“Sosyalizmin Sorunları” Tartışması Tarihinden Yapraklar…

 

Bundan 30 yıl önce, 1981 yılında (Türkiye İşçi Köylü Partisi) TİKP içinde açılan “Sosyalizmin Sorunları” tartışması, tam otuz yıl sonra, Taraf gazetesinin yazarları, Halil Berktay, Murat Belge ve Roni Marqulies (ve Taraf  dışından Oya Baydar) arasında yeniden açıldığı gibi, Tarık Günersel’in, “Stalin’in cinayetleri… Havel” başlıklı (21 Aralık 2011) yazısıyla Birgün’e de sıçramış bulunuyor.

Otuz yıllık tarihin başlangıcına dönmeden önce bu tartışmanın yeniden hararetlenmesinin nedenleri üzerine birkaç şey söylemeliyim. Tutucu (Ortodoks)-Marksist kesimler, bu tartışmanın, burjuva-liberal bir rüzgârın sonucu olarak yeniden gündeme geldiğini ileri sürüyorlar ama gerçek böyle değil. 30 yıl önce de TİKP içindeki benzer kesimler aynı gerekçeyi ileri sürmüşlerdi. Bu, bir savunma refleksinden öteye bir anlam taşımıyor.

Bence tartışmanın bugün yeniden hararetlenmesinin nedeni, her şeyden önce, Marksizmin çeşitli türlerinin dincilerden bile daha tutucu bir refleks içine girip hem savunmacılıkta, hem de ajitasyonculukta iyice absürd bir noktaya varmaları ve hatta özellikle XX. Yüzyılda devasa boyutlara ulaşmış sorunlar yığınının üstünden atlayarak gerçek durumla hiç alâkası olmayan bir şekilde, “21. Yüzyıl sosyalizmi” falan gibi insanı gülümsetecek sloganlara atmaya girişmeleridir. Bu, içinde bulunduğu gerçek ve acınılacak durumu görmemekte ısrar eden bir ruh hastasının, örneğin kendini dünyanın en zengin, en yetenekli insanı görme gibi vehimlere kapılmasından farksız bir durumdur. Bu hastalığa kapılanlara birilerinin gerçeği açık açık söylemesi gerekiyordu. Sanırım bu görevi bugün, medyatik olanakların da yardımıyla esasen Halil Berktay yerine getirmektedir. Yeni tartışmaya bu yazıda gireceğim ama önce 30 yıllık tartışmanın tarihinden düşen bazı yapraklara bakmakta yarar var.

 

***

 

Birikim dergisinin 1970’lerdeki yazılarını saymazsak, “Sosyalizmin Sorunları” tartışması, 1981 yılında, o zamanki sol fraksiyonlardan TİKP içinde açıldı öncelikle. Neden bir başka harekette değil de TİKP içinde? Bunun birkaç nedeni vardı. Birincisi, TİKP, sol fraksiyonlar içinde entelektüel birikiminin gücüyle temayüz etmiş bir hareketti. Her ne kadar 1970-80 arasında bu entelektüel birikim Maocu yönelimlerle belli ölçülerde tırpanlanıp bastırılmış olsa da, birikimin gücü kendini hâlâ belli edebilmekteydi; ikincisi, TİKP, Çin’i en sadık bir şekilde izleyen en koyu Maocu hareketti ve 1970’lerin sonlarına yaklaşılırken, Çin’e bağlı ideolojik temeller önemli bir sarsıntı geçirmekteydi. Çin Komünist Partisi (ÇKP), temel tezlerini, Sovyetler Birliği’nin “emperyalistlerle uzlaşması” üzerine kurmuşken, kendisi batılılarla ve ABD ile işbirliğine girişmiş, bununla da kalmayıp ülkenin kapılarını, “revizyonist” dediği Sovyetler Birliği’yle kıyaslanmayacak ölçüde kapitalizme açmıştı. Bu durum, TİKP önderliğinin ve üyelerinin bir kısmını, ÇKP’nin politikalarını sorgulamaya sevk etmiş; bu noktada pandoranın kutusu bir kere açılınca, konu ister istemez “1956 Kruşçevci karşıdevrim” tezinin sorgulanmasına, oradan da Stalin döneminin irdelenmesine gelmişti; üçüncüsü, 12 Eylül darbesinden sonra dar örgütlerin kapalı devre okumayı dayatan okuma siyasetleri çökmüş ve taraftarlar çok daha fazla okuma ve farklı kaynakları okuma evresine girmişlerdi; elbette bu serbest okuma, üye ve taraftarları, sosyalizm tarihine ilişkin o zamana kadar bilmedikleri birtakım gerçekleri öğrenmeye, özellikle de Stalin dönemini sorgulamaya yöneltmişti.

 

TİKP içindeki tartışmanın tarafları, önderlikteki şahıslar bağlamında şöyleydi: Gün Zileli, İlkay Demir ve Necmi Demir sorunların tartışmaya açılmasından yanaydık ve kendi aramızda, özellikle Stalin meselesini tartışmaya defacto (bir oldu bitti olarak) başlamıştık. Ben sorunların ve soruların geniş bir dökümünü yapan, “Sosyalizmin Sorunları Üzerine Sorular” başlıklı, 1981 tarihli bir metin hazırlamıştım. Bu metin, aynı yıl, avukatlar aracılığıyla, o sırada TİKP davasından tutuklu bulunan arkadaşlara ulaştırıldı. İçerdeki arkadaşlar uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra nihayet, “sorular metni” hakkındaki düşüncelerini dışarıya yansıttılar. Avukatların bize ulaştırdığına göre, içerdekiler tarafından “sorular hareketi” adı takılan metnin TİKP taraftarlarınca tartışılmasına karşı en sert tutumu alan arkadaşlar, Oral Çalışlar ve Mustafa Kemal Çamkıran idi. Doğu Perinçek ve Mehmet Bedri Gültekin, Halim Spatar, Oral ve Çamkıran’a göre daha ılımlı bir yaklaşım içinde olmakla birlikte bu “sorular yöntemini” yanlış buluyorlardı ve önderliğin sorunları “tabanla” tartışması yerine, doğru çözümleri “tabana” vazetmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. Dışardaki arkadaşlardan Hasan Yalçın, Halil Berktay, Hüseyin Karanlık  ve Osman Gürhan Ertür sorunların tartışılmasından yanaydılar.

Soruların tartışılması, içerdekilerin ağırlığıyla resmen durdurulmasına rağmen, elbette tartışma durmadı ve 1984 yılında çıkmaya başlayan aylık Saçak dergisinin sayfalarına, özellikle benim farklı imzalar altında veya imzasız yazdığım yazılarla taşındı (Bu arada, Doğu Perinçek’in de, içerden iki önemli kitap çevirisiyle katkıda bulunduğunu belirtmeliyim: İtalyan Marksisti Bruno Rizzi’nin, Sovyetler Birliği’nde, 1930’larda bürokratik kolektivist bir sistemin kurulduğunu anlatan kitabı; ve Jasek Kuron-Modzelevski adlı radikal Marksistlerin kaleme aldığı, Stalinizmi esaslı bir şekilde sorgulayan ve devrimci öneriler getiren kitap).

Daha sonra kişilerde bazı değişiklikler oldu. Örneğin Hasan Yalçın ve Hüseyin Karanlık , tutucu kesime geçerken, Oral Çalışlar ve Halim Spatar, dışarı çıktıktan sonra tartışma yanlılarını desteklediler. Elbette, özellikle benimle Oral ve Halil arasında da sorunlara yaklaşımlarda önemli farklar vardı ama bu yazıda bunlara girmeyeceğim.

TİKP’nin dışındaki sol hareketlerde pek bir tartışma olmadı. Olduysa da, bunların “sosyalizmin sorunları” üzerine olduğu pek söylenemez. Örneğin Dev-Yol taraftarları arasında da bazı tartışmalar oldu, hatta bunlar metinlere döküldü ama bu tartışma daha çok Dev-Yol’un kendi iç sorunlarına ve taktiklerine ilişkindi ve bu tartışmalarda sosyalizmin gerçek sorunlarına ilişkin pek az şey bulunabilir. TKP için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Sosyalizm önemli bir bunalım yaşamasına rağmen bu iki önemli harekette neden önemli bir tartışma olmadı sosyalizmin sorunları üzerine? Bence bunun nedeni, her iki hareketin de temelinde Stalinizmin belirleyici bir yer tutmamasıydı. Dev-Yol, Stalinist gelenekten tamamen kopmuş olmamakla birlikte geleneksel sol paradigmalardan temel ideolojik noktalarda ve örgütlenme planında epeyce önemli farklılıklar taşıyordu. Dolayısıyla sosyalizmin bunalımının getirdiği sorunlar bu hareketin taraftarlarının zihin dünyasını doğrudan doğruya meşgul etmiyordu. TKP ise, Sovyetler Birliği’ne bağlı olarak şekillenmiş bir hareket olduğundan, Sovyetler Birliği’nde 1956 yılından sonra başlatılmış deStalinizasyon hareketinin öğelerini olduğu gibi kabul edip ideolojik temellerine zaten taşımıştı ve dolayısıyla artık sosyalizmin tarihinde yaşanmış önemli yıkımların Sovyetler Birliği tarafından yıllar önce aşıldığı gibi bir yanılsama içindeydi; dolayısıyla Stalin’i ve diğer tarihi olayları pek fazla sorun etmiyordu.

Öte yandan, sosyalizmin sorunlarına bağlı olarak özellikle Stalin konusunun tartışma gündemine gelmesi, 1980’den önce tamamen Stalinist gelenek tarafından şekillendirilmiş solda kendine yer bulamayan küçük Troçkist yuvarcıkların belli bir haklılık kazanmasına ve kendilerini daha açıktan ifade etmesine yol açmıştı. Öte yandan, 1986 yılında küçük bir anarşist çevrenin çıkartmaya başladığı Kara dergisi bile bir anlamda sosyalizm tartışmasına dahil edilebilecek, anarşist perspektiften kaleme alınmış yazılar yayımlamaya başlamıştı. Türkiye “68’inin önemli isimlerinden olup, Kıvılcımlıcı gelenekten Troçkizme gelen Demir Küçükaydın, Ersen Olgaç, Ergun Aydınoğlu gibi arkadaşların Avrupa’da çıkarttığı Devrimci Marksizm dergisi de keza hem Stalinizmi irdeleyen yazılar yayımlıyor, hem de Türkiye solundaki ve TİKP içindeki tartışmaları dikkatle izliyordu. (Mehmet Salâh, “Çin Komünizmi ve 1980’ler Türkiye’sinde Aydınlık’çılığın Evrimi”, Devrimci Marksist, sayı: 3, Haziran 1986). Öte yandan, Yavuz Alogan, F.Claudin ve Kapetanyos çevirileriyle ve Saçak’taki yazılarıyla tartışmaya önemli katkılarda bulunuyor; Fikret Başkaya, tamamen bağımsız bir kanaldan tartışmaya dahil olup Stalinist paradigmaya önemli darbeler indiren yazılar kaleme alıyordu.

 

***

 

Sosyalizmin bunalımı, 1989 yılında Berlin Duvarı’nın, 1991 yılında ise Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla; öte yandan, devlet olarak yıkılmasalar da, Çin başta olmak üzere “sosyalist” ülkelerin kapitalizme tamamen teslim olmalarıyla; komünist partilerin çoğunun dağılması ya da sosyal demokrat partilere dönüşmesiyle sonuçlandı.

Ne var ki, bu yıkımın ilk şok dalgalarının atlatılmasıyla birlikte sosyalizmin sorunları tartışmasının yeniden başlaması ve derinleşmesi kaçınılmazdı. Çünkü birincisi, tarihin sonunu ilan eden kapitalizm hiç de toplumlara ve insanlara umut verecek gibi görünmüyordu; ikincisi, radikalleşen genç insanlar yeni bir toplumsal devrim için mücadeleden yanaydılar ve dolayısıyla kapitalizme karşı alternatif arayışı devam etmekteydi.

İşte bu noktada, tam da sosyalizmin tarihinin esaslı bir şekilde gözden geçirilmesi ve dersler çıkartılması gerekiyordu. Ne var ki, liberal solcusundan Stalinistine, anarşistinden Troçkistine kadar konformist bir mirasyedi tutumunu takınan her türden “önderlik” ve “kanaat önderi”, köhnemiş paradigmalarına sarılarak bu yeni gelişen potansiyeli kısa yoldan etkileri altına alıp örgütleme hevesine kapıldılar. Bu tutumun, şiddetli bir depremden sonra, bir artçı depremle yıkılacağı kesin olan, içinde oturulması tehlikeli evlerde oturmaya devam etmekten, hatta bu evleri kiraya vermeye kalkmaktan hiçbir farkı yoktu.

 

***

 

Bugünkü tartışmaya gelelim şimdi. Murat Belge, “ama bizim güzel bir projemiz vardı” demekten başka bir şey demiyor ve bu konuyla o kadar ilgilendiğim halde, itiraf edeyim ki, “sosyalizm tartışması”na ilişkin yazıları üzerimde afyon etkisi yapıp beni daha yazıyı bitirmeden uyutuyor. Roni Margulies ise, bildiğimiz Troçkist teraneyi tekrarlayarak yalnızca taraftarlarını uyutuyor: “O tarih bize ait değil; bu Stalinist uygulamalar bizi hiç ilgilendirmez.” Evet ama daha Lenin ve Troçki zamanında başlayan, Stalin diktatörlüğünün taşlarını döşeyen uygulamalar ne oluyor? Tek parti dönemi ne zaman başladı? Basın ve söz özgürlüğü daha Lenin ve Troçki zamanında ortadan kaldırılmadı mı? Kronstadt 1921’de bastırılmadı mı vb. vb.?

Kısaca söyleyecek olursam, geçmişin sorunlarından kimse kendini tam olarak aklayamaz. Bu konuda en temiz olan anarşistler bile.

Oya Baydar’ın yazısını okuyamadım ama Halil Berktay güzelce özetlemiş. Bu tür yazılar, sosyalizmi ve toplumsal devrimi romantizm düzleminde kavrayan gençlerin yüreğine su serpip onlara bir ferahlık duygusu verebilir ve morallerini düzeltebilir ama o ölçüde de boş teneke gibi tıngır tıngır ötmenin yolunu açar. Bugünkü radikal gençlerin rahatlamaya değil, tersine sorunların üzerine cesaretle gitmeye ihtiyacı var. Bu cesareti gösteren, örneğin Fikret Başkaya gibi insanların sayısı ne yazık ki çok az bugün.

Taraf’taki tartışmaya ilişkin net fikrimi söyleyecek olursam, en içi dolu değerlendirmeleri yapan, Halil Berktay’ın yazılarıdır. Halil Berktay, bu yazıları insanları kolayca kapitalizme razı edebilmek için yazıyormuş, öyle iddia ediliyor. Bu sitede görüleceği gibi, Halil Berktay’ın siyasi tutumuna ve kendi geçmişini değerlendirmelerine karşı belki de haddinden fazla sert eleştiriler yöneltmiş biriyim. Ama yiğidi öldür, hakkını yeme demişler. Net bir şekilde söyleyeyim: Halil Berktay doğru söylüyor. Artık insanlık “sosyalizm” adlı bir pratiği bir daha denemeyecektir.

İnsanlık, adı “sosyalizm” olan bir şeyi denemeyecekse bu iyi bir şeydir aslında. İnsanların tekrar tekrar aldanmaya hiç de yatkın olmadıkları sonucunu çıkarıyorum ben bundan.

Evet ama bu, devrimci deneylerin sonu mudur? Hiç de değil. İnsanlar o kötü, monolitik, baskıcı-devletçi düzenleri denemek istemedikleri kadar kapitalizmin sömürüsüne de razı olmak istemeyeceklerdir. Ufukta parlayan, kapitalizme kölelik değil, geçmişten esaslı dersler çıkartan yeni bir toplumsal devrim, yeni bir emansipasyon ve yeni, sömürüsüz, özgürlükçü toplumlar inşa etme deneyimleridir. Bilmiyorum, belki de bu noktada Halil Berktay’la ayrılıyoruz. Ayrılmıyorsak, kendisi söylesin.

Tabii tenezzül buyururlarsa. Sesini duyurması oldukça zor olan birisi olarak bu da benim Berktay’a tarizim olsun.

 

Gün Zileli

1 Ocak 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

31 Comments

  1. Sevgili Gün,
    ben deneyimleri daha bir dikkatle dinlerim. Senin çocuksu masumiyetini ideolojik yol haritanı, devrimden ve hakikatten sapmama inadını, her birinin şiir gibi ismi olan otobiyografilerinde okuduk. Gördük. ”30 yıl önce”den aktardığın bu bilgiler, subjektif olmakla birlikte sen söylediğin için kıymetli. Durup dinliyor, okuyorsam bu sebeptendir. Her bir cümleni anladığımı iddia edemem ama benim için önemli bir sapak’sın. Anarşizmi senden, senin deneyimlerinden-kitaplarından öğrendiğim için teşekkür etme şansım-fırsatım varken, teşekkür ederim. Güzelleme yorumu olsa da varsın olsun, ellerine sağlık. Sen hep yaz, bence de. Sevgiler.

  2. devrimci ğençlik., sayı 3……sosyal emperyalizm tartışmaları , çin ve sovyetlerde sosyalizme ğeçiş sorunu tartışmaları daha 77*78 yıllarında dev-yol içinde tartışılmaya başlanmıştı., fakat bu ana tartışma konusu değildi., çünkü anti- faşist mücadele basattı.. dev- yol, demokrasi ve anti faşist mücadele bir devrim mücadelesidir diyerekhalkın aktif mücadelesini yükseltmeye çalıştı. doğal olarak sosyalizmin sorunlarının tartışılması., ikinci planda kaldı……yinede dev-yol o dönem türkiye solunda çok yayğın olan çkp ve sbkp tezlerine karşıiddialı bir çıkışla sovyetlerde revizyonist bir diktatörlüğün olduğu tezine vardı.bu başlanğıçta dev -yolcular tarafından bile ğaripsendi, tartışıldı.

  3. stalin olğusu dev-yol içinde tartışma konusu olmamıştır., taki 80* lertin ikinci yarısından itibaren, ğün zilelinin dediği ğibi okuma ortamında stalinle .,uyğulamalarıyla.,tek ülkede sosyalizm., milli sosyalizm…v.s ğibi, konularda tartışmalar olmuş.,kendim bile 80 öncesi stalin ve sonrası bürokratik., revizyonist uyğulamalar konusunda kafam karışık olmasına rağmen ., buğün daha net bir konuma ğelmişimdir. eleştiriler daha çokkruşçef döneminden bu yana ğelen uyğulamalarıiçermekteydi**barış içinde birlikte yaşama, kapitalist olmayan yol, parlementirizm……v.s ğibi örnekler

  4. kısacası dev-yol içinde 80 öncesi stalin uyğulamaları için aleyhte eleştiri olmamış aksine lehine bir tutm hakimdir., çkp eleştileri ise sosya emperyalizm üzerinden olmuş., mao- nun tezlerinden uzaklaşılması., halk savaşları ve üçüüncü dünya ülkeleri üzerinden olmuştur……..bu eleştiriler **orta yolculuk**olarak alğılanmıştır bazı kesimlerce. birde dev yol kitlesinin iki tarafında yanlış olduğu., veiki yanlıştan birinin arkasına takılmanın doğüru olmadığı ve eleştiren bir tutum almasında., derği yazılarındakiönder kadronun kesin ,net tavrının etkili olduğu kanısındayım.

  5. birinci yanlış sosyalizmin sorunlarını kendilerinden başka 80 öncesi diğer devrimci grupların tartışmadığı tezi tamamen yanlıştır.birikim hariç en entellektüel grupmuşlar onun içinmi pratik hayatın içinde hiç bir varlığı olmayandınız?insan biraz utanır bu kadar kendinden kalkan bakış olabilirmi?dev-genç geleneğinin 1/4 olmayıp hayatın dışındakileri bu seviyede anlatabilmek zileli tarzı olmalı 2.konu eski yoldaşlık çekiyor galiba berktay haklı nasıl diyebiliyorsun diğerlerinin tarif ettiği özgürlükçü eşitlikçi yeni bir sistem kurulacak dediğinden başka birşeymi tarif ediyor belge ile roni aynı şeyleri yeni bir sosyalizm diye adını ne dersen de sosyalizm demesende olur adını sen koy da yeni bir icadını görelim nerde kısırlardan hele siyaseti reddedenlerden yeni cümle nerde hemde hayatın pratiğinin dışına düşenlerden.3.sorun güzelleme yaptığın berktayın sosyalizm eleştirisi yeni bir şey olabilirmi?yoksa sosyalizm eleştirisini sen yenimi duydun?yoksa yoldaşına güzelleme için berktay yeni bir şey yapmış diyorsun?sosyalizm eleştirisinde berktay haklı ama o bu eleştiriyi kapitalist sisteme alternatif yeni sistemin sandalyesinden yapmadığını anlamadınmı?bu sitede bile kaç kez yazdım o sistemin ve ekselenslarının hizmetinden sistemin kendini yeniden reorganize edebilmesi sandalyesinden onun ideolojisi liberalizmin sandalyesinden yaptığını unuttun hatta belgenin kapitalizmin bile sosyalizm,komünizm gibi ideolojilerden hatta anarşizmden bile etkilendiğini söylemesinden hiç bir şey anlamamışsın.boşuna yırtınma eski yoldaşın sistemin ideolojisi liberalizmin hidayetine ermiştir sosyalizm eleştirisi senin ve benim durduğumuz özgürlükçü anarşizm sandalyesinden yapmıyor.gelelim sözlü şiddet ve hakarete gülenin çukurca açıklamasının sitede yer bulabilip o açıklamaya ve kürtlerin soyunu kurutup kazıyın diyen gülene verilen cevabı siteden sansürleme ayıbı sana yeter casus ve gülen gibilerin pisletip kokutabildiği siyede özgürlükçünün yorumunu sansürleyemezsin yorumu oku hakaret ve şiddet olabilecek sözleri …noktalayıp yorumu yerine koyunca anlayacaksın yapılanın yanlışlığını yeni yıl mesajımız bile sansürle güme gitti çok ayıp oldu

  6. devrimci yol hareketi., kitlelere malolmuş., bir halk hareketidir . tabanı ise her konuda birikimli ve entellektüel donanımlıdır., çünkü liderler mahir çayandır. 80 öncesi ğörüşlerini tam açıklayamaması., derinleştirememesi.,başat konulardan ileri ğelmekte., halkın anti- faşist halk devrimine örğütlenmesi acilliğinden kaynaklanmıştır. selamlar ,sevğiler………….not. ğün zileliye yazılarından dolayı çok teşekkür ediyor., o da olmasa.,zihnimiz daha da körelirdi diyorum.

  7. * Sosyalizmi savunmak Murat Belge’ye, Oya Baydar’a, Roni Margulies’e kaldıysa vay halimize… Bu kişilerin argümanlarını Rasim Ozan Kütahyalı bile mat eder.
    * Ben mi paranoyağım, bilmiyorum, ama Belgegillerin, Baydargillerin sosyalizmi savunmalarının (savunuyor görünmelerinin) altında bir bit yeniği var sanki. Liberal solun ağır topları sosyalizmin sorunlarını “tartışıyorsa” burada büyük olasılıkla sosyalizmi bir punduna getirip mahkum etme, içini boşaltma veya kapitalizmin “yenilmezliğini” ispatlama gayesi vardır.
    * Benim gözümden mi kaçtı bilmiyorum ama Bay Berktay, sözkonusu yazı dizisinde özgürlükçü sosyalist akımlardan bahsetmekten imtina ile kaçınmış gibi görünüyor (yanlışsam düzeltin). Berktay’ın ısrarla ele aldığı ve “sosyalizm aslında buydu” dediği konular daha çok ortodoks-marksizme içkin olan (ve marksizmin totaliter yorum ve kısımlarından oluşan, sosyalizmi yalnızca Marx, Lenin, Troçki, Stalin ve stalinin türevleriyle sınırlayan) konulardan oluşuyor; burada Berktay’ın amacı sosyalizmin, tarihteki salt otoriter örnek ve yönelimlerini ön plana çıkararak kendi savını güçlendirmek olsa gerek. Halbuki kendisi sosyalizmin özgürlükçü akımlarını (mesela sol-komünizm) ele almaya kalksa kendi “sosyalizm bir daha asla!” minvalindeki savını dinamitlemiş olacak. Çünkü bugün dünya çapındaki halk isyanlarıyla, kitle eylemleriyle, halk meclisleri, komünler gibi deneylerle kendini sürekli (ve aşağıdan) yenileyen bir başka sosyalizm anlayışı var (buna “sosyalizm” denip denmeyeceği de tartışılır, bana göre bugünkü sosyal hareketlerde anarşizm damarı daha güçlüdür; Halil Berktay savlarını bu temelde kursaydı ona hak verebilirdim).
    * Bu arada… Mevzubahis bağımlı (sermayeye ve/veya devlete göbekten bağlı) entelektüeller ise, niyet okumak caizdir 🙂

  8. Anonim kardesim,

    Yumusak g’leri niye yanlis kullaniyor sun? Dikkatimi dagitti, okudugumu takip edemez oldum.

    Selamlar

  9. Özgürlükçü kardeş, sana iyi .bir yıl diliyorum. amacım asla seni üzmek değildi. Ne var ki bazı ölçütleri objektif olarak uygulamak zorundayız. Açık hakaret ve küfür taşıyan mesajları kaldırmak zorunda kalıyoruz. Mesajını, hakaret içeren kelimeleri çıkartarak lütfen yeniden yolla. Gülen’in mesajına gelince… Eğer doğrudan hakaret içerseydi onu da kaldırırdık ama siteden mesaj kaldırma işlemleri mesajın görüşüne veya içeriğine göre yapılmıyor. Bu sitede, beni hararetle savunan bir arkadaşın mesajı da, içinde hakaret içeren bir kelime olduğu için kaldırılmıştır.

  10. Uludere ve hakkaniyet

    Hakkaniyet benim için her zaman kilit bir kelime olmuştur.
    Yazılarımda gözettiğim en temel ilkelerden biri. Bence herkes için öyle olmalıdır. Ama özellikle yargılama pozisyonunda olanlar için…
    Yargılama pozisyonunda olanlar derken sadece yargıç ve savcıları kastetmiyorum. Siyasette ve medyada her gün binlerce yargılama yapılıyor, hüküm veriliyor ve bu hüküm televizyon ekranlarından, gazete sayfalarından ilan ediliyor.
    Siyasetçi her demecinde, medya her manşetinde, her köşesinde bir yargılama yapıyor. Kullanılan sözcükler, atılan başlıklar bu yargılamanın sonucuna göre seçiliyor. Bu seçimlerle birileri aklanıyor, sevindiriliyor, birileri yaralanıyor, karalanıyor ve hatta yok ediliyor.
    Bir sözcüğü seçen siyasetçi ya da gazeteci, onun sadece kelime anlamından değil, mecazi anlamlarından da, çağrışımlarından da sorumludur ve sorumluluğu herkesten önce kendisine karşı duymalıdır.
    Hakkaniyetli mi davranıyorum? İçim rahat mı? Yoksa kelimelerin şehvetine mi kapıldım? Abartıyor muyum? Bu söz benim maksadımı aşıyor mu? Söylediğimde demagojik bir taraf var mı? Tribünlere mi oynuyorum?
    Yoksa fırsatçılık mı yapıyorum?
    Bu sonuncusu en berbatıdır ve ne yazık ki en sık yapılandır.
    Eğer dostlarınız, tanıdıklarınız, fikri yakınlık içinde olduklarınız söz konusuyla hakkaniyetli davranmak daha kolaydır. Zor olan, muarızlarınıza karşı da hakkaniyetli davranabilmek; hatayı kasıttan, istisnai hali kuraldan, iyi niyeti kötü niyetten ayırabilmek; onların hatalarını, zaaflarını, “zor” anlarını fırsat bilerek haksız yere çullanmamaktır.

    Hata başkadır kasıt başka

    Son Uludere olayında hakkaniyet ölçülerine sığmayan binbir türlü tutuma tanık olduk.
    “Bu bir soykırımdır” diyen Ahmet Türk…
    “Türkiye bölünmüştür” diyen Selahattin Demirtaş…
    “Hareket halindeki her şeyi imha etme… Bu ülkede asayiş tedbirlerinin özü aslında budur” diyen Ali Bayramoğlu…
    “Devlet halkını bombaladı” diyen Taraf…
    “Olay bir katliamdır, kirli savaşın sonucudur” diyen İnsan Hakları Derneği,
    “Sorgusuz sualsiz kurşuna dizilen 33 köylü… Sorgusuz sualsiz bombalanan 35 köylü… Tek eksik: Olayın şiirini yazacak Ahmed Arif gibi bir şair” diyen Ahmet Hakan ve daha niceleri olayın aydınlanmasını beklemeden, kelimelerini vicdanlarının terazisine vurmadan; kimi sözcüklerin şehvetine kapılarak, kimi felaketin şokuyla abartarak, kimi siyasi muarızlarını zayıf anında yakalamış olmanın fırsatçılığıyla hem Genelkurmay’a hem de hükümete karşı haksızlık yaptılar.
    Genelkurmay’ın askeri operasyonu yönetirken affedilmez hatalar yaptığını söylemek ve sorumluların derhal ortaya çıkarılmasını istemek başkadır, Genelkurmay’ı kasıtlı olarak sivilleri bombalamakla suçlamak başka…
    Hükümeti bu facia karşısında yeteri güçte bir tepki göstermemekle, soğuk davranmakla ve Kürtler’in acısını yeteri kadar paylaşmamakla eleştirmek başkadır, facianın sorumlusu gibi göstermek başka…
    Olayda yine karanlık güçlerin parmağı var demek başkadır, Genelkurmay ya da hükümet bu karanlık güçleri kullandı demeye getirmek başka…
    Hele hele bu olaydan hareketle teröre karşı verilen güvenlik mücadelesini toptan karalamak bambaşka…
    Böyle zamanlarda elinde kalem olan herkes, bu ayrımları yapma sorumluluğu taşır. İçinde bir şüphe varsa emin oluncaya kadar vermez hükmünü.
    Zira birine haksız yere suç atmanın telafisi, bir suçu atlamaktan çok daha zordur. Atladığınız suçu bugün olmasa yarın yine yakalayabilir ve teşhir edebilirsiniz ama boşa suçladığınız kişi ya da kurumlara yaptığınız haksızlığı telafi edemezsiniz.
    Gülay Göktürk Bugün Gazetesi

  11. Gülay Göktürk’ün yazısı bir rezalet de şu cümlesi artık nasıl nitelenebilir bilemiyorum:

    “Hele hele bu olaydan hareketle teröre karşı verilen güvenlik mücadelesini toptan karalamak bambaşka…”

    “Hakkaniyetli” bir sözcük bulmakta zorlanıyorum. Bir sözcük kullanacağım, admin anında kaldıracak…

  12. sayın ümran beler., bilğisayar tekniğine oldukca yeniyim. yazıyı da iki saat de zar zor yazabildim., size zahmet verdimse özür dilerim. selamlar.

  13. çıracıya;bu kişiler dünyada yükselen muhalif hareketlerin tedirginliğini yaşıyorlar,alim allah bu hareketler türküyeyi ve kürdistanı da birebir etkilerse vay hallerine,korkuları odur ki böyle bir gündemi oluşturma ve yönlendirme çabası içerisindeler.

  14. rol çalmak dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

  15. Haklısın Dersim3868 arkadaş, bu tarz entelektüellerin bütün dünyadaki en yaygın işlevi dalgakıran etkisi yapmaktır. Türkiye’de de onların işleri sarpa sarmaya başladı. Bir yandan bütün muhalefet bloklarında anti-AKP vurgusu hakim, diğer yandan kendi tarihsel blokları (Nakşibendiler-Fethullahçılar-Liberaller) da çatırdamaya başladı. Daha önceden James Petras’ın bir yazısını paylaşmıştım (linki: http://petras.lahaine.org/?p=1885 ), oradaki senaryolara göre de dünya emperyalist bloklarının ikisinin de (ABD-İsrail Bloğu ile Avrasya Bloğu) aleyhine işleyecek yeni halk isyanları gündemde. Bütün dünyayı etkileyecek olan krizler, kuşkusuz ekonomisi sıcak para girişine dayalı olan Türkiye’yi de etkileyecektir. Şimdiye kadar AKP hükümeti özelleştirme, iş güvencesini budama, bütün doğal kaynakları sermayenin talanına açma, kent yağması vb yollarla Türkiye tarihinin en büyük piyasalaştırma-köleleştirme hamlesini gerçekleştirerek kapitalist istikrarı sağladı. Ama artık satacak bir şey kalmadı; emekçiler için, HES mağduru köylüler, emekliler, kent yoksulları için bıçak kemiğe dayandı. Eğer Türkiyeli ve Mezopotamyalı devrimci-demokrat kesimler eski örgütsel alışkanlıklarını ve stalinist reflekslerini bırakabilirlerse, olası bir sosyal patlama, şovenizme (egemenlerin provoke ettikleri bir Türk-Kürt çatışması) değil de egemenleri hedef alan bir halk ayaklanmasına dönüşebilir.

  16. 2012 onlar için zor geçecek, biz de “zor”u büyüteceğiz –Aktüel Gündem
    30 Aralık 2011

    2012’de emperyalistler ve sermaye için yapmaları gereken çok iş, aşmaları gereken çok kriz olacak. İşleri çok zor. Ancak bu krizler, kendiliğinden ilerici sonuçlara yol açmaz. Egemenlerin krizi ezilenler açısından bir fırsattır, ama kazanımlara yol açması ancak devrimcilerin bu krizleri ezilenlerin çıkarları doğrultusunda derinleştirecek iradi müdahaleleri ile mümkün olur…

    2012’ye girerken geçen yılın kısa bir değerlendirmesini yapmak yararlı olacaktır. Bir geçen yıl değerlendirmesi ise büyük oranda genel seçimlerden (Haziran) sonraki döneme, Tayyip’in “ustalık dönemi” diye tarif ettiği döneme odaklanmak zorunda.

    Bu dönemin belli başlı özellikleri sıralanacak olursa herhalde en sıra dışı olan yönü; 6 ay boyunca, Meclis’in devre dışı bırakılıp, ülkenin Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yönetilmiş olmasıdır. Tayyip hükümeti bu dönemde yasama ve yürütme erkini tek merkezden kullandı. Mayıs ve Kasım ayları arasında 34 KHK çıkarıldı. Özellikle KHK çıkarma yetkisinin sona erdiği 2 Kasım’da gece yarısı operasyonu ile çıkarılan 6 KHK, Tayyip hükümetinin kurnazlık öykülerinin “nadide” örneklerindendir. Gerek KHK’larla yönetme taktiği gerekse de fırsatçılığı göz önüne alınırsa Tayyip’in Özal’dan çok şey öğrendiği anlaşılmakta.

    Aynı dönem içinde Davutoğlu önderliğinde, emperyal niyetler çok daha fütursuz uygulanmaya çalışıldı. İnsani prensiplerle (İsrail ile kapışma) ve barış amacıyla (komşularla sıfır sorun gibi) süslenmeye çalışılan dış misyonların foyası yavaş yavaş dökülmeye başladı. Bahreyn’e ve Suudi Arabistan’a ses çıkarılmazken Suriye’de demokrasi havarisi olundu. Sudan devlet başkanının sırtı sıvazlanırken Kaddafi’ye tecavüz alkışlandı. Tüm bu ikiyüzlülük ülke içinde, “bağımsız bir emperyalist güç olma” niyeti olarak propaganda edildi. Oysa Türkiye’nin ekonomik, askeri ve diplomasi kapasitesi göz önüne alındığında (elbette ABD ile ilişkisi de) bunun hayal bile olamayacağı kesin. Özünde “doğrudan bağımlı” olmasına rağmen görüntüde “bağımlı değişken” pozisyonunda olunması başta ABD olmak üzere emperyalistlerin de işine gelmekte. Çünkü her an “parça iş” verilebilir sonra devre dışı bırakılabilir durumda. Tıpkı Suriye’de, Filistin’de, Libya’da olduğu gibi. Suriye’de Arap Birliği devreye girdi, denetime gitti, Davutoğlu ortalarda yok. Filistin’de Mısır devreye girdi, Hamas FKÖ’ye katıldı, Davutoğlu yine yok.

    Dış politikadaki başarısızlığın ve emperyalistlerin AKP hükümetine verdiği “değer”in son örneği Fransa’da yaşandı. 1915’te yapılanların “soykırım olmadığını” beyan etmek yasal yaptırıma bağlandı. Bu durum ülke içinde, Sarkozy’nin seçim hesapları, Ermeni diasporasının lobi başarısı olarak lanse edilmekte. Hani Türkiye’nin itibarı çok yükselmişti, hiçbir şey eskisi gibi değildi? İkiyüzlü, tutarsız politika yine devreye girdi. Davutoğlu, Fransa büyükelçisini geri çekti, Fransız mallarına boykot başlatıldı. (Bu boykot işi her başarısızlıkta moda yapıldı zaten, hatırlanırsa bir ara da İtalyan mandalinaları ayaklar altında çiğnenmişti.) Fransa’ya tepki veren Davutoğlu aynı hafta içinde, 1915’te yapılanların “soykırım olmadığını” beyan etmeyi yasal yaptırıma yıllar önce bağlayan İsviçre’nin büyükelçisi ile toplantı yapabiliyordu. Üstelik İsviçre mahkemeleri tarafından bu gerekçe ile mahkum edilmiş T.C. vatandaşları mevcut. Ayrıca Fransa’nın almış olduğu kararın aynısını İsviçre gibi Slovak Cumhuriyeti de almıştı.

    Bu konuda AKP’nin ikiyüzlülüğü bu kadarla da sınırlı değil. Hatırlanacağı gibi Hrant Dink, bırakın “soykırım” demeyi, asıl olarak Ermenileri eleştiren bir yazısı nedeniyle 301. maddeden “Türklüğe hakaret” suçlamasıyla yargılanmış ve aksi yönde verilen bilirkişi raporuna rağmen 6 ay hapis cezası almıştı. Yani T.C., “ifade etme” yasağını en çarpılmış biçimiyle zaten yıllardır uygulamakta. Unutulmamalıdır ki kefaretini ödemiş bir toplum geçmişine tümüyle sahip çıkabilir. Ancak AKP’nin kendi rızasıyla kefaret ödemesini beklemek (en azından bu dünyada!) saçmalık olacaktır.

    Çok yüzlü AKP, kadına yönelik şiddet sorunundaki ikiyüzlülüğünü ve kadın düşmanı yüzünü de bir kez daha sergiledi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın aylardır üzerinde çalıştığı “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı”na, kadın örgütlerinin çabalarıyla, evli olmayan kadınların da şiddetten korunması yönünde bir ifade eklenmişti. Ancak Bakanlar Kurulu, “hakkında koruma tedbirleri alınacak kişiler” bölümünden “yakın ilişki içinde yaşayanlar” ifadesini atarak kadına yönelik şiddeti belli durumlarda onayladığını gösterdi.

    * * *

    AKP’nin “ustalık dönemi”ndeki en büyük paniklerinden biri ise ekonomik kriz paniği oldu, olmaya da devam edecek. Bu paniği yaratan iki neden var. İlki, ülke ekonomisinin büyüme konusunda geldiği sınır. 2010’da yüzde 9, 2011’de yüzde 7,5. AKP’ye göbekten bağlı olmayan iktisatçılara göreyse, ülke ekonomisinin “potansiyel büyüme hızı” yüzde 5 civarında. Yani aynı hızla büyümek imkansız, şişirilmiş bir büyüme hızı var. Bu mutlaka yüzde 3-4’lere inecek. İkincisi ise Avrupa krizi, şişirilmiş büyümeyi durduracak önemli bir faktör olacak. En basit karşılığıyla ülke ihracatının yüzde 55’inin yapıldığı Avrupa pazarı daralacak, kredi bulmaktaki zorluklar da cabası. Yüzde 3-4’lük bir büyüme hızı bile AKP iktidarı için kâbus, çünkü tarihsel deneyimler bu koşullarda “toplumsal hoşnutsuzlukların” arttığını kanıtlıyor.

    AKP’nin Meclis’te kabul ettirdiği 2012 bütçesinin gelir ve giderlerine bakmak bile ekonomik kriz paniğini göstermeye yeter. AKP hükümeti gelirler için yüzde 13 artış beklerken, giderlerde yüzde 12 artış olmasını öngörmüş. Ancak bütçe gelirlerindeki en büyük kalem doğrudan ve dolaylı vergilerin artırılması, kesilecek cezalar ve yapılacak zamlar olarak belirlemiş durumda. Kısaca krizi atlatmak için halk daha fazla soyulacak.

    Bir ekonomik kriz ortamında kendi içlerinde de “pastadan pay alma” yarışlarının yaşanacak olması kaçınılmaz. Milletvekili emekli aylıklarında yapılan fahiş artış, kendilerini kurtarma çabası olduğu kadar aynı zamanda birbirlerine karşı dağıttıkları rüşvettir. Cemil Çiçek, “ihtiyaçtan kaynaklanmıştır” diyor. Neymiş bu ihtiyaç? Asgari ücretli için niye bu “ihtiyaçtan kaynaklanma” durumu hiç söz konusu olmuyor?

    AKP’nin ustalaşamadığı en önemli konu ise Kürt sorunu oldu. Kürt sorunu karşısında, düzen içi her taktiği başarısız oldu. Yukarıdan verilen sözde tavizler (söylemin yumuşatılması, TRT 6 gibi), dinci gericiliği devlet olanakları ve parti kadrolarıyla yayma girişimleri, sosyal yardımlaşma ağlarının tarikatlar ve cemaatler aracılığıyla güçlendirilmesi vs. Kürt halkı ile silahlı siyasal özne arasındaki bağı koparamadı. 36 milletvekili çıkarıldı. Açık kitlesel siyasal faaliyeti ortadan kaldırma, daha doğrusu cezaevine sokarak işlevsizleştirme şeklindeki uzun zamandır devam eden taktik ise son dönemde azgınlaştırıldı. Sayısı tam olarak bilinmese de 5 bin civarında KCK tutuklusu mevcut.

    Son dönemin iki siyasal figürü, eski İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile yeni içişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Tayyip’in elindeki sopa ve havuç, adeta. Bir yanda siyasal bilinci olmayan, her türlü örgütlenmeden uzak Kürtler için Beşir Atalay’ın bol vaatleri, diğer yanda resim yaparken bile aklından siyasal sorunları geçiren, örgütlenmek gerekli diyen Kürtler için İdris Naim’in karakolu.

    (Şırnak Uludere’deki katliam, bu yazı kaleme alındıktan sonra gündeme düştü. Bu katliam ne kazaydı ne de kader. İktidarın teknik, politik, psikolojik vs tüm kollardan yolunu açtığı bu katliam, tam da yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi iktidarın Kürt sorunu karşısındaki çözümsüzlüğünün, kaçınılmaz iflasının kanıtı olmuştur. AKP’nin Kürt siyasi hareketini her alanda tasfiyeye dayalı siyasetinde ısrar etmesinin karşılığı budur.)

    AKP’nin bu dönemde, yasal siyasal muhalefete karşı kullandığı asıl taktik ise itibarsızlaştırma oldu. MHP’yi bir siyasi rakip olarak gördüğü dönemde kasetlerle “ahlaksız kadrolar”a vurgu yaptı. Bu taktik, ihtiyaç duyulduğunda yenilenme potansiyeli taşıyor. CHP ise sürekli hedef, sanki “seçim öncesi” dönemdeyiz. CHP’nin içini Dersim gündemiyle kaşırken, kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırma operasyonu, belediyelere yönelik yolsuzluk operasyonlarıyla yapılıyor; İzmir’den sonra Samsun gündemde. Bunun doğal sonucu MHP’nin ve özellikle CHP’nin enerjilerinin büyük kısmını içeriye sarf etmeleri oluyor. CHP ve MHP’nin bunlarla uğraşmamaları halinde acayip muhalefet yapabileceği de elbette söylenemez.

    Ergenekon ise AKP’ye tatlı geldi, her öğün yemeğin üzerine yenebilir. Çünkü karşı taraftakiler için sürekli bir korku, kendi taraftarları için sürekli bir motivasyon, kendi kontrgerillasını oluşturmak için uygun koşullar sağlıyor. Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi tutuklulukları operasyonların meşruiyetini zedeleyip baş ağrıtan birkaç kişiden kurtulursa Şam’da kayısı… Zaten onlar aracılığı ile tüm yazılı ve görsel basın çalışanları başlarına neler gelebileceğini gördü.

    Bu dönemin belirgin değişikliği işkencenin yerini tutuklamaların alması oldu. AKP döneminde Türkiye’de siyasi nedenlerle yapılan tutuklamaların dünya çapındaki siyasi tutuklamalara oranı 1’e 3. Uzun ve yaygın tutukluluğun meşruluk kılıfını Ergenekon, yasallık kılıfını referandum sağladı. HSYK bileşiminin değişmesi ile yargıda bir türlü yükselemeyen tarikatçı, cemaat üyesi tüm kadrolar işlevsel pozisyona getirildi. Böylece emir-komuta zincirine bile gerek duymadan çalışan, aynı tezgâhtan çıkmış hukukçu bürokrasisi yaratılmış oldu.

    * * *

    Sonuç: Özal dönemiyle ciddi benzerlikler taşısa da fiili dönüşümlerin ardından gelen yapısal-kurumsal-yasal yeni bir dönem başlamış durumda. Yapısal dönüşümün belirleyici noktası “yeni anayasa” olacak. Bunu yasal değişikler takip edecek. Kurumsal dönüşüm için hala deneme yanılma aşamasındalar (bakan yardımcılıkları gibi) ancak fiili uygulamalar devam edecek.

    Ciddi risk noktaları var; ekonomik kriz, savaş ve Kürt sorunu gibi. Aynı zamanda kendi içlerinde de ciddi kapışmalar yaşıyorlar. Bu anlaşmazlıklardan şimdilik açığa çıkanları; şike davası, Fethullah Gülen’in Cüppeli Hoca operasyonu, reyting operasyonu…

    Bu kritik dönemde en istemedikleri şey ise toplumsal muhalefetin süreci “sekteye uğratıcı” müdahaleleri. Kendiliğindenci tepkileri bastırabilecek toplum içi örgütlenmeleri mevcut; cami imamları, kadın kolları, cemaat ağları, medya kontrolü gibi… Ancak “özneler”in siyasal inisiyatifini işlevsiz kılınması gerek. Bunun için, TMMOB ve Tabipler Birliği yasalarında yapılacak değişiklerde olduğu gibi iç sorunlar çıkarma; güdümlü sendikaları kullanarak sendikal hareketi parçalama/zayıflatma; haksız/keyfi tutuklamalar ve belki hepsinden önemlisi yılgınlığa sürükleyen ideolojik aygıtların kullanımı.

    2012 tüm bunlarla birlikte ve belki de asıl olarak neoliberal politikaların artık iyice yerleştirilmeye çalışıldığı bir yıl olarak yaşatılacak. Bu durumun ilk habercisi ise 1 Ocak’ta yürürlüğe girecek olan Genel Sağlık Sigortası (GSS) sistemi. Böylece sağlık alanında üç temel sorun alanı oluşmuş durumda. İlki, taksimetre gibi sürekli artan katkı payları. O çok “değerli” milletvekilleri gece yarısı kendi emekli maaşlarına 3-5 bin lira arası zam yaparken aynı dakikalarda oyladıkları bir başka madde ile halkın daha fazla sağlık harcaması yapmasını da sağladılar. Artık ilaçta 3 kaleme dek 3 lira, ilave her kalem için de 1 lira katkı payı verilecek. Ve bu katkı payları sürekli artacak. İkincisi, bu ülkede yaşayan herkesten GSS adı altında sigorta primi toplanacak. AKP, artık herkesin sağlık sigortası var dese de “işsizlik sigortasından yararlanamayan işsizler, kayıt dışı sektörlerde çalışanlar, primini ödeyemeyen esnaflar, primini ödeyemeyen çiftçiler, 18 yaşını dolduran ve çalışmayan kız çocukları” Genel Sağlık Sigortasından yararlanamayacak. Kısacası işsizler, güvencesizler, yoksullar ve kadınlar kapsam dışı. Üçüncüsü, artık her ile bakanlık tarafından o ilin tüm sağlık kurumlarının ve bu kurumlardaki ekonomik etkinliğin bağlandığı merkezler oluşturuluyor. Ve bu merkezlerin tek amacı atandığı ildeki sağlık sektöründen maksimum parayı kazandırmak. Yani artık AKP, halkın hastalığından en çok parayı kazanmanın kurumsal karşılığını da yaratmış oldu.

    2012’de emperyalistler ve sermaye için yapmaları gereken çok iş, aşmaları gereken çok kriz olacak. İşleri çok zor. Ancak bu krizler, kendiliğinden ilerici sonuçlara yol açmaz. Egemenlerin krizi ezilenler açısından bir fırsattır, ama kazanımlara yol açması ancak devrimcilerin bu krizleri ezilenlerin çıkarları doğrultusunda derinleştirecek iradi müdahaleleri ile mümkün olur.

    2012 onlar için zor geçecek, biz de “zor”u büyüteceğiz.

    ( sendika.org )

  17. sayın zileli sansürle kaldırılan yorumu küfürsüz tekrar yaz diyorsun.1.gülenin çukurca açıklamasını sitede görünce o andaki duygularımı yazdığım için tekrar edemeyebilirim onun için yorumumda küfür olmaması gerekir çünkü bir kez daha oldu kaldırılacağını bile bile hakaret ve küfür etmem yinede sakıncalı kelimeleri…… noktalayıp aynı yere özgürlükçü yorumu olarak konmasını bekliyorum sende göreceksin fettullaha cevap olduğunu eğer o yorumu varsa sinkaf çıkarılarak oraya koyamasak kürtlerin soyunu kurutup kökünü kazıyın diyenin timsah gözyaşını anlayamayız.bu özgürlükçü sitede özgürlükçülerin yorumu engellenmeyeceği umudundayım.daha önce kendi mailinden bulup noktalı vermiştin hiç olmasa sen merak edip yorumu bir gör ve noktalı yerine koyarsanız bende ne yanlış yaptığımı görüp aynısını tekrar etmemeyi öğrenirim.makalede sosyalizmin sorunları biz anarşistleri heyecanlandırabilmesi için sosyalizmin nerden eleştirildiği önemlidir geçmiş örneklerin sosyalist-marksist-leninist 80 önceki organizasyonların bir çoğu anarşizmden bilerek bilmeyerek etkilendiğini hatta insan doğası gereği olduğunu anlarız.ama yinede bize en yakın pratiklerin fatsa deneyi gibi daha aşağıdan kendini yönetme pratikleri olduğunu bu günde anarşizme evrilip senin gibi hidayete erenlerin daha çok sandığın gibi tikp gibi geleneklerdenmi?yoksa diğer geleneklerdenmi?olduğunu irdeleyebilirsek daha iyi sonuçlara varırız bu gün ise anarşizm sandalyesinden siyaset teorisi eleştirisi yapıp siyaseten en fazla anarşizmden etkilenen organizasyonların başında özgürlükçü siyasi kürt hareketi olduğunu söylersek yanlış olurmu?

  18. Nihayet Gün Zileli için sosyalizm-komünizm-sınıf mücadelesi biterse -ki onun için bitti zaten- sosyalizmin sorunları da bitecek ki o da kalmadı zaten… Gerrçekteeen çok güzel analizler ve hareketler bunlar.

  19. eğemenlere karşı bir halk hareketine dönüşebilir, diyor., çıracı. işte bu bir öncü ğüç ğerektirir. bakın pek çok şeyi ele ğeçirmiş olabilirler., ama direnen bir kesim varki., onunla başedemiyorlar . onları huzursuz., ve öfkeli ., saldırğan ediyor bu.yeni yılda daha da artacaktır bu saldırğanlık..dalğakıranlarıyla., imamlarıyla deneseler de olmuyor. şimdi mesele o muhabir kızın tutuklandığında ., ğülüşüyle ve zafer işaretinde ğizli. hoşnutsuz kesimin örğütlü mücadelesini., açiğa çikarmak, yılmadan, korkmadan yükseltmek. bunun yoluda sokağa alanlara çıkmaktır. işte ben buna öncü savaş., mücadele derim

  20. Yorum, sözlü şiddet nedeniyle kaldırılmıştır.

  21. Hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  22. şu üstteki casusun yorumuna katlanıp özgürlükçünün yorumunu engelleyen anlayışı anlamıyorum şu üstteki yoruma zilelinin galiba bir diyeceği yok.biz kürtler ölünce sevinen olup kürtleri öldürüp soyunu kazıyalım diyenler üzülen nasıl oluyor?ekonomik kriz olacak diye sevinen biz olduğumuza göre var olan ekonomik kriz kendine değmeyen denizfenerci olup kendine değenin toki ve yaladığı iktidar ihalesi olduğunumu itiraf ediyor? biz stalinci,pol-potçu,katiler oluyoruz hazret hızını alamayıp 12 yaşında savunmasız çocukları savaş uçağı ile (utanmadan uçak ikaz etmiş diyebildiler)bombalayanlar katledenler ve onu bile bu sitede savunacak seviyedeki asıl katiller temiz biz çirkin ve iğrenç oluyoruz.edi-bese yeter artık casus sen görmedinmi cenazeleri kim kaldırdı cenazelerdeki bayrak ne idi?öldürdüğünüz öldürmeyi hak ediyor diye öldürdükçe övündüğünüz kürt gerillaların cenazeleri binlerce insan sahiplenip kaldırırken benide öldürmü diyor?bu ne demektir hala anlayamadınmı?bir kaç kişi kandırız içinmi bunlar?yoksa yaladığın akp ye kanan kürtlerde katil akp nin gerçek yüzünü görüp bütün bölgeden akp yi yolcu edeceğini anladında bu sitede yukardaki yorum ile utanmazlığının zirvesine çıktın utan yazdığını birdaha okuda utan

  23. Hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  24. Arşivinizden, sosyalizm sorunları ile ilgili yazılarınızda atıf yaptığınız makaleleri tarayıp siteye koysanız çok faydalı olur. Bu yayınlara bugün ulaşabilmek imkansız gibi.

  25. birisi kahkahalar atmakta, 10 arkadasini yakalatip yargisiz infaz yaptirdigi günkü gibi, birileri de onu alkislamakta, lanet!!!!

  26. Barış arkadaşım, sitedeki Devrim ve Sosyalizm sorunları kategorisinde epeyce yazı var. Ancak söz konusu “Sorular Metni” 1989 yılında Soısyalist Birlik dergisinde yayımlanmıştı. O dergiyi bulursam arşivimde taratıp koyacağım, söz.

  27. İyi ki hazırlattınız: “1980’lerde Sosyalizm Üzerine Sorular” (Sosyalist Birlik, sayı: 2, Nisan 1989) metnini buldum. İlk fırsatta taratıp siteye koyacağım.

  28. çok iyi olur.. saçak ve sosyalist birlik dergilerinin eski sayılarından seçmeler de faydalı olabilir.. teşekkür ederim..

  29. Halil Berktay, sosyalizmin sonunun geldiğini iddia ediyor. Zira reel sosyalizm pratiği denenmiş ve özgürlüklerin toptan rafa kalkması ile sonuçlanmıştır şeklinde fikrini tahkim ediyor. Ancak biliyoruz ki sosyalizm pratiğinde yaşanan olumsuzluklar, özellikle merkeziyetçi yönetsel yapı o döneme özgü, konjonktürel bir sorun olarak okunmalıdır. Tarihsel şartlara dikkat çeken Hasan Ozan gibiyazarlar var. Bu yazarlara karşı Berktay gibi düşünürlerin karşı argümanı nedir acaba? Bilgi çağı öncesi merkezi planlama iyi yürümemiş ve sovyetlerin ağır sanayi yatırımlarına yönelmesi tüketim malları üretimini gölgelemiş olabilir. Günümüz sanayi ve bilgi çağı koşullarında merkezi yönetimin daha başarılı olabileceği akla gelmekte.

  30. Sosyalizm Asıl Şimdi /1
    Levent Toprak

    Sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi, özgür bir toplum uğruna mücadelenin tarihi daima inişli çıkışlı olmuştur. Bu mücadelenin ilhamını, amaçlarını, yol ve yöntemlerini ifade eden sosyalist düşünceler de belli dönemlerde rağbet görürken belli dönemlerde gözden düşmüşlerdir. 80’li yıllarda ve özellikle de 90’lı yıllarda işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalist fikirlerin yaşadığı gerileme ise modern sosyalist düşüncenin tarihindeki en büyük geriye savrulma anlamına gelmiştir. Bu dönemde adeta yerden yere vurulan sosyalizm düşüncesi, çoğu kez bilinçli olarak Stalinist diktatörlüklerle bir tutulup bir entelektüel engizisyona maruz bırakıldı. Bu ideolojik haçlı seferiyle kapitalist düzenin efendileri, çöken Stalinizm ucubesini gösterip, asıl can düşmanı belledikleri sosyalist düşünce ve idealleri insanlığın kolektif hafızasından kazımak, onu bir daha dirilmemecesine toprağa gömmek istiyorlardı.
    İşçi sınıfının büyük bir ricat içinde olması dolayısıyla, doğrusu egemenler bu menzilde epeyce yol katettiler. Oluşan yeni iklimde ağır bir manevi baskıya maruz kalan sosyalistler arasında davadan dönme, mücadele kaçkınlığı ve moral bozukluğu gibi olgular yaygın bir durum olarak ortaya çıktı. Ortam bilumum döneğin cirit atmasına uygundu, bir bakıma gün onların günüydü. Bu zevat, düzenin kaşarlanmış ideoloji memurları ile birlikte anti-sosyalist haçlı seferinde safa girip sanatlarını icra etmeye koyuldular. Onların hizmetleri düzen için özel bir önem taşıyordu, zira onlar “içeriden” konuşuyorlardı.
    Bu ideolojik saldırının unsurları olarak, kapitalizmin artık krizlerinden kurtulduğu, dünyada yeni bir barış ve refah döneminin açıldığı, savaş tehlikesinin ortadan kalktığı, işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin ve hatta tarihin sona erdiği gibi iddialar bolca işleniyor ve sosyalizm fikri de tarihin çöp tenekesine gönderilmek isteniyordu. Bu zorlu karanlık dönemde ancak çok az sayıda sosyalist, akıntıya karşı sağlıklı bir direnç geliştirebildi. Bir yandan yeni görünümleri içinde kapitalizmin insanlık için yıkıcı sonuçlar üreten doğasının değişmediğinin gösterilmesi, bir yandan da çöken şeyin tahlilinin yapılarak bunun Marksist anlamda sosyalizm ile ilgisinin olmadığının bilimsel temellerde ortaya konması gerekiyordu.
    Öte yandan tüm mağrur ve ışıltılı görüntüsüne rağmen kapitalizm kriz, savaş ve yoksullaşma gibi temel yıkıcı sonuçlarını gözlerden saklanamaz biçimde er geç ortaya koyacak ve emekçi kitleler de belli bir noktada mutlaka mücadeleye yöneleceklerdi. Karanlık ne denli koyu olursa olsun tarihin yasası gereği sonsuz olamazdı.
    Nitekim öyle de oldu. 20-25 yıl süren bu gerileme döneminin ardından kabaca 2000 yılı dönemecinden bu yana emekçi kitlelerin sömürücü ve baskıcı kapitalist düzenin yarattığı yıkıcı sonuçlara karşı yeniden mücadeleye yönelmeye başladığını görüyoruz. Bu anlamda isyan bayrağının yeniden kıpırdanmaya başladığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. 2000’li yıllara girildiğinden bu yana Latin Amerikalı emekçilerin mücadelelerinden tutun, Arap halklarının yaygın isyan dalgasına, Avrupa’daki yaygın grevlere, öğrenci mücadelelerine ve nihayet ABD’yi de içine alan küresel işgal hareketine kadar uzanan geniş bir hareketlilik söz konusu. Kapitalizmin işçi ve emekçileri sefalete ve çileye sürükleyen bunalımlı doğası can yakıcı biçimde belirginlik kazandığı ölçüde bu durumun devam edeceği aşikârdır.
    Bu dönemin aynı zamanda tüm dünyada sosyalist düşüncelere, Marksizme yönelik yeni bir ilgi yaratmakta olduğuna şüphe yok. Bu sürecin henüz ilk aşamalarında olduğuna ve daha kat edilecek çok yol olduğuna da şüphe yok. Ancak her ne olursa olsun dünya çapında yeni bir tarihsel dönemin başladığı ve önümüzde yeni ve büyük bir sınıf mücadeleleri döneminin uzanmakta olduğu tartışmasızdır.
    Eşitsiz gelişen ve genel olarak henüz erken bir aşamada olan bu yeni dalganın bilimsel sosyalist düşünceye doğru yükselmesinin önünde çeşitli sorunlar olduğunu biliyoruz. Bu sorunlardan birisi ise Stalinizmin yarattığı tahribat nedeniyle sosyalizm fikrinin geniş kitleler nezdinde yaşamış olduğu itibar ve meşruiyet kaybıdır. Bugün sıradan emekçinin gözünde sosyalizm başarısız olmuş, çökmüş bir sistem olarak görünmektedir. Emekçiler sosyalist fikirlerin gerçek özü kendilerine anlatıldığında genellikle bu fikirleri güzel ve soylu fikirler olarak kabul ediyorlar, ama “gerçekleşmesi imkânsız, nitekim SSCB yıkıldı” diyorlar. Bu her sosyalistin bildiği, tecrübe ettiği sıradan bir gerçek. O nedenle hem devrim fikrinin hem de sosyalizm fikrinin gerçek içeriğinin döne döne ön plana çıkarılması büyük bir önem taşıyor.
    Son günlerde hanedanın lideri Kim Jong-il’in ölümü dolayısıyla Kuzey Kore’den yansıyan manzaralar bunu bir kez daha teyit etmektedir. Milyonların sergilemek zorunda bırakıldığı kitlesel ağlama ayinleri riya dolu bir traji-komedyadan başka bir şey değilken, bu tabloyu ortaya çıkaran bir düzenin sosyalizm olarak anılması, bir yanıyla alçakça, bir yanıyla kahredici bir haksızlıktır. Liberaller ve bilumum düzen yanlıları bu durumu ahlâksızca sömürmekte ve düzen namına buradan meşruiyet devşirmekte tereddüt etmemektedirler.
    Ancak kapitalizmin yarattığı musibetlerin ağırlığı insanlığın üzerine dalga dalga çöktükçe, yıkım tablosunun korkunç boyutları ortaya çıktıkça ve kitleler de bu düzene tepki vermeye başladıkça, düzen ideologlarının mağrur havasının bozulduğunu, kapitalizmin artık değiştiği yolundaki kibirli safsatanın ve buna eşlik eden küstah tavırların sahnede daha az boy gösterdiğini görüyoruz.
    Taraf gazetesinde sosyalizm tartışması

    Hal böyleyken şimdilerde Taraf gazetesi sütunlarında bir sosyalizm tartışması patlak vermiş bulunuyor. Geçmişin hızlı Maocu “sosyalistlerinden” Halil Berktay, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle komünizmin tarihsel olarak bittiğini, çökenin sosyalizmin karikatürü değil ta kendisi olduğunu, bir daha başka sosyalizm olmayacağını, insanlığın özgürlük ve sosyal adalet gibi ideallerinin bu kadar komple ve katastrofik bir çöküşten sonra artık bu ad ve kavramlarla ete kemiğe büründürülemeyeceğini ileri sürdü. (Taraf, Solun Hayal Perdesi ve Reel Kürt Hareketi, 26.11.2011)
    Kendisini hâlâ sosyalist olarak gördüğü için buna içerlemiş görünen Murat Belge, arkadaşına cevap yazarak “ben sosyalist olduğum günlerdeki ruh halimden fazla uzaklaşmak istemiyorum” dedi. Böylece Murat Belge, halen devam etmekte olan tartışma içinde başka birçok kelam etmiş olmakla birlikte, sosyalizmin tarihsel olarak bitip bitmediği sorununa, basit ve kararsızca ifade edilmiş bir kişisel ruh hali ve tercih sorunuymuş gibi yaklaşmış oldu.
    Bu şekilde başlamış görünen tartışma, görebildiğimiz kadarıyla daha sonra Nabi Yağcı, Roni Margulies, Zülfü Dicleli, Erol Katırcıoğlu, Cemil Koçak, Hüseyin Ergün, Taha Akyol, Hadi Uluengin gibi isimlerin katılımıyla halen devam etmekte. Bunların yanı sıra TKP’nin haber portalı olan Sol Haber’de de bu tartışmaya ilişkin kısa bir-iki haber-yorum çıktığını ekleyelim. Tartışmada geçen her hususu burada ele almaya olanak olmadığı gibi, niyetimiz de bulunmuyor. Sadece bazı temel noktalara odaklanmak durumundayız. Bizim bundan muradımız, sosyalist duyarlılıkları genel olarak liberalizmin sığ sularına yöneltme işlevini görmeye aday iddiaların özünü ele almaktır. Biz tam da tarihsel işlevini görmek için elverişli bir dönemin açılmakta olduğu bir zamanda, Marksizmi ve Marksist sosyalizm anlayışını hedef alan argümanlarla hesaplaşmanın anlamlı olduğunu düşünüyoruz.
    Liberaller, Türkiye siyasetinde sosyalist solun bazı zaaflı yönleri nedeniyle boşluklar bıraktığı Kemalizm, vesayet sistemi, militarizm, demokrasi sorunu, din sorunu, soykırım sorunu gibi noktaların üzerine giderek kendilerine belli bir saygınlık devşirmiş durumdadırlar. Ancak liberal muhalefet içinde Marksist/sosyalist bir geçmişten gelen ve Marksizm soslu liberal fikirler ileri süren kesimin, genel olarak kapitalizm ve sosyalizm konularında sağa sola ders vermeye kalktığında devirdiği çamlara ve oynaması muhtemel olumsuz role sessiz kalmak düşünülemez. (Bu konuda bkz. Elif Çağlı, Liberal Demokratların Kapitalist Düşleri, http://www.marksist.com) Onlar dünyadaki yeni kriz ve yükselen mücadele dinamiği bağlamında mücadeleye atılabilecek duyarlı genç kuşakları sosyalizm konusunda iğdiş etme işlevini görüyorlar. Bizi asıl ilgilendiren nokta burasıdır.
    Görünen odur ki, bu tartışmada Halil Berktay, Zülfü Dicleli ve Cemil Koçak gibi isimler sosyalizmin bittiği konusunda hemfikirler. Buna mukabil Nabi Yağcı ve Murat Belge ise pek kararlı olmayan biçimde buna karşı çıkıyor görünüyorlar, ama öte yandan genel olarak sosyalizmin değil de, “Leninizmin bittiğini” savunuyorlar. Hatta Murat Belge sosyalizm kavramından bile vazgeçmeye hazır. Ayrıca görünüşe göre işçi sınıfı konusunda da ya ümidi kesmişler ya da tereddütlüler. Roni Margulies tartışmada genel olarak devrimci Marksist görüşleri dillendiriyor olmakla birlikte, fazlasıyla uzlaşmacı bir üslup tutturuyor, fırsat buldukça muhataplarına barış çubuğu uzatıyor ve böylelikle devrimci argümanın gücünü düşürüyor, işlevsizleştiriyor.
    Aslında Halil Berktay tartışmayı somut bir bağlamda ve bu çerçevede somut bir hedefle başlatıyor: Kürt hareketini terbiye etmek ve onu hükümetin politikalarını kabule zorlamak. O Kürt hareketi ile AKP arasındaki mücadelede Taraf’ın genel çizgisine uygun olarak safını Kürt hareketinin karşısında belirlemiş durumda. Bilindiği gibi Taraf son süreçte savaşın yeniden yükselmesinin ve sözümona yürümekte olan barış sürecinin berhava edilmesinin sorumlusunun Kürt hareketi olduğunu savunuyor ve bu çerçevede Kürt hareketine cepheden saldırıyor. Birkaçı hariç, Taraf yazarlarının yazılarında ulusal sorun bağlamında ezilenlerin şiddetiyle ezenlerin şiddeti arasında ayrım yapılamayacağı konusu sistematik biçimde işleniyor. Ama bu yanlış fikir savunulurken bile tutarlılık kaygısı güdülmeyerek asıl olarak Kürt ulusal hareketi suçlu konumuna koyuluyor.
    İşte bu bağlamdan hareket eden Berktay, dostlarından bazılarının ezen ve ezilenin bir tutulamayacağı yönündeki yaklaşımlarına öfke kusup, bunun solculuktan kaynaklandığını söyleyerek sosyalizm tartışması başlatıyor: “bu düşünce sığlığı yüzündendir ki siyaseti de eski teorimizin gölgesinden çıkarıp yeni bir zemine oturtamadık. (…) bir «ideolojik çatı» sorunumuz sürüyor (…). Bunlar belki bir habitus diye tarif edilebilecek yaşam alışkanlıklarından ibaret kaldı. Öyle de olsa, ne demek, siyasete eski “ideolojik çatı” altından bakmak? Arka planda, ne kadar yok desek de silik bir «tarihin yönü» inancı; ne kadar vazgeçtik desek de zayıf bir «devrim» umudu ve «devrimcilik» iddiası hep mevcut.” (age)
    İşte Berktay’a göre solculuktan kaynaklanan “tarihin yönü”, “devrimcilik” gibi iddialar nedeniyle, örneğin ezilenin, mağdurun şiddete başvurması gibi “kötülükler” mazur görülüyormuş. Demek ki devrim fikrinden, devrim umudundan, tarihin akışının bilimsel anlamda tespit edilebilir birtakım eğilimler ortaya koyabileceği fikrinden vs. kurtulmak gerekiyor. Bunlar bizi büyük felâketlere götürmüş ve o nedenle de artık sosyalizm mümkün değilmiş!
    Berktay ruhunu düzene satıp ışıltılı kürsülerine kavuşanların ne ilki ne de sonuncusudur. O şimdi geçmişte yapılan hataların güya özeleştirisi kılığı altında, insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, zulümsüz bir toplum özlemine ve bu uğurda mücadeleye niyetlenenlere nefret kusuyor. Kaprisli bir üslupla inkâr etse de gerçek budur. Pek muhtemelen onu bu saldırıya yönelten bilinçaltı dürtü, bitti dediği şeyin şimdilerde yeniden hortlama ihtimalini sezinliyor olmasıdır. Kapitalizmin emekçi kitlelerin yaşamı açısından ifade ettiği sefalet ve zulmün şimdilerde gözlerden saklanamaz biçimde ortaya çıkmasından ve düzenin tarihsel bir bunalım içine sürüklenmekte oluşundan içsel bir rahatsızlık duyuyor. Kendisi tam ömrünün bütün gençlik yıllarını “sosyalizm (!)” yolunda heba ettikten sonra, olgunluk döneminde kapitalizmin ve liberalizmin erdemlerini keşfetmiş ve huzura ermek üzereyken şimdi kapitalizm su koyvermeye başlıyor. Talihsiz bir durum olduğu açık.
    Tabii Berktay insanlığın ideallerine sahip çıkıyormuş gibi yapmaktan geri durmuyor. Güya, sadece bu ideallerin bir daha sosyalizm adı altında dirilemeyeceğini savunduğunu söylüyor. Yoksa idealler söz konusu olduğunda kendisine laf kondurtmuyor. Ancak bunun son derece samimiyetsiz bir tutum olduğunu görmek zor değil. Örneğin, İngiltere’de grev yapan kamu işçilerini ve Tahrir’de eylem yapan kitleleri örnek gösteren Margulies’i “ayaklanmacılık”la eleştirip burun kıvırıyor. Dünyada son dönemde görülen kitle eylemlerini küçümsediğini açıkça belli ediyor. Dahası Berktay derdinin sadece ilkesel olarak şiddet karşıtlığı olmadığını, genel olarak kitlelerin kendi talep ve özlemleri için sokağa dökülmesinden de pek hazzetmediğini açığa vuruyor. Oysa insanlığın “özgürlük ve sosyal adalet ideallerine” bağlı olduğunu söyleyen kişi, işçilerin İngiltere’de kendilerine yönelik saldırılar karşısında genel grev yapmasından ve Mısır’da Tahrir meydanında cesur biçimde diktatörlüğe karşı mücadele yürüten kitlelerin eyleminden ancak mutluluk ve heyecan duyardı. Ve bu durum onun ilgi ve odaklanma alanlarında da kendisini gösterirdi. Oysa pek idealist Berktay yolunu çoktan seçmiş ve bunu tartışmalı hale koyabilecek gelişmeleri yok saymayı tercih ediyor.
    Aslında Taraf’ta böyle bir tartışmanın başlamış olmasının, bilumum liberalin bu tartışmaya hevesle dalmasının bir anlamı var. Daha evvel söylediğimiz gibi, kapitalizm tüm yıkıcı sonu ve görünümleriyle ve bu arada tarihte ilk kez olmak üzere bir ekolojik krizi de tetikleyerek, bir tarihsel bunalıma girmiş durumda. Bu yıkım nihayet kitleleri harekete geçirmeye başlamış ve egemenler ve dolayısıyla liberaller “acaba yine mi” diye korkuya kapılıyorlar. Bu durumda “hayır bir daha sosyalizm filan olamaz” fikrini tartışmaya açmaları onlar açısından gayet zamanlı bir hamle.
    Ancak bu noktada sosyalistlere düşen görev bu ve benzeri tartışmalarda liberallerin gerçek güdülerini açığa vurmakla sınırlı değildir. Başta da belirttiğimiz gibi bu noktada temel görevlerden biri sosyalizmin gerçek içeriğinin ne olduğunu ve SSCB ve benzerlerinde çöken şeyin sosyalizm olmadığını ortaya koymaktır.
    Sosyalizm nedir?

    Sosyalist idealler özü itibarıyla sınıflı toplumların ortaya çıkmasından bu yana varlığını sürdüren ideallerdir. İnsanlık ilkel sınıfsız toplumdan çıktığından bu yana sınıf ayrımlarından doğan eşitsizliklere ve baskılara karşı daima bir biçimde tepki vermiş, eşitlikçi ve özgür bir toplum özlemini dile getirmiştir. Bunun izleri ta Sümer destanlarına kadar sürülebilir. Bu temelde, kolektivist bir anlayışa, mülk ortaklığına dayanan toplum tasavvurlarına ve kimi zaman da bu tasavvurları esas alan toplumsal hareketlere eskiçağdan beri rastlamaktayız. Örneğin ilk Hıristiyanlığın doğduğu dönemlerde benzer temellerde hareket eden birçok topluluğun olduğu ve esasen Hıristiyanlığın da ilk doğuşu itibariyle bu damarlardan birini temsil ettiği bilinmektedir. Bunların izleri İncil’de bile bulunmaktadır. Spartaküs’ün önderlik ettiği köle isyanında da bu fikirlere sahip unsurların yer aldığı bilinmektedir. Aynı olgu ortaçağa geldiğimizde de görülür. Bir yanda Avrupa’nın göbeğinde köylü isyanları dalgası içinde Thomas Münzer’leri, diğer yanda Osmanlı’da Şeyh Bedreddinleri görürüz. İrili ufaklı örneklerle bu listeyi uzatmak mümkündür, ama burada gerekli değildir.
    Modern anlamıyla sosyalizmin tarihi ise Fransız Devrimi dönemine uzanır. İşin aslı modern çağa geçilirken yaşanan hemen tüm devrim süreçlerinde, İngiliz devriminden başlayarak, bu tür eğilimler gözlenir. Fransız devrimi sürecinde Babeuf’lerle şekillenmeye başlayan modern sosyalist düşünce ise yarım yüzyıl içinde zirvesi Marx olan bir gelişim süreci geçirir ve nihayet Marx ile tüm çağların sosyalist özlemleri modern çağa uygun gerçek bir bilimsel temele kavuşur. Zira kapitalizmle birlikte, artık sosyalist özlemlerin maddi önkoşulları da oluşmaya başlamıştır.
    Bu kısa tarihsel özetten hemen çıkarılabilecek bir sonuç şudur: Sosyalizm düşüncesi binlerce yıllık geçmişiyle insanlık tarihinde topu topu 65 yıllık bir parantez olan Stalinist bürokratik diktatörlük tecrübesinden çok daha eski ve büyük gerçekliğe sahiptir. Stalinizm her ne kadar Marksizm ve sosyalizm kavramının ardına sığınarak büyük cürümlerini işlediyse de, bunun son tahlilde insanlığın derin özlemlerini ifade eden sosyalizm düşüncesini tümüyle yok edebileceğini düşünmek ancak bir miyopluk olabilir. Hele hele kapitalizmin bugün geldiği nokta sosyalist bir toplumu hem çok daha gerekli hem de çok daha mümkün kılıyorken.
    Çok değişik kolları ve versiyonları olmakla beraber sosyalizm fikrinin genel olarak içerdiği en temel yönleri, eşitlikçi bir toplum arayışı ve böylesi bir toplum kurmanın mümkün olduğu, insanoğlunun böylesi bir toplum oluşturmaya yetenekli olduğu inancıdır. Sınıflı toplum olgusu ve onun son biçimi olarak kapitalizm varoldukça bundan doğan tüm toplumsal illetler varolmaya devam edecek ve insanlığın sosyalist özlemleri de varlık bulacaklardır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bu fikirlerin rağbet görme düzeyi inişler çıkışlar sergilese de sınıflı toplum varoldukça yok olmaları olanaksızdır. Eğer kişi son tahlilde bilincin varlığı değil de varlığın bilinci belirlediğine inanıyorsa, o takdirde sosyalist özlemlerin ve fikirlerin tarihsel olarak bitmeyeceğini kavraması da zor olmayacaktır.
    Berktay, yaşanan deneyimden sonra sosyalizm denen şeyin bir toplum tasavvuru olarak görülemeyeceğini, tarihsel gerçekliği (“reel sosyalizm”) neyse o olarak görülmesi gerektiğini savunmaktadır. Yani sosyalizmin uygulaması iddiasıyla tarihte karşımıza Stalinist bürokratik diktatörlükler çıkmışsa, Berktay’a göre sosyalizm denen şey artık o somut gerçekliktir. Dolayısıyla yaşanan sosyalizm değildi ya da sosyalizme uygun değildi türünden argümanları daha baştan yöntemsel olarak reddetmektedir. Özetle insanların kafasındaki tasavvura değil gerçekliğe bakarım denmektedir. Bu yaklaşım sadece Berktay’a ait olsaydı belki uğraşmaya değmezdi. Ancak Berktay burjuva ideologların nicedir işledikleri ve oldukça yaygın bir düşünceyi dillendirmektedir.
    Berktay’ın bu savı büyük bir çarpıtma içermektedir. Zira bu savdan çıkan bir sonuç, tarihte büyük dönüm noktaları ve kırılmalar, bu kırılma noktalarından türeyen yol ayrımları, çatallanmaların olamayacağıdır. Berktay’a göre bu çatallanma noktalarında farklı tarihsel olasılık ve alternatif patikalar olamaz. Bunun doğal bir ürünü olarak da tarih hep galiplerin, egemenlerin tarihi olarak görülmelidir. Bunlara karşı verilen mücadelelerin, bunlar ne denli kapsamlı olursa olsun, hükmü harbiyesi yoktur. Onlar gerçeklik katına yükselememektedirler. Gerçeklik yalnızca iktidardır! Oysa örneğin, Marksizmin gerçek devrimci damarı tüm Sovyetler Birliği’nde yaşanan karşı-devrim sürecine kahramanca direnmiş ve canı pahasına mücadele etmiştir. Ve eğer bizler bugün Marksizmin canlı ışığına hâlâ ulaşabiliyorsak bunda onların can pahasına verdiği mücadelenin büyük katkısı vardır. Berktay’ın bakış açısı, onun başka bahislerde savunduğu fikirlerle bağdaşmama pahasına, tarihi adeta şaşmaz bir kaçınılmazlık, bir mukadderat olarak okuma anlamına gelmektedir. Marksizmin yaklaşımının böylesi bir idealizmle zerrece ilgisinin olmadığını uzun uzadıya anlatmaya kalkışmak sadece mürekkep israfı olur.
    Berktay’ın bir başka çarpıtması da Marx’ta geçekliğin mihengine vurulabilecek bir sosyalizm tasavvuru namına pek bir şey olmadığı savıdır. Yani Berktay hem tasavvur halindeki toplum özlemini kıymetsiz görmekte hem de Marx’ı ayrıntılı bir şema bırakmamakla eleştirmektedir. Oysa Marx (ve Engels) gelecek sosyalist toplum üzerine ayrıntılı resimler çizmekten bilinçli biçimde kaçındılar. Onlar bunun bilimsel bir tutum olamayacağının mükemmelen farkındaydılar. Ancak, mevcut toplum içindeki temel eğilimlerin işaret ettiği kadarıyla geleceğin toplumunun nasıl bir şey olamayacağını ve en özsel, temel çizgileriyle hangi nitelikleri taşıyacağını ortaya koymaktan da geri durmadılar. Yani bilimsel çözümleme ve öngörünün izin verdiği kadarıyla gelecek toplumun niteliği sorununu açıkta bırakmadılar. Tam da bu yaklaşımın bir parçası olarak daha en başta “biz komünizmi geleceğe ilişkin bir reçete olarak değil, bizatihi bugünkü fiili hareket olarak görüyoruz” demişlerdi. Yani geleceğin toplumu bugünkü hareketin gelişimi içinden doğacak ve bu gelişim tarafından şekillendirilecekti. Yukarıda tartıştığımız hususların yanı sıra bir de bu noktadan baktığımızda “sosyalizm bitti” iddiasının sefilliği kendini gösterir.
    (devam edecek)
    http://www.marksisttutum.org/sosyalizm_asil_simdi_1.htm

Comments are closed.