Toplumsal Mücadeleler ve “Saate Bakmak”…
Artıgerçek
TOPLUMSAL MÜCADELE TARİHİNE İLİŞKİN KİTAPLAR
Eskiden beri ilgilenirdim ama belki de yaşımdan dolayı (77) toplumsal mücadeleler, devrimler ve karşıdevrimler tarihiyle son on yılda daha fazla haşır neşir olmaya başladım. Artık büyük ölçüde bu tarihe ilişkin kitaplar çekiyor beni. Elbette, Kafka okumaları en başta olmak üzere edebiyatı da bir yana atmadan.
Şu anda önümde iki kitap var. Daha önce tanıtmasını yaptığım Cevahir biyografisinin (Ayrıntı, 2020) yazarı Hüseyin Solgun’un yeni kitabı Mahir -Kızıldere’den Önce 10 Ay- (Ayrıntı, 2023) ve Gilbert Badia’nın, 1918 Alman Devriminde Spartakistler’i (çev: Halil Hacıalioğlu, Yordam, 2018).
Hüseyin Solgun, yer yer Mahir’in hata ve yönelimlerini mazur göstermeye çalışmasına rağmen, bugüne kadarki Mahir Çayan biyografilerinde pek sık rastladığımız “kahramanlık edebiyatı”ndan ve güzellemelerden esas olarak uzak duran görece objektif anlatımlara ağırlık verebilmiş.
Gilbert Badia ise, başta Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht olmak üzere Spartakistlerin, 1918-19 Alman Devrimi’ndeki hatalarını net bir şekilde eleştirmesiyle dikkati çekiyor. Yordam Yayınları’nın, toplumsal mücadele ve devrimlere eleştirel bakabilen tarihçilerin kitaplarını (örneğin, A. Rabinowitch’in üç ciltlik Rus devrimi tarihini) çevirip basmasıyla toplumsal devrim tarih değerlendirmelerine önemli katkı yaptığını belirtmeden geçmeyeyim.
ANITLAR VE MEZARLAR
Toplumsal mücadeleler tarihi, olağanüstü ve hayranlık verici kahramanlık anıtları kadar, hatta belki ondan da çok, büyük hata “çukurları”nı da barındırır. O çukurlarda ne yazık ki, binlerce, on binlerce devrimcinin, emekçinin bedenleri kadar, büyük toplumsal umutlar da gömülüdür. O çukur ya da mezarları açmaya cesaret etmek ve yapılan tayin edici hataları tespit etmek, gelecek toplumsal mücadelelerin seyri açısından tayin edicidir.
Toplumsal mücadelelerin geleceği, genel olarak “iktidar” meselesine nasıl baktıkları, bu konuda hangi hamleleri yaptıkları, hangi karşı hamleleri nasıl göğüsledikleriyle yakından ilgilidir.
Burada, yukarda sözünü ettiğim kitaplardan da yararlanarak, toplumsal mücadelenin üç tarihi anını ele almak istiyorum.
ÜÇ MÜCADELE, ÜÇ YENİLGİ
Birincisi, Rusya’da, 1917 Şubat Devrimi’nden sonraki büyük devrimci kitlesel kabarış ortamında meydana gelen ve sönümlenen “1917 Temmuz Günleri”dir.
İkincisi, Almanya’da, 1918 Kasım Devrimi’nden sonraki aylarda ortaya çıkan “devrimci durum” ortamında, hükümetteki SPD’nin (Sosyal Demokrat Parti) Alman Genel Kurmayı ile işbirliği yaparak devrimi bastırdığı ve Spartakistleri ezdiği “1919 Ocak Günleri”dir.
Üçüncüsü, Türkiye’de, 12 Mart 1971 Muhtırası’ndan sonraki bir yıl içinde, 12 Mart iktidarının “düzeni teessüs etme” çabasıyla, “silahlı mücadele”yi şiar edinen THKP-C örgütünün “vurucu” eylemlerinin “düellosu” ortamında “şehir gerillası” girişiminin en son Kızıldere’de şiddetle ezildiği “1972 Nisan Günleri”dir.
1917 TEMMUZ GÜNLERİ
Devrimci kitlenin aklı ve zamanıyla devrimci örgütlerin aklı ve zamanı pek nadiren paralellik gösterir.
Bunun en net örneklerinden biri, 1917 Temmuz Günleri’dir. Kendi yaratımları olan Sovyetlerin çatısı altında toplanmış devrimci işçi ve asker kitleleri, savaş yanlısı olduğu iyiden iyiye açığa çıkmış “Geçici Hükümeti”n acilen devrilmesi ve “bütün iktidar”ın “Sovyetler”e geçmesi gerektiği kanısına varmış ve kimseden, hiçbir örgütten talimat almadan, 1917 Temmuz başında harekete geçmişlerdi. 3 Temmuz sabahı, Birinci Makineli Tüfek Alayı’nın kışlasında Geçici Devrim Komitesi kuruldu ve bu komitenin öncülüğünde Birinci Makineli Tüfek Alayı harekete geçti. Harekete geçme çağrısını yapan, “sokaklar bizi örgütleyecektir” diyen anarşist Bleikhman ve Alayı yönlendiren, “artık Bolşevik Parti’nin uyarılarına itaat etmeyen” Bolşevik ajitatör Şemoşko’ydu. Kronstadt bahriyelilerinin ve Petrograt’taki Putilov fabrikası gibi dev fabrikaların işçilerinin de katılmasıyla Petrograt’daki devrimci işçi ve asker kitlesi harekete geçti.
İşçi ve askerler, Sovyetler’in iktidarı alması için, büyük bir coşkuyla, Sovyet’in merkezi olan Taurida Sarayı’na geldiler. Taurida Sarayı’nın önüne çıkan SR (Sosyalist Devrimci) önderlerinden Çernov’u yakaladılar ve bir işçi, Çernov’un yakasına yapışıp, “Sana iktidar teklif edildiğinde kabul et, orospu çocuğu” diye bağırdı.
Ne var ki, Sovyet’teki sosyalist partiler (Menşevikler ve SR’ler) hiç de Sovyetlerin iktidarı almasına hevesli değillerdi. Dahası, Lenin’in yönlendirdiği Bolşevik Partisi Merkez Komitesi de o gün için iktidarın Sovyetler tarafından alınmasını istemiyordu. Menşeviklerin ve SR’lerin isteksizliğinin başta gelen nedeni, yeni bir Geçici Hükümet kurma hazırlıkları içinde olan Kerenski ile yollarını ayırmak niyetinde olmamalarıydı. Onlar, her zaman, iktidar olmak yerine iktidarlara destek olmayı tercih ederlerdi. Lenin ise, Menşeviklerin ve SR’lerin tersine, iktidarı almaya pek hevesli olmasına rağmen, Sovyetler’de Bolşevikler henüz çoğunluğu sağlayamadıklarından o gün için iktidardan geri durmak istiyordu. Eğer o gün Sovyetler iktidarı alsaydı, Bolşevikler Sovyetlerdeki diğer sosyalist partilerle koalisyon yapmak zorunda kalacaklardı. Bu ise, Lenin’in hiç istemediği bir şeydi. O, Ekim 1917’de göreceğimiz gibi, iktidarın tek sahibinin Bolşevikler olmasını istiyordu. (Bkz: Gün Zileli, 1917-1918 Rusya’da Devrimden Tek Parti Diktatörlüğüne, Bilim ve Sanat, 2019, s. 40-41)
Partilerin geri durması sonucunda kitle hareketi yoruldu ve hızla sönüşe gitti. Devrimci kitle hareketinin aklı ve saatiyle örgütlerin aklı ve saati uyuşmamıştı.
1918 OCAK GÜNLERİ
İkinci örnek, Almanya’daki 1918 Ocak günleridir. Kasım 1918’deki başarılı devrimden sonra hükümeti SPD (Sosyal Demokrat Parti) kurmuştu. SPD, Alman solunun geleneksel örgütüydü ama I. Dünya Savaşı’nda savaş yanlısı tutum alarak kötü bir sınav vermişti. 1918 süreci içinde bölündü ve kendisiyle boy ölçüşebilecek derecede güçlü bir partiyi, USPD’yi (Bağımsızlar) doğurdu. 1918 Aralık’ına kadar Spartakistler de “sol kanat” olarak USPD’nin içindeydiler.
Fakat bu dönemde, Rusya’daki gibi kendi konseylerini yaratmış olan Alman işçi ve asker kitleleri bölündüler. Savaş yorgunu olan çoğunluk, SPD’nin “devrimi durdurma” ve “sosyal barış” çizgisini destekledi. Fakat kitlelerin küçümsenmeyecek bir bölümü de (özellikle Berlinli işçiler) radikal bir devrimden yana tavır aldı. USPD’nin sol kanadı ve Spartakistler bu radikal kitlenin yolunu izlediler.
Ne var ki, devrimi bir an önce bastırmaktan yana olan SPD, Alman Genel Kurmayı’yla çoktan anlaşmıştı ve kitlelerin “sosyal barış” isteyen çoğunluğuna dayanarak Spartakistlere karşı harekete geçti.
Fakat burada kritik bir nokta var. Eğer Spartakistler, SPD Hükümeti’nin, “soldan” yana bir tavrı olan Berlin Emniyet Müdürü Eichborn’u görevden alarak yaptığı “savaş çağrısı”na “savaş”la cevap vermeyip ihtiyatlı davransalardı belki de SPD’li Ebert hükümeti, devrimi şiddet yoluyla ezmesi için gereken bahaneyi ele geçiremeyecekti. Ne yazık ki, Spartakistler, Berlin’de, radikal işçilerin talebi doğultusunda zamansız bir ayaklanmaya girişip SPD’nin yayın organı Vorwärts’ın işgal ediilmesine önayak oldular. Zaten Spartakistler, yaklaşık bir ay önce (Aralık 1918’de) müttefikleri USPD’yi hükümetten çekilmeye zorlayarak kendilerini koruyacak son köprüyü de havaya uçurmuşlardı.
Hükümete bağlı Noske’nin freicorps’ları (düzensiz birlikleri) böylece kan banyosunu başlattılar. İlk öldürülenler, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’ti.
Kitlenin “barış isteyenler” ve “devrim isteyenler” diye bölünmesi ve Spartakistler de dâhil, örgütlerin olayların akışı içindeki yalpalamaları karşıdevrimin başarısını getirmişti.
1972 NİSAN GÜNLERİ
Üçüncü örneğimiz, 12 Mart 1971’den sonraki süreçte, “politikleşmiş askeri Savaş” stratejisini benimseyen Mahir Çayan’ın başını çektiği THKP-C adlı örgütün, “oligarşi” adını verdiği devlete ve 12 Mart Hükümeti’ne karşı giriştiği silahlı mücadeledir.
Burada, kitlelerin aklı ve saatiyle örgütün aklı ve saati arasında tam bir uyumsuzluk olduğunu görüyoruz. 12 Mart Muhtırası’ndan sonra, o zamana kadar “sol”u ve devrimci mücadeleyi destekleyen radikal kitle, ihtiyatlı bir “bekle-gör” tutumuna girmişti. Ne var ki, bu kitlenin “öncüsü” olduğunu iddia eden THKP-C, “daima ilerleme” ve “öncü savaş” mantığıyla kitlelerin “bekle-gör” tutumundan tamamen kopmuş ve “savaş çağrısına savaşla” cevap vermek şöyle dursun, bizzat “savaş çağrısı” yaparak “oligarşi” ile “ölümcül bir düello”ya girmişti. Örgütün bu savaştan ağır bir yenilgiyle çıkacağını büyük bir ihtimalle Mahir Çayan da biliyordu ama o, verilen mücadelenin ileride “destanlaşacağı” düşüncesiyle, örgütün de “öncüsü” bir avuç silahlı militanla “daima saldırı” çizgisini uyguladı ve kendisi başta olmak üzere devrimci mücadelenin “öncü” militanlarının acı bir şekilde katledilmesinin yolunu açmış oldu. Daha kötüsü, hükümetin “sola karşı taarruzunu durdurma” iddiasıyla İsrail Konsolosu Efraim Elrom’un kaçırılıp öldürülmesi (Mayıs 1971) ve “Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarını önleme” iddiasıyla üç İngiliz teknisyenin kaçırılıp öldürülmesi (Nisan 1972) gibi silahlı eylemler hem Türkiye’de solun ezilmesine, sol entelijansiyanın daha çok baskı altına alınmasına, hem de Deniz’lerin idamına daha çok bahane sağlanmasına yol açtı.
Kitlelerin aklı ve saati “öncü”den bir kere daha farklı çalıştı ve halk kitleleri, “öncü savaşın” yolunu izlemek yerine, bir “Karaoğlan” efsanesi yaratıp Ecevit’i destekleyerek 12 Mart rejimine görece barışçı bir yoldan son verdi.
Birinci örnekte, örgütlerin saati kitlelerin saatinden geri kalmıştı; ikinci örnekte, örgütlerin saati kitlelerin saatinden ileri gitmişti; üçüncü örnekte, örgüt saatine bile bakmamıştı.
Gün Zileli
24 Haziran 2023