İlk toplantının konusu Marxizm ve Edebiyat Eleştiri’siydi.
Bülent Somay’ın anlattıkları özetle şöyle: “Yüksek edebiyat” burjuvazinin edebiyatıyken popüler edebiyat, yani aşağılanan, klişe görülen edebiyat ezilenlerin edebiyatıdır. Yüksek edebiyata örnek olarak mesela Orhan Pamuk’u verdi, popüler edebiyat içinse polisiye, bilimkurgu, diziler vs.
Bir yazarın hangi edebiyattan etkilendiği, onun sınıfsal konumunu verir, dedi. Komünist Manifesto’yu örneklendirdi. O zamanlar popüler olanın, Alman gotik edebiyatı olduğunu söyledi. Manifesto’nun ilk giriş cümlesi “Avrupada bir hayalet dolanıyor”, sonra “burjuvazinin mezar kazıcısı olarak proleterya” (Frankenstein ve Shakespeare-Hamlet) ve son olarak “zincirlerden kurtulmak”, bunlar da yine Gotik edebiyat klişeleri.
Bir de, marxist olmanın bütün herşeyi çözmediği, aslında mesela edebiyat üzerine incelemeler yapmanın insanı iyi bir marxist haline getirdiğini vs. anlattı. Kendi sözleriyle metadil’i bilmek herşeyi çözmek değil, tam tersine birşeyleri çözmeye çalışmak metadil’i anlamak için bir araç dedi.
Terry Eagleton, ben başka bir şey anlatacağım, diyerek başladı.
Din, cinsellik ve sanatı üç simgesel alan olarak tanımladı. Ardından Aydınlanmayla birlikte Din’in yerini alması gereken Kültür’ü biraz anlattı. Sonra da neden Din’in yerini alamadığını. Çünkü Din, dedi, estetik, gündelik hayatın ihtiyaç duyduğu kurallar ve mutlak gerçeklik iddiasını aynı anda karşılıyor. Oysa kültür bunları karşılayamadı. Bunlara cevap vereceği iddia edilen Kültür’ün 1950lerden sonra, cevabın değil sorunun bir parçası olduğunu anlattı.
Zaten, dedi, kültürün yarattığı en büyük problem devrimci milliyetçiliktir. Devrimci milliyetçiliğin kültürü politize ettiğinden bahsetti. Ama bu akım da 1970lerin sonunda öldü ve onun küllerinden post-modernizm doğdu, dedi.
Post modernizmi ise kültür üzerine yapılan incelemelerin patlamasıyla özdeşleştirdi ve bir kültürcülük akımı doğdu dedi. Ama ona göre bu nokta, kültürün artık ortadan kalktığı yer.
Son olarak, kültürün antropolojik karakterinden bahsetti. Bebeklikten erişkin olana kadar zavallı olan insanın kültür sayesinde ayakta kaldığından bahsetti. Ve dedi, zaten iktidar da kültür sayesinde içimize işliyor.
İkinci toplantı, Marx neden haklıydı, toplantısıydı. Yalnızca Eagleton konuştu. “Marx neden haklıydı?” kitabına paralel bir sunum yaptı. Baya bir “sapkın söylem” kullandı. İlk olarak Marx’ın düşündüğü sanılan çoğu şeyin (sınıf savaşımı, mülkiyet, iktisadi işleyiş vs.) başkaları tarafından farkedildiğini, Marx’ın özelliğinin geleceği görmek olmadığını, bugünü görmek olduğunu anlattı.
Marx’ın kapitalizmi neden övdüğünü biraz anlattı. Bernard Shaw’un elitist-hedonistliğinden dem vurdu ve onu sosyalist yapanın bizi de sosyalist yaptığını söyledi.
Ardından da, solu arenaya çağıran, solu yeniden güç olmaya çağıran krizlerin neden solu da harap bitap duruma düşürdüğünü bilmediğini ekleyerek konuşmasını bitirdi.
Bir küçük anektod, kitabı “iş çevrelerinde en çok okunan kitaplar listesi”nde baya üst sıralara tırmanmış.
Yusuf Cemal
Eğer kendi bakış açımı yazmam gerekirse, ilk toplantı için şunları söyleyebilirim:
Bana kalırsa Tarih’in Bilinçdışı kitabında da, bu toplantıda anlattıklarında da ana problem, bu anlattıklarını bilinç-bilinçdışı olarak modellemesi. Topluma, bilinçmiş muamelesi çekmek, toplumu “organik bir bütün” olarak görmeye kapı aralıyor. Yani sağlıklı birey, özne nasıl yasaklamanın kendisinden doğuyorsa, aynı şekilde sağlıklı bir toplum (mesela ulus ya da ümmet) bu yasaklamayla, bu bastırmayla özne haline gelir denebilir pekala.
Terry Eagleton’a gelince, Eagleton, sonuçta din için “kültür+evren hakkındaki mutlak gerçekliği verme iddiası” formülü öneriyor. Çünkü Kültür’ün estetik ve gündelik hayatın ihtiyaç duyduğu kuralları verdiğini biliyoruz. Geriye mutlak gerçeklik iddiası kalıyor. Eagleton’ın iddiası, Kültür’ün önce politize olması, ardından çökmesi.
Benzer bir “1970’lerden sonra din neden bu kadar önemli hale geldi?” sorusu cevabını Zizek’te bulmak mümkün. Onun verdiği cevapsa, Kültür’ün giderek artan karmaşıklığına verilen tepki olarak okuma. Aman onu yapma, aman onu yeme, organik tarım, dünyadan zevk al, kadınları baştan çıkarmanın 10 yolu, erkekleri yola getirmenin 1 yolu vs. kurallar silsilesinin giderek çoğalmasından bahsediyor Zizek. Sonuçta o da, Kültür’ün cevap veremediklerine Din’in cevap verdiği noktasında. (Yani heralde o noktada, emin de değilim aslında. 🙂 )
Bana kalırsa, Dawkins’in anlattığı çocuklar için yaratılmış doğal seçilime tabi, yoldan çıkmış memplexlerden oluşan dinler kuramı, diğerlerinin anlattıkları karşısında çok daha güçlü konumda. Güçlü dediğim, açıklama olarak değil. Bu dünyayı değiştirmek isteyenlere, deney olanağı sunması anlamında. Biraz işlevsel Poppercılık yani.
Eğer, Kültür’ün Din’in işlevini yerine getiremediğini iddia ederseniz, yapacağınız ya bunu kabullenmektir, ya Kültür’ün getirdiği karmaşıklığa karşı ortaya çıkacak yeni bir toplumsal ilişkiler, kurallar ağı yaratmaktır ya da yeni bir Din yaratmak. Bu aşamaya daha zamanın var olduğunu düşünüyorum. Herbert’in Dune’unda gelecekte ortaya çıkabilecek “din”ler için güzel fikirler var.
Oysa, memplexler olarak Din kuramı, memplexlere karşı bir şeyler yapabilmenin olanağını da veriyor. En azından denenmeden kenara atılamayacak bir fırsat. Üstelik, Kültür’ün getirdiği karmaşıklığa karşı ortaya çıkacak yeni toplumsal ilişkiler, kurallar ağı yaratmanın bir parçası olarak kullanılabilir. Gibi geliyor bana. Tartışmak gerek.