Saygı ve sevgiyle hepinizi selamlıyorum.
Konuşmama bir alıntıyla başlamak istiyorum.
“Bir hizmetçi tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çoçuk peydahlandığı için yoksul ailesinin Amerika’ya yolladığı on altı yaşındaki Karl Rosmann,yavaşlamış gemiyle Newyork limanına girerken ,çok önceden farkettiği Özgürlük Tanrıçasını, bu kez ansızın güçlenen güneş ışığı altında gördü.Tanrıça’nın kılıç tutan kolu adeta hemen o anda yukarılara doğru uzanıyor ,vücudunun çevresinde özgür rüzgarlar estiriyordu.”
Alıntı, Franz Kafka’ın ‘Kayıp’ diğer adıyla Amerika romanının ilk paragrafıdır. Kafka neden Özgürlük heykelini Tanrıça, elindeki meşaleyi kılıca dönüştürmüştü? Ayrıca neden çevresinde estirdiği özgürlük rüzgarlarından sözetmişti? Neden romanın hemen başında böyle bir girişe gereksinim duymuştu? Buna tekrar döneceğim.
“Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur”deyişini biliriz. Sadece bazı sözleri tekrarlamak istiyorum.
Metin ya da cümle, ruhun sürekli kendi kendisiyle konuşmasıdır.
“Ne felsefede ne de sanatta ilerleme vardır.İkisinde de başka bir şey söz konusudur, o da iletişimi, katılımı sağlamaktır…”
Edebiyat bir tekrardan ibarettir.Bu dünyaya ait bütün hikayeler İncil’de,Kasideler’in kıssalarında,Kur’an da, Binbir Gece Masallarında ,Homeros’un eserlerinde ve diğer yazılı metinlerde yer almıştır…
O halde neden sadece tarihle yetinmeyip öyküler yazmalıyız?
Yazılmalıdırlar, çünkü insanlığın geleceği için hikaye geleneğinin ölmemesi, sona ermemesi gerekmektedir.”
Kim öykülerin üretilmediği bir dünya da yaşamak ister?
Edebiyatın görevi ve önemi anlatı geleneğini
sürdürmekte yatmaktadır. Çünkü hayatın güçlükleri
ancak anlatılarak aşılabilir, can sıkıntısı ancak anlatılarla yenilebilir…
Sizlere ticarette iflas etmiş bir dostumdan dinlediğim hikayesini anlatayım.
Müflis dostum acı içinde kıvranıp borçlularından kaçarken nihayet bir alacaklısına yakalanır.Karşılıklı oturup birbirlerini süzmektedirler.Dostum dürüsttür ama borçludur.Karşısındaki ise onu geçmişten tanımakta dürüstlüğünü bilmekte ancak borç senetlerini kasasında tutmanın rahatlığıyla haklı olarak bir ödeme takvimi istemektedir.Borçlu dostum alacaklının gözlerine gözlerini diker , çaresizdir hüzünlü kırık sesiyle bir türkü tutturur;
“Bu gün bana dokunmayın,
Benim benden haberim yok,
Tutmuyor elim ayağım,
Benim benden haberim yok.
Harmanımı yeller aldı,
Bostanımı seller aldı,
Bir yar sevdim eller aldı,
Benim benden haberim yok.”
Alacaklı kalkar biraz ilerde bulunan kasayı açar, borç senetlerini çıkarır ve kendisine vererek yırtmasını söyler. Sözün, şu veya bu şekilde öykü anlatmanın gücü budur.
Roman’a gelince en klasik tanımın “Modern zamanların anlatım biçimi” olduğunu biliyoruz. En kusursuz edebi tür olarak öyküyü gören Edgar Allan Poe roman için “Akıl almaz bir tür” demişti.
Çünkü romanın lirizmi şiiri,öğreticiliği tarihi, metafizik sorunları tartışma ve algılatma derinliği felsefeyi,insan ruhunun derinliklerine inişi psikolojiyi, toplumsal sezgisi sosyologları, kurgusu matematikçileri kıskandırır…
“Otium sine litteris mors est;Edebiyatsız geçen zaman öldürücüdür”. İnsanın insana hikaye anlatışının en son keşfi , hayatımıza yön veren roman türü, sonsuz olanaklarıyla özgür , estetik mükemmelliğe en yakın yazı formuydu.
Bu anlamda, Max Nordau’nun “Parisli kadınları Fransız romanı yaratmıştır” ya da bizden Halid Ziya’nın söylediği gibi “ Hiç şüphe yok,hayat romanları değil romanlar hayatı yapıyor!” sözleri gerçeği ifade etmektedir.
Bu nedenle Balzac bilinmeden sanayileşen kapitalistleşen Paris, Dickens bilinmeden yoksulların üzerinde yükselen Britanya İmparatorluğunun Londra’sı bilinebilir mi?
Gogol ve Turgenyev bilinmeden Ataerkil Çarlık Rusyası’nın çözülüşü anlaşılabilir mi?
Solohov okunmadan Rus devrimi öğrenilebilir mi?
Marquez bilinmeden bu günün ayağa kalkan Latin Amerikasını çözümleyebilir miyiz?
J.Conrad okunmadan Afrika köle ticaretinin ,sömürgeciliğinin ‘Karanlık Yüreği ‘ algılanabilir mi?
Don Kişot okunmadan ortaçağın ölümünü hayal edebilir miydik?
Baktığı her kır manzarasını ekilebilir pamuk tarlaları, karşılaştığı her yerliyi köle olarak gören Robinson Cruseo okunmadan Kolonyalizm anlaşılabilir miydi?
Başa dönersek,Osmanlıların Mısır Valisi Sait Paşa tarafından Fransızlara sipariş edilen Özgürlük Heykeli ‘Doğu’nun Işığını’ simgeleyecek ve bu ışığın Mısır’dan Batıya doğru yayıldığının ifadesi olarak Süveyş Kanalının girişine yerleştirilecekti.
Alegori ustası semitist ve ateist (Lucas’ın yalancısıyım) Kafka’nın Özgürlük Heykelinin bu hikayesini bilmemesi düşünülemez.Ancak bu imgeyle ilgili önsezileri artık ona elinde kılıç tutan ve bütün dünyada sözümona ‘Özgürlük Rüzgarları’ estirecek bir tanrıçaya işaret ediyordu.
Kafka’ya göre “Alegorinin söylemek istediği tekşey, anlaşılmaz olanın anlaşılmaz olduğuydu.”
1911 de yazmaya başladığı ilk romanın ilk paragrafına bu yüzden böyle başlamıştı.Bir yüzyılda bu coğrafya da bunun artık fazlasıyla anlaşılabildiğini varsayabiliriz.
Tanrı, elinde kılıç özgürlük taşıyıcısı tanrıçadan bizi korusun.
Hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyor, iyi çalışmalar diliyorum.
* Bu bildiri yazar tarafından 2007 13 Kasım’ında Suriye’nin Rakka Kentinde 3. Abdülselam El Uceyli Roman Festivalinde 70 kişilik Arap ülkeleri Yazarlar ve Akademisyenler grubuna sunuldu.