T.C. doğduğum günden beri ve hiç ara vermeden katliamlar yapıyor. Sadece katliamlar yapmıyor, işkence yapıyor, “kaybediyor”, hapsediyor, aç bırakıyor, sürgün ediyor ve bu işe kaldığı yerden devam edeceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Zira katliam TC’nin fıtratında mündemiçtir. TC, Osmanlı İmparatorluğunun doğrudan devamıdır. 1923 yılında bir isim değişikliği oldu. Aslında çürüyen bünyeye taze kan nakli yapılmıştı bir bakıma… Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı. Cumhuriyet adını aldı diye o gelenek yok olmadı. Devletin kutsal sayıldığı yerde bırakın sıradan insanları, hanedana mensup herkes katliamlardan, siyasi cinayetlerden nasibini alırdı. Zira saltanatın bekası, kutsal devletin varlığı esastır. Şimdilerde Osmanlı güzellemesi yapanlar neden söz ettiklerini biliyorlar mı?
TC dur durak bilmeden katliamlar yapıyor ve insanlar “suçlular açığa çıkarılsın”, “katliamın failleri bulunsun”, “adalet tecelli etsin” diye sokaklara dökülüyor, mahkemelere koşuyor… Katilden adalet beklemek ne kadar mümkün? Onca katliamın hangisinin failleri bulunup-cezalandırıldı? Böyle bir şey mümkün mü? Sonra da neymiş efendim, Türkiye bir hukuk devletiymiş! Sanırsınız ki, hukuku olmayan bir devlet mümkündür! Mafyanın bile kendine özgü bir “hukuku ” olacak da, devletin hukuku olmayacak… Aslında Türkiye’de köklü bir “katliam hukuku geleneği” var dense, durumu çok daha iyi ifade ederdi… Böyle bir şey mümkün mü? Aslında “hukuk devleti” retoriği devlet tarafından yapılan katliamları, işlenen cinayetleri gizleme, kabullendirme, insanları aldatma-oyalama işlevi görüyor. TC kendi “hukukuna” uygun olarak katliamlara rahatça devam ediyor.
Eğitimli elitlerin ihaneti
Birileri katliam planlıyor, birileri icra ediyor, başkaları gizliyor, mahkemelerin “yüksek yargıçları” işi kitabına uyduruyor… Ve böylece sürüp gidiyor… Bu adamlar kim? Bunlar gökten zembille me inmiş? Başka bir gezegenden mi transfer edilmiş? Bu adamlar bu halkın çocukları ve üstelik çoğu varlıklı sınıflardan da gelmiyor. Sıradan, mütevazı insanların çocukları. İyi de halk çocukları, emekçi halkın çocukları nasıl olup da rejimin katliamcı adamları, canileri, işkencecileri haline geliyorlar? Aldıkları eğitim onları içinden çıktıkları sınıfa düşman ediyor. Verilen/alınan eğitim onları köklerine yabancılaştırıyor. Aslında Türkiye’de yapılan katliamların, işlenen cinayetlerin asıl faillerinin gerçek kimliklerini, orijinlerini bilebilmek çok öğretici olurdu… Halktan alınan vergilerle beslenen bu eğitimli elitler, halka zulmederek, katliamlar yaparak, cinayetler işleyerek, egemenlere borçlarını ödüyorlar. Eğitim, eğitilmiş olanlarda “farklı olma” bilincini geliştiriyor ve zamanı geldiğinde de “farklılıklarını” konuşturuyorlar. Eğitimli elitlerde şöyle bir anlayış gelişiyor: ” Eğer farklıysam, ayrıcalıklı olmayı, otorite kullanmayı hak ediyorum!” Suruç’ta dün yapılan katliamı bu söylediklerimi dikkate alarak bir defa daha düşünün. Eğitimli elitlerin ihanetiyle yüz-yüze geleceksiniz…
O halde sadede gelebiliriz. Bu devletin, bu rejimin ıslah olma, iflah olma şansı yok. Kimse kendini “demokrasi”, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “bağımsız yargı” yargı gibi, sahte söylemlerin büyüsüne kaptırmasın. Katliamcılık bu devletin, bu rejimin genlerinde mevcuttur. Ve bu rejim asla reforme edilebilir, ıslah edilebilir, “demokratikleştirilebilir” değildir… Ameliyatla “iyileşmesi” mümkün değil. İyi de, neden bu kadar çok ve bu kadar kolay katliam yapıyorlar, sorusunun da akla gelmesi gerekmiyor mu? Elbette gerekiyor ve bu soruya benim cevabım şöyle: Bu TC, çok kolay katliamlar yapıyor, siyasi cinayetler işliyor çünkü karşılarında kelimenin gerçek anlamında “yurttaş” yok. Zira, Padişahin tebası, Padişahın kulu hiçbir zaman gerçek bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı ve hiçbir zaman itilip- kakılmaktan, aşağılanmaktan kurtulamadı. Eğer özgür yurttaş olabilseydi, katliamcılar köpeksiz köyde değneksiz gezebilirler miydi?.. Türkiye’de geçerli “bilinç”, misafir, mülteci, sığıntı bilincinin ortalamasıdır. İnsanlar ekseri rejimin sınırında yaşıyorlar, olup- bitenleri uzaktan seyrediyorlar… Elbette bir gün gelecek bu durum da değişecek ve değişmesi gerekiyor. Eğer olup-bitenlerin gerçek mahiyetini kavrama niyeti varsa, bir önerim var: Gelin ikircikli olmayan bir tarza rejimin niteliğini tartışalım!
Bu eğitimli elitler, troller kazdıkları o derin çukurda en sonunda kendileri de yok olup gidecekler.
Katliamı yalnızca Osmanlı ve TC mi yaptı?
Bu bakış açısı çözüme ait bütünü gözden kaçırtır.
Anımsadığım kadarıyla yazıyorum.
1500’lerden sonra, LAtin Amerika yerlileri katliamı, Alevilerin katliamı, Afrika’daki köle ticaretine ait katliamlar, Hindistandaki İngiliz Emperyalizmi.. Çin’deki katliamlar. ABD’de Kızılderili katliamı.. Fransa’da San B. katliamı..
.. Ve geçen yüz yıl.. Kronştad katliamı; Stalin’in çoklu katliamları.. Hitler’i geçtik! PKK katliamları da anımsanmalı.. (son 4-5 seçimde oyumu Kürt partilerine versem de bunu anımsatırım…)
Ruanda.. vd……….
***
Katliam zihniyetini iyi tanımak için yerelde sıkışıp kalmamalı! İktidarı eline geçirme ve sürdürme zihniyeti katliamı zorunlu kılar. Her totaliter siyasal ideoloji katliam yapar! TC Kemalizmi de totaliterdi.. RTE düzeni de…
Osmanlı ve TC özel olarak suçlu değil, insanlığın aczinin suç ortaklarıdır… Özellikle suçlu değil, “sıradan” suçlulardır.
Her milliyetçi ve dinci ideoloji katliama yatkındır…
Ve Kürt İsyancılarının haklılığı da milliyetçi, totaliter zihniyetten uzaklaştıkça saygıya değer olacaktır. Bu yolda çaba harcıyorlar, umarım başarırlar…
http://www.ilkav.org/web/makale-98-darbeler-cumhuriyeti.html
3 no lu yorumcunun linkine bir baktım..
Ne çok saçmalıklar var… Bu yazı, hala gerçekle yüzleşmekten kaçan şaşkın bir zihnin ürünü.. Acıklı olan modernitenin yaptığı bilinç ile dinsel inancına dayanarak kalkıp moderniteyi eleştirme garabeti…
aktaran arkadaşa özetle yazmak istiyorum..
her iddiasını da yanıtlarım…
şimdilik şu kadarını söylemeliyim…
İbrahimi dinler 3000 yıllık.. geldikleri yer de burası…
İslamiyet 1400 yıllık.. Hala “olmamışsa” olamayacaktır! 1400 yıl onlarca toplumda onlarca model denendi! Olmadı ise bu “teoride” bu “ideolojide” büyük sorunlar vardır.. Olmuyor kardeşim! Olmuyor.. 1400 yıl her çeşidi denendi… Olmuyor.. “Gül hatırınız” için bir 1400 yıl daha mı istiyorsunuz? Yazık değil mi bize!
Bak.. Marksizmden 150 yılda vaz geçildi.. Teoride hata vardı…
Siz de vazgeçin.. 1400 yıllık deneylerin sonuncusu IŞİD… Israr ettiniz ve bakınız.. gelinen yer IŞİD..
Yeter…
ogürsel peki modernler neden dünyayı kurtaramıyor ve kurtarmak için hiçbir çaba göstermiyor, hatta bunu hiç düşünmüyorlar?
Ben söyleyeyim bunun nedeni çok basit.
Çünkü içinde yaşadıkları hayat gereği mevcut sistemin bir parçası olduklarından değil değiştirmek, sorgulamak bile akıllarına gelmiyor.
Bir düşünelim bu insanların hayatı nasıl, nerelerde geçiyor?
Evvela ilkokuldan üniversiteye kadar uzun bir okuma süreci, ardından zorunlu olduğu ülkelerde askerlik.
Şehirdeyken restoran, kafe, alışveriş, konser, maçlar, moda, magazin, diziler, şehir dışında tatil, otel, deniz.
Bu bayramda bir kez daha gördüğümüz gibi trafikte geçen ömürler.
Peki böyle devam ederse birşeyler değişecek mi?
Sizin cümlelerinizle söyleyelim:
Hala “olmamışsa” olamayacaktır!
Olmuyor kardeşim! Olmuyor..
100 yıldır yıl her çeşidi denendi… Olmuyor.. ”Gül hatırınız” için bir 100 yıl daha mı istiyorsunuz? Yazık değil mi bize!
Siz de vazgeçin..
Israr ettiniz ve bakınız.. gelinen yer
Yeter…
Kapitalizm devletsiz olamayacağına göre kapitalizmi yıkmak için önce devleti yıkmak gerekmez mi? Devlet derken, başta ordu olmak üzere polis ve yargı. Bunlar gidince gerisi daha kolay değil mi? Bunlarla mücadele etmeden yapılan grevler vs. bir şey değiştirmiyor.
Nişanyan Yanlış Cumhuriyet kitabında şöyle diyor;
***
Devlet, tek başına, toplumdaki en büyük güç birikimini temsil eder. Ordulara, polise, vergilere, darphaneye, sınırlara, kitle iletişim araçlarına, istihbarat kaynaklarına ve sonsuz denebilecek istihdam kapasitesine kumanda eden bu dev makinenin temsil ettiği tehdide oranla, özel imkânlarıyla örgütlenen kişi ve zümrelerin (örneğin “kapitalistlerin”), veya kamu gücünün sınırlı bir dilimini kullanan özerk kurumların (örneğin “kilisenin”), hukuka ve kamu özgürlüğüne yöneltebilecekleri tecavüzün çapı çok cılız kalır. Resmi bir sıfatı olmayan “kapitalistlerin” sorgusuz adam asmalarına tarihte çok ender tanık olunmuştur. “Kilisenin” haneye tecavüz etmesine ya da askeri birlikler gönderip muhaliflerin mallarını yağmalatmasına da çok az rastlanır. Oysa devlet gücünü elinde bulunduranların eşkıyalığa girişmesi, tarihin her çağında, her kültürde, her ekonomik düzeydeki toplumda, yabana atılmayacak ölçüde ciddi ve gerçek bir tehlike oluşturur.
5 no’lu anonim arkadaş…
Modernite yanlısı değilim.. Modernizasyon yanlısıyım…
Fark şu.. Hayatı, insanı, toplumsal süreçleri Tinselliğimizi inkâr etmeden ve aklımızla-seküler olarak analiz etmek ve çözümler bulmak zorundayız…
Modernite iki tarafı keskin bıçak.
Bir yanda emperyalizm, vahşet, sömürü.. diğer yanda türü geliştirmiş, çoğaltmış bilim, sekülerizm, açlık-hastalıkları azaltan, hayatı kolaylaştıran teknoloji…
Sorun basit!
Dinsel dogmalar hayatı yalnızca rezilleştirir, bu defalarca kanıtlanmıştır; IŞİD de son kanıt…ancak bilim-teknolojinin kapitalistik, kâr için kullanılmadığı, tüketim toplumu manyaklığına hizmet etmeyebileceği koşullar mümkün!
Modernizasyon, modernite ile sonlanması kaçınılmaz bir olgu olarak görülmemeli! O koşullarda Modernizasyon bilinen Moderniteyi üretse de, değişen koşullarda aynı modernizasyon başka bir dünyayı da var edebilir..
İnsanın sanat, bilim emeğinin, yeni bir dünya için yeniden kurgulanması mümkün. Sanatı-Tin’i inkâr etmeden, insanı salt bir üretim makinesi olarak görmeyen, ama bilim emeğini dışlamayan… Sanırım geliştirilmesi gereken bir düşünce.. şimdilik bu kadar.. Ben de arıyorum.. Yanıtın tümünü bilmiyorum.. Sezgi ve kaygılarımı yazıyorum….
“Kapitalizm devletsiz olamayacağına göre kapitalizmi yıkmak için önce devleti yıkmak gerekmez mi?”
Gerçek, saf Kapitalizm devletsiz var olabilir! Oldu da! MÖ 4-7 bin yıllarında devletsiz Kapitalizm vardı!
Devleti Kapitalizm kurdu!
Artık ürün devlet kurdurdu… İlk devlet Sümer .. Bu sebeple oldu.. Artık ürün sömürü ve devleti oldurdu…
Modern Kapitalizm bu arkaik Kapitalizm’in üst versiyonudur.
Ve Kapitalizm-bencillik-yaşama savaşı sonunda uygarlıklar kurdurdu…
1750 sonrası insan “türünün” artış oranları Modern Kapitalizmin “iyi” olduğunu kanıtlar!
Gezegene verdiği zarar, öngörülen insan hayatına dair felaket senaryoları da Kapitalizmin artık “kötü” olduğunu kanıtlar…
Osmanlı’yı yüzlerce yıl ayakta tutan Din temeli yağmacılık “iyi” bir şeydi! 19. yy. a dek! Sonra “kötü” oldu!
Ve bunu bile anlayamayan bir iktidarın cehalet dünyasında yaşıyoruz..
Diyalektik…
İyi ya da kötü sonsuza dek “iyi” ya da “kötü” değildir.. Birbirlerine dönüşür…
O.Gürsel’e,
yalnız siz değil, genelde ayni hata yapılıyor. Ben de bazen dikkatsizce yapıyorum.
“MÖ 4-7 bin yıllarında devletsiz kapitalizm vardı” diyorsunuz ama ne bir referans ne de somut bir örnek vermiyorsunuz. Eğer bu iddianız doğruysa ve kesinse, biz nasıl bileceğiz? Lütfen, siz bari yapmayın!
9 a .. bunlar klasik bilgiler.. Bu konuları yazdığım yazılarda dipnotlarda var. C. Ponting..Dünya Tarihi..G. Childe..
Toprakta özel mülkiyet.. hayvan evcilleştirme.. artık ürünler.. takas.. ticaret… Daha devlet yok…
Ekonominin belli bir evresinden, artık ürün ile Devlet başlıyor.. MÖ 3000 yıllarında ilk devletler ortaya çıktı. Sümer Mısır.. bu bir anlamda 3-4 bin yıllık Neolitik Devrim sürecidir… Bu 3-4 bin yılda … üretimdeki gelişmeler..
Özel mülkiyet, ticaret… ve sonra Devlet…
http://marksist.net/serhat_koldas/devletcilik_marksizm_degildir.htm
Peki asıl çelişkinin sivil toplum ile despotizm arasında olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bir tarafta Eski Yunan’dan kapitalizme ilerleyen bir süreç. Ticarete ve denizciliğe dayanan şehir devletleri. Feodalite ve soyluluk. Adem-i merkeziyet. Federalizm. Coğrafi keşiflere uygun bir konum. Dünyanın keşfinin tamamlanmasıyla bilim çağının başlaması. Çoğulcu bir kültür, sanat, felsefe.
Diğer tarafta Eski Mısır, İran, Osmanlı, Türkiye, Çin, Rusya. Fetih ve ganimete dayanan hanedan devletleri ve tek parti devletleri. Soyluluğun aksine devletin kulu devşirme yöneticiler. Bürokratik merkeziyetçilik. Açık denize ve okyanusa uzaklık nedeniyle dış etkilere kapalılık. Totaliter din ve resmi ideoloji. Tekçi ve militarist bir kültürel, etnik, dini yapı.
–
(Burada biraz indirgemeci bir şekilde özetlediğim için biraz eksik ve yanlış olduğunun farkındayım. Örneğin Eski Mısır’ın, Rusya ve Çin’in uygarlığa, bilime, kültüre katkıları Batı uygarlığından az değildir. Arap/İslam yayılmacılığının dolaylı katkıları, Çin, Hindistan, İran gibi Doğu uygarlıklarından Batı’ya aktardıkları da unutulmamalı.)
Bence “sivil toplum” ve “despotizm” tarihsel süreçleri anlatan uygun terimler değil. Suni.. Uydurulmuş…
Sivil toplum sözü sınıfsal çelişkileri gizler… Despotizm sözü de… Bu iki terim bizim Sosyo-ekonomik gerçekliklerin yasalarını keşfetmemizi önler; bizi başladığımız yere getirecek entelektüel ve keyifli gevezeliklerin labirentine sürükler..
Sanırım bu tür kavramlar sınıfsal bakış açısını yozlaştırmak için üretiliyor.
Asıl çelişki bilim ve teknolojiyi sömürü-tahakküm için kullanan, açgözlü “Kâr” için üretim yapan ve tüketim toplumu zihniyetini olduran-kışkırtan, böylece gezegeni mahveden Tekelci Burjuvazi ile “insanlık” arasında! İyi bakılırsa tüm ara sınıflar kayboluyor… Siyasal gücü azalıyor en azından… Yakında yazmayı planlıyorum.. deneme olarak.. Sanırım İşçi sınıfı kavramı değişmeli.. Bilim emekçileri, teknisyen sınıf ve bilinen işçi sınıfının kaderi giderek ortaklaşıyor.. Gezi’de bu görüldü! Hatta burjuvazinin sınıfsal tahakkümünü-insanlık, gezegen düşmanlığını teslim eden burjuvazi bile bu “insanlık” sınıfı içine girebilir… Yoksullar, mazlumlar, işsizler de… Dünya giderek çok küçülüyor ve “ayrışma”, demerkasyon hattı belirginleşmeye başlıyor…
***
İkinci paragraftaki mevzuları yazamaya çalıştığım yazılar…
ve diğerleri…
Read more: http://www.gunzileli.com/2015/04/23/ogursel-ii-siyasallasmis-iktidar-pesinde-kosan-din-paradigmasi-bu-dunyada-cehennemi-vaateder/#ixzz3h17t5O3i
11 no’lu yazıya…
…Marksizm işçi sınıfının siyasal mücadelesinin hedefini burjuva devleti parçalamak ve yerine öz-yönetim organları (sovyetler, konseyler, şuralar vb.) üzerinde yükselen işçi iktidarını, yani işçi devletini kurmak olarak ortaya koyar. ”
Yalan… Proleterya Diktatörlüğü ne demek peki?
Arkasından bir Lenin övgüsü… Ama Stalin! Tarih bu denli aptal rastlantılarla yol almaz!
“SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde egemen olan bürokratik diktatörlükler tarihsel yanılsamanın daha da derinleşmesine hizmet ettiler. Bu ülkelerdeki egemen bürokrasilerin resmi ideolojisi olan Stalinizm, bürokrasinin egemen olduğu ülkelerde, çıkarlarının yansıması olan bazı özgün yönler taşımakla birlikte ideolojik argümanlarını küçük-burjuva sosyalizminden devralmıştı. Stalinizm, devletçiliği ve devlet mülkiyetini sosyalizmin alamet-i farikası olarak sunuyordu. …”
Lenin iyi, Stalin kötü, Kruşçev revizyonist.. 12 yaş zekasına ait tarih anlatıları…
Hayat bu kadar pamuk ipliği ile yol almaz… Geçmiş nasılsa gelecek de odur! Bolşevik mantığın hayat laboratuarında yarattığı “Frankenstein” olgusunu yüz yıl sonra bile inkâr IŞİD zihniyeti versiyonudur.
“Stalinist ideolojiden beslenen veya etkilenen sosyalist akımlar devletçiliği kutsayan bir söylemi on yıllar boyu baş tacı ettiler.”
“Devletçilik konusu Türkiye için özel bir durum arz etmektedir. Zira Türkiye’de hem Kemalizmin devletçiliğinden hem de Stalinizmin devletçiliğinden feyiz alan küçük-burjuva solcuları hiç eksik olmadı.”
Çünkü Devrim ile Darbe arasındaki ilişki İktidar arzulayanlar için önemli değildir ve İktidar arzusu ile yanıp tutuşanlar için Devletçilik ve Stalinizm kısa vadeli “iyi” bir plandır!
…
İşçi devleti, toplumun emekçi çoğunluğunun sömürücü azınlığı baskı altında tutabilmesi ve karşı-devrimin başını ezebilmesi için ihtiyaç duyduğu geçici bir aygıttır. Lenin’in de vurguladığı gibi işçi devleti bir yarı-devlet, daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş bir devlettir. İşçi devleti işçi sınıfının sovyetler biçimindeki kendi örgütlülüğünden başka bir şey değildir ve böyle olduğu için de o bürokratik bir devlet olamaz.
Bunlar birer TEMENNİ! Ve bu temennileri hayat elinin tersiyle itti…
********
Tanrım… 19 yaşında safça okuduğum-inandığım bu masalları hala okuyorum…
Diyalektik, sosyolojik, sosyo-ekonomik yasalar bu anlatılanların bir “masal” olduğunu kanıtladı… Bu kuram yeni deneyler için olduğu gibi kullanılamaz!
Deney başarısızlıkla sonuçlandı; soru şu.. Nerde hata yaptık? Bunun yanıtını dürüstçe sorgulamayan her makale insan aklı için “masal” sınıfına girmeli.. Dincilerin Cennet masalı vaadi sorgulanamaz; özeleştiri içermez… Marksizm, eğer Marksizm ise… eleştirilemeyecek tek şey eleştirinin kendisi ise… Marks bir ideoloji değil, öncelikle bir YÖNTEM bırakmıştır… Bu yazıda işte bu YÖNTEM inkâr ediliyor.. 19 yaş deneyim-birikimi ile yazılmış…………
“Bu TC, çok kolay katliamlar yapıyor, siyasi cinayetler işliyor çünkü karşılarında kelimenin gerçek anlamında “yurttaş” yok. Zira, Padişahin tebası, Padişahın kulu hiçbir zaman gerçek bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı ve hiçbir zaman itilip- kakılmaktan, aşağılanmaktan kurtulamadı. Eğer özgür yurttaş olabilseydi, katliamcılar köpeksiz köyde değneksiz gezebilirler miydi?.. Türkiye’de geçerli “bilinç”, ir, mülteci, sığıntı bilincinin ortalamasıdır. İnsanlar ekseri rejimin sınırında yaşıyorlar, olup- bitenleri uzaktan seyrediyorlar.”
evet seyrediyoruz…çok doğru söylüyorsunuz hocam ” ancak; şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.
1960-Cemal Süreya
Türkiye’de egemen sınıf kapitalizm değil TSK’dır. Bu kadar basit bir gerçeğin bile farkına varamadık. Hep bu sekter ideolojiler ve kısır tartışmalar yüzünden.
TSK yok edilmeli.
Neden olmuyor?
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
1908 sonrası siyasal hayatımız devleti dönüştürme amacıyla ortaya çıkan katılımcı siyaset sözcülerinin, bürokrasinin programını içselleştirerek karşı cepheye geçmelerinin olağanlaştığı bir süreci yansıtır
Türkiye yakın geçmişinin önemsizleştirdiği en mühim gelişmelerinden birisini bu yıl da “sansürün kaldırılması” kutlamaları ve “Erzurum Kongresi”nin toplanma yıldönümü vesilesiyle dolaylı biçimde andı. Halbuki sansürün kalkmasını doğuran ve en büyük millî bayram olması nedeniyle Erzurum Kongresi’nin başlama tarihi olarak seçilen “İnkılâb-ı Azîm” çok partili siyasal hayatımızın da başlangıcını oluşturur.
Bu önemli olayın daha sonra bayram olmaktan çıkarılarak sıradan ve başarısızlıkla neticelenen bir gelişme olarak kavramsallaştırılması onun önemini azaltmaz. Söz konusu önemsizleştirmeyi mümkün kılanın “İnkılâb-ı Azîm” sonrasındaki siyaset tecrübemizin başarısızlığı olduğu ortadadır. Ancak bunu vurgulayan Erken Cumhuriyet ondan gerekli dersleri çıkartmak yerine onun en olumsuz yönlerini alan bir “yeni siyaset” yaratmıştır.
Dolayısıyla bir unutulma duvarının arkasında bırakılmasına karşılık modern siyasetimizin başlangıç noktası olan “İnkılâb-ı Azîm”i tarihselleştirmek günümüze ulaşan bir süreci ve güncel siyaseti anlayabilmenin de temel koşullarından birisidir. Bunun yapılması toplumumuzda bir asrı aşan zaman diliminde varolan katılımcı siyasetin son derece ağır bir gelişim izlemesinin nedenlerinin de kavranabilmesine yardımcı olacaktır.
Devleti kurtarmak
“1908 İnkılâbı” kendisi için daha sonra yapılan şatafatlı kavramsallaştırmalara karşılık özünde askerî ve sivil orta ve alt düzey bürokratların gerçekleştirdiği bir eylemdi. Büyük bir değişim iddiasıyla ortaya çıkan bu hareket özünde bölgedeki “status quo”nun değişmesini engellemeye çalışan “muhafazakâr” bir girişim idi.
Hareketin motor gücü olan Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin değişik forumlarda açıkladığı gibi amaç son tahlilde “devleti kurtarmak” idi. Bu nedenle “inkılâb”dan farklı beklentileri olan kitleler coşkulu mitingleri sürdürdüğünde Cemiyet “herkes işinin gücünün başına dönsün” temalı beyannâmeler ile bunları sonlandırmıştı. Benzer şekilde örgüt “hürriyet”i “vergi vermeme” biçiminde yorumlayanlara karşı sert bir bürokratik refleks ortaya koymuştu.
Bu nedenle “inkılâb” millet için yapılmakla birlikte “millet”in arka planda kalmayı sürdürdüğü bir yeni düzeni beraberinde getirmişti. Dolayısıyla katılımın göreceli artışı, partiler aracılığıyla siyasetin tabana doğru genişlemesi benzeri gelişmelere karşılık Meclis-i Meb’usan “devlete meydan okunan bir yer” olamamış, bilhassa 1914 sonrasında “bürokrasinin uzantısı” haline gelmişti.
Bu açıdan bakıldığında kapsamlı bir toplum mühendisliği projesini “mega söylem”ler kullanarak uygulamaya geçirmek isteyen bürokratik bir örgütlenme Tanzimat kadrolarından farklı olmayan bir amacı hedeflemişti. İttihad ve Terakki ricâlinin üst düzey bürokrat konaklarında değil Merkez-i Umumî’de toplanması, siyasal partiler ve meclisin varlığı bu konuda niteliksel bir farklılık doğurmuyordu.
Dolayısıyla “İnkılâb-ı Azîm” bürokrasinin sistem üzerindeki kontrolü ve “devlet merkezli” toplum mühendisliği projelerini hayata geçirme gayretleri açısından büyük bir değişime neden olmamıştı. Bunların bürokrasinin üst katmanları yerine daha geniş orta tabakaları tarafından ve siyasal bir örgüt aracılığıyla gerçekleştirilmesi ise etkinliği artırmıştı. Ancak adına büyük dönüşümler yapıldığı iddia olunan “millet”in sürece katılımı gene son derece sınırlı oluyordu.
Bürokrasi ve millet
1908 sonrası siyaset tecrübemizin başarısızlıkla neticelenmesinde etkin bürokratik kontrolün önemli bir payı vardır. Burada sorun bürokrasinin “varlığı” değil onun sistemi “kontrol” altında tutma girişimleri ve siyaseti toplumsal taleplerin karşılanması yerine kendi projelerinin hayata geçirilmesi olarak kavramsallaştırmasıdır. Bürokrasi bu şekilde kavramsallaştırılan “siyaset”in dümeninde oturmayı ve “siyasal katılım”ın büyük projelerinin gerçekleştirilmesine engel olmamasını temel hedefleri olarak görmüştür.
Tekrar edilmesi gerekirse karşılaşılan mesele Osmanlı askerî sınıfına uzanan bir geçmişe sahip olan ayrıcalıklı ve kendisini özgün, devletin çıkarını bilme tekeline sahip bir tabaka olarak gören bürokrasinin taleplerin karşılanmasını hedefleyen katılımcı siyaseti anlamsız ve büyük projeleri engelleyici bir eylem olarak görmesidir.
Bu da kendisi “uğruna her türlü fedakârlık” yapılan “millet”in siyasette edilgen bir rol oynamasını gerekli kılmaktaydı. Bürokrasinin yardımı olmadan iktidara ulaşması mümkün olmayan “millet” ise bu nedenle kısa aralıklar dışında ortak olabildiği iktidarı devretmek zorunda kalıyordu.
Nitekim bürokratik girişimlerle başlatılsa da tabana yayılan Kongre İktidarları (1918- 1920), Erzurum Kongresi akabinde tedricen iktidarı bürokrasiye devretmiş ve süreç 1923 sonrasında tamamlanmıştı. Çok partili yaşama geçiş sonrasında yeniden iktidara ortak olma girişimi ise 1960 Darbesi’nin getirdiği yasal çerçevesi güçlendirilmiş “vesayet”i karşısında bulmuş ve “yüksek siyaset” bürokrasiye terkedilmişti.
Bürokrasinin dönüşümü
Dolayısıyla sorun “İttihadçılık” olarak kavramsallaştırılarak, Cemiyet’in ortadan kalkması ile son bulan bir gelişme olmaktan fazlasıyla uzaktır. Bürokratik egemenlik ve katılımcılığın sınırlanması çabaları İttihad ve Terakki Cemiyeti’nden önce varolduğu gibi Osmanlı çöküşü ve yeni rejimin kurulmasından sonra da devam etmiştir.
1908 sonrasında siyasetin başarılı olamamasının önemli nedenlerinden biri “devleti kurtarmak” amaçlı bürokratik “yüksek siyaset”in egemenliği idi. Yeni rejim ise bunun tüm olumsuzluklarını sahiplenen bir siyaset anlayışı geliştirecektir. Bu devamlılık ve 1960 sonrasının katılımcılık karşıtı vesayetinin olağanüstü direnci sorunun yapısal karakterini ortaya koymaktadır.
Karşılaşılan sorun, katılımcı siyasetin iktidar payını artırdığı dönemlerin ardından bürokrasinin “yüksek siyaset” program ve hedeflerini içselleştirmesi ve onların savunucusu durumuna gelerek “talepleri karşılama” anlamındaki siyasete yukarıdan bakmasıdır.
1908 sonrasında belirgin şekilde görüldüğü gibi kitlelerin “devlet”i şekillendirme, ona “meydan okuma” girişimleri her seferinde katılımcı siyaset aracılığıyla sözcüsü durumuna getirdiği temsilcilerin karşı tarafa geçmesiyle neticelenmiştir.
Günümüzde bu alanda büyük bir değişimi gerçekleştirdiğini düşünerek “yüksek” siyaset yerine “gerçek” siyaseti egemen kıldıklarını savunanların da kökleri derin bu gelişmeden alacakları önemli dersler bulunmaktadır.
Yakın tarihimiz “millet” adına büyük dönüşümlerin öncülüğünü yaptığını savunan siyasal yapıların bürokrasi tarafından farklılaştırılması ve onun programına kazandırılmasının da tarihidir. Bu nedenle “İnkılâb-ı Azîm”in “Basın Bayramı” olmak ötesinde önemli etkilerinin bulunduğu anlaşılmalıdır.
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/07/26/neden-olmuyor
Türkiye’de Egemen Sınıf Müdür Bey ve Albayımdır… Sevan Nişanyan
Türkiye’de kapitalizm falan değildir egemen sınıf, Türkiye’de egemen sınıf müdür beyle albayımdır. Müdür beydir egemen… Daire müdürü olur, okul müdürü olur, işletme müdürü olur… Bir de onun üniformalı eşdeğeri olan albayım vardır.
Bu korkunun sınıfsal bir boyutu da var mı?
Bariz bir şekilde sınıfsal bir boyutu var bunun. Türkiye’de cumhuriyet döneminde bir egemen sınıf oluştu. Türkiye’de kapitalizm falan değildir egemen sınıf, Türkiye’de egemen sınıf müdür beyle albayımdır. Müdür beydir egemen… Daire müdürü olur, okul müdürü olur, işletme müdürü olur… Bir de onun üniformalı eşdeğeri olan albayım vardır. Bunlar kravat takarlar, yazıhanede otururlar, arkalarında mutlaka Atatürk portresi olur, vatan-millet nutku atarlar. Fazla bir kültürleri yoktur, fakat kendilerini küçük dünyaların hâkimi sayarlar. Cehaletlerini örtmek için atmayacakları takla yoktur. Belli bir gelir seviyesine ulaştıkları gün eşlerinin saçları sarıya boyanır. Hayatta bütün varlıkları bir otomobil ve bir dairedir. Hayat boyu “üçkâğıt yapanlar köşeyi döndü, ben onurlu olduğum için yoksul kaldım” kıskançlığındadırlar. Aslında içten içe fark ettikleri şey yetersiz olduklarıdır ama bunu ifade etmekte zorlanırlar. Kaymakam bunun tipik bir örneğidir, ortaokul müdürü tipik örnektir. Böyle bir sınıf var cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde. Türkiye’nin esas egemen sınıfı budur. Bunlar şu anda çok açık bir şekilde sille yiyorlar, maçı kaybediyorlar. Yeni tür insanlar türedi.
Kaynak :Kritize Net
http://www.antires.com/modules.php?name=News&file=article&sid=1196
Lan Devlet! Bize ne yapmadın ki?
Oya Baydar
T.C Devleti’nin Özel Harekat Timi komutanı, Yüksekova’da bir şantiyede çalışan 52 işçiyi, elleri arkadan bağlı yüzükoyun yere yatırmış böğürüyor: “Ne yaptı lan size bu devlet! Hepinizi tanıyorum ben; kim ki vatan hainliği yapıyor karşılığını görecek. Türk’ün gücünü göreceksiniz!”
Soru güzel. Cevabını da kendi içinde taşıyor. Yere yatırılmış “hain ve şerefsiz” Kürt yurttaşların bu sınavdan çakmaları mümkün değil. ‘Aha da bunu yaptı’ demeleri yeterli.
Türk ulus devletinin 100 yıldır değişmeyen zihniyet ve suç tarihi ancak bu kadar iyi özetlenebilir. 1915’te, bir milyondan fazla Ermeni’yi topraklarından süren, en az 600 bininin katledilmesine cevaz veren; tehcirlerle, soykırımla, mallarının müsaderesiyle, varlıklarına topraklarına el koymayla azınlıkların tümüne ‘Türk’ün gücünü’ gösteren devlet… 1938’de Dersim’de, başta Kızılbaş Alevîler Dersim halkını kadın, çoluk, çocuk kurşunlayan, dipçikleyen, sığındıkları mağaralarda boğan; Munzur’u kan rengi akıtan devlet… ‘Biz de varız, eşit yurtdaşlık haklarımızı istiyoruz’ dediklerinde her daim ‘şerefsiz, vatan haini’ ilan edilen Kürtleri asimile edemediğinde yok etmeyi yeğleyen devlet… Vesayetçi elitlerin laik Cumhuriyet’inde, dindar kesimleri ‘gerici/cahil halk’ ilan edip kamu ve siyaset sahnesine çıkmalarını darbelerle engelleyen, inancını ve kültürünü özgürce yaşamasına kendi normlarını, sınırlarını dayatan devlet… Alevileri, Aleviliklerini saklamak zorunda bırakmış olan, inançlarını kültürlerini yok sayan devlet… İlk sol nüvelerden, ilk sosyalist örgütlenmelerden bu yana, yüz yıldır sosyalistlere, komünistlere karşı en ağır baskıları uygulamış olan devlet… Vatanın dağlarını, ovalarını, ormanlarını yakıp kül eden devlet…
Tellaklar değişse de devlet hamamı değişmiyor
Aslında bir zihniyetten söz ediyoruz: Türk ulus devletinin bugüne kadar değişmeden süren özünden… Bu devletin adının Türkiye Cumhuriyeti olmasını dahi kabullenemeyenler var. Geçenlerde bir TV programında MHP adına konuşan milletvekili, ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları’ diyen başka bir katılımcıya, ‘Biz Türk millî devleti diyoruz’ ikazında bulundu. Yüksekova’daki devlet memuru özel timci aynı zihniyetin alanda görevli eli sopalısından başka bir şey değildi Türk’ün gücünü göreceksiniz, derken. Üstelik o kadar emin ve memnundu ki şerefsiz Kürtlere yaptıklarından, utanmak çekinmek bir yana, sahneyi videoya bile çektişmişti; izledik. Haber sosyal medyaya düştüğünde, bir bölümünün adı TC.’li, bir bölümü TC. rumuzsuz onbinlerce ‘asil Türk vatanseveri’nden aldığı: ‘Şerefsiz Kürt hainlerine az bile yapmışsın, ellerin dert görmesin, hepsini gebertmek lazım bu itlerin’ türünden övgü ve destek, Hrant Dink katledildiğinde sosyal medyayı istila eden, ‘Ermeni döllerinden biri eksildi, vuranın elinde gül bitsin, daha kaç tane kaldınız, vb.,vb.’ mesajlarını andırıyordu.
Yüksekova’daki özel timci; İstanbul’da mahalleleri basan, gösterilere saldıran özel olmayan timci, devlet adına yurttaşa hakaret hakkını kendinde gören irili ufaklı memur, nefret dili kullanan siyasetçi, bu dili algı operasyonlarında saldırı silahı olarak kullanan yazar çizer ve Cumhurbaşkanı’ndan parti başkanlarına, TSK’nın üst kademelerinden iktidar sözcülerine kadar hepsi, aynı zihniyetin taşıyıcıları. Siyasal iktidarın kim olduğu hiç mi hiç fark etmiyor. Dün, darbeci vesayetçi iktidarların söylemi eylemi neyse, dünün mağdurları bugünün muktedirleri İslamcıların söylemi eylemi, hem de katlanmış katmerlenmiş olarak aynı. Dün Kürt halkına pislik yedirenler, bastıkları köylerde erkekleri çırılçıplak soyup erkeklik organlarına bağladıkları ipleri karılarına sürütenler bugün işçileri yere yatırıp ‘Türk’ün gücünü göreceksiniz’ diye tekmeliyorlar. (İyileşme var diye sevinelim mi?) Dün Kürtlere, Ermenilere, azınlıklara, ötekilere zulüm uygulayanlar devlet tarafından nasıl taltif edilip terfi ettirilmişse, devlet nezdinde itibar görmüş, rütbe almışsa bugün de Roboski katliamı sorumluları, Hrant Dink’in katledilmesinin arkasındaki küçükler büyükler, son olarak Dirik’te 13 Kürt köylüsünün öldürülmesinden sorumlu 13 kez idama mahkûm edilip delil yetersizliğinden paçayı kurtaran, son YAŞ’ta tümgeneralliğe yükseltilen Musa Çitil gibiler devletten iktidardan aferin alıyorlar.
TC devleti hamamının eski tellaklarının emekli olması, iktidardan uzaklaşması bir şey fark ettirmiyor, yeni tellaklar (şimdilerde AKP) devletleştikleri oranda geleneğe sahip çıkıp zihniyetin uygulamalarını misliyle sürdürüyorlar.
Çözüm umudu var mı?
Umutsuzluk, karamsarlık, çözümsüzlük bu zihniyetten kaynaklanıyor. Partiler, hükümetler, iktidarlar, devlet kadroları ve de dünya, Türkiye, halklar değişiyor ama Türk ulus devletinin özü olan hâkim zihniyet pekişerek sürüyor, kendini sürekli üreterek kitlelere yayılıyor, kitlelerde yandaş buluyor.
Peki ne olacak, bu şiddet, kan ve cinnet sarmalı nasıl bitirilecek? Ben göremeyecek de olsam, bir gün sona erecek, biliyorum. Biliyorum çünkü en korkunç karabasandan bile uyanılır. Ama nasıl?
Dil ile düşünce, yani zihniyetin ifade biçimi birbirini etkileyerek gelişir. Kürtlere şerefsizler, hainler diyenin (hatta HDP’ye oy verenleri bile şerefsiz hain addedenlerin); kim olursa olsun ötekine karşı kin ve nefret dili kullananın; Ermeni’yi ‘affedersiniz Ermeni’ diye aşağılayanın, farklı inançları karalayan dil kullananın (misal: Dini Zerdüşt olanın); inançlı Müslüman’a ‘gerici yobaz’, inançsıza kâfir diyenin dilini düzletmesi bile bir adımdır. Hele de kitleleri etkileyebilen liderlerin, kamuoyu önderlerinin, sözü yazısı kitlelere ulaşabilenlerin dillerini değiştirmeleri, hiç değilse kendilerine hâkim olup hakaretten küfürden kaçınmaları siyasî iklimi yumuşatmakta düşündüğümüzden çok daha etkili olabilir.
Hepimiz kendimize düşeni yapmaya çalışalım, barış dilini zorlayalım. Bu da sanıldığından daha ileri bir adımdır ama devlet zihniyetinin değişmesi ancak ve ancak tekçi Türk ulus devletinin değişmesiyle, çağdaş demokratik, çoğulcu hizmet devletine dönüşmesiyle mümkündür. Bunun somutlanması; devletin idarî yapısından anayasasına kadar çoğulculuk ve demokratik özgürlük/özerklik yönünde değişmesidir. Çoğulculuk denilen şey belli bir coğrafyada birlikte yaşamaya yazgılı farklı etnik ve kültürel kesimlerin, farklı milliyetlerin, farklı dil, din ve inançların, kendi hakları ve özgürlükleriyle eşit yurttaşlar olarak egemenliğe tam ortak olabilmeleridir. Çoğulculuğun sözde değil özde kabulü kadim devlet zihniyetinin gerçekten değişmesinin olmazsa olmaz koşuludur.
Bu konuda çok laf üretmiş olan AKP, işe gelince çoğulculuğun reddinde ve tektekçilikte eskileri aratır hale geldi. Her siyasetten, her kesimden -sağlı sollu Türk faşistleri ve milliyetçilerinin yüreklerini, akıllarını kan ve nefret bürümüş azgın güruhları dışında- bütün Türkiye insanlarının barışın ve çözümün anahtarının çoğulculukta olduğunu kavramaya başladıklarını düşünüyorum. İdarî yapıdan yasalara kadar bu çoğulculuğu hayata geçirecek bir toplumsal-siyasal program çevresinde, bu programın hazırlanış aşamasından başlayarak biraraya gelecek güçler (yani gerçek bir Türkiye koalisyonu) bugünün karanlığından kurtulup geleceğe bakabilmemizin tek umudu gibi geliyor bana.
Günün toz dumanı arasında, çatışma ve şehit haberlerinin ortasında hayalci hatta saçma gelebilir sizlere; ama ben böyle bir umudun taşıyıcı güçlerinin başında Kürt halkı ve Kürt siyasal hareketiyle Türkiyeli barışçıların, demokratların, özellikle her kesimden kadınların geldiğini düşünüyorum. Onların taş taş örecekleri çoğulcu, özürlükçü, barışçı, genç birlikteliktedir umudumuz.
http://t24.com.tr/yazarlar/oya-baydar/lan-devlet-bize-ne-yapmadin-ki,12493