol ve bu protokolde özellikle “Kayyum” şartının kabul edilmesidir. Son anda bir yol kazasının olması, yine HDP (YSP) ve sağduyulu Kürt seçmeni tarafından engellenmiştir ama bu tutumun zaten alesta bekleyen “boykotçu”lara haklı bir gerekçe verdiğini de kabul etmek gerekir. Bunun kullanılan oy oranına bir ölçüde yansıdığı görülüyor.
Zafer Partisi’nin, Kılıçdaroğlu’na son anda destek vermesi iyi olmuştur ama göçmenlere o kadar insafsızca yüklenilmesi, bu kesime adeta kurbanlık koyun muamelesi yapılması, daha da önemlisi ve tayin edici olanı, Özdağ’ın “kayyum” dayatmasının kabul edilip protokole konması hiç iyi olmamıştır. Bazı ilkeler vardır ki, onlardan şu ya da bu çıkar nedeniyle vazgeçtiğiniz an kendinizi yok etmiş olursunuz. Bunun intihardan farkı yoktur. İşte “kayyum” şartının kabul edilmesi böyle bir ilkesizliktir, çok sayıda boykotçuya bahane sağlamıştır. Daha önemlisi bu, Kürt seçmenin Kılıçdaroğlu’na oy vermekten vazgeçmesine yol açabilirdi. Neyse ki HDP-YSP yönetimi bu noktada tarihi bir sağduyu göstermiş, Kılıçdaroğlu’nun arkasında durmaktan vazgeçmeyeceğini açıklamıştır. Keza Selahattin Demirtaş da öyle. Hapishaneden yolladığı mesajlarla büyük bir erozyonun önüne bent olmasını bilmiştir. Bu sözüm CHP yönetimine ve Kılıçdaroğlu’na; ilkeleri feda ederek ittifak yaparsanız aslında boynunuzu düşmanın bıçağının önüne yatırmış olursunuz.
Madem konuyu açtık, bir de şuna değineyim. CHP yönetimi, karşı tarafın “Kandil” saldırıları karşısında “biz teröristle masaya oturmadık ve oturmayız” söylemine başvurmuştur. “Terörist” lafının yanlışlığına burada girmeyeyim ama ima edilenin, geçmişteki “barış süreci”ne gönderme yapılarak “siz masaya oturdunuz” anıştırması olduğu açıktır. Bu saçmadır. Her devlet, gerilla savaşı veren güçlerle masaya oturur ve savaşa son vermenin başka yolu yoktur. “Masaya oturmam” demek, “katliam yaparım”dan başka bir anlam taşımaz. AKP, geçmişte Kandil’le masaya oturarak hata yapmamış, bu masayı tekmeleyerek ve Kürtlere karşı saldırıya geçerek hata yapmıştır. Bunun karşılığını da Kürtlerin oylara yansıyan nefretiyle almıştır. Barış ancak “masaya oturmakla” mümkündür. Şimdi bu saatten sonra bunu mu anlatalım CHP yönetimine.
Başka olumsuzluklar da var. Bunlara da değineyim bari. Gerek Millet İttifakındaki partiler (özellikle CHP’den söz ediyorum) gerek Emek ve Özgürlük İttifakı’ndaki partiler (özellikle YSP ve TİP’i kastediyorum) adayların belirlenmesinde iç demokrasiye hiçbir saygı göstermemiş ve hepsi de adaylarını merkezlerden atamışlardır. Bir zamanlar önseçim ya da önyoklama, en azından üyelere danışma diye bir şey vardı, hatırlayan var mı bugün. Özgürlükçülük ne yazık ki bu noktada çok zemin kaybetmiş bulunuyor.
Son sözüm de “nazlı” seçmene ve boykotçulara. Anarşistler, köklerindeki “seçim karşıtlığına” rağmen ağırlıklı olarak olumlu tepki vermiş ve “özgürlüğe doğru bir adım için” sandığa gitmekten, hatta sandık görevlisi olmaktan imtina etmemişlerdir. Geri kalanlara fazla sözüm yok. “İlkeleriyle” mücadelenin kenarında rahat uykularına devam etsinler. Bireysel vicdanları rahatsa eğer!
Tarihte bazı sular ters akar. Saptamak zorundayım ki, daha çok büyük kentlerdeki “bireyselleşmiş” bireyler ne yazık ki, bu tarihi noktada olumsuz rol oynamış ve Emma Goldman’a atfedilen, “seçimler bir şeyleri değiştirecek olsaydı, yasaklanırdı” mealindeki sözleri Goldman’ın nerede, hangi koşullarda söylediği belirsiz, hatta gerçekten söyleyip söylemediği de meşkuk olan sloganlara sığınarak istemeden de olsa otarşinin değirmenine su taşımışlardır. Sosyal medyadaki çok sayıda AKP trolünün bu “bireysellerin” rolünü üstlendiklerini söylersem bana darılmasınlar. Bu tarihi anda, aslında insanlığın geleceğine işaret eden “bireyselleşmiş birey” olumsuz rol oynamış, örneğin Kürt bölgelerindeki “yeterince bireyselleşmemiş” kitleler adeta bir “asker disipliniyle” partilerinin gösterdiği yönde, bağırlarına taş basarak oy kullanma ferasetini göstermişlerdir. Tarihin ironisi!
YENİ SINIF!
Bu yazıyı, seçim sonuçlarını izledikten sonra geç vakit eve dönerken rastladığımız lüks arabalarıyla, beş milyon lira değerindeki GMC jipleriyle, ellerinde bayrak, mutlulukla evlerine dönen yeni sınıf mensubu AKP taraftarlarını görmemin, genç yaşlarımda edindiğim “burjuvaziye karşı sınıf kininin” yüreğimde yeniden canlandığını belirtmeden geçersem içim rahat etmeyecek. Bildiğimiz eski burjuvazi, esas olarak fabrika sahibi artı-emek sömürücülerinden oluşurdu. Parti-devlet iktidarının yaratımı olan otokratik rejimin ürettiği, olağanüstü bir servete boğulmuş bu yeni sınıf mensuplarının ise gelir kaynağı belirsiz. Kim bilir servetleri hangi soygunlardan ve “meşru” olmayan kaynaklardan akıyor ceplerine. Bu da yoksul bölgelerde, deprem felaketi alanlarında yaşam mücadelesi veren insanlarımızın kulağına küpe olsun!
Gün Zileli
4 Haziran 2023
https://www.mahfiegilmez.com/2023/05/secimlerden-ckarlacak-dersler.html