Aydınlık Sosyalist Dergi Yazı Kurulu Üyeleri (1)
Milli Demokratik Devrimci (MDD) hareket 1968 yılında zirvesine ulaşmıştı, dolayısıyla bu hareketin bir teorik dergiye ihtiyacı da ortadaydı. Bunun öncülüğünü, elbette Mihri Belli’nin destek vermesiyle, o zamanki MDD’ci harekette ön plana çıkanlardan Doğu Perinçek ve Vahap Erdoğdu yaptı. Aslında, iki yıl sonra ortaya çıkan “Kırmızı Aydınlık”, “Beyaz Aydınlık” bölünmesinde görüleceği gibi, bu iki şahsın önerileriyle oluşan yazı kurulu bir koalisyondu. Doğu Perinçek’in önerisiyle yazı kuruluna giren, kendisi gibi iki genç asistan (bu üçlüye “asistanlar grubu” denirdi) daha vardı: Şahin Alpay ve Erdoğan Güçbilmez. Vahap Erdoğdu’nun önerisiyle yazı kuruluna girenler ise, o sırada ODTÜ’de asistan olan, eşi Seyhan Erdoğdu ve ODTÜ öğrencisi (Seyhan’ın yakın arkadaşı) Münir Ramazan Aktolga’ydı. Fakat yazı kuruluna, Doğu Perinçek’in önerisi ve Vahap Erdoğdu’nun onayıyla, gençlik mücadelesinde ve FKF içinde, Ankara’daki fakültelerde ön plana çıkan gençlik önderlerinden bazıları da alındı: DTCF’den Gün Zileli, SBF’den Cengiz Çandar, Hukuk Fakültesi’nden Atıl Ant. Aynı çevreden Ömer Özerturgut (Fen Fakültesi) ve Oral Çalışlar (SBF) da vardı, fakat onlar o sırada, belki de yazı kurulu üyelerinin sayısı fazla kabaracağından Yazı Kurulu’nda yer almamışlardı. Halil Berktay ise o sırada henüz Amerika’da, Yale Üniversitesi’nde okumaktaydı. İki yıl sonra, bölünmenin hemen öncesinde dönecekti Türkiye’ye.
Bölünme olunca, Vahap Erdoğdu, Seyhan Erdoğdu ve Münir Ramazan Aktolga, Mihri Belli-Mahir Çayan ittifakının yanında yer aldı. Derginin sahiplik belgesi Münir Aktolga’da olduğundan Aydınlık Sosyalist Dergi bu kesimin elinde kaldı. Bölünmeden sonra çıkan 14. Sayının (Ocak 1970) kapağı kırmızı renkte olduğundan bu kesim “Kırmızı Aydınlıkçılar” olarak anıldı. Doğu Perinçek, Şahin Alpay, Erdoğan Güçbilmez, Gün Zileli, Cengiz Çandar ve Atıl Ant’tan oluşan yazı kurulu çoğunluğu ise “Aydınlık” başlığının üzerine küçük bir “Proleter Devrimci” ekleyerek beyaz bir kapakla çıktı. Bu yüzden, bu kesim “PDA’cılar” ya da “Beyaz Aydınlıkçılar” diye anıldı.
1971’e doğru Mihri Belli-Mahir Çayan ittifakı da bozuldu ve Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü ve Münir Ramazan Aktolga ayrı bir hareket oluşturdu. Bu hareket, daha sonra THKP-C olarak yoluna devam etti. Vahap Erdoğdu ve Seyhan Erdoğdu ise Mihri Belli’nin yanında yer aldı bu bölünmede.
Ben bu yazıda, Aydınlık Yazı Kurulu üyelerinin sonraki kaderleri üzerinde duracağım.
Doğu Perinçek: Kendisinin nasıl bir çizgi izlediği ve bugün nerede olduğu herkesin malumu olduğundan üzerinde durmayacağım. Şu anda AKP iktidarının müttefiki ve destekçisi Vatan Partisi’nin başkanıdır.
Erdoğan Güçbilmez: “Asistanlar grubu”nun gözde üyelerindendi. Aydınlık Sosyalist Dergi’nin, o ayki olayları yorumlayan “Aydınlık’ta Dünya ve Türkiye” bölümünün çoğu yazılarını o yazardı. İyi bir teorisyen ve yetenekli bir yazardı. Gençlik eylemlerine pek katılmaz, daha çok teorik sorunlarla ilgilenirdi. PDA’nın 1970-71 yıllarında keskin Maoculuğa yönelmesi ve Kültür Devrimi’ni taklit ederek kendi taraftarları arasında “proleterleşme” kampanyaları açıp insanların evlerindeki teyp vb. gibi “lüks” mallara hareket adına el koymaya başlamasıyla birlikte kibarca ve açıkça kendisinin bu gidişe ayak uyduramayacağını söyledi ve hareketten çekildi. Buna rağmen 12 Mart döneminde içeri alındı bir süreliğine. Yıldırım Bölge’de kısa süre aynı koğuşta kaldık. Burada beslemekte olduğum kedim yatağının altındaki konserve karper peynirini yürüttüğünde gelip bana şikâyette bulundu. Peynirin üzerindeki tırnak izlerinin oluşturduğu inkâr edilmez “suç delillerini” gösterince kendisinden özür diledim. Kısa süre sonra tahliye oldu. Bir daha da kendisini ne gördüm ne de sol hareket içinde ismine rastladım. Müteahhitlik yaptığını duymuştum bir aralar.
Şahin Alpay: Ayvalıklı, zeytinyağı zengini bir aileden geldiğini biliyorum. Kolej eğitimi almıştı. Yazı Kurulu’ndaki, teorik bakımdan en gelişmiş arkadaş olduğunu söyleyebilirim. Tayin edici teorik yazıları o yazar, fakat bu yazılar satır satır yazı kurulunun sıkı denetiminden geçerdi. Derginin, yanılmıyorsam 12. Sayısında çıkan ve “bugün proletaryanın öncülüğünün objektif ve sübjektif şartları henüz oluşmamıştır” mealindeki yazısı, (bu yazı, Doğan Avcıoğlu hareketiyle MDD hareketi arasındaki ittifakın temellerini izah etmek için yazılmıştı ve esasen Mihri Belli’nin “öncülüğü” “asker sivil aydın zümre”ye bahşeden tavrını savunmayı amaçlıyordu) daha sonradan “Kırmızı Aydınlıkçı” olacak kesimin, özellikle Mahir Çayancı kanadının hedefi oldu ve bölünmede PDA’cıların aleyhine epeyce kullanıldı.
Şahin Alpay, belki de yetiştiği aileye ve çevreye uygun olarak son derece kibar bir insandı. Biz haşin devrimci gençlerin yanında bu kibarlığı iyice göze batıyordu. Gençlik hareketlerinden uzak durur, o da Erdoğan Güçbilmez gibi, teorik çalışmalara eğilim gösterirdi. O günlerde fakültelerde çatışmalar yoğunlaşmıştı. PDA’cılar olarak özellikle Mahir Çayancılar tarafından “pasifist” olmakla suçlanıyorduk. Bu suçlamadan iyice rahatsız olup çatışmalarda boy göstermeye çalışıyorduk. İşte böyle anlarda Şahin Alpay, o her zamanki kibar haliyle, “arkadaşlar, benden elime sopa alıp dövüşmemi beklemeyin, benim doğam buna uygun değil” derdi. PDA’nın “köylücü-Maocu” çizgisi nedeniyle PDA bürolarını taşradan ziyarete gelen köylülerle temasta da çekingendi. İçeri girer, yazısını verdikten sonra, orada bulunan köylülere selam vermeden çıkıp gitmek isterdi. Doğu da peşinden koşar, onu yakalar ve getirip köylülerle tanıştırırdı. Şahin, yüzünde donuk bir gülümsemeyle köylülerle el sıkışır, fakat yine fazla oturmadan çıkıp giderdi.
Buna rağmen, bir süreliğine de olsa, PDA’nın o çılgınca “proleterleşme” kampanyasına ayak uydurmaya çalıştı. O sırada henüz adı belirlenmemiş bir illegal örgütlenmeye girişmiştik (daha sonra TİİKP adını alacak örgütlenme). Şahin Alpay, kamuoyu önünde PDA’nın teorik önderlerinden biri olarak görünmesine ve Maoculuğu teorik bakımdan en sıkı bir şekilde savunmasına rağmen, bizim Maocu-köylücü zihniyetimiz (bu zihniyetin en sivri temsilcisi İstanbul’daki PDA önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’ydı) çerçevesinde aslında gözden düşmüştü. Her ne kadar evindeki teypi harekete vermek zorunda kalmış olsa da “kitlelerle” kaynaşma konusunda kötü not alıp duruyordu Şahin. Bu yüzden, kurduğumuz yeni illegal örgütlenmede sadece sıradan bir üye, hatta belki de aday üyeydi. Ve biz “üsttekiler” onun ne kadar “proleterleştiğini” sınamaya pek hevesliydik. Bu yüzden onu inşaatlarda amelelik yapmaya bile yolladık. Elbette inşaat işçileri, aralarına katılan bu gözlüklü “ameleye” bıyık altından epeyce gülmüşlerdir. Sanırım ancak bir hafta dayanabildi bu işkenceye Şahin ve evine kendini zor attı. Disiplin adına bile dayanılacak şey değildi bu.
12 Mart’tan sonra sıkıyönetim gelince PDA yazı kurulu toptan aranmaya başladı. İsimlerimiz radyolardan ilan edildi. Hepimiz kaçak duruma düştük. Bunun üzerine TİİKP yönetimi (aslında buna Doğu da diyebiliriz) arananların bazılarını Filistin’e göndermeye karar verdi. Bu bağlamda Şahin Alpay ve Cengiz Çandar da Filistin’e gönderilenlerin arasında yer aldı. Sanırım bu göndermede, bilhassa Doğu’nun, “işe yaramaktan çok ayak bağı olacakların” bir an önce ülke dışına gönderilmesi düşüncesinin de payı olmuştur. Özellikle Şahin Alpay, böyle “zorlu” bir dönemde, sanırım barışçı ve yumuşak doğası nedeniyle “ayak bağı” olarak görülüyordu. Bu tür örgütler, özellikle kadro siyasetlerinde son derece bencil ve vefasızdır.
Filistin’deki PDA’cı kadro, özellikle hareketin 1972’de yediği ağır darbe ve İbrahim Kaypakkaya bölünmesi nedeniyle büyük bir bunalıma girmiş, bu bunalımlı koşullar nedeniyle aklını kaçıranlar bile olmuştu. Orada neyin nasıl olduğunu tam olarak bilmiyorum ama sanırım Bora Gözen ve sekiz arkadaşın İsrail komandoları tarafından öldürülmesinden önce Şahin Alpay ve Cengiz Çandar hareketten ayrılıp kendilerini Avrupa’ya attılar.
Şahin, Avrupa’dayken hem TİİKP ile hem de Marksizm-Leninzmle ve Maoculukla her türlü bağını koparttı. 1974’ten sonra da Türkiye’ye döndü.
Bundan sonrasını çok iyi izleyemedim ama izleyebildiğim kadarıyla, çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı ve batı tipi bir sosyal demokrasiyi savundu. Bu görüşlerini de daha sonra değiştirdi mi, yoksa hâlâ sosyal demokrat mıdır bilmiyorum, fakat 1990’lardan itibaren (tam tarihini bilemeyeceğim), Zaman gazetesinin istikrarlı yazarlarından biri oldu.
Bir iki gün önce, hakkındaki somut suçlamayı bilemediğim için buraya yazamıyorum, diğer bazı Zaman yazarları gibi o da polis tarafından gözaltına alındı.
Cengiz Çandar:
(Yarın devam edecek)
Gün Zileli
29 Temmuz 2916
İflas eden tüccarlar gibi gene eski defterleri mi karıştırıyorsunuz?
TİP MUSLUĞU
Hiç beklenmedik bir zamanda, yine 1967 yılında, Başbakan Demirel, ansızın Sovyetler Birliği’ne gittiler, Başbakan Kosıgin ile samimiyetle karşılandılar. Kosıgin, 12 Mart Diktatoryası döneminde de, 1972 olabilir, Türkiye’ye gelmişti, ancak bu gidişinde Türkiye ile, İskenderun Demir-Çelik’in yapımı da dahil, büyük işbirliği anlaşmaları yapmıştı. Demirel’in Moskova ziyareti bir sürpriz olmuştu; ancak analizimiz, mühendistir, hesap adamı olarak biliyoruz, bu çerçevede kalmıştı, Aydın Menderes değiştirmeye katkıda bulundular.
Aydın Menderes ile dost olmuştuk, çok iyi analizler yapıyordu ve ne de olsa Adnan Menderes’in oğluydu, sohbetlerimizde, bazı ipuçları da buluyordum. Parti ve yerini de değiştiriyordu, hep arayan bir hali vardı; Süleyman Demirel’in başbakanlığında bir zamanda, genel başkan yardımcılığı yaptılar.
Bir gün bana Demirel’in neden Moskova’ya gittiğini ve geniş işbirliği önerileri yaptığını sordular. Düşünmedim, çok terbiyeli bir insandı, ama bilmediğim için beni bir tür kınadıklarını hatırlıyorum. Türkiye İşçi Partisi’nin başını almak için gittiklerini söylediler.
1965 seçimleri çok sürprizli olmuştu, Demirel rahat bir çoğunlukla başbakanlığı elde etti ve Türkiye İşçi Partisi, 15 milletvekilliği kazanmıştı, “sosyalistler Meclis’te” grup kurabildiler ve bir de çok “iyi” çalıştılar. Demirel Meclis’te çalışamıyordu; tam öyle olmasa da bir tür boğuluyordu. Başbakan Demirel’i “boğuyorduk” demek istiyorum. İşte bu sırada “hesap adamı” Demirel Moskova’ya gitme kararı aldı ve Aydın Menderes’in bana söylediğine göre, soğuk savaş henüz vardı, Demirel Sovyetler’e, “işbirliği yaparım, TİP’in musluğunu kapatacaksınız” demeğe gidiyordu. Aydın Bey’in anlatımına göre, Moskova, TİP’in boğulmasına razı olmuştu. İlk önce çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Ben bunu daha önce neden düşünemedim, bu hallerde kendime pek kızıyorum.
‘POLİSTEN FAZLA ZARAR’
Demirel 1967 baharında gitti ve 1968 yılında ise korkunç bir muhalefet ile karşılaştık, sosyalizme karşı “mili demokratik devrim” tezi çıkarıldı, Moskova’dan ihraçtı, bunu en çok Mihri Belli ile o zamanki parlak asistanı Doğu Perinçek bir “program” haline getirdiler, sanki bir parti olmuştu. Belli, Tip Üyesi değildi; Perinçek üyeydi ve hızlı bir şekilde TİP’i dağıtıyorlardı. Hemingway’in balığına benzemişti, devamlı küçülüyordu; Belli ve Perinçek, “sosyalizm” sözcüğünü sanki yasaklıyorlardı, polise gerek kalmıyordu ve kullanamıyorduk. Parti’yi basıyorlar ve üyeleri pek dövüyorlardı; “milli demokratik devrim” dedikleri budur.
***
Behice Hanım, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndaydı, Mamak’ta yargılanıyordu, bekliyorlardı, bir genç devrimci, yaklaşmıştı, hapisteydiler, Behice Boran’a yaklaşmıştı, “Hocam beni hatırladınız mı” sordular, Behice Hanım hatırlamıyordu ve devrimci ısrar ediyordu. “Nasıl tanımazsınız, Hocam”, Behice Hanım’ın saf hali de var, bu öyküyü bana anlatırken biraz gülüyordu; “Hocam, nasıl tanımazsınız, Parti’yi hep basıyordum”, devrimci bunları söylüyordu. Behice Hanım, gülerek, “Aman evladım o kadar çoktunuz ki, hangi birinizi hatırlayayım” ve gerçekten Mihri’nin ve Doğu’nun askerleri çoktular. Bizi yıktılar. Moskova’dan izin aldılar.
Devrimci rahatlamış, “bir soru daha” sormak istiyor ve soru şudur; “Hocam Mihri Belli polis midir”, Behice Boran’ın bu soruya cevabı ise şudur; “evladım yanlış soruyorsun, Mihri Bey kesinlikle polis değildir, ancak sosyalizme zararını soruyorsan, bütün polislerden daha çoktur.” Cevap budur, ben de öyle düşünüyordum. Ve şunu ekliyorum, ama yıllar geldi-geçti Mihri ile dost olduk ve Dostum Mihri de bu dünyadan çok güzel ayrıldılar. Mihri, hep heyecanlı, devrimci iyimserliği olan, zaman zaman abartan bir yoldaşımızdı; sevgi ile anıyorum.
İKİNCİ BAAS UMUDU
Henüz Rusça öğrenmemiştim, bilgilerimiz dardı, yakında kaybettiğimiz Necat Erder bir gün bana, “Yalçın, sosyalistiz, on beş milletvekili var, güçlü Disk, ama Moskova bize hiç değer vermiyor, tek ilgileri Doğan Avcıoğlu” demişti. Avcıoğlu, Baas türü bir iktidar peşindeydi, 9 Mart 1971 tarihinde kaybedilen Madanoğlu-Avcıoğlu Cuntası işte budur. Esas itibariyle “MDD” olmakla birlikte, iktidar programı “baath” idi , Moskova buna çok önem veriyordu. Başarırlarsa, ikinci baas kurulmuş olacaktı; yakın görülmektedir.
Sovyet ajanları, Bahçelievler’de, Hıfzı Albay’ın evindeki cunta toplantılarını özenle izliyorlardı, en modern teknoloji kullanıyorlardı, içlerinde bir ajan bulunduğunu tespit ettiler. Ancak Mahir Kaynak olduğunu bilemediler, bir Sovyet ajanı, Doğan Avcıoğlu’na içeride birisinin olduğunu haber verdi; sonunda çözdüler. Ancak baasçı ihtilali yapamadılar; sadece 12 Mart Darbesi geldiğinde, herkes hapiste oldular ve hapiste buluştular. Böylece pek başarılı TİP’in de nerede ise sonunu görmüş oluyorduk. Bir daha yükselemediği kesindir.
Yazının tamamı:
http://odatv.com/hulusi-pasa-kimden-yanasiniz-benden-mi-cumhuriyetten-mi-tayyip-beyden-mi-1107161200.html
sen dur şöyle hele. Atlar nallanırken kurbağalar ayaklarını uzatmaz. 🙂
“Doğu Perinçek: Kendisinin nasıl bir çizgi izlediği ve bugün nerede olduğu herkesin malumu olduğundan üzerinde durmayacağım.”
Bunu okuyunca, Amerikan menseli istihbarat filmlerinde/dizilerinde rastladigim/duydugum bir replik aklima geliyor:
‘I could tell you; but, then, I would have to kill you.’
[Soylerim; ama, sonra, seni oldurmem gerekir.]
Eski Zaman Gazetesi’nin 6 çalışanı tutuklandı
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca, kayyum atanan Zaman gazetesinin eski çalışanlarına ve yöneticilerine yönelik yürütülen soruşturma kapsamında, Ali Bulaç ve Şahin Alpay’ın da aralarında bulunduğu 6 kişi tutuklandı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Fuzuli Aydoğdu tarafından yürütülen soruşturma kapsamında kayyum atanmadan önce gazetede yönetici olan ve çalışan 47 şüpheli hakkında “FETÖ/PDY terör örgütüne üye olmak” suçundan gözaltı kararı alındı.
Bu çerçevede gözaltına alınan şüphelilerden 7’si emniyetteki işlemlerinin tamamlanmasının ardından Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’ne sevk edildi.
Savcılıkça ifadesi alınan şüphelilerden Ali Bulaç, Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan, Mustafa Ünal, Nuriye Ural ve Lalezer Sarıibrahimoğlu tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilirken, bir kişi serbest bırakıldı.
Nöbetçi hakimliğe çıkarılan Bulaç, Alpay, Alkan, Ünal, Ural ve Sarıibrahimoğlu tutuklandı.
http://www.hurriyet.com.tr/eski-zaman-gazetesinin-6-calisani-tutuklandi-40176623
İnsanları “FETÖ/PDY terör örgütüne üye olmak”la suçlayan savcılara şu cümleyi haykırmak yeter;
FETÖ yok PDY yalan!
Bir de acaba “Paralel Devlet Yapılanması”nı PDY şeklinde kısaltarak PYD çağrışımı mı yapmak istiyorlar? FETÖ’cü ve PKK’li “teröristlerin” iktidara karşı işbirliği yaptığı algısı yaratma amacının parçası olarak.
Doğru. ben bile öyle algılamıştım başta.
http://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/basin-aciklamalari/ordunun-yapisini-bozanlar-turkiye-yi-yonetemez-20164
Gün abi, bunu mutlaka oku:
http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-yalcin/sahin-alpay-kim-1340732/
Soner Yalçın beni şaşırtmadı. Bir paranoyağın herzeleri deyip geçelim.
Üstelik solun tarihini de bilmiyor. TİP’teki bölünmeyi Şahin alpay’ın yazısının yarattığı tam bir palavra. Kafa komplocu çalışınca böyle oluyor.
Şahin alpay’ın yazısı Kırmızı aydınlık Beyaz aydınlık yarılmasından önce yazılmıştı. Yani TİP’teki böölünme 2 yıl önce olmuştu. Ayrıca bölünmeler bir yazıyla mı oluyormuş. Gülünç.
https://twitter.com/esmerlodos/status/762193501543071744
“Yetmez ama evet 2.0” kısa sürecek gibi görünüyor. Bkz.: http://odatv.com/abdulhamitin-sonunu-paylasirsiniz-2009161200.html
https://twitter.com/kurset_official/status/774218950532104192