Fatih Yaşlı : İslamcı iktidar Orduyu fiilen tasfiye etmektedir
FATİH YAŞLI: ‘KEMALİSTLERİN SOLDAN BAŞKA ÇIKIŞI YOK!’
- 09:54
- —
- 01 Ağustos 2016 Pazartesi
GÜNDEM
İLERİ GÖRÜŞ
İleri Görüş’te bu hafta dosya konumuz darbe-karşı darbe girişimleri… Fatih Yaşlı’yla 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan tabloda AKP’nin yeni ittifak stratejisi ve bu partinin güçlü/zayıf yönleri üzerine konuştuk. Yaşlı, Türkiye’de 15 Temmuz itibariyle düzenin berhava olduğunu, ordu dahil olmak üzere düzen kurumlarının yok olduğunu söylüyor. Fatih Yaşlı’ya göre bir karşı hamle gerçekleştiremezse düzenin bu kaostan çıkması çok zor.
14 Yıllık AKP dönemi değerlendirildiğinde göze çarpan ilk hususun AKP’nin Türkiye burjuva siyaseti açısından birbirine zıt siyasal aktörlerle ittifaklar siyaseti gütmesi ve hegemonya tesisi anlamında kısmen başarıya ulaşması olduğunu söyleyebiliriz. Bu ‘ittifaklar siyaseti’nin kısmi başarısını nasıl yorumlayabiliriz?
AKP’nin iktidara gelişi, düzenin bütün bir 90’lı yıllara yayılmış ve geniş kapsamlı krizine bir çözüm arayışına denk düştü, düzen AKP’de yaşadığı krizi çözme potansiyelini gördü ve onu destekledi. AKP bir yandan İslamcılarla devlet arasındaki buzları eritecek, yani devletle “millet”i kaynaştıracak, bir yandan neoliberal programı derinleştirecek, bunu yaparken de sosyal patlamaları önleyecekti. Başka bir beklenti Kürt sorununun çözümü idi: Kimi “demokratikleşme” adımlarına eklenecek bir İslamizasyon programı ile Kürtlerle Türkleri birleştirebilecek olan “Müslümanlık” merkezli bir kolektif kimliğin yaratılabileceğine inanılıyordu. Aynı zamanda AKP, devlet içerisinde halen bir ölçüde varlığını sürdüren Kemalist bürokrasinin kısmen taş koyduğu/yavaşlattığı emperyalizmle entegrasyon sürecini derinleştirecek ve tüm bunları yaparken de öyle ya da böyle kitlelerin rızasını alacaktı. Bu misyon ise elbette ki ittifakları zorunlu kılıyordu. AKP hem gücünün etkisiyle diğer özneleri kendisiyle konjonktürel ittifaklar kurmaya mecbur bıraktı hem de gücünün sınırlarını bildiği için kaçınılmaz olarak kimi müttefiklik ilişkilerine girmeye mecbur oldu.
AKP’nin kendisini “Türkiye’yi demokratikleştirecek güç” olarak sunduğu 2008-2009 yılına kadar sosyalistler hariç hemen her kesimde AKP’ye yönelik doğrudan ya da zımni bir destek söz konusu oldu. Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının başladığı dönem ise AKP’nin nasıl iyi bir oyun kurucu olduğunu göstermesi açısından örnekti. Çünkü bu dönemde AKP ve gayriresmi koalisyon ortağı Cemaat bir yandan Ergenekon ve Balyoz aracılığıyla eski rejimin devlet aygıtı içerisindeki unsurlarını, yani Kemalistleri ve ulusalcıları tasfiye ederken, öte yandan ise KCK operasyonları aracılığıyla Kürt hareketini tasfiye etmeye çalışıyordu. Taraflar ise siyasi pozisyonlarını birbirlerine karşıtlık üzerinden tanımladıkları için diğerine yönelik operasyona sessiz kalıyorlar, AKP-C de yoluna hızla devam ediyordu.
REFERANDUMDAN SONRA ASLİ AJANDA GÖZLE GÖRÜNÜR HALE GELDİ
2010 referandumu AKP’nin demokratikleşme misyonu algısının zirve yaptığı hadise oldu ve “yetmez ama evet” ahmaklığıyla birlikte “son kale” de düşürüldükten sonra AKP’nin asli ajandası, yani rejimi değiştirme programı yavaş yavaş gözle görünür hale gelmeye başladı. Aynı dönem, yine yavaş yavaş Cemaat ile pürüzlerin ortaya çıkışına tekabül ediyordu; çünkü devlet aygıtı ele geçirildikçe kurumların ve rantın nasıl bölüşüleceğine dair kavga yeni sahipler arasındaki ilişkiyi belirler hale gelecekti. 7 Şubat 2012’den, yani Fidan’ı tutuklama girişiminden 17-25 Aralık 2013’e kadar gerilim adım adım yükseldi, o tarihte ipler koptu ve nihayetinde 15 Temmuz darbe girişimine kadar gelindi. Tüm bunlar olurken ittifaklar ve konumlanışlar da değişti. Örneğin hem ulusalcılar hem Kürt hareketi 17-25 Aralık’ta AKP’nin yanında yer aldı, çünkü asıl tehlikenin Cemaat olduğunu düşünüyorlardı. Kürt hareketi, Oslo müzakerelerini kimin sızdırdığını da, Roboski katliamının hangi güç savaşlarının bir parçası olduğunu da biliyordu. 17-25 esnasında müzakerelerin devam ediyor oluşu da AKP açısından bir şanstı, çünkü tıpkı Gezi’de olduğu gibi burada da Kürt hareketi AKP’nin devrilmesini istemedi. Aynı şekilde ulusalcılar da kendilerini Silivri’ye yollayan gücün kim olduğunun farkındaydılar. Bu nedenle de o zamandan bu güne öyle ya da böyle AKP’nin yanında yer aldılar.
Son olarak bu mevzuya dair şunu söyleyerek bitireyim: Türkiye’deki siyasi öznelerin AKP’ye dair beklentileri devam ediyor. MHP, Kürt savaşı derinleşsin diye, HDP barış masasına tekrar oturulsun diye, CHP düzenin bekası sarsılmasın diye kendi konumlanışlarını AKP’ye göre belirliyor ve bu nedenle “kurucu” değil, “reaktif”/tepkisellikten ibaret bir siyaset izlemeye devam ediyorlar. Bu da AKP’nin en büyük şansını oluşturuyor.
15 TEMMUZ’DA DÜZEN BERHAVA OLDU
Bu ittifaklar siyaseti bir periyodizasyona tabi tutulduğunda 2010 ve öncesinde liberallerle kurulan ittifak dönemine dönüş, Türkiye sermaye sınıfları tarafından özlemle yad edildi. Uluslararası planda ise bu döneme dönüş noktasında kimi baskıların geldiğini söyleyebiliriz. Hem dünyanın içinden geçtiği kaotik dönem hem de Türkiye’nin bugünkü ‘interregnum’u bağlamında bu baskılar ve talepler gerçekçi midir?
Havada bir “milli mutabakat” kokusu var ve bunu herkes alabiliyor kuşkusuz. Üstelik siyasetin bütün aktörleri bunun bir parçası olmaya gönüllü görünüyorlar. Bunun ise çok basit bir nedeni var. Türkiye’de düzen 15 Temmuz itibariyle berhava oldu ve buradan çok uzun yıllar boyunca bir çıkış görünmüyor, önümüzdeki en az beş on yıla, o gece yaşananlar damgasını vuracak. Daha da açacak olursam: İlk kez 15 Temmuz günü ordunun bir bölümüne bağlı askerler halkın üzerine ateş açtı, siviller askerleri linçe kalkıştı, polis, asker ve istihbarat çatıştı, Saray, Meclis ve istihbarat binası bombalandı, kimse kimsenin telefonuna saatlerce çıkmadı, ABD ilk beş altı saat olanları izlemekle yetindi vesaire. Ardından ise Türkiye’deki devlet geleneğinin ve aynı zamanda modernleşmenin taşıyıcısı olan kurum çok açık bir şekilde lağvedildi, açıkça söyleyebiliriz ki bugün Türkiye’nin bir ordusu yoktur, bürokrasisi, polisi yoktur, kurumsallık darmadağın olmuştur. Türkiye’de devleti devlet ve düzeni düzen yapan şey, yani asker 15 Temmuz itibariyle o niteliğini kaybetmiştir ve kısa vadede bir karşı hamle yapamazsa, belki de sonsuza kadar kaybedecektir. Bunun dışında, ülke OHAL’le ve dolayısıyla fiilen başkanlık aracılığıyla, parlamentosuz, anayasasız yönetilmektedir, Kürt sorunu bütün yakıcılığıyla orada öylece durmakta, PKK olan biteni gördüğü için saldırılarını artırmaktadır. Tüm bu fetret/interregnum manzarasından çıkarak 2010 öncesine dönülebilir mi? Bunun pek mümkün olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Devlet aygıtı yüz bin kişiyi bulacak bir tasfiyeyi nasıl kaldıracaktır, askeri okullar kapanırken, ordu hiyerarşisi ortadan kalkmışken, eğitim sistemi yerle yeksan iken, istenildiği kadar düzen talebinde bulunulsun, uzunca bir süre bu kaotik hal devam edecek, her yeni reform adımı beraberinde başka başka dirençleri ve başka güç odaklaşmalarını getirecektir. Aynı şekilde Türkiye’nin ABD ve Batıyla mesafesinin açılacağı ve Rusya-İran hattına biraz daha yaklaşacağı ve bu yönde acemice blöflerle dolu işlere girişebileceği akla getirilirse, bu tür manevra hamleleri de uluslararası ilişkilerin seyrine herhangi bir şekilde istikrarın ya da normalleşmenin değil, istikrarsızlık ve anormal gelişmelerin damgasını vuracağına işaret etmektedir.
AKP’YE ULUSALCILAR DEĞİL VATAN PARTİSİ DESTEK VERİYOR
Bugüne gelirsek, 15 Temmuz’un en önemli siyasal çıktılarından biri, AKP/Saray Rejimi’nin ‘devletin yeniden inşası’ problemi ile baş başa bırakması herhalde… Bu ‘yeniden inşa sürecinde’ AKP Rejimi, en önemli ittifak unsuru olarak yanında ulusalcıları buldu. Bu noktada, birbiri ile bağlantılı iki soru sorabiliriz diye düşünüyorum. Bunlardan birincisi, bu ittifak uzun ömürlü olur mu? İkincisi ise, 2010 öncesindeki liberalizmin yükselişine benzer bir ulusalcı yükseliş mümkün mü?
Öncelikle şunu söylemem lazım: “Ulusalcılar” diye kodlanan kesimlerin geniş parçalarının desteğinden ziyade, Vatan Partisi’nde somutlaşan küçük bir toplamın desteğinden söz etmek lazım. Bu destek ise esas olarak PKK ile ve Cemaatle mücadele algısı üzerine inşa edildi. Sözcü gazetesi bu işin bir parçası oldu, hep beraber ve gayet bilinçli bir şekilde parti, lider, devlet özdeşleşmesine hizmet ettiler. Dahası, normal zamanlarda “mürteci” olarak kodlayacakları kesimleri, darbe girişimi sonrası “demokrasi kahramanı” ilan etmeye kadar vardırdılar işi. Kurumsal olarak bakıldığında ise yine ordu içerisinde, PKK ve Cemaate karşı konumlanma üzerinden benzer kaygılarla AKP’ye zımni destek veren bir pozisyondan bahsedilebilir, bunun planlı programlı bir pozisyon almaya tekabül ettiğine dair ise çok ciddi şüphelerim var, şu an için orduya herhangi bir akıl atfetmenin imkansız olduğunu düşünüyorum. Yakın vadede ve bir aciliyet duygusuyla böyle bir akıl şekillenir mi, az da olsa böyle bir ihtimal var. İttifak mevzuna dönecek olursam, bu durumun uzun sürmesinin eşyanın tabiatına aykırı olduğu kanaatindeyim ben, yani basitçe genel merkez binasından Atatürk posteri sallandırmakla olacak işler değil bunlar. Geçtiğimiz hafta CHP’nin çağrısıyla Taksim’i dolduran, önümüzdeki günlerde İzmir’de Gündoğdu meydanını dolduracak yüz binlere bakalım mesela. CHP yönetiminin olanca “milli mutabakat” çağrısına rağmen alanlardaki insanların AKP’ye ve Erdoğan’a zeytin dalı uzattığını söylemek mümkün olabilir mi? Aynı şekilde AKP’nin bu kitlelere uzun vadeli bir vaatte bulunabilmesinin gerçekliğinden söz edilebilir mi? AKP hala İslamcı bir parti ve İslamcılıkla Cumhuriyetin kurucu değerlerinin kapsayıcı bir hegemonya projesinin sacayakları olarak bir araya getirilmesi siyasal olarak imkânsız görünüyor. Zaten iktidarın şu anki “kapsayıcı” tutumu, “ulusu birleştiren asli figür olarak Atatürk” vurgusu ve Erdoğan’la benzerlik kurma çabası bana göre uzun soluklu olmayacak. Bu ilk şoku atlatıp devlet aygıtında belli bir kontrol aşamasına yeniden ulaştıklarında büyük ihtimalle bu süreç bitecek ve kendi asli gündemlerine dönecekler.
KEMALİZM ANCAK SOL BİR YORUMLA KENDİNİ VAR EDEBİLİR
Geçenlerde Ahmet Hakan’ın Hürriyet’te çıkan ve oldukça ses getiren ‘Hey Atatürk’ başlıklı bir yazısı yayımlandı. 15 Temmuz’dan sonra da -tekil tekil örnekler de olsa- AKP binalarına Atatürk posterlerinin asıldığına şahit olduk. İdeoloji alanında, 12 Eylül Atatürkçülüğü’ne benzer bir AKP Atatürkçülüğü ya da ‘Neo-Kemalizm’ mümkün müdür?
Ahmet Hakan Aydın Doğan’ın has adamıdır ve o yazıyı yazmasını da ona muhtemelen Aydın Doğan söylemiştir. Bu, doğrudan arayıp “yaz” dediği anlamına gelmez illa ki, kimi zaman talimatlar talimat verilmeden de alınabilir, Hakan gibileri “kıymetli” kılan da zaten budur. Neyse, diyeceğim şu ki, Doğan ve sermaye, bir normalleşme, bir restorasyon beklentisi içinde olabilir 15 Temmuz sonrasında. Dolayısıyla kutuplaştırma siyaseti yerine, kapsayıcı bir söylem ve eylem istediklerini söyleyebiliriz. Bu söylemin merkezine ise Atatürk figürünü oturtmak isteyebilirler. Ama hangi Atatürk? Yaptıklarından, söylediklerinden ve düşüncelerinden arındırılmış, metafizik bir birleştiricilik atfedilen ve sadece ve sadece “hâkimiyet milletindir” sözüyle anılarak “demokrasi eşittir sandık” formülasyonuna sıkıştırılmış bir Atatürk. Bunun ise ben ulusalcı, Kemalist ya da cumhuriyetçi olarak kodlanan kesimlerde ciddi bir karşılığı olduğunu, buradan yeni bir Atatürkçülük ya da neo-Kemalizm türetilebileceğini düşünmüyorum. Türkiye’de bugün Kemalizm ancak sol bir yorumuyla kendini yeniden var edebilir ve bu sol yorumun İslamcılığı doğrudan karşısına almadan etkili bir toplumsal güce dönüşme şansı bulunmamaktadır. Ayrıca içeriksiz bir anti-emperyalizmle değil, kamucu bir ekonomi modeliyle, sosyal devlet vurgusuyla, gericilikle sınıf egemenliği arasında ilişki kuran bir laiklik anlayışıyla içi doldurulursa ancak neo-Kemalizm diye bir şey söz konusu olabilir. Bu da nihayetinde sol müdahaleyi gerektirir. Solun Kemalizmi ileriye taşımak gibi bir misyonu yoktur ama kendisine Kemalist diyen kitlelerle bir ilişki tesis etmesi ve onları kendi hegemonya projesine katması bugünün Türkiye’sinde olmazsa olmaz bir nitelik taşımaktadır. İki İslamcı fraksiyondan birinin diğerine darbe yapmaya kalkıştığı ve “laikliğin bekçisi” olduğunu iddia eden bir kurumun bu darbe girişimi gerekçesiyle lağvedildiği günümüz Türkiye’sinde Kemalistlerin tek çıkış yolu yüzünü sola dönmektir, solculaşmaktır. Solun yükseleceği zemin de bu kitlelerle kuracağı dönüştürücü ilişkide saklıdır.
‘MUSTAFA KEMAL’İN ORDUSU GERİ GELDİ’ TEZİ ÜÇ GÜNDE YALANLANDI
Ulusalcılarla kurulan ittifakın laiklik, Kürt Sorunu ve başkanlık gibi başlıklar düşünüldüğünde pürüzsüz bir biçimde ilerlemeyeceğini görebiliyoruz. Bu başlıkların her biri, ittifakı yarıcı özellikler barındırıyor. Kısa-orta vadede bu ittifak açısından başlıklar nasıl sonuçlar doğurur?
Vatan Partisi şahsında somutlaşan rejime koltuk değnekliği eden ulusalcılık biçiminin nasıl bir ahmaklığa tekabül ettiği önümüzdeki günlerde daha iyi görülecek. “Ordu, içerisindeki Amerikancı/Fethullahçı unsurlardan temizlendi, yeniden Cumhuriyet’in ve Mustafa Kemal’in ordusu oldu” yönündeki tezler, sadece ve sadece üç dört gün içerisinde yalanlandı. Çünkü iktidar, darbe gerekçesiyle ilan ettiği OHAL aracılığıyla orduyu, bilinen anlamıyla orduyu ortadan kaldırdı, lağvetti. Askeri okulların kapatılması, YAŞ’ın bileşiminin değişmesi, kuvvet komutanlıkların başbakana bağlanması gibi düzenlemelerle birlikte artık Türkiye’de bildiğimiz anlamda ordu da asker de yoktur. Herhangi bir rotası, hedefi ve aklı olmayan bir toplam kalmıştır bu süreçten geriye ve tarih bu tasfiye sürecine bir avuç da olsalar kendilerine Cumhuriyetçi diyen meczubun desteğini yazacaktır. Buraya elbette ki Kemal Kılıçdaroğlu’nun da ismini eklemek isterim. Kemal Bey bu süreçte Türkiye’nin düzenine can simidi olmak için elinden geleni yapmakta, bunu da yaparken rejimin değirmenine su taşımaktadır. Saray’a çıkışını tarihin nasıl yazacağını hep beraber göreceğiz.
Tekrar Vatan’ın ve kısmen Sözcü’nün temsil ettiği ulusalcılığa dönecek olursam, önümüzdeki süreçte, iktidarın başta eğitim olmak üzere İslami ajandasından herhangi bir şekilde vazgeçmediği görüleceği gibi, Kürt sorununda ordunun bu haliyle savaşı sürdürmenin mümkün olmamasından hareketle yeni bir çatışmasızlık durumu da söz konusu olabilir. Tüm bunlar söz konusu ittifakın berhava olması için yeterlidir ki zaten bir an önce bu olmalıdır. Cumhuriyetçi/Kemalist kitlelerin bir kısmında kafa karışıklığı yaratan bu ittifakın bitişi Türkiye ilericiliği açısından hayırlı olacaktır.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2016/08/asker-nasl-duzeltilir.html
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2009/02/turkiyeye-ordu-lazm-m.html
(yukarida bahsettigi yazisi. o gunden bu yana cok sey degisse de ilginc)
Erdoğan’ın Neşteri İlkin Ordunun Boynuna İnmek Zorunda
Cemil Gündoğan
Erdoğan’ın elindeki neşterin ilkin kimin boynuna ineceği konusunda farklı görüşler, tahminler ve sezgiler var. İsmi en sık anılan kurbanlar Gülenciler ile birlikte Kürtler ve Alevilerdir. Bu liste doğrudur, fakat eksiktir. Orduyu da neşterin birinci kademedeki hedefleri arasına yerleştirmek gerekiyor. Zira eldeki neşterin görece sorunsuz işleyebilmesi, ordunun kontrol edilmesini, eğer bu mümkün olmuyorsa yapılacak ameliyat süresince pasifleştirilmesini gerektiriyor. Türkiye’nin içinden geçtiği ağır koşullar altında orduda kontrol sağlanmaksızın büyük toplumsal ameliyatlara girişmek intihar gibi bir şey olur. Dolayısıyla Erdoğan’ın ameliyata ordunun dizaynından başlaması bir zorunluluktur. Nitekim hükümet kanadından medyaya uçurulan haberlere bakılırsa bu iş için bazı tedbirler planlanmış bulunuyor. Kısa vadede iki tedbirden bahsediliyor:
1- Jandarmayı İçişleri bakanlığına tam bağlayarak (şu an yarım bağlı) süratle yeniden yapılandırmak. Bu düzenlemedeki amaç, sadece muhtemel bir direniş odağını dağıtmak veya kontrol altına almak değildir. Bir de neşterin polisten ve imamlar ordusundan oluşan çekirdeğini yeni silahlı güçlerle takviye etmekle ilgili boyutları var. Neşterin derinlere dalmasının farklı toplumsal kesimlerde yol açacağı direnişleri kırabilmenin tek yolu, neşterin insan ve ateş gücünü arttırmaktır. Eğitilmiş hazır bir güç olarak jandarma bu iş için şu andaki en uygun kaynaktır. Her halde bu iş için Hakkari’den korucu getirmeyi düşünmeyeceklerdir.
2- Orduda geniş çaplı bir temizlik yapmak. Hükümete kuşkuyla bakan bütün subayları Gülenci oldukları gerekçesiyle ordudan atmak veya bu mümkün olmuyorsa pasif görevlere getirmek. Bu işin nasıl yapılacağı teknik bir sorundur. Ellerinde bir OHAL kararnamesi var. İçeriği kamuoyunda pek tartışılmayan bu kararname, hükümete 12 Eylül türü bir yönetim yetkisi vermektedir. Bu kararnameyi işleyebildiği kadar işleteceklerinden şüphe duyulamaz.
Jandarmanın yeniden yapılandırılması ve ordunun subay kademesindeki tasfiyeler kısa dönemde başvurulacak iki asli tedbirdir. Bunların dışında bir de daha az gürültü koparacak tedbirler var. Cumhurbaşkanlığının ve Meclisin korunmasıyla ilgili alanlardan ordunun tasfiye edilmesi bunlar arasındadır. Sözü edilen korumalar, askerin bu iki kurum üzerinde baskı ve kontrol kanallarıdır. Bu kanalların kısa dönemde tıkanması gerekiyor.
Uzun vadeli tedbirlere gelince, bunların esasını subay yetiştirme sistemindeki düzenlemeler oluşturur. Türk ordusu kast esasları üzerinde işleyen bir subaylık sistemine dayanır. Uzman çavuştan teğmene kadar uzanan ve işin hamallığını yapan ast subaylar birçok bakımdan Asyatik Türklere benzerler. Bunlar arasında İslamcılık epeyce yaygındır. Sık sık hacıya hocaya, üfürükçüye koşarlar mesela. Askeriyeden gelen milliyetçilik ile mahalleden gelen İslamın bu buluşması, onları Türk-İslam sentezinin mükemmel birer örneğine dönüştürmektedir. Dolayısıyla Erdoğan’ın bu kademede fazla bir şey yapması gerekmiyor. PKK ile savaşta adam öldürme sanatında hayli tecrübe edinmiş olan bu kategori, yüzyıllık yeni dinci parantezin güvenlik aygıtlarını besleyecek zeminlerden birini oluşturacaktır.
Teğmen ve yukarısındaki kademelerde ise sağ-milliyetçi Kemalizm etkindir. Doğu Perinçek ve arkadaşlarının, bu kademeyi kendileri yönetiyormuş gibi havalar yaymasına bakmayınız. Aynı Perinçek bir zamanlar da PKK’yi yönetiyormuş gibi havalar yayardı ve PKK muhalifi bazı Kürtler de sanki gerçekmiş gibi bunu PKK’yi teşhir etmek için kullanmaya çalışırdı. Bunlar boş propagandadan ibarettir. Perinçek her dönem birilerini yönettiği havasını verir. Bu onun siyaset yapma tarzıdır. Nitekim şu sıralar da Erdoğan’ı yönetiyormuş havası veriyor (Nedense sözü edilen Kürtlerden bu konuda pek ses çıkmıyor). Gerçekte ise ordunun generaller kademesine Kemalist laiklik anlayışını biraz esneterek durumu idare etmeye çalışan sağcılar egemendir. Şu sıralar tuğgenerallere kadar olan kademelere epeyce Gülenci sızdığı iddia ediliyor. Belli bir sızmanın olduğundan kuşku duyulamaz. Fakat Erdoğan ve çevresinin anlattığı boyutlarda bir sızma (bazı propagandalara göreyse tümden ele geçirme) ikna edici görünmemektedir. Erdoğan kliği, Gülenci sızmanın boyutunu abartarak generaller kademesine atacağı neşteri biraz daha derine batırmak için gerekçe üretmeye çalışmaktadır.
Düzeyi ne olursa olsun Gülenci sızma, Erdoğan açısından kısmi ve geçici bir meseledir. Asıl mesele yeni rejime uygun subay yetiştirme sistemiyle ilgilidir. Erdoğan yüz yıllık yeni bir parantez açmak istiyorsa subay yetiştirme sistemini buna uygun bir şekilde değiştirmek zorundadır. Bu da ancak uzun vadeli tedbirlerle gerçekleşebilir. Nitekim ilk tedbirler telaffuz edilmeye başlandı bile. Söylentiye göre, askeri liseler Milli Eğitim Bakanlığına bağlanacakmış.
Harp okullarının ne yapılacağıyla ilgili olaraksa henüz bir şey söylenmedi. Bu sessizlik, akademilerin korunacağının işareti sayılabilir. Bu durumda akademi komutanlıklarına İslamcı eğilimi olan generaller atamak ve Kemalist müfredat yerine İslamcı bir müfredat koymak türünden tedbirler söz konusu olacak demektir. Ayrıca, harp akademileriyle üniversiteler arasındaki işbirliği sahalarını genişleten tedbirler üzerinde de kafa yorulabilir. Bu alandaki her genişleme, İslamcıların tekelinde bulunan üniversitelerin akademiler üzerindeki etkisinin derinleşmesi yönünde sonuçlar üretecektir. Buna, temel öğretimdeki milli güvenlik dersleriyle yapılmak istenen şeyin tersi de diyebilirsiniz. Biliyorsunuz “milli güvenlik” veya “inkılap tarihi” gibi derslerin amaçlarından biri de okulları askerin denetimine açmaktı. Bir zamanlar askeriyenin kontrolünde olan MİT bile ihbarcı devşirmek için bu kanalı kullanırdı. Şimdi durum tersine çevrilebilir, askeri okullar imamların denetimine açılabilir.
***
Yukarıda özetlenen kısa ve uzun erimli tedbirler elbette tam bir liste oluşturmaktan uzaktır. Fakat bugün için önemli olan tam bir liste elde etmekten çok, Erdoğan’ın elindeki neşterinin alandaki güçleri nasıl ve ne yönde etkileyebileceğini görmektir. Yukarıdaki liste göstermektedir ki Erdoğan’ın elindeki neşterin ilk kurbanlarından biri ordu olacaktır.
***
Hal böyle olunca, akla gelen ilk soru, ordunun bu girişime karşı nasıl davranacağı ve bunun NATO gibi orduyla doğrudan bağlantılı kurumlarla ilişkileri ne yönde etkileyeceğidir.
Ordu, darbe girişiminden büyük yara almış durumdadır. Darbe öncesi ve sonrası uğradığı subay kayıplarına ilaveten kurmay heyeti darbeci subaylar tarafından rehin alındığı için rezil olmuş, darbe girişimi esnasında sıradan halka kurşun yağdırdığı için de saygınlığı erozyona uğramıştır. Bu koşullardaki bir ordunun, arkasındaki halk desteği iyice kabaran ve sokakları tutmuş olan Erdoğan karşısında direnmesi zordur. Olaya bu kadarıyla bakıldığında Erdoğan’ın tereddüt etmeden orduya neşter atacağı ve sonuç alacağı düşünülebilir.
Ne var ki bu, fazla basit bir değerlendirme olacaktır. Zira askerlerin moral üstünlüğü kaybetmiş olmaları ne kadar teslimiyeti teşvik ederse, tasfiyelerin besleyeceği varlık kaygısı da o ölçüde direnişi teşvik edecektir. Yeryüzündeki bütün canlı varlıklar gibi toplumsal kurumlar da varlıklarına kastedildiğinde tepki gösterirler, meğerki yaşama güdüsünü tümden kaybetmemiş olsunlar. Dolayısıyla Türk ordusunun ilk şoku atlattıktan sonra Erdoğan’ın elindeki neşterin derinlere inmesine karşı direneceği açıktır. Açık olmayan, bu direnişin çapı, şiddeti ve zamanlamasıdır.
Eklemek gerekir ki, radikal bir tasfiyeye karşı direnmeyi düşünen subayların, bu direnişi dayandırabilecekleri bazı güçlü gerekçeleri var.
Subay kıtlığı bu gerekçelerden biridir. Biliyorsunuz, Türk ordusundaki albay ve üzeri rütbelilerin bir kısmı Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla ordudan atılmış veya kızağa çekilmişti. Bu kayıplara son bir yıldır Kürtlere karşı yürütülen savaşta ölen veya sakata çıkan subaylar eklendi. Şimdi bu iki kategoriye darbe girişimi nedeniyle tutuklanan veya firar eden subaylar ekleniyor. Bu son grupla birlikte orduda ciddi bir subay açığı meydana gelmiştir. İşte bu durum, generallere Erdoğan’ın tasfiye planlarına karşı direnme gerekçesi sunmaktadır. Nitekim Erdoğan kliği harp liselerinin kapatılacağına ve ordunun Milli Savunma Bakanlığına bağlanacağını dair propaganda yaptırmaya başladıktan bir gün sonra, genelkurmayın subay eksikliğini gerekçe göstererek kızağa çekilmiş Ergenekon ve Balyoz davası sanığı subayları aktif görevlere getirdiğine dair haberler okumaya başladık. İlginç bir çakışmaydı.
İkinci gerekçe, Kürdistan’da sürmekte olan savaş ile Suriye krizinin geldiği noktadır. Bunu Amerika ile Rusya’nın Türkiye’nin sınırlarında savaş manevraları yapmakta oldukları gerçeğiyle birlikte düşünürseniz Türkiye’nin ne tür dış tehditlerle karşı karşıya olduğunu anlarsınız. Bu tehditler ve riskler, orduyu istikrarsızlaştıracak çapta tasfiyeleri devletin bekası bakımından riskli bir iş haline sokmaktadır. Tasfiyeleri arzulamayan Kemalist ve NATOcu generallerin bu durumu Erdoğan’a karşı koz olarak kullanacaklarından şüpheniz olmasın. Burası, tasfiyelerin Kürt sorunuyla ilişkisini oluşturan halkalardan birini oluşturuyor ve kendi başına tartışılmayı hak ediyor.
Üçüncü gerekçe, darbecilere ilaveten militan Kemalist subayları da tasfiye etmeye kalkmanın, ordunun içindeki genel hoşnutsuzluk ortamını ve kırılmaları derinleştirerek bu kez hiyerarşi içinde bir darbeye zemin hazırlaması endişesidir. Erdoğan, militan Kemalist subaylardan en az Gülenci subaylardan korktuğu kadar korkmaktadır. Dolayısıyla eline bir fırsat geçmişken bunları da tasfiye etmeye çalışması kadar normal bir davranış olamaz. Fakat bunu yapmak, ordudaki hoşnutsuzluğu yaygınlaştırıp derinleştirerek hiyerarşi içinde bir darbeye kapı aralayabilir. Neşterin derine inmesini engellemek isteyen generallerin bu durumu tasfiyeye karşı bir gerekçe olarak kullanacaklarından emin olabilirsiniz.
Nihayet son noktaya geliyoruz. Diyelim ki Erdoğan’ın bütün hesapları tuttu ve neşteri iyi çalıştırarak Türk ordusunun kontrolünü kısa sürede ele geçirdi ve böylece Batı yanlısı laik bir ordudan İslamcılığın koçbaşı rolüne soyunacak Erdoğancı bir orduya doğru bir dönüşüm gerçekleşti. Peki, bu dönüşüm NATO ve Rusya tarafından nasıl karşılanacaktır? Bütün Batılı ülkelerinin ve Rusya’nın radikal İslamla boğuştuğu bir dönemde, NATO’nun imtiyaz ve imkânlarına da sahip dünyanın dördüncü büyük ordusunun İslamcıların eline geçmesine kansız belasız izin vereceklerini mi sanıyorsunuz? Kendi içinde Türk-Kürt, Alevi-Sünni ve Avrupai Türk-Asyatik Türk diye bölünmüş bir ülkede böyle bir orduyu bütünlüklü haliyle kaç gün yaşatırlar sanırsınız? Bu iş, tanklarla ve toplarla Cizre’deki veya Yüksekova’daki yoksul ve sahipsiz Kürtlerin evlerini başına yıkmaya benzemez; dış dünyadan cevabını fazla gecikmeden alır. Saddam Hüseyin de bir zamanlar dünyanın en büyük ordularından birine sahipti, ama şimdi ne ordusu var ne kendisi ne de ülkesi?
***
Ordu bahsinde durum özet olarak yukarıdaki gibidir. Ancak Erdoğan’ın neşterinden etkilenecek tek kesim hiç kuşkusuz ordu değildir. MİT’ten polise, sermayeden milli eğitime, diyanetten tarikatlara, Alevilerden Hıristiyan azınlıklara, Türk milliyetçilerinden Kürtlere ve liberallere kadar bütün kurumlar ve toplumsal kesimler bu neşterin hedefi olacaklarına göre yukarıda orduyla ilgili yapılan tahlilin benzerlerini bu gruplar için de yapmak ve Erdoğan’ın kafasındaki ameliyatın bu gruplara muhtemel etkilerini analiz etmek gerekiyor. Ama bu yaz günü bir dizi yazmayacağıma söz vermiştim. Belki başkaları bu eksiği tamamlar. Ben, çok merak edilen bir soru sorarak yazıyı bitirmek istiyorum. Soru şudur: Karşıda bu kadar güç varken Erdoğan böyle bir neşter atmaya cesaret edebilir mi?
Belirtiler, Erdoğan’ın önüne gelen fırsatı tepmeyip risk almayı düşündüğünü gösteriyor. Fakat bu düşüncesini nasıl ve hangi hızla hayata geçirmeye kalkışacağını kestirmek zor. Kürtlerle savaş içindeyken, güney sınırında dünyanın en büyük iki ordusu savaş manevraları yapıyorken ve Suriye savaşının enkazı Türkiye’nin üzerine yıkılmışken böyle bir neşter atmak intihar anlamına da gelebilir. Nitekim Mısır’daki Mursi olayında böyle olmuştu. Mursi de arkasındaki çoğunluğa dayanarak İslamcı bir parantez açmaya kalkışmıştı. Fakat elindeki neşterin çalışmaya başlaması Mısır’daki güç ilişkilerini öylesine hızla değiştirdi ki, kısa süre içinde kendini hapiste buldu.
Bununla Türkiye’de de aynı şey olur demek istemiyorum. Değişik koşullar değişik sonuçlar üretir. Ancak iktidardaki bir kliğin, kendisine uygun bir rejimi kalıcılaştırmak amacıyla toplumun başka kesimlerine karşı sert bir saldırıya geçmesi durumunda olacak şeyler değişmez: alan yeniden harmanlanır, yani alandaki bütün güçlerin birbirlerine karşı konumlanışları ve bunların dış dünyayla olan bağlantıları değişir. Bu değişiklikler neşteri atmaya çalışan kliğin istediği yönde de gerçekleşebilir aleyhinde de. İşin bu kısmı, alanın yapısına ve dış koşullara bağlıdır.
Bazı belirtiler, Erdoğan’ın buradaki zorlukları gördüğüne işaret ediyor. Mesela ordu içindeki tasfiyeyi gerçekleştirirken, CHP ile HDP’nin temsil ettiği toplumsal kesimlerle ilgili tansiyonu düşürmeye çalışıyor. CHP’nin Taksim mitingine katılarak bu partiyi kuşatmaya ve renksizleştirmeye çalışması, bunun bir ifadesi. CHP öylesine kuşatıldı ki, kendi mitinginde kendi bayrağını bile açamadı! Ama CHP’yi ve Doğan medyası gibi kurumları “özlediğimiz tablo” söylemi eşliğinde yumuşatıp, kuşatıp hareketsizleştirirken kendi kitlesini alanlarda toplayarak onların CHP’nin temsil ettiği toplumsal kesimlere düşmanlığını bilemeye devam ediyor.
Aynı şekilde yeni bir barış sürecinin başlayacağına dair dedikodular yayıp Kürtleri Gezi olayındakine benzer bir kafa karışıklığının ve hareketsizliğin içine itmeye çalışıyor. Gezi’deki kafa karışıklığının, muhtemelen Gezi’de yaşanacak olan bir savaşı, bu hareketin bastırılmasıyla Kürt şehirlerine davet ettiğini (bugün bile) anlayamamış olan Kürt sağcılarıyla muhafazakârlarını (elbette hepsini değil) ve siyasetlerini Barzani-Erdoğan yakınlığının kendilerine açacağını umdukları alan üzerine kurmayı planlayan PKK dışındaki bazı Kürt partilerini ve kurumlarını bu dedikoduları yayan kanallar olarak kullanmaya çalışıyor. Bütün bunlar Erdoğan’ın, elindeki neşterle herkese aynı anda saldırmayıp kurbanlarını parça parça ameliyat masasına yatırmayı planladığını gösteriyor. Bu stratejinin başarıya ulaşıp ulaşamaması, büyük ölçüde Erdoğan’ın neşter atacağı güçlerin bu gerçeği anlayıp anlamamasına bağlıdır.
2016-07-27
———————————–
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/2546-erdogan-in-nesteri-ilkin-ordunun-boynuna-inmek-zorunda
Erdoğan’ın Neşteri
Cemil Gündoğan
Hükümetin, darbeciler karşısında duruma hakim hale gelmesinden sonra halkı ısrarla sokaklarda tutmaya çalışması, olaya dışarıdan bakanların pek anlayamadığı bir durum. Normalde müdahaleye konu olmuş bir hükümetin yapacağı ilk iş, merkezi kontrolü ele geçirdikten sonra askeri kışlasına, polisi karakoluna, halkı da evine yollayarak yaşamı normalleştirmeye çalışmak olur. Bu işi ne kadar hızlı başarırsa, otoritesine ilişkin içerde ve dışarda oluşmuş tereddütleri o kadar erken gidereceğini ve bununla bağlantılı ekonomik belirsizliklerle siyasi komplikasyonları daha kolay bertaraf edeceğini bilir. Fakat Erdoğan hükümeti böyle davranmıyor. Borsanın ve doların istikrarına yönelik bazı iktisadi tedbirler haricinde sakinleştirici davranmıyor. Halka, evlerinize girin çağrısı yapmıyor mesela. Tersine, “sokaklara çıkın,” diye teşvik ediyor. Hatta hükümet yanlısı bir yazarın “silahlarınızı alıp sokağa öyle çıkın” dediğini bile duyduk. Günün olmadık bir saatinde “filanca askeri üste hareketlilik var” türünden haberler uçurup halkta telaş yaratmak rutin bir şey gibi. Hiçbir şey yapılmasa, “Amerika Erdoğan’ı vurmak istedi!” diye sansasyonel haberler yazdırılıp bunun diplomasi koridorlarında konuşulması sağlanmaya çalışılıyor. Kısacası, Erdoğan kliği ekonomide sükunet siyasi alanda ise aksiyon istiyor. Peki, neden?
Bir darbe sonrasında nasıl davranılması gerektiğini bilmemesinden olabilir mi?
Sanmıyorum. Gerçi insanlar gibi devletlerin de aklını kaybettiği anlar vardır. Fakat buradaki iş akıl kaybına benzemiyor. Tersine, her şey hesaplı fakat riskli bir stratejinin varlığına işaret ediyor. Bu yazıda Erdoğan ve çevresinin sonu kanlı bitme ihtimali yüksek bu çılgın stratejisine değinmek istiyorum.
***
Görebildiğim kadarıyla hükümet kanadında bu konuda iki eğilim var. “Üç aylık OHAL ilan ettik, ama işimizi 1-1,5 ayda bitiririz,” mealinde konuşan birinci eğilim, darbe sonrası sürecin yukarıda özetlediğim normal formlar içinde yürütülmesine yatkın görünüyor. Reuters’e “OHAL’i üç ay daha uzatabiliriz,” diye demeç veren Erdoğan ise başka bir strateji tutturmuş görünüyor. “Bu şans bir liderin eline bin yılda bir sefer geçer. Böyle kritik bir anda tereddüt etmemek gerekir; neşteri olabildiğince derin vurmak gerekir ki, kurulacak rejim kalıcı olsun.” şeklinde özetlenebilecek bir strateji. Ekonomi dışındaki alanlarda aksiyon isteyen davranışlar, bu strateji içinde rasyonel bir nitelik kazanıyor.
Erdoğan’ın yeni stratejisi başarıya ulaşsa da rakipleri tarafından boşa çıkarılsa da önümüzdeki on yıllar boyunca Türkiye’nin ve Kürdistan’ın kaderini çok yakından ilgilendirecek sonuçlar üreteceği için üzerinde durmamız gerekiyor. Cevap aramamız gereken başlıca sorular şunlar:
1) Erdoğan’ın neşteri kimlerden oluşuyor?
2) Bu neşter kimlere vurulacak?
3) Neşter atıldığında bugün alanda bulunan güçlerin birbirlerine karşı ilişkileri ameliyattan nasıl etkilenecek ve bu durum neşteri ve onu elinde tutanları nasıl etkileyecek?
4) Ameliyatın dış ilişkilere etkileri neler olacak ve burada yaşanacak değişikliklerin alandaki güçlere ne gibi yansımaları olacak?
Soruları bakan bazı okurlar, “Eyvah, yine uzun bir yazı dizisi geliyor!” diye endişelenebilir. Gerçekten de her biri, üzerinde uzunca yazmayı gerektiren konular bunlar. Fakat tedirgin olmanıza gerek yok; bu yaz sıcağında insanlara geçen sene olduğu gibi kitap uzunluğunda dizi okutma niyetinde değilim. Böyle bir dizinin yararsız olduğunu düşündüğümden değil. “Bu görüşler ilginç; yazıktır, internet ortamında kaybolup gitmesinler, bir kitap haline getirelim,” diyerek müstakbel diziyi bir kitaba dönüştürmeyi önermesi muhtemel Vate Yayınevini ekonomik sıkıntıya sokmamak için. İnsanlar artık kitap okumuyor, olan bu tür idealist yayınevlerine oluyor. Bu nedenle uzun bir dizi yazıp yayınevinin vebaline girmek yerine arka planlarına fazlaca değinmeden ilk iki soruyu cevaplamakla yetineceğim. Son iki sorunun cevabı ise okurun hayal hanesine kalsın.
***
İlk sorudan başlayabiliriz. Erdoğan’ın elindeki neşterin çekirdeği, yıllar önce yazdığım gibi, Menderes’ten bugüne kadar hükümetler tarafından orduyu dengelemek için neredeyse kesintisiz biçimde palazlandırılmış olan polis ile son yirmi yılda özel bir orduya dönüştürülmüş imamlardan oluşuyor. Darbe girişimi vesilesiyle sokaklara çağrılan kitleler ise bu neşteri besleyecek ve bileyecek kaynaklardır. Bu çekirdek, ihtiyaç duyulursa, ruhsatlı silah dağıtımını kolaylaştıran bir yasa marifetiyle sivil milislerle takviye edilecektir. Suriyeli sığınmacı kitlenin arasına dağılmış olan ve Suriye’deki savaş sonlandığında sayıları muhtemelen daha da artacak olan Suriye iç savaşının şeriatçı katillerinden ek birlikler oluşturmak da aynı bağlamda düşünülebilecek tedbirler arasındadır. Tıpkı Irak’taki yönetimin Afganistan veya İran kökenli Şii milisler kullanması veya Beşar Esat yönetiminin Hizbullah militanlarını istihdam etmesi gibi.
Neşterin kimlere atılacağı sorusuna gelince, burada önce neşter atarak varılmak istenen hedefe bakmamız gerekir. Erdoğan önderliğindeki İslamcı kadro, yuvarlak hesapla 2010 yılına kadar iktidara yerleşme çabasını önde tutuyordu. O tarihten sonra ise 2023’te tamamlamayı umdukları yeni bir rejim kurmakla meşguller. Bu iş şimdiye kadar bazen normal (hukuki) yollarla bazen de zorla tasfiye yoluyla yürütülüyordu. Fakat son darbe girişimi işin seyrini değiştirdi. Darbecilerin başarısızlığı, Erdoğan’ın bu emellerini daha kısa sürede gerçekleştirmesine uygun koşullar yarattı. Neşteri olabildiğince derin vurup kalıcı bir rejim değişikliği yapmak imkân dahiline girdi. Şimdi gündemde olan M. Kemal’in cumhuriyetin başlangıcında yaptığına benzer bir ameliyattır.
Biliyorsunuz, M. Kemal, padişahın Müttefiklerle işbirliği yapmasını fırsat bilerek 1922’de hanedanlığı ilga etmişti, iki yıl sonra da şeriat mahkemeleriyle dini okulları kapatıp Halifeliği lağvetti. Sistemin sosyo-ekonomik temellerine fazlaca dokunmayan bu tür hamleler, gerçekte uzun sürecek rejim kurmayı hedefleyen bir ameliyatı ifade ediyordu. Atatürk, savaşı kazanmış olmasının verdiği tarihsel fırsatı kullanarak neşteri olabildiğince derinden vurmaya çalışıyordu. 1928’de Arap alfabesini yasaklayarak eski elitin elindeki kültürel ve sembolik sermayeyi bir gecede sıfırlaması, neşterin daldığı derinlikler hakkında bir fikir verebilir.
İttihatçı neşterin bu keskin manevraları, uzun süreli bazı çelişkiler ve çatışma alanları yaratsa da yeni kurulan rejimin bir asra yakın yaşamasına da olanak sağladı. Dinci iktidarın bugünlerde “doksan yıllık parantez” dediği şey, işte o derin İttihatçı neşterin ürünüydü.
Erdoğan’ın yeni stratejisi de genel hatlarıyla buna benziyor. Erdoğan darbe girişimini fırsat bilerek neşteri olabildiğince derinden vurmak ve bu sayede hiç olmazsa yüz yıl sürebilecek yeni bir rejim inşa etmek istiyor. Buna isterseniz dinci parantez diyelim.
Bu ikinci parantezi bazıları başkanlık sistemi olarak adlandırıyor, bazıları ise halifelik olarak. Adına ne derseniz deyin böyle bir parantez için neşter atmanın yetmeyeceği, neşterin derinden atılması ve uzunca bir süre çalışması gerekeceği açık. Konuyla ilgili bir fikir edinebilmek için M. Kemalin neşterine bakabiliriz. M. Kemal, Batılı devletlerin desteğini almış olduğu halde neşteri 1922’den 1938 Dersim kırımına kadar çalıştırmak zorunda kalmıştı. Zaten kendisi de o yıl öldü.
Burada tartışılan konu, Erdoğan’ın bu ameliyatı başarıp başaramayacağı değildir. Tartışılan, Erdoğan’ın şu andaki stratejisidir. Hiç şüphe yok ki, sözü edilen ameliyat kolay değildir. İşin zorluğunu Erdoğan da biliyor olmalıdır. Radikal bir rejim değişikliğinin içeride çatışmalara sebep olacağını, bu çatışmadan galip çıksa bile, yeni rejimi uluslararası sisteme eklemlemedikçe ayakta kalamayacağını muhtemelen o da biliyordur. Fakat şu anda arkasında bulunan halk desteğini eğer sokak basıncıyla, polisin ve MİT’in estireceği terörle ve bazı ekonomik tehdit ve yemlemelerle pekiştirebilirse içerideki direnişi kırabileceğini ve buradan elde ettiği güç ve konumla bir sonraki adımda yeni rejimin dışarıyla olan sorunlarını da çözebileceğini hesaplıyor olmalıdır. İçeride oldukça sert davranırken Batı’ya karşı ipleri koparma derecesine vardırılmayan bir gerilim politikası izlemesi, böyle bir düşüncenin ifadesi olabilir. Herkesin “Tamam, darbe bastırıldı; artık normalleşeceğiz.” diye beklediği bir sırada Erdoğan’ın OHAL ilan etmesi, resmi işkence yapma süresini otuz güne çıkarması türünden tedbirler buna işaret ediyor.
Bu durumda bize, havaya kaldırılmış olan neşterin içeride kimlerin boynuna indirileceğini sıralamak kalıyor. Yaygın kanaate göre bunlar Gülenciler, Kürtler, Aleviler, solcular, Erdoğan diktatörlüğüne boyun eğmeyen Türk milliyetçileriyle liberallerdir. Liste doğrudur fakat eksiktir. Gerçekte bu gruplara dahil olsun veya olmasın, yeni rejimin inşasında sorun çıkaran herkes neşterin hedefi durumundadır. Daha da önemlisi, dinci parantezin uzunluğu, neşterin ineceği boyunların ne kadar derinden kesileceğine bağlıdır. Fakat neşterin işlemesi bazı ön koşullara bağlıdır. Bu koşullar, kurbanlarla ilgili listeyi revize etmemiz gerektiğini söylüyor. Gelecek yazıda buna bakalım. Söz veriyorum, uzun bir yazı olmayacak.
2016-07-26
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/2544-erdogan-in-nesteri