Ersen Olgaç / ”YÜZYILIN GECE YARISI”
Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde insanlık ilk kez sınıfsız ve özgür bir dünya
özlemini gerçeğe dönüştürmenin eşiğine yaklaşmıştı. Ekim devriminin yarattığı
coşku dünyanın siyahlarını, beyazlarını ve sarılarını tek bir hedef için, baskısız,
sömürüsüz bir gelecek için, dünya devrimi için Üçüncü Enternasyonal’i
sancağı altında toplamaya başladı. Ancak beş kıtada milyonlarca emekçiyi
kucaklayan bu devrimci atılım, Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinden
sonra, sosyalizmin vatanını savunmaya indirgendi. Aradan geçen yetmişi aşkın
yıl bir yığın dalgalanmalardan sonra, Ekim devriminin son kalıntılarının da tarih
sahnesinden silinmesiyle sonuçlandı.
Dünya Ekim Devriminin yıkılış tarihi olarak 1990 yılını bilir. Oysa ki, yıkılan
Ekim Devriminden geriye kalan tek ve son miras olan üretim araçlarının
kollektif mülkiyetiydi. Ekim Devrimi 1921’den başlayarak ve1920’lerin ortasında
da pekişerek, çoktan çöküş sürecine girmişti.
Bu yüzden de insanlığın 1917’de yakaladığı bu büyük tarihsel fırsatın
yitirilmesini ve yirminci yüzyılın trajedisini anlayabilmek için Stalinizmin ve
işçi sınıfından intikam almak için tarih sahnesine çıkan küçük burjuva
çıldırmışlığının ürünü olan faşizmin çok iyi kavranması gerekir. Burjuva
ideolojisi, fasizm ile komünizm arasına esitlik isareti koyarak ideolojik, politik
ve ekonomik hegemonyasının teorik cephaneliğini zenginleştiriyor.
Stalinizmi salt baskıcı bir yönetim, sosyalizmin demokratik ilkelerini ihlal eden
bir yöntem olarak düşünenler, Stalinizmden hiçbir sey anlamayan küçük
burjuva kafalardır. Stalinizm, ulusal planda burjuvazinin ekonomik olarak,
proletaryanın da politik olarak mülksüzleşmesini temsil eden tecrit
durumundaki geri bir ülkedeki bürokratik diktatörlüğün adıdır. Stalinizmin bu
konumu onu, tek ülkede sosyalizm gibi milliyetçi bir teoriyle donatmak
zorunda bırakmıştır.
Bu teori, yani tek ülkede sosyalizm teorisi aslında Sovyet bürokrasinin, Avrupa
devriminin yenilgisini fırsat bilerek, kendi varlığını garanti , güvenlik ve istikrar
altına alabilmek için geliştirilmişti.
Aslında Avrupa Marksizminin seçkin bir bölümünü oluşturan Rus
Marksistlerinin bu konudaki düşünceleri eskiden beri açık ve netti. Onlara
göre, gelişmiş sanayii ülkelerinin yardım ve desteği olmadan, Rusya gibi geri
bir toplumda sosyalizmin, yani sınıfsız toplumun kurulamayacağı tartışmasız
en temel Marksist düşünceydi. Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin
kararları, Lenin’in yazı ve konuşmaları bu konudaki en açık belgelerdir. Hatta
Stalin bile, 1924 yılında, “ileri ülkelerin proleterlerinin ortak çabası olmadan
sosyalizmin tek bir ülkede zaferi mümkün müdür?” diye soruyor ve yanıtı yine
kendisi veriyordu: “Hayır, mümkün değildir! Burjuvaziyi tasfiye etmek
için….ve sosyalist üretim organizasyonunu gerçekleştirmek için tek bir
ülkenin harcadığı çabalar özellikle de Rusya gibi geri bir tarım ülkesinin
çabaları yeterli değildir.”1 Ancak altı ay sonra yayınladığı Leninizmin
Problemleri’nde yaptığı bir değişiklikle zaferi kazanan proletaryanın tek ülkenin
sınırları içinde sosyalizmi kurabileceğini savunur. Daha önceki “sosyalizmin
tek ülkede kurulmasının olanaksız” olduğunu vurguladığı Leninizmin Esasları
adlı broşürünü toplattırır.
Tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı o denli açık bir marksist ilkedir ki,
Kautsky, Martov ve Plekhanov’un Bolşeviklerin iktidarı almalarına karşı
çıkışlarındaki en büyük gerekçe buradan kaynaklanıyordu. Rus Bolşeviklerinin
ve hatta Menşeviklerin bile baştan beri savundukları bu temel marksist tezden
bu köklü kopuş o denli büyük bir değişikliği ve teorik revizyonu içeriyordu ki,
Zinovyev ve Kamenev bile tepki göstermekte gecikmediler.
O dönemde tek ülkede sosyalizm tezine yatkın olan Buharin bile, Marksizmden
bu köklü kopuşun yaratabileceği olumsuz sonuçları hatırlatmak sorumluluğu
duyacaktır: “Eğer olanaklarımızı abartırsak, uluslararası devrime tükürecek bir
eğilimin doğma tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Böylesi bir eğilim, kendi
özgün ideolojisini, bir tür “milli bolşevizm”i, ya da ona benzer bir şeyi
yaratabilir ve buradan çok daha zararlı bir dizi düşünceye hızla varabilir.”2
İşçi sınıfının iktidara geçtiği geri bir ülkede, bir köylü ülkesinde sosyalizmin ve
hatta komünizmin kurulabileceğinin ilan edilmesinin sonucu olarak ortaya
çıkan milliyetçi komünizm anlayışının, Komintern aracılığıyla dünya komünist
hareketine aşılanması, marksizmle resmi ideoloji arasındaki kesin kopuşun
boyutlarını dünya ölçüsüne vardırdı. Artık milliyetçi komünizm tek ülkede
sosyalizm sloganı ile malum kaderine doğru ilerleyebilirdi.
Uygarlık düzeyi fethettikleri ülkenin insanlarının uygarlık düzeyinden daha
düşük olan fatihler, yenilgiye uğrattıkları milletin uygarlığını kabul etmek
zorunda kalırlar. Aynı durum toplumsal sınıflar açısından da geçerlidir. Ekim
Devrimi Çarlık düzeni paramparça ederek tarihin çöplüğüne atmıştı; Lenin,
Çarlık bürokrasisinin kültürünün düşük olduğunu, ama bu kültürün sorumlu
Bolşevik idarecilerin kültüründen yüksek olduğunu söylerken çok haklıydı.
“Komünist önderlerde ne eksiktir: kültür. Moskova’yı ele alalım: 4700 komünist
önder ve devasa bir bürokrat kitlesi. Kim yönetiyor ve kim
yönetiliyor.Komünistlerin yönettiğinin söylenebileceğinden çok kuşkuluyum.
Onların yönetildiğini söyleyebilirim.”3
“Devlet cihazımız önemli ölçüde geçmişin bir devamıdır ve herhangi bir ciddi
değişikliğe uğramamıştır. Sadece yüzeyde bazı şeylere dokunulmuş fakat tüm
diğer açılardan eski devlet cihazımızın tipik bir kalıntısıdır…. Sanki, şöförün
istediği yönde değil, başkasının istediği yönde giden bir otomobil gibi, cihaz
onu yönetene itaat etmiyor.4
İşte Sovyet devletindeki yozlaşmanın objektif tohumları bu gerçekte yatıyor.
Çünkü lanetli geçmiş kendisinden kopmak isteyen devrimci gelecekten
intikamını böyle alıyordu. Rus devriminin içine düştüğü bu paradoks, Stalin’in
kişiliğinde somutlaşıyor, ete ve kemiğe bürünüyordu. Stalin, Lenin’in sözünü
1 J.Stalin, Problems of Leninism,Moscow, 1945. s.157. 2 Stephen F.Cohen, Bukharin and The Bolschevik Revolution, Oxford University Press, 1980, s.245. 3 Moshe Lewin, Lenin’s Last Struggle, New York and London, 1968, s. 10 4 Lenin, Collected Works, Vol.33, Moscow, 1976, s.279, 481.
ettiği eski yöneticilerden kültür düzeyi bakımından daha düşük olan yeni
idarecileri ve yöneticileri benimsemelerini en iyi temsil eden kişiydi. Bunlar,
farkında olmadan eskinin davranış ve alışkanlıklarını en iyi şekilde
benimsemiş unsurlardı. Partinin en üst organları olan Merkez Komitesi ve
Politbüro da bu özelliklere uygun olan Kaganoviç, Kossior, Kuibyşev,
Rudzutak, Mikoyan- Andreyev, Voroşilov ve Molotov gibi kişilerle donatılacaktı.
Ekim Devrimi’nden sonra Lenin, ilk kurulan Bolşevik hükümetin tüm
Avrupa’nın en entellektüel hükümeti olmasından gururla söz ediyordu. Eşit
olmayan ve birleşik gelişme yasasının doğal bir sonucu olarak Avrupa’nın en
geri ülkesi en gelişkin ve ileri devrimci önderleri yetiştirebiliyordu. Ama sürece
damgasını vuran o geri ülkenin ileri önderleri değil, geriliğin bizzat kendisi
oldu. Plekhanov tarihte kişilerin rolünü incelerken, belirli politik görevin yerine
getirilmesi için tarihsel koşulların o görevleri yerine getirecek organları da
yarattığını vurgular. Ekim Devrimi dönemi Lenin, Troçki, Radek, Buharin,
Lunaçarski, Rakovski gibi önderlere gereksinme duyuyordu ve onları ön plana
çıkaracak koşulları yarattı. Özellikle Lenin, sadece dönemin gereksinmesine
uygun düşen bir lider olarak ön plana çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda
dönemin devrimci dönüşüm gereksinmesine en devrimci biçimde müdahale
edebilecek tek alternatifi oluşturuyordu. Daha sonraki aşamada ise, yoldaşları,
muhalifleri ve çağdaşları tarafından hiçbir şekilde büyük bir lider, ya da
Bolşevik önder sıfatına layık görülmeyen Stalin, ön plana geçebiliyordu.
Lenin, döneminin tipik Bolşevik önderi politik ufku geniş olan Marksist bir
teorisyen, etkili bir hatip ve entellektüel düzeyi yüksek bir devrimciydi. Bu
özelliklerin hiç birisi Stalin’de yoktu. Eserler adı altında yayınlanan ciltler
incelendiğinde Marx’ın Kapital’i ile hayatının sonlarına doğru tanıştığı
kanıtlanabilir.
Marksizm adı altında geliştirdiği vulgar teori, politika, felsefe ve edebiyat
arasındaki mesafeyi kısaltarak, teoriyi pratik kurallar düzeyine indirgemiş ve
Marksizmi bayağılaştırmış, bilim, tarih ve sanatı politikanın uşakları haline
getirmişti.Doğa bilimlerinin önüne engeller koyuldu ve bilimsel çalışmalar
baltalandı. Kvantum, rölativite ve kimyadaki resonans teorileri burjuva teorileri
olarak eleştirildi. Sibernetik ve psikoanaliz bilim dünyasından çıkarıldı. Sovyet
yöneticilerinin gözünde Einstein ve Freud tehlikeli kozmopolitik kişilikler
görünümündeydi. Bilim ‘burjuva’ ve ‘proleter’ diye iki kategoriye ayrıldı.
Şoştokoviç, Prokofiev, Muradeli, Kabalevski ve Khaçaturyan’ın yaptığı müziği
‘yoz’ olmakla suçlayan Zhdanov, soyut resim sanatına da saldırdı. Kadın
hakları kısıtlandı. Boşanma yasası aile hayatını teşvik edecek biçimde
ayarlandı. Kürtaj yasadışı oldu, eşcinsellik ahlaksızlık sayıldı. Sanat ve
edebiyata sosyal realizm adına her türlü müdahalede bulunuldu. Zhdanov’un
Leningrad’lı şair Anna Ahmatova’nın kişiliğine yönelik saldırısı, kendi düzeyini
açığa vurması açısından öğreticidir: ”bu kadın bir rahibe mi yoksa düşüğün
teki mi? Bunu bilebilmek zor.” 5
. Enformasyon, politika, kültür, teori, ideoloji,
ekonomi ve bilim dahil yaşamın tüm alanlarındaki faaliyetler üzerindeki sansür
ve baskı uygulanarak yaratıcıyık ruhu öldürüldü.
5 Jean Elleinstein, The Stalin Phenomenon, Lawrence and Wishart, Londra, 1976, s.149.
Bütün bunlar, yirmili yılların başlarından itibaren parti cihazının adım adım
devlet bürokrasisiyle kaynaşarak dejenere edilmesiyle tamamlandı.
Rusya 20. yüzyılda iki büyük devrim yaşadı. Birincisi 1917 Ekim Devrimi diğeri
ise 1929’da başlayan toplumsal devrim, yani zorla kollektifleştirmeydi. Ekim
Devrimi yıllarca yapılan bir hazırlığın sonucuydu. Yüzyılın başından itibaren
Lenin ve Troçki’nin yazdıkları bu devrimin perspektifini bize anlatır. Ama
1929’da başlayan ikinci devrim için aynı şeyi söyleyemeyiz. Stalin bu devrimi
ne önceden görmüş ve ne de bu devrime hazırlanmıştı. Korku ve paniğe
kapılarak, el yordamıyla, sol muhalefetin daha önceki tezlerini deforme ederek,
bütün mantık ve ekonomi kurallarını altüst eden çılgınca bir teşebbüse kalkıştı.
1929’da başlayan tarımdaki zorla kollektifleştirme girişimi en Sol Bolşevik
önderlerin bile hayal gücünü aşan bir toplumsal vahşet biçimine büründü. Bu
vahşet Marx’ın Kapital’de İngiltere’deki sanayi devriminin kanlı terörünü
anlatırken, “sermaye, tepeden tırnağa bütün gövdesi ve hücrelerinden kan ve
pislik akıtarak dünyaya gelir” diyordu, ama İngiliz sanayi devriminin insanlık
tarihinde ileriye doğru yapılan büyük bir sıçrama olduğunu hiçbir zaman inkar
etmiyordu.
Aynı şekilde Rusya’nın yaşadığı ikinci büyük devrim Avrupa Rusya’sını
Avrupa’dan koparan ve Asya Rusya’sını Avrupa’ya yaklaştıran, tarihsel olarak
ileriye doğru atılmış büyük bir adımdı.
Bunun sonucu olarak, bir yandan Avrupa Rusya’sı Asya Rusya’sı içinde eriyip,
1920’lerin entellektüel yaşamının Avrupa’nın sanat ve edebiyatına açık olan
gelişmesi sona ererken, diğer yandan da Asya Rusya’sındaki okuma yazma ve
kültür seferberliği ise, Asya Rusya’sını Avrupa Rusya’sına yaklaştırıyordu.
Son derece dar görüşlü kimi Stalinist kafalar, burjuvazinin Stalin’e ‘düşman’
olduğunu ve bu yüzden de Stalin’i burjuvaziye karşı savunmak gerektiği gibi
diyalektik düşünceye yabancı olan böyle bir pragmatik anlayışı
meşrulaştırdıklarını sanıyorlar. Burjuvazi kişi olarak Stalin’e değil, üretim
araçlarının kollektif mülkiyetine düşman olduğundan, bu düşmanlık da doğal
olarak, kollektif mülkiyeti temsil eden devlette ve onun hiyerarşisinin üst
kademelerinde yoğunlaşıyordu.
Özel olarak dünya burjuvazisinin Stalin düşmanlığı değil, kollektif mülkiyet
düşmanlığı Sovyetler Birliği’nin başındaki kişiyle, kapitalist ülkeleri objektif
olarak karşı karşıya getirmeye yeterliydi. Özel olarak Stalin’in ne bir dünya
devrimi perspektifi ve ne de dünya burjuvazisinin varlığını tehdit edecek bir
niyeti vardı. Tam tersine Stalin, Batı burjuvazisinin çıkarlarına saygılı
olduğunu, dünyada ve özellikle Avrupa’da statükonun korunmasına büyük bir
itina gösterdiğini tüm teori ve pratiğiyle kanıtlamıştır. Gelmiş geçmiş en büyük
anti-komünist burjuva politikacısı olan Churchil’in Stalin’le ilgili olarak Avam
kamarasında sarfettiği övgü dolu sözler hala hafızalardadır: “Mareşal Stalin ve
Sovyet liderleri, Batı demokrasileri ile, şerefli bir dostluk ve eşitlik içinde
yaşamak istiyorlar…Sorumluluklarını, Sovyet hükümeti gibi sağlam şekilde
yerine getiren bir başka hükümet daha bilmiyorum.”6 Bu sözlerde bir komünist
6 J.Stalin, War Speeches, s.111.
için sanki gurur duyacak birşey varmış gibi, Stalin’in Savaş konuşmaları adlı
kitabına eklenerek, İngiliz burjuva politikacısıyla muhabbetin göstergesi
olmuştur.
Aslında Churchill’in sözleri pek de anlamsız değildi, çünkü 1944 yılının
sonunda Sovyet radyo ve basınında Yunanistan’daki iç savaşla ilgili olarak tek
bir olumlu ve yakınlık ifade eden bir sözcüğe rastlanamazdı. Çin Komünistlerini
de yalnız bıraktığı gibi, Potsdam Konferansında Çin’i yönetebilecek tek gücün,
başında Çan Kay-şek’in bulunduğu Kuomingtang olduğunu belirtmişti.
Aynı Burjuvazi Stalin’e ne kadar düşmansa, Kruşçef’e, Brejnev’e, Castro’ya, Ho
fii Minh’e ve hatta Allende’ye de o kadar düşmandır. Çünkü sözkonusu olan,
özel mülkiyetin en sınırlı ve mütevazi ölçülerde bile kollektifleştirilmesinin
burjuvazinin bizzat varlığını tehdit eden bir potansiyel taşımasıdır. Eğer Stalin
konusunda burjuva medya sesini yükseltiyorsa, bunun nedeni sosyalizm
idealini kitlelerinin günlük yaşamından uzak tutabilmek için, Stalinizmin kirli
siciliyle sosyalizm arasına eşitlik işareti koymak içindir. Batı Avrupa’daki
burjuva devletleriyle dostluğu perçinlemenin bir göstergesi olarak,1925
yılından başlayıp İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar, dünya üzerinde ortaya
çıkan devrimci durumlarda Stalin’in aldığı tavırları anımsamak bile hüzün veren
bir ibret belgesidir.
Örneğin 1925-27 Çin Devrimi konusunda izlenen hat tamamen Çin’deki
statükoyu korumaya yönelikti. Bu tarihlerde Çin’i saran anti-emperyalist ve
anti-feodal dalgada iki temel politik güç vardı: Komünist Partisi ve burjuva
milliyetçi bir örgüt olan Kuomingtang. Madem ki Çin geri bir ülkeydi, yerine
getirilmesi gereken esas görev de köylüler, orta sınıflar, milliyetçi generaller
ve burjuvaların blokunu oluşturan Kuomingtang ile birlikte ve Kuomingtang’ın
içinde burjuva demokratik devriminin tamamlanması olmalıydı. Bu amaçla
Kuomingtang Komintern’e alınmış, Çan Kay-şek de Komintern’e fahri üye
yapılmıştı. Komünist Partisinin bağımsızlığını hiçe sayan bu strateji, Çin işçi
sınıfının önderliği konusunda ölümcül bir tehdittti. Aslında bu çizgi Lenin’in
1917’de bir kenara attığı ünlü eski tezi, yani işçilerin ve köylülerin devrimci
demokratik diktatörlüğü tezini, bu kez bir başka ülkede devrimi frenlemek için
gündeme getirmekten başka bir anlam ifade etmiyordu. Bu yüzden Çin
komünistleri, İkinci Enternasyonal’den miras kalan ve Lenin’in 1917’de fırlatıp
attığı ve Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin mahkum ettiği “aşamalı
devrimi” temsil eden işçi sınıfının burjuvazi ile ittifak çabasının kurbanı oldu.
Örneğin Komünist Enternasyonal’in Lenin dönemindeki Üçüncü Kongresinde
kabul edilen tezlerdeki şu satırlara göz atmak nelerin değiştiğini çok iyi
gösterir: “Komünist partileri bu mücadelede…bir asgari program ileri
sürmezler…Bu günümüzde gerçek bir karşı devrimci aldatmaca haline
gelmiştir.”
Çin Komünistleri yaklaşan felaketi sezdiklerinden, Kuomingtan’dan çekilme
talebinde bulundular ama bu talep Komintern tarafından reddedildi. Ve
ardından Çan Kay-şek güçlerinin komünistlere ve öncü işçilere yönelik vahşi
katliamı başladı. İşte Stalin aracılığıyla Komintern’in Çin işçi sınıfına armağanı
olan stratejinin trajik sonucu budur.
Çin trajedisinin üzerinden aşağı yukarı sekiz ay geçtikten sonra bu kez Stalin
sola doğru bir dönüş yaparak, daha önce savunduğu kapitalizmle uzun bir
dönem barış içinde birlikte yaşama tezi yerine, emperyalist saldırılar
döneminin başlayacağını ilan etti. Aslında bu tezin ileri sürülmesindeki amaç,
bir yıl sonra başlatılması düşünülen tarımın zorla kollektifleştirilmesi girişimine
uygun enternasyonal bir keskin sol çizgi oluşturmaktı. Sovyetler Birliği içinde
kulaklar adı altında, köylülüğe karşı vahşice bir saldırı başlatılırken, batıdaki
komünist partileri de nihai saldırıya geçeceklerdi. Özellikle Almanya’da
faşizmin yükseliş dönemine tekabül eden bu yeni stratejiye göre, Sosyal
Demokrat partiler sosyal faşist ilan edilerek, bunların sol kanatlarının sağ
kanatlarından daha tehlikeli olduğu gösterilecekti. Stalin’in faşizm üzerine
yaptığı tahlil, 1933’den sonraki Komintern görüşünün taban tabana zıddıdır:
“Faşizm burjuvazinin, Sosyal-Demokrasinin aktif yardımına dayanan savaşçı
bir örgütüdür. Objektif olarak Sosyal Demokrasi faşizmin ılımlı kanadıdır…
Bunlar ikiz kardeştir.” 7 Bu sözlerle 1928 yılının yaz ayında Almanya’da
sahneye konan yeni siyasetin sonucu Sosyal Demokratların Komünistlerle
bütün bağlarını koparması oldu. Faşizm sadece komünistleri değil, sosyal
demokrasi de dahil işçi sınıfının her türlü örgütlenmesini ortadan kaldırarak
iktidar tekeli kurmayı amaçlıyordu. Bunu engelleyebilecek tek alternatif ise,
komünist ve sosyal demokrat olarak bölünmüş olan işçi sınıfının birleşik
cephesiydi. Troçki gerçek tehlikeyi görerek, bütün gücüyle, faşizm iktidara
gelmeden iki yıl önce, 1931’de gereken uyarıları yaptı: “Ne yazık ki, komünist
memurlar arasında küçük mevkilerini, maaşlarını ve daha çok da derilerini
seven epeyce korkak kariyerist ve sahtekar bulunmaktadır. Bu zevat acınacak
ve aşağılık bir kaderciliği gizleyen aşırı sol cümleler arkasına saklanma
eğilimindedir. “Sosyal demokrasiyi yenmeden faşizme karşı mücadele
edilemez” der bu müthiş devrimciler ve… hiç gecikmeden pasaportlarını
hazırlarlar. Komünist işçiler, siz yüzbinler, milyonlarsınız, gidecek bir yeriniz
yoktur, size yetecek kadar pasaport bulunmayacaktır. Faşizm iktidara gelirse
kafalarınızın ve kemiklerinizin üstünden korkunç bir tank gibi geçecektir.
Kurtuluş yalnızca amansızca bir kavganın sonundadır. Yalnız sosyal demokrat
işçilerle gireceğiniz bir mücadele birliği zafere götürebilir. Komünist işçiler,
acele edin, çok az zamanınız kaldı.”8
Bu tarihsel uyarıların yapıldığı yılda, Stalin, Fransa’yı Sovyetler Birliği’ne karşı
savaşa hazırlanan “en saldırgan ve militarist” ülke olarak ilan ediyordu. Bu
konuda da Troçki’nin uyarısı ileri görüşlü ve öğreticiydi:
“Hiçbir burjuva parlamenter hükümeti bugün SSCB’ne karşı savaşı göze
alamaz; böyle bir girişim sonsuz iç karışıklıklara gebe olur. Ama eğer Hitler
iktidara gelir, ilk adımda Alman proletaryasının öncü kesimini ezer ve
proletaryayı bütünüyle yıllar sürecek bir dağınıklık ve moral çöküntüsü içine
sokarsa, faşist hükümet SSCB’ne karşı savaşa girişebilecek tek hükümet
olur.”9
7 J.Stalin, Works, vol.6, s.282 8 Leon Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Köz Yay›nlar›, 1977, s.149. 9 ‹bid, s.223
Stalin kanalıyla Komintern’in izlediği maceracı çizgi değişmedi ve Alman
proletaryasından en ufak bir direniş görmeden faşizm iktidara geldi. Bu kez sol
maceracı çizgi yerini, hiçbir kesintiye uğramadan sürecek olan sağ çizgiye
bıraktı. 1934’ün başlarındaki 17. Parti Kongresinde Stalin, Sovyet Alman
ilişkilerinin sürmesinden yana olduğunu vurgulayarak, “burada sorun faşizm
sorunu değildir, çünkü örneğin İtalya’daki faşizm de SSCB’nin bu ülkeyle en iyi
ilişkileri kurmasını önleyememiştir”10 ve daha sonraları “Kanla pekiştirilmiş
olan Alman –Rus halkları dostluğu, sağlam ve sürekli olmak için hiçbir şeyden
yoksun değildir” 11diyebiliyordu. Diğer yandan da diğer batılı emperyalist
ülkelerle yakınlaşma yolları aranarak, bu ülkelerdeki komünist partilerini kendi
burjuvazilerini ürkütmeyecek bir konuma çekme politikası gündeme getirildi.
1935 yılında Fransa Dışişleri Bakanı Laval ile Stalin arasında imzalanan bir
antlaşmayla Fransa’nın silahlanması destekleniyordu. Buna uygun teorik
formüller aynı yıl toplanan Komintern’in yedinci ve son kongresinde açıklandı.
1928 yılından beri kullanılan ‘sosyal faşizm’, ‘sınıfa karşı sınıf’, ‘sosyal
demokrasi ile faşizm eşittir’ tezleri sessiz sedasız Komintern’in arşivlerini
boylarken, sadece sosyal demokrasiyle değil, küçük burjuva ve burjuva
partileriyle de ittifakı içeren Halk Cephesi politikası benimsendi. Lenin ve
Zinovyev tarafından hazırlanan Komintern tüzüğünde, komünistlerin burjuva
partileriyle işbirliği yapmaları kesinlikle yasaklanmıştı. Bu yeni politika radikal
talepler ve anti-kapitalist sloganlarla burjuvaziyi ürkütmeyecekti. Batı
Avrupa’da Sosyal-Demokrasi, küçük burvazi ve liberal güçlerin kimi
kesimlerinin faşizm tehlikesine karşı Halk Cephesi’ne ‘evet’ diyebilme olasılığı
vardı. Ancak işçi sınıfının ve ezilenlerin çıkarlarını temsil eden ve savunan ve
bu yüzden de devrimci bir dinamikliği içinde barındıran cephe politikası
burjuvazinin çıkarlarıyla çelişecekti. Bu çelişki de Sovyetler Birliği’nin izlediği
politikaya taban tabana aykırıydı. Bu politika karşı-devrimci özünü kısa sürede
ortaya çıkardı.
1936’da Fransız seçimlerinde Halk Cephesi partileri çoğunluğu kazandı, ama
bu dinamiklik içinde Fransız proletaryası büyük bir genel greve giderek
Fransa’da devrimci bir durum yaratılmasını sağladı. Milyonlarca insan burjuva
düzenine son vermek için tek bir irade halinde birleşirken, fabrika işgalleri
Fransa’nın her tarafına yayıldı. Bu durum Sovyetler Birliği’nin dış politikasına
ters düştüğü için, Fransız Komünist Partisi müdahele etmekte gecikmedi ve
“özel mülkiyete saldırmaya niyetli değiliz”, “Halk Cephesi devrim” değildir
sloganlarıyla Sosyalist Parti’nin bile sağına düşerek, kendi denetimindeki
işçilere işbaşı yaptırdı. Komintern’in Üçüncü Kongresinde “karşı devrimci bir
aldatmaca olarak nitelenen ve 1925-27 Çin Devrimi sırasında trajik sonuçları
yaşanan asgari program anlayışı Avrupa Komünist Partileri tarafından ön plana
çıkarılıyordu.
Karşı-devrimci Halk Cephesi politikasının sonucu olarak Fransız burjuvazisi
insiyatifi ele geçirdi, verdiği ödünleri teker teker geri aldı ve proletarya
pasifliğe gömülürken, küçük burjuva köylü kitleleri burjuva partilerine dönüş
10 J.Stalin, Works, Vol.13, s.313 11 Pravda, 25 Aral›k 1939, Nakleden Isac Deutscher, Stalin, Ağaoğlu Yayınevi, 1969, Istanbul, s.218
yaptılar. Böylece Fransız burjuvazisi güvenliğini Sovyet dış politikasına borçlu
oldu.
İngiltere ve Fransa’nın tepkilerini çekmemek için İspanya’da izlenen Halk
Cephesi politikasının sonuçları ise, daha da trajik oldu. 1936’da Madrid’de
kurulan Halk Cephesi Hükümeti’nin hemen arkasından kitle halinde toprak
işgalleri ve grevler bütün ülkeye yayıldı. Feodalizmin zincirlerini kırmak isteyen
topraksız köylülerin bir tarım devrimi için ayaklanmaları gündeme gelmişti. İşçi
grevlerinin en yüksek sayıya ulaştığı Haziran ve Temmuz aylarında günde
ortalama on ile yirmi arasında grev patlak veriyordu. Sokaklar işçi kitleleri ile
dolmuş, kapitalist düzenin sonunun geldiği haykırılıyordu. Devrimi durdurmak
için Franko önderliğindeki faşist güçler 17 Temmuz’da ayaklanınca, paniğe
kapılan Halk Cephesi hükümeti halkı silahlandırma talebini reddetti. Kitleler
kendi insiyatifleri ile gösterdikleri direniş sonucunda faşist güçler ülkenin
büyük bir bölümünde yenilgiye uğradılar. İspanya’da sanayinin ve nüfusun en
yoğun olduğu bölgelerde işçi ve köylü konseyleri kuruldu, fiili bir ikili iktidar
ortaya çıktı. İşçi ve yoksul köylü kitleleri için tercih faşist diktatörlükle burjuva
demokrasisi arasında değil, devrimle karşı devrim arasındaydı. Bu sadece bir
slogan değil, yaşamın gerçeğiydi, çünkü Cumhuriyetçi bölgelerde üretim
araçları ve siyasi iktidar işçilerin eline geçmişti bile. Komintern ise, İspanya’nın
içinde bulunduğu gelişmeyi burjuva demokratik devrim aşaması olarak
belirlediğinden, İspanyol Komünist Partisine sadece meşru Cumhuriyetçi
hükümeti Franko’ya karşı desteklemekle yetinmeleri konusunda talimat verdi.
Böylece işçilerin, köylülerin, liberal burjuvazinin ortak çıkarlarını temsil
edeceği ‘demokratik’ bir hükümetin çerçevesi dışına çıkılmayacaktı!
Troçki çok haklı olarak İspanyol proletaryasının önderlerine şu tarihi uyarıda
bulunuyordu: “Proletarya diktatörlüğü için mücadele perspektifi önünüzde
açılmaktadır. Bu görevi başarmak için işçi sınıfını etrafınızda birleştirmeli ve
milyonlarca köy yoksulunu işçilere yardım için harekete geçirmelisiniz. Bu
olağanüstü büyük bir görevdir. Sizlere, İspanyol kömünistlerine büyük
devrimci sorumluluk düşmektedir. Zayıflıklarınıza gözlerinizi kapamayın,
hayallere kapılmayın. Devrim laflara bakmaz. O herşeyi dener; daha doğrusu
herşeyi kanla dener. Sadece proletarya diktatörlüğü burjuvazinin düzenini
yıkabilir. Daha ‘basit’, daha ‘ekonomik’, güçlerinize daha uygun bir ‘ara’ devrim
yoktur, olmayacaktır ve olabilemez de. Tarih herhangi bir geçiş diktatörlüğü,
bir ikinci sınıf diktatörlük, bir tenizilatlı diktatörlük icat etmeyecektir. Kim size
böyle bir diktatörlükten bahsediyorsa yalan söylüyordur. Hazırlıklarınızı
proletarya diktatörlüğü için yapın; yorulmadan, inatla, ciddiyetle hazırlanın.” 12
Burjuva demokratik devrimin en temel taleplerinden bile geri olan Halk
Cephesi’nin programını İspanyol Komünist Partisi burjuva demokratik devrimin
ilk ve alt aşamasının programı olarak savunuyor, daha ‘basit’, daha ‘ekonomik’
bir ‘ara’ devrimi öneriyor, Halk Cephesi programının sınırlarını aşan antikapitalist devrime karşı çıkıyor ve böylece yığınlara yalan söylüyordu. Bununla
da kalınmayarak Kremlin bürokrasisi İspanya iç savaşının içinde bir başka iç
savaşı daha başlattı. NKVD’nin yönettiği bu yeni iç savaş, Komintern çizgisi
dışına çıkarak İspanyol devrimini anti-kapitalist bir yörüngeye çeken güçlerin
12 Leon Trotsky, The Spanish Revolution, Pathfinder Press, New York, 1986, s. 127-28.
tasfiyesine amaçlıyordu. Anarşistler, Anarko Sendikalistler, POUM ve
Troçkistler’e karşı, sözümona Sovyet askeri danışmanları adı altındaki NKVD
uzmanlarının yönetimindeki İspanya Komünist Partisi’nin açtığı bu ikinci iç
savaşın amacı, devrimi burjuva demokratik sınırlar içinde tutarak, Fransa ve
İngiltere’ye güvence vermekti. Bu güvencenin ideolojik silahı, Üçüncü
Enternasyonal’in ilk dört kongresi tarafından mahkum edilen işçilerin ve
köylülerin demokratik diktatörlüğü adı altındaki aşamalı devrimi dayatan asgari
program anlayışı, maddi silahı ise, İspanyol devrimcilerine karşı Stalin’in
uygulattığı terördü.
İspanyol Devriminin yenilgisi Troçki’nin ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Kitlelerin ayaklandığı ve devrimci durumun kapıyı çalmak bir yana, kapıyı
kırarak ilerlediği koşullarda, devrimi ‘makul’ sınırlar içine çekmek diye bir
alternatif yoktur ve olmayacaktır. Devrim ve karşı-devrim ikilemi arasında
tereddüte yer olmadığını, tarih, öğrenmek istiyene çoktan gösterdi.
İspanyol devrimini burjuva sınırlar içine hapsedebilmek için başvurulan terör,
aynı zamanda Sovyetler Birliği’nde zaten çoktan gündeme gelmiş, muhalif
unsurlara karşı değişik ülkelerde uygulamaya konulmuştu. Yirmili yıllarda
partiden tasfiyeyle başlayan, otuzlu yılların ortasında düzmece ifadelerle idam
mangalarının önüne gönderilen yüzbinlerce eski Bolşevik ve komünist, nihayet
otuzlu yılların sonlarında yargısız infazlarla süren Stalinist terörün dehşetli
boyutları üzerine ne kadar yazılsa yine azdır. Bu olayın komünistler açısından
en trajik yanı, devrimin kendi evlatlarını inanılmaz bir komployla yok etmesidir.
Daha Ocak 1921’de Sovyet devletini “bürokratik çarpıklıklar içinde bir işçi
devleti” olarak tanımlayan Lenin’in, 10. Kongre notları arasındaki şu değinmesi
ise, Ekim Devrimini Fransız Devrimi gibi bir Thermidor, yani politik karşıdevrim tehlikesinin beklediğini gösterir: “Thermidor? Mantıken söylemek
gerekir ki, pekala mümkün. Gerçekleşecek mi? Göreceğiz.” 13 Evet, Lenin
Thermidor’u göremedi, ama Sovyetler Birliği gördü ve yaşadı ve Sovyet
Thermidoru’nun tarihsel kaderi, toplumsal ilişkilerin de yıkıldığı sosyal karşıdevrimle noktalandı.
1920’de partinin üye sayısı 430.000’di ve 1927’ye gelindiğinde bunlardan
sadece 135.000’i ve on yıl sonra ise, çok daha azı partide kalabilmişti. Devrimin
Bolşevik kuşağı ilk dönem ihraçlar ve ikinci dönem ise fiziki tasfiyelerle eritildi.
1929 yılına gelindiğinde Partide eski Bolşevikler kalmamıştı. İç savaş dönemini
yaşayan bu sınırlı üye sayısının dışındaki kitle, coşku dolu yılların devrimci
insiyatifi ve Leninist dönemin ilk yıllarının özgür eleştirsel ortamını yaşamayan
unsurlardı. Entellektüel düzeyleri çok düşük ve siyasi tecrübeden yoksun olan
partinin bu yeni ezici çoğunluğunun en büyük özelliği, parti otoritesine
körükörüne itaat ve bağlılıktı.Lenin döneminin idealleri, ahlaki değerleri tarihe
gömülmüş, yepyeni bir parti tarih sahnesine çıkmıştı. Bu partinin geçmişteki
gelenekle bağlarını tam olarak koparabilmesi için de sırtında bir yük olarak
kalan Ekim Devrimi’nin yaşayan geleneği eski Bolşeviklerin ortadan
kaldırılması zorunlu görülüyordu. Bunu meşrulaştırabilmek için onların yabancı
emperyalist ülkelerin ajanları olduğuna, emperyalizmin beşinci kolunun
ülkenin içine sızdığına ve her alanda faaliyet gösterdiğine kitleleri inandırmak
13 V.I.Lenin, Sochiheniya, cilt 43, s.403, aktaran E.Mandel, Quatrieme ‹nternationale, no.24, Nisan 1987, s.79.
gerekiyordu. Ama şunu da sormak gerekiyor: bu kadar çok sayıda ünlü
devrimci, yönetici, en üst düzeydeki askeri komutanlar, sanatçılar, yazarlar,
bilim adamları, sayıları yüzbinleri geçen parti üyeleri, böyle bir beşinci kolu
oluşturabilmişlerse, o ülkede yaşayan milyonlarca insanın ahlaki konumu ne
durumdadır? Eğer bunların hepsi baştan aşağı uydurmaysa, o toplumdaki
ilişkiler, düzen, yönetim tepeden tırnağa çürümüş değil midir? 1936 yılında
Buharin’in tutuklanıp kurşuna dizilmeden önceki merkez komitesi
toplantılarının son yıllarda açıklanan arşivlerdeki zabıtlarına bakıldığında,
sarfedilen sözler ve konuşmaların düzeyi bir komünist partisinin yönetici
kadroları arasındaki tartışmadan çok, mafiya içindeki bir hesaplaşmayı
andırıyor, ülkedeki yozluğun ve çürümüşlüğün boyutllarını gözler önüne
seriyor.
Merkez Komitesi’nin daha önceki toplantılarındaki, arkadan da Buharin 23
fiubat 1937’de Merkez Komitesi önünde yaptığı son konuşmada intihardan söz
ederek, bunun partiye zarar verebileceğini, o yüzden de ölümüne bir açlık
grevine başlamak istediğini söyleyince, görüşmelerin gidişatını ibretle izlemek
gerekiyor.
“Voroşilov: Buharin samimi ve dürüst bir insandır, ama ben Buharin için
Tomsky ve Rikov’dan fazla korkuyorum. Neden Buharin için korkuyorum?
Çünkü o yumuşak yürekli bir insandır. Bu iyi mi yoksa kötü mü bilmiyorum,
ancak bugünkü durumda böyle yumuşak yürekliliğe gerek yoktur. Politik
konularda yumuşak kalplilik kötü bir yardımcı ve danışmandır. Bu yumuşak
kalplilik sadece o kişiye değil, fakat aynı zamanda parti davasına da zarar verir.
Buharin ise çok yumuşak yürekli bir kişidir…..
Buharin: Kendimi öldürmeyeceğim çünkü o zaman halk bunu partiye zarar
vermek için yaptığımı söyleyecektir. Bir hastalık nedeniyle ölürsem bundan ne
gibi bir kaybınız olur? (gülüşmeler)
Sesler: Santajcı!
Voroşilov: Seni alçak! Kes sesini! Na adilik! Böyle konuşmaya nasıl cüret
edebiliyorsun?
Buharin: Fakat anlamalısınız ki, benim için yaşamaya devam etmek çok zor.
Stalin: Sanki bizim için kolay mı?
Voroşilov: Duydunuz mu ne diyor: ‘İntihar etmeyecegim, ama öleceğim’?!
Buharin: Sizin için benim hakkımda konuşmak kolay. Bütün bunlardan sonra
ne kaybedeceksiniz? Bakın, eğer ben bir sabatörsem, şerefsizsem neden
hayatta kalmamı istiyorsunuz? Hiçbir konuda bir iddiam yok. Sadece
kafamdaki düşünceleri, neler hissettiğimi anlatıyorum. Eğer bir biçimde bunun
arkasından başka bir şey gelirse ne isterseniz yapın. (Gülüşmeler) Neden
gülüyorsunuz? Bunda komik bir şey yok…Ne bugün, ne yarın, ne de yarından
sonra suçsuz olduğum şeyleri kabul edemem….Öyle bir ortam yaratıldı ki hiç
kimse insancıl duygulara, hislere, gözyaşlarına inanmıyor. (gülüşmeler) Bir
çeşit delil olma özelliğini temsil eden insan duygularına ilişkin daha önceki
açıklamalar -ve bunda utanılacak bir şey yoktur- geçerliliğini ve gücünü
kaybetmiştir.
Kaganoviç: Sen ikili oynamayı iyi öğrenmişsin!
Buharin: Yoldaşlar, olanlara ilişkin olarak şunları söyleyeyim…
Klopliankin: Seni hapise atmanın zamanı geldi.
Buharin: Ne?
Klopliankin: Sen çok daha önceleri hapise atılmalıydın.
Buharin: Tamam, beni hapse atın. ‘Onu hapse atın’ diye haykırmakla benim
farklı mı konuşacağımı sanıyorsunuz? Hayır!”
Stalin: Burada, ölmeden, dünyadan ayrılmadan önce son bir kere daha partiye
tükürük atmak, partiyi kandırmak için en son, en hilekar ve en kolay
yöntemlerden birinine başvurulduğunu görüyorsunuz” 14
Bu konuşmalar dünyadaki ilk sosyalist devrimi gerçekleştiren ülkenin merkez
komitesinde geçiyor. Vahşi kollektifleştirmenin tamamlandığı, dünyanın “en
demokratik” anayasasına kavuşulduğu, sınıfların ortadan kaldırıldığı ve
sosyalist toplumun kurulduğunun ilan edildiği bir dönemde Buharin’in
yumuşak yürekli olmasının partiye zarar vereceğini söylemek ne anlama
geliyor? Partinin başına çöreklenen kadro, Bolşevik kuşağı yoketmeye
hazırlanırken ne kadar acımasız ve zalim olmak gerektiği konusundaki özlem
ve gereksinmesini açığa vuruyor. Biraz sağduyusu, bilimsel içgüdüsü olan ve
ezilenlerin davasını yüreğinde hisseden bir kişi, Lenin’in partisinin başına
nelerin geldiğini görmezlik edemez. Parti bu sefil konuma düşünce, ülkenin en
yüksek savcısının da “kudurmuş köpekleri öldürün!” diye çığlık atmasını
yadırgamamak gerekir. Daha tutuklanmamış, hakkında hukuki bir iddianame
yazılmamış, yargı önüne çıkarılmamış bir kişiyi, hem de Lenin’in arkadaşı olan,
Lenin’in ‘partinin gözbebeği’ diye nitelendirdiği Buharin’i, parti genel
sekreterinin merkez komitesi toplantısında ölüme mahkum etmesini
lanetlemeyen, bu anlayışı sosyalizm dışı görmeyen kafaların, Marksizm
cephesinde ne yeri olabilir?
Burada söz konusu etmek istediğimiz, Buharin’in politik düşünceleri değil, ilk
işçi devriminin gerçekleştiği, Lenin döneminde en açık ve demokratik bir
sosyalist tartışma ortamının yeşerdiği bir ülkede, devletin ve partinin nasıl bir
dejenerasyona uğradığı, bürokratik diktatörlüğü sürdürebilmek için, devrimin
yaşayan neslini yoketme özlemidir.
1937 yılına gelindiğinde, artık terörün hedefi sadece eski Bolşevikler değil,
halkın tümüydü.
İnanılması zor olaylar zincirinde traji komik sahneler de yer alabiliyordu.
Örneğin 1937 Baharında ünlü kompozitör Dmitri Şoştokoviç NKVD’nin
merkezine çağırılır. Kendisini sorgulamakla görevli olan Zanchevsky, kısa bir
söz alışverişinden sonra, Soştokoviç’in o sırada tutuklu olan Mareşal
Tuhaçevski ile ilişkilerini öğrenmek ister. “Tuhaçevski’nin evinde politika
konuşutuğunuzu ve hatta yoldaş Stalin’i öldürmeyi planladığınızı
gizlemeyeceksiniz değil mi?” Şoştokoviç politika konuştuklarını kabul
etmemeyi sürdürünce, Zanchevski, “pekala bugün Cumartesi ve şimdi
gidebilirsin. Fakat sana Pazartesi’ye kadar süre tanıyorum. O güne kadar
eksiksiz herşeyi hatırlayacaksın. Stalin’e karşı hazırlanan ve senin de tanık
olduğun entrikaya ilişkin tartışmayı bütün ayrıntılarıyla açıklayacaksın.”
Şoştokoviç kabuslu bir hafta sonu geçirdikten sonra tutuklanmak için hazırlıklı
14 J.Arch Getty and Oleg V.Naumov, The Road to Terror. Stalin and the Self-Destruction of Bolsheviks, 1932-39,
New Haven and London, Yale University Press 1999, s.100, 322, 370, 399.
olarak Pazartesi sabahı NKVD merkezine gelir. Girişte adını verip Zanchevski’yi
görmeye geldiğini bildirince, kendisine Zanchevski’nin o gün orada olmadığı
söylenir. Hafta sonunda Zanchevski’nin kendisi casusluk suçlamasıyla
tutuklanmıştır.15
Bütün bu süreç üzerine çok şeyler yazıldı ve söylendi. Özellikle 1991 yılında
eski Sovyet arşivlerinin açılmasıyla, geçmişe ait bütün bilgiler ve belgeler
ortaya çıktı. Paradoksal görünmesine rağmen, kitleler için Stalinizmin
terörünün bir bakıma faşizmin teröründen daha acı olduğunu düşünebiliriz.
Çünkü faşizmden farklı olarak Stalinizm, dejenere olan otantik bir devrimin yoz
bir ürünüdür. Faşist Amanya’da eğer bir kimse Yahudi kökenli olmayıp,
muhalif politik faaliyet içinde değilse, varlığını sürdürebilir ve günlük yaşama
katılabilirdi. Oysa ki, Stalinizmin 1930’ların son dönemlerinde hiç kimse kendini
güvenlik içinde hissedemezdi, her an hiç beklenmedik bir şekilde ihbar
edilebilir, tutuklanabilir ve hain olarak kurşuna dizilebilirdi. Faşizm anti-semitik
özelliğinden dolayı Yahudi komplosunda yoğunlaşırken, Stalinizm bütün
toplumsal gövdeye yayılmıştı. Nazi polis cihazı rejime karşı faaliyetler
konusunda iz ve delil bulmaya çalışırken, Stalinist sorgulayıcılar asılsız
uydurmalar ve sahte itiraflar peşindeydi.
Uzun bir tarihsel dönem boyunca Stalinizmin teori ve pratiğe ile terbiye gören
Komünist Partisi üyeleri, sempatizanları ve onlardan ayrı da olsa diğer sol
eğilim, örgüt ve kişiler için bizim anlatmaya çalıştıklarımızı kabullenmenin zor
geleceğini bilmez değiliz.
Neredeyse üç çeyrek yüzyıldır nesilden nesile devredilen resmi ideolojiyle ve
daha doğru bir deyimle mitolojiyle eğitilen ve beslenen beyinlerin, duvarın
yıkılışından on yıl sonra yeni bir açılım, ya da arayışa gireceklerini bekleyecek
kadar safdil değiliz. Ama şurası da çok açık bir gerçektir ki, Sovyet sisteminin
yıkılışından birşey öğrenemeyenlerin geleceğe ilişkin bir perspektif geliştirme
olanakları da yoktur. 1920’lerin ortalarından beri yaşanan uğursuz sosyalizm
deneyimine devrimci bir açıklama getirilmeden, sosyalizmin hiçbir inanırlığı ve
güvenirliği olmayacaktır.Bu , sosyalizmin teori ve pratiğine karşı, Marksistlerin
tarihi bir borcudur.
İnsanlar derin bir inançla devrimci mücadeleye ve kavgaya atılmaya kararlı
olabilirler. Örgütler kabarık üye sayılarına ulaşabilir ve hatta uygun koşullarda
siyasi iktidarı bile ele geçirebilir. Tek ülkenin sınırları içine sıkışan, geçiş
toplumunun ayırdedici özelliklerini bilince çıkaramayan, işçi demokrasisinden
yoksun, kadının kurtuluşunu merkeze yerleştirmeyen, evrensel bir öz
taşımayan bir devrim kollektifleştirme perspektifinden başka ne getirebilir?
İnsanlığınığın kurtuluşunu önüne koymayan, evrensel bir devrim programının
parçası olamayan mahalli bir devrimin kapitalizmin ulaştığı düzeyin, burjuva
ilişkilerinin ötesine gidebilmesi bile olanaksız görünüyor.
Bugün insanlığın çektiği acıların kaynağı yeterli sayıda inançlı devrimci ve
örgütün olmamasından, ya da eksikliğinden kaynaklanmıyor. Geçtiğimiz yüzyıl
15 Elizabeth Wilson, Shostakovich, A Life Remembered, Princeton f995, s. 124-25.
tüm ülkelerde inançlı, fedakar yüzbinlerce devrimcinin kavgasına tanık oldu.
Sosyalizm uğruna hayatını kaybedenlerin sayıları milyonlara vardı. Başarıya
ulaşarak ve başarıya ulaşmadan yenilen bütün devrimlerin yenilgisinin ardında
doğrudan, ya da dolaylı olarak Sovyet bürokrasisinin ve onun sosyalizm adıyla
insanlığa bulaştırdığı Stalinizm vebası vardır.
Kullandığımız her türlü kavramın ve teorik açıklamanın derin anlama sahip
olduğu özgürlükçü ve devrimci marksist bir gelenekten geliyoruz.
Devrimcilerin ezici bir çoğunluğunda varolan metodolojik sefalet, tarihdışı
düşünme ve davranma ve hatta anti-entellektüelizm hastalığı ileriye doğru
devrimci sıçrama yapabilme kapasitesinin önündeki en büyük engellerdir. Bu
engellerin ortadan kalkması için gösterilecek her çaba anlamlı ve önemlidir.
Ersen Olgaç
1992