Biraz önce, Cüneyt Özdemir’in CNN Türk’teki programında Alev Alatlı’yı dinledim, daha doğrusu ne dediğini anlamaya çalıştım. 2 Kasım 2011 tarihinde, yine Cüneyt Özdemir’in Alev Alatlı ile yaptığı bir görüşme üzerine yazdığım “Muhafazakâr-Modernist Proje” yazıma şöyle bir giriş yapmışım:
“Geçenlerde Cüneyt Özdemir’in CNN-Türk’teki programında Alev Alatlı’yı dinlerken içimden, ‘işte, muhafazakâr-modernist projenin teorisyenlerinden biri’ dedim. Alatlı’nın roman dizilerini okumuş, yirmi yıl kadar önce tanıtma yazıları da yazmıştım. Orada da vardı aynı paradigmanın izleri. Yirmi yıl içinde iyice geliştirmiş. AKP için büyük bir kazanım sayılabilir.”
Bugün bu söylediklerimin doğru olduğuna iyice ikna oldum. Ama eklemem gerekir: Hem AKP, hem de milliyetçi-muhafakâr eğilim için bir kazanım. Kendisi için kayıp tabii.
Şundan dolayı kayıp, çünkü milliyetçilik insanı sığlaştırır. Örneğin ülkesinin hükümetinin özgürlük düşmanı uygulamalarını ülke dışından eleştiren bir yazarı önemsiz göstermeye sevk eder. Alev Alatlı’nın yaptığı gibi, tabirimi mazur görün, bayağılaşarak, eleştirinin sahibi yazarı küçümseyebilmek için “beyefendi”, “entel-dantel” gibi sözcükler kullanmaya sevk eder. Daha vahimi, röportajı yapan Cüneyt Özdemir’in tutuklu gazeteciler konusunda ne düşünüyorsunuz sorusunu cevaplamamak için kulağına taktığı kulaklığı çıkarır takar, takar çıkarır, “aaaa olur mu öyle şey, polemik yapmayın benimle” türü sözlerle işi geçiştirmeye çalışır. Gazetecilerin diğer insanlardan farklı olmadığını ileri sürer. Paul Auster’in yaşadığı ülkenin demokrasi dışı uygulamalarını gündeme getirir, yine Auster’in “orada tutuklu gazeteci yok” dediği İsrail’in “anti-demokratikliğine”, “teokratik bir devlet olduğuna” işaret ederek, dikkati AKP-Devlet’in uygulamalarından uzaklaştırmaya çalışır. Çünkü o bir milliyetçi-muhafazakârdır, ne pahasına olursa olsun milliyetçi-muhafazakâr hükümetine ve devletine toz kondurmayacaktır. Yani allem edip kalem edip hapisteki gazetecilerle kader birliği yapmayacak, onları savunmayacak, hatta canavarın ağzına atıverecektir.
Aslında bu yazıyı yazmamın esas nedeni Alev Alatlı’nın ne olduğu, ne yaptığı değil. Çünkü kendisini ne romancı, ne de düşünür ve yazar olarak dikkate alıyor, önemsiyorum. Bu yazıyı yazmamın esas amacı, şu Amerika’nın ve israil’in de “anti-demokratik devletler” olduğu demagojisidir.
Bunu söylerken, bu devletlerin demokratik olduklarını savunduğum sanılmasın. Bir anarşist olarak bütün devletlerin anti-demokratik olduğunu düşünürüm, üstelik ABD ve İsrail, emperyalist ve alt-emperyalist devletler olarak iki misli anti-demokratiktirler. Bunu tartışmıyoruz. Sadece demagojiyi tartışacağız burada.
Soru şudur: Amerika’da ve İsrail’de tutuklu gazeteci var mıdır, yok mudur? Yani bu iki ülkede şu ya da bu yönde yazılar ya da kitaplar yazdığı için herhangi bir gazeteci ya da yazar içerde midir, değil midir? Eğer yanılıyorsam hemen düzeltirim ama bildiğim kadarıyla bu iki ülkede herhangi bir gazeteci ya da yazar yazdıklarından dolayı hapiste değildir.
Bu, bu ülkelerde basın ve yazma özgürlüğünün tam olarak gerçekleştiğini mi gösterir? Elbette hayır. Sermayenin egemen olduğu herhangi bir ülkede elbette basın ve yazma özgürlüğü de sermayenin egemenliği altındadır. Siyasi baskı yoluyla değil, ekonomik egemenlik nedeniyle. Bu ülkelerde de binlerce yazar ve gazeteci, ekonomik tekelleşme dolayısıyla kendini istediği gibi ifade edememektedir ama bu başka bir tartışma konusudur. Burada ekonomik tekelleşmeden ya da piyasanın görünmez elinin yazar özgürlüğünü boğmasından söz etmiyoruz, bunu tartışmıyoruz. Tartıştığımız şey, görüşlerini yazan herhangi bir yazarın ya da gazetecinin bu iki ülkede siyasi nedenlerle tutuklanıp tutuklanmadığıdır. Hayır, bu iki ülkede yoktur böyle bir durum. Bu anlamda, yani formel planda basın özgürlüğünün ihlali söz konusu değildir. Ama Türkiye’de, bırakalım ekonomik tekelleşmeyi bir yana, formel planda da, siyasi olarak da basın ve yazma özgürlüğü tehdit altındadır. Bunun en iyi kanıtı içerdeki yüzden fazla gazeteci ve yazardır.
Yazar Alev Alatlı, kendisine uzatılan mikrofona, “evet, böyle bir durum vardır, Türkiye’de gazeteciler tutuklanmaktadırlar” bile diyememiş, işi espriye vurmaya çalışmış ama kendisinden başka kimseyi güldürememiş, basın ve yazma özgürlüğünü savunamamış, bir yazar olarak fena halde sınıfta kalmıştır.
Cüneyt Özdemir, keşke programının devamında tanıttığı şu öğrenci tabletlerinden bir tane de Alev Alatlı’ya hediye etseydi. Gerçi AKP hükümetinin hazırlattığı bu tabletlerde basın özgürlüğü diye bir bahis geçtiğini sanmıyorum ya.
Gün Zileli
7 Şubat 2012
Bu sitede yer alan, Alev Alatlı ile ilgili şu yazılara da bakılabilir:
Orada Kimse Var mı-I (1994)
Orada Kimse Var mı – II (1994)
Muhafazakâr-Modernist Proje (2011)
nihayet zileliden beklenen yazıları okudukça özgürlükçü anarşizmin kropotkin ve goldmanlardan bu güne biriktirip geldiği yeri daha iyi anlayıp gururlanıyoruz.yukarda bahsi geçen tartışma bana emma goldmanın ekim devrimi büyüsü ile sürgün edildiği rusyadaki dehşete düştüğü izlenimleri ile abd de mücadele ettiği kapitalizmin bile gerisine düşen özgürlükler konusundaki görüşleri ve yazıları aklıma geldi.bu benzetme hakkındaki görüşlerini merak ediyorum zilelinin.bir de geldiğimiz yeri gururla anarken bir sorum olacak zileliye.hepimizin bildiği gibi araştırma şirketleri seçim öncesi anketlerinde isabet sağlarlarken genellikle bdp seçmenini ölçerken zorlanırladı bdp seçmenide bir miktar konjöktür ve sistemin şeytanlaştırmasındanmı bilinmez genellikle kendini saklardı her seçim öncesi bütün şirketler %2.7 yada %3 gibi buldukları bdp seçimde %6-7 arası oy alırdı adil gürün son anketinde %8.2 bdp nin çıkması aynı mantıkla yorumlarsak %15 leri geçip toplumsal muhalefetin parlamentodan hayatın bütün alanlarında alternatif geleceğin iktidarının nüvelerinin işareti olup büyük bir hata yapmasa sistemin alternatifi olabilme ihtimali varmıdır?
parlamentoda bulunarak sisteme alternatif olunamaz Özgürlükçü.
toplumsal devrimi savunup bu sistemin gayrımeşru olduğunu tek söyleyebilen sen olduğuna göre biz bu sistemin aktörü oluyoruz sende en devrimci olduğuna göre sistemi telef etmekle yetinmeyip bizide telef edecekmişsin gibi gözüküyor.ironi şurda bir sağımıza solumuza bakalım dürüstçe hem kendimize hemde çevremize soralım hangimiz sistemle ilişkili hangimiz geçmiş eski yada yeni efendilere bilip bilmeden hizmet ediyor hangimiz onunla cepheden boğuşuyoruz anlarız.haaa sistemin efendisinin itibarsızlaştırmaya çalışıp bin bir yalanla şeytan gibi göstermeye çalışıp olmadı tümden imha etmeye çalıştığı kimdir?efendilerin bu yaptığını devrimciyim deyip yapanların yaptığına ne denir?geçmişte örneği vardı içinde olanlar iyi bilir ne farkı var?sisteme her alanda mücadele edilir burjuvazinin ahırından hayatın bütün alanlarında özgürlük ve isyanın bayrağı kimin elinde olduğunu benden iyi bilir zileli elinden ne geliyor o isyan bayrağını elimizden düşürme projesi kimindir?yaptığımız işlere bakıp anlarız?
evet ama özgürlükçü, şunu görmüyor musun. adamlar BDP’yi meclise davet ettiler, sonra da kck operasyonlarını yoğunlaştırdılar. benim söylediğim bundan ibaret, ayrıca lütfen kişiselleştirmeyelim. Burada kim daha devrimci diye saçma bir tartışma yapmaya gerek yok.
gün abi dersimden selamlar. belki konuyla alakasız ama solun iç infazları, düelloları, yerli yersiz onu bunu “cezalandırmaları”, etkileri altındaki kesimlere baskıcı-otoriter yaklaşımları özellikle kürt-alevi kitlesini çok yıprattı. mesela kemal burkay örneğini alalım. adam 15 bin iç infaz var dedi.herkes üstüne gitti vay ne işin var mecliste vay satılmış adam bilmem ne.ama kimse de çıkıp bunlar yalandır diyemedi. uzun lafın kısası bu kitlenin ruh hali, mücadale azmi nasıl düzelir ki bundan sonra?
Samer Allawi, El Cezire muhabiri
Hassan Gani, Press TV muhabiri
Anat Kam, Haaretz yorumcusu
Mohammed Sarhan ve Khader Shahin, Al Alam Muhabiri
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkis
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkismaktasin ama bu sana Israil’in ve ABD’nin avukatligini yapma hakkini vermez, bosuna zahmet etme onlarin zaten yeterince avukatlari var ve her iki “demokratik” ûlkede de içerde yüzlerce gerçek gazeteci var, senin darbeci, komplocu arkadaslarin,Y.Küçük ve S.Yalçin gibi ve diger ulusalci yoldaslarin gibi , ergenekon ajanlari gibi degil, ama senin için Israil demokratik ülke tabii.
“Dar bir arkadaş grubuyla bir süredir, bir biçimde Sosyalist Solda yer aldıktan sonra, bu yolu terk eden insanların, neden Sosyalist Solda kaldıkları zamanın neredeyse on katı kadar uzun yıllar boyunca, bıkmadan usanmadan Solda kalanları ve Sosyalizmi kıyasıya eleştirdiklerini anlamaya çalışıyoruz. Sizce, örneğin ne Maoculuğu ne de Gorbaçovculuğu on yıl bile sürdüremeyen bir entelektüelimizin, inatla ömür boyu Sosyalizm düşmanlığını sürdürme istikrarı küçük bir araştırmayı hak etmiyor mu? Bizce, öğrenciliği zamanında sırf fakültedeki devrimci öğrencileri tanıdığı için kendini de devrimci sayan bir diğerinin, yıllarca ‘bir eski Solcu’ olarak, devrimcilere veryansın etmesinin nedenleri de araştırmayı hak ediyor… Evet, devrimciliği ya da Sosyalizmi terk ettiğini söylemeden, hâlâ devrimci ya da Sosyalistmiş gibi yaparak Sosyalizme ve devrimciliğe saldıranları da unutmadık.
ALMANLAR NE YAPTI
Derken, arkadaşlardan biri, “dışarıda nasıl oluyor bu iş, şu senin Almanlara falan bir baksak” dedi. Öyle ucundan kenarından değil, uluorta devrimcilik yapmış, devletle kıyasıya dövüşmüş, devrimci yolda mücadelede yıllarca hapis yatmış Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF- Rote Armee Fraktion) kendini feshediş bildirisini okuyunca bizimkileri biraz anlamaya başladık.
Alman devletiyle ve kapitalizmle yaklaşık 28 yıl mücadele ettikten sonra 1998’de kendini feshettiğini açıklayan RAF’ın ‘feshediş bildirisi’nden, Türkiye’deki eski solcuları anlamamıza meydan verdiğini iddia ettiğimiz pasajları aşağıda okuyacaksınız. Ancak, önce bildiriden bizim çıkardığımız iki temel sonuca bakalım:
SAMİMİ ÖZELEŞTİRİ
1. RAF’lılar örgütü feshederken, bir anlamda kendilerini de feshediyor. Yani RAF militanları feshediş bildirisinde suçu konjonktüre, şartlara, devlete, kapitalizme, diğer arkadaşlara, aptal insanlara vs. atıp kendilerini haklı çıkarmaya veya kurtarmaya çalışmıyor. RAF’lılar, samimi bir biçimde kendilerini de eleştiriyor; niçin başaramadıklarını, niçin örgütün bu hale geldiğini araştırıyorlar. Bizde ise, eski Solcular, örgütü, Sosyalizmi, devrimi, Marksizm’i bir kalemde yerin dibine batırırken, hep kendini yükseltiyor. Nasıl olsa, kimseye “birlikte yaptığın her iş, içinde olduğun her şey bu kadar kötüyse sen nasıl bu kadar akıllı ve iyi kaldın” diye soran yok.
2. Kendilerini ‘evrensel’ meselelerle haşır neşirmiş gibi görseler de, bizim çokbilmiş eski Solcuların hemen hepsinin bir diğer özelliği de, ‘yüzleşme ve hesaplaşma’yı siyasal bir muhasebeden çok son derece yerli ‘arabesk bir iç dökme’ işi olarak görmeleri. Hatta ‘insafsızca başkalarının acısından bile kibir devşiren’ bu özellik, ekseriye ‘öğreten adam’ biçiminde tezahür ediyor. Ancak kâh “ne haliniz varsa görün, siz bana layık değilsiniz” kâh “zamanın ruhunu bir tek ben anlarım” biçiminde kendini gösterdiği de oluyor. Bu, içinde olmadığı eski dönemlerde başkalarının yaşadıklarından tehlike geçtikten sonra çıkar elde etme çabasıyla da kendini gösteriyor. Böylelikle her köşe başında verdiği fikirler her daim değişen ama fikir vermekten asla vazgeçmeyen ‘Sosyalist Ahmet Mithatlar’ karşımıza çıkıyor.
ÖZELEŞTİRİ VE İTİRAFÇILIK
Her neyse, RAF’ın fesih bildirgesinde eleştiri ve özeleştirinin ‘aslında bir yeni başlangıç’ olduğu vurgulanıyor. Özeleştirinin erdemine dikkat çekiliyor. En önemlisi, RAF özeleştiri yaparken bulunduğu konumu terk etmiyor, konumunu eleştiriyor. Bizimkiler ise, hem terk ettiği yeri eleştiriyor, hem de bunu yaparken daha önce savaştıkları gücün yanında duruyor. Eski Solcuların, Sol ile ilişkisi varken sesini çıkarmayıp, karşısına geçtikten sonra hâlâ eski konumu hakkında laf söylemesini bir an unutursak, eski Solcuların Sola dair eleştirilerin bir kısmı doğru da olabilir. Ama bunu nerede ifade ediyorlar? Sosyalist döneminin eleştirisi, sosyalistliğinden kat be kat uzun olan bu insanlara, devrimcileri döverken arkalarına almaktan pek hoşlandıkları Theodor W. Adorno’nun “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözünü biraz eğip bükerek iade edebiliriz: “Yanlış yerde doğru söz söylenmez!”
Yanlış yerde doğru söz söyleme ısrarı sonuçta ‘itirafçılık’tan başka bir şey olmuyor. Bu anlamda, kimseyle işi olmayan bir avuç Solcuya ısrarla ‘doğru’ söz söyleme peşinde koşan bizim eski Solcularımızın dönem dönem gemi azıya almaları, galiba sadece itirafçılıkla da açıklanamaz. Belki de açıklanır, her itirafçılık ‘iftirayı’ da içermez mi? Bizimkilerin son dönemde yaptıkları galiba tam da bu.
SİSTEMİ SORGULAMAK MEŞRUDUR
RAF’ın kendini feshediş bildirisi, geçen hafta ‘zaman aşımı’ nedeniyle düşen Devrimci Yol davasını ve 30 yıldır dimdik ayakta duran bir grup insanı da hatırlatıyor. RAF bildirisinde sonlara doğru şöyle deniyor: “Geçmişimiz pürüzsüz ve hatasız değil. Ama egemenlerin birçok kuralına karşı çıkmayı ve toplumca içselleştirilmiş sınırları aşmayı denedik ve çoğunu da aştık. RAF kurtuluşa giden yolu gösteremedi fakat kurtuluşa dair düşüncelerin bugün hâlâ var olabilmesine yirmi yıldan daha uzun süre katkı sağladı. Bütün dünyada özgürlük, kurtuluş ve onur yerine tahakküm ve baskı olduğu müddetçe, geçmişte olduğu gibi bugün de sistemi sorgulamak meşrudur…”
Ve en önemlisi, bu bir grup insanın, RAF’ın gördüğü, kendilerine dair eleştiri ve özeleştiride dile getirdiği hataları ve ihtiyaçları, kendi alanında doğru tespit edip, hareketin toplumsal bir güç haline evrilmesini başarmış olmaları. Ne dersiniz?(…)”
Selam İşuva. Haklısın, bu eskiden beri mücadele ettiğimiz büyük bir sorun ama Kemal Burkay’ın bunu gidip mecliste dillendirmesini ben de doğru bulmadım. Bir kötülükle mücadele edilirken başka bir kötülüğe, devlete sığınmak doğru değildir. Bunu aklımızdan çıkartmayalım. sevgiler.
Yazıyı dikkatle okuyunuz. “Eğer yanlışsa hemen düzeltirim” diyorum. Bilgimin yetersiz olduğunu kabul ediyorum. Bu gazeteciler israil’de madem içerde elbette orada da basın özgürlüğü olmadığını söyleyeceğiz. Kimsenin avukatı değilim, kimsenin de benim avukatlığıma ihtiyacı yok. “Ergenekon ajanı” nitelemesi ise tam bir polis ağzıdır. Sen avukat bile olamazsın. Avukat hiç değilse bir şeyleri savunmaya çalışır. Sen ise sadece patronlarının emrinde saldırmayı bilirsin. (Ayrıca yazıyı dikkatli okumamışsın, ben israil’e demokratik ülke demedim, tersine alt-emperyalist ve anti-demokratik olduğunu ısrarla belirttim ama sende nerede bunu okuyup anlayacak zekâ ve düzey.)
benimle alakasını anlayamadım.
Kemal Burkay: Dün ve Bugün
Yazan: Yücel Göktürk, 6.02.12
Gestapo ve şair
Kemal Burkay’ı nasıl bilirsiniz? Biz iyi bilirdik… 31 yıl süren sürgün hayatını noktalayıp yurda dönene kadar. Kimin aklına gelirdi biat edeceği? Bizim aklımıza gelmezdi. Haftalık Express’te Burkay’la uzun bir tele-söyleşi yapmıştık; iyi şeyler söyleyeceğini düşünerek. Tahmin ettiğimiz gibi oldu, 1990’lar itibariyle ufuk açıcı sözler söyledi. Ve tahmin ettiğimiz gibi oldu, o sayı toplatıldı, Express DGM’lik oldu. Sene 1994’tü, o günlerde yasalar bugünün “ileri demokrasi”sindeki kadar gaddar değildi, Emniyet’in Express’i de içine koyabileceği “torba örgüt” uygulaması yoktu, yargılamalar adil olmasa da suçlar tanımlıydı. Neticede, DGM faaliyetimizin gazetecilik faaliyeti olduğuna karar verdi, beraat ettik. Ama, asıl önemlisi, Burkay’ın 1994’te söylediklerinin, gönlü barışta olanların hâlâ kulak kesileceği sözler olması. Peki, bugünlerde söyledikleri? Bize göre, en hafifinden “şair Gestapo’ya rehin düşmüş” dedirten sözler.
Bugün, 1990’ların ürpererek anılmasına sebep olan gidişatta, kendisine demokrat diyen, gönlü barışta olan herkesin ihtiyaç duyduğu ses, bugünün Burkay’ı mı, 1990’ların Burkay’ı mı?
Kemal Burkay dendi mi epeydir ilk akla gelen Sezen Aksu’nun şarkısıydı. En çok da finaldeki “kedi”li dizeler:
“Tüm şehir bana küskün / Bir kedim bile yok, anlıyor musun / İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.”
1980 sonrası kuşaklar, Kürt olmayanların büyük ekseriyeti, Sezen Aksu’nun şarkısıyla öğrendi Kemal Burkay’ın adını. Ve tabii Kürt olduğunu, şairliğinin yanısıra siyaset adamı olduğunu, uzun zamandır İsveç’te yaşadığını… Biraz daha meraklı olanlar sosyalist olduğunu, Kürdistan Sosyalist Partisi’nin kurucu başkanı olduğunu da öğrenmişlerdi. Ama bütün bunlar “Gülümse”nin gölgesindeydi, Sezen Aksu’nun şarkılaştırdığı şiiri yazan adamdı. Siyasal görüşleri bir yana, “Gülümse” dışındaki şiirleri pek merak edilmedi, belki de kedili, cicili bicili olmadıkları, olamayacakları sezilmişti.
Gestapo: Klasiği ve “neo”su
Yerinde bir sezgiydi, bir Kürt şair nelerden bahsedebilirse, Burkay da onlardan bahsetmişti. Bilenler biliyordu tabii, kolay kolay nakledilebilir şeyler değildi. Tam da İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in deklare ettiği hükümet manifestosunda tarif edildiği üzere, “suç işleyen” şiirlerdi. 2012 itibarıyla, maazallah o tür şiirler yazmaya kalkan bir şair soluğu kodeste alır, artık KCK’den mi, Devrimci Karargâh’tan mı, orasını Özel Yetkili Mahkemeler bilir. Nitekim, 31 yıldır süren sürgün hayatına nokta koyup yurda döndüğünde, anaakım medyada şairliğini vurgulamayan kalmadı, ama “Gülümse” dışında bir şiirini anan da olmadı.
Nasıl ansınlar?
Mesela: Bir öfke gibi hatırlarım / Keskin dişlerini efendilerin / Gülüşleri, kamçıları, darağaçlarını
(“Bir Gülü Büyütmek Yok mu?”)
Mesela: “Bana niçin uzaksın düşündün mü /… / Sen hiç kurşunların anlamını düşündün mü” (“Dersim”)
Mesela: Neo Gestapo Adam / Durup dinledi karanlıkta /…/ Neo Gestapo Adam / Yani aklı birtakım Dedektif Nik hikâyelerinde” (“Neo Gestapo”)
Mesela: “Buyruk gelmiştir efendilerinden / Bir aferin almak için / Ol makamda kalmak için / Köledir o /…/
Ve böylece dirilen Pir Sultan / Alınıp tekrar zindana konacaktır / Maksat / Ve ol hikâyat budur” (“Ve ol hikâyat”)
Mesela: “Karakol önünde / Neo Gestapo Adam / Ve özgürlük ormanı göz göze geldiler bir an / Birinin gözlerinde kin, ötekilerde inanç /…/ Kaçan kaçar / Varan varır / Bizim yüreğimiz pek” (“İlk Kurşun”)
Mesela: “Biz geleceğe kan verenleriz / Onun için yaşarız gelecekte / Gestapo adamsız ve putsuz / Suyla, otla, böcekle kardeşçe” (“İnsan Kanı Bitektir”)
Tuhaf, değil mi? Kemal Burkay’ın şiirlerinde kediden çok “Gestapo” var. Klasiği, “neo”su… Ne diyor Serra Yılmaz mutfak aletleri reklamında: “Bunun arkasında yılların birikimi, yaşanmışlıkları var.”
Kemal Burkay’ın kimlik kartı
Şair Kemal Burkay’ın siyasal geçmişindeki “yaşanmışlıklar”a bir göz atalım. Aktif siyasete Türkiye İşçi Partisi’ne üye olarak başlıyor. 1965 seçimlerinde Bingöl, ‘69 seçimlerinde Tunceli milletvekili adayı. Aynı zamanda TİP’in MYK üyesi. 12 Mart darbesinde kurtuluşu Türkiye’yi terketmekte buluyor, ‘74 affıyla dönüyor. Aynı yıl, Kürdistan Sosyalist Partisi’nin kuruluşunda yer alıyor, genel sekreterliğe seçiliyor. 1975’te Özgürlük Yolu dergisini, 1977’de Roja Welat gazetesini çıkarıyor. Partisi illegal; dolayısıyla 1977 yerel seçimlerine bağımsız aday göstererek giriyor, Mehdi Zana Diyarbakır belediye başkanı seçiliyor. İki yıl sonra, 1979’da aynı başarı Ağrı’da tekrarlanıyor. 12 Eylül’e çeyrek kala, ‘80 martında İsveç’e iltica ediyor. Bu sayede Diyarbakır, Metris, Mamak ve benzeri işkencehanelerde hayatının karartılmasından kıl payı kurtuluyor.
Bu özgeçmişiyle 1970’lerden bugüne, Kürt siyasal hareketi dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri olageldi Kemal Burkay. Kürt kimliği kadar, sosyalistliği ve şairliği de ön plandaydı. Haliyle, Türkçü veya İslâmcı olmayanların Kemal Burkay’ı sevmemesi zordu. İllâ tıpatıp aynı siyasî çizgide olmak gerekmiyordu; ilkeli, dürüst, amentüsü özgürlük ve eşitlik olan bir dava adamıydı. Davası partisinin adındaydı, Kürt sorununa önerdiği çözümse “demokratik federasyon”du. Bunu Türkiye’de söylediği takdirde onlarca yıllık hapis cezasına çarptırılacağı için İsveç’te siyasî mülteciydi.
1990’lardan “ileri demokrasi”ye
Şimdi biraz da kendi “yaşanmışlık”larımızdan bahsedelim. Kemal Burkay kişisel tarihiyle, verdiği mücadeleyle sevip saydığımız bir isimdi. Söyleyeceklerinin ufuk açıcı olabileceğini düşündüğümüz için, şimdilerde sık sık anılan 1990’ların en karanlık ve kanlı günlerinde, haftalık Express’in yayında olduğu dönemde, kendisiyle bir telefon söyleşisi yapmıştık. Tahmin ettiğimiz gibi oldu, ufuk açıcı şeyler söyledi. Ve tahmin ettiğimiz gibi oldu, o söyleşi nedeniyle Express’in o sayısı toplatıldı, hakkımızda “bölücülük” davası açıldı, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandık.
Sene 1994’tü, o günlerde yasalar bugünün “ileri demokrasi”sindeki kadar gaddar değildi, Emniyet’in Express’i de içine koyabileceği “torba örgüt” uygulaması yoktu, yargılamalar adil olmasa da suçlar tanımlıydı ve sanıklar ne ile suçlandığını bilirdi. Neticede, mahkeme faaliyetimizin gazetecilik faaliyeti olduğuna karar verdi, beraat ettik.
Aradan 17 sene geçti. Ve Kemal Burkay, 2011 temmuzunda yurda döndü. Evet, manidar bir tarih: Haziran 2011’deki genel seçimlerin mürekkebi kurumadan ve iktidarın dört koldan Kürt hareketine karşı taarruza geçtiği esnada.
Niye şimdi?
“Niye şimdi?” sorusunun iki cevabı vardı. İktidarın resmî ve gayrıresmî sözcülerine göre, artık “eski Türkiye” yoktu, ileri demokrasiye geçiliyordu, Kemal Burkay gibi “akil adamlar”a uygulanan zorba yasaklamalar kalkmıştı. (Akil olmayanlar ise akil olmamanın hesabını verecekti elbette.)
Diğer cevabı, BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder şöyle özetlemişti: “Kemal Burkay’ın dönüşü bir devlet projesidir.”
Doğrusu, Önder’in yanılmış olmasına duacıydık. Ortada ileri demokrasinin “i”si yoktu ama, Kemal Burkay’ın da öyle bir projenin içinde olması hazmedebileceğimiz bir şey değildi. Gerçi Şerafettin Elçi, Altan Tan gibi isimlerin yer aldığı Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku’nda yer almayışı bizim için yadırgatıcıydı. Anlaşılan geçmişe sünger çekilememişti, yoksa Burkay’ın 1994’te söyledikleriyle çelişen değil, aksine birçok bakımdan örtüşen bir oluşumdu Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku.
Kahredici tanıklık
“Yaşanmışlıklar” demiştik, bir itiraf daha: Kemal Burkay’ın lehinde söylenenlere de, aleyhindekilere de kulağımızı tıkadık bir süre. Lehinde konuşanlar iktidarın sözcüleriydi, sicilleri malûm olduğu için sosyalist bir Kürt aydına, dahası federasyonu savunan bir parti liderine düzdükleri övgüleri –bir yandan da demokratik özerkliği savunan BDP’ye demediklerini bırakmazken– midemiz kaldırmıyordu.
Aleyhte konuşanlara gelince… Bir kısmı Türkçüydü (ama milliyetçi, ama ulusalcı), başka türlü konuşmaları beklenemezdi, kaale almak akla ve vakte ziyandı. Bir kısmı ise güvendiğimiz, sevdiğimiz isimlerdi, nasıl bir dostun bir başka dost aleyhinde konuşması can acıtırsa, Burkay aleyhinde söylenenler, kullanılan ifadelerin dikkatle seçilmesine rağmen, öyle acıtıyordu. İnsanlık hali, biz de acıdan kaçıyorduk.
Bir de Kemal Burkay’ın kendisi vardı tabii, uzatılan mikrofonlara söyledikleri… Tahammülü en zor olan oydu. Nereye kadar görmezden gelebilirdik? En son CNN Türk’te 5N1K’da gördüğümüzde, Samanyolu Haber ya da Kanal 24 bülteni seyreder gibi olduk. O tür kanallar “haber” kisvesindeki karalama kampanyalarında Kürt hareketi hakkında ne diyorlarsa, Burkay da aynısını söylüyordu. Ve bunu, Cüneyt Özdemir’in bırakın çanak tutmayı, yolunu yapmayı filan, mesafeli durmasına rağmen yapıyordu.
O sahnelere tanık olduktan sonra ne denebilir?
Evet, Sırrı Süreyya Önder haklıymış: Kemal Burkay’ın dönüşü bir devlet projesi, bir AKP mühendisliğiymiş.
Tiny Tim’in şarkısı
Sezen Aksu’nun şarkısı, sevenleri kusura bakmasın, hep kulağımızı tırmalamıştı. Ama, şarkıyla şiiri ayrı tutmuştuk hep. O yüzden de kulağımıza çalındığında, bize Burkay’ı hatırlattığı için tahammül edebiliyorduk “Gülümse”ye. Ama şimdi? Ve bundan sonra?
Müsaadenizle bir Tiny Tim şarkısı mırıldanalım. “Maybe a little bit of tenderness, maybe a smile, maybe a kiss / But next? / Next?”
Evet, ya sonra? Bunca senenin Burkay’ı Kürt halkına savaş açan AKP iktidarını böyle öpüyorsa…
Bırakın sizi bizi, Sezen Aksu’yu ikna edebilir mi? “Yetmez, ama evet” safında yer alan Sezen Aksu, mesela bir Diyarbakır konserinde, “Gülümse”yi söylemeyi aklından geçirir mi?
Peki, o safta yer almış olanlar, iflah olmaz AKP şakşakçılarını tenzih ederiz, mesela bir İstanbul konserinde o şarkıyı dinlemek ister mi? “Gülümse”yi dinlerken Kemal Burkay’ın bugünkü sözü, sesi kulakları uğuldatmaz mı?
Dedektif Nik ve hikâyat
12 Eylül 2010 referandumunda ister “yetmez, ama evet”, ister “hayır”, ister “boykot”, hangi safta yer almış olursak olalım, şimdi “1990’lar”ın ürpererek anılmasına sebep olan gidişatta, kendisine demokrat diyen herkesin ihtiyaç duyduğu ses, bugünlerin Burkay’ı mı, 1990’ların Burkay’ı mı?
Bugünlerin Burkay’ı “Neo Gestapo”ların Kürt hareketine karşı yürüttüğü “kara propaganda”yı yankılıyor: “Yani aklı birtakım Dedektif Nik hikâyelerinde”.
O Dedektif Nik hikâyeleri, “Ol Hikâyat”ın dizelerini hatırlatıyor: “Buyruk gelmiştir efendilerinden / Bir aferin almak için / Ol makamda kalmak için / Köledir o /…/ Ve böylece dirilen Pir Sultan / Alınıp tekrar zindana konacaktır / Maksat / Ve ol hikâyat budur”.
“Neo Gestapo”ların AKP/cemaat medyasında sabahtan akşama bıkıp usanmadan anlattıkları, şimdi de Kemal Burkay’ın “bilirkişi” edasıyla katıldığı “hikâyat”ın çözüme ve barışa hizmet etmediği, dahası “akil adamlar”ı bile ikna edemediği gün gibi ortada. Cengiz Çandar’ın 4 Şubat 2011 tarihli Radikal’de yazdıklarına bakalım:
“Hükümetin bizim gibileri salladığı yok, bari devletin en önemli mevkilerinde görev yapmış ve deneyimlerini süzerek bugünlerde ‘akil adam’ konumuna gelmiş Cevat Öneş’e kulak versinler. Cevat Öneş, Hrant Dink cinayeti davası, 1915 ve PKK, Kürt sorunu gibi konularda önceki gün yayımlanan Agos gazetesindeki söyleşisinde ‘tarihî önemde’ şeyler söylüyor” diyen Çandar, söz konusu söyleşiden şu soruyu alıntılıyor: “Kürt sorunu konusunda hükümette ‘PKK eşittir Ergenekon’ anlayışı egemen. ‘PKK’yı tasfiye etmeden reform olmaz’ görüşünü iktidar partisi milletvekillerinin ağzından da sık sık duyuyoruz. Bu anlayış çözümü zorlaştırmıyor mu?” Ve ardından, Öneş’in cevabını “not edin” uyarısıyla naklediyor: “Bu değerlendirmeyi çok tehlikeli ve riskli buluyorum. Bu bakış, Türkiye tarihini ve Kürt sorununda gelişen süreci hiç okuyamayan bir yaklaşım içeriyor. Şunu unutmayalım ki, Türk demokrasisinin eksikleri yüzünden Kürt sorunu bu hale geldi. Önemli olan, PKK’nın dayandığı kitlelerin karşısına onların demokratik taleplerini karşılayan kapsamlı bir reformla çıkabilmektir. PKK’nın silah bırakmasını önce PKK’yı destekleyen kitlelerin istemesi gerekiyor. ‘Önce PKK’yı bitirelim’ anlayışı tarihten hiç ders almamış bir yaklaşımı ifade ediyor. PKK hareketi bugün milyonlarca Kürdün desteğini alan sosyolojik bir tabana oturuyor…”
Neo Gestapo operasyonu
Cevat Öneş ve Cengiz Çandar bunları söylerken, Kemal Burkay “PKK eşittir Ergenekon” makamından çalıyor, iktidarın “PKK’yı tasfiye etmeden reform olmaz” nakaratına tempo tutuyor, sanki bunun kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyeceğini bilmiyormuş gibi. Sanki “Neo Gestapo Adam / Ve özgürlük ormanı göz göze geldiler bir an / Birinin gözlerinde kin, ötekilerde inanç /…/ Kaçan kaçar / Varan varır” dizelerini yazan o değilmiş gibi.
Ne denebilir? En hafifinden “şair Neo Gestapo’ya rehin düşmüş” demekten başka…
Peki, “rehin düşmeden önce” neler diyordu?
Bu sorunun cevabı için 1994’teki söyleşiye bağlanmadan önce son bir not düşelim: O günlerde olduğu gibi, bugünlerde de DGM’nin (ÖYM) kılıcı tepemizde sallanıyor. Express de payına düşeni alıyor. Ama bu seferki daha keskin. DGM’nin yapamadığını ÖYM yapabildi: Örgüt propagandası gerekçesiyle ceza kesti, hem aylarca hapis, hem de yüklü bir para cezası… Şimdi Yargıtay’ın kararını bekliyoruz.
Ama tabii, Express’e kesilen ceza, Ahmet Şık ve Nedim Şener’den Ayşe Berktay’a, Ragıp Zarakolu’ndan Büşra Ersanlı’ya, yüzlerce gazetecinin, yazarın, yayıncının, akademisyenin, öğrencinin, binlerce BDP’li siyasetçinin hayatını karartan “Neo Gestapo operasyonu”nun yanında devede kulak. “Yeni Türkiye”nin zorbalık liginin her branşında Avrupa ve dünya şampiyonluğuna oynaması boşuna değil, aldığı her puanda AKP iktidarının istikrarlı fıtratı var.
Şimdi Kemal Burkay’ın 1994’te neler söylediğine bakalım…
✆✆✆
Kemal Burkay: Ülkeyi yönetenler sıkıştıkça suçlu arıyorlar. Bugünkü sorunların ve yaşanmakta olan şiddet ortamının sorumlusu olarak Kürt direnişçilerini, Kürtleri gösteriyorlar. Bu ister istemez Türk kesiminde, sıradan insanı, düne kadar Kürt halkına bir kardeş gözüyle bakmış olan pek çok insanı olumsuz yönde etkiliyor, onlarda düşmanca duygular geliştiriyor. Bence ülkeyi yönetenler bunu bilerek yapıyorlar, ama bu son derece tehlikeli bir şeydir.
❁ ❁ ❁
PKK’nın politikalarında bence olumlu sayılacak değişiklikler var. Ateşkesten sonra, PKK sorunun barışçı yoldan, görüşmeler yoluyla çözümü için öneriler yaptı; Öcalan daha sonra bunları daha da netleştirdi. Bu olumludur bence, bunları görmek gerekiyor. Halbuki Türkiye’yi yönetenler, hükümet ve öteki sorumlular, iktidarı ve muhalefetiyle, bu konuda hiç de anlayışlı değiller. Onlar karşı tarafın sıkıştığını düşünüyorlar ve kendi deyişleriyle, kısa sürede işlerini bitireceklerini düşünüyorlar. Kürt sorununu bir terör sorunu olarak değerlendiriyorlar. Hangi açıdan baksanız bunlar son derece yanlış değerlendirmeler, soruna yanlış bir bakıştır. Kürt sorununun bir terör sorunu, yalnızca bir PKK sorunu olmadığını dünya âlem biliyor. Öyle sanıyorum ki artık Türk kamuoyu da biliyor.
❁ ❁ ❁
Herhalde insanların söyledikleri şeyleri, önerilerini ciddiye almak lâzım. PKK da barışçı çözümü söylüyor tabii. Bunu birkaç kez vurguladılar.
❁ ❁ ❁
Piyasa ekonomisi, kapitalizmin özüdür. Biz onu, iktidara gelsek bile, çok kısa sürede değiştiremeyebiliriz. Ama bu, piyasa ekonomisini savunduğumuz ya da savunacağımız anlamına gelmez. Biz sosyalistiz. Bizim ufkumuz sosyalizmdir. Toplumun özgürlüğünü sosyalizm olarak düşünüyoruz. Dolayısıyla, şu anda legal bir parti kurulacaksa ve demokrasi mücadelesi verecekse, asıl işlevi budur: Barışı sağlamak, Türkiye’ye demokrasi getirmek ve Kürt sorununun barışçı çözümünü hedeflemek eşitlik temellerinde. Böyle bir parti bu koşullarda bunu ne kadar formüle eder, o ayrı bir konu, ama böyle bir partinin görevi, piyasa ekonomisine, yani Özal’dan beri büyük bir rüzgârla giden pazar ekonomisi akımına kendisini kaptırmak değil.
❁ ❁ ❁
(İhtiyaç duyulan) parti geniş olmalı, kitlesel olmalı, geniş kesimleri kapsamalı ve Türkiye’ye demokrasi ve Kürt halkına da özgürlük sağlayacak bir parti olmalı. Bir seçim merkezi olmalı, bir seçenek olmalı. Bunu sırf bizim ya da herhangi bir kesimin kadrolarıyla oluşturamazsınız. Bence ciddi bir hazırlık gerekir böyle bir iş için. Buna soyunanların çeşitli kesimlerde, Kürt, Türk, bugünkü durumdan memnun olmayan, değişim isteyen kesimlerle, onların sözcüleriyle diyalog kurmaları, tartışmaları gerekir. Türkiye’de değişim isteyen kimdir? En başta emekçi halk kesimleri, Kürt halkı, gerçek anlamda aydın ve demokrat insanlar, bugünkü savaştan, baskı rejiminden, soygundan, talandan, yolsuzluklardan memnun olmayan geniş toplum kesimleri… Bunların istemlerini yerine getirecek, ama aynı zamanda da bunlara dayanacak bir geniş taban üzerinde oluşmalı böyle bir parti. Bana göre çıkış da bundadır.
❁ ❁ ❁
Değişimden yana olacak, ülkeye demokrasi getirecek, Kürt sorununu çözecek, barış getirecek ciddi bir güce ihtiyaç var. Bunun için de geniş güçleri solda, Kürt kesiminde, demokrasi isteyen her kesimde, emekçi kesimde, Türk kesiminde bir araya getirmek gerekiyor.
❁ ❁ ❁
Benim düşündüğüm parti, bizimki de dahil, hiçbir partinin legal görüntüsü veya kanadı olmamalıdır. Ama, bizim taraftarlarımızın da, hatta PKK sempatizanlarının da katılıp çalışabileceği bir parti olabilir. Ve geniş olabilirse, demokratik bir süreç de sağlayabilirse, şu ya da bu kesimin onu yönetme, onu doğrultusundan saptırma girişimleri başarısız kılınabilir.
❁ ❁ ❁
12 Eylül’den bu yana ülkeyi yöneten düzen partileri yıprandıkları için Refah bir seçenek olarak öne çıkıyor. Kitleler bakımından başka bir seçenek olmadığı için… Yoksa Refah’ın programı ve istemleri halk yığınları için bir kurtuluş getireceği için değil. Ama 12 Eylül’den sonra ülkeyi yönetenler, ANAP olsun, DYP-SHP yönetimi olsun, kitlelerin beklentilerini yerine getiremediler, heder ettiler, verdikleri sözleri yerine getiremediler. Bu, doğal olarak, onları yıprattı. İnsanların artık onlardan pek fazla bir beklentisi yok. Üstelik büyük bir yozlaşma var. Ülkeyi yönetenler yolsuzlukların içindeler. Böylesine yozlaşma ve kokuşma ortamında Refah Partisi’nin daha iyi bir düzen, “adil düzen” önerisi, dinî renklere bürünmüş ahlâkî eleştirisi kitleler üzerinde etkili oluyor. Bu, yıllardır Türkiye’de demokrasi güçlerini bastıran kesimlerin politikasının bir ürünüdür. Şu anda onlar Refah’tan şikâyetçi gibi görünüyorlar, oysa kitleleri Refah’a kanalize eden kendi politikalarından başkası değildir. Doğudaki, Kürt bölgesindeki durum da budur.
❁ ❁ ❁
Pek çok ülkede, diktatörler, baskı rejimleri, halkı dinî kanallara yöneltmeyi, halkı dinî kanallara yöneltmeyi ustaca, akıllıca bir yöntem sanıyorlar. Bu Türkiye’de de yapıldı ‘70’ten beri. Dinî örgütler, akımlar, sola karşı, Kürt ulusal hareketine karşı kışkırtıldı. Refah Partisi’nin yükselmesinden sözüm ona laiklik adına şikâyetçiler. O konuda da dürüst değiller. Yıllardır laiklik diye bir şey bırakmadılar ki zaten. Generallerin ortaokullara koyduğu zorunlu din dersi ortada, Alevî köylerine zorla cami yaptırıldı, Hıristiyanlar okullarda zorla Müslümanlaşmaya itiliyorlar. Diyanet İşleri teşkilâtı, laik bir ülkenin laik bir kurumu değil.
❁ ❁ ❁
Türkiye çokuluslu bir ülke ve böyle bir ülkede, özellikle Türk ulusunun yanında bir de Kürt ulusu var. Bazı ulusal azınlıklar da var. Ama iki tane büyük ulus yaşıyor Türkiye’de. Demokratik bir federasyonla birlikte yaşamayı sağlamak mümkündür. Bunun dünyamızda çeşitli örnekleri var. Örneğin Belçika bunun somut örneklerinden. İsviçre var, hatta Federal Almanya tek uluslu olduğu halde federal bir yapıdır. Dolayısıyla biz Türkiye’deki sorunun çözümünde de federasyonu en uygun biçim olarak görüyoruz. Bizim istediğimiz, her iki halkın barış içerisinde yan yana yaşayabileceği demokratik bir federasyondur. Türkiye’nin bugünkü sınırları değişmez.
❁ ❁ ❁
Biz bağımsız, ayrı bir Kürdistan’a karşı değiliz. Birlikte yaşamayı başaramazsak, Kürtlerin ayrılıp kendi devletlerini kurmaları doğaldır. Haklarıdır. Her halk gibi, her ulus gibi Kürtlerin de ayrılma hakları olmalıdır. Ayrı devlet kurma hakları olmalıdır. Kürtler küçük bir grup değildir. Etnik azınlık değildirler. Ortadoğu’da 35 milyonluk bir halktırlar. Yani Türkler, Araplar ve Farslarla birlikte, dört büyük ulustan biridirler. Böyle bir ulus eğer ayrı bir devlet kurmak istiyorsa, niye karşı çıkalım? Ama biz ülkemizin, bölgemizin koşullarını göz önünde tutuyoruz. Ve diyoruz ki, birlikte yaşamak da mümkündür.
❁ ❁ ❁
Bugün Türkiye’de hakikaten kirli bir savaş varsa, terör varsa, bunun sorumlusu Türkiye’yi dünden bugüne yönetenlerdir. Onlar bunu istediler. Kürt hareketini zamansız silahlı eylemlere yöneltip ezmek için. Yalnız Kürt hareketine değil, sola da aynı şeyi yaptılar, Türkiye soluna da.
❁ ❁ ❁
12 Eylül öncesinde en etkili olan siyasî harekettik, ismimizi kamuoyuna açıklamadığımız halde. Kürdistan Sosyalist Partisi’ni biz 1974’te kurduk, ama ‘80’de kamuoyuna açıkladık. Diyarbakır’da belediye başkanlığı seçimlerini kazandık, sendikalarda son derece aktiftik. Ama ’80 sonrası, 12 Eylül darbesinin estirdiği terörden biz de ister istemez payımızı aldık. Yine PKK’nın silahlı eylemleri başladıktan sonra, artık onlar kamuoyunda ses getiren eylemler oldu. İster istemez bizim sesimiz az duyulur oldu. Ama buna rağmen, bizim partimiz politik sahnede varlığını koruyabildi. Önemli derecede etkinliğini de koruyabildi. Bugün herkes bizim de bir taraf olduğumuzu kabul ediyor. Bizim de Kürt hareketinde belli bir eğilim olduğumuzu kabul ediyor. Ben inanıyorum ki siyasal, barışçı çözüm toplumumuzu daha çok zorluyor. PKK’nın silahlı eylemleri, devletin baskı politikasının ürünüdür. Devlet adeta Kürt hareketini oraya itmiştir. Ve bunun getirdiği bedel hem Kürtler için hem Türkler için oldukça ağırdır. Ama bunun sorumlusu, Kürt sorununu ısrarla baskı politikasıyla çözmek isteyen devlet olmuştur.
❁ ❁ ❁
Savaşla, yangınla bir yere varamayız. Çözüm diyalogdadır, toleranstadır. Devlet Kürt halkının varlığını kabul etmelidir ve haklarını tanımalıdır. Ben inanıyorum ki, önümüzdeki yıllar bu kanalları açacaktır.
( http://www.birdirbir.org )
Kıvırtık faşizm: Post-modernizm – Kadir Cangızbay
05 Şubat 2012
“Ben sana sen demiyorum”: Mükemmelen post-modern bir cümle; “anything goes”, yani ‘her şey (bize) uyar’; daha da doğrusu ‘biz her yola geliriz’, ‘her yol mubah’, ‘her şey meşrû’, ‘herkes haklı’, vb…; kısacası, sadece ‘Akla Veda’ değil, aynı zamanda ahlâka da.
Klasik, kendisinden utanmayan, bir bakıma ‘mert ve dürüst’ faşizmin ön kabûlü, insanın insanın kurdu olduğu; yani, bütün insanların birbirlerinin kötülüğünü istediği, güçleri yettiği/fırsat buldukları anda birbirlerine kötülük edecekleri. Kötülük ortak paydası temelinde herkes birbiriyle eşitlenince, geriye tek bir değişken kalır ki, o da güçtür: ‘Gücü gücüne yetene’ düzeninde, güç en yüce değer, güçlü olmak en büyük ideal, güce ulaşmak için her yol mubah, güçsüzü ezmek de meşrûdur. Herkesin kötü, dolayısıyla haksız olduğu yerde, tek ölçüt de ister istemez güç olacaktır; post-modern ise aynı sonuca tam tersi bir yoldan ulaşır: Herkesin haklı olduğu, yani haklılık ortak paydası temelinde birbirleriyle eşitlendikleri yerde de, tek ölçüt yine güç olacaktır; ama, bu defa çok daha sevimli, ileri demokrat, ultra liberal, herkesi -haklı/haksız gibi bir ayırıma gitmeden- kucaklayan sınırsız bir ‘open endedness’ (açık uçluluk), ufuk genişliği, engin gönüllülük görünümü altında.
Bunların liberallikleri/demokratlıkları çok-kültürlülük, inancına göre yaşama özgürlüğü ve çok-hukukluluk gibi cafcaflı formüller ardında gerek maddî, gerekse manevî cinayetlere kadar uzanır: Mütedeyyin muhafazakar Hindu’yu, dul kalan yengesini inançlarının emrettiği biçimde, yani canlı canlı yakarak ağabeyinin yanına gönderme sevabından yoksun bırakan veya yine mütedeyyin ve muhafazakâr Müslümana karısını/kızını burka/peçe ardında hiç-kimseleştirme özgürlüğünü bile çok görüp zorla günaha sokan aydınlanmacı jakoben zorbaların zulmüne bir son verme zamanı çoktan gelip geçmiştir bile.
Şunun bile farkında değillerdir ki, çok-hukukluluk derken ‘insan hakkı’ kavramını devreden çıkartmış, dolayısıyla insanın türsel tekliğini de inkar etmiş olurlar. Ancak Yeni Dünya Düzeni’nin stratejisi de insanları ırk, din, dil, mezhep, kültür, cinsiyet vb… temelinde saflaşarak çatışmaya yöneltip sömüren-sömürülen çelişkisini gözlerden gizlemekten, en azından gölgelemekten başka bir şey değildir. Bu aynı zamanda demektir ki, Yeni Dünya Düzeni ile ‘yaratılan’ı ‘Yaratan’dan ötürü sevenler arasında doğal/içsel bir bağ vardır. Bunların referansı ‘yaratan’, o da tek ve bir olduğuna göre, ‘yaratılan’ları da aralarında hiçbir fark gözetmeksizin severler; tabiî bu arada ‘yaratılan’ın kendisi, yani insan ve insan/can merkezli bütün değerler ‘Yaratan’ın gölgesi altında tümüyle güme gitmiş, hiç fark etmez; daha doğrusu, aslında bütün bu tezgah, insan bizatihi bir değer olarak sıfırlansın diye kurulmuştur: Hükümet programına açık açık stratejik hedef olarak konmuş piyasa toplumuna, yani can da dahil her şeyin parayla alınır satılır hâle geldiği (‘bedelli teskere’yi hatırlayın) topluma, ancak insanı basit bir aracı değere konumuna indirgemekle ulaşılabilir.
Piyasa toplumu yolunda insana ait/mahsus her şey, en başta da haktı, adaletti gibi kavramlar sadece birer araç olarak kullanılacaktır. Başbakan Yardımcısı açıkça söyledi, KCK gözaltı ve tutuklamalarının aslında belirli bir strateji gereği düzenlendiğini. Vanlı’nın canı üzerinden kendi potansiyellerini ölçebilmek için, Ankara’ya kadar gelmiş yabancı arama-kurtarma ekiplerini bile ülkelerine geri gönderdiklerini itiraf etmekte beis görmeyen Türk-İslam Mengelelerinin gözünde insanların zindanda çürütülmeleri nedir ki, ‘terörle mücadele’, yani Başbakana yan bakanı/bakabilecek olanları ürkütüp yıldırmak gibi kutsal bir amaç uğruna.
Amaç bu kadar kutsalsa, Kumrular sokağı ve/veya Silvan katliamları da aynı strateji doğrultusunda ya da böyle bir stratejiyi yürürlüğe koymak için kotarılmış/önü açılmış operasyonlar olmasın gibi sorular da insanın aklına gelmiyor değil. Ancak bütün bunlar bir yana, Uludere katliamından dolayı, Başbakan, sadece maktul yakınlarına değil, hepimize şöyle anlı şanlı bir istifa borçlu; haydi olmadı, bir özür. Hepimize; zira, o uçaklar benim vergilerimle uçtu, o bombalar da yine bizim vergilerimizle; dolayısıyla ben de, toplu bir cinayetin finansörü, dolayısıyla suç ortağı durumuna düşürüldüm. İstihbarat eksikliği veya tuzağı var diyorlarsa, o istihbaratçıların her şeyini de bu halk, yani biz ödüyoruz.
Özür ne kelime, Başbakan olayın adını, yani katliam kelimesini bile telaffuz etmiyor; tam tersine, bunu yapanlara saldırıyor, hakaret ediyor; üstelik, katliamdan daha birkaç hafta önce, Beşar Esad’a, kendi halkına silah doğrultan bir yönetimin meşrûluğunu yitireceği ihtarında bulunmuş uluslarüstü bir ‘nazım-ı âlem’ olarak. Ama, olsun: “Ben sana sen demiyorum”un olduğu yerde, her şey olur.
( http://www.birgun.net )
Böyle komik yazarlar insani iyi eglendirmekte, çok gülüyoruz, Hasan Pulur’a Allah uzun ömürler versin epeyi çiragi varmis.
zileli belliki bütün yorumları üşenmeden dikkatlice okuyor ve benimle ilgisi ne diyede cevap veriyor nedense özgürlükçünün birinci yorumundaki nazik sorusunu görmemeye neden gelir?son adil gürün araştırmasında %8.2 çıkan bdp sorusunu tekrar soruyorum bende araştırma uzmanıyım araştırmalarda bdp yi bulmak imkansız gibi her araştırmada düşük çıkar seçimde 2 misli oy alır bdp bu mantıkla son durumu nasıl açıklamak gerekir her şeyi yorumlayabilen zileliden fazla bir şey mi istedim görüşünü hatta bu konuda makale seviyesinde düşüncelerini beklerdik
bence seçimler hiçbir şeyin göstergesi değildir Özgürlükçü. Bu, burjuvazinin yarattığı bir ilüzyondur.
doğru olabilir seçimler demokrasi hatta yerinde doğrudan demokraside hayal olabilir nasıl olsa halkın yerine onun için en iyisini bilenler en iyisini bildiğinden seçimin anlamı yoktur?öcü burjuvazi en kötüsünü yaptığına göre sen ondan daha iyi doğrudan demokrasi örneği ile en kabül görene ulaşma gibi bir derdin olamaz çünkü sen en iyisini bilensin (belkide bildiğini zanneden)yoksa egemen efendiler gibi zilelininde ödünü patlatan sonuçlardan fesatlanacağımıza bunun anlamı nedir diye kafa yoramazmıyız?yoksa göbeğini kaşıyan cahil halkımız yine saçmalamışmı diyeceksiniz merak ettim?
Ciraci bey
Kitap gibi yorumlarla bir defa insanları boğmayın. İkincisi PKK katliamci polpot tipi bir Örgüttur. Uç Kemal burkay dogruları istediği sekilde söyler ve gelirde ülkeye. Yazmaktan çok düşünmeye ve okumaya yönelmenizi tavsiye ederim yoksa doktora gidebilirsiniz akıl sağlığınızdan dolayı.
P
Kemal Burkay maalesef doğruları devletin izin verdiği ölçüde ve devletin istediği zaman ve istediği şekilde söylüyor, devletin (AKP’nin) Kürt mücadelesine karşı söylemlerine “soldan” rıza üretiyor. Ayrıca PKK’nin uyguladığı şiddet olaylarını Burkay’dan önce de Kürt hareketi temsilcileri defalarca kez dile getirmişti; Öcalan hem devletin hem de PKK’nin yaptığı katliamları araştıracak bir hakikatler komisyonu kurulmasını önermişti. Tahmin edeceğiniz gibi bu öneriyi devlet reddetmişti. O yüzden devletin bu konudaki açıklamalarını ve “devletin iyi Kürdü” Kemal Burkay’ın açıklamalarını samimi bulmuyorum.
Eski yorumlarıma bakarsanız Kürt özgürlük hareketini benim de çok eleştirdiğimi (özellikle PKK’nin Kürt yoksullarına bakışı, Dersimli Alevilere bakışı ve şiddet düşkünlüğü konusunda) görürsünüz. Ancak bu siyasal hareket, devlet tarafından tasfiye edilmeye çalışılırken bir aydının çıkıp da bu antidemokratik tasfiye operasyonuna rıza üretmeye çalışmasını doğru bulmuyorum; Burkay’ın, devletin bu faşizan uygulamalarına karşı çıkması ve Kürt hareketiyle dayanışma içinde olması gerekirdi, diye düşünüyorum.
çıracıya burkay meselesinde katıldığım gibi katkı için burkay ve benzerlerinin yaptıklarının devlet-iktidar egemenlerinin yapmaya çalışıp beceremediği toplumsal muhalefet dinamiklerini imha çabasına içerden devlet-iktidar sandalyesinden katkı verip kendini muhalefetmiş gibi satma çabası değilmi?kuşkusuz kürt özgürlük hareketinin bir çok eksik ve yanlışları olabilir aslında eksik ve yanlışından en iyi öğrenip halkından etkilenen hareketin yanlışlarda ısrar etmeyip kendini yenileyip yeniden üretme becerisi olduğunu giderek sistem mağdurlarıyla birlikte iş yapma yetenekleri geliştirdiğini(HDKD) söylemeliyiz.bu olumlu çabaların sonucu olsa gerek anketlerde %2.7 gibi bulunup seçimlerde%6 alan bdp nin son ankette %8.2 gibi bulunması hatta bu anketin çukurca katliamı öncesi yapılmasından yola çıkıp aynı mantıkla bu gün geldiği yerin ana muhalefet seviyesinde kabül gördüğünü ve giderek mıknatıs gibi özgürlükçü muhalefet odaklarını çekebileceğini görebiliriz.bence bu performasta burjuvazinin ahırı parlemento performansınında etkisi olduğu gibi akp nin son süreçte gerçek yüzünün açığa çıkıp kürtleri imha kadim devlet politikasının devamı olduğunun anlaşılıp kürt seçmenlerden aldığı desteğin sona ermeside vardır.asıl soru kendine özgürlükçü devrimci deyip sistem muhalifi olan diğer dinamiklerin ne yapacağıdır?
“…toplumsal muhalefet dinamikleri…
…halkından etkilenen hareket…
…mıknatıs gibi özgürlükçü odaklar..
…sistem muhalifi olan diğer dinamikler…”
(14 nolu yorumdan)
Bizimkisi bu sefer de Mekanik bilimine giriş yaptı, haydi hayırlısı.
ne o casus devlet-iktidar akp çanağındaki lüpler yetmedi galiba gene fesatlandın haklısın haberler çok kötü efendilerinin ipliği pazara çıktıkça sahte demokratlığın ve rol çalmanında fayda etmeyip mamanın kesileceğini sende görüp geleceğin iktidarına alttan alta yaltaklanmayamı başlıyorsun.varsa söyleyeceğin %2.7 deyip her seferinde %6 alan bdp nin %8.2 çıkması aslında %15 lere dayandığı konusunda bir cümle kurda kayda girsin.istersen eski yorumlarda özgürlükçü ne demişti neler oluyor bakıp öğrenebilirsin yakında masayı devirenin amirin devlet-iktidar akp efendileri olduğunuda öğrenince kim ne demişti ne olduyuda öğrenebilirsin öğrenmenin yaşı yoktur biz bunca ağır bedelle geldiğimiz yerde bile halkımızdan öğrenen olmaktan onur duyduk
Sana “özgürlüpçü” diye hitap edenin AKP’li olduguna emin misin? Yoksa kendini gizleyen çok taninmis biri mi? Istersen bir arastir.
Evet, özgürlüpçü AKP masasından değil. Sanırım Londra masasından:)
olabilir ingiltere masası devlet-iktidar akp masası sonuçta eksik fazla toplumsal muhalefetin en kenarındaki dinamiğe bile saldırıp itibarsızlaştıranların tümü devlet-iktidar ve sistemin sandalyesinde olduğu açıktır.önemli olan biz özgürlükçü devrimcilerin doğru sandalyede olabilmemizdir
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Ergenekon davası sanığı Tuncay Özkan’la ilgili kabul kararında Türkiye’yi haklı buldu. Ergenekon’u “Hükümeti şiddet yoluyla devirmek isteyen bir terör örgütü” olarak tanımlayan AİHM, iç hukuk yolları tükenmemesine rağmen Tuncay Özkan’ın başvurusunu kabul etti.
Tuncay Özkan’la ilgili nihai bir karar vermek için Türkiye’de yargı sürecinin bitmesini bekleyen AİHM, kabul kararında Özkan’ın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle (AİHS) korunan özgürlük ve güvenlik hakkının ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki şikayetini reddetti. Özkan’ın tutukluluk süresiyle ilgili şikayeti ise ileride verilecek bir ara kararla değerlendirilecek.
Türk mahkemelerinin Ergenekon davasında bağımsız ve adil bir yargılama yürüttüğüne hükmedilirken, Tuncay Özkan’ın meşru sebeplerle tutuklandığına hükmetti. Türk adli makamların ortaya koyduğu delillerin Ergenekon terör örgütünün varlığına ilişkin güçlü şüpheler bulunduğuna hükmetti. Strasbourg Mahkemesi, Özkan’ın tutuksuz yargılanma talebini “organize suçlarla mücadele eden güvenlik güçlerinin işini zorlaştıracağı” gerekçesiyle reddetti.
Zaman’a konuşan AİHM kaynakları, bundan sonra karara bağlanacak Ergenekon davalarıyla ilgili şikayetlerin kaderini Özkan’la ilgili kabul kararındaki içtihatın belirleyeceğini ifade ediyor. Karar, AİHM’nin de Ergenekon’la ilgili ilk resmi değerlendirmesi olma özelliğini taşıyor.
AİHM, Tuncay Özkan’la ilgili değerlendirmesinde, “Mahkeme, davacının Hükümeti şiddet yoluyla devirmek amacıyla faaliyet yürüten Ergenekon isimli suç örgütünün aktif üyelerinden biri olduğu şüphesiyle özgürlüğünden mahrum bırakıldığını tespit etmiştir. Mahkeme, davacının milli güvenlik güçlerine ait bir çok gizli belgeyi ele geçirdiğini, Ergenekon örgütü tarafından tasarlanmış programların yayımlamak amacıyla kurulan bir televizyon kanalını yönettiğini ve söz konusu örgüt adına kendi evinde bomba sakladığını tespit etmiştir.” ifadelerini kullandı. Tuncay Özkan’ın Ergenekon örgütünün askeri üyeleri tarafından talimat aldığı yönündeki şüpheleri güçlendiren telefon kayıtlarına atıfta bulunan AİHM yargıçları, tutukluluk kararını meşru buldu. Strasbourg Mahkemesi, Türk adli makamların Ergenekon terör örgütü üyeliği gerekçesiyle ilgili yaptığı tutuklamanın “somut kanıtlara” ve “meşru sebeplere” dayandığına hükmetti.
Ergenekon terör örgütü üyeliği şüphesiyle tutuklu bulunmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Türkiye’nin müktesebatına aykırı olmadığına hükmetti.
Kararda, AİHS’nin Özgürlük ve Güvenlik hakkını koruyan 5. Maddesinin “güvenlik güçlerinin organize suçlarla mücadelesine zorluk çıkaracak” şekilde yorumlanamayacağı belirtildi.
Özkan’ın hakkındaki suçlamaları bilmediği iddiası mesnetsiz
Tuncay Özkan’ın “tutuklanma gerekçesini bilmediği” gerekçesiyle yaptığı şikayeti de değerlendiren AİHM, davacıya tutuklama esnasında ve gözaltında tutulurken hakkındaki suçlamaların kendisini mahkemede savunabilecek ölçüde aktarıldığını görüşünü belirtti. Kararda, “davacıyı tutuklayan İstanbul polisi Ergenekon isimli terör örgütü üyeliği şüphesiyle tutuklandığı yönünde bilgilendirmiştir.” denildi. Mahkeme, Özkan’ın kendi hakkındaki suçlamaları bilmediği yönündeki iddiasının “açıkça mesnetsiz” olduğuna hükmetti.
Yargı süreci hızlı ve bağımsız
Strasbourg Mahkemesi, Özkan’ın yargılama süresinin uzun sürdüğü gerekçesiyle yaptığı şikayeti de reddetti. Özkan’ın yargılanmasının adli tatile ragmen 6 aydan kısa bir süre içinde başladığını hatırlatan Strasbourg Mahkemesi, Türk adli makamların süratinde herhangi bir kuşku unsuru bulunmadığını belirtti.
Tuncay Özkan, AİHM’ye yaptığı şikayette kendisini yargılayan mahkemenin Hükümet tarafından yönlendirildiği gerekçesiyle AİHS’nin 6. Maddesiyle korunan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmişti. AİHM’nin kabul kararında, Özkan’ın bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından yargılandığı kaydedi
Ergenekon ve Balyoz başvuruları görüşülmeden reddedildi
Öte yandan, AİHM kaynakları, Ergenekon ve Balyoz davasıyla ilgili yapılan başvuruların mahkeme safhasına gelmeden reddedildiğini belirtiyor. AİHM’ye yapılan başvurularda Mehmet Haberal’la ilgili şikayetlerin sayısı dikkat çekiyor. Son olarak, Mehmet Haberal’ın rektörü olduğu Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde tedavi olan bir hastanın başvurusu da reddedildi. Her yıl binlerce başvurunun yapıldığı AİHM, iş yükünü hafifletmek amacıyla başvuruların ezici çoğunluğunu ön değerlendirme aşamasında reddediyor.
AİHM’ye Türkiye’yi şikayet eden hastanın “tedavisi esnasında doktoru olan Haberal’ın tutuklanması nedeniyle ölüm tehlikesi atlattığını ve yaşama hakkının ihlal edildiği” yönünde şikayette bulunduğu belirtildi. 28 Eylül 2011’de Ergenekon davası sanıklarından Mehmet Haberal’ın, tutukluluğunun kaldırılması talebiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yaptığı başvuru da reddedilmişti. Sağlık durumunu öne sürerek tahliye talebinde bulunan Mehmet Haberal, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 3. ve 4. maddeleri kapsamındaki adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, insanlık dışı ve onur kırıcı ceza uygulandığı iddiasıyla Türkiye’yi şikâyet etmişti. Strasbourg’da bulunan AİHM, pazartesi günü verdiği kararda, Türkiye’nin söz konusu ihlalleri gerçekleştirmediğine hükmetmişti.
Türkiye’deki olaylardan Tüsiad medyasi araciligiyla ve Birgün gibi kendini 80 öncesinde kanitlamis olan fraksiyonculardan takip ediyor ve yaniliyorsun. Mesela yukardaki haberi o yayinlarda bulamazsin, neden? Cünkü o yayinlar ergenekonu gizleme tutumu içindeler. Cünkü yayin degiller, “yayin organi” olarak çalismaktalar.
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonunun (DİSK) 14. Genel Kurulu öncesi, sendikalaşma faaliyetleri
yüzünden işten atıldıklarını öne süren Maltepe Belediyesi taşeron şirket
çalışanlarının yaptıkları eylemde arbede yaşandı.
DİSK’in 14. Genel Kurulu’nun yapıldığı Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde
toplanan ve üzerinde “Maltepe Belediyesi taşeron işçileri” yazan grup, “Direne
direne kazanacağız” “Kılıçdaroğlu duy sesimizi” ve “Taşeron işçisi köle
değildir” şeklinde sloganlar attı.
Burada grup adına açıklama yapan İlhan Yıldırım, yıllardır Maltepe
Belediyesinin işlerini yapan taşeron şirkette çalıştıklarını söyledi.
Yaşadıkları baskılar ve sömürülere karşı örgütlenmeye karar verdiklerini
ifade eden Yıldırım, “Bizler Haziran ayından beri DİSK’e bağlı Genel-İş
Sendikası ile sendikal örgütlenme çalışmaları yürüttük. Artık sendikal
örgütlenmede son sürece girilmiştir. Fakat Genel-İş İstanbul Anadolu Yakası 2
No’lu Şube Başkanı, aynı zamanda CHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı olan Nevzat
Karataş son anda süreci tıkamıştır” diye konuştu.
Grup, işten çıkartılmalarından sorumlu tuttukları Karataş aleyhine de
sloganlar attı.
Bu sırada Nevzat Karataş’ın “Yalan söylüyorsunuz” şeklinde bağırarak
gruba müdahale etmesi üzerine arbede yaşandı.
Arbedenin yatıştırılmasının ardından basın açıklamasını tamamlayan grup,
Karataş’ın kendilerine küfür ettiğini de öne sürdü.
Grup, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Kurul’un yaptığı
salona girişi sırasında da slogan atmayı sürdürdü
Görmüş’ün kabusları
21 Şubat 2012
Görmüş’ün kâbusları ya da Ergenekon’dan kaçarken AKP’ye tutulmak
“Sevag’ın ölümü bir Ergenekon eylemi olabilir mi” gibisinden iddialı bir başlıkla sunulunca Alper Görmüş’ün 21 Şubat tarihli yazısını okumamak olmazdı herhalde. Başlık tercihinin hayli kışkırtıcı oluşunun farkında olacak ki Görmüş, daha yazısının başında, “kimse zıplamasın; sadece bir kuşkuyu dile getiriyorum” diye yazıyor. Yazıyor ama yarım sayfayı kaplayan yazısında (nedense Görmüş’ün yazıları hep böyle uzun ve kendini sürekli tekrar eden monoton bir hal alıyor ama bu elbet başka bir mesele) adeta bir siyasal durum tespiti yapıyor; yapmakla kalmıyor bu “durum”dan vazife de çıkarıyor.
Alper Görmüş’e göre memleketteki her türden melanet ve fesadın arkasında (elbette ana gayesi AKP’yi iktidardan devirmek olan) Ergenekon vardı, var ve varolacak. “Vesayet rejimi” bitti diye bayram eden ya da zil takıp oynayan iyi niyetlileri ikaz etmeyi görev biliyor “kurt” gazeteci. Zira ona göre “Uludere olayı ve MİT’in denetlenemeyen bölümünün haltlarına dair ciddi kuşkularla birlikte” bu inanış da tuzla buz olmuş. Evet, bu arada, Roboski katliamı da bu menfur örgüt Ergenekon’un işiymiş (ben gerçekten okurken öğrendim), e hükümet ne yapsın elbet. Roboski’yi bırakıp konumuza dönelim: Ergenekon bitti diye sevinmek nafileymiş; çünkü Görmüş’e göre maazallah Ergenekon, antik Yunan mitolojisindeki Scylla misali kafasını kestikçe yeni kafaları çıkan bir canavar adeta. Kül yutmaz gazeteci Görmüş’e göre Ergenekon’un teşkilat yapısı zayıfladıkça Ergenekon zihniyeti konsolide oluyormuş. Hani tıbbi metaforlar kullansa, sürekli metastaz yapan bir ur diyecek Ergenekon için. Yani kısa ve kabacası, sağım solum önüm arkam Ergenekon neredeyse.
Ama maşallah orada da durmuyor Görmüş, korku hikâyelerine devam ediyor. Sevag Şahin Balıkçı’nın öldürülmesinin de Ergenekon işi olabileceğini, üstelik de “Ergenekon’un eylem stratejisinin analizinden yola çıkarak” öne sürüyor. Şu yani: Sevag’ın katli hükümeti yıpratmak, onu bilhassa Batı kamuoyu önünde zor durumda bırakmak için uygulamaya sokulan karanlık bir senaryonun ilk halkası olabilirmiş. 2015 yaklaştıkça Batı kamuoyunda oluşacak “Ermeni hassasiyeti”ni istismar ederek AKP’yi zora sokmak amacıyla uygulamaya konulmuş Ergenekon patentli bir eylem planıyla karşı karşıya olabilirmişiz pekâlâ. Yazısının ara başlıklarını Görmüş bizzat mı seçiyor bilinmez ama son ara başlığı onun demek istediği (ve elbet neden endişe ettiği) hususunda hayli açıklayıcı: “Fatura tabii ki hükümete çıkarılır…”
Hakkını yemeyelim, Görmüş bu korku senaryolarını önümüze atarken gece gördüğü kâbuslardan yola çıkmıyor muhtemelen. Dedik ya strateji analizi yapıyor o, kolay değil. Ondan esinlenip bu kez Ergenekon’un değil de Görmüş’ün “eylem stratejisinin analizinden” yola çıkarsak, onun maksadının ölümü göstererek sıtmaya (yani AKP’ye) razı etmekten başka bir şey olmadığı rahatlıkla iddia edilebilir. Altı uzun bacağa ve her bir bacağın ucunda ağzında üç sıra keskin diş bulunan korkunç bir başa sahip olan Scylla, pardon Ergenekon ile karşı karşıyaysak bir kez daha, onun tam aksi yana yelken açmak icap etmez mi? Bu memleketin karşı karşıya kaldığı her musibetin ardında mutlaka bir Ergenekon bağlantısı varsa biz fanilerin yapacağı yegâne şey, Görmüş’ün deyimiyle Ergenekon’un “gerçek mezar kazıcılarının”, yani AKP’nin arkasına (elbette “eleştirel” bir biçimde) dizilmek olmalı, öyle değil mi? Bu nedenle ara başlığındaki ifadeyle “faturayı hükümete çıkarma” girişimlerine karşı teyakkuzda olmak şart. Görmüş gece gördüğü kâbuslardan hareketle değil, işte bu teyakkuzun, bu alarmist ruh halinin verdiği vazife bilinciyle gözlerini kapayıp bilgisayar başına oturuyor olmalı.
Görmüş’ün kafasındaki siyasal topografya AKP ve onun muarızı Ergenekon zihniyetinden ibaret olunca, Ergenekon’u geriletmek en önemli görev, AKP’ye akıl vermek de elimizde kalan yegâne anlamlı siyasal strateji halini alıyor. AKP’ye “eleştirel” de olsa destek sunmak, zaman zaman yetersiz ve cesaretsiz bulunsa da Ergenekon canavarı karşısında hükümetin yanında olmak boynumuzun borcu haline geliyor. Scylla karşısında Haribdis’e doğru yüzün ya da yelken açın diyor yani Görmüş. Malum, Yunan mitolojisine göre Scylla dar bir boğazda bulunurdu. Boğazın hemen karşısında ise bu kez başka bir canavar, Haribdis bulunurdu. Boğazdan geçmeye çalışan gemiler Scylla’nın korkusuyla Haribdis’e ya da Haribdis’in korkusuyla Scylla’ya yönelir, neticede ikisinden birine yem olurdu. Her taşın altındaki Ergenekon’dan kaçarken Haribdis’in, pardon AKP’nin güya güvenli sularına “sığınmamızı” sağlamak, maalesef onca sözün, onca “strateji analizinin” arkasındaki dert de niyet de bundan ibaret.
Bir de kısa not: Her türden siyasal gelişmenin ya da sosyal fenomenin arkasında mutlaka bir konspirasyon örgütü aramak, aslında milliyetçi muhafazakâr düşünce dünyasının karakteristik özelliklerinden biri. Her hadisenin ardında mutlaka karanlık bir “strateji”, bir “eylem planı” olduğunu tahayyül etmek, sağa has komplocu zihniyet kalıplarından en bildik olanı. Milliyetçi muhafazakârlığın düşün hayatımızdaki hâkimiyetinin ne ölçüde pekişmiş olduğunun bir işareti de bu kumpas senaryolarının bunca geçer akçe haline gelmiş olması, liberal ya da sol tandanslı yazarların bu konspirasyon zihniyetinin harlayıcıları haline gelmiş olmaları.
FOTİ BENLİSOY
( http://www.birgun.net )
BÜTÜN BU ÖZELLİKLERRİNE KARŞIN KENDİSİNİ SOLCU SANMAZ MI SEVSİNLER SOLCULUĞUNU
http://haber.sol.org.tr/turkiye/galip-munzam-alev-alatliyi-yazdi-diktatorun-sarayindaki-pacoz-carice-102266