Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Dünya Devriminin 1. 2. ve 3. Dönemleri…

Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Ortadoğu

Daha önceki birkaç yazımda dünya devrimi gibi “demode” bir kavramı kullanmakta ısrarlı olduğumu belirtmiştim. Üstelik unutmayalım ki, modalar dönem dönem yeniden canlanır ve insanlar yeniden eskiye dönüş yapar gibi görünürler. Ama bir üst düzeyde.

Dünya devrimini üç ana bölüme ayırıyorum: 1. 1789 (Fransız Devrimi) -1871 (Paris Komünü): Aşağıdan kitle devrimleri dönemi; 2. 1889 (II. Enternasyonal’in kuruluşu) – 1956 (Macar Devrimi): Parti öncülüğünde devrimler dönemi; 3. 1966 Çin Kültür Devrimi ve 1968 Avrupa Devrimi ile başlayan ve günümüzde, Fransa ve İngiltere öğrenci hareketleriyle; Yunanistan, Arnavutluk ve Tunus ayaklanmalarıyla devam eden  aşağıdan sosyal patlama ve kültürel dönüşüm dönemi.

İnsanlığın kolektif bir bilinci ve belleği olduğunu düşünme eğilimindeyim. Toplumsal deneyler insanlığın kolektif bilinç ve bellek havuzunda toplanır ve bir karışım oluşturur.

Fransız devrimi, Marksistlerin sonradan koyduğu adla ne bir burjuva devrimiydi, ne de yukardan bir Jakoben devrimi. O, ilk büyük aşağıdan kitlesel devrimdi ve yalnız Fransa’ya değil, tüm Avrupa’ya, hatta dünyaya yeni bir toplumsal dönüşüm soluğu getirdi.

1789’u örnek alan ve daha ileri giden devrim girişimi, tüm Avrupa’yı baştan aşağı kasıp kavuran 1848 devrimleriydi. Karşıdevrimci burjuvazinin orduları tarafından zorbalıkla ezilinceye kadar devrimin şarkısını neşeyle her yana yaydı. Bu devrim, tüm Avrupa’yı neşeye boğmasıyla da, ağır yenilgisiyle de 1. Devrim Döneminin zirvesi olarak görülebilir.

1871 Paris Komünü ayaklanması, aşağıdan devrim oyununun kapanış sahnesini oluşturur. Yenilgisiyle bile herkesi ayağı kaldıran muhteşem bir sahnedir bu.

Yaklaşık yüz yıl süren aşağıdan devrimler dönemi, insanlığın ortak belleğinde ve bilincinde bir sıçramaya yol açmıştır: Toplumsal dönüşümü sağlamak için sadece aşağıdan ayaklanma ve devrimler yetmez. Devrimin zaferi için örgütlü, hatta merkezi bir güç gereklidir. Bu güç partidir.

1889 yılındaki II. Enternasyonal’in kuruluşunu, bu ortak bilincin ete kemiğe bürünmesi ve 2. Devrim Döneminin başlangıcı olarak alabiliriz. Ne var ki, aynen insana ilişkin modalarda olduğu gibi, yeni bir dönemin (ya da modanın) başlaması eski dönemin (ya da modanın) bıçakla kesilir gibi kesilmesi anlamına gelmez. Eski, kendini, bir alt akıntısı olarak sürdürür. Yeni dönemin parlayan yıldızı Marksizmdir. Rusya’da Narodnizm, Avrupa’da ise anarşizm, eski ayaklanmacı geleneği, (gerçek kitle ayaklanmaları döneminin sona erdiği koşullarda) Blankist tarzda, önceden planlanmış silahlı ayaklanmalar, planlanmış suikastlar ve en nihayet, 19. Yüzyılın sonunda ve 20. Yüzyılın başında görülen bireysel şiddet eylemleriyle sürdürmeye çalışırlar ama aslında bu, kendiliğinden ayaklanmacı geleneğin yenilgisinin, bu tür bireysel eylemlerle ilan edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.

2. Devrim döneminin temsilcisi II. Enternasyonal, kendi içinden, örgütlü devrim fikrini öncü partinin örgütlediği devrim fikrine doğru eğen (şu meşhur çubuğu eğme olayı) Lenin gibi teorisyenler ve yine Lenin’in şahsında bu teoriyi pratiğe uygulayan önderler çıkarttı. 1917 yılındaki bu doğum, aynı zamanda II. Enternasyonal’in, en azından radikal devrimciler dünyasındaki ölümü anlamına geliyordu.

1917 Sovyet Devrimi, toplumsal ayaklanmanın bir “öncü parti” aracılığıyla örgütlenmesinin zaferi olarak bilinçlere işlemekle kalmadı, aynı zamanda devrimin getirdiği toplumsal değişimin bu öncü parti aracılığıyla örgütlenmesine de yol açmış oldu.

Bolşevik iktidarı dönemindeki uygulamalar ve hele 1930’lu yıllardaki, Stalin’in büyük temizlikleri, insanlığın belleğine ve bilincine bir başka gerçeği daha kazıdı: Devrim örgütsüz olmuyordu ama kitle inisiyatifini bastıran ve her şeyi partiye bağlayan bir devrim deneyimi devrimin başarısızlığından da daha büyük bir felaketti; devrimin ölümüydü.

Öncü partili devrim döneminin ölüm çanları, Sovyet Kızıl Ordusu’nun Nazilere karşı askeri zaferleriyle gerçekleşen “Doğu Avrupa Devrimleri”nin hemen ardından çalmaya başladı. Berlin’deki, Poznan’daki işçiler, işçi sınıfını işçi sınıfı adına baskı altına alan, grev hakkını gaspeden ve işçileri zorla çalıştıran parti diktatörlüğü rejimlerini kabul etmemiş ve ayaklanmışlardı. Macaristan 1956, bu kabul etmeyişin en beliğ ifadesi oldu ve Macar Devrimi görkemli bir kapanış sahnesiyle partili devrimler dönemine son verdi.

Ne var ki, yukarda da belirttiğim gibi, eski, bıçakla kesilir gibi sona ermiyordu. Marksist-Leninist partiler ve bu tür partilere dayanan devrim deneyimleri bir anda son bulmadı. Hatta 1970’lerin ortalarına kadar, iktidarı ele geçirme anlamında (Hindiçini devrimleri) yeni başarılı örnekler de ortaya koydu. Ama artık bir gerçek ayan beyan ortaya çıkmıştı ve sonraki örnekler bu gerçeği yeniden ve yeniden ispatlamaktan başka bir şeye hizmet etmeyecekti: İktidarı ele geçirme anlamında başarılı olan öncü partili devrimler, iktidar sonrasında kitleleri bastıran ağır bürokratik diktatörlüklere dönüşüyorlardı.

Bugün halen içinde yaşadığımız 3. Dönem, yazının girişinde de belirttiğim gibi 1966 Çin Kültür Devrimi ve 1968 Avrupa Devrimi ile başladı. İnsanlığın kolektif bilinci ve belleği, partili devrimler döneminden dersler çıkartmış, 19. Yüzyıldaki 1. Devrim döneminin kendiliğinden kitlesel ayaklanma geleneğini yeniden hatırlamış ve bu bileşime bağlı olarak yeni deneylere girişmiştir.

Çin Kültür Devrimi’nin ÇKP eliti tarafından kısa sürede yozlaştırılmış ve manüple edilmiş olması, bu devrimin tüm dünyaya verdiği bir mesajın önerimini azaltmaz: Devrim yukardan değil aşağıdan gelir; devrimin düşmanı dışarda değil, öncelikle içerdedir; öncelikle içerdeki ve yukardaki yozlaşmayı alt etmek gerekir. Bunlar önemli mesajlardır ve anarşizmin iki yüz yıldır temsil ettiği aşağıdancı toplumsal devrime güç katar. Öte yandan, 1968 Avrupa devrimi, çok yeni bir boyut katmıştır devrime: Aşağıdan kültürel değişim. Zaten 1968 devriminin iktidar iddiası yoktu. Onun en büyük iddiası ve yeni döneme katkısı, özinisiyatife dayanan ve “hemen, şimdi” sloganıyla belirlenen muazzam ve çoğulcu bir kültürel altüst oluşu ve değişimi gündeme getirmesiydi. Geçmiş devrim deneylerinin önemli ölçüde ikinci plana attığı, başlı başına devrimci bir perspektif değişimiydi bu.

Elbette Çin Kültür Devrimi gibi 1968 Avrupa devrimi de kısa sürede yenilgiye uğradı ve hatta yozlaştı, bazı dallarıyla liberalizme dönüştü. Yenilgi, aynı 19. Yüzyılın sonunda bireysel şiddetin ortaya çıkmasına benzer bir şekilde, küçük grupların şiddet eylemlerini (RAF, Kızıl Tugaylar vb) doğurdu ve daha da ağır bir yenilgiyle noktalandı. Ama yeni dönemin temsilcisi 1968, insanlığın bilincinde yeni bir sıçramayı temsil ediyordu ve bugün de devrim bu bilincin yeni deneyimlerle geliştirilmesi üzerinden ilerliyor.

19. yüzyıl devrimlerinde merkez Avrupa’ydı. 20. Yüzyıl devrimlerinde merkez (Rus, Çin ve Hindiçini devrimleriyle) Asya’ya kaydı. Bugün, 3. Devrim döneminde devrimin merkezinin yeniden Avrupa’ya kaydığını görüyoruz ama bu Avrupa 19. Ve 20. Yüzyıl Avrupa’sından farklıdır. Hem mekân, hem de içerik olarak.

Mekân olarak farklıdır, çünkü haritaya baktığımız zaman göreceğimiz gibi, devrim, adeta bir hilal gibi Avrupa’nın dış çeperinde, yani bir anlamıyla taşrasında etkili olmaktadır: Arnavutluk, Yunanistan, İtalya, İspanya, Fransa, İrlanda, İngiltere. Çok açık değil mi? İç Avrupa değil, çevre Avrupa’dır bu. Dahası buna, çevre Avrupa’nın da dışı sayılabilecek Tunus, Fas, Cezayir ve Mısır’ı da katalım. Bu ülkeler iç Arap ve islam ülkelerinden farklı olarak görece “Avrupai” Arap ve İslam ülkeleridir; önemli bir marjinal Avrupalı nüfusu barındırmaktadırlar ve dolayısıyla diğer İslam ülkelerine göre Avrupa’daki gelişmelerden daha çabuk etkilenmektedirler. İçerik olarak derken de şunu söylemek istiyorum: Avrupa artık eski Avrupa değildir. Bu Avrupa Asya ve Afrika göçmen nüfusunun doluştuğu bir Avrupa’dır. Bu nüfus, Avrupa’da hem objektif hem de sübjektif olarak kapitalizmin krizine katkıda bulunmaktadır.

Yazının başından beri insanlığın kolektif bilincinden ve belleğinden söz edip duruyorum. Eğer bu gerçekse, bugünkü devrimci kalkışmalarda izlerini görüyor muyuz bunun? Evet!

Londra, Belfast, Paris ve Atina’daki öğrenci hareketleri tamamen aşağıdan ve özinisiyatife dayanarak gelişiyor. Güdümleyici hareketlerin ya da partilerin bu hareketlerdeki rolü sıfıra yakındır. Ayrıca, bu değişim rüzgârı tamamen yeni bir kültürel değişim ve arayışla el ele geliyor gündeme. Gençler, bu zamana kadar görülmemiş ölçüde bir ekolojist kültürün taşıyıcısı konumundalar artık. Veganlık ve vejateryanlık Avrupalı gençlik kuşağında yaygınlık kazanıyor. Anti-kapitalist bilinç ekoloji üzerinden gelişiyor ve yeni yaşam tarzları “hemen, şimdi” gündeme geliyor. Bunlar, ‘68’den devralınan bir bilincin, 2000’li yıllardaki anti-global hareketlerle zenginleşerek günümüzde daha da bir üst düzeye çıkartılması anlamına geliyor. Tunus ve Yunanistan’daki aşağıdan kitle ayaklanmalarında da yeni bir yönelim göze çarpıyor. Tunus’ta ayaklanan kitleler, hem ayaklanmayı sürdürebilmek, hem de her sosyal patlamada görülebilecek yağma ve saldırılardan korunabilmek için kendi aralarında özsavunma müfrezeleri kuruyorlar. Kolektif insanlık belleği, kimbilir tarihin hangi deneyimlerinden çıkartıp onlara hatırlattı böylesi özörgütlenmeleri.

27 Ocak günü, İzmit’te, Kocaeli Kültür Kolektifi’nin düzenlediği “Türkiye’de ve Dünyada Kültürel Dönüşümler” panelinde bunları tartışmayı düşünüyorum.

Gün Zileli

25 Ocak 2011

40 Comments

  1. Bütün Islam ülkelerinde Tayyip devrimleri olacak

    Islam dünyasinda, özellikle Ortadogu’da tek devrim Ak Parti çizgisindeki partilerin önderligindeki kadife Ak Devrimler olacaktir. Kemalist, Nasirci, Burgibaci, vb rejimler yikilip, darbeciler ve onalrin solcu geçinen süprüntü usak ve saksakçlari tarihin çöplügüne süpürülecektir.

  2. MAZERETİM VAR ASABİYİM ABİ

    Amin kardeşim, amin……….

  3. Gün Dem

    Sadece birkaç düşünce:
    Şu devrim sözcüğü çok ucuzladı çağımızda. Macaristanda bir de Seçim sandığı devrimi var artık. Yeni hükümetin başı (bu lafı Tr.de kim kullanmıştı başbakan dememek için, çok hoşuma gitti şimdi) Evet yeni hükümetin başı sandıktan devrimle çıktığını iddia ederek ortalığı hallaç pamuğu gibi atmaya başladı.

    Devrimi bence gerçekten devrim diyebileceğimiz yerlerde kullanmayı tercih ediyorum. Anlayamadım l956 neden Macar devrimi oluyor. Ne devirdi? Nasıl bir köklü değişiklik yaptı. Bunu nasıl örneğin bir Fransız devrimiyle ya da bir l917 ile aynı konuşmada ele alabiliriz.
    l956 ya verilecek en doğru ad “ayaklanma”dır. Bakmayın siz bugün Macaristanda ve dünyanın çeşitli taraflarında cart curt Macar devrimi diye söz ettiklerinden. Biz belki görmeyeceğiz ama ilerde tarih bunu yerli yerine oturtacak. Bu konuda daha sayfalarca yazabilirim ama ileriye bırakalım bunu.

    Sevmemekle beraber hatta doğru da bulmamakla beraber hiç değilse kelime üzerinde anlaşalım diye ben de devrim sözcüğünde kalayım. Bugün yaşadığımız çağ artık devrimler çağı değil. Değişimler çağı olsa olsa. Kimi devireceğimizden bile haberimiz yokken ne devriminden bahsediyoruz?

    Ne demek iç Avrupa, çevre Avrupa? Fransa neden çevre Avrupa oluyormuş? İrlandaya neden Çevre avrupa oluyor? Daha bir yıl öncesine kadar AB nin örnek ülkelerinin başında geliyordu. Avrupada iki avrupa var. Avrupa birliğinde ilk birleşenler ve sonra onlara yamananlar. Avrupada çifte standart olduğu ayan beyan meydanda?

    İspanyadaki, İrlandadaki, Yunanistanda vb. hareketler benim görüşüme göre o kadar özlenen tabandan gelen devrimci hareketler değil. Bunlar birçokları tarafından -çok kez yerinde olarak- şiddetle eleştirilen Sovyetler Birliğinin varlığı sırasında, „aman dikkat edelim bizde de çalışanlar (içşiler vb) S.B ne özenip başımıza iş açmasın diye Batı dünyasının, çalışanlarına verdiği hakları (hani şu sosyal devlet dedikleri), Dünyada tek jandarma olarak Amerika kaldı kalalı birer birer ellerinden almaları sonucu patlayan hareketlerdir. Bugün sokaklara dökülenler ekonomik durumları iyi olduğu sürece ortalık tıstı. Bir tek Cenovada (Cenovada mıyıdı) temeli gerçekten ekonomik olmayan büyük bir antiglobal yürüyüş olmuştu. Sonra sus pus. Arap ülkeleri dersek başka alem, başka konu! Gençlerin ekolojik hareketi de dikkat edersek tuzu kuru gençlerde kalıyor. Benim tanıdığım kimi gençler bana akıl öğretiyor kağıtla çıktısını alacağıma bilgisayarda okusaymışım yazıları. Az kağıt gerekirmiş, az ağaç kesilirmiş. Söyleyenlerin tuzu kuru. Metronun alt geçidinde evsiz kalanların ya da varoşlarda yaşayanların ekoloji umurunda değil. Özgürlük te umurunda değil. Karnı aç. Evi yok. Gün Zileli genelde olaylara felsefe, sosyoloji temelinde yanaşıyor. Ben pek anlamıyorum ekonomiden ama burada televizyon tartışmalarında bir felsefeciyle bir sosyolog, bir politologla bir ekonomistin konuşmalarını, neden sonuç ilişkileri hakkında söylediklerini dinleyicnce aradaki farka şaşıp kalıyorum.
    Şimdilik bu kadar.

  4. Gün Zileli

    Gün Dem arkadaşın eleştiri ve uyarılarında birçok haklı yan var elbette. Örneğin “Devrim” kavramının ucuzlaması bunlardan biri. Bugün araba reklamları bile “devrim” diye yapılıyor. “Süratte devrim” gibi örneğin. Yaşadığımız dönem her şeyin içini boşaltıyor. Ne var ki, ML’in geçtiğimiz dönemde “devrim” kavramını tekeline alması da bir başka uç. Devrimin illa bir “öncü” partinin yönlendirilmesi altında olması gerekmiyor. Nitekim, İran devrimi de, sonradan bir felaket getirmesine rağmen bir devrimdi, Çin Kültür devrimi de öyle.

    Devrimler, o anda yaşananlardan çok, toplumlara ve insanlığa verdikleri mesajlarla anlam kazanırlar bence. Macar Devrimi bir devrimdir, sosyal patlama olmasının ötesinde, tek parti diktatörlüklerine karşı esaslı bir işçi ve halk cevabı olması ve bu dönemi, fiilen olmasa bile “artık yeter” anlamında sonlandırdığı için anlamlıdır. 1956’nın mesajı 1989’da hayata da geçmiş, tek parti diktatörlükleri doğu Avrupa ve Rusya’da gümbür gümbür yıkılmıştır. Çin Kültür devrimi de, fiiliyatta aşağıdan bir zulüm çarkına dönüşmüş olsa da (bkz. Aşağıdan giyotin yazısı) toplumsal tarihe çok önemli bir mesaj bırakmıştır: Yozlaşma içerdedir ve yukardadır. Hiçbir teorisyenin ya da feylezofun öğretemediğini bu devrim öğretmiştir.

    Gençlerin ekoloji alanındaki duyarlılıkları küçümsenmemelidir bence. Onlar bugüne temsil ediyorlar. Önerileri saçmalık düzeyinde de olabilir ama bu önemli bir duyarlılıktır. Bugüne kadarki devrimler bunu ihmal ettiler. Hatta sanayileşme uğruna kapitalizmin doğayı mahveden tutumuna katkıda bulundular, hem de en önde. Karnı aç insanın bu alanda duyarlı olmaması normal ama zaten aç karnından başka bir şey düşünemeyen insanlar devrimin öncüsü olamazlar pek. Devrim düşüncesini en azından başlangıç dönemlerinde orta sınıflar taşır biraz da. Sonra aç adam bu söylemleri benimseyip ayaklanır. O zaman o ileri fikirleri taşıyan orta sınıf mensupları ürküp kaçışırlar. 1917’de böyle oldu. Keşke kaçışmasalardı. Sadece açların eline kalan bir devrimde de çeşitli gaddarlıklar, aydın düşmanlığı gibi olumsuz şeyler ortaya çıkabiliyor.

    Fransa konusunda haklı Gün Dem. Belki de fazla ileri gittim, ya da şematize ettim ama bunların Avrupa’nın esasen Güney ve Batısını oluşturdukları bir gerçek. Almanya’nın başını çektiği orta Avrupa’da henüz bir kıpırdanma yok gibi ya da zayıf. Doğu Avrupa’da henüz kapitalizmi tanıma aşamasında. Bıçak daha derine girdiğinde neler olur bilinemez.

    tabii ki Yunanistan verilen hakların geri alınması yüzünden ayağa kalkıyor. İnsanlar uçurumun dibini gördüler. Türkiye’de bu daha görülemedi. Görüldüğü zaman neler olur kim bilir.

    Her neyse. Yine de devrimden konuşmaya başladık. Bir ilüzyon mu bu. Öyle olsa bile güzel.

  5. Tunus'dan endise duyanlar

    Birgün gazetesindeki ergenekon muhibi kemalist solcu bozuntulari Tunus ayaklanmasindan endiseli imisler, haklilar Israil için endise ediyorlar herhalde, bu asalaklar Türkiye’den ve dünyadan ne zaman temizlenecek merak etmekteyim.

  6. Nidall Hawari

    Sevgili Hocam
    Size Tunus ayaklanmasiyla ilgili özel olarak soracaktim. Yazi tam zamaninda geldi. Tunus taki gelismeleri saati saatine izledim. Ardindan Yogun gelismeler devam etti. Dün Misir calkalaniyordu. Ayni zamanda Lübnan.
    Lübnan özneli farkli bir durum deginmeyecem ama önemli bir degisimin dönüm noktasi. Direnis gruplarinin sürece hakim oldugu Amerikan ci politikanin önüne set cekildigi bir dönem geliyor. Taslar daha oturmadi. Ayni gelismeler Filistindeki Ramallah yönetiminin de tasfiye sürecine girdi bu kacinilmaz bir durum. Israil baris görüsmelrini üstlenen Ebu mazen ve tayfasi son zamanlarini yasiyor. Yakinda beraber görecez.

    Burda tekrar Tunusa dönmek istiyorum. Tunusta yasan ve hala devam eden sürec Yazdikarinizi harfiyen dogruluyor. Direnisin ilk sürecinden beri ayaklanmayi yaratan ve yöneten partisiz ve örgütsüz halk kesimleridir. Halk konusmalrini farkli arap kanallarindan izledim. Bu halk ayakllamacilari salt aclik ve issizlik sorunlari olan ve bu anlamda ayaklanan kesimleri olusturmuyor aksine cok bilincli ve düzeyli bir anlayis söz konusu. Halkin taleblerinde dünde bugünde ciddi bir seviye var.Sunuda belirtiyim dünyanin ileri geri hicbir strateji merkezi böylesi bir sonucu ve hareketi beklemiyordu.
    ABD ve Bati bu gelismelere nokta koymak istiyor durum ciddi.Buna uyanik olmak ve ayaklananlarin saflarini güclendirmek ve dayannismada bulunak lazim. Biliyorum bizim Marksist sol Ortada Kominist Parti ariyordu ki desteklesin Tunus isci kominist prtisi vardi Hamma Hammami önderliginde görevini yerine getirdi. Fakat Beliryeci olan partisiz örgütsüz kitlelerdi.

  7. Gün Zileli

    Nidal Hawari’nin açıklamalarına büyük değer veriyor ve ayrıca sevinçle karşılıyorum. Nidal, gelişmeleri buraya zaman zaman aktar lütfen.

  8. “Anarşi”: Tunus ve Cezayir – Destek eksikliğimizin hiçbir mazereti yok!

    “Anarşi”: Tunus ve Cezayir – Destek eksikliğimizin hiçbir mazereti yok!

    Cezayir ve Tunus’ta , ekonomik koşulların kötüleşmesinden ötürü ve bu “kötüleşmenin” aşağı sosyal tabakadan milyonlarca insana darbesinden dolayı bir haftadan daha fazladır devam eden destansı boyutlardaki bir ayaklanma devam ediyor. Tunus’ta, Sidi Bu Zeyd şehrindeki bir meyve satıcısının kendisini öldürmesi[tam olarak kendisini yaktı] tüm canlı gösteri dalgasının, isyanın ve üniformalı alçaklar tarafından görünüşe göre 20’den[ç.n: resmi rakamlara göre 78 kişinin öldürüldüğünden bahsediliyor] fazla insanın öldürüldüğü acımasız polis baskısıyla saldırılan ayaklanmaların kıvılcımını tutuşturmuştu. Gıda fiyatlarındaki ve diğer temel ürünlerdeki fiyat artışı, zaten mevcut olan özgürlük yoksunluğu ve her tarafa yayılmış işsizlik aynı zamanda ayaklanmaların komşu ülke Cezayir’e de yayılmasına yol açtı.

    Beni gerçekten şaşırtan şey şu ki, hiç kimse ya da en azından birkaç arkadaş anarşist blogçunun(en azından hemen her gün incelediklerimden bazılarının) böylesine önemli olayları haber yapmaktan rahatsız olmuş görünmesi. Ne her hangi bir eylem planlandı ne de, Cezayir, Sidi Bu Zeyd(Tunus’ta bir şehir), Tunus ve diğer sokaklarda devletlerle ve kendi sömürücüleriyle cesurca dövüşen işçilerle, gençlerle ve sıradan insanlarla dayanışma için birşeyler yapıldı…

    Burada neler oluyor?… bu iki ülkenin “İslami köktenci” inler olarak ünlenmesi, gerçekleşebilme potansiyeli olan herşeyin, bizim etnosentrik batılılaşmış düşüncelerimizde otomatik olarak ilgisizliğe dönüşmesi sonucuna mı yol açıyor?… İslami köktencilik, yerel elitlerin kendi insanlarını (özgürlük) aşkından vazgeçirmek ve bir alana bastırması ve başarısız olmaya başlamış bu türdeki bir kontrolün bir çok çeşidinden birisi olarak görebilirmiyiz?… Tüm Müslüman “köktenciler”, “potansiyel teröristler mi”?… Bazı taban cemaatlerindeki Hristiyanların olduğu gibi onlar da isyankar, özgürlük ve anarşi için arzu taşıyor olabilirler miydi? İslam’ın etki alanındaki bölgelerde yaşanan herşey kaçınılmaz olarak dinsel konularla mı ilgili?… Cezayir’in güney berberi bölgesinde(Kabile bölgesi) tüm 2001 boyunca gördüğümüz, ayaklanmanın en ilham verici örneklerinden birisini; polis karşıtı duyguyu ve tüm on yılın devlet karşıtı öz-örgütlenmesini şimdi unuttuk mu?…

    Görebildiğim kadarıyla, sıradan insanlar için, -Avrupa Kıtası’nda “hala o kadar kötü değil”imizde zar zor hayal edilebilecek olan-, tamamen yaşamsal, gündelik yaşam mücadelesi olan, şartların daha da kötüleşmesi söz konusu. Mesele şu ki, bir çok kişi Cezayir ya da Tunus isyanlarına “Umrumda değil!/Bana ne!” diyor gibi görünüyorken, (tüm boyutlarıyla Alexandros Grigoropoulos’un öldürülmesinden sonraki Yunan Ayaklanması’yla karşılaştırılabilir ve açıkça çok daha fazla ölüm içeriyor) Filistin’lilerin mücadelesine destek veren herhangi bir gösteriye tam anlamıyla koşması, eğer saf ve basit ikiyüzlülük eylemi değilse, tek kelimeyle iğrenç bir savsaklama olduğundan rahatsız etmekte.

    Anarşist ya da değil, bu insanlar birbirleriyle onurlu bir dayanışma gösteriyorlar, cesaret ve politik bilinçle, ve sadece bu yüzden dünyanın diğer yerlerindeki yoldaşları desteklediğimiz gibi aynı şekilde onları desteklemeliyiz. Anaakım medya tarafından basmakalıp bir kategoriye sokulan ya da belki resmedilmelerine aldırmayarak, farklı kültürel arkaplanları ve gerçeklikleri olan insanlarla köprüler kurmaya başlamalıyız ve iletişim kurmayı denemeliyiz(mümkünse yüz yüze). Belki, bugün hakkında hiçbirşey bilmediklerimiz yarının yoldaşları olabilirler.

    Eminim ki, Tunus ve Cezayir’de kendi yaşamları için tam anlamıyla kavga eden insanlar her destek eylemini, yalnız olmadıklarını onlara gösterecek ve kendi ülkelerinin sınırlarının ötesinde ne olup bittiğinin bilen birilerinin olduğunu gösteren her türlü eylemi selamlayabilirler.

    Bunu ve daha fazlasını hakediyorlar… Benzer bir durumda kendimizi bulduğumuzda aynen bizim de hakedeceğimiz gibi.

    İngilizce kaynak: http://325.nostate.net

    Kaynak.ve.fotoğraflar:
    http://istanbul.indymedia.org/news/2011/01/270818.php

  9. Israil'i tehdit eden hiçbir eylem Türk solundan destek alamaz

    Neden biliyor musunuz? Türk solu 1993’ten beri Genelkurmay tarafindan dogrudan yönetiliyor ve solcularin Yüzde 95’i Islam ve halk düsmani, demokrasi düsmani bir çizgi izliyor. Eh, Genelkurmay da Israil ekseninde olduguna göre bunda sasilacak birsey yok.Israil’e ve Israil’in dostlarina dokunan hiçbir sey Türk solundan destek alamaz.

  10. Ali Görgün

    Dünya devrimini 3 Ana bölümde toplanmasi genel dogru.
    bu olgu aniden olusmadigina göre ara bölümlerinin oldugunun gercegidir.
    II.Enternasyonelle birlikte Marksizm pratik deney olarak kullanildi.Gercekte evrime acik olan dünya düzeni devrimlere tam manasi ile acik degildi. Dünyadaki tüm Marksist ,Kominist devrim denemeleri öncü vb gücleri kullanarak Devrimi öne alma cabalarindan olmustur.
    Bunu bir hipotez kabul edersek Devrimlerin sonuclarini da buna göre tesbittete zorlanmayiz.Iktidari eline gecriren KP lerin belirli bir dönem icinde yozlasmaya yönelmis olmasinin ana temelini olusturur.
    Anadolu deyimi ile cocuk dogurur 250 gram adini da gürbüz koyar.
    Hem gercekcilik hemde abartma yanyana olabilmektedir.
    Tüm sinif atlamalari kendi evrimi icinde degil de müdahale ile oldugu icindir ki gercek ve abartma yanyana olabilmektedir.
    Köylülükten Kücükburjuvaya,kücükburjuvadan Burjuvaya yada isbirlikcilige gecisteki sürec ne kadar hizli olursa o denli önemli hatalari beraberinde getirmektedir.Dogal süreci zorlamalarla degistirmenin getirdigi Travmalarda uzunvadede sapmalarin ana nedeni olmaktadir.Ayni sey Kp lerin iktidar sürecine kadarki stratejisi ve iktidar sonrasi stratejisi de ülkenin sinifsal gercekligine göre degismistir.
    Bu aileden sinfa aynidir.
    Iyi bir is alanina girmeyi basarmis yari feodal kisilik,torpille yanina bir akrabasini aldirdigi gibi.sarayli bir karekterde farkli bir yöntemden (Yurt disi egitim vb)yakinini uygun gördügü yere almasi gibi.Tüm iktidar sistemlerin agirlikli isleyisi bu yöndedir.

    Sosyalist devrimlerin tümü erken dogumdur. Sekillendirmeler sunidir,atesi düsürmek icin arkasina konulan fitil cabasi.
    Bu yolda dogru olan bir cok sinifsal yapilasma gercegi her alani kapsamaz.
    Lenin iktidar ise bir bacagindan Stalin bir bacagindan eskinin temsilcileri cekistirmekte.
    Mao iktidarda ise bir bacagindan 4 Muhalif bir bacagindan eskinin temsilcileri cekmekte
    Bunlarin ilskilerine yukardaki teorik hipotezle özdes olmasinin manasi budur.
    Yada diger sosyalist Partilerde oldugunu sandigimiz ama hic olmayan sinifsal tesbit teorileri:
    Olanlar erken dogum hatalaridir.
    Güresteki kafakola oyununa gelmis bir malubiyeti ebedi malubiyet kabullenme algisidir.Oysa degilmis dirildiler ve iktidari geri aldilar.
    Halbuki yalniz o oyunla mücadele kazanilmis,tekrari olsa o gün kazanan gürescinin bir daha sansi olmayabilir.Hayat böyledir diyebilirmiyiz?
    Bazilari 300 yillik gecmisini nerden bilebilmektedirde,bazilari yalniz 100 yillik gecmise takilmaktadir.
    Beyaz türk yada kürtle alttakiler arasindaki fark bu olsa gerek?
    Bacagi ciplaklarin saray kusatmasina gülen saray cevresinin tesbitlerindeki: faise ile sosyete gibidir. Buda kültürel birikim sayilmaktadir.
    Altarnatif idolojilerin diri tutulmasi celiskilerin dogru tesbitine baglidir.
    Bunu kaciranlar ve kivirtanlar iktidari kacirir.Kacirdigi iktidarin Oyuncagi olur.
    Oyasa bazen bir mum yakmak,gereksiz bir aydinlaticinin öneminden daha fazladir.
    Sartlar uygun degilse bir cakmak cingisini tercih devrimciliktir.

    Ali Görün

  11. Anonim

    bir de güney amerikadaki hareketlilikler var. onlar nasıl bir kategoriye giriyor acaba ?

  12. Gün Zileli

    Güney Amerika’da hareketlilikler var ama bunlar ne yazık ki “yeni solcu” hükümetlerin güdümüne girmiş durumda ve bu iyi bir şey değil, solcularımızın sandığının aksine.

  13. çakallasma iste budur

    “ama bunlar ne yazık ki “yeni solcu” hükümetlerin güdümüne girmiş durumda ve bu iyi bir şey değil,” . Tabii, tabii USA veya Israil güdümünde olsa daha mi iyi olacak? Hem baskalarini “benden olmayan bana düsman” mantigini savunmakla suçlarsin, hem de ayni çakalligi kendin yaparsin. Aferin, dünya devriminin lideri. Türkiye’de de ne kadar çok dünya devrimi lideri var birader.

  14. Gün Zileli

    öyle bir iddiam yok. Zaten liderlik denen şeyi de reddediyorum. Ben sadece bu konudaki fikrimi söyledim, sorulduğu için. ayrıca bu hareketlerin sol hükümetlerin güdümüne girmesine karşı çıkmak, ABD’nin güdümüne girmesini savunmak anlamına gelmez, bildiğiniz gibi. Siz Chavez’den ve diğerlerinden memnun olabilirsiniz. Benim ise, solcu adı da taşısa hiçbir sömürücü yönetimden hoşnut olmam mümkün değildir.

  15. yurtsevmeyen

    kendileri de allah muhafaza iktidar olurlarsa castro,chavez, stalin diktatörüne rahmet okuturlar. çünkü bunlar daha örgütken birer devlete dönüşüş durumdalar. bakın hakeretlere eline geçseniz düşünce söylediniz diye öldürürler, ki az adam yok etmiyorlar bu “solcular”.
    çünkü bunlar özgürlükçü değil, ,iktidar başkasındayken onlara karşı propaganda yapmak için özgürlükçü olurlar. ama aslında onlarda bir “sosyalist” diktatörlükten yanadırlar. ama bilmezlerki diktatör diktatördür. bunun solu sağı oolmaz.

  16. GÜN ZİLELİ İLE “JAN VALTİN - KARANLIĞIN ÖTESİNDE”YE VE MEVCUT “KARANLIĞA” DAİR SÖYLEŞİ

    GÜN ZİLELİ İLE “JAN VALTİN – KARANLIĞIN ÖTESİNDE”YE VE MEVCUT “KARANLIĞA” DAİR SÖYLEŞİ
    http://www.izinsizgosteri.net/new/?issue=63&page=1&content=530

  17. Malik

    Gün hocam merhaba. Bir süredir takib ediyorum özgür üniversitedeki dersleri siteden de yazılarınızı okuyorum. Açıkçası devrimi kitleler yapar diyordunuz ya son Mısır ve Tunus olaylarıyla anlamış bulunuyorum sizi inşallah devamı gelir hocam. Devrimin de derslerinde. Çok yaşayın

  18. Gün Zileli

    Satırların gözlerimi yaşarttı be Malik. Yaşasın isyan eden sokak kalabalıkları. Bu dünyayı değiştirirse onlar değiştirecek.

  19. Malik

    İnşallah hocam. Gelişmeleri bende merakla beklemekteyim değişim başladı galiba.

  20. yurtsevmeyen

    Devrimci pratik
    Devrimci pratik ne yapacağını söylemek değil, söylediğini yapmaktır. Hemen “devrimci” gruplar bir sürü eylem pratiğinde bulunuyor diyeceksiniz. Ama demeyin. Çünkü o da söylemeyi eylemle yapmaktır. Yani söylemek için yapmaktır, söylediğini yapmak değil.

    Peki o zaman devrimci pratik ne olmalıdır?
    Direkt söylersek, söylediğini bu günden yapmaktır. Sonrasına söz vermek değil.
    Evet net olarak şunu söyleyebiliriz, eğer ki bugünden yaşamı kurmuyorsanız, gelecek(cennet) vaat ediyorsanız insanların bu günkü durumlarını istismar ediyorsunuz demektir. Şimdiye kadar ki iktidarların yaptığı gibi(herkese iki anahtar vereceğiz, emeğinizin karşılığını vereceğiz, işsizliğe çözüm bulacağız, yolsuzluğu ortadan kaldırcağız, ülkeyi demokratikleştireceğiz v.b. sömürü düzeninin yarattığını tekrar sömürerek iktidar olmak). Ama biz iktidara gelirsek kapitalistler gibi olmaz diyorsanız bu da ayrı bir yalan ve istismar konusudur. İktidara gelinen yerlerdeki durumlar artık gizlenememektedir…
    İnsanların yaşamındaki antagonizma kapitalist iktidarla- sosyalist iktidar arasında değildir. İktidarla- özyönetim arasındadır. Yani yönetici değiştirmeye değil yöneticisiz olmaya çalışılmalıdır. Devrimci pratik budur. Devrimci pratik geleceğe vaatlerde bulunmak değil, bugünden yapmaktır.
    Bugünden yapmak için umut gereklidir. “Umut ta Vaclav Havel’in dediği gibi , bir şeylerin gerçekleşeceğine inanç değil her ne olursa olsun gerçekleşecek şeyin bir anlamı olacağına inançtır.”(Gustvo esteva, durutiyle söyleşiler, önsöz)

  21. yurtsevmeyen

    gün hocam.
    http://www.samandagharman.com adlı sitede bir kaç amatör bir şeyler yazmaya çalışıyoruz. ziyaret eder ve görüş belirtirseniz çok seviniiriz…

  22. zinhar

    Sovyetler Birliği’nde daha iyi yaşanıyordu – http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=35229

  23. Gün Zileli

    Samandağ harman’a baktım. Çok iyi. Tebrikler.

  24. yurtsevmeyen

    teşekkürler hocam…

  25. isimsiz

    selamlar yurtsevmeyen,

    Site’de özellikle kitaplık bölümündeki kitap seçimleri de güzel duygular uyandırdı, aşağıdaki alıntıyı yeniden hatırlattığın için de eline sağlık…


    Bugünden yapmak için umut gereklidir. “Umut ta Vaclav Havel’in dediği gibi , bir şeylerin gerçekleşeceğine inanç değil her ne olursa olsun gerçekleşecek şeyin bir anlamı olacağına inançtır.”(Gustvo esteva, durutiyle söyleşiler, önsöz)

  26. yurtsevmeyen

    selam isimsiz arkadaş,
    siteye ilginize teşekkürler.
    siteye öneri ve yazmak isterseniz yazılar bekleriz.
    biz kendi çapımızda uğraşıyoruz…

  27. CEM AKBALIK

    DIKTATOR DEVRILDI AMA DIKTATORLUK DEVAM EDIYOR!

    Tunus’ta her hangi bir partinin onculugu olmaksizin, senelerce “islamcilar iktidari alacak” korkusuyla halki doktatorlukle yoneten Bin Ali, simdiye kadar polis, iskence, hapis ve yoksullukla tehdit ederek sindirdigi halk, sokaklara çikip bir ay bile surmeyen sosyal ve politik bir ayaklanmayla doktatoru devirmeyi basardi. Yani Tunus halki diktatorden kurtuldu. Peki diktatorden kurtulmasi diktatorlukten de kurtulmasi anlamina gelir mi?

    Bir kere sunu belirtelim, dunyada hic kimse tek basina iktidar olup (ya da diktator) bir ulkeyi yonetemez. Her diktator kendi etrafinda degisik askeri, politik ve ekonomik kurumlar kurar ve diktatorun basini cektigi bu kurumlarin yarattigi sisteme, politik rejime ise diktatorluk adi verilir. En azindan ben boyle tanimliyorum.

    Simdi gelelim Tunus’a…Tunus’ta olanlar fransiz basinindan okudugum kadariyla soyle tanimlanabilir:

    1) Tunus diktatorluk rejiminin tipki Turkiye’deki kemalist diktatorluk gibi her doneme gore kendisini uyarlayabilen ve buna gore sosyal ve ekonomik politikalar uygulayabilen bilen bir yapiya sahiptir. 1960’lar da, devlet eliyle kamulastirma politikalari izlenmesi ve Parti-Devlet eliyle ulusal bir burjuvazi yaratma politikalari bize cumhuriyetin ilk yillarini animsatmasina ragmen, o zaman ki SSCB ‘nin ve diger devlet kapitalizminin egemen oldugu “sosyalist” ulkeleri ornek aldigini soylemek abartili olmaz. Buna o donem Fransa’da uygulanan devletçi-kalkinma modelini de eklemek lazim.

    2. 1987’de, Bin Ali iktidara geldikten sonra ise, AB ile Serbest Ticaret Anltlasmasi imzalanarak, ekonomide liberal politikalara gecilmistir. Ozellestirmelere gidilmis, yapilan ozellestirmeler sonucu Bin Ali ve ailesinin ekonomiyi ele gecirmeleri saglanmistir. 4 milyar dollarlik mal varligi oldugu soylenmektedir, Bin ALi ve ailesinin. Bu liberal politikalarla birlikte, ulkeye giren yabanci sirket sayisi artmis, sermaya akini olmus ve berabarinde daha fazla is istihdami olusmustur. Issizlik eskisine gore azalmis, genclerde okuma yazma orani yuzde 90 lara cikmis ama ucretlerde ciddi bir artma olmazken, kizle birlikte, ucretler dusmeye hayat pahalilasmaya baslamis. Ekonomik buyumesinde sadece %1 gibi bir dusus gozlenen Tunus’ta, buna ragmen %15 issiz vardir ve bunlarin buyuk bir cogunlugunu universite mezunu gencler olusturmaktadir.

    3. Ekonomide liberal politiklar uygulayan Bin ALi, politikada ise halki diktatorlukle yonetmistir. Halka yonelik baski, iskence ve hapislere ragmen, ekonomik isleri iyi gittigi surece AB ve ABD de Bin Ali’yi desteklemeye devam etmislerdir. Ta ki, Tunus halkinin canina takedip ayaklanincaya kadar! Halk ayaklaninca, Bin ALi ulkeyi terk edip Fransa’ya siginmak istese de Fransa Bin Ali’nin istegini geri cevirmistiri. Oysa ki, ayaklanmanin basladigi ilk gunlerde, Fransa olaylari bastirmak icin polis gonderme teklifinde bile bulunmstu. Sosyal ve politik ayaklanmalarin, yasanan politik konjektur de gozonune alindignda, sistem karsitligina (kapitalizm karsitligi demek daha dogru) donusme ve diger ulkelere yayilma ihtimali AB ve ABD’nin aninda Bin Ali’yi gozden cikarmasina ve ayaklanmayi sadece Bin Ali ile sinirli tutmaya calismistir ki boyle de oldu. Gerek Avrupa gerekse de Tunus’ta olusan algi suydu: Tunuslular issizligin ve dikatorlugun bas sorumlusu Bin ALi’ye karsi ayaklandi, kapitalizme karsi degil. Ve dikkat ettim, Fransa’da yapilan dayanisma eylemlerde, one cikan sloganlar hep Bin Ali ile ilgiliydi. Oysa ki, yasanan devrimci surec kapitalizm karsiti ve enternasyonal bir kalkismaya cevrilebilir, en azindan bu dogrultuda bir dinamik yaratilabilirdi. Ama boyle olmadi, cunku medya da one çikan da buydu. Tunuslular Bin Ali’ye karsi ayaklandi!

    Yikarda hatirlattigim gibi, BIn Ali ilk once ekonomiyi kontrolune aldi, etrafinda RCD, yani Partisi araciligyla genis imtiyaz sahibi bir ag olusturdu. RCD’ya uye olanlarin sayisi on milyonluk Tunus”ta iki milyonu gectigini soylersek sanirim bu bize daha rahat fikir yurutmemizi saglar. Geldigi ilk gunlerden itibaren var olan polis sayisini dort kattina cikararak boylece 35 bin olan asker sayisinin yaninda, 350 bin olarak tahmin edilen bir polis “ordusu” kurdu kendine. Kendiside ordudan olmasina ragmen, ordunun ABD tarafindan egitildigini ve ordunun hala ABD’ye yakin oldugu soyleniyor ki Genel Kurmay baskani Bin Ali’yi dinlemedigi icin, olaylar basladiktan sonra gorevden alinmisti.

    4. Egemen sinif ve imtiyazli sosyal katmanlar ve bunlari temsil eden politik partiler arasinda tam bir iktidar savasi yasaniyor. Bin ALi gitmesine ragmen partisi hâlâ guçlu ve bazi vitrin degisiklikleriyle birlikte, diger politik partiler ve ulkenin en buyuk sendikasi olan ve son seçimlerde Bin Ali’yi destekleyen UGTT ile anlasip yeni bir hukumet kurmaya çalisiyor. Halk ise, hiç bir sekilde, RCD’nin yeniden iktidara gelmesini istemiyor ve alternatif orgutlenmelere gidiyor. Nihayetinde, tepkilerden ve eylemlerden korkan ve gecici hukumeti kurmakla gorevlendirilen sahis RCD’den istifa etti, tabandan gelen baskilar yuzunden, UGTT uc bakanliktan istifa etti, vs.

    Ordunun halkin ustune ates acmamasi, halk tarafindan olusturulan bazi Sehir Koneyleri’nde orduyla ittifak gelistirilmesi, Tunus halkinin tepkisinin, en azindan buyuk kisminin, sadece Bin Ali ve RCD ile sinirli oldugu, cunku, halki yoksulastiran neoliberal politikalarin Bin Ali ve RCD tarafindan uygulandigini dusundugunden, tepkiler kapitalizme yonelik degil gibi gorunuyor. Ustelik, ayaklanmada onemli bir rol oynayan universiteli gencler, bunlari ekonomik kapitalden yoksun ama kulturel kapitalleri guçlu (diploma, yazip-cizme, ajitasyon ve halkin okumuslara verdigi deger, vb.) orta siniflarin alt kategorilerini olusturuyor. BIn ALi doneminde sistem ve ozelikle devlet icinde bir yerlere gelememis bu insanlar, Bin ALi gittikten sonra bazi sirketlerde ve ozelikle kamu alaninda onemli pozisyonlar elde edeceklerini umarak, yoksul ve emekçi kesimlerin radikal ve tabandan gelisen ve adeta devrim içinde devrim yamak isteyen kitleleri de kontrol etme kapasitesine sahipler ve su anda olanda budur. Kitleler orta kesimden bu insanlarin orgutlu oldugu sol, liberal, komunist partiler tarafindan kontrol edilmeye calisiliyor. Halk her ne kadar, yapilan iktidar oyunlarina karsi ciksada, butun partilere tepki gostersede, yasanan sosyal ayaklanma sadece bazi reformlarla, RCD ve kurumlari bile devrilmeden, bazi sosyal ve politik kesimlerin koalisyon yapmasiyla sonuclanacagini dusunuyorum. Yani yasanan bu sosyal ve politik ayaklanma halkin tabandan, yaraticiligini kulanarak, devrimci bir sekilde gelisen tamamlanamayan bir devrim oldugunu soylemek daha dogru. Bence tarih yeniden nasil devrimci bir surecin bazi kurumsallasmis, merkeziyetci, hiyerarsik parti ve gruplarin iktidar hesaplarina kurban gittigine simdiden tanik oldu bile.

  28. elevation

    çin kültür devrimi ya da diğer adıyla büyük proleter kültür devrimi, mao’nun çkp’de ve devletin diğer kuruluşlarında varolan revizyonist kesime yönelik giriştiği tasfiye hareketidir. o dönem sovyet revizyonizmi stalin sonrası sscb’yi kapitalist restorasyona soktuğundan, bunun bir benzerinin çin’de de gerçekleştiğini düşünen mao, devrimci unsurları tekrar canlandırma adına bu devrime girişmiştir. çünkü proletarya diktatörlüğü altında da halen karşı-devrim tehlikesi varlığını sürdürür.

  29. "devrimci"siz devrim

    sosyalist ülkelerdeki karşı-devrim söylemiyle, faşist ülkelerdeki böülücü- komünist söylemi aynıdır…
    aynı amaç için uydurulmuştur. iktidarı sağlamlaştırıp sürdürmek…
    her şey iktidarım için…

  30. elevation

    küçük-burjuva sapmalardan uzak durmak gerekir.

  31. çıracı

    Badiou ve Mayıs 68

    21 Şubat 2012

    Alain Badiou yeniden başlamanın, komünist hipotezi terk etmemenin gerekliliğini inatla ve ısrarla dile getiriyor. Komünist hipotez var olan dünyanın zorunlu olmadığını ortaya koymak açısından yaşamsal önemde. Ernst Bloch’un “henüz değil”ine benziyor bir bakıma. Henüz gerçekleşmemiş ve tarihsel olarak yanlışlanmamış. Olumsuzlayıcı. Hiyerarşiler üzerine kurulu toplumu, sermayenin boyunduruğu altında yaşamayı reddediyor. Var olan dünyanın kaçınılmaz olmadığını belirtmekle kalmıyor, “zorunlu olmayandan olasılığa geçiyor”. Bu olasılığın odağında özel çıkarlardan kurtulmuş, eşitlikçi bir dünya ve eşitlikçi insan ilişkileri, insanlığın kurtuluşu fikri ve “çok değerliliğin toplumu” bulunuyor. Badiou’nun “tarihsel şiir” olarak nitelediği Mayıs 68’in gündeminde de eşitlikçi insan ilişkileri vardı. Hiç kuşkusuz, bu günümüzün de sorunu. (A. Badiou, Komünist Hipotez, çev. O.Bülbül, Encore Yayıncılık, 2011)

    Badiou’ya göre Mayıs 68’den alınacak önemli derslerden biri de örgütlenme konusu. Gerçekten, Mayıs 68 bu açıdan da bir kopuş gerçekleştirmiş, yeni örgütlenme biçimlerini, yeni kolektif siyaset tarzlarını gündeme getirmişti. FKP’nin, bürokratik sendika yönetimlerinin izledikleri dışında, onlardan hayli farklı politikaların mümkün olabileceğini göstermişti. Grevler sendikaların dışında gelişmiş, bürokratik sendika yönetimleri işçi sınıfı üzerindeki denetimlerini yitirmişlerdi. İşçi sınıfı sendikalardan bağımsızlaşmıştı. Fabrika işgallerinde işçi sınıfı ve öğrenciler birlikte hareket ettiler. CGT (Genel İş Konferedastonu ) grevlerin kontrolünü ele geçirmek istedi. İşçilerle öğrencileri birbirinden ayrı tutmaya çalışan sendikalar Mayıs 1968’de bunu yapamadılar, etkisiz kaldılar. Badiou işçilerle öğrencilerin söz konusu kaynaşmasını “felsefi anlamda bir olay” olarak niteler. Mayıs 68’in belirleyici özelliğiydi bu, herkes belirli bir konumuna hapsedilmeyi reddediyordu.

    Fabrikaların, Sorbonne’nun, Odeon’un, sokakların, meydanların işgali. Bu eylemler yeni bir şey başlatma iradesini ortaya koyuyordu. Tıpkı bugün Wall Street’de başlayan ve sonra Birleşik Devletlerin birçok şehrine yayılan işgal eylemlerinde olduğu gibi. Geçtiğimiz yıl başlayan bu işgal eylemlerinde de özellikle Siyah Blok ve diğer anarşist gruplar militan ve radikal tavırlarıyla bir başlangıç yapma iradesini ortaya koyuyorlar.

    Mayıs 68 geleneksel örgütlerin, FKP’nin muhafazakârlığını sorgulamakla kalmadı, özgürleşme politikalarının bundan böyle bu soy örgütlerle yürütülemeyeceğini de gösterdi. Badiou’nun da belirttiği gibi, Mayıs 68’in ruhunu kavrayanlar geleneksel örgütlenme biçimlerinin miadını doldurduğunu, bunların artık etkili olamayacağını görebilmek için SSCB’nin çökmesini beklemek zorunda kalmadılar. Onlar bunu otuz küsur yıl öncesinden anlamışlardı. (Badiou, Komünist Hipotez, s. 55 )

    Yeni bir özgürlük siyaseti ve farklı bir siyasal pratik arayışı doğuran Mayıs 68 parlamenter düzeni ve temsil sistemini de sorguladı, temsil mekanizmasına itiraz etti. Temsili demokrasinin basit bir vekalet müessesi olduğunu, bu müessesenin öznesinin de sandık başına giden ve kendisine sunulanlar arasında tercih yapan seçmenden ibaret bulunduğunu gösterdi. Kendi tasarımlarının ve kararlarının efendisi olmayan seçmen. Mayıs 68, temsilin ötesinde katılımı, katılımcı bir demokrasiyi amaçlıyordu. Jean-Luc Nancy de temsil mekanizmasının demos’un (halkın) hakikatine ve demokrasinin ruhuna uygun olmadığını vurgular. Nedir demokrasinin ruhu? Nancy, Pascalcı bir sonsuzluk anlayışına dayanarak cevaplıyor bu soruyu: İnsanın, kendini sonsuzca aşması. Bütünsel insana doğru yol alması ( Nancy, Demokrasinin Hakikatı, çev. M.Erşen, MonoKL Yayınları, 2010 ). Dikkat edilsin ulaşmak değil, yönelmek ve yol almak. Söz konusu olan, bir süreç. Sonuçlanmayan, noktalanmayan sonsuz bir süreç. Kapitalizmin içinde doğan ve kapitalizmin hesap kültürüne bağlı olan, bu kültürün kurallarıyla çalışan temsili demokrasi
    böyle bir sürecin işlemesine izin vermez. Tam da bu nedenle, günümüzde genç kitleler temsili demokrasiye karşı giderek derinleşen ve büyüyen bir kuşku, bir güvensizlik besliyorlar. İspanya’daki Öfkeliler (Indignados) temsil sistemine, vekalet müessesesine karşı güvensizliği dile getiriyorlar. Hareketin dinamiği ve kolektif iradesi parlamentonun dışına, doğrudan demokrasiyi yönelik.

    Badiou, Mayıs 68’in iki tarihsel öncülünden, radikal solun iki büyük esin kaynağından, referansından söz ediyor. Çin’deki Büyük Kültür Devrimi ve Paris Komünü.

    Kültür Devrimi bürokratik bir yapıya dönüşen partiyle hesaplaşmak, parti ile devletin iç içe geçmesini ve bu ikisinin bütünleşmesini önlemek, Sovyet modeline ve merkeziyetçiliğe alternatif yaratmak için başlatılmıştı. İşçilerin, gençliğin partiye isyanıydı.

    Badiou, “büyük politik yaratıcılık” olarak nitelediği Kültür Devrimi’nin başlangıçta, Ekim Devrimi’nden çok Paris Komünü’ne bağlı olduğunu, Komünü örnek aldığını ileri sürerek üçlü bir etkileşim halkası oluşturuyor: Komün-Kültür Devrimi ve Mayıs 68. Kültür Devrimi’ndeki Komün etkisine örnek olarak 1967 yılında Şankay belediyesinin işçi ve
    öğrencilere devredilmesini, adının da Şankay Komünü olarak değiştirilmesini kanıt gösteriyor, Badiou. Şanghay Komünü’nde işçiler devletten ayrılmışlardı, devletle özdeşleşmiyor, devlete gönderme yapmıyorlardı.

    HALİL TURHANLI

    ( http://www.birgun.net )

  32. çıracı

    Özgür Müftüoğlu: “İşçi sınıfı kendi aracını yaratacaktır”

    Büyük sendikal konfederasyonlar işçi sınıfının taleplerine cevap veremediği zaman, aşağıda emekçiler mücadele edecek başka alanlar oluşturacaklardır. Bu mücadele oradaki sendikal anlayışı da değiştirebilir.

    Avrupa’da ciddi siyasi sonuçlar doğuran bir ekonomik kriz var. Bu krizin genel olarak emek hareketi özel olarak da sendikacılık üzerinde ne gibi etkileri olabilir?

    Avrupa’da 1980’li yıllardan itibaren, sendikal hareketler de dahil olmak üzere tüm toplumsal hareketlerde müthiş bir gerileme söz konusu… Ancak son dönemde; 2008’de zirve noktasına ulaşan ekonomik kriz ve az gelişmiş çevre bölgelerdeki toplumsal hareketlerin de etkisiyle artık Avrupa’da da bir miktar hareketlenme var. Uzunca bir süredir bir yandan Avrupa işçi sınıfı elde ettiği kazanımları kaybediyor, diğer yandan da mevcut sendikal yapılarla kendisini devam ettiren bir süreç devam ediyordu. Ancak işsizliğin giderek artması, reel ücretlerin gerilemesi, sosyal haklarda geriye doğru gidilmesi Avrupa’nın birçok ülkesinde emekçilerin dayanamayacağı bir noktaya vardı. Bu noktada oradaki uzlaşmacı sendikacılık anlayışı işçi sınıfının sorunlarına yanıt veremez hale geldi; hatta sendikalara rağmen işçi hareketleri fiili olarak ortaya çıkmaya başladı. Öyle bir durum ortaya çıktı ki, özellikle Avrupa Birliği süreci içerisinde sendikalar sınıf mücadelesini engeller bir konuma sürüklendiler. Emekçilerin haklarını götüren birçok yasal düzenlemelerin altında ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu)’un da imzasının olduğu ortaya çıktı. Avrupa’daki sosyal-demokrat partilere yakın olan sendikalar çoğunlukla oradaki emek karşıtı süreçleri meşrulaştırdılar. Ama şimdi aşağıdan bir tepki oluştuğunu görüyoruz. Bunlar elbette kriz derinleştikçe daha da fazla açığa çıkacak; bunun sonucunda da muhtemelen politik toplumsal hareketler baş göstermeye başlayacaktır diye düşünüyorum.

    Peki Avrupa’daki sendikaların bu süreçte radikalleşmesini, politik hedefler belirlemesini bekleyebiliriz miyiz?

    Avrupa’daki sendikaların da Türkiye’dekine de benzer yapısal sorunları var. Bürokratik bir yapıdalar, sınıfla aralarındaki bağ çok zayıflamış. Dolayısıyla, bu çerçevede Almanya’da DGB İngiltere’de TUC gibi bürokratikleşmiş sendikal yapılar radikalleşebilir mi, ben umutlu değilim. Ama bu büyük sendikal konfederasyonlar işçi sınıfının taleplerine cevap veremediği zaman, aşağıda emekçiler mücadele edecek başka alanlar oluşturacaklardır. Bu mücadele oradaki sendikal anlayışı da değiştirebilir. Ancak o zaman sendikalarda radikalleşme süreci gibi bir şeyden bahsedebiliriz. Şunu da eklemek lazım. Bugün Avrupa’daki siyasi rejimler, belki 19. Yüzyılın ikinci yarısından bu yana var olan en anti-demokratik rejimler… Yunanistan’da tamamen teknokrat bir hükümet geldi, İtalya’da keza öyle… Teknokrat hükümet ne demektir? Halka hesap verme sorumluluğu olmayan hükümettir. Bunlar uluslararası sermayenin, sermaye örgütlerinin adına orada bulunuyorlar. Özgürlükçü bir demokrasi anlayışının yeniden oluşturulması için de yeni mücadelelere gerek var. 1848 Devrimleri’yle elde edilmiş olan özgürlükçü demokrasinin kalıntılarını yiye yiye buralara kadar geldik. Ama artık bitti! Emekçi kesimlerin demokrasiyi yeniden sağlamak için, insanca yaşamak diyelim bunun adına, mücadele etmesi gerekiyor. Başka şansı yok! Emekçi kesimler ne zaman bu gerçeği görür ve güçlü bir şekilde harekete geçerse, o zaman bu mücadelenin başarılı olma şansı da var demektir. Biliyorsunuz daha önceki özgürlük ve demokrasi mücadeleleri sanayileşmenin olduğu kapitalizmin erken geliştiği ve sınıf mücadelesinin önde olduğu Avrupa topraklarındaydı. Bu seferse çevrede de özgürlük mücadeleleri var. Mısır’da, Tunus’da, daha birçok ülkede mücadeleler var. Birşeyler olacaksa bu mücadeleler yoluyla olacak yani.

    Türkiye’deki sendikacılık hareketinin krizi gibi bir olgudan yaklaşık 20 yıldır bahsediliyor. Sizce bu süreç tersine çevrilebilir mi?

    Şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de bugün sendikalar emekçi sınıfın derdine deva olamıyorlar. Sendikalar, biliyorsunuz, işçi sınıfının ihtiyacı doğrultusunda oluşmuş, sınıf mücadelesini yürütmek için kurulan araçlardır. Ancak bugün bu araçlar işlevini yerine getiremiyorlar. Türkiye’de de işçi sınıfı kendi ihtiyacını karşılayacak şekilde sendikları dönüştürme gereksinimi duyacaktır. “Sendikaları bir kenara koyalım; onun dışında başka araçlar geliştirelim” demiyorum. Bunu diyenler de var; ama ben hali hazırdaki sınıf partilerini ve sınıfın üretim sürecindeki örgütü olan sendikaların elimizdeki somut araçlar olduğunu düşünüyorum. Bunları değiştirmek dönüştürmek için mücadele etmek gerekiyor. Türk-İş’in içerisinde bir takım sesler çıkmaya başladı mesela. Onun dışında yerel düzeylerde de bir takım platformlar kuruluyor. Örneğin Gebze’de Gebze İşçi Platformu kuruluyor. Pratik sorunlar üzerinden bir araya gelmeler yavaş yavaş başlıyor. Eğer bir değişim olacaksa bu aşağıdan olmalı. Sendikal kriz diyoruz ama krizin önemli bir nedeni de tabandaki emekçilerin örgütlenmeden uzak durmaları, oradaki mücadeleye katılmaktan geri çekilmeleri gibi nedenlerden kaynaklanıyor. Dolayısıyla değişimin buradan başlaması gerekiyor. Örgütleri işçilere, işçiler de örgütlerine yabancılaşmış durumda. Artık bunun aşılıp yeniden bir mücadele yaratılması lazım. Bu da aşağıdan yukarıya bir hareketlenmeyle mümkün; zira konfederasyon yönetimleri ve sendika yönetimler krizin parçası konumundalar, onların böyle bir dönüşüme öncülük etmeleri pek mümkün görünmüyor.

    Emek hareketleri sendikalar dışında yeni örgütlenme biçimleri geliştirebilirler mi? Veya geliştirmeliler mi?

    “Sendikaları bir kenara koyalım; onun dışında başka araçlar geliştirelim” demiyorum. Bunu diyenler de var; ama ben hali hazırdaki sınıf partilerinin ve sendikaların elimizdeki somut araçlar olduğunu düşünüyorum. Fakat mevzuattan kaynaklanan nedenlerden dolayı sendikalı bile olamayan işçiler var. Ne yapacaklar bunlar? Dediğim gibi ideali elbette girip o örgütlerin içerisinde o örgütleri değiştirmek dönüştürmek için mücadele etmektir. Ama bu koşullar oluşmuyorsa, o zaman işçiler de başka bir takım örgütlenmeler içerisine gireceklerdir ki, bugün birçok işçi için söz konusu olan budur. İnsanlar ayda 400 lira için günde 12 saat çalışıyorlar. Bazen paralarını bile alamıyorlar. Gönül ister ki; ideolojik olarak sağlam, bütün bu sorunlar hakkında sınıfsal perspektif geliştiren sendikal örgütler bu işçiler kapsayabilse…

    AKP iktidarıyla birlikte AKP’ye yakın işçi ve memur sendikalarının üye kazandığını görüyoruz. Memur-Sen’in üye sayısında %800’lere varan artışlar. AKP’nin emek sermaye ilişkilerindeki yeriyle, neoliberalleşme sürecindeki etkinliği düşünülecek olursa bu sendikaları hala emek örgütü gibi düşünmek sizce doğru mudur?

    Bugün Türkiye’de sendikalar tarihinde hiç olmadığı kadar siyasallaşmış vaziyettler, maalesef siyasallaştıkları zemin de muhafazakar-liberal bir siyasal alan. Ama tabana baktığınız zaman durum farklı. Şubelere indiğinizde, işyerlerine gittiğinizde, orada gerçekten sendikal mücadele yürütmeye çalışan işçileri görüyorsunuz. Sendikalardaki bürokratik yapıyı kırmaya çalışıp yönetimlere girmeye çalışan gerçekten son derece samimi bir şekilde mücadele yürütmek isteyen insanlar var. Sendika yönetimleriyle tabandaki samimi sendikacıları ayırmak gerekir; aksi takdirde bu, samimi bir şekilde sendika tabanlarında çalışan insanlara haksızlık yapmak anlamına gelecektir. Hak-İş mesela, hükümetin önlerine getirdiği herşeye gözü kapalı imza atıyor. Böyle bir örgütün emekten yana olduğunu söylemek mümkün değil. Ama dediğim gibi bunun içerisindeki samimi olan unsurları tenzih ederim. Türkiye’deki sendikal mevzuatın da bu tür sendikal yapıları güçlendirdiğini söyleyebiliriz. İşçiyseniz, bir işe giriyorsunuz, o iş yerinde hangi sendika varsa, mecburen o sendikaya üye oluyorsunuz. Memur-Sen’e baktığımızda da kamunun hiyerarşik yapısı içerisindeki amir-memur ilişkisinin önemli olduğunu görüyoruz. Memur kendi durumunu korumak için o sendikalara giriyor. Ama bu sendikaların bu kadar güçlenmesinin bir diğer nedeni de, işçi sınıfının ihtiyacını karşılaması gereken sendikaların işlevlerini yerine getirmemesinden kaynaklanıyor. Çok açık söylüyorum KESK’e bağlı sendikalar gerçekten sendikacılık yapsalardı, Memur-Sen’e ihtiyaç kalmayabilirdi. O zaman insanlar gerçeği görecekler; diğerlerinin gerçekten sendika olmadığını anlayacaklardı.

    Bu anlattığınız çerçevede Tekel örneği nereye oturuyor? Sendikal hareket bunun deneyimini özümsedi mi, bir ders çıkardı mı buradan?

    Öncelikle şunu vurgulamak lazım Tekel direnişinin sonlanması hükümetin ya da sermayenin yaptığı bir şey değildi. Oradaki direneşi durduran, çadırları söktüren sendikal yapılar oldu. Tekel işçilerinin 4-c sorunu hepimizin ortak sorunuydu. Güvencesizleştime gibi tüm emekçilerin ve sendikal örgütlerin mücadele başlığı olması gereken bir sorunda 1000 Tekel işçisini yalnız bıraktık. Onlar da zaman içerisinde azaldılar doğal olarak. Orayı seyirlik bir yer haline getirip, gezdik. Halbuki oradaki sorunu ortaklaştırmak lazımdı. Burada en büyük sorumluluk elbetteki örgütlerindir. Mesela bir 4 Şubat grevi vardı. Bu greve Tekel işçilerinin örgütlü oldukları Tek-Gıda İş bile uymadı. Burada tamamen samimiyetsizlik, durumu kurtarmak gibi bir şey söz konusu oldu. Aslında Tekel direnişi Türkiye’deki sendikal yapıyı tam olarak görmemizi sağlayan bir durum ortaya çıkardı. İki sene geçti aradan ama birçok emekçi o günleri hatırlamyor bile. Direnişi manşetlere çıkaran sol basın bile süreci takip etmedi. Tek Gıda-İş “biz mücadeleyi Anayasa Mahkemesi’ne devrettik” dedi ve bıraktı. Bugün bütün Tekel işçileri 4-c’ye geçmiş durumdalar. Ben bir kısmıyla görüşüyorum, bizim hayal ettiğimiz dönüşüm kendilerinde dahi yaşanmadı. Daha önce AKP’ye oy veren bugün de oy veriyor. Ama bunda günah onların değil. Mesele emek örgütlerinin yeterince bu süreci sahiplenmemiş olmasından kaynaklandı. Dolayısıyla bugüne maalesef çok ciddi bir şey taşınamadı. Paris Komünü de yenilgiyle sonuçlanmıştı ama daha sonraki mücadeleler için sağlam bir basamak oluşturmuştu. Bugün birileri unutturmaya çalışsalar da, Tekel direnişi 1980’lerden sonraki süreç için üzerine ölü toprağı serpilmiş sınıf mücadelesinin ayağa kalkışıydı. Bunu unutturmamak lazım.

    ( http://www.yarinlar.net )

  33. Hasan Hüseyin Uluönder

    Dünya Devriminin sorunlari 1: Bak

  34. Hasan Hüseyin Uluönder

    Dünya Devriminin sorunlari 2: Kal

  35. Hasan Hüseyin Uluönder

    Dünya Devriminin sorunlari 1: Da Sat

  36. Hasan Hüseyin Uluönder

    Dünya Devriminin sorunlari 1: Ilmaz

  37. mlkrborn

    Gun; Bu demode soz ve kavramlarla yazi okumak hakketen zaman asimina ugramis bisey. Bide o kadar cok ayni sekilde yazan varki. Pes. Fakat en onemlisi Gun Zileli’nin hala israrla felsefe ve ideolojisini surduresi ve ayakta olmasi. Bravo. Allah uzun omurler versin.
    Rastladigima sevindim. Baska (Printed dunyada) nerede yaziyorsun?

  38. anaya

    Bütün bu süreçler içinde anarko-sendikalizmi nereye koyuyorsunuz?

  39. Anonim

    http://www.youtube.com/watch?v=lpXbA6yZY-8

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑