Takıntılar…
Mesele dergisinin internet sayfasından alınmıştır.
Gün Zileli
Bireylerin takıntılarını inceleyen psikoloji diye bir bilim dalı vardır ama siyasi ya da ideolojik akımların, bireylerin takıntılarından hiç de geri kalmayan, hatta toplumsal etkisi ölçüsünde bireylerin takıntılarından çok daha fazla tehlikeli olabilecek takıntılarını inceleyen bir bilim dalı yoktur. Aslında bu tür akımların takıntıları bireylerin kimi takıntılarıyla da örtüşür. Örneğin, kişi ulusalcı bir ideolojinin etkisindeyse kendisinde var olan, “ülke bölünüyor” takıntısıyla ulusal akımın ‘bölünme” takıntısı üst üste oturur. Ya da tersi. Ulusalcı ideolojinin etkisi altındaki bir kişi, “bölünme” takıntısını çok kolayca benimseyebilir.
Ben bu yazıda, üç toplumsal akımın üç takıntısından söz edeceğim: 1. Ulusalcı akımın emperyalizm takıntısı; 2. Troçkist akımın anti-komünizm takıntısı; 3. Anarşist akımın cepheciliktakıntısı.
Ulusalcı Akımın Emperyalizm takıntısı
Aslında emperyalizm sorunu ulusalcı akımın takıntısından da önce, temelini oluşturur. Ulusalcılık bütün varlık sebebini emperyalizme karşı ulusal devleti savunmak üzerine kurar. Mantık şudur: Emperyalizm bütün dünyayı kendi global sömürü ağı içine almak istemektedir. Oysa ulusal devlet bunun önünde büyük bir baraj oluşturmaktadır. Bu yüzden, özellikle içinde bulunduğumuz dönemde emperyalizmin en büyük hedefi, ulusal devletleri yıkmak, parçalamak, küçük dinsel ya da ulusal azınlıklara dayanan yeni, küçük, tabi devletler yaratmaktır. O halde bugünün anti-emperyalist görevi, ulusal devletin parçalanmaması için mücadele etmek, halihazır devleti emperyalizmin yıkma ve parçalama çabalarına karşı savunmaktır.
Uzaktan bakınca mantık yerli yerinde görünüyor ama baştaki önerme yanlış olduğu için sonradan gelenler de doğal olarak yanlış oluyor. Kısaca belirtecek olursam, emperyalizmin ulusal devletleri yıkmak ya da parçalamak diye genel bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Elbette bu, bazı konjönktürel durumlarda o andaki ulusal devletin emperyalizmin hedefi olmadığı ya da olamayacağı anlamına gelmez. Burada sözünü ettiğim, ulusal devletle emperyalizmin genelde çatıştığı iddiasıdır. Ben tersini ileri süreceğim. Emperyalist-kapitalist devletlerin kendileri de, ister üniter (Fransa), ister federal yapıda (ABD, İsviçre) olsun, ulus devlet formunda örgütlenmiş devletlerdir. Zaten ulusal devlet denen şey, imparatorluk devletlerinin ardından gelmiş kapitalizm çağının devletidir. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist ülkelerin ulusal devlet formunu kendi kapitalist-emperyalist emellerine aykırı görmeleri için bir neden yoktur. Tersine, bu form, hâkim kapitalist devletlerle emperyalizme tabi devletler arasındaki işleyiş açısından son derece uygundur. Dolayısıyla ulusal devlet emperyalist sistemle hiçbir şekilde çatışmaz.
Bununla birlikte, emperyalist dünya sistemi ve bu sistemin merkezindeki ABD gibi egemen devletler, dünyadaki somut gelişmeleri izlemek ve sistemlerini ona göre yürütmek zorundadırlar. Kısaca belirtirsek, emperyalizm, dünyayı istediği gibidizayn edemez, tersine, dünyadaki bin bir gelişme tarafından dizayn edilir. Yani her şeye kadir bir emperyalizm değil, dünyadaki her gelişmeyi dikkate almak ve kendini bu gelişmelere uydurmak zorunda olan bir emperyalizm söz konusudur.
Yaşadığımız dünyadaki gelişmeler nelerdir? Özellikle emperyalizmin sömürü alanları içinde yer alan ülkeler açısından ne gibi gelişmeler söz konusudur? Bu, bu tür ülkelerin derinlerinde ortaya çıkan yeni özgürlükçü eğilimlerdir. Ulus devletler aşağı yukarı ve esasen 20. Yüzyılın başlarında dizayn edilmişlerdi. Ya ulus devletin merkezine oturmuş modernist, bürokratik seçkinler tarafından yönetiliyorlardı ya da geleneksel toplumun geleneksel yönetici sınıfları tarafından. Her iki durumda da bu ulus devletler merkezi yapıdaydı ve emperyalist ülkeler bu egemen güçlerle işbirliği içinde yürütüyorlardı düzenlerini. Öyle ki, Wallerstein’ın belirttiği gibi, emperyalizm, “sosyalist blok”la bile devletten-devlete (SSCB) bir işbirliği içindeydi.
Fakat dünyada 20. Yüzyılın son çeyreğinden günümüze kadar önemli iki gelişme yaşandı: 1. “Sosyalist blok” yıkıldı; 2. Emperyalist hâkimiyet bölgelerindeki ülkelerde halkların özgürlükçü ayaklanmaları ortaya çıktı (başlangıcı 1979 İran Devrimi ve devamında üç-dört yıl önce ortaya çıkan Ortadoğu ayaklanmaları). “Sosyalist blok” yıkılınca bu blokun monolitik yapısı da yıkılmış oldu ve emperyalist ülkeler bu blokta ortaya çıkan yeni ulus devletlerle tek tek bağlantı yürütmek zorunda kaldılar. Fakat bu blokun yıkılması, eski “sosyalist” ülkelerin içindeki bastırılmış “ayrılıkçı” özlemleri de harekete geçirdi. Yugoslavya bu özlemlerin bir iç savaşa, bir milliyetler kapışmasına dönüştüğü en önemli alandı. Bu noktada da ulusalcı uydurmalara dikkat etmek gerekir. Yugoslavya’yı parçalayan emperyalizm falan değildi. Bu ülkede farklı milliyetler Tito gibi bir otorite altında yıllar yılı mecburen bir arada bulunmuşlardı. Bu, gönüllü bir birlik değildi. Nitekim öyle olmadığı, Tito’nun ölümünden kısa süre sonra ortaya çıktı. Yugoslavya’nın parçalanması emperyalistlerin istediği bir şey değildi. Ama bir kere parçalanma ortaya çıkınca, o bölgedeki çıkarları gereği bölgede yaşayan halkların taleplerini dikkate almak ve kurulacak yeni devletlerle (yani yeni seçkinlerle) iyi geçinmek, yeni gelişmelerde aktif rol almak, yeni işbirlikçilerini desteklemek zorundaydılar.
Aynı şey Ortadoğu için de söz konusudur. Bugünkü Ortadoğu coğrafyasında örneğin ABD’nin ulus devletleri parçalamak, yok etmek gibi bir niyetinden söz etmek saçmalıktır. Öyle olsa, II. Körfez müdahalesinden sonra Irak devletini yeniden inşa eder miydi? Hem de, İran nedeniyle çatışma içinde bulunduğu Şiilerin hâkimiyetine dayalı bir Irak devletini. Emperyalizm de elindeki güçlere göre hareket etmek zorundadır. Elde Şiiler varsa mecburen Şiilerle ittifak yapacaktır. Ama bu, Şiilerle ittifaka mahkûm olduğu anlamına gelmez. Bir başka önemli güç olan Sunnilere de oynayabilir aynı anda. Keza Kürtlere de oynayabilir.
Şunu net bir şekilde belirlemeliyiz: Emperyalizm ulus devletleri yıkmaz, sadece ülkedeki gelişmeler sonucunda yıkılmaya doğru giden ulus devletin içinde ortaya çıkan yeni güçlerle ittifak arayışına girer. Ya da, Irak’ta olduğu gibi, kendi bölgesel çıkarlarıyla açıkça çatışan veya kendisine kafa tutan ulus devleti, daha doğrusu o ulus devleti o anda temsil eden kişiyi (Saddam, Kaddafi) hedef alır, hatta devirir, ondan sonra da güçlerin halıhazır durumuna bakıp yeni ulus devletin inşasına katkıda bulunur, onu destekler. Büyük bir emperyalist güç, bölgedeki çıkarları için, aynı anda birbiriyle çatışan güçleri bile destekleyebilir.
Tabii ki bu kadar da değil. Emperyalistler, ülke içindeki, çıkarları birbiriyle çelişen güçleri dikkatle tahlil eder ve duruma göre bu güçleri birbirine karşı kullanırlar. Bu kadarla da kalmazlar, merkezi iktidarı kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlamak amacıyla ülke içindeki özgürlükçü ya da “ayrılıkçı” hareketlerin tehdidinden yararlanır; bu güçleri el altından destekliyormuş ya da destekleyecekmiş gibi yaparak merkezi iktidara isteklerini dikte ederler. İşte ulusalcıların emperyalistleri ulusal devlete karşıymış gibi göstermelerine yol açan, emperyalizmin bu tür taktiksel adımlarıdır.
Peki ama burada bir mantıksızlık yok mu? Örneğin Türkiye’yi alalım ele. ABD emperyalizmi bir NATO üyesi devleti, Ortadoğu’ya yönelik üslerinin bulunduğu bir ülkeyi neden gerçek anlamda parçalamak istesin? ABD’nin, merkezi devleti istediği yönde zorlamak için birtakım kozları elinde tutmasını, hatta zaman zaman bazı “yıkıcı” kozlara omuz verir gibi yapmasını gerçek bir tehdit gibi gören ve gösteren yalnızca ulusalcılardır. Ulusalcıların bu tür yaygaraları merkezi Türk devletinin de işine gelmektedir aslında. O da bu tür bir propagandayı ABD’yi köşeye sıkıştırıp pazarlık gücünü artırmak için kullanmaktadır. Velhasıl, bunların hepsi geçici reelpolitika oyunlarıdır. Emperyalizmin Türk devletini yıkmak istediği, ulusalcı bir paranoya ve yalandır. Türk devleti kendi iç çelişkileri nedeniyle yıkılırsa elbette emperyalizm de yeni duruma göre yıkılan değil, yükselen güçlere oynayacaktır. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Bugün nasıl Türk devletini desteklemesinden doğal bir şey yoksa.
Bununla birlikte bu ulusalcı takıntı ciddiye alınmalı, üzerinde durulmalı, incelenmeli ve kanıtlarla çürütülmelidir.
Neden? Çünkü bu takıntı emperyalizme karşı mücadeleye güç vermemenin yanı sıra, doğrudan doğruya özgürlükçü akımları karşısına almaktadır.
Bunun en belirgin örneği son Kobane kuşatmasında ortaya çıkmıştır. Kobane’yi destanlaştırma eğiliminde olanlardan değilim. Bununla birlikte, Kobane’de IŞİD’e karşı direnişin aynı zamanda bir özgürlük mücadelesi olduğu açıktır. Çok ilginçtir ki, IŞİD’a karşı tonla laf eden ulusalcılar, ABD Kobane’de IŞİD mevzilerini bombalayıp YPG’ye destek verince suspus olup IŞİD’a karşı eleştirilerini yumuşattılar. En aşırı ulusalcı çevreyi temsil edenlerden İP çevresi ise, bunun da ötesinde, esas vuruşu IŞİD’a değil, YPG ve PKK’ya yaparak aslında IŞİD’a üstü örtülü destek verdi. Neden? Çünkü ABD bu somut durumda IŞİD’ın değil, YPG-PKK’nın yanında yer almıştı (gerçi emperyalizm takıntısına bağlı olarak bölünme takıntısına da sahip İP çevresi, tersi olsaydı da YPG-PKK’yı desteklemezdi ya). ABD’nin desteklediği bir güçle geçici de olsa ayrı safta yer almak “günaha girmek” gibi bir şeydir ulusalcılar açısından (gerçi bu görünüşte böyledir. Aslında ABD’nin müttefiki ve NATO üyesi bir devleti cansiperane savunarak bu “günahı” her saniye işlemektedirler). Sonuç olarak, emperyalizm takıntısı yenilmeden sağlıklı bir özgürlük mücadelesi vermek mümkün değildir, çünkü emperyalizm geçici ve görüntüsel olarak zaman zaman özgürlük mücadelesini destekler gibi görünebilmektedir.
Emperyalist bloklar arasındaki çatışmalar da böyle durumlara yol açabilir. Örneğin, I. Dünya Savaşı’nda İngiliz-Fransız ittifakı Alman imparatoru Kayzer’e karşı özgürlük mücadelesine omuz verir gibi gözükürken, Almanlar da Rus Çarı’na karşı mücadeleyi körüklüyorlardı. Ya da II. Dünya Savaşı’nda Batılı emperyalistler anti-faşist savaşa bizzat katıldılar; öte yandan, Naziler, İngiltere’yi zayıflatmak için İrlanda ulusal kurtuluş savaşına silah yardımı yaptılar (David Lean’in Ryan’s Daughter -1970- filmi bunu çok güzel anlatır). Bu tür konjönktürel destekler bu tür özgürlük ve bağımsızlık davalarının haklılığını hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır.
Sonuç olarak, ulusalcılığın emperyalizm takıntısı, onu giderek tamamen özgürlük düşmanı sulara doğru sürüklemektedir.
Troçkist Akımın Anti-komünizm Takıntısı
Troçkistler, kendileri dışındaki her türlü Stalinizm eleştirisini kuşkuyla karşılamakta ve hatta duraksamaksızın bu tür eleştirilere “anti-komünizm” damgasını yapıştırmaktadırlar. Bu durum ilk kez, bundan beş yıl önce Jan Valtin’in Karanlığın Ötesinde (Out of the Night)kitabını çevirdiğimde dikkatimi çekti. Jan Valtin’in kitabıyla ilgili olarak geçmişte ne yazılmış diye internette bir gezinti yapmıştım. Troçkist bütün yorumlar olumsuzdu. Troçkistleri zaten kibirli bulurum genelde ama bu sefer kibirin de ötesinde bir durum vardı sanki. Bütün yazıların ortak vurgusu şu mealdeydi: Bu adam son ana kadar Stalinizmin hizmetindeydi (Jan Valtin, 1918-1938 yılları arasında, yirmi yıl boyunca bir Komintern görevlisi, dolayısıyla bir Stalinist olarak görev yapmıştı), şimdi mi aklı başına gelmiş…
Eskiden Stalinist olmuş biri olarak bu yoruma alınmıştım doğrusu. İnsanlar analarından doğma Troçkist ya da anti-Stalinist olacak değillerdi ya. Tam tersine, insanlar ancak yaşadıkları deneylerle Stalinizmin ne olduğunu görebilirlerdi. Dolayısıyla bir Stalinistin Stalin konusunda uyanışı daha da değerliydi. Bu yorumların sahipleri bununla da yetinmiyorlardı. Jan Valtin’in “anti-komünist” olabileceği konusundaki kuşkularını izhar ediyorlardı.
Troçkistlerde daha sonra da buna benzer tutumlara rastladım. Örneğin The Great Terror kitabının yazarı Robert Conquest’in de (ki bu kitap Stalin’in Büyük Temizlikleri konusundaki en zengin kaynak kitaplardan biridir) bir anti-komünist olduğunu ileri sürüyorlardı. Robert Conquest’in biyografisini inceledim. Muhafazakâr bir eğilimde olduğu İngiliz Tory Partisi’yle ilişkilerinden anlaşılıyordu. Ne var ki, bir insanın biyografisine bakarak “anti-komünist” olduğuna karar vermek doğru olmazdı. The Great Terror kitabını gözden geçirdim. Conquest kitabın önsözünde terörün köklerinin Lenin dönemine kadar uzandığını belirtmenin ötesinde bir şey söylemiyordu ki, ben de bu kanıdaydım. Yani Conquest’in yazdıklarından “komünizm kötüdür” gibi bir sonuç çıkarmak mümkün değildi. Kaldı ki, bunu açıkça söylese bile yine de onun “anti-komünist” olduğu sonucuna varmak için yeterli değildi bu. Çünkü, “anti-komünist” olmanın günümüzde kazandığı anlamla komünizme karşı olmak bütünüyle üst üste oturmamaktadır. Yani bir insan komünizme karşı olabilir ama bu onun illa anti-komünist olduğu anlamına gelmez. Aynı, emperyalizme karşı olmanın illa anti-emperyalist olmak anlamına gelmeyeceği gibi. Dilimizde “anti” takısı salt karşıtlıkta karşılığını bulmamaktadır. “Anti” olmak, Türkçede militan karşıtlıkta karşılığını bulmaktadır. Yani nasıl anti-emperyalizm, salt emperyalizme karşı olmak değil, militanca karşı olmak anlamına geliyorsa, anti-komünizm de salt komünizme karşı olmak değil, militanca karşı olmak anlamına gelmektedir.
Hayattan bir örnek verecek olursam, gençliğimde komünizm konusunda sık sık tartıştığım (bugün artık hayatta olmayan) Semin (Kızılkaya) dayım, komünizme karşıydı ama ona asla anti-komünist diyemem. Çünkü militan bir komünizm karşıtı değildi, sadece fikri düzlemde komünizmi eleştirirdi. Bence o dönemin anti-komünistleri MHP militanları, Fethi Tevetoğlu gibi komünizm araştırmacısı yazarlar vb.’dir. Kısacası, dayımla bu militan komünizm karşıtlarını, örneğin bir Abdullah Çatlı’yı asla bir ve aynı göremem, asla “anti-komünizm” kategorisi altında aynı çuvala koyamam.
Dolayısıyla Robert Conquest gibi değerli bir Stalin dönemi araştırmacısına da “anti-komünizm” damgasını vurmak, Troçkistlerin bir takım komplekslerinden kaynaklanan absürt bir tutumdur. Bu nereden kaynaklanmaktadır? Sanırım bunun birkaç nedeni var.
Birincisi, Troçkistler, Stalinist terörün kaynaklarının Lenin döneminde aranmasından son derece rahatsızdırlar. Onlar, Lenin dönemine bütünüyle sahip çıkmakta, Stalin dönemini ise bütünüyle reddetmektedirler. Bu iki dönem onların gözünde bıçakla kesilmiş ya da siyahla beyaz gibi birbirinden farklıdır. Gerçi ben de bu iki dönem arasında önemli farklar olduğunu düşünürüm ama Troçkistlerin iddia ettikleri kadar değil. Dolayısıyla Troçkistler, Stalin dönemi suçlarının köklerini Lenin döneminde arayan herkese otomatikman “anti-komünist” damgası indirmeye teşnedirler. Bunda Lenin döneminde önemli görevler yerine getirmiş Troçki’yi koruma güdüsü de bir hayli rol oynar.
İkincisi, Troçkistler Stalin’i eleştirme tekelini ellerinde tutmak istemektedirler. Onlara göre Stalin’i en iyi komünistler ya da bir başka deyişle Troçkistler eleştirebilir. Troçkistlerin dışında eleştiren birileri varsa onlar mutlaka bunu komünizme karşıtlık açısından yapıyorlardır ve dolayısıyla “anti-komünist”tirler.
Üçüncüsü, özellikle geçmişte Troçkistler, Stalinistlerin çok ağır ideolojik baskı ve saldırısı altında kalmış, Nazi ajanlığından anti-komünizme vb. bir sürü suçlamayla yüz yüze gelmişlerdir. Bu da onlarda bir komplekse yol açmış olabilir. Yani kendilerinin o “bilinen” eleştiricilerden farklı olduklarını kanıtlama güdüsü. Oysa böyle bir kompleks tamamen gereksizdir. Eğer Stalin’le ilgili bazı gerçekleri bizim dışımızda da birileri söylüyorsa memnun olmamız gerekir. Burada “söyleyene değil, söyletene bak” sözü tam yerine oturmaktadır.
Anarşist Akımın Cephecilik Takıntısı
Anarşist akımın en önemli damarlarından biri de sınıf işbirliğine karşı olmasıdır. Komünist akımlar iktidar için mücadele ettiklerinden her daim cephe ve ittifak siyasetlerine girerler ve bu ittifak siyasetleri de kimi zaman ve hatta daha ağırlıklı olarak sınıf işbirliğine dönüşebilir.
Örneğin I. Dünya Savaşı sırasında sosyal demokrat partilerin (II. Enternasyonal’e bağlı partiler) kendi burjuvazileriyle sınıf işbirliğine girip savaş yanlısı bir tutuma angaje olmak gibi utanç verici bir siyasete yönelmeleri tarihin en büyük sınıf işbirliği politikasıdır. Bununla da bitmez. 1930’lu yıllarda Komintern’in emriyle yürürlüğe konan “Halk Cephesi” siyasetleri de esaslı sınıf işbirliği örnekleridir. İspanya Devrimi bu siyaset yüzünden yenilgiye uğramıştır. Keza bu sağ cephe politikaları 2. Dünya Savaşı’nın bitiminde de sürdürülmüş, İtalyan, Yunan ve Filipinler devrimleri burjuvaziyle işbirliği ve ortak cephe politikaları yüzünden yenilgiye uğramıştır. Bu sağcı cephe siyasetlerinin örneklerini günümüze kadar getirebiliriz.
Komintern’in ve genel olarak komünistlerin bu yanlış cephe siyasetleri anarşistlerde haklı bir tepkiye ve bu durum giderek anarşistlerde bir cephe ya da ittifaklar alerjisine, hatta giderek takıntısına yol açmıştır. Neredeyse cephe ve ittifak sözcükleri anarşistler için iktidar ve sınıf işbirliğiyle aynı anlamı taşır hale gelmiştir.
Oysa, geçmişte ve günümüzde komünistlerin cephe ve ittifak taktiklerini – belki de iktidarcı yönelimleri nedeniyle – yanlış uygulamış olmaları bizatihi bu tür taktiklerin yanlış olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, anarşistler bu taktiklerin yanlışlığını daha çok anarşist hareket üzerinden değil, komünist hareket üzerinden okuma eğilimindedirler. Oysa bu tür sınıf işbirliği örnekleri anarşist hareketin tarihinde de bulunmaktadır. Neden kendi tarihimizi ört bas edip komünistlere yüklenmeyi tercih ediyoruz? Bu daha mı kolayımıza geliyor. Meksika’da anarko-sendikalistler Zapata’ya karşı o zamanki cumhuriyetçi diktatör Carranza’yı desteklemiş, diktatörle utanç verici bir cephe kurmakla kalmamış, Zapata güçlerine karşı kendi güçlerini silahlı mücadeleye sokmuşlardır. Keza Çin’de de anarşist hareketin bir kesimi (“Paris anarşistleri”) “ilerleme” adına Çan Kay-Şek’le işbirliği yolunu seçmiştir. İspanya’da anti-faşist ittifak adına hükümette yer alma hatası herkes tarafından bilinmektedir.
Dolayısıyla sağcı ittifak ya da işbirliği politikalarını eleştirmek için fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. Hatta bunları anarşizmin kendi tarihinden bulup çıkartmak çok daha öğreticidir. Bununla birlikte, yukarıda da belirttiğim gibi, bu tür örneklerin varlığı bizatihi ittifak siyasetini geçersiz kılmaz.
Her sosyal mücadele kaçınılmaz olarak bloklaşmalara yol açar ve bu bloklar içinde çeşitli sınıflar ve güçler bir araya gelir. Önemli olan, bu bir araya gelişin içeriği ve biçimidir. Eğer iktidar değil, sosyal devrim perspektifine sahipseniz; eğer yukarıdaki güçler arasındaki ittifakı değil, gerçek sosyal tabandaki sınıf ve güçler arasındaki ittifakı temel alıyorsanız; esas inisiyatifin örgütlerde değil de devrimden yana sınıflarda olmasını öngörüyorsanız bu cephe sosyal devrime hizmet edebilir. Blok ya da cephe taktiklerini bütünüyle reddeden bir anlayış devrimden de vazgeçmekle aynı anlama gelebilir. Bu bakımdan, anarşistlerin çoğunda var olan cephe ya da ittifak takıntısı bugün mücadele edilmesi gereken bir takıntıdır.
Bitirirken şunu söylemeyi de gerekli görüyorum: Bu takıntılar her ne kadar eleştiriyi hak ediyorsa da dikkate alınmamazlık edilmemelidir. Çünkü her takıntı kendi içinde bazı gerçekleri de barındırır. Gerektiği zaman ve yerde işimize de yarayabilirler. Örneğin, emperyalizm olgusunun unutulmaya başlandığı; anti-komünizme karşı uyanıklığın körelmeye yüz tuttuğu; cephe ve ittifak siyasetlerinin sağcı ve sınıf işbirlikçisi tarzda uygulandığı durumlarda. Kısacası, doğada olduğu gibi, toplumda da, hastalıkların bile bir işlevi vardır.
gün hocam, ip kobani kuşatmasında üstü örtülü değil, açıkça ışid’i destekledi. perinçek açıkça, ışid’in geçici olduğunu, kobani’de kazanmasının “bölge halkları” açısından yararlı olacağını ve peşmergelerin geçişi için koridor açılmaması gerektiğini söyledi.
doğrudur. ben o kadar yakından izleyememiştim.
Çok güzel bir yazı, tebrikler. Ama önemli bir eksik var. Gün Zileli’nin Aydınlık-İP ve Doğu Perinçek takıntısı var bir de. O konuda bir şey göremedim. Sayın Zileli, bu konuda da bir şey yazmayı düşünür mü acaba? Ne de olsa 25 yıldır bu takıntının uzmanıdır kendisi.
evet doğru. onu da başka bir yazıda ele alayım.
Pariste Katliam,Pakistanda akil Almaz kiyim.taliban,el kaida,haram.müslüman kardes,hizbullak.nurcular,kaplancilar,hamas,salafatcilar…
Bizimkinler kafasini egip kaldirip batinin Islam fobisinden bahsetmesini hicbir takintiylala aciklanamaz..
Bunlara Hobby denir belki..
Arkasinda naziler olmazsaydi pedigacilari desteklerdim..
sizden çok şey öğreniyorum.. teşekkürler…
Ulusalcı akım konusundaki düşünce yanlış. “Emperyalizm bütün dünyayı kendi global sömürü ağı içine almak istemektedir. Oysa ulusal devlet bunun önünde büyük bir baraj oluşturmaktadır. Bu yüzden, özellikle içinde bulunduğumuz dönemde emperyalizmin en büyük hedefi, ulusal devletleri yıkmak, parçalamak, küçük dinsel ya da ulusal azınlıklara dayanan yeni, küçük, tabi devletler yaratmaktır. O halde bugünün anti-emperyalist görevi, ulusal devletin parçalanmaması için mücadele etmek, halihazır devleti emperyalizmin yıkma ve parçalama çabalarına karşı savunmaktır.” şeklinde özetlenecek bir ulusalcılık sizin yakıştırmanızdır ve yanlıştır. Baştaki önerme yanlış olduğu için sonradan gelenler de doğal olarak yanlış oluyor. Öyle değil o. Siz kendi takıntılarınıza odaklanın. Ulusalcılık yoksul ülkelerin geleceğidir. Yoksul halkların kurtuluşudur. Ulusalcılar emekten ve soldan yanadır. Gerçekçi ve devrimcidirler. Size de selam ve sevgilerini sunarlar. Sataşmayın, dostça kalın. ” Gövdem gövdene can olsun” diyelim birbirimize. Ulusalcıları yermek yoluyla kitlenizi artıracağınızı ummuyorsunuzdur umarım. Zira boşa çaba.
hortlağın yorumuna katılıyorum.
türkiye’de de bu katliamı mazur gören hatta savunan zihniyet tehlikeli ve hafife alınmamalı, bkz;
http://bekirlyildirim.wordpress.com/2015/01/08/charlie-hebdo-olayi-ne-ozur-dilerim-ne-de-kinarim/
burada yer alan diğer yazılar da okunmalı bu bağlamda.
Yazinin ana konusuyla ilgili degil ama sanirim yazida gecen “Ibrahim Catli” “Abdullah Catli” olacak.
Kolay gelsin..
Mizah dergisine katliam…Allahım sen bu insanlara akıl-fikir ve merhamet nasip eyle….vahşetin kurbanlarının önünde saygıyla eğiliyorum. katillere lanet olsun. fikre, mizaha bu tahammülsüzlüğe lanet olsun.
bu konuda ne söylesem, içimdeki öfkeyi dışarı atmama yetmez. sadece şunu diyeceğim; Allah belanızı versin katiller! ve zalimlerin katlettiği bu insanlara Allahtan rahmet diliyorum.
etik olan, daimi olarak mazlumun-mağdurun-madunun yanında fakat sız-amasız durabilmek…zalime-sömürgene tek kelimeyle tahakkümcüye karşı birlikte mücadele edebilmektir. bunu böyle kabullenmeyen, benimsemeyen hiç bir “şey” din de olamaz, felsefe de inanç da…
olsa olsa bunların ” ideolojik bir karikatürü” olur ancak…maalesef ki diğer inanç ve felsefeler gibi bir kısım müslümanlar da bu tuzağa düşmüş ve temel akidelerinde olmamasına rağmen, bu iktidar oyununa islam dini de alet edilmiştir hem de Peygamber’in vefatının hemen ardından…bu iktidar hırsı ve tutkusunun bu dini ne hallere soktuğuna tarih tanıklık etmektedir. burda fazla söze yok…
iktidar çürütür; mutlak iktidar mutlak çürütüyor…bu dinde “hakimiyetin ve mülkiyetin ALLaha ait olması esastır”. buna aykırı davranışları, bu dinin kutsal kitabı tekfir eder… hem Allaha inanıp hem de yeryüzünde saltanat istemek müşrikliktir.
Düzelttim. Teşekkürler.
S. Uslu yine alakasız bir yanıt vermişsin ya neyse…
Niye alakasız olmuş anonim arkadaş. Paris’teki katliam mıydı konu. Ayrıca “yine” diyerek, daha önce de alakasız cevaplarım olmuş gibi bir hava yaratmışsın.ama “Neyse” diyerek bu seferlik bağışlaman ise büyük lütuf.
Yarattığı canavar enerji hatlarına yönelince bir taşla iki kuş vurmak için kobane kapısında kontrollü olarak ışid e vuran abd yi herkes yazdı ama abd nin kurtarıcı rolünün kürtler tarafından sempatiyle karşılanmasından kimse bahsetmedi.tam gün ağabeylik bir yazı konusu bu kanımca.bir atılımcı bunu yazamaz ,bir halk cepheli ise objektif yazamaz… Tkp yazsa da derdi başkadır.
S. Uslu yorumunu getirdiğin argüman açısından alakasız buldum. Şöyle ki: Gün Zileli diyor ki emperyalizm aslında ulus devletleri destekliyor onlara işbirliği içinde.
Evet gerçekten emperyalizm birçok yerde ulus devletleri destekliyor, onlarla işbirliği içinde davranıyor. Ulus devletlerin birçoğu, birkaç istisna hariç, Küba, Kuzey Kore gibi, bugün emperyalist devletlerle işbirliği içinde veya kendileri de emperyalist politikalar izliyor.
Diğer yandan Kuzey Kore, Küba gibi özel örneklerin de çok övünülecek örnekler olduğunu sanmıyorum. Özellikle Kuzey Kore için durum bu. Yakın zamanda milyonlarca yoksul insanın açlık tehlikesinden dolayı çok büyük sorunlar yaşadığı ve özgürlüklerden mahrum bir ülkeden söz ediyoruz. Küba’da insanlar aç olmayabilir ama orada da işçi sınıfının özgürlüğü son derece kısıtlı. Üstelik diktatörlükle yönetilen ülkeler bunlar. Yarın bir gün, diktatör veya bürokratik egemen sınıf kafası estiğinde, Çin’de olduğu gibi, emperyalistlerle işbirliği içinde de davranabilir.
Sen ise Gün Zileli’nin yanıldığını söylüyorsun. Ama Gün Zileli yukarıda da söylediğim gibi birçok durumda haklı. Diğer özel durumlardaki sonuçların işçi sınıfı için iyi sonuçlar verdiği de pek söylenemez. (Özellikle özgürlükler, düşünce özgürlüğü vb. gibi söylenemez.)
Ulusalcılık bütün varlık sebebini emperyalizme karşı ulusal devleti savunmak üzerine kurmaz. Biz neden uğraşıp duruyoruz o zaman, daha demokratik, daha özgürlükçü, daha çağdaş, daha ezilenden yana bir düzen için. Liberal sağcı olur keyfimize bakarız. Ulusalcı olmak özgürlükçülüğümüze veya devrimciliği mize halel mi getiriyor. Yaşadığımız ülkenin insanları ezilmesin sömürülmesin, özgür mutlu ve çağdaş bir toplumda yaşasın istiyoruz. Emperyalizme de zaten bu mücadeleyi boğmaya çalıştığı için karşı düşüyoruz. Bunu anlatamıyoruz. 1990’lı yıllarda öldürülen aydınlarımızın ortak özelliklerini düşünün. Uzun yıllardır devleti yöneten milliyetçi muhafazakar amerikancı kadroları ve destekçilerini düşünün. Aynı tarafta olduğumuzu göreceksiniz.
Ulusalcilarin hic bir Zaman bir Emperyalizm takintisi olmadi, ulusalcilarin bir Emperyalizm demagojisi oldu. Anti Emperyalizm belasindan kurtulmak icin onu Ulusalcilarin bir tavri olarak gostermek, iste Engin Ardic lasmak budur…
Takıntıdan çok korku demek daha doğru bence.
Ulusalcıların emperyalizm ve Kürt korkusu bölünme korkusundan kaynaklanıyor.
Kürtlerin ve İslami kesimlerin Kemalizm korkusu nedeniyle AKP’nin yanında durması veya tarafsız kalması, Kemalist, modern, solcu, Alevi kesimlerin AKP ve İslamcı korkusu bu insanların sağlıklı düşünmesini engelliyor.
“Korku bir hastalıktır ve tek tedavisi umuttur.”
anti-emperyalizm bana özgürlükçülük ve vicdan açısından saçma geliyor…büyük bir düşman var ona karşı kendi halkını katleden bir anlayışı savunuyorsun…buna da millilik ya da ulusalcılık diyorsun…anti kapitalizm yeterli bir kavram bence…hem kendi sermayene hem uluslarası sermayeye karşı olursun…gerçi sermayenin vatanı olur mu o da tartışılır…bildiğin şunu diyorlar arkadaş bizi amerika fransa ingiltere bilmem ne sömürmesin kendi yerli ırkımızdan birileri sömürsün…bu perspektiften yola çıkınca bize ‘kurtuluş’ savaşı gibi mitleri de yutturuyorlar…kim kurtulmuş bu savaştan anlamış değilim…hayır hiç savaşmasan bundan daha mı kötü olurdu durum…ha adımız agop olurmuş john olurmuş falan fistan olurmuş eee olsun ne olacak…beni ha atatürk sömürmüş ha john sömürmüş ne fark eder…sen batı emperyalizmine karşı savaştığını söylüyorsun…anayasanı ondan alıyorsun…halkın kıyafetini değiştiriyorsun…alfabesini değiştiriyorsun…batı tandaslı ırkçılığı gelip koynuma sokuyorsun…halk anlamaz diyip tepeden bir yönetim biçimi getiriyorsun…her isyanda her bünye red edişinde gidip katliam yapıyorsun…savaştan önce ki sınırların ile savaştan sonra ki sınırların değişiyor bir ton toprak kaybediyorsun(bu toprak kaybı ya da sınırları tanımadığım için beni enterese eden bir durum yok politikacıların mantığı ile baktığı durumdan bakıyorum)…batı ile anlaşmalar yapıyorsun…he bu anti emperyalizm oluyor…yedi düvele karşı savaştık oluyor…yani diptekilerin hayvanların kadınların seks emekçilerinin işçilerin köylülerin anti militaristlerin doğanın bu savaştan kazanımı nedir…sıfırdır bir şey kazanmamıştır…biri kürt diğeri ermeni öteki komünist beri ki islamcı diye yargılı yargısız katledilmiştir…elimizde penis sembolü bir devlet ve bayrak kalmıştır ve bütün cumhuriyet tarihi boyunca bizi korkutmuşlardır…ve hor gören bir elitist kemalist avane doğurmuşlardır…müslümanlara cahil cühela yobaz diye damga vururken kendileri de her yere atatürk heykeli dikmiş ve her sorunda anıtkabire adamın öldüğü yere koşup yardım dilenmişlerdir…bunu müslüman kendi itikadında yaptığında gerici ama kemalist yaptığında ilerici olmuştur…saçma sapan kusturucu bir orta oyun…doğrudan demokrasi öz yönetimler ve anti kapitalizm ve anarşist komünizm yeterli vicdani tanımlamalardır…
Vah vah. Vatandan, ulustan, bayraktan bağını koparmış olmak, ihanetin, yozlaşmanın ve çürümenin dibini görmüş olmaktır. Buradan daha derin bir çukur yoktur. Size bunları kimler öğretti. Vatanını, ulusunu, bayrağını sevmek faşistlik, anti emperyalist olmak gereksiz çaba, ilerici, laiklikten yana, cumhuriyetçi, barışsever, kemalist olmak elitistlik olacak, etnik milliyetçilik ve Türk düşmanlığı solculuk olacak. Kürt vatanının özerkliğini veya bağımsızlığını savunuyorsan, sarı-yeşil-kırmızı bayrağı seviyorsan, üstelik terör ve şiddet yanlısı bir Kürt ulusalcısı isen solcusun, Türk vatanının bölünmesine karşı isen, ay yıldızlı al bayrağı seviyorsan, başka uluslara saygılı ve barışçıl bir türk ulusalcısı isen solcu olamazsın, şoven ve faşistsin he mi? Genç arkadaşlar, uyanın ve lütfen sorgulayın.
Ulus Yok Ulusçuluk Yalan
abi şimdi bunlar kalbe vicdana insanların acılarına dokunmayan argümanlar devlet dairesi yazışması gibi…aşinayım bu argümanlara çünkü dokuz yıl işçi partisindeydim genel merkez profesyonelliği de yaptım öncü gençlik yöneticiliği de vs(anlamı olmayan saçma sapan statüler)yani bizi bu politik içi boş argümanlarla yetiştirdiler…vatanım dünya benim…bayrağım yok…devletim yok…dünya ezilenleri kardeşim…hayvanlar kardeşim…bir kere kendini türk ulusalcısı olarak tanımlayan biri barış sever olamaz çünkü mayası çimento olduğu için kendi sınırları içinde ki farklı kimlikleri kendi harcına katmak ister devletçi olduğu için başka devletlerle savaşmak ister…ilericilik ne demek bunu açabilir misiniz…mesela para kullanmayan sınır bilmeyen doğa ile uyum içinde yaşayan bir kabile gerici midir…ya da hayvan kolinilerinde ki dayanışma kabiliyetini görüyoruz bunlar gerici midir…ya da kropotkinin tasvir ettiği orta çağda ki köylü yaşamları gericilik midir…mesela adorno diyor ki’tarih sapandan nötron bombaya ilerleyen bir süreçtir’…yani ilericilik ilerlemek ne demektir…pekeke terörist bir hareket ama türk devleti terörist değil bu denklem nasıl kuruluyor anlamış değilim(pkekeli değilim onu belirteyim)…sen cumhuriyetten beri bu insanların dilini tanıma kültürünü aşağıla yaşadıkları topraklarda katliam yap her aileden bir ya da bir kaç kişi devlet terörüne kurban gitsin sonra yeter lan sıçarım böyle işe diyip dağa çıktıklarında terörist olsunlar…ben kürt devletini savunmam pekekenin stalinist yöntemlerini de savunmam bu ayrı bir konu…kürt devletini savunmama durumu tc yi savunmakta değildir belirteyim…laiklik nedir…ben ateistim ne lenin stalin gibi militarist ateizmi ne de atatürk gibi oportünist ateizmi savunurum…her topluluk kendi çabası ile gider cami kurar havra sinagog kilise ne bileyim amuda kalma dinine inanıyorsa amuda kalkma ibadet yerlerini kurar kimse de karışamaz isteyen o topluluğa dahil olur istemeyen olmaz…cumhuriyet dediğin şey nedir parlamenterist demokrasidir yani seçim saçmalığıdır halkın katılımı üç beş yılda bir oy atmasıdır bu kadar…ben doğrudan demokrasiyi aracısız demokrasiyi savunuyorum…açıkcası hdp yi sizlerden daha samimi daha vicdani buluyorum…ama hdp ye ya da hiç bir partiye oy atmam…bende bölünmeye karşıyım ama türkiyenin japonyanın bölünmesine değil de dünyanın bölünmesine karşıyım çünkü dünya bir bütündür ve bölünemez diyorum…bir anarşist komunist olarak sadece insanların değil hayvanlarında özgürlüğünü savunuyorum mezbahalar kapatılsın diyorum hayvan deney laboratuvarları kapatılsın diyorum hayvan bahçesi denilen türcü yerler sirk denilen zulüm yuvaları kapatılsın diyorum…he gençler uyanın abinin dediği gibi akıllı olun sadece bu sınırları savunun askere gidin vurulun sadece insanları savunun sadece türk ulusunu sadece ay yıldızlı bayrağı savunun ve size faşist dediklerinde kızın…
Makale de yorumlar da sürükleyici ve çekici.
Ulusçuluk da dahil sol-sosyal demokrat-kemalist-ulusalcı-ergenekoncu gibi bir sürü durakta kendimi aradım fakat her daim içimden gelen depresif gerçeklere karşı “bir gün çıplak kafa ve vicdanımın tahakkümüne boyun eğmek üzere” dedim.
Yorumların tamamını okudum. Diyebilirim ki Gün Hocanın takıntılara istinaden söyledikleri gibi anarşist komunist isyan arkadaşın anlattıkları da bütün yorumların ötesinde harika olmuş. Bir anarşistin farkı olmuş. Tebrikler.
gun un
zeka piriltilar—
keyif-perspektif genis-iyi–
Havariler’de içinden geldiğiniz hareketi ve dolayısıyla kendinizi net bi biçimde eleştirmiş ve özeleştiri vermişsiniz…Yazdığınız makalelerde de bunu hatırlatmanıza rağmen niye bunu iki de bir gündeme getirirler anlamakta zorlanıyorum…Gün Zileli’yi korumak ya da korumak gibi bi yaklaşımda bulunmak gibi bi derdim yok tabi…Gün abi bunu zaten gereği gibi yapıyor…Anlayamadığım hemen hemen her yazıda bunu gündeme getirmek…Herhalde yumuşak kişiliğinizden de cesaret buluyorlar…Neyse yazınız ve yorumlamalarınız iyiydi…Bundan sonra olaylara başka bir boyuttan bakmama yardımcı olacak…En son şunu da söylemeliyim ki “aidiyet dugusu”ile yaklaşım göstermek bi virüs gibi hücrelerimize girmiş….