Tarihteki, Diktatörlük Karşıtı Darbeler: I Hitler’e Karşı 15-20 Temmuz 1944 Darbe Teşebbüsü
Hitler’e karşı darbe girişiminin önderi Albay Stauffenberg.
Savaşta bir gözünü ve bir elini kaybetmişti. İdam edildi.
Tarihteki, Diktatörlük Karşıtı Darbeler: I
Hitler’e Karşı 15-20 Temmuz 1944 Darbe Teşebbüsü
Nazilerin yenilgiye doğru gitmesi, Alman ordusu içinde Hitler’i bir suikast ve darbeyle devirme eğilimlerine de hız vermişti. Stauffenberg gibi bazı gözü kara subaylar bunun öncülüğünü yapmaktaydı. Onların arkasından da, üst düzey bazı generaller geliyordu, fakat bunlar son derece ihtiyatlıydı. Suikast ve darbenin ilk planda başarılı olmasıyla katılacaklarına söz vermişlerdi. Darbeciler Hitler’in yanı başına kadar sokulmuşlardı. “Komplocuların” tam bir fikir birliği içinde olduğu söylenemez. İçlerinde koyu Katoliklerden, “Alman yurtseverliğine” kadar her düşünceden insan vardı. Birleştikleri tek nokta, Hitler’in ve Nazilerin Almanya’yı felakete sürüklediğiydi.
Plan şuydu: Hitler tarafından askeri rapor vermek üzere çağrılan albay Stauffenberg, evrak çantasındaki zaman ayarlı bombayı patlatacak, en iyi ihtimalle Hitler, Göring ve Himmler, en kötü ihtimalle sadece Hitler ölecek ve General Olbrich Berlin civarındaki askeri birliklere “valkyrie” (el koyma) emri verecek ve Berlin’deki kilit binalar ele geçirilerek Nazi iktidarına son verilecekti.
“15 Temmuz cumartesi günü öğleden sonra saat 13.00’te Stauffenberg, çantası koltuğunda Führer’in toplantı salonuna girdi. Yedekler üzerine hazırladığı raporu verdi. Bir ara uzun bir süre dışarıya çıkarak Berlin’de Olbricht’e telefon etti ve –aralarında kararlaştırılan parolaya göre – Hitler’in orada bulunduğunu, bombayı kurarak yeniden toplantıya gireceğini söyledi. Olbricht, askerlerin Berlin üzerine yürüyüşe geçtiklerini haber verdi. Artık büyük bir teşebbüs başarıya ulaşmak üzereydi. Ama Stauffenberg toplantı salonuna dönünce Hitler’in gittiğini ve bir daha dönmeyeceğini öğrendi. Fena halde üzülen Stauffenberg, hemen telefona koştu ve Olbricht’e haber verdi. General hemen Valkyrie alarmını iptal etti. Askerler… olabildiğince göze batmadan kışlalarına döndüler.” (William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu –Çöküş, çev: Rasih Güran, Hürriyet Yayınları, 1979, s. 305-306)
İkinci teşebbüs, bundan beş gün sonra, 20 Temmuz tarihinde yapıldı.
Albay Stauffenberg, yanında yaveri, teğmen Werner von Haeften olduğu halde, Hitler’in Rastenburg’da bulunan “Kurt İni” karargâhına geldi. Evrak çantasında yine İngiliz yapımı bomba vardı. Bu bomba cam bir kapsülün kırılmasıyla çalışıyordu. Kapsülden dökülen asit küçük bir teli eritiyor, tel eridiğinde serbest kalan tetik kapsüle çarparak bombayı ateşliyordu. Bombanın patlama zamanı, telin kalınlığına göre değişiyordu. Stauffenberg’in bombası, on dakikaya göre ayarlanmıştı.
Stauffenberg, Hitler’in çağrılısı olarak geldiği için bütün koruma ve arama önlemlerini kolayca atlattı ve Hitler’in diğer subaylarla askeri durumu görüştüğü salona girdi.
“Stauffenberg’in … kapsülü kırmasının üzerinden dört dakika kadar geçmişti. Daha altı dakika vardı. Oda biraz küçüktü… Toplantıda … (üst düzey generallerin yanı sıra) üç silahlı kuvvetten on sekiz subay bulunuyordu. SS’ler masanın çevresinde, ayakta bekliyordu. Göring ve Himmler yoktu… Stauffenberg, Korten ile Brandt’ın arasına geçip oturdu. Hitler’den bir buçuk metre ötede bulunuyordu. Çantasını yere koydu. İleri doğru sürdü… Çanta Führer’in ayaklarından iki metre uzaktaydı.” (agy, s. 311)
Stauffenberg, fark edilmeden dışarı çıkar. Fakat Keitel onun yokluğunu kısa sürede fark eder ve peşinden çıkar. Stauffenberg’e bakınır. Göremeyince yeniden toplantı salonuna döner. Tam o sırada bomba patlar. Patlamayı uzaktan gören Stauffenberg, “komploculardan” Felligiebel’e, suikastın başarılı olduğunu ve darbecilerin harekete geçmesini Berlin’e bildirmesini söyleyerek ortadan yok olur. Yaveriyle birlikte bir askeri uçağa atlayarak havalanır.
Saat 3.45’te Rangsdorf havalanına inen Stauffenberg derhal Berlin’deki Olbrich’i aradı ve büyük bir hayal kırıklığıyla, darbe için hiçbir şey yapılmadığını öğrendi. Felligiebel saat 1’den sonra telefon edip patlamanın gerçekleştiğini bildirmişti. Fakat hatlar çok kötü olduğundan Hitler’in ölüp ölmediği anlaşılamamıştı. “Valkyrie emirleri Olbricht’in kasasından çıkarılmış, ancak gönderilmemişti. Bendlerstrasse’de ellerini kollarını kavuşturmuş, Stauffenberg’in dönmesini bekliyorlardı. Hazırlanmış emirleri, yeni hükümetin başkanı Wehrmacht’ın (Alman Genel kurmayı) Başkomutanı olarak hemen çıkartacak radyodan, Almanya’da yenibir çağın başladığını haber verecek olan General Beck ile Feld Mareşal von Witzleben ise ortalıkta yoktu.” (Agy, s. 314)
Stauffenberg, Hitler’in kesin olarak öldüğünü düşünmüştü ama Hitler ölmemiş ve birçok subayın öldüğü bu patlamadan, önündeki masanın bacağı sayesinde ölümcül olmayan yaralarla kurtulmuştu. Hitler’in ölüp ölmediği konusundaki belirsizlik “komplocuların” harekete geçmesini önlemişti.
Sonunda Stauffenberg’in gelmesi “komplocuları” harekete geçirdi. Stauffenberg, Rangsdorf’tan telefon ederek, kendisini beklemeden derhal harekete geçmelerini söyledi. “Artık komploculara emir verecek biri vardı. İsyan durumunda olsa bile Alan subayları komutan olmadan harekete geçeceğe benzemiyorlardı. Sonunda harekete geçmeye başladılar. Olbricht’in yakın arkadaşlarından, Kurmay Başkanı Albay Mertz von Quirheim, Valkyrie emirlerini getirdi. Emirler teleks ve telefonla iletilmeye başlandı. Birinci emir, Berlin çevresindeki askeri birlikleri alarm durumuna soktu. ‘Wehrmacht Başkomutanı’ sıfatıyla Witzleben’le Kont von Stauffenberg imzasını taşıyan ikinci emirde de –emir iki ay önce hazırlanmıştı- Führer’in öldüğü, Witzleben’in ‘yönetme yetkisini’ yurttaki Ordu Bölge Komutanlıklarıyla cephede çarpışmakta olan orduların başkanlarına devrettiği bildiriliyordu.” (Agy. S. 319)
Komplocuların son derece önem verdikleri, silahlı kuvvetler içinde kilit bir rol oynayan General Fromm, Hitler’in ölmediğini öğrenince, derhal saf değiştirdi.
“Komplocular o dakikadan sonra Fromm’u kaybettiler… Olbrich ağzını açamadan odadan çıkıp gitti. O sırada General Beck, üstünde siyah bir sivil elbise –besbelli isyanın askeri niteliğini saklamak için giymişti – isyana önderlik etmek için çıkageldi. Ama herkesin bildiği gibi, isyanın gerçek önderi Stauffenberg’di… Patlama olayını kısaca anlattı. Patlamayı birkaç yüz metre uzaktan kendi gözleriyle gördüğünü söyledi. Olbricht, Keitel’in telefona geldiğini ve Hitler’in ölmediğini, yalnızca hafif yaralandığını yeminle söylediğini bildirince Stauffenberg, Keitel’in yalan söyleyerek zaman kazanmaya çalıştığı cevabını verdi… Ne olursa olsun, o anda artık yapacakları tek şey şuydu: Önlerindeki her dakikayı Nazi rejimini devirmek için kullanmak… Beck de bu görüşe katıldı. Diktatörün hayatta olup olmamasının kendisi için büyük bir farkı olmadığını söyledi. İleri atılmalı ve bu alçak rejimi yıkmalıydılar.
“Ama işin kötü yanı, bu kadar büyük bir gecikmeden ve o andaki kargaşalıktan sonra, her şeyi planladıkları halde, ne yapacaklarını bilmemeleriydi. Bir ara General Thiele gelip Hitler’in hayatta olduğunun Alman Milli Radyosunda az sonra bütün dünyaya ve Almanya’ya duyurulacağını söylediği zaman bile ilk yapacakları şeyin hemen gidip radyo istasyonunu ele geçirmek, Nazileri radyoda konuşturmamak, bu arada yeni hükümetin çıkardığı bildirileri yayınlamak olduğunu anlaşılan hiç akıllarına getirmediler.” (Agy, s. 320)
Bundan sonra darbecilerle, daha önce darbeye onay verip şimdi Hitler yanlısı tutum takınanlar arasında karşılıklı bir “tutuklama” komedisi yaşandı. Fromm, Stauffenberg’i tutuklamaya kalkınca, Stauffenberg, Fromm’u tutuklayıp bir odaya hapsetti. Bu sırada, Berlin’de de çeşitli askeri birlikler içinde sürekli saf değiştirme olayları yaşanıyordu. Örneğin, propaganda bakanı Göbels’i tutuklamaya giden Binbaşı Remer, darbecilerin telefon hatlarını kesmeyi akıl edememelerinden yararlanan Göbels’in Binbaşı ile Hitler arasında doğrudan telefon bağlantısı kurması üzerine saf değiştirmiş ve Göbels’i tutuklamak yerine darbecileri tutuklamaya girişmişti.
“Asi generaller ve albaylar, bu kadar kilit bir noktada bulunan Remer gibi bir adama neden böyle önemli bir günde böyle bir görev vermişlerdi? Neden son dakikada onun yerine davaya yürekten bağlı bir subay getirmemişlerdi? Neden Remer’in emirlere itaat edip etmediğini kontrol etmek için Muhafız Taburu’na güvenilir bir subay göndermemişlerdi?.. Sonra Berlin’deki Nazilerin en önemlisi ve en tehlikelisi olan Göbels neden tutuklanmamıştı? Kont von Helldorf’un emrindeki birkaç polis bu işi hemen yapabilirdi, çünkü o sırada Propaganda Bakanlığı sımsıkı kordon altına alınmış değildi. Sonra komplocular neden Prinz Albrechtstrasse’deki Gestapo karargâhını ele geçirerek gizli polisi baskı altına almadılar ve orada, aralarında Leber de olmak üzere, hapis yatan birçok komplo arkadaşlarını kurtarmadılar? Gestapo merkeziyle S.D. ve S.S.’in beyni olan R.S.H.A. Merkezi hemen hemen hiç muhafaza altında olmadığı halde neden buraları ilk olarak işgal edilecek yerler arasına katmadılar? Bütün bu sorulara cevap vermek olanaksızdır.” (Agy, s. 325)
Darbenin gevşemesiyle birlikte, darbecilerin odaları hapsettiği isyan karşıtı general ve subaylar, kapatıldıkları odalardan teker teker kaçıp isyancılara karşı harekâtın başına geçtiler. Sonradan, Feld Mareşal von Witzleben, isyancıların radyoevini bile işgal etmediklerini öğrenince isyanın başarısızlığına hükmettiğini söyleyecekti.
General Fromm, tutuklandığı yerden kaçtıktan sonra, askerleriyle birlikte gelip, Stauffenberg’in de içlerinde bulunduğu, darbenin dört önde gelen subayını tutukladı:
Kurmay Albay Mertz, General Olbricht, Albay Stauffenberg ve yaveri Teğmen Haeften. General Fromm, darbecilerle işbirliğinin ortaya çıkacağı korkusuyla bu dört isyancıyı yerinde uyduruk bir mahkemede ölüme mahkûm edip kurşuna dizdirdi. Stauffenberg, ölürken şöyle bağırdı: “Yaşasın Kutsal Almanya’mız.”
“İsyan böylece on iki buçuk saat içinde bastırılmış oldu. Skorzony, silahlı SS’lerle birlikte Bendlerstrasse’ye geldi… geri kalan komplocuların ellerine kelepçe vurdu ve Prinze Albrechstrasse’deki Gestapo zindanına götürdü.” (Agy, s. 311)
Hitler, gece yarısı radyodan halka şöyle hitap etti:
“Alman Halkı!
Eğer bugün sizlere sesleniyorsam bunun nedeni her şeyden önce benim sesimi duymanız ve yaralı olmadığıma, durumumun iyi olduğuna inanmanız, sonra da Alman tarihinde bir eşi daha olmayan bir ihanetin işlendiğini bilmeniz içindir.
İhtiraslı, sorumsuz, aynı zamanda akılsız ve budala küçücük bir subay kliği beni ve benimle birlikte Wehrmacht’ın Yüksek Komuta Heyetini ortadan kaldırmaya teşebbüs etmiştir.
Albay Kont Stauffenberg’in koyduğu Bomba iki metre sağımda patladı… Bana ise hiçbir şey olmadı… Bunu Tanrının bana verdiği görevin bir tanıtı sayıyorum…” (Agy, s. 331-332)
Bundan sonra korkunç bir cadı avı sürdürülür.
“Nazilerin kendi Alman yurttaşlarına uyguladıkları yabanlık en yüksek noktasına vardı. Barbarca tutuklamalar dalgası sardı her yanı. Arkasından korkunç işkenceler, acele yargılamalar ve ölüm kararları, idamlar. Mahkûmlar genellikle mezbahalardan, kasaplardan getirilen at çengellerine bağlı piyano telleriyle yavaş yavaş boğularak öldürüldü. Sanıkların binlerce dostu ve akrabası toplanıp kamplara gönderildi. Birçokları kamplarda öldüler. Kaçakları saklayan birkaç gözüpek namuslu insan da aynı yolu tuttu.” (Agy, s. 332)
“Rastenberg suikastından sonra yaptığı ilk toplantılardan birinde, Hitler, ‘bu sefer’ demişti, ‘… Askeri mahkemelere lüzum yok. Onları halk mahkemesinde yargılayacağız. Uzun uzun konuşmalarına izin vermeyeceğiz. Mahkeme kararları şimşek gibi verecek ve kararlar iki saat sonra uygulanacak. Asmak suretiyle – hiç acımadan.’
“Yukarda verilen bu emri Halk Mahkemesi Başkanı Roland Freisler adında ağzı bozuk, rezil bir deli harfi harfine yerine getirdi. Ronald Freisler, I. Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşmüş, ihtilalde koyu bir Bolşevik olmuş, sonra da 1924’te aynı yobazlıkla Nazilerden yana geçmişti. Sovyet terör metodlarına hayrandı. Onların uyguladıkları metodları yakından incelemişti. 1930’larda ‘Eski Bolşevikleri’ ve belli başlı generalleri Moskova’da yargılamış olan Başsavcı Andrei Vişinski’nin tekniğini yakından incelemiş, sanıkların nasıl ‘ihanetle’ tasfiye edildiklerini öğrenmişti. Hitler, yukarda sözü geçen toplantıda , ‘Fraisler bizim Vişinski’mizdir’ demişti.” (Agy, s. 332-333)
Gün Zileli
4 Ağustos 2016
gunzileli@hotmail.com
Gelecek yazı: Sovyetler Birliği’nde “Generaller Komplosu” (Tukaçevski, Yakir, vb)
bizim darbeciler bir diktatörü değil, halkın oylarıyla seçilmiş, meşru bir hükümeti devirmeye kalktılar. kasap çengelinde asılmayı hak edecek kadar rezillik yapmış olsalar da sadece müebbede çarptırılabilecekler.
karşılaştırmanın imâsı bile darbeye karşı direnip 260’ını şehit vermiş bu halka karşı saygısızlık olur!
Hiçbir şeyi ima etmiyorum. Tarihteki hiçbir olay diğerine benzemez. Dolayısıyla eleştiriniz ve alınganlığınız yersiz. Ben sadece, solda, özellikle liberal solda var olan, bütün darbelerin otomatik olarak özgürlüğe ve demokrasiye karşı olduğu önyargısıyla tartışmak için başladım bu diziye. Bundan sonra da, Stalin’e karşı “generaller komplosunu”, Çar’a karşı Dekabristlerin darbe girişimini, Portekiz “karanfil devrimini” vb ele alacağım. Bu tür konuları tartışırken lütfen polisiye suçlamalardan uzak duralım. Amacım bugünkü Türkiye ile Hitler rejimini özdeşleştirmek değil. Öte yandan, iki şey daha söylemek istiyorum izninizle: 1. Hitler rejimi de halkın oylarıyla seçilmişti; 2. Darbecilerden kaç kişinin öldüğü ya da öldürüldüğü resmi rakamlarda geçmemektedir.
İmâ etmiyorsanız özür dileyerek ithamımı geri çekiyorum.
2 maddenizin ilki büyük bir hataya dayanıyor. Evet, Hitler de seçimle gelmişti; ama seçimle geldiği parlamentoda diğer partileri kapatıp tek partili rejime geçtiği andan itibaren gayrı meşru bir diktatörlük rejimi oldu. Bizde ise diğer partiler açık ve her türlü politik faaliyette bulunma hakları var.
“1. Hitler rejimi de halkın oylarıyla seçilmişti;”
Samimi olmam gerekirse, soylenis amaci (yaziyi yazanin klavye basinda ne dusundugu) ne olursa olsun, lafa bu sekilde baslamalar beni rahatsiz ediyor.
Cok sebebi var bunun.
En onde geleni de, bu tur lakirdilar –her ne kadar bir bilgelik tavriyla uyari amacli oldugu dusununebilirse de– aslinda bir cimbizlamadir.
Illa br negatif ornek bulup, onun uzerinden diyecegi diger negatiflere baz teskil etmek.
Bu yonteme kimse yabanci degil. ‘Gazeteci’ dedigimiz taife de, kendi grubunun/kitlesinin dediklerine paralel/destekleyici birilerini bulmak icin bazan duzinelerce kisiyle konusur; sonunda da uygun bulduklari muhalifi konusturular. [BBC’den birisinin gecenlerde yayinlanan epostasinda gorulebilcegi uzere].
Bu, ‘muhalif goruslere de yer vermek’ turunden bir durustluk degil; kendi gundemini/guncesini/’agenda’sini araya sokusturmaktir.
Adil olunacaksa, bugune kadar yapilmis tum secimlerin sayisi ile, ‘Hitler rejimi’ benzeri sonuclar cikarmis olanlarin sayisini kiyaslayip konusmak gerekir.
“2. Darbecilerden kaç kişinin öldüğü ya da öldürüldüğü resmi rakamlarda geçmemektedir.”
Ben –tam rakami hatirlamiyorum– 100’un uzerinde oldugunu duydum.
Hadi diyelim 100+ degil de 1,000+ olsun; ya da on binin uzerinde olsun.. veya, tersi, SIFIR olsun.
Neyi degistirir?
Yani, ne alaka?
3. bir nokta da şudur: Hiç kimse, ne yapmış olursa olsun, kasap çengelinde asılmayı hak etmez arkadaşım.
UlusAK cilardaki ezber bozmama ,yaranma , ucuzdan ,biz demistik basarisi altina imza atma hevesi öyle bir asamaya geldiki, birakin gerceklerle alakalarinin kesilmesini, ayni cümle icinde SYNTAX hata yapar hale geldiler. Ornek:
Hava Deniz ve jandarma Kuvvetlerine Fetö cülerin en önemli kadrolari ele gecirdigi ortaya cikti, ama Iktidar faturayi M.Kemal in ordusuna kesti.
Bir aptal bile söyle der bu cümleye. En önemli kadrolarin cogu Fetö nun elindeyse ortada Fatura kesilecek M.Kemel ordusu yoktur.
Fatura kesilen üst Subaylar Fetö cü degilde M.Kemal in Subaylari ise darbe Fetöcü degil Kemalisttir. ..
UlusAKcilar ve KemalAKistlerin tarihinin en sefil dönemi yasaniyor. Sevinsekmi , eglensekmi bilemiyorum:)
Belki de bizdeki “muhalefet” partilerinin kapatılmasına ihtiyaç duyulmamaktadır. Orada güçlü bir Komünist Parti, güçlü bir sosyal Demokrat parti vb. muhalefeti söz konusuydu.
Şu alaka: Oyuncularının hepsi saha dışına çıkarımış bir takımın, kalecisiz kalesine gol atmak adil değildir. “230 şehit”ten söz ediliyorsa, karşı taraftan da şu kadar kişinin öldüğü belirtilmelidir en azından. 100 civarındaki olduğu rivayet edilen bu ölmüş insanlar nereye gömülmüştür? “Hainler Mezarlığı”na bile gömülmediklerine göre.
1 Nolu yorumcuya: Hitlerde secilmisti. Staufenberg te hicte ilerici Demokrat falan degildi. Ama ben acikca Tarihte Staufenbergin basarili olmasini isterdim. Sokakta Darbeye direnen kahramanlar falan yoktur, `sacmalamayin ne demokrasisi biz allh icin sehit oluyoruz`diyen isid türevleri vardir.Saygi duymuyorum. Acikca yaziyorum. Sadece onlara degil onlara saygi duyulmasi cagrisi yapanlarada saygi duymuyorum. vesselam…
Gerçekten hiç kimse, ne yapmış olursa olsun, çengele asılıp öldürülmeyi hak etmez mi?….
Hümanist yaklaşımın beylik sözüdür bu. Peki gerçekçi mi, doğru mu?
Çengele asılmalarını savunmuyorum; ama hak etmezler mi bazı iğrenç eylemlerin failleri?
Onlar hak eder, ama yine de öyle bir muamele yapılmamalıdır. Çünkü o muamele, en hak edene yapılsa bile, yapan kişiyi de kirletir. Cellada da yazık.
Birini hak ettiği eylemler nedeniyle hapse tıkıp, özgürlüğünden mahrum bırakmak da kirleticidir. Ama onu da mı yapmayalım? Hiç olmazsa onu yapalım. Mağdurların hakkı adına yapalım. Toplumsal adalet duygumuzun telafisi uğruna yapalım.
Bizdeki muhalefet partilerinin kapatılmasına ihtiyaç duyulmadığı doğru; ama iktidarın onları kapatacak kadar güçlü olmadığı da doğru. Kapatmaya kalksalar, ellerindeki en büyük gücü, meşruiyeti kaybedecekleri ve daha da güçsüzleşecekleri de doğru.
5 numaralı anonime… “Hitler de seçilmişti”ye cevap yazdım. Sokaklarda direnenlerin tümünü aynı kefeye koymak hatadır. “Işid türevleri” lafınız büyük bir bilgisizlik ve önyargı ürünü. Meydanlara çıkıp tanklara karşı direnenler çeşitli partilere mensup, farklı görüşlerden emekçi halkımızdır. Bunların direnişi çok anlamlıdır.
Locadan veya balkondan bakmakla görülecek şeyler değil bunlar. İnin, karışın aralarına, yakından görüp değerlendirin.
“Şu alaka: Oyuncularının hepsi saha dışına çıkarımış bir takımın, kalecisiz kalesine gol atmak adil değildir.”
Adil olmak icin ne yapmak lazim?
Ucunda neyin oldugunu pekala bildiklari bir harekete kalkismislar –bu ozgurluklerini kullanmislar. Olmamis, becerememisler. Bedelini odemek zamani gelmis.
[Aklen balig olan herkes, (emir almis bile olsa, uyMAmak tercihi varken)yaptiginin sonucuna katlanmak zorundadir.]
Kaleyi kalecisiz (ne demekse) birakanlar onlar…
Kisacasi, “kiz guzeldi. Benim de gozum donmustu. Tecavuze kalkistim. Malesef yakalandim” durumundaki birisine yonelik olarak nasil ‘adil’ olmak gerektigi baglamindaki dusuncelerinizi merak ediyorum.
“‘230 şehit’ten söz ediliyorsa, karşı taraftan da şu kadar kişinin öldüğü belirtilmelidir en azından.”
Istatistik meraklilari icin onemli olabilir tabii ki. Ama, ondan oteye, neye yarayacak?
‘Ustumuze tankla, topla, ucakla, fuzeyle geldiler; biz 230 kisi verdik onlar da XXXX verdiler’ bilgisini nasil kullanacaksiniz?
“100 civarındaki olduğu rivayet edilen bu ölmüş insanlar nereye gömülmüştür?”
Atmosferde curumeye terkedildiklerini sanmiyorum –ciddi bir saglik sorunu olurdu bu. Denize atildiklari da soylenemez. Kremasyon icin de teknik altyapi yok. Dolayisi ile, bir yerlerde, topraga gomulmuslerdir.
Ailesi kabul edip alanlara verilmedigini hic sanmiyorum. Ailesinin alip da nereye gomdugune de karismiyorum. Digerleri de –yukarida soyledim– muhakkak bir yerlerde gomulmuslerdir.
Noktasal anlamda ‘neresi’ oldugu cok mu onemli?
“‘Hainler Mezarlığı’na bile gömülmediklerine göre.”
Bunu nereden biliyorsunuz?
Dahasi, bu tur ‘kirmizi papuc’ cinsinden sorularla hangi argumani insa edebilirsiniz?
‘Islamo-fasist halk muhterem darbecilere yeterince sefkatli yaklasimlarda bulunmadi’dan oteye.
Aman, dikkat! inecek olanlara dedim!
Ağzınızdan bal akıyor maşallah 🙂
ben bu, soğukkanlı olmaya çalışan, alaycı ama temelde nefret dilini bir yerden hatırlıyorum sanki. aaa evet, buldum.
İlk ölenlerden Rizede toprağa verilen Şuayip Seferoğlunu tanıyorum.Çok üzüldüm kardeşi biz tankın üstündeydik o aşağıda G-3 mermisiyle öldü dedi kardeşi allah için öldü dedi olay yerine silahlı gittiklerinide söyledi.yerel rize gazetelerinde videosuda var kardeşinin eşinin annesinin röpörtajları Şuaiyip ve kardeşi İslamcı cihatçı görüşe yakındılar.Eşi ve çocuklarına daha çok üzüldüm.
Bu ve benzeri ülkede değişik islami cemaat ve örgütlerde allah için ölmeye memleketi düzeltip allaha hizmet etmek için ölmeye öldürmeye hazır binlerce insan var!
son olaylar büyük planın bir provasıydı galiba
Büyük prova gerçekleşirse bence Erdoğanın yerinide cihatçi bir emir alır!
Televizyonlarda Necip giller olup bitenin ideolojik yapısını ağzından bal akarak anlatır sanırım!!!!!!
İşidin suriyede yapamadığını Türkiyede yapmak isteyenler için bulunmaz bir fırsat oldu!!!!
Bunu engellemekte ne zilelinin nede millici zinde güçlerin pek işlevi olacağını sanmıyorum!!!
Şimdiyedek yaptıkları ile cihatçı işid ve benzerlerinin güçlenmesinde çıkar gören Erdoğanın bunların gelecek hegemonyasında kendinin ve cıvarının ilk fırsatta telef edileceğini anlarsa Erdoğan bu anlayışın gelişmesini engellemede işlevi olabilir??????
Bu gün terörist dediklerinizi yakın gelecekte mumla arayacak çok daha büyük tehlike kapıdadır!!!!!!!
Necip’in dilinde bu darbeci katillere yönelik haklı bir nefret var ama bu yine de onun dilini “nefret dili” yapmaz. Nefret dili başka bir kavramı ifade eder.
Aynı nefreti, 3 yıl önce sopalarla dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın katillerine karşı da duyuyor mudur acaba? Hiç sanmıyorum.
“Aynı nefreti, 3 yıl önce sopalarla dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın katillerine karşı da duyuyor mudur acaba? Hiç sanmıyorum.”
Denemesi bedava: O katilleri savunmagi bir deneyin, bakalim ne diyecegim?
Aradaki farki anladiginizi ummak istiyorum.
“[..] dilinde bu darbeci katillere yönelik haklı bir nefret var”
Buna da itiraz etmek zorundayim: Ben, cok iddiali olacak belki, ama, duygusal yaklasimlardan elimden geldigince uzak dururum.
Dolayisi ile, ne nefret ederim, ne de ask derecesinde baglanirim. Sevmek yerine, takdir etmek anlaminda, begenmegi tercih ederim.
[Bu temel tercihim yuzunden, en zor anlastigim kitle de taife-i nisadir. Hediyeler almam; ‘sweet nothings’ lakirdilar etmem.. Benimle bir arada olma zordur vesselam. Bunu becerebilenleri cok takdir ederim. 🙂 😉 ]
Darbeciler konusuna gelirsek: Hic birisi ile, henagi cenah olursa olsun, herhangi bir sekilde (nefret/sevgi) duygusal bagim yok.
Yaptiklari seyi de begenmis degilim: Benim (mesela genel anlamda ezilenlere yonelik) dogru buldugum herhangi bir seye de hizmet etmedikleri kanaatindeyim.
Bu yuzden, onlar adina hafifletici sebepler icat etmek sozkonusu oldugunda itirazimi dile getiriyorum.
Bu nefret degil.
Yanlis da degil bence.
Nefret dili değil de intikamcılığı mazur gören bir dil desek peki?
“Revenge is not the Jedi way.”
Türkiye’de darbe geleneğinin tarihsel kodları
Çetin Çeko
TC’nin kuruşlundan günümüze ordunun sivil siyasete müdahalesi hiçbir zaman durmadı. Batı demokrasilerinde olduğu gibi ordunun sivil siyasetin emir ve kumandası altında olması girişimleri ise söylemlerden öteye gitmedi. Kuşkusuz bunun birçok tarihsel, siyasal ve sosyolojik nedenleri mevcuttur.
Bu nedenlerin başında yeni Türk devletinin mirasçısı olduğu Osmanlı’nın ordu devlet şeklinde örgütlenmesinin önemi büyüktür. TC’nin kuruluşu aşamasında ve sonrasında bu içerik değişmemiş, devlet eşittir ordu, ordu eşittir devlet anlayışı sürdürülmüştür.
Osmanlı devleti ilhakçı dışa dönük bir imparatorluk olmakla beraber, aynı zamanda devlet içinde iç çatışma ve iktidar mücadelesinin çok keskin yaşandığı, babaların oğulları, oğulların kardeşleri ortadan kaldırdığı bir devlet nizamı idi. İmparatorluğun tepesindeki entrikaya dayalı iktidar mücadelesi yanında, Yeniçeri ordusunun ayaklanmaları da Osmanlı tarihinde ayrıca önemli bir yer tutar.
Yeni TC devletindeki modern anlamda darbeci ve cuntacı anlayış ile örgütlenmelerin köklerini Osmanlıda ve TC’nin kuruluş yıllarında aramak gerekir. Örneğin Mustafa Kemal, 1905 yılında Şam’da 5. Ordu’da genç bir subay iken arkadaşlarının kurduğu ‘Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ne daha o dönemlerde katılır. Daha sonra 1906’da Selanik’e döndüğünde 3. Ordu’nun subayları arasında bu cemiyetin örgütlenmesini yapar. Bu dönem Birinci Dünya Savaşı ve sonrasına nazaran Osmanlı açısından daha sakin bir dönemdir. Yasal bir parti olmasına karşın özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin orduda ve bürokraside gizli örgütlenmeleri bütün hızıyla devam eder.
Türk-Yunan Savaşı sırasında 1922’de İzmir’in Türk orduları tarafından ele geçirilmesi sonrası Türkiye’nin ilk kadın romancısı Halide Edip, Mustafa Kemal’e, “artık emekliye ayrılıp ayrılamayacağını sorar. Mustafa Kemal: “Emekli mi? Ne emeklisi?” diye yanıt verir. “Yunanlılardan sonra birbirimizle dövüşeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz”[1] yanıtını verir.
Mustafa Kemal’in söylediği gibi, iktidar üzerine iç hesaplaşmalar bütün hızıyla devam eder. 1925’de Şeyh Sait liderliğinde ulusal taleplerle Kürdistan’da başlatılan hareket ardından, İkinci Meclis döneminde 1924’de kurulan dönemin ilk muhalefet partisi Terrakiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılır.
Partinin kapatılma gerekçesi Şeyh Sait hareketine zemin hazırlama ve hareketle bağlantılı oldukları iddiasıdır. Oysa bu iddia gerçek değildir.
Mustafa Kemal, yıllarca omuz omuza mücadele ettiği aralarında Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar’ın da olduğu muhalefetteki kendi dava arkadaşlarına karşı Şeyh Sait hareketini gerekçe göstererek büyük bir temizlik yapar. Bu kadroların bir kısmı ya Mustafa Kemal’e biat etmek ya da köşelerine çekilmek zorunda kalırlar. Ardından “Takrir-i Sükûn” dönemi başlar.
Mustafa Kemal’in, “askerler siyaset yapacaklarsa üniformalarını çıkarmalıdırlar. Ya siyaseti ya da askerliği tercih etmelidirler” yaklaşımı söylemde doğru olmakla beraber, pratikte bu yaklaşımın altında yatan başka bir gerçek vardır. Bu gerçek, orduyu siyaset dışında tutmaktan ziyade, kendisini ve sistemi güvence altına almaktır.
Siyaset bilimci ve ABD Savunma Bakanlığı eski danışmanlarından Samuel Phillips Huntington, orduların ve generallerin siyasetteki rolünü analiz ederken Türkiye ve 1920’lerin Meksika’sı arasında benzerlikler olduğunu söyler. Huntington; “partilerin ordunun rahminden çıktığı, siyasi generallerin bir siyasi parti yarattığı ve siyasi partinin siyasi generallere son verdiği iki dikkate değer örnek Türkiye ve Meksika’dır” der.
Türkiye’de 1960, 70 ve 80 darbelerinin gerekçesi olarak öne sürülen ve 1935’te hazırlanan Ordu İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi “Silahlı Kuvvetlerin görevi, Anayasa’da belirtilen Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk anayurdunu korumak ve kollamaktır” diye formüle edilmişti. Meclis bu formülasyonu 2013’de “yurtdışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak” olarak değiştirdi.
Bu değişiklik, Türk hükümetlerinin darbeler ve darbecilerle hesaplaşması veya yüzleşmesi yolunu açmadı. Zaten niyet de bu değildi. En önemlisi darbelere zemin yaratan, her darbede ve darbe girişiminde referans verilen devletin resmi ideolojisi Kemalizm’e dokunulmadığı sürece darbelerle hesaplaşma ve yüzleşmenin de olması mümkün değildir.
12 Eylül 1980’nin darbeci generallerinden Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya yargılanıp rütbelerinin orgenerallikten erliğe düşürülmesi ve dava Yargıtay’da devam ederken ölmeleri ardından, haklarındaki kamu davaları da düştü. Bunun dışında 12 Eylül darbecileri ve darbede aktif görev alan kamu görevlileri hakkında elle tutulur sonuçlanmış bir soruşturma yapılmadı.
1981-87 yılları arasında sırasıyla İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, MGK Genel Sekreterliği ve Genel Kurmay Başkanlığı yapan Orgeneral Necdet Üruğ, gazeteci Neşe Düzel’e verdiği röportajda bir ülkenin askeri darbelerle ilerleyebileceğini, İspanya’da Franco’nun, Şili’de Pinochet’in bunu başardığını söyleyebilme cesaretini gösterdi. Buna karşın on binlerce insanın katillerini öven, ülkelerini iç savaşa sürükleyen her iki diktatörü örnek veren bu şahıs hakkında, dönemindeki işkenceler, faili meçhuller ve öldürmelerle ilgili devletin savcıları soruşturma açma cesaretini gösteremediler. Bu cesareti gösteren bir savcı ise meslekten men edildi, avukatlık hakkı bile elinden alındı.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ardından, 28 Şubat 1997’de “postmodern darbe” ve 27 Nisan 2007’de “e-muhtıra” olarak ordunun sivil siyasete iki açık müdahalesi yaşandı. 15 Temmuz darbe girişimini muktedirler arasında bir kapışmanın yanında 1960, 70 ve 80 darbelerinden ayıran yanı, sadece darbe girişiminin başarısız ve bu kadar kanlı olması değildir.
Huntington’un belirttiği gibi “ordunun siyasete müdahalesi askeri değil siyasidir.” Yani müdahale sadece ordunun karakterini değil, söz konusu ülkenin siyasi ve kurumsal karakteristiklerini de yansıtır. Bu açıdan 15 Temmuz darbe girişiminin öznesi ordu olarak gözükse bile, darbelere zemin hazırlayan siyasal sistemin kendisi ve ötelediği politik sorunlardır.
15 Temmuz darbe girişiminin kuşkusuz iç ve dış birçok faktörü vardır. Zamanla bu faktörlerin ağırlık dereceleri ve ilişkileri ortaya çıkacaktır.
Çok uluslu, dinli ve mezhepli toplumlarda ulusların, dinlerin ve mezheplerin demokratik hak ve özgürlükleri yoksa baskı altındaysalar darbe ve darbe girişimleri her zaman gündeme gelebilir. ‘Tek devlet, tek millet, tek vatan’ söylemi öz itibariyle darbelere giden yolun taşlarını döşer, militarizmin egemen ve belirleyici olmasına yeşil ışık yakar.
TC devletinin NATO’nun ikinci, dünyanın dokuzuncu böylesi büyük, siyasal kurumlara müdahaleci bir orduya sahip olmasının en önemli nedenlerinden biri Kürdistan sorunundaki inkârcı ve imhacı karakteridir. Kürdistan sorununun demokratik çözümden yana bir Türkiye devleti, böylesi devasa orduya ihtiyacı olmayacağı gibi, ordusunu demokratik normlardan uzak, anti-Kürt ve Kürdistan bir ideolojiyle eğitmek zorunda kalmayacaktır. Asker ve sivil bürokrasi içindeki cunta ve darbe girişimlerinin geliştiği ortama katkı sunan en önemli gerekçelerden biri de böylece ortadan kalkacak, ordunun ve askerinin depolitize olmasına katkı sağlayacaktır.
Türkiye’de darbe geleneğinin tarihsel kodları 15 Temmuz darbe girişiminin daha iyi anlaşması açısında bu anlamda önemlidir.
[1]Lord Kinross, Atatürk, Bir Ulusun Doğuşu. Londra, Nicolson, 1964, s.313
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/latest-items-three-columns/2548-turkiye-de-darbe-geleneginin-tarihsel-kodlari
Surada Fehmi Koru’nun bir yazisi var. Sizi de ilgilendirebilecegini dusundugum kismini asagiya alintiliyorum:
http://t24.com.tr/haber/fehmi-koru-iktidar–cemaat-iliskisinde-donum-tarihi-mit-krizi-hesap-sormanin-baslangici-subat-2012-olmali,353366
Yani, ‘Hainler Mezarligi’ denen seyden vazgecilmis.
Iciniz rahat etsin diye hemen yetistireyim dedim. 🙂
Sizin dublörlüğünüzü yapacak değilim. O katillere bir lafınız varsa söyleyin burada.
Hala cemaati suçlayanları şu atasözüyle uyarmalı bence; “Besle köpeği yesin seni”
Bir Arap atasözüymüş, Elmalılı’nın tefsirinde okumuştum. “Besle kargayı oysun gözünü”nü çağrıştırıyor.
(Bir de “Acelenin korkuya faydası yok” diye bir söz var. Asterix çizgi romanında geçiyordu. Güya bu söz değişerek “Korkunun ecele faydası yok” şeklinde günümüze gelmiş. Bu söz de belki 15 Temmuz darbecileri için kullanılabilir. Bu başarısızlıktan ders çıkarılmalı. İktidara karşı kararlı bir şekilde ama sabırla mücadele edilmeli, korkuyla ve aceleyle harekete geçilmemeli.)
https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/%C3%A7%C4%B1k%C4%B1%C5%9F-yolu-halk%C4%B1n-egemenli%C4%9Fidir/1180067375377623
Fethullah Gülen’in kefilleri
Gerçek
Temmuz 28, 2016
Bir an alçak darbe girişiminin sadece Fethullah Gülen taraftarlarının işi olduğunu kabul edelim. Yani bu, sadece Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin değil, artık Kılıçdaroğlu’nun da bizi ikna etmeye çalıştığı gibi Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki başka hiçbir gücün desteklemediği, yalnız ve tek başına FETÖ denen örgütün yapımı olan bir darbe olsun. Hulusi Akar’ın veya Hakan Fidan’ın açıklanamayan davranışlarını falan unutalım. Devlet ve muhalefet büyüklerimize inanalım. Diyelim ki, suçlu tek başına Fethullah Gülen’dir.
Bu adam gökten mi düştü? Bu adam yeraltında herkesten gizli faaliyet gösterdi, hiç kimseden destek almadan mı buralara geldi? Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi kitabındaki “gizli tarikat” türü bir yapının şefi ile mi karşı karşıyayız? Hepiniz buna karşı mücadele ettiniz de bu adam ona rağmen buralara geldi de şimdi hepiniz pek haklı çıkmışsınız gibi parmağınızla onu gösteriyorsunuz? O parmağın biraz da kendinize dönmesi gerekmez mi?
Genç kuşaklar 2013’ten bu yana Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen arasında doğan ağır gerilim ve mücadele dolayısıyla tam anlamayabilir. Fethullah Gülen denen bu adam Türkiye’de 40 yıldır politika yapıyor. Ve bu politikasında hayatının değişik aşamalarında düzen partilerinin siyasi yelpazesinin her noktasından destek almayı bilmiştir.
Bu adamın dünyanın dört bir köşesinde okulları var. Devlet yetkilileri, özellikle AKP döneminde yabancı ülkelere gittiklerinde bu okulları ziyaret ettiler, yöneticilerini tebrik ettiler, bağırlarına bastılar. Bu adamın Türkiye’de müthiş bir okullar ağı vardı. Dershaneleri bir aşamada kapatıldı, daha doğrusu özel okul haline gelmelerine izin verildi. Ama ne para kazandı bunlardan. Yurtları ve öğrenciler için düzenlenmiş evleri ünlüydü. Kimse için sır değildi. Hepsini burjuvazinin güçleri bağrına bastı.
Bu adamın müthiş bir medya ağı vardı. Gazeteleri, haftalık dergileri, televizyonları, yayınevleri vardı. Bu yayın ağına kimler kimler destek olmadı. Aydınları cezp etmek için kurduğu dernekler, birlikler vardı. Ünlü Abant toplantıları vardı. Oralardan geçmeyen mi kaldı burjuvazinin aydınları arasında?
Bu adamın Türkçe Olimpiyatları adı altında her yıl düzenlediği dev etkinlikler vardı. Ona katkıda bulunan, Fethullah Gülen’e saygılarını sunan, onu milli dava adamı olarak yücelten politikacı ve aydın az mıydı? Oralarda kimler kimler Necip Fazıl’dan, Mehmet Akif’ten şiirler okudu!
Bu adam, 2002’den 2011’e kadar tam bir uyum içinde AKP hükümetinin koalisyon ortağı gibi çalıştı. Bakanlık falan değildi onun için önemli olan. Gözünü eski derin devletin yerine dikmişti. Tayyip Erdoğan da onun bu ihtiyacını karşıladı eski derin devlete karşı kendini korumak için. Polis istihbarat, genel olarak emniyet teşkilatı, yargı ve bir ölçüde daha geriden de olsa Türk Silahlı Kuvvetleri içinde örgütlenmesinin önünü açtı. Daha sonra aralarında gerilim başladığında Erdoğan kendini tutamayıp açıkça itiraf edecekti: “Bugüne kadar ne istediniz de vermedik?”
Kısacası, diyelim tek başına Fethullah Gülen yapmış olsun bu alçak darbeyi. Sizin bu adamın buraya gelmesinde rolünüzü unutacak mıyız sanıyorsunuz?
Hanginiz “tuvalete gitmiştim” diyebilir bilmeyiz. Fotoğraflarda, videolarda ebediyen tespit edilmiş durumda o adama verdiğiniz destek. Hepiniz oradaydınız!
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/fethullah-gulenin-kefilleri
Darbeye, istibdada, sermayenin sözde milli mutabakatına ve emperyalizme karşı işçi cephesi
Devrimci İşçi Partisi Merkez Komitesi
Ağustos 3, 2016
1. Devrimci İşçi Partisi, 15 Temmuz darbe girişimi karşısında ilk andan itibaren “darbeye hayır” demiş ve bununla birlikte AKP ve Erdoğan’a en ufak bir siyasi destek vermemiştir. Darbe girişimi ne istibdada karşı yapılmıştır ne de demokrasiye karşı. TSK’nın ya da onun içindeki böyle gerici bir kliğin demokratik ve ilerici muhtevalı bir darbe yapabileceği beklentisi ne kadar yanlışsa, Erdoğan ve AKP’nin inşa etmekte olduğu rejimin demokrasi ve özgürlükleri temsil ettiğini iddia etmek de o kadar gülünçtür. Hiç şüphesiz ki darbe başarılı olsaydı kurulacak olan askeri diktatörlük, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir rejim olacaktı; öte yandan darbe yenilmiş olduğu hâlde OHAL ilan edilmesi, hiç ilgisi olmadığı hâlde Cumhurbaşkanı’nın Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapmayı gündeme getirmesi, sokağa çıkan kitleler içinde İslamcı karakterli bir diktatörlük yanlısı olan, Suriyeli mezhepçi ve /veya tekfirci örgütlere sempatisini gizlemeyen geniş bir kesimin olması da bizleri iyimserlikten uzak tutmaktadır.
Darbe girişiminin sınıfsal ve siyasal karakteri
2. Darbe girişimi ve 24 saat boyunca yaşanan küçük boyutlu iç savaş, Batıcı-laik ve İslamcı burjuva kutupları arasındaki kansız iç savaşın, kanlı bir biçim aldığı bir merhaleyi temsil eder. Burjuvazinin iç savaşının içinde darbecilerin temsil ettiği sınıfsal çıkarlar, İslamcı sermayenin karşısında Batıcı-laik sermayenin (ve son dönemde saf değiştirip MÜSİAD’ın yanından TÜSİAD’ın tarafına geçen cemaatçi TUSKON’un) çıkarlarıdır, dayanmaya çalıştığı güç ise emperyalizmdir. Batıcı-laik sermayenin Erdoğan’ın istibdad rejiminden ürkerek sinmiş bulunan tekil temsilcilerinin, hatta TÜSİAD’ın kısmen yalpalayan, kısmen diplomatik tutumları bu gerçeğin üzerini örtmemelidir.
3. Darbe girişimini yapan askerlerin her birinin hangi siyasi eğilimden ya da cemaatten olduğunu tespit etmek hâlâ zordur. Ancak darbe girişiminin siyaseten üstüne oturduğu zemin, Devrimci İşçi Partisi’nin 2013 yılından beri Amerikan muhalefeti olarak adlandırdığı siyasal eksendir. Amerikan muhalefeti, 2013 yılında Kılıçdaroğlu ve ABD Büyükelçisi Ricciardone’nin gizli görüşmelerinin ardından Kılıçdaroğlu’nun ABD seyahatinde cemaat temsilcileriyle görüşmesiyle, yaklaşan 30 Mart 2014 yerel seçimlerine yönelik olarak Mustafa Sarıgül’ün aday gösterilmesiyle ve cemaat ile CHP’nin mutabakatıyla kendini göstermiştir. AKP cenahından, Abdullah Gül ve ekibi bu muhalefet ekseniyle paralel yürüyen bir siyaset benimsemiştir. Amerikan muhalefeti olarak adlandırdığımız siyasal eksenin temel özelliği Erdoğan ve AKP iktidarını, ABD ve İsrail çizgisinin kısmen dışına çıkan ve Batıcı-laik sermayenin emperyalizmle stratejik bütünleşme perspektifiyle çelişen politikaları dolayısıyla karşısına almasıdır.
4. Amerikan muhalefetinin unsurlarının hepsinin bu koalisyon içindeki ağırlıkları ve işlevleri farklı farklıdır. Gülen cemaati, siyasal etkisi ve kitle gücü olarak koalisyonun küçük ortağı olduğu hâlde 17-25 Aralık sürecinde ve son olarak 15 Temmuz darbe girişiminde görüldüğü üzere bu koalisyonun örgütsel ve operasyonel açıdan aktif ve etkin bir unsurudur. 15 Temmuz darbe girişiminde cemaat kadrolarının etkinliği apaçık ve gözle görünür şekilde karşımıza çıkmaktadır. Ancak TSK’nın general ve amiral rütbeli subaylarının yarısının (358 içinde 172) darbe girişimine katıldıkları gerekçesiyle gözaltına alınmış olması, bunların arasından 149’unun ise TSK ile ilişkisinin kesilmiş olması, söz konusu girişimin Gülen cemaatinin elemanlarıyla sınırlı kalmadığını, Amerikan muhalefetinin kapsadığı yelpazenin ordudaki izdüşümünü oluşturan subaylardan darbeye hatırı sayılır bir katılım olduğunu göstermektedir.
Darbenin başarısız olmasında siyasette ve TSK içinde bölünmenin belirleyici rolü
5. Darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasında darbeci koalisyonun belirli aşamalarda bölünmesinin ve ordunun komuta kademesinin desteğini alamamasının büyük etkisi olmuştur. Amerikan muhalefetinin küçük ortağının, operasyonel gücüne yaslanarak siyasi ağırlığının çok ötesinde bir güce kavuşarak iktidara yönelmesi muhtemelen koalisyonun bölünmesinde ve ordunun komuta kademesinin darbe girişimine karşı rol almasında önemli rol oynamıştır. Özellikle darbe girişimi başladıktan sonra 1. Ordu’dan yapılan ve TSK’nın darbe girişimine karşı olduğunu duyuran açıklama ile peşinden bir dizi kolordu komutanlığından, Jandarma Genel Komutanlığı’ndan yapılan aynı doğrultudaki açıklamalar, cuntanın moralini kırmış, er ve erbaşı silahlarını bırakmaya yönlendirmiş, başta Atatürk Havalimanı’na giden zırhlı birlikler olmak üzere bir dizi birliği geri döndürmüştür. Darbe girişimini durduran esas etki ordunun içinden ve siyasetten gelmiştir. Elbette ki sokaklarda tankların üzerine çıkan, ateş açılmasına rağmen darbeye karşı yürümeye devam eden kitlelerin rolü ve polis teşkilatının iktidar lehine tutumu küçümsenemez. Ancak gerek kitlelerin sokağa daha yoğun şekilde çıkması gerekse de polis teşkilatının ilk saatlerde silahlarını bırakan ve darbeye teslim olan görüntüsünün değişmesi ordudaki gelişmelerin sonucunda olmuştur.
MİT’in ve TSK’nın komuta kadrosunun darbe karşısındaki konumu kuşkuludur
6. Nitekim darbe tarafında yer almayarak ve belirli bir aşamada darbeyi engellemek üzere harekete geçerek darbe girişimini stratejik olarak akamete uğratan, TSK’nın komuta kadrosudur. Bu kadro mükâfatını YAŞ toplantısında görevlerini koruyarak almıştır. Ancak bu demek değildir ki Genelkurmay Başkanı ve TSK’nın kuvvet komutanları kesin ve net biçimde darbe karşıtıdır ve Erdoğan/AKP iktidarına biat etmiştir. Tam tersine saat 16:00’da MİT’ten alınan istihbaratla girişimden haberdar olan Genelkurmay’ın ve kuvvet komutanlarının geçen zaman zarfında ne yaptıkları, hangi somut önlemleri aldıkları, MİT müsteşarı ile Genelkurmay Başkanı’nın neyi konuşup tartıştıkları, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na neden haber vermedikleri, kuvvet komutanlarının darbe girişimi cereyan ettiği hâlde neden İstanbul’da düğüne katıldıkları meçhuldür. Bu sorular hâlâ yanıt beklemektedir.
7. Tatmin edici yanıtlar olmadığı takdirde, söz konusu kayıp saatler boyunca MİT ve Genelkurmayın darbeye katılmak, darbeyi bastırıp yönetime ayrıca el koymak ya da sonuçta yaşandığı gibi darbeyi bastırıp, Erdoğan ve hükümetin görevine (şimdilik) devam etmesine rıza göstermek seçeneklerini değerlendirmiş olduğunu düşünmek gerekir.
8. Bugün darbe girişimini eniştesinden, eşinden dostundan öğrendiğini söyleyen Erdoğan ve AKP yöneticilerinin, bu vesile ile devletin en tepesinde son derece yalnız olduklarını görmüş oldukları açıktır. Elbette Erdoğan ve AKP poliste önemli bir güce, kitleler nezdinde de hatırı sayılır bir etki ve desteğe sahiptir. Ancak darbe girişimini takip eden süreç göstermiştir ki, bu güç en kritik anda MİT ve Genelkurmay üzerinde hiçbir belirleyiciliği olmadığını gören Erdoğan ve AKP’ye tek başına yönetme kudreti vermemektedir. Nitekim bu yüzden darbe girişiminin bastırılmasının ardından CHP ile bir milli mutabakat arayışına gidilmiştir. CHP’nin Taksim mitingi AKP’den büyük bir siyasal destek görmüş, Erdoğan, Kılıçdaroğlu hakkındaki davalarını geri çekmiş, AKP Genel Merkez binasına dev Atatürk posteri asılmış, OHAL ilanının Fethullah Gülen cemaatine mensup unsurların temizlenmesi haricinde genel bir muhalefeti bastırma operasyonu olarak gözükmemesine gayret edilmiştir. Nihayet, Ordu teamüllerine tamamen ters bir biçimde, görünürde devasa boyutlarda zafiyet göstermiş komuta kademesi YAŞ sonucunda aynen görevlerinde kalmıştır.
Kitlelerin darbenin yenilgisinde oynadığı rol
9. 1960’tan beri yaşanan darbeler tarihinde halk kitleleri ilk kez sokağa çıkmış, darbenin yenilgiye uğratılmasında kısmi bir rol oynamıştır. Ancak genellikle yapıldığı gibi bu kitleler bir patates çuvalındaki patatesler gibi birbirinin kopyası olarak ele alınamaz, kendi içinde farklılıkları vardır. Tekfirci-mezhepçi çetelerin mensupları, AKP’nin son dönemde milis ruhuyla yetiştirdiği militanlar, MHP’nin faşist kadroları bir “halk kitlesi” olarak görülemez. Bunlar, Erdoğan’ın halkı sokağa çağırırken açıkça söylediği gibi “polise yardımcı olmaya” çıkmış silahlı gruplardır, bir bölümü linççidir. Bunların etkisi altında kalan ve demokratik mevzileri ve özgürlükleri değil kendi siyasi çıkarlarını savunan daha geniş bir kitlenin varlığı ise hiçbir biçimde demokratik bir kazanım olarak görülemez. Bunlar yarın kendi destekledikleri parti, AKP ya da MHP ya da bir başkası aynı şekilde zora başvursa onu şevkle savunacak militan ruha sahip unsurlardır. Ne var ki, bugün AKP’yi ya da MHP’yi desteklemekle birlikte işçi ve emekçi sınıfların saflarından gelen ve yarın sınıf çıkarları doğrultusunda toplumsal mücadelelere girecek olan ya da herhangi bir partiye destek verdiği için değil, onurunu, demokratik haklarını, yabancı müdahalesine karşı yurdunu korumak için harekete geçen başka bir büyük kitle daha vardır. İşte bunlar yarın kapitalist düzenin karşısına geçtiklerinde 15 Temmuz gecesini emekçi halkın baskı güçleri karşısındaki gücü konusunda kazandıkları özgüvenle hatırlayacaklardır. Ama kısa vadede esas hâkim eğilim, gerici odakların etkisi altındaki kitlelerin faşist bir kitle ruhunun güvenine kavuşmuş olmasıdır. Kitleleri koşullardan bağımsız olarak yüceltmek ve kendiliklerinden sınıf mücadelesinin yanına geçeceklerini safdil biçimde ummak yerine, onları bu gericilikten kurtarmanın yolunu bulmak esaslı bir görevdir.
Siyasi pat durumu ve sermayenin milli mutabakatı
10. Bu tablo son derece özgün koşullarda ortaya çıkmış olan bir siyasi pat durumuna, adeta bir ikili iktidara işaret etmektedir. Bu ikili iktidarın bir kanadında Genelkurmay ve CHP Amerikan muhalefetinin daha zayıf unsurlarıyla birlikte, diğer kanadında ise Erdoğan, AKP ve MHP yer alıyor. Ne var ki taraflar bu durumun bir iç savaş tehlikesi yarattığının farkında olduğu için bir milli mutabakat politikasına yönelmişlerdir. HDP ise bu milli mutabakata dışarıdan ve çözüm süreci talebiyle dâhil olmaya gayret etmektedir.
11. Milli mutabakatın Erdoğan ve AKP açısından anlamı, kendilerini çok zor durumda buldukları bu anda muhalefet ve ona yakın güçlerden ilave destek almaktır. Kimse “Erdoğan değişti” hayaline kapılmasın! Aynen 7 Haziran sonrası dönemde olduğu gibi bir kez güçsüzlüğünü aştığında, AKP yönetimi yine saldırıya geçecektir. Bir bütün olarak bakıldığında ise, bu mutabakat, sözde milli mutabakattır, esasta sermayenin mutabakatıdır. 7 Haziran ertesinde hem TÜSİAD’ın hem de MÜSİAD’ın açıkça desteklediği AKP-CHP koalisyonu bir hükümet formülü olarak olmasa da bir siyasal ağırlık merkezi olarak yeniden gündeme gelmiştir. Türkiye ekonomisinin olası sıcak sermaye çıkışları karşısındaki kırılgan yapısı ve işçi sınıfına karşı ortak çıkarların gözetilmesi tarihsel olarak rakip iki burjuva kampını, milli mutabakat yönelişinde ortaklaştırmaktadır. Milli mutabakatın merkezinde borsanın ve dövizin istikrarı vardır. Hedefinde ise mutlaka ve mutlaka işçi sınıfının kazanımlarını gasp etmek olacaktır. Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu zorlu koşullar bu sermaye güçleri tarafından istismar edilecektir. Kıdem tazminatının kaldırılmasından taşeron çalışmanın esnekleştirme adı altında yaygınlaştırılmasına, işsizlik fonunun finansal istikrar bahanesiyle ulusal varlık fonu adı altında peşkeş çekilmesinden toplu sözleşmelerde anlaşmazlık olması durumunda grevlerin milli güvenlik gerekçe gösterilerek ve OHAL’e dayanılarak yasaklanmasına kadar bir dizi sınıf saldırısı gündemdedir. Her ne gerekçeyle olursa olsun bu işçi emekçi düşmanı milli mutabakata destek vermek kabul edilemez. AKP’nin taktik manevralarına prim vermek, mutabakatın CHP kanadına yedeklenmek, HDP’nin mutabakata dahil olma çabalarına omuz vermek yanlıştır. İşçi sınıfının bağımsız politikası, milli mutabakatın karşısına sınıf mücadelesinin çıkarılmasını, tüm sınıf örgütlerinin ve sınıftan yana siyasi güçlerin bu temelde bir araya getirilmesini gerektirir.
Milli mutabakatın kırılgan yapısı
12. Milli mutabakat yönelişi son derece bıçak sırtı bir konumdadır. AKP’nin kışlaların önündeki bariyerleri kaldırmamakta ısrar etmesi, kitleleri sokaktan çekmemesi, kendisini 15 Temmuz gecesi darbe girişiminden kurtaran bununla birlikte pekâlâ Erdoğan ve hükümet yetkililerini ele geçirme seçeneğini uzun süre elinde tutmuş olduğu anlaşılan TSK ve MİT’in olası yeni girişimlerinden duyulan korkunun bir yansımasıdır. Erdoğan ve AKP iktidarı jandarmanın İçişleri Bakanlığına bağlanmasından başlayarak askeri okulların tasfiyesi, Genelkurmayın Milli Savunma Bakanlığına ya da Cumhurbaşkanı’na bağlanması gibi önlemlerle bu zaaflı durumu gidermenin ve mevcut tehdidi kontrol altına almanın çabası içindedir. Ancak bu sürecin hiç de pürüzsüz geçmeyeceği, milli mutabakat görüntüsünün yeni çatışma dinamikleriyle ortadan kalkabileceği açıktır. Her iki taraf da ayakta kalma savaşı veriyor. Hükümet düşmenin eşiğinden dönmüştür. TSK şimdi bütün kurumlarını yitirme tehdidi ile karşı karşıyadır.
ABD’nin darbe girişimi ve sonrasındaki rolü
13. Kendilerine Yurtta Sulh Konseyi adını veren darbecilerin TRT’de okuttuğu bildiride Türkiye’nin kaybolan uluslararası itibarına yapılan vurgu ile Türkiye tarihinde Amerikancı darbelerin şiarı hâline gelmiş olan NATO ve BM’ye bağlılık ilanı darbe girişiminin Batı emperyalizmi yanlısı olduğunu açıkça göstermiştir. Darbenin dayandığı siyasal zeminin 2013’ten bu yana Batı emperyalizmi ile bütünleşme çizgisinde buluşmuş olan Amerikan muhalefeti olduğunu daha önce vurgulamıştık. Darbede merkezi bir rol oynayan Fethullah Gülen cemaatinin ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi taraftarı olduğu ayan beyan ortadadır. Cemaatin kadrolarıyla ittifak içinde hareket eden ancak cemaatçi olmayan subayların siyasi fikirleri nasıl olursa olsun (Atatürkçü, sağcı, liberal ya da oportünist) son tahlilde NATO’cu olduklarından da şüphe duyulamaz.
14. Darbe girişiminde İncirlik üssünün oynadığı rol açıktır. İncirlik’ten kalkan tanker uçakların Ankara’yı bombalayan F-16’lara yakıt ikmali yaptığı bilinmektedir. AKP yanlısı medyada ısrarla Afganistan’daki NATO işgal kuvvetleri komutanlarından John F. Campbell’in İncirlik ve Erzurum’daki hava üslerine gelerek darbe girişiminin planlamasında yer aldığına dair yazılar çıkmıştır. Bu iddialar ABD tarafından yalanlansa da İncirlik’teki hareketlilikten ve darbe girişiminden ABD’nin erken bir aşamada haberdar olduğu kuşkuya yer bırakmayacak derecede açıktır. Darbe girişimine ilişkin ABD adına ilk açıklamayı yapan Dışişleri Bakanı John Kerry “Türkiye’nin barış ve istikrar içinde kalacağını umuyorum” sözleriyle darbeye karşı görünürde tarafsız bir pozisyon almıştır. Tanklar sokaklara çıkmış, köprüleri kesmişken, helikopterlerden halka ateş açılıyor ve uçaklar TBMM’yi bombalıyorken tarafsızlığın darbeye zımni destek anlamına geleceği açıktır. Nitekim ABD’nin Ortadoğu’daki askeri merkezi Centcom’un komutanı General Joseph Votel, darbe girişimi dolayısıyla tutuklanan askerleri Pentagon’un müttefikleri olarak değerlendirmiş, mevcut durumun DAİŞ’e karşı işbirliğini olumsuz etkileyebileceğini söylemiştir.
15. Ancak tüm bunlar ABD’nin süreçteki rolünü tam anlamıyla kavramamıza yetmeyecektir. ABD’nin 15 Temmuz darbe girişimiyle ilişkisi daha karmaşıktır. ABD’nin Yurtta Sulh Konseyi’ne yönelik sempatik tutumu ortadadır. Darbecilerin Amerikancı ve NATO’cu olduğu da açıktır. Ancak bunlar 15 Temmuz darbe girişiminin salt bir ABD ve NATO operasyonu olduğu anlamına gelmez. Daha net bir ifadeyle ABD ve NATO’nun üzerine oynadığı tek atın Yurtta Sulh Konseyi olduğunu düşünmek için bir neden yoktur. TSK’nın darbeyi en azından belirli bir aşamadan sonra desteklemeyen ve darbenin yenilmesine sebep olan merkezi komuta kademesi de en az Yurtta Sulh Konseyi kadar Amerikancı ve NATO’cudur. MİT müsteşarı Hakan Fidan da darbe girişimini öğrendikten sonra Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na haber vermeden Genelkurmaya gitmiştir. CIA tarafından eğitilip kurumsallaştırılmış olan, adından başka hiçbir yanı “milli” olmayan MİT’in 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e ABD destekli darbelerde almış olduğu tutumun aynısını sergilemesi, bu kurumun ABD emperyalizmine bağlılığını ve bağımlılığını yeniden gündeme getirmiştir. Bu bağlamda ABD ve NATO’nun, darbe girişimine sempatik yaklaşmakla birlikte darbe girişiminin TSK komuta kademesi ve MİT işbirliği ile bastırılmasına destek vermiş olması kuvvetli bir olasılıktır. ABD emperyalizminin bu seçeneği Türkiye’yi ABD ve NATO çizgisinde tutmanın daha gerçekçi bir yolu olarak benimsediği görülmektedir. Nitekim ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford, TSK Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın darbe girişiminden sonra kendisini iki defa aradığını ve Türkiye’nin taahhütlerine bağlı olduğunu bildirdiğini açıklamıştır. ABD’ye bu bildirimin hükümet ya da Cumhurbaşkanı tarafından değil de Genelkurmay Başkanı tarafından yapılması manidardır.
16. Bu demektir ki, ABD ve NATO, hem darbe girişiminde hem de darbe girişiminin bastırılmasında rol almıştır. Amerikancı Doğan medyasının erken bir aşamada darbeyi FETÖ/PDY olarak kodlaması, Erdoğan’ın ilk olarak CNN ve NTV gibi Batıcı-laik burjuva kanallarında boy göstermesi de bu doğrultudaki göstergelerdir.
17. Bugün emperyalizm, Türkiye’deki siyasal sürece TSK’nın YAŞ’ta görevine devam eden komuta kademesi ve Amerikan muhalefeti aracılığıyla etki etmeyi sürdürmektedir. Amerikan muhalefetinin küçük ortağı cemaat şimdilik kızağa çekilmiş görünmektedir. ABD, Türkiye’de ayyuka çıkan işkence görüntülerini bahane ederek Fethullah Gülen’i iade etmekten imtina edebilir ya da Türkiye’de politikasını dayandırdığı asıl güçlerin (CHP, Abdullah Gül-Bülent Arınç ekseni) elini rahatlatmak adına geçmişte miadı dolan tüm kuklalarına yaptığı gibi Gülen’i de feda edebilir. Fethullah Gülen’in Amerikancı olduğundan kimse kuşku duyamaz ama ABD’nin devlet olarak Fethullahçı olduğunu düşünmek için bir neden yoktur. Ayrıca geçmişten bugüne ABD içinde Pentagon’un, CIA’nın ve FBI’nın cemaatle ilgili zaman zaman farklı tutumlar benimsediği de akıllardan çıkarılmamalıdır.
18. Tüm bunlar Amerikancı darbe girişiminin püskürtülmesinin ABD ve NATO karşıtı mücadelenin önemini azaltmadığını göstermektedir. İster zorla yani ikinci bir NATO’cu Amerikancı darbe tehdidiyle isterse iknayla ve Amerikancı bir “milli” mutabakatın tesis edilmesiyle olsun, Türkiye’nin dış siyasetinin ABD ve NATO eksenine oturtulmasına karşı çıkmak elzemdir.
Rabiacılık mı NATO’culuk mu?
19. Erdoğan’ın Sünni dünyanın “Reis”liğine soyunan, buna paralel olarak da içeride mezhepçi bir istibdad rejimine yönelen politikası, yani Rabiacılık büyük bir çıkmaza girmiştir. Erdoğan, Arap devriminin yozlaştırılması için mezhepçiliğin yükseltilmesinde bir süre ABD ile birlikte yürümüştür. Mısır’da Sisi darbesiyle bu ortak yürüyüş büyük bir darbe aldıysa da Suriye cephesinde Esad karşıtı Sünni örgütlerin silahlandırılmasında bu ittifak devam etmiştir. ÖSO ve benzeri güçlerin sahada gösterdiği yetersizlik karşısında Türkiye’nin El Nusra ve DAİŞ’e yönelik hayırhah tutum almaya devam etmesi, ABD’nin ise kara gücü olarak PYD’ye yönelmesi, Suriye cephesinde de ortaklığın bozulmasına sebep olmuştur. PYD’nin başını çektiği güçlerin DAİŞ’e karşı ilerlediği, Esad’ın Halep’i tümüyle kuşattığı koşullarda Türkiye’nin Suriye politikası kaçınılmaz bir dönüm noktasına gelmiştir.
20. 15 Temmuz darbe girişimi tüm bu sıkışmışlık içinde Erdoğan ve AKP iktidarının İsrail ve Rusya nezdinde ilişkileri normalleştirmeye çalıştığı, pragmatist manevralarla bir çıkış aradığı dönemde meydana gelmiştir. Darbe girişiminden hemen önce Gerçek gazetesinin başyazısında da tespit edildiği gibi “zayıflayan Erdoğan ve AKP iktidarı koltuk değneksiz yürüyemez durumda”dır. ABD’nin TSK ve MİT’i kontrolü altına aldığı durumda Erdoğan ve AKP’nin seçenekleri git gide daralmaktadır. Erdoğan’ın Rabiacılık hayali, Mısır’ın Birleşmiş Milletler nezdinde darbe karşıtı bildiri yayınlanmasını engellemesiyle ve Mısır’daki Sisi rejiminin finansörü Suudi Arabistan’ın Erdoğan’la hiçbir ciddi dayanışma göstermemesiyle önemli bir yara daha almıştır. Arap basını neredeyse açıkça darbe yanlısı tutum takınmıştır. Erdoğan’ın sadece Batı’da değil Arap dünyasında da tecrit olduğu bir kez daha görülmüştür.
21. Erdoğan’ın Rusya’ya yanaşması, darbe girişimin ardından ilk ziyaretini Rusya’ya yapacak olması etrafını kuşatan Amerikancı NATO’cu Sisi’ci çembere karşı elini kuvvetlendirmek için bir hamledir. Ancak bu hamle son derece risklidir. Sadece NATO’cu baskının artmasına değil, Türkiye’de bizzat Erdoğan ve AKP eliyle mevzilenmiş mezhepçi-tekfirci örgütlerin de iktidara giderek yabancılaşmasına yol açabilir. Darbeye karşı elde silah Erdoğan’ı savunmak için sokaklara düşen tekfirci mezhepçi grupların kontrolden çıkma olasılığı Erdoğan ve AKP’yi zorlayabilir. Tüm bu çelişkiler, yandaş basın yayın kuruluşları ABD ve NATO’ya karşı ne yazarlarsa yazsınlar, Erdoğan ve AKP’nin, NATO’dan çıkmaya ve Rabiacılık çizgisini sonuna kadar götürmeye cesaret etmesinin zor olduğunu göstermektedir.
22. Ancak zayıflayan Erdoğan ve AKP iktidarı, bir koz olarak iç savaş tehdidini kullanmaya devam etmektedir. Bu tehdit, bir dizi provokasyon sonucunda, kontrol dışı bir şekilde gerçekliğe dönüşebilir. Ya da gerçekten iktidardan düşmesi söz konusu olduğunda bizzat Erdoğan iç savaşı kışkırtmayı tercih edebilir. Mezhepsel ve etnik temelde bir iç savaş, kanlı ve gerici sonuçlar doğuracak, Türkiye’yi ABD ve NATO’nun müdahalesine açık hâle getirecektir. Rabiacılık ve NATO’culuk arasında sıkışan Türkiye’nin geleceği karanlık kalmaya mahkûmdur. Bu sıkışmışlık ancak her dilden, inançtan, memleketten emekçi halkın ortak düşman olarak emperyalizmi bellediği bir yeniden saflaşmayla aşılabilir. Bu saflaşma ancak ve ancak sınıf mücadelesi zemininde gerçekleşebilir.
Kürt sorununun çözümü sermaye ile mutabakatta değil emekçi halkların dayanışmasında
23. Kürt sorunu tüm bu çatışmalı süreç içinde önemli ve merkezi bir konumda bulunuyor. Darbeciler TRT’de okudukları bildiride Türk kelimesini anmayarak, şuraya buraya etnik ayrımcılığa karşı çıkan ifadeler serpiştirerek Kürt hareketine göz kırpmıştır. Bugün darbe girişimi püskürtüldükten sonra benzer bir tutumu HDP’yi yeni anayasa üzerinden milli mutabakata katmaya çalışan iktidar cephesi sergiliyor. Roboski katliamının sorumluluğunu cemaatin üstüne yıkmaya çalışan iktidarın tutumu aynı ölçüde ikiyüzlücedir. Kendi arasında büyük ve şiddetli bir kapışma yaşayan sömürgeci hâkim sınıfların, karşılarındaki en etkin muhalefet güçlerinden birini tarafsızlaştırmaya çalışmasından doğal bir şey olamaz. Biz bunun benzerini 28 Şubat sürecinde de görmüştük. Başkaları “restorasyon” teorileriyle Kürtleri “devrimci gelişmeler oluyor” heyecanına sürüklemeye çalışırken biz, hâkim sınıf hiziplerinin kendi aralarında sıkıştıkça Kürt hareketini oyalamak üzere ağzına bir parmak bal çaldıklarını o zaman da ifade etmiştik. 28 Şubat’ta Kürtlere el uzatır gibi görünen TSK, bir buçuk yıl sonra Suriye’ye Abdullah Öcalan’ı ülkeden çıkartması için ültimatom verecekti. Bundan sonrası, CIA’nın da işin içine dâhil olmasıyla Öcalan’ın 28 Şubat’ın neredeyse tam tamına ikinci yıldönümünde Türkiye’ye getirilmesiydi. Kürtlerin kendilerine uzatılan elleri, gerçek niyeti hesaplamadan kavraması tarihten hiçbir şey öğrenmemek anlamına gelecektir.
24. İşçi sınıfı Kürt sorununun çözümünü sermayenin politik manevralarına, emperyalizmin manipülasyonlarına bırakamaz. Emekçi halkların sermayeye ve emperyalizme karşı büyük mücadelesinde oluşturması gereken cephede Kürt halkı mutlaka yerini almalıdır. Bugüne kadar milliyetçilik, Kürt halkını emperyalizmin kucağına itmiştir. Halbuki, sermayeye ve emperyalizme karşı mücadele Kürt halkının özgürlüğü ile çelişmez, tersine Kürt halkının özgürlüğü ve Türk, Kürt, Arap halklarının kardeşliği sermayenin ve emperyalizmin korkulu rüyasıdır.
Darbeye, istibdada, sermayenin mutabakatına ve emperyalizme karşı işçi sınıfının programı
Sermayenin “milli mutabakat”ına karşı işçi cephesi
25. İşçi sınıfı burjuvazinin/sermayenin iç savaşında taraf olamaz! TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON ve onların siyasi temsilcileri olan AKP, CHP, MHP, cemaat vb. hepsi gericidir. İşçi düşmanıdır. İşçi sınıfı burjuvazinin/sermayenin mutabakatına taraftar da olamaz. Bu mutabakat borsa ve dolar mutabakatıdır. “Milli birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan bugünlerde…” diye başlayan cümlelerin hepsi, sonu işçi ve emekçilerden fedakârlık bekleyen, hakları tırpanlanan, ekmeği küçülen işçi sınıfının boyun eğmesini talep eden ifadelerle tamamlanacaktır. İşçi sınıfı tüm sendikal örgütleriyle, kendisinden yana tüm siyasal güçlerle birlikte kendi sınıf çıkarlarını temel alan, kendisini açıkça sermayenin ve onun partilerinin karşısında konumlandıran bir cephede birleşmelidir.
Gülen cemaatine ve darbeye karşı nasıl mücadele edilmez: OHAL kaldırılsın! İşkenceye hayır!
26. Diyanet işleri darbeye karşı adeta bir iç savaş örgütü olarak kullanılmıştır. Darbeye karşı mücadele bir din mücadelesi olamaz. Halk, önce Allah ve Peygamber için sonra Erdoğan için sokağa çağrılmıştır. Belirli bir aşamadan sonra minarelerden milli irade ve demokrasi için çağrılar yapılmıştır. Diyanetin mezhepçi yapısı dolayısıyla bu çağrılar darbe karşıtı mücadeleyi güçlendirmek bir yana başta Aleviler olmak üzere farklı toplum kesimlerini tehdit etmektedir. Benzer çağrıların eşliğinde gerçekleşen Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının anısı tazedir. Ayrıca iktidarın güdümünde olan diyanet işlerinin din adına yaptığı çağrıların gelecekte grevlere ve işçi mücadelelerine karşı da yapılabileceği unutulmamalıdır.
27. Darbecileri cezalandırmak ve cemaati temizlemek kisvesi altında kurulan OHAL rejimi, hem temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesi açısından kabul edilemezdir hem de darbecilere de, cemaat örgütlenmesine karşı da etkisizdir.
28. Bugün cemaatin sendikalarının, derneklerinin, kurumlarının hukuk kural ve kaideleri hiçe sayılarak kapatılması, yarın işçi sınıfı ve emekçilerin gerçek mücadele örgütleri üzerinde kurulacak baskıların bir habercisidir. Bu önlemler zaten gizli örgütlenen cemaatin tasfiyesine hizmet etmez, adım adım işçi sınıfının ve emekçi örgütlerinin örgütlenme özgürlüğünün sınırlandırılması sonucunu doğurur.
29. Darbe girişiminde yer aldığına dair herhangi bir delil ya da emare olmayan gazetecilerin terörist/darbeci vb. şekilde yaftalanarak derdest edilmesi de kabul edilemez. Düşünce ve ifade özgürlüğü işçi sınıfının tarihsel mücadeleleriyle kazanılmıştır. Bu kazanımları ortadan kaldıran darbelere ne kadar karşı isek darbe karşıtlığı kisvesi altında düşünce ve ifade özgürlüğünün temel kurallarının ihlal edilmesine de aynı şekilde karşı olmalıyız.
30. Hiçbir OHAL ya da sıkıyönetim uygulaması işkenceyi meşru ve yasal hâle getirmez. Ne suç işlemiş olursa olsun insanlara işkence yapılmasına karşıyız.
31. OHAL ilanıyla birlikte darbe ve cemaat soruşturmasının bir torba davaya dönüştürülmesi uzun vadede söz konusu soruşturmaların sulanmasına neden olacaktır. Gerçek suçluların, suçlular arasındaki gerçek ilişkilerin ortaya çıkması zorlaşacaktır. Gelinen aşamada cemaatçi öğretmeni, sağlıkçıyı açığa alınarak kazanılacak bir şey yoktur. İşçi sınıfının gerçeğe ihtiyacı var. Darbe gecesi komutanlar arasında neler yaşandığını, hangi pazarlıkların yapıldığını, MİT’in hangi safta yer aldığını, ABD’nin nerede devreye girdiğini bilmek istiyoruz. Bu gerçekleri öğrenmek için OHAL’e değil soruşturmanın “cemaate ne istediyse veren” iktidar mensuplarına doğru (Cumhurbaşkanı’nı kapsayacak şekilde) genişletilmesine, işkenceyle alınmış ifadelere değil, MİT’in, Genelkurmayın, İçişlerinin, Dışişlerinin, Başbakanlığın, Cumhurbaşkanlığının, itina ile gizlenen belgelerinin açıklanmasına ihtiyacımız var.
Kamu hizmetlerinde şeffaflık ve işçi emekçi denetimi
32. Kamuya çöreklenmiş gizli örgütler Gülen cemaati ile sınırlı değildir. Halkın denetimine kapalı, kendi iç hiyerarşisine göre hareket eden her türlü örgütlenme kamudan tasfiye edilmelidir. Bu örgütlenmeler bazı dinsel cemaatlerle sınırlı değildir, Masonik örgütlenmeler de hâkim sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket eden ve kamunun kaynak ve olanaklarını kullanan çıkar örgütlenmeleridir. Hepsi tasfiye edilmelidir. Bunun için doğru metod sapla samanın birbirine karıştırıldığı cadı avları değil, işçi ve emekçi denetiminin kamunun her düzeyinde kurumsallaştırılmasıdır.
MİT lağvedilsin
33. MİT’in son darbe girişiminde oynadığı rol, milli değil CIA güdümlü olduğunu, istihbaratı ise emperyalizmin ve hâkim sermaye gruplarının işine geldiği şekilde toplayıp kullandığını kanıtlamıştır. Faili meçhul cinayetlerden provokasyonlara kadar suç dosyası kabarık MİT’in, reforme edilmesi de yeniden yapılandırılması da olanaksızdır. Lağvedilmelidir!
Emekçi halkı anti-emperyalizm birleştirir: NATO’dan çık! İncirlik’i kapat!
34. Amerikancı ve NATO’cu bir darbe girişimi püskürtülmüş, yerine Amerikancı ve NATO’cu bir “milli mutabakat” projesi gelmiştir. Türkiye, NATO üyesi kaldıkça, emperyalist askeri güçler başta İncirlik olmak üzere ülkenin dört bir yanına yayılmış üslerde konuşlanmaya devam ettikçe bu böyle devam edecektir. Darbe girişimlerini engellemek Erdoğan’ı desteklemekle, mezhepçi çetelere prim vermekle, Amerikan muhalefetinin peşine takılmakla olmaz. Bu yolun sonu gerici, mezhepçi iç savaşa gider. İşçi sınıfı sivrisineklerle oyalanmamalı, bataklığı kurutmaya yönelmelidir. Türkiye NATO’dan çıkmalıdır, İncirlik başta olmak üzere tüm emperyalist üsler kapatılmalıdır!
Kendi halkını katleden bir ordudan hayır gelmez!
35. Bir ordu, bir asker kendi halkına nasıl silah sıkar diye soruyorlar… Bunu soranlar tarih boyu orduların hâkim sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki baskı aygıtı olduğu gerçeğinden ya haberdar değiller ya da bilerek bu gerçeği gizliyorlar. Tek bir soru bu gerçeği görmemize yeter. Neden TSK’nın en büyük tank birlikleri sınır boylarında değil de Ankara’da ve İstanbul’da şehrin göbeğinde yer almaktadır? Bu tanklar ülkeyi hangi yabancı devletin işgalinden korumaktadır? Bu tanklar bir avuç sömürücü azınlığın iktidarını olası bir işçi devriminden korumak için, şehirlerin göbeğinde konuşlandırılmıştır. Ordunun subayları ve askerleri nasıl olur da ülke dışındaki güçlerin yönlendirmesiyle hareket edebilir diye soruyorlar… Cevap açıktır. Bu ordu bir NATO ordusudur, fiilen emir komuta zincirinin en tepesinde NATO subayları bulunmaktadır.
36. Erlerin ve erbaşların tatbikat kandırmacasıyla ya da tehditle bu darbe girişiminde kullanıldığı ortaya çıkmıştır. Birçoğu halka silah sıkmayı reddetmiştir, zaman zaman halkla kucaklaşmışlardır. Zaman zaman ise subayların emirlerine boyun eğip halka silah sıkanlar da olmuştur. Bir eri ve erbaşı kendi halkına silah sıkacak kadar hiçleştiren, bir emir kulu, adeta bir köle hâline getiren, TSK’nın içindeki erlere ve erbaşlara yönelik sistematik baskı hatta işkencedir. İster devrecilik adı altında isterse emre itaat kılıfı içinde gündeme gelsin, erlerin ve erbaşların üzerinde kurulan sistematik baskının sonucu ortadadır. Ezilmiş, sindirilmiş, köleleştirilmiş gençlerden oluşan bir ordu, emirlere itaat eder, ama sonunda kendi halkına kurşun sıkar! Zorunlu askerlik kapsamında silah altına alınmış er ve erbaşlara darbeciliğe ve her türlü yasadışı emre karşı direnme hakkı tanınmalıdır! Er ve erbaşlar silah altında oldukları süre boyunca siyasi haklar dâhil vatandaşlık haklarının tümünü kullanabilmelidir! Er ve erbaşa yönelik her türlü kötü muamele ve işkenceye son!
37. Orduda kast sistemine son verilmelidir! Astsubaylara parya muamelesi yapan, onları subaylarla aynı yemek masasına oturmaktan men eden, haklarını kısıtlayan kast sistemine son!
38. Profesyonel ordu ve orduda her türlü profesyonelleşme reddedilmelidir. Her şeye rağmen silahlarını bırakan ve halka kurşun sıkmayı reddeden zorunlu askerliğini yapan er ve erbaşlarla, TBMM’yi bombalayan, tankla halkın üstüne atış yapan, helikopterle sivilleri tarayan, rehin alma, suikast operasyonlarına giden profesyonel askerlerin karşılaştırılması bile profesyonel ordunun bir katiller ordusu olacağı gerçeğini görmemizi sağlayacaktır.
Mezhepçi-tekfirci çeteler değil işçi milisleri
39. Tarihte her türlü gerici darbenin, katliamın arkasından sermayenin ve emperyalizmin planlaması, desteği ve kışkırtması çıkmıştır. Gerici hâkim sınıflar, hâkimiyetlerini işçi emekçi kitlelerin silahsızlandırılması üzerine inşa etmiştir. Halkın darbe girişimlerine ve her türlü mezalime karşı direnme hakkı vardır. Bu hak barışçıl şekilde kullanılabileceği gibi silahlı biçimler de alabilir. 15 Temmuz’da sokağa çıkan kitleler içinde mezhepçi ve tekfirci çetelerin varlığı ise direnme hakkıyla çelişir niteliktedir. Çünkü darbeye, işgale, istibdada karşı haklı direnişlerin halkı birleştirmesi gerekir. Mezhepçilik ve tekfircilik ise halkı böler, birbirine düşürür ve gerici iç savaşların tohumlarını atar. Bu çetelerin alternatifi halkın silahsızlandırılması olamaz. Ne olduğu belirsiz, denetlenemeyen grupların rastgele silahlandırılmasının karşısında doğru olan yeri yurdu belli, birlik beraberlik duygusuna ve pratiğine sahip işçilerin sendikalar aracılığıyla işçi milisleri şeklinde silahlandırılmasıdır.
Cumhurbaşkanlığı kaldırılsın
40. Türkiye, denetimden azade gizli bir cemaat örgütlenmesinin aktif rol oynadığı kanlı bir darbe girişimi atlattı. Tüm kamuoyu bu cemaatin devlete nasıl sızdığını bu güce nasıl ulaştığını tartışıyor, çözüm yolları arıyor. Çözüm gayet açık: Denetim! Mevcut duruma baktığımızda ise şunu görüyoruz: Ortada kendi hiyerarşisini esas alarak kurumlara sızmış ve emperyalizmin aygıtı hâline gelmiş bir gizli cemaat örgütlenmesi var. Bu örgütlenmeye herkesin gözü önünde “ne istediler de vermedik” diyerek sorumluluğunu itiraf etmiş Erdoğan ise Cumhurbaşkanı olarak yürütmenin fiilen başına geçmiş durumdadır. Üstelik Erdoğan Cumhurbaşkanı sıfatıyla anayasal olarak denetimden azadedir.
41. Denetimden azade hiçbir devlet kurumu olamaz. Cumhurbaşkanlığı kaldırılmalıdır. Erdoğan, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduğu dönemlerdeki tüm icraatı, özellikle de Gülen cemaatinin devlet içinde yuvalanmasına verdiği destek dolayısıyla hesap vermek zorunda olmalıdır.
Hepsi gitsin! Rotamız işçi emekçi iktidarıdır!
42. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ülke gündemini sarsarken Devrimci İşçi Partisi olarak, operasyonlarda rolü olan cemaat örgütlenmesine hiçbir destek vermeksizin, AKP iktidarından hesap sorulmasını savunduk. Gezi ile başlayan halk isyanının gücüne yaslanarak, sermayenin çatışan kamplarından bağımsız bir şekilde yürümeyi önerdik. AKP ve Erdoğan’a karşı mücadele ederken kitleleri faşist alternatiflere karşı olduğu kadar, Gül’lü, Gülen’li, Sarıgül’lü, Kılıçdaroğlu’lu Amerikan muhalefetine karşı da uyardık. Bu muhalefetin dönemin ABD Büyükelçisi Ricciardone’yle gizli görüşmelerde inşa edildiğini vurguladık. Özgür bir geleceğe ulaşabilmek için “Hepsi Gitsin!” dedik. Solu 30 Mart seçimlerini beklemek yerine derhal harekete geçmeye çağırdık. Sesimizi duyuramadık. Emekçi sınıfları bağımsız bir cephede birleştiremedik. Hiçbiri gitmedi! Hep birlikte ülkeyi halkın emekçi çoğunluğu için bir cehenneme çevirdiler.
43. Bir kez daha “Hepsi Gitsin!” diye haykıralım. Kırk katırla kırk satır arasında tercih yapmayı reddedelim. İşçi sınıfının örgütlerini birleştirelim, siyasal ve örgütsel olarak sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir işçi cephesinde birleşelim! Mücadelemizi işçi emekçi iktidarını kuruncaya kadar kararlılıkla ve sebatla sürdürelim!
Devrimci İşçi Partisi Merkez Komitesi
31.07.2016
http://gercekgazetesi.net/dip-bildirisi/darbeye-istibdada-sermayenin-sozde-milli-mutabakatina-ve-emperyalizme-karsi-isci
Yukarıda paylaştığım bildirilerinde görüldüğü üzere DİP (onun dışında hatırladığım kadarıyla SİP-TKP) gibi profesyonel orduya karşı çıkmak, dolayısıyla zorunlu askerliği burada olduğu gibi açıkça veya zımnen savunmak, solun “özgürlükçülük” iddiasıyla çelişen bir tutumudur ve bu noktada eleştirilmelidir.
Profesyonel ordunun sermaye düzenini daha da güçlendireceği, askerliği toplumun yoksul kesimlerinin üzerine yükleyeceği, devrimin, sosyalizmin veya anarşistlerin savunduğu türden sınıfsız, özgürlükçü bir toplumun kurulmasının önünde bir engel olduğu doğrudur. Fakat zorunlu askerlik de açık bir özgürlük ve insan hakları ihlali olduğu gibi insanlara devrim veya sosyalizm gibi bir misyonu dayatmak, kapitalizm ile bunlar arasında tercih yapmaya zorlamak, kapitalizm yıkılmadığı sürece askerlik yapmama özgürlüğünü onlara tanımamak özgürlük karşıtı bir tutumdur.
“Nefret dili değil de intikamcılığı mazur gören bir dil desek peki?”
Kavramlari cok zorlayinca, ister istemez, en ilkel safhasina doneriz.
Bu bakimdan, hukuk, nihai analizde, magdurlarin intikam arzularinin daha ‘resmi’ bir sekilde tatmini amaciyla vardir.
Malum, hukuk, ‘kamu vicdanini’ tatmin ettigi surece basarilidir.
Neyse.
Birisinin/birilerinin hukuk onunde yargilanmasini talep etmegi ‘intikamcilik’ hanesine yazarsaniz, ilkel baslangica donuyorsunuz anlamina gelir.
Bu kadar ilkelilik cok da saglikli degil gibi geliyor bana.
“Sizin dublörlüğünüzü yapacak değilim. O katillere bir lafınız varsa söyleyin burada.”
‘Hadi evladim, kufret amcalara’ yaslarim coktan gecti.
Dinleyici istekleri uzerine icraat de yapmiyorum.
gün.. burda; bu sitede.. ajan, provokatör, trol, muhbir, ispiyon, yalaka daha benzerleriyle; tek başına savaş veren kahraman olarak seni tebrik ediyorum.. seni takip etmek müthiş keyfli..
inanm,akta gucluk cekiyorum, ama Putin rusya si ve cin, perincekten etkilenmis gorunuyor, inanilmaz bir sey, .. avrasya teorisi o Kadar zayifmi?
geriye donuyorum, aydinlik ve perincek ne soyluyorsa tersi dogrudur…….
kabahatlisin Zileli senin yazilarini okuyanlar, ornek olarak, Acilin yazileri ve <Necip in yanitlari, Saglam bir direnis gelistirmek, sen hep onlara bir vurduysan bize bes vurdun. umarim kapina dayandiklarinda , bir ic savas korkusundan ote keske, 80 oncesi durumda kapimda bir iki dev sol cu yada dev yolcu olsaydi deseydin, bir takintidir Stalin,…. azerilerin bir ata sozu vardir.
`Kar in kötüne karan kirif, deyif buna kürültüdür,
türkcesi , salagin götune cati diregini sokmuslar, sagina soluna bakmis, bir gurulru var ama ne?
Bu ülkede bu mafyatik düzende “Hain” ilan edilmenin erdemli ve hümanistik insanlar için onur olduğunu yardakçı zihniyet anlyamaz…
15 Temmuzcu’lar “Hain” ise… suçortakları iki kez haindi ve gerçek de bu…
Ama bu ülkede “gerçek” hainler, namuslu sosyalist, gerçek anarşist, erdemli ateistlerdir…
15 Temmuz’cular yalnızca kaybettikleri için haindir! Kazansalardı diğerleri haindi.. yani yalnızca rastlantısal sıfatlar…
Necip bunları anlamaktan çok uzak…
O ödünç alınmış aklın sesi…
Necip in dilini eşşek arısı ısırmamış galiba
Zaman zaman ”yumuşak”” naif,etellektüel,ironi içeriyorsa da temel karakteristiği efendi diktatör seviciliğini bir türlü gizleyemeyen içerikte.
Bu hassas dil nedense efendi muhalefetinin prostat zaafına kadar nerdeyse bütün eksik ve yetmezliğini şıp diye yakalayıp fehmi korudan alıntıyla bir anlık kızgınlıkla tepkisel yanlıştan dönülmüş gibi hainler mezarlığını masumlaştırmaya çalışırken efendisinin hemen her gün tv lerde canlı boy gösterip kendi gibi olmayıp talimatlarını ve buyruklarını eleştirenleri günün her saati tv lerde tekraren vatan haini ilan eden dilin tahkimi ve savunucusu çanak yalayıcısı dildir.
Bu siteden ıktırıp gitmemesi ısrarla sanki her mevzuda bir şey katıyor görüntüsüyle mevcut diktatörlüğün yeniden üretilmesini bu sitede sağlamakla görevli devlet-iktidar dilidir Necipin dili kendini özgürlükçü toplumsal devrimci sanıp zorunlu askerliği savunanlar kadar bu mücadeleye zarar verenlerle ısrarla Necibi bu sitede tutan zileli aynı hatayı yapmaktadır.
Tabiki özgürlükçü toplumsal devrimci muhalefetin eleştiri ve karşıt görüşlere ihtiyacı vardır.Biz bunu devlet-iktidar yalaması Neciplerin olmadığı zeminlerdede bu sitede yapmayı becerdik sanıyorum.
Bunca rezaletin içinde özgürlükçü toplumsal devrimcilere sürekli söyleyecek sözü olan Necipin katil devlet-iktidar diktatörlerinin bunca rezalet seviyesinde yaptıklarına ilişkin bir cümle kurmadan bu sitede (son cümlenin geri kalanı çıkarıldı. Admin)
Sayın Zileli acaba yapılan bu reformlardan ve OHAL uygulamalarından sonra yeni bir darbe gelişir mi olur mu ordunun sisteme el koymasından bahsediyordunuz yeni bir darbe olacaksa da ne zaman olacaktır ya da böyle bir girişim realiteye dönüşür mü ?
en acisiz intihar yontemleri ariyorum.konformistim ben hayatimda uyustucu kullanmadim, cok yorgunum, sanirim baska turlu bir Mantik egemen,
Zaten anarşistler için devrimin yenilmişi, darbenin olmamışı makbul.
Bunu bir falcıya sormak gerekir sanırım.
mesele benim açımdan anlaşılmıştır!
Cesetlerine aileleri bile sahip çıkmadı
Jandarma Genel Komutanlığı’nda öldürülen 16 cuntacı askerden 10’unun cesedi ortada kaldı. Belediye, darbecileri kimsesizler mezarlığına defnedecek
http://www.milliyet.com.tr/cesetlerine-aileleri-bile-sahip-gundem-2289850/?utm_source=GazetelerNet&utm_medium=manset&utm_campaign=GazetelerNetCoop
“Bu ülkede bu mafyatik düzende ‘Hain’ ilan edilmenin erdemli ve hümanistik insanlar için onur olduğunu yardakçı zihniyet anlyamaz…
15 Temmuzcu’lar ‘Hain’ ise… suçortakları iki kez haindi ve gerçek de bu…”
Bu ‘hain’ muhabbetine beni kim nereden katti bilmiyorum: Kimseye ‘hain’ demedim, ima bile etmedim. Kimin neyin ‘hain’ olduguna karar verecek durumda da degilim zaten.
Ote yandan ‘Hainler Mezarligi’ndan neden rahatsiz olundugunu da cok da anlamis degilim –yukaridaki satirlarinizdan anladigim kadariyla siz boyle bir seyi –yani, ‘hain’ sayilmagi– ciddiye almiyorsunuz.
Ciddiye almayisiniza da katiliyorum: Evet, herkes, en az bir defa, en az bir acidan, birileri tarafindan ‘hain’ ilan edilmistir ya da edilecektir.
O oyle de, ‘Hainler Mezarligi’nin kurulmasini belki de kutlamak gerekirdi. Cunku, buyuk bir ihtimalle, boyle bir yer –en cok bir nesil sonra– bir tur turbe/ziyaretgah haline gelecekti. Bu tur yerler hep oyle olur cunku. [Bkz Menderes’in turbesi.]
Buyuk bir ihtimalle, IBB de, bu ihtimali gorup vazgecti.
Halbuki, saglam bir argumanla birlikte, ‘Hainler Mezarligi’na gomulmegi vasiyet edebilmek de vardi.
O firsat kacti simdi.
Malesef ‘Akilsizlar Mezarligi’ da yok.
“Zaman zaman ”yumuşak”” naif,etellektüel,ironi içeriyorsa da temel karakteristiği efendi diktatör seviciliğini bir türlü gizleyemeyen içerikte.”
Bir.
Sizin diktator dediginize herkesin de diktator demek zorunlulugu yok.
Dahasi, yabanci basin ve kiyida kosede kalmis bir avuc marjinal haric, pek kimse de demiyor.
Onlar demiyor (ya da, diyor) diye ben de aynisini yapmak zorunda degilim.
Daha once sordum, yine de soruyorum: ‘Diktator’ sozunun altini neyle/nasil dolduruyorsunuz?
Henuz bir cevap alabilmis degilim.
Bu, ‘altini doldurmak’ isi, ciddi bir entellektuel efor gerektiriyor; ve, galiba cok zor geliyor.
Iki.
Kendinize, kendiniz gibi dusunenlerin oldugunu dusundugunuz bir ‘mahalle’ (aslinda da, o da degil, niş –‘niche’–, yani mini minnacik bir getto) arayisinizin ne kadar saglikli oldugunun uzerinde biraz dusunmek gerekir.
Bu, ‘sol’un, artik fazlasiyla asina oldugumuz, iflah olmaz bir halidir.
Tipatip ayni seyleri soylemeyenlerin (kimine ‘polis’, kimine ‘MIT’, kimine de ‘XXX-trol’ filan denilerek) dislandigi, bu yuzden de amip gibi bolune bolune bir kiside iki (ya da daha cok) kisiligin ortaya ciktigi hal..
Baska bir deyisle, siyaseten anlam ifade edemeyecek sayilara kendisini indirgemek; ve, sonra da ‘kimse bizi ciddiye almiyor’larla ayrica sikayet konusu etmek..
Ingilizceden bir deyimden faydalanacak olursak, sizin (genel anlamda ‘siz’) yaptiginiz sey, tam olarak, ‘painting oneself to the corner’dir.
Yani, dosemeyi/zemini boyamaga baslamak ve boyaya boyaya kendi kendisini koseye hapsetmek.. sonra da baskalarini, toplumu filan, suclamak.
Bunu da surekli yapmak..
Uc.
Ben, hala daha gercek bir solcu ile karsilasmak umidindeyim.
Ufku ve beyni 100 sene oncenin Almanya’sina ya da Rusya’sina kilitli olmayan; bugunu ve yarini konusabilecek bir solcu..
Ama, yok, ortada ya surusuyle ‘atarli ergen’ ya da tarikat seyhi gibi davranan bir avuc ‘aksi ihtiyar’dan baskasi yok..
Manzara pek ic acici degil.
[Not: Yazdiklariniza bakinca, futbol maclarina filan gitmenizi oneriyorum. Esdegerlerinizle hayli buyuk kalabaliklar olusturur, bir sey soylemis sanarak, kufur seanslarina katilirsiniz. Iciniz rahatlar.]
Yanar – Söner?..
Çocukluk yıllarımda Refik Halit’i severek okurdum; yazısının tuzunu biberini hiç eksik etmezdi; renkli bir biçemi vardı; derinliği yoktu; okurunu sürüklerdi. Hiç unutmam günlerden bir gün evde Refik Halit’ten konuşulurken, kulağıma çalındı:
— 150’liklerdendir…
Ne demek istiyorlardı?
Sordum, öğrendim, meğer hainmiş Refik Halit. Olur muydu, olmaz mıydı, diye düşünürken yıllar geçti. BabIâli’ye girdikten sonra Refi Cevat Ulunay’la tanıştım. Eski Milliyet’in yönetim yeri Nuruosmaniye Çaddesi’ne çıkan Türbedar sokağında dökülen bir yapıydı. İlk kez orada gördüm Ulunay’ı. Rahmetli Ümit Deniz sıcak şakalar yapıyor, üstada takılıyordu:
— Babacım, nasılsın?
Tanıdığım iki 150’lik de yaşadığımız toplumda büyük saygınlık görüyorlar, el üstünde tutuluyorlardı. Nasıl vatan hainiydi bu adamlar?
*
Refik Halit ve Refi Cevat, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’na karşı çıkmışlardı. Yalnız onlar mıydı karşı çıkan? Koskoca bir ülke düşünün ki düşman dört yanından girmiş, insanlar altüst olmuş, kimin işbirlikçilik yaptığını nasıl saptayacaksın? Ortalık mahşer günü gibi… Çeteler kasıp kavuruyor, adamlar öldürülüyor, dağa kaldırılıyor, komşu komşudan kuşkulanıyor, kasaba meydanlarında darağaçları kuruluyor, geceyarısı baskınlarıyla aileler ortadan kaldırılıyor, cephesi belirsiz bir çatışmanın kargaşasına düşmüşüz, hıyanetin haddi hesabı yok…
Hıyanetin haddi hesabı olmayınca, hesap sormak da güçleşiyor. Nitekim Lozan Barış Antlaşması’nda yabancı devletlerin bir genel af isteğini Ankara bu yüzden onaylamak zorunda
kalmıştı. 150 kişi dışında herkes bağışlanıyordu.
150 kişilik listede kimler vardı?
Onlar da belli değildi ve 150’likler Türk hükümetince sonradan saptanarak yurt dışına sürüldüler. Refik Halit ile Refi Cevat Ulunay bunlar arasındaydı.
*
1938’de 150’likler için af çıkınca Refik Halit ile Refi Cevat yurda döndüler; Babıâli’de köşe yazarlığına başladılar; kimse yadırgamadı; aradan uzun yıllar geçmiş, her şey unutulmuştu.
150’likler listesinin bir nazarlık olduğunu, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndaki nice ihanetin üstüne sünger çekildiğini o dönemin kuşağı biliyordu.
Bizim kuşak ise bir şey bilmiyordu.
Vatan ihanetinin ne demek olduğunu yaşayarak öğrenecektik; tarihimize baktıkça ilginç manzaraların yanar söner renkleriyle gözlerimiz kamaşacaktı. Sözgelimi Mithat Paşa neydi?
Bize okulda öğretilen, Mithat Paşa’nın özgürlük kahramanı olduğuydu. Birinci Meşrutiyet ve ilk Anayasa Mithat Paşa’nın ürünüydü; Abdülhamitçilere göre olayın anlamı değişiyordu; Anayasayı kaldırıp parlamentoyu dağıtan Sultan, Mithat Paşa’yı Taif’e sürdürüp boğdurtmuştu.
Mithat Paşa’ydı hain…
*
Aradan zaman geçti, 31 Mart olayları üzerine İstanbul’a giren Hareket Ordusu Abdülhamit’in defterini dürünce, bu kez Mithat Paşa kahraman, Abdülhamit hain oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda İmparatorluk yenilgiye uğrayınca, Hürriyet ve İtilaf Partisi önderleri devleti ele geçirip hain aramaya başladılar. İttihatçı avına çıktılar.
İş yine değişmişti.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı başladığında vatan hainliği yaftası Mustafa Kemal Paşa’yla arkadaşlarının boynuna asıldı. Savaş kazanıldığında ve Cumhuriyet kurulduğunda Padişah Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit ve benzerlerinin vatan haini oldukları anlaşıldı.
27 Mayıs devrimiyle Bayar – Menderes İkilisi vatan haini olmuşlardı. Oysa Celal Bayar bugün yaşadığımız toplumda el üstünde tutuluyor, saygınlık görüyor.
*
Türkiye’nin siyasal çalkantısı dinmiş değil, artarak sürüyor. Tarihsel gel-gitler sertleşiyor; durulmuş ve oturmuş bir toplum görünümünden uzaktayız.
Bekleyelim bakalım, devran ne gösterecek?
İlhan Selçuk – Pencere – 17 Mart 1985
“Hainler Mezarlığı”nın ruhuna el fatiha!!!
Bir lidere/iktidara diktatör(lük) denilmesinden rahatsız olmak (sadece “dememek” de değil) onlara örtülü-gizli bir desteğin veya sempatinin (ya da hiç olmazsa “tarafsız” kalarak pasif bir destek sağlamanın) belirtisi değilse nedir?
Necip,
Seni Ö.K.K.’ya recruit etmek istiyoruz. Bizzat referans olacağım.
Endişelenmene gerek yok, vücudunun dayanıklılık ve çeviklik dereceleri mühim değil.
Teşkilatımızda operasyonel kabiliyet anlamında nice Ömer Halisdemir’ler var.
Teşkilatımızda düşünsel kabiliyet anlamında da Ömer Halisdemir’lerimizi çoğaltmak için seni aramızda görmek istiyoruz.
Teşkilatımıza katılır mısın?
İbrahim Paşalı, okur/yazarlıkla geçimini sağlayan, ehh biraz da hükümet şakşakçılığı yapan yayınevleri ile kurduğu muhabbetlerin nakdî getirisi ile karnı tok sırtı pek yaşayan birisi. Böyle insanları çoğumuz tanırız, dünya genelinde de vardır bunlardan.
http://www.kitapyurdu.com/index.php?route=product/search&filter_name=%C4%B0brahim%20Pa%C5%9Fal%C4%B1
İbrahim Paşalı şunu yazmış twit alaminde 18 Temmuz günü:
“Masabaşı demokratları, sokaktakilerin demokratlığını sorgulayacağına, tankların karşısına dikilebilseydi, meydanı korktuklarına bırakmazdı.”
https://twitter.com/iibrahimpasali/status/754966515942887424
Bu üslup ne kadar da Necip’i andırıyor…
Necip özellikle “Entelektüellerin Hurafeleri”nden (http://www.kitapyurdu.com/kitap/entelektuellerin-hurafeleri/301644.html) intihaller ile Zileli’nin ve benzerlerinin sokaklarında salyangoz satabileceğini zannediyor…
EN DEHŞETLİ DARBE GİRİŞİMİ
15 Temmuz gecesi saat 22.00 civarında Türkiye ani bir hareketle çalkalandı. Bu darbe alışıldığı üzere sabaha karşı değil hafta sonu gecesinin en hareketli anında cereyan ediyordu. Köprüler kapatılmıştı. İçten bir ihbar nedeniyle darbe planının çözüleceği anlaşıldığından acele davranmışlardı. Her halükârda John Kerry’nin “Parlak olmayan bir planlama” diyeceği kadar perişanlık söz konusuydu…
Darbeci grubun bir enaniyet içinde olduğu anlaşılıyor; karizmaları ve kerametleri kendilerinden menkul, herkes onlardan aşağı ve herkes onlara tabi olmak zorunda.
Kapalı grupların en büyük çelişkisi, kendilerini beğenirken etraftakilerin nefretinin başladığını görememeleridir. Örgütlenmenin getirdiği başarılar kısa zamanda bir iç tıkanmaya dönüştü. Darbe girişimi gecesi Cumhurbaşkanı’nın Hande Fırat aracılığıyla verdiği demeçten sonra köprüye yönelenlerle köprüyü kesenler arasında büyük bir çatışma oldu ve burada halka ateş açıldı, malum. Bu darbe teşebbüsünde en hazin olaylardan biri köprüye yığılan ve sözde tatbikat diye yanıltılan askerler (erat) ve gene sözde tatbikat diye Çengelköy’e yönlendirilen Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerdir. Bu kesimden masum olanların derhal tespit edilmesi gerekir.
KRİTİK DÖNEMDE BAŞARILI GAZETECİLİK
Darbe girişimlerini tespit edip Cumhurbaşkanı ve hükümeti haberdar etmekle görevli makamların görevlerini yerine getiremediği bizzat Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın demecinden anlaşılıyor. Her halükârda darbenin önlenmesinde 1’inci Ordu Komutanı Ümit Dündar Paşa’nın etkin olduğu açık. Darbe gecesi çok etkin bir habercilik örneği Doğan TV Ankara Temsilcisi Hande Fırat’tır. Türkiye’de her zaman böyle kritik gazeteciliği başarıyla tamamlayanlar çıkıyor. Demek ki basının bugünkü olumsuz görünümü kaçınılmaz bir gelişme değil. Kuraldışı nitelikli elemanlar ortaya çıkabiliyor.
ASKER DÜŞMANLIĞINA GİDİLMESİN
Darbe girişimi gecesi maalesef ne 27 Mayıs 1960, ne 12 Mart 1971, ne de 12 Eylül 1980 olaylarına benzemeyecek şekilde dehşetengizdi. Lütfen bu gecenin etkisiyle asker düşmanlığına gidilmesin. Bu grup bizim bildiğimiz ordu değildir. Nihayet bir yurdun savunması asayişin de ötesinde bir mekanizma ve birikim ister. Ordunun iç terfi düzeni orduya ait bir olaydı. Saltanat döneminde bile asker ocağına müdahale bir numaralı asker ve orduların başkumandanı olan padişahla ama gene asker ocağının kendi kurallarıyla giderdi. Maalesef 2007-2013 yıllarında dar bir cemaat grubunun askerlik dışı eğitimle biçimlendirdiği kişi ve grupların terfi ve tayin düzenine karıştığı anlaşılıyor. Bu gibi hareketlere müsamaha edilmemesi gerekir. 1826 yılında yeniçeri ocağına karşı Sultan Mahmud yeni orduyla savaş açtığında cihat bayrağı açtı ve minarelerden sala okundu. Bu son derece ciddi bir olay, ciddi bir davettir. Bu sefer de aynı şey tekrarlandı, lakin hafızaları aşındıracak derecede tekrarlanmaması gerekir. Kanlı darbe girişimi bastırıldı.
AYAKLANMADAN “COUP D’ÉTAT”YA
Türkiye tarihi yeniçeri ayaklanmalarıyla doludur. Osmanlı saltanatının en güçlü asırlarında olduğu gibi, 19’uncu asır sonuna kadar kapıkulu ayaklanmaları tarihi yönlendirir. İçinde ulufe meselesi ve züyuf akçe (değeri düşürülmüş gümüş sikke) dolayısıyla olanlar da vardır. Devletlûlar arası çatışma ve kışkırtmalardan dolayı çıkanlar da vardır. Payitaht halkının çektiği sıkıntılar ve yeniçerilerin empoze ettiği devletlûların idareye geçirilmesi talepleri bazı ahvalde ilmiye sınıfının desteklemesiyle sokak isyanlarını çıkarır. Çok kanlı bitenleri vardır.
IV. MURAD’IN İNTİKAMI
Asker kelle ister, çocuk padişah IV. Murad, 17 yaşından sonra devleti şiddetle yöneterek bu gibi başkaldırıların intikamını aldı. En sonuncusu III. Selim’in ve II. Mahmud’un asırlarındaki reformlarına karşı yeniçerinin isyanlarıdır. 1826 askeri ayaklanmalara son verdi ve 1876’ya kadar da yarım asır hükümet darbesi görmedik. Tanzimat asrının asıl hedefi ve başarısı buydu. Ne yazık ki iktisadi ve mali çöküntü müdahaleyi hızlandırdı ve bu müdahaleler artık modern anlamda “coup d’état” (askeri darbe) biçimine dönüştü. Son asırdaki darbeler beş asırlık ayaklanma geleneğinin çok dışındadır.
CUMHURİYET’LE BİTMİŞTİ
1876’dan 1908’e kadar 33 yıllık otoriter yönetimden sonra tekrar bir askeri darbeyle Osmanlı saltanatının gücü İngiltere kraliyetinin bile gerisine düştü. Osmanlı padişahı adeta meşruti bir monarşinin temsilcisi haline geldi. Lakin memleketteki yönetim bir meşrutiyetin gerektirdiği demokrasiye sahip değildi. Gerçi, dönemin meşruti sistemlerinde de (anayasal monarşi), her yerde İngiltere tacının ve parlamentarizminin uyumlu hali söz konusu değildir. Görünüşte Almanya ve Avusturya da meşrutiyetle yönetiliyordu ama Britanya’dan çok uzak durumdaydılar. 1905’ten sonra sözde Rusya’da da meclis vardı ve İran’da da… Darbeler asrı Cumhuriyet’in ilanıyla bitmiştir. Kırk sene sonra bir daha avdet etti. Darbelerin anatomisi ve nedenleri çok tartışılır. Hoş bir siyaset tarzı olmadığı, çok şeyleri götürdüğü gerçektir. Lakin niye oluyor sorusuna herkesin düşünüp çare araması gerekir.
SOSYAL MEDYAYI KULLANMIYORUM
Geçen pazar, Hürriyet internet sitesinde yazdığım gibi, benim kalemimden çıkmayan deyiş ve ifadeler sosyal medyada yer aldı. Bunlarla ilgim yok ve sosyal medyayı kullanmıyorum. Sadece etkinlik ve kitaplarla ilgili bilgilerin paylaşıldığı Twitter’da @ilberortayligsu hesabı var. Bu nedenle haberleşme ve yazışma hakkıma saygı gösterilmesini rica ederim.
İlber Ortaylı
24 Temmuz Pazar
Hürriyet gazetesi
“Bir lidere/iktidara diktatör(lük) denilmesinden rahatsız olmak (sadece “dememek” de değil) onlara örtülü-gizli bir desteğin veya sempatinin (ya da hiç olmazsa ‘tarafsız’ kalarak pasif bir destek sağlamanın) belirtisi değilse nedir?”
Gerçeğe bağlı kalma isteğidir. Hangi somut veriye dayanarak “diktatör” diyorlar? “Hitler de seçimler gelmişti” lafını somut bir veri saymak mümkün mü? O zaman Obama da mı diktatör? Merkel de mi diktatör?
İleri demokrasisi ile övünen bir ülke varmış!
Nesine övünürmüş!!!
Nereye yo nereye köprü yapılacağına nereye cami nereye AVM kışla yapılacağına kimin vatan haini kimin vatansever olacağına kimlerin vatandaşlığa alınıp kimlerin vatandaşlıktan atılacağına kimin zengin kimin fakirleşeceğine kimin vekil kimin amele olacağına kimin savcı hakim kimin polis amir olacağına kimin yo yapıp kimin gemicik yapacağına kimin gaztesi yaşayıp kiminki kapanacağına dünya liderlerinden hanginin lider hanginin diktatör olduğuna en iyi dinin inanıcın mezhebin hangisi olup en kötüsünün ne olduğuna kimin ölüp kimin kalacağına kimin seçilse bile başbakan olamayacağını kimin seçilmeden bile başbakan olabileceğine aynı ilişkiyi yapan öğretmen memurun işinden atılıp bakan başbakan c.başkanı aynı ilişkiyi yapsa bile işine devam edeceğine hem camilerin baş imamı hem orduların başkomutanı kimin olup kimin olamayacağına o da yetmez en aşağıdaki muhtarın bile neleri yapıp neleri yapamayacağına bir ülkede bir kişi karar veriyorsa onun adı DİKTATÖRLÜK bunu yapabilenede bu günkü asgari demokratik değerlerde DİKTATÖR denir
altını doldurabildimi mezeven Necip bunu daha öncede yazdım benim yazılarımın işine gelen yanına bakıp cevap veremediklerini gıçınla okudun değilmi?????
Sen solcu bulamayabilirsin bizde insan olacak seviyede vijdan bulamadık sende sen her türden faşistten bile tehlikelisin!!!bu siteyi terk et!!!!!!!önünden ye kendi yalağında yalan!!!!!!
“sen her türden faşistten bile tehlikelisin!!!bu siteyi terk et!!!!!!!önünden ye kendi yalağında yalan!!!!!!”
işte erdoğan’a diktatör diyen “solcu” ve “özgürlükçü”(!)lerden birinin zihniyeti. mhp’nin de gerisinde. mhp hiç olmazsa “sev”me seçeneği bırakıyor. bu adam ise doğrudan “terk et!” diyor. 🙂
Upuzun bir sikayetname okuduk..
Icinde bir kac sey eksik kalmis: Asiri sicak giden havalardan da sorumlu tutmak gerekirdi.
Otoriter (detayci) yonetim bicmini diktatorluk sanan birisinin zekasina da saygi duymak zorundayiz –o da insan, ve insan haklari diye de bir sey var cunku..
Ilkogretim seviyesinde anlatmagi denenyim, bakalim fayda edecek mi?
Solumuzun hafizasinda cok temel yerler edinen (‘cogunun akillarina baska bir sey gelmeyen’ demek daha dogru olur) diktatorleri kisaca listeyelim.
— Hitler,
— Musollini,
— Stalin (dini sebeplerle bazi solcular bunu kabul etmeyebilir; tabii ki saygimiz vardir.)
— Pinochet
Bunlarin –‘diktator’luk baglaminda– ortak ozellikleri, zannedildiginin aksine, nasil isbasina geldikleri degildir. Kimisi secimle, kimisi de katakulli ile.
Onlari birer ‘diktator’ yapan sey sudur: Hicbirisi, isbasina geldikten sonra, tekrar serbest secimlerden sonra sandiktan cikmamistir. Daha dogrusu, bunla isbasina geldikten sonra serbest secime izin vermemistir.
Aradaki fark bu kadar temel (fundamental) ve bu kadar da basittir.
Eger son 15 senedir fanusta ya da uzayin derinliklerinde yasamiyorsaniz, neredeyse her sene bir SERBEST secim oldugunu, o SERBEST secimlerden de hep ezici cogunlukla AKP/RTE’nin ciktigini da gorursunuz.
Pardon, siz goremiyor olabilirsiniz tabii ki; ama, baska herkes goruyor.
Ve, sizin sikayet ettiginiz o upuzun listedeki her bir madde de secimlere katilan her secmenin farkinda oldugu seyler. Yine de oy verdiklerine bakarsak, cok da umursamiyorlar.
Sonuc?
Sonuc su: ‘Diktator’ lafiniz havada kalmakla kalmiyor, diger mizildanmalarinizi da kimse (secmenin ezici cogunlugu) umursamiyor; cunku, ikna edici bulunmuyor.
Baska bir deyisle, ‘demokratik degerler’cercevesinde soylediklerinize deger veren yok.
Uzgunum. Halet-i ruhiyenizi tahmin ediyorum. Ama, elimden bir sey gelmez.
“..[] okur/yazarlıkla geçimini sağlayan, ehh biraz da hükümet şakşakçılığı yapan yayınevleri ile kurduğu muhabbetlerin nakdî getirisi ile karnı tok sırtı pek yaşayan birisi.”
Karni tok, sirti pek olunca; kisi, solcularin sablon sartnamelerinin disinda dusunuyor mu demek istiyorsunuz.
Eger buysa, bir Bektasi fikrasini cagristiryor.
Hani, erenler cami disindan hocanin vaazini duyar. Hoca, ‘abdestin ne kadar onemli, ne kadar da dinin temeli’ oldugunu filan anlatiryordur… Bunu duyan erenler, kapidan basini uzatip, ‘bu nasil temeldir ki bir osurukla yerle bir oluyor?’ diye sorar.
Sizinki de oyle.. Solcu olmagi sadece ‘tamamen duygusal’ seylerin eksikligine baglarsaniz, solculari –karni doydugu an solcu olmaktan cikacak– birer makarnaci etmis olursunuz.
Boyle dusunuyorsaniz, sorun yok –tabii ki saygi duymak zorundayim. Ama, ben o dediklerinizden degilim.
“Bir lidere/iktidara diktatör(lük) denilmesinden rahatsız olmak (sadece ‘dememek’ de değil) onlara örtülü-gizli bir desteğin veya sempatinin (ya da hiç olmazsa ‘tarafsız’ kalarak pasif bir destek sağlamanın) belirtisi değilse nedir?”
Sudur:
Hicbirimiz birbirimizden bagimsiz alemlerde yasamiyoruz. Bir sekilde birbirimizle iliski kurmak zorundayiz.
Iliskiler de, haliyle, iki tarafli –hatta cok tarafli– seylerdir.
Siz, beraber yasamak zorunda oldugunuz kisi ya da kurumlara pesinen keskin tavirlar alirsaniz, karsiliginda ne goreceginizi saniyorsunuz –hele de soyledikleriniz isabetli/hakli degilse.
Iki ihtimal var.
Birincisi, cok uzak ihtimal, karsi taraf sizin dediklerinizi aynen kabul eder.
Ikincisi, cok daha yakin ve muhtemel olan, sizi umursamaz; yoluna devam eder –hele de siyasi agirliginiz zerre miskal ise.
Solun tercihi hep bu ikincisi ile sonuclaniyor; cunku uzlasma lafini ya duymak bile istemiyorlar, ya da uzlasma eger onlarin dedikleri aynen gecerli olursa anlamli olacak.
Bu dediklerim sadece sol-sag iliskileri icin degil, sol faksiyonlar arasinda da boyledir.
Ben bunu –nezaket yerine samimiyeti tercih edecek olursam– son derece salakca buluyorum.
ıktır git derken ülkeden git demedik yalamalar!!
Kendine anarşist diyen sitede ne işiniz var?
Kendi yalağınıza gidebilirsiniz efendinizin bir sürü yalağı var???
Anarşi,st sitede olmak mecburiyetinde değilsiniz?
Ne seçimi Necip faşisti haziranda kim sahaya çıkıp mitingler yapıp ülkeyi yönetme yetkisi alıp Başbakan oldu?????
Davutoğlu olmadımı?adam başbakan olduktan sonra AB-çözüm süreci konusunda gündüz ne dediyse akşama efendin tam tersini söyleyip azarlamadımı??????
seçilmiş başbakanı bu şekilde anca diktatör görevden alır!!!
E eee kendi seçilmiş evet seçilmişte seçilirken bunları yapacağını söyleyerekmi seçildi???ne söyledi ne yaptı???
bir daha seçilebilirmi?????
sana göre evet bana göre mümkün değil diktatörün korkusundan biz de fetocu çuvala koyuluruz endişesiyle azledilen başbakan Davutoğlu ve gül mecburen bu süreçte görünüp fetocu olmadıklarını kanıtlamak zorunda kaldı???
Ülan şerefsizler hep haklı olsanız bile bu olup bitenin sorumlusmu kim????
Bu ülkeyi kim yönetiyor????
iyi olunca kim ben yaptım diye övünüyor!!!!!
Kötü olunca mı şeytan Obama şu bu????
Ne bu lan bütün bunların sorumlusu hükümet iktidar değilmi???????
SİZ yalmalar bunu hiç söyleyebildinizmi?????
bunun yerine ne yaptınız hazır efendiniz MHP-chp hepsini arkasına dizdiği konjoktürde üstünlük sağlamışlık duygusu ile yukardan dille bizim gibi hem darbelerde hem diktatörlerden çekmiş bunların faturasını ödeyenleri küşümseyen aşağılayan hakaret etmeyi bildiniz ama bir kere bütün olup bitenin sorumlusu şudur diyemediniz siz ef endinizden bile aşağılık adisiniz devam edin şimdi geçmiş örnekleri gibi efendiniz dikme sırasında sizin döte göz diktiğinden eminim yalakalığa devam edin eski yalakaların başına gelen sizede gelir.
Yalnız bunu kendi çöplüğünüzde yapın!!!!
Yoksa siz anarşi,stsinizde biz jakobenmiyız???
Hadi milici zillicilerin elinden bayrağı devleti atatürkü aldınız!
Bunlar biz özgürlükçü anarşistlerin ikinde değil sembölüde değil
yoksa şimdi bizim elimizde tek kalan anarşizmimizide elimizden alıp bu yalamalıklara rağmen en devrimci öncü anarşist bizizmi diyorsunuz Necip ve kültürlü yalama???????
Haziranda sahada erdoğandı Davutoğlu kasımda sahadaydı yukardaki haziran kasım 0olacaktı
“Serbest seçim” denilen şey, “komünist” iddialı rejimlerdeki, komünist partisine %95 oy verildiği yalanı kadar kaba saba bir yalan olmasa da, oldukça sofistike bir yalandır. “Serbest” demeseniz “seçim”e bir itirazım olmayacaktı da, bu “serbestliğin” ne menem bir şey olduğu ortalama zekâ sahibi biri için bile son derece açıktır. Bir kere daha baştan, piyasa mekanizmaları bu “serbest”liği ortadan kaldırır. Burjuva düzeninde sermaye partileri sermayenin gücüyle açık fark yaparlar. ağzınızla kuş tutsanız onlarla yarışmanız mümkün olmaz. Hadi bunu bırakalım bir yana. Milletvekilleri partilerin tek kişi diktatörlükleri tarafından (partinin hakiki ya da fiili başkanı ile dar çevresi tarafından) belirlenirler. Önseçim falan da tammen palavradır yani. Böyle bir partiler ve seçim sistemine “serbest” adını takmak ancak burjuva diktatörlüğünün gönüllü sözcülerinin işi olabilir. .
“ıktır git derken ülkeden git demedik yalamalar!!”
Ister site, isterse ulke.. hangisini kasdettiginize hic bakmadim; cunku umurumda degil.
“Kendine anarşist diyen sitede ne işiniz var?”
Size bu sitenin kahyaligini kim verdi?
“Anarşi,st sitede olmak mecburiyetinde değilsiniz?”
Tabii ki degilim. Ama, tercih benim tercihim –tipki, sizin de yazilanlari okumak ya da okumamak tercihinizde oldugu uzere.
“Ne seçimi Necip faşisti haziranda kim sahaya çıkıp mitingler yapıp ülkeyi yönetme yetkisi alıp Başbakan oldu?????
Davutoğlu olmadımı? adam başbakan olduktan sonra AB-çözüm süreci konusunda gündüz ne dediyse akşama efendin tam tersini söyleyip azarlamadımı??????
seçilmiş başbakanı bu şekilde anca diktatör görevden alır!!!”
Bula bula bunu mu buldunuz?
Davudoglu’na ‘sen birak’ denildiginde zor mu kullandilar. Yoo.. adam zaten biliyordu aldigi oylarin kendisinin marifeti olmadigini.
Dahasi, bu dediginiz sey, AKP’nin ic meselesi. Bundan size ya da bana ne?
“E eee kendi seçilmiş evet seçilmişte seçilirken bunları yapacağını söyleyerekmi seçildi??? ne söyledi ne yaptı???
bir daha seçilebilirmi?????”
Secilemezse secilemez. Baska hersey bitti de bir de bunun tasasi ni tutacagim.
“Bu ülkeyi kim yönetiyor????
iyi olunca kim ben yaptım diye övünüyor!!!!!
Kötü olunca mı şeytan Obama şu bu????
Ne bu lan bütün bunların sorumlusu hükümet iktidar değilmi???????”
Sorumlusu iktidar olsa bile, bunun karsiligi ‘diktator’ kelimesi degil.
“Yalnız bunu kendi çöplüğünüzde yapın!!!!”
Bu ‘copluk’un tekelini size mi birakmaliyiz?
Sirf sizin pasa gonlunuz oyle buyurdu diye mi?
“Yoksa siz anarşi,stsinizde biz jakobenmiyız???”
Evet.
“Bunlar biz özgürlükçü anarşistlerin ikinde değil sembölüde değil
yoksa şimdi bizim elimizde tek kalan anarşizmimizide elimizden alıp”
Sizin ‘Anarsizm’ ne oldugunu bildiginizi hic sanmiyorum. Ileri geri lakirdilar edip ufurmegi, onune gelene kufretmegi anarsizm saniyorsunuz.
Yanlis.
Acikca soylemek yerine, futbol maclarina gitmenizi, orada bol bol kufur edeceginizi de bu sebeple soylemistim.
Simdi nezaketi birakip samimi fikrimi soyluyorum:
Sizin yaptiginiz sey ‘Lumpenlik’tir.
“‘Serbest seçim’ denilen şey, ‘komünist’ iddialı rejimlerdeki, komünist partisine %95 oy verildiği yalanı kadar kaba saba bir yalan olmasa da, oldukça sofistike bir yalandır.”
Buna cok da itiraz etmem; sonucta –hep dedigim uzere– siyaset bir tur tiyatrodur. Cok oyuncusu olan, cogu zaman da bir ‘lead character’in etrafinda sergilenen bir oyun.
“‘Serbest’ demeseniz ‘seçim’e bir itirazım olmayacaktı da, bu ‘serbestliğin’ ne menem bir şey olduğu ortalama zekâ sahibi biri için bile son derece açıktır. Bir kere daha baştan, piyasa mekanizmaları bu ‘serbest’liği ortadan kaldırır. Burjuva düzeninde sermaye partileri sermayenin gücüyle açık fark yaparlar. ağzınızla kuş tutsanız onlarla yarışmanız mümkün olmaz.”
Bu, evet, isler genel anlamda –nufusun geneli icin– boyledir; ama, kirilma anlarinda farkli cereyan eder.
Mesela, bir secim olmamakla beraber, secimden cok daha iyi kristalize etmek karakteri olan, halk oylamasinda (plebisit’te) Britanya ahalisinin Brexit’e oy vermesine bakabiliriz.
Bildiginiz uzere, sermaye vb hep tersini pompaladigi halde, ahali Brexit’i secti. Herkes icin de bir surpriz oldu.
Demem o ki, her zaman hersey cok da ‘egemen’lerin istedigi gibi olamiyor.
Secimler (serbest secimler) icin de benzer seyleri soyleyebiliriz. AKP’nin ilk isbasina gelisi de biraz boyle degil mi?
“Hadi bunu bırakalım bir yana. Milletvekilleri partilerin tek kişi diktatörlükleri tarafından (partinin hakiki ya da fiili başkanı ile dar çevresi tarafından) belirlenirler. Önseçim falan da tammen palavradır yani. Böyle bir partiler ve seçim sistemine ‘serbest’ adını takmak ancak burjuva diktatörlüğünün gönüllü sözcülerinin işi olabilir.”
Bunu boyle soylemek kolay da, fanusta yasamadigimizi da gormek lazim.
Bu memlekette, ister sag olsun ister sol, ister legal isterse de ilegal, her turlu siyasi orgut lideri ile yasar, lideri ile olur.
Ayrilmalar da, arinin ogul vermesi misali, yeni bir liderin actigi sancak etrafinda olur.
Dolayisi ile, evet, halk lidere oy verir (ne kadar verirse artik). Ve, o da, bu mesruiyet cercevesinde, partide-martide gorev alacak olanlari, MV’leri filan kendisi belirler.
Bu bizim (ister sag olsun ister sol, ister legal isterse de ilegal) hayatimizin yerlesik bir gercegidir.
Degisse daha iyi mi olur?
Belki.
Ama, secmen kitlesinde bu yonde ciddi bir arzu hic bir zaman vaki olmus degil.
Bu durumda, ister sag olsun ister sol, ister legal isterse de ilegal, her kesimde yaygin gorulen bu “burjuva diktatörlüğünün gönüllü”lugunun sorumlusu niye ben oluyorum?
Hocam bu sistemde tartışmaya cevap nasıl yazılır bilmiyorum ama. Söylediğiniz sözü inkar etmeniz (söz arşivde dururken), yaptığınız yorumu inkar ederek, “cadı avına katılmak istemiyorum” gibi bir bahane üretmeniz, kusura bakmayın da sizi aklamaz. yaptığınız değerlendirmeler yanlışsa, erken analiz yaptım diyerek özür dileyebilirsiniz pekala, çünkü özür dilemek bir erdemdir. (bir önceki yazınıdaki yorumuma verdiğiniz cevabınıza istinaden yazdım)
Özgürlükçü, muhataplarının dengi değilsin. Bu dilinle, üslubunla, bir de bu idrakınla, sen ancak sözcü gazetesi türüyle muhatap olmalısın. Mesela çölaşan’la iyi anlaşırsınız. Ha, yanlış anlama, ben sana ittir git demiyorum; kal ve devam et. Anarşizmle hiç bir ilgin yok, ama yine de fark etmez.
Eğer yaptığınız darbe destekçisi yorumlardan dolayı bir özeleştiri vermezseniz, sizi her platformda teşhir edeceğimi de buradan apaçık şekilde beyan ediyorum. Adım soyadım belli, beni tanıyan tanır. Hem bu girişime toplumda kirlenmemiş temiz hücreler de varmış diyerek selam çakacaksınız, başarıslığa uğramasına rağmen yenisini bekleyin gibisinden sözler kullanacaksınız, hem de sol-anarşist olacaksınız. bu çelişki sadece Türkiye’de olan bir çelişkidir. bunu düzeltmek için mücadele de bizlere düş
yor.
Necip güzel bir örnektir. AKP ye yedeklenmenin teorisini yapamamak , eveleyip gevelemek, dürüst olamamak ne ararsan var. düskünlük. bir araba bos laf bos arguman zurnanin zirt dedigi yeri atlamak vs vs.özne degil nesne olmanin dayanilmaz düskünlügü
http://www.abcgazetesi.com/darbeyi-protesto-edenler-2-hava-harp-okulu-ogrencisini-de-linc-etmis-24262h.htm
Tekrar ediyorum. Sokaktaki halkimizi isid ile esitlemeyin diyene, bu Kadar sapitilamaz. sokaktakiler bunlardi iste, her partiden misler. hadi oradan.
7 Haziran/1 Kasım, %10 barajı, Binali Yıldırım’ın başbakan, T. Erdoğan’ın (2003’te) milletvekili “seçilmeleri”, D. Bahçeli’nin MHP’nin “serbest” kongrelerinde “serbest” bir şekilde seçilmesi, CHP’de D. Baykal’ın yerine K. Kılıçdaroğlu’nun “serbest” bir şekilde, yani olağanüstü bir durumun sonucu olmadan başa geçmesi vs. vs…
32’DEKİ HABER İÇİN
Kaynak Milliyet. Milliyet gazetesinin sahibi kim?
Hani şu 17 Aralık sürecinde internete telefon kayıtları düşen adam. Tayyip’in azarlaması karşısında “ben ne etmişim” diye yalvaran ve AĞLAYAN adam.
Ama o haberin altında da kaynağın Sabah gazetesi olduğu yazıyor. Sabah’ın “havuz medyası” olduğunu artık uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım.
Bu durumda, söz konusu habere kesinlikle itibar etmiyorum. En iyi niyetli ve saf halimle bile o haberin doğruluk olasılığını %0,001’den daha fazla bulamam.
Dahası, şu anda yayınlanmasına izin verilen tüm haberlerin sadece propaganda amaçlı olduğu açıktır.
Çünkü, zıt görüşlere yer verilmiyor.
Evet, bu kadar basit, şu anda Türkiye medyasında zıt görüşlere yer verilmemesi sebebiyle anlatılanlara İNANMIYORUM.
“Kahraman halk sokakta demokrasi savaşı kazandı” palavrası da dahil.
Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı.
Necip kelime oyunlarini birakip, icerigi olan bir sey yazayim dedi ve onda da su secim sistemini “serbest secim” diye tanimladi. Siyasal Islamcilar’in yaptigi en iyi seyi yapiyor bu sitede, laf ebeligi.
Adam yasama, yurutme ve yargi butun gucleri eline almis, anayasa ve kanun hicbir sey tanimiyor. Sanki cok guzel bir bokmus gibi diktator degil de efendim otoriter diyor. Sonra da secimler serbest deyip demokrasiye vurgu yapiyor kendince.
Bence icerigi olan seyler yaziyorsan yaz da laf ebeligi yapacagim diye kirk satir yazma bosuna.
“diktatör” teknik bir terimdir. İsteyenin farklı anlam yükleyebileceği bir kavram değildir. Erdogan’a diktatör derseniz, hitler’e, evren’e ne diyeceksiniz?
Sokağa çıkıp darbeye direnen insanları ışid’e bağlayan anonim; sağcılar da Gezi’yi, yağma yapıp dükkan soyanlarla eşitliyorlardı. Senin bu yaklaşım da aynısı oluyor.
Necip’in düşünceleri bu sitedeki birininkine çok benziyor -hatta aynı, sadece görünüşte zıt. O mevcut dünyada herşeye karşı olma iddiasındayken Necip de herşeyi onaylayarak her karşıtlığa karşı çıkıyor. Bir de, Necip’e göre hiçbir şey yapmaya gerek olmadığından düşüncelerinin uygulanmasına gerek yok, öbürününkiler ise uygulanması imkansız düşünceler.
Mesajı, kamufle edilmiş küfürleri çıkararak yeniden yollayınız. Admin
Mesajı, kamufle edilmiş küfürleri çıkararak yeniden yollayınız. Admin
“su secim sistemini “serbest secim” diye tanimladi.”
Bakalim neymis:
http://www.mynet.com/haber/guncel/secimlere-29-parti-katilacak-2002222-1
Bu en sonuncu secim. 29 parti katilmis. Bu sayi, bircok Bati ulkesinden kat be kat fazladir.
[Daha oncekilerde katilan parti sayisinin 50’lere ciktigini hatirlar gibiyim. Ama, oturup o listeyi bulmak icin ugrasmadim.]
Secimlere giderken, halkin medya vb araciliiyla etkilenebildigi dogrudur; ama, bu secim sandigina giden kisinin (secmenin) elini tutup nereye oy verecegini belirlemek anlamina gelmez.
Dahasi, bunca secimdir, kimsenin cikip da secimlerde (her secimde her yerde gorulenden cok) hile yaptigini da soyledigini duymadim.
Bu, soyleyen hic cikmadi anlamina gelmiyor tabii ki.
Secimlerde yuzkarasi sonuclar alanlarin, mazeret olarak “Hakim bey, parami vermeyince anladim ki tecavuze ugramisim” deyisi kadar inandirici oluyor ve en cok bir hafta sonra da bu laflar ortadan kaybolur.
Durum buyken, yapilan secimlerin neden yeterince serbest olmadigini birisi bana anlatirsa mutesekkir olurum.
Anlatmam, çünkü sende anlama niyeti görmüyorum.
Siyasî partiler yasası; başkanlık saltanat sistemi… yüzde 10 baraj… ve sair faşizan yasa ile yapılan seçimler daha baştan demokratik değil…
ve
Basın özgürlüğü yoksa
örgütlenme özgürlüğünün önünde engeller varsa (düzene, iktidara, devlete yalaka örgütlenme özgürlüğünden söz etmiyorum)
Hukuk sistemi bağımsız değilse Tüm TV ve yazılı basın ele geçirilmiş, muhalif gazeteciler işsiz bırakılmışsa,
muhalif bir partinin seçim bürolarına, mitinglerine bombalarla saldırılmışsa,
Cumhurbaşkanı anayasayı çiğnemiş, tüm devlet imkânları ve polis ve hukuk ve istihbarat ve “derin devlet” iktidar partisi için seferber olmuşsa,
seçime hile karışacağı inancı ile oyum işe yaramaz duygusu ile oy atanlar azımsanamaz sayıda ise,
muhalefet kazansa bile bir kargaşa çıkarılacağı duygusu ile oy veriliyorsa…
..
orada seçimler serbest mi sayılır?
Necip sen oyunu AKP’ye verdin! Bunu biliyoruz.. Neden verdiğini itiraf et de o rezil ruhun “kurtuluşa” ersin…
“7 Haziran/1 Kasım, %10 barajı, Binali Yıldırım’ın başbakan, T. Erdoğan’ın (2003’te) milletvekili ‘seçilmeleri’, D. Bahçeli’nin MHP’nin ‘serbest’ kongrelerinde ‘serbest’ bir şekilde seçilmesi, CHP’de D. Baykal’ın yerine K. Kılıçdaroğlu’nun ‘serbest’ bir şekilde, yani olağanüstü bir durumun sonucu olmadan başa geçmesi vs. vs…”
Kategorik seyler soyleyip, munferit ornekler veriyorsunuz.
Sunu demek istiyorum:
Bu dedikleriniz (verdiginiz ornekler) secimlerin serbest olmadigini degil; manipulasyona acik oldugunu gosterir.
Yuzde 10 barajina gelince, evet, kalkmasi daha iyi olur; ama, secime gitmeden hayli once bu barajin varligindan herkesin haberi var. Isteyen, arkasindan dolanarak bunu (isbirlikleri yaparak filan) asabilir. Bu yasak degil.
Konuya donersem:
Secimlerin arzu edildigi kadar ‘serbest’ olmasi icin ne onerirdiniz?
Mesela, bireysel ozgurlukler baglaminda bakinca, benim aklima bazi oneriler gelyor:
1) Secim barajlari kaldirilmalidir.
2) Aday ya da secmen olabilmek icin yas limiti olmamalidir.
3) Aday olabilmek icin egitim seviyesi limiti olmamalidir.
4) Aday ya da secmen olabilmek icin uyruk limiti olmamalidir.
5) Her secmen, istedigi sandikta/sandiklarda, istedigi kadar sayida oy kullanabilmelidir.
6) Her secmen, istedigi anda, istedigi sandik sayim heyetinin uyesi olabilmeli ve uygun gormedigi her oyu iptal edebilmelidir.
Nasil?
DYP-ANAP ittifakı son anda M. Ağar tarafından nasıl sırtından bıçaklandı? Büyük olasılıkla, AKP’nin önünü açmak isteyen bir “dış güç” operasyonuydu.. ve AKP %34 oyla kaç m.vekili aldı.
D. Baykal kaset operasyonu
MHP MYK üyelerine kaset operasyonları.. (Fetö mü yapmış? hem de tek başına.. “bunlar genel..genel” bağırtılarını unutanlar Necipgiller familyası.. Balık hafızalıyız ya.. Kullanmadıkları, kirletmedikleri, sırtından bıçaklamadıkları yok.. sıra sana kadar mı geldi?)
ve şimdi de Bahçeli’yi orada tutmak için yapılan mahkeme tiyatroları..
..
hımm.. demek serbest seçim ha!
Yazılarına bakıldığında aptal olduğun söylenemez.. O zaman sen çok rezil bir insan olmalısın..
Ne için yapıyorsun bu sahtekârlıkları?
Biz de bilelim!
Değer mi gerçekten; bu denli aşağılık olmanın bedeli ne? Olur ya! Belki de değer sebepler vardır…
“Kullanmadıkları, kirletmedikleri, sırtından bıçaklamadıkları yok..”
Gec de olsa, siyasetin sosis imalatina benzedigini gormussunuz. Gunaydin.
“sen oyunu AKP’ye verdin! Bunu biliyoruz..”
‘Bilmek’ kelimesini bu kadar gevsek kullandiginiza bakinca, baska her dediginiz supheli hale geliyor.
Cunku, bilmiyorsunuz. Bildiginizi soylediginiz sey yanlis.
Ben, bugune kadar, AKP ya da degil, hicbir secimde hicbir partiye oy vermedim.
Bunu daha once de bu sitede bir yerlerde yazdim.
Sebebi de basit: Parti siyaseti ile ilgilenmiyorum. Hic ilgilenmedim.
seçimlerin “serbest” olmadığını kabullen de, bir “pardon, yanılmışım” de.. o zaman
demokratik, adil, hakkaniyet, hukuki-vicdanî meşruiyet taşıyabilecek gerçek serbest seçim önkoşullarını konuşalım.
tarihsel hafıza taşımayan salaklar gibi davranmadan; insanlığın yazılı 5000 yıllık evrensel hukuk-deneyimlerini umursamayan mafya geri zekalıları ya da kabilesinin kör alışkanlıklarına sevdalı taşkafalılar gibi meseleye bakmayacaksak…
her bireyin dokunulamaz, devredilemez, vazgeçilemez hakları olduğu temelinde konuşalım…
*
bunlar çok “naif” mi.. evet.. “serbest” seçimler yok! Yakın zamanda da olmayacak… Ve oy kullanmamakta daha da çok sebebin olacak…
Bir kadının, yüzde 50 insanın seçimlerinin serbestliğini de yazıver.. zamanın olursa.. Ve kadın düşmanı, onları köleleştirmeye kararlı bu adamların bize hala “serbest” seçim ortamı yaratma ümidin de mi var yoksa?
Bu iktidar er ya da geç.. kendi ile birlikte, kendini yaratan çürümüşlüğün hak ettiği akıbetıne koşuyor…
100 yıllık Türk kibri, azınlıklara yapılan zulmün bedelinin ödeneceği zamanlara….
sağ kalırsak “serbest seçim” nasıl yapılır, o zaman konuşalım!
“seçimlerin ‘serbest’ olmadığını kabullen de, bir ‘pardon, yanılmışım’ de..”
Oyle, ‘once iman et, sonra da dinin icerigini konusalim’ turunden yaklasimlarla baslarsaniz, konusacak bireyimiz kalmaz.
Bana, once, ikna edici –hep diyorum ya, ayaklari yere basan– seyler soyleyin/gosterin, onlari konusalim.
“Bir kadının, yüzde 50 insanın seçimlerinin serbestliğini de yazıver..”
Hangi ulkeden bahsediyorsunuz?
“sağ kalırsak ‘serbest seçim’ nasıl yapılır, o zaman konuşalım!”
Niye ‘o zaman’?
Simdi bunu kanusmagi engelleyen bir sey mi var?
CHP’nin milletvekili aday adayı Özgenç, “Gazipaşa Havalimanı’na uçak inmez diyorlardı, biz indirdik. Beni yolsuzluk operasyonunda gözaltına alan savcıyla hesaplaşacağım gün büyük keyf alacağım. Ey AKP’liler paralelle yürüdünüz bu yollarda, paralelle ıslandınız yağan yağmurda, şimdi gördüğüm tüm yolsuzluklarda bana herşey sizi hatırlatıyor” dedi GAZİPAŞA’DA 10 yıl Belediye Başkanlığı yapan Cemburak Özgenç dün Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Alanya İlçe Teşkilatı’nı ziyaret ederek, 29 Mart’ta yapılacak olan milletvekilliği ön seçimi öncesi partililerden destek istedi.
Roboski yeter mi diktatörlüğe Necip? Kürdistan’ın 90’lardaki gibi cehenneme çevrilmesi? Tahir Elçi’nin öldürülmesi?
Son örnekleri kabul edilmez bulabilirsin diye -o bölge Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmediği için belki, ki bence ilgilendirir- siyasi iktidara muhalif medyaya, şirketlere, okullara, dershanelere, üniversitelere, özellikle son OHAL’den sonra -bu OHAL de diktatörlüğün bir aracı değil mi bu arada?- el konulmasını, kapatılmasını ya da kayyum atanmasını örnek verebiliriz ama onları da kabul etmezsin gibi görünüyor.
Sevgili Gün ağabey, bu insanlara anti demokratik ortamla diktatörlük arasında fark olduğunu sen anlarsın aslında.
Sen ki kaç darbe yaşadın, kaç diktatör gördün…
Mesela Kenan evren’e diktatör diyebilir miydik? Sonuç ne olurdu? Anlatsan ya biraz bu gençlere…
Tabii ki diyebiliriz. Gelir gelmez ilk yaptığı ilk iş elli inanı ipe çekmek oldu. okullar, spor salonları işkencehaneye çevrildi. Daha ne olsun.
“Durum buyken, yapilan secimlerin neden yeterince serbest olmadigini birisi bana anlatirsa mutesekkir olurum.
bunu sen yazdın…
sonra yanıtını aldın…
ve sonra utanmadan “serbest seçim” iddianı olumsuzlayana
“Gec de olsa, siyasetin sosis imalatina benzedigini gormussunuz. Gunaydin”
sosis imalatı mıydı serbest seçimden kastın..
sonra da
“Secimlerin arzu edildigi kadar ‘serbest’ olmasi icin ne onerirdiniz?
Mesela, bireysel ozgurlukler baglaminda bakinca, benim aklima bazi oneriler gelyor…” diyerek öneriler sıraladın ki, bu seçimlerin serbest olmadığının dolaylı kabulü anlamına gelen önerilerdi..
**
“seçimlerin ‘serbest’ olmadığını kabullen de, bir ‘pardon, yanılmışım’ de..”
Oyle, ‘once iman et, sonra da dinin icerigini konusalim’ turunden yaklasimlarla baslarsaniz, konusacak bireyimiz kalmaz…”
bir ayrıntı sayılabilecek bir olgu değerlendirmesinde yanıldığını dürüstçe kabullenmek yerine, mevzuyu, popon sıkıştığı için, “iman etmek” gibi, bütünsel bir değerlendirme kalıplarına sığdırmaya kalkışmak senin gibi adamın beynine yakışmaz ama belli.. ahlâkına yakışır.. Laf ebesi.
seninle işim bitti..
Senin gibi entelektüel ahiâksız ve kim bilir hangi ruhsal çarpıklıklarının tedavisini burada arayan adamlarla işim olmaz.. Ve elbette “üçüncü” şahıslar için devredeydim. görevimi yaptım..
Hadi ordan! Üçkâğıtçı..
Read more: http://www.gunzileli.com/2016/08/04/tarihteki-diktatorluk-karsiti-darbeler-i-hitlere-karsi-15-20-temmuz-1944-darbe-tesebbusu/#ixzz4Gaaljv6t
“Mesela Kenan evren’e diktatör diyebilir miydik?”
Bana sorulmamis; ama, bana sorulsa da rahatca evet diyebilirdim.
Cunku, secimle gelmis bir iktidari, secim-disi yolla alasagi etmis.
Dolayisi ile, keferenin ‘text book case’ dedigi –okullarda okutulabilcek, akademik ornek cinsinden– bir ornektir 12 Eylul.
“örnek verebiliriz ama onları da kabul etmezsin gibi görünüyor.”
Evet, uzgunum ama, etmem. Cunku, hem secilmis Meclis hem de Hukumet aynen duruyor.
Benim rahatsiz oldugum sey, esasen, su: Otoriterligi elestirecegim diye, alakasiz seyleri lafa karistirmak.
Cocugun, istedigi seyi almasina izin vermeyen ebeveyni icin ‘fasist’ demesi gibi bir sey.
Bu cok ciddi bir zihinsel tembellik.
siyasal arzusuna ait söylemlerinin hayatta karşılığı bulunan insanlar…
yazılı olan ya da olmayan hukuk-teamüllerin önüne geçen şahıs…
*
arzusu bir emir telakki edilir onun! Mekanizma birden harekete geçer.. (Sıkıysa geçmesin!)
*
Akademisyenler ifade özgürlüğünü kullandı! Sonra ne oldu..
Kanıttır..
*
Bilinen soruşturma düzeneği kullanılmadan…
ne çok kanıt var..
O bir diktatör… Şimdilik yalnızca arzu etse de asamıyor!
Stalin de olsa bugün asamazdı.. aynısını yapardı!
Evet, meclis de hükümet de duruyor. Yani sadece duruyor, hiçbir şey yapmadan.Herşeye CB karar veriyor.
Ne küfürü açıkça sansür beğenmediğin kelimeyi……..yap yayımla o an yazdığım yorumu nerde bulayım???
Ne yazdığımı bende merak ediyorum!
Ben kahve kültüründen gelen sıradan insanım benim dilim böyle!!! kasıtlı bir küfürüm yok kızdığım insanın doğrusunuda alkışlarım.
Adminde vardır küfür kelimeleri çıkarıp yayımlayın……..
Yoksa adminde Necipçimi çıktı????
Sol üzerine çemkirmeye başlamaktan önce özeleştiri yapmak cesaretine sahip olmalısın Necip.
Zileli’den örnek vereyim. 1980 öncesinde “Aydınlıkçı” gelenekte yoğrulup, “Maoizm” ve “Stalinizm” kutupları arasında gidip-gelen bir çizgide seyahat ettiğini ve ne hatalar yaptığını samimice (özellikle) “Yarılma 1954-1972” ve “Havariler 1972-1983″te tane tane anlatır. Teşbih münasip ise, Zileli, adeta kendi ruhsal dünyasında günah çıkarır. Şunu da ekleyeyim, bu ülkede o yıllarda var olduğu sanılan “Maoizm” ve “Stalinizm” harbi miydi, (gerçeği nasıl bilinmez…) “gerçek Maoizm” veya “gerçek Stalinizm” denen şeyler var ise, bunlar bu ülkede eğilip-bükülmeden uygulanmak istendi mi, bu kapasitede insanlar var mıydı, bu soruların cevabını aramaya şimdilik çıkmıyorum, sizlere de (siteyi ziyaret edenlere de) şimdilik çıkmanızı önermiyorum. İleride çıkarsanız çıkın ama şimdi değil. Şimdi, şu 15 Temmuz meselesi üzerine kafa yoralım, ötelemeyelim.
“Karni tok, sirti pek olunca; kisi, solcularin sablon sartnamelerinin disinda dusunuyor mu demek istiyorsunuz.”
“Sol cenahın söyledikleri dışındakiler caiz değildir” fetvasını verenleri abartmak, senin kendi beyninde özenle suladığın, şefkatle yapraklarındaki tozu temizlediğin paranoyanın sana yazdırdıkları. Buna ben (veya bir başkası) tedavi bulamam-z, kendin uğraşacaksın, didineceksin, kendi paranoyanı kendin budayacaksın, tabii istekli isen. Zileli de senin yaklaşımını biliyor olmalı ki şunu yazmış, “Anlatmam, çünkü sende anlama niyeti görmüyorum.”
Sadede geleyim.
“Ama, ben o dediklerinizden degilim.”
Emin misin?
Necip, tecrübeli bir mühendis olduğunu ifade etmiştin.
Peki, özeleştiri yaptın mı?
İzah edeyim.
Bütün ülkelerdeki “özel sektör”, başına buyruk değildir. Her ülkedeki, “devlet (hükümetler)” – “özel sektör” münasebetlerinin seviyeleri birbirine benzerlik göstermez. Örneğin, ABD’de özel sektör Türkiye’deki muadili ile kıyaslandığında, “devlet”in kapsamı ve müeyyidelerine göre şekillenip-şekillenmemesi (görece) daha serbesttir. Bunda etken olarak, siyasi, sosyolojik, coğrafi vs. teamüller de, farklılaşmalar de mühimdir elbette, detaya girmiyorum.
Türkiye’de hiçbir (özel, bireysel veya tüzel, farketmez) şirket, “devlet” ile anlaşma yapmadığı müddetçe, ayakta kalamaz.
İktidarda sosyal-demokrat, muhafazakâr tekpartilerin veya koalisyonların olup-olmaması farketmez. Türkiye gibi bir ülkenin, çeşit çeşit “yönetmek” fiillerinde teamüller binyıllardır şöyle sürer gider: Devlet, kutsaldır. Kemal Tahir’in “kerim devlet” tabiri, 20. ve 21. yüzyıldaki Türkiye’nin “devlet algısı” için de en net örnektir.
Bütün ülkelerde aynı şekillerde olmasa da, çoğu ülkelerde “para kazanma” hususu, insanları, alaylı-mektepli ayrımı yapmaksızın, deneyimli olmaya (çoğu zaman da kurnaz olmaya) sevk eder. “Batı ülkeleri”nin çoğunda (Asya’da da artıyor bu ülkeler. Ama öncülük hâlen “Batı”da), mühendisler, para kazanmayı daima düşünmeye muhtaç edilmediği sosyo-iktisadî sistemler içinde yaşarlar, örneğin, fabrikadaki üretim bandı başında veya bilgisayar başında SolidWorks-Siemens NX-SAP vs. uzmanı olarak bir mühendislik hayatı yaşayabilirler. Türkiye gibi bir ülkede ise, mühendislerin de kâhir ekseriyeti, kendi mesleklerinin özünü icra etmelerinin üzerine, para kazanmayı da ciddi ciddi düşünmek zorundadır.
Necip, sen tecrübeli bir mühendis olarak, “devlet” ile “iş yaparken”, ihaleler altına kendi şirket(ler)inin (veya istihdam edildiğin şirket-ler-inin) imzasını attırabilmek için kaçar takla atarak bir ömür yaşadın ve belki de halâ yaşıyorsun? Türkiye’de “devlet”le el sıkışmadan ayakta kalamayacak bir özel sektör çalışanı olarak sen, Necip, cüzdanını karnın tok, sırtın pek olacak şekilde doldurdun mu?
Yukarıda da yazdığım üzere, sol üzerine çemkirmeye başlamaktan önce, solcuların tamamen duygusallığı-duygusuzluğu üzerine polemik inşa etmekten önce, solcuların makarnacı olup-olmadığı paranoyalarını ortalığa saçmaktan önce, özeleştiri yapmak cesaretine sahip olmalısın Necip.
Yaz cevabını…
“diyerek öneriler sıraladın ki, bu seçimlerin serbest olmadığının dolaylı kabulü anlamına gelen önerilerdi.”
A benim sevimli ve dahi aydinsi sazanim: O yazdigim seyler ciddi birer oneri degildi; oltaydi –bir tur zeka testiydi.
O ‘oneriler’, evet, bireysel ozgurluk baglaminda anlamli gibi gorunse de, toplumsal acidan muthis ve bitmez tukenmez kaotik sonuclar doguracak bir receteydi.
O recetenin –tamamini bosverin– yarisi uygulanacak olsa, ilk secimde karmasa ve ekonomik cokus, ikinci secime varmadan once feodal yapilar, ardindan da –artik coktandir illallah diyen ahalinin gonullu olmasiyla– fasizm gelir.
“seninle işim bitti..”
Benim ise, sizinle hic isim olmadi.
Ote yandan, bir eglence kaynagi idiniz –tesekkur ederim–; sizi ozleyecegim.
“Ve elbette ‘üçüncü’ şahıslar için devredeydim. görevimi yaptım..”
Bu ‘üçüncü’ sahislara –her kim iseler– selamimi soyleyin; ve, “bula bula bunu mu buldunuz” dedigimi de iletiniz lutfen.
Gün zileli ve Necip beni yanlış anlamış.
“Kenan evren’e diktatör diyebilir miydik?” derken, o dönem diyebilir miydik, deseydik başımıza neler gelirdi, bunu kast etmiştim. Yoksa elbette Kenan evren tam bir diktatördü.
evet denebiliyordu. Ezop dili kullanılarak da olsa, denilebiliyordu. 1930’lara kadar Stalin’e bile denilebiliyordu. (açıktan yani). Bu bakımdan bir diktatöre diktatör denilebilmesi onu diktatör olmaktan çıkartmaz. Sadece diktatörlüğünün mutlak olmadığını, henüz olamadığını gösterir.
açıktan denilemediği noktaya gelindiğinde zaten çok geç olmuş olacaktır.
Evet, ezop diliyle Cüneyt arcayurek yazıyordu ama o yazılarda diktatör lafı edilemediği halde, ona bile tahammül edemeyip yasakladılar diye hatırlıyorum.
Şimdi ise bol bol denilebiliyor. Diyene hiç bir şey olmuyor. Küfür ve hakaret edenlere bile ancak yargı yoluyla karşılık veriliyor. Diktatörlük nerde görülmüş!
Etkili adam, ama yine de her istediğini yaptiramiyor.
İleride diktatör olur mu? Olabilir. Ama o zaman asıl mücadele başlar. Çok geç olmuş değil, yeni başlamış olur.
Yine arkadan gelen karpuzcuyamı gülüyoruz gün abi
Önerilerin bunlar…
“…5) Her secmen, istedigi sandikta/sandiklarda, istedigi kadar sayida oy kullanabilmelidir.
6) Her secmen, istedigi anda, istedigi sandik sayim heyetinin uyesi olabilmeli ve uygun gormedigi her oyu iptal edebilmelidir.”
———-
Demek bu bir zekâ testi.. Bunların ciddiye alınacağını sanmak da bir zekâ testi.. Konuyu doğrudan konuşmak yerine böyle sulandırmaya kalkışmak da bir zekâ göstergesi…
*
Türkiye’de özellikle son bir kaç seçimin serbest olduğunu iddia eden ya aptal bir zihindir, ya da senin gibi (kim bilir hangi tuhaf-kuşkulu motivasyonla yazan) faşizan dünyanın bir elemanı olabilir.
Örneğin 1 kasım seçimlerinin serbest-meşru olduğunu savunanın “demokrasi” kültürü ile bağı kopmuştur..
Beyni kapitalist-faşist egemen sınıf kültürünün kemiği ya da kültür hegemonyasıyla ele geçirilmiş olan, hele böyle “okumuş-akıllı” cümleler kuran benim gözümde tiksindirici birisidir.
Yanlış yerdesin, gelen geçene saldıran.. “köyün … ‘i”sin… Sesinden rahatsız olmuştum.. yazmıştım.. Alıştım bu tekdüze sesine..
“Basın özgürlüğü… sadece yasaları değil, teamülleri de değiştirir.”
Halk egemenliği ve basın özgürlüğü .. tamamen bağlantılı iki şeydir.
Sansür ve genel oy .. birbirlerine karşıt olan .. birbirleriyle karşılaşamayan iki şeydir…”
(1835 )
.. Anayasa çiğnenmesi, HSYK filan.. geçelim bunları..
*
Cumhurbaşkanına hakaret, yasa koyucunun “tarafsız” cumhurbaşkanı varsayımı ile düzenlenmişken.. Partili ve yürütmeye hükmeden bir Başkan, bu yasayı aynen, ruhuna aykırı şekilde kullanabilir mi? İfade özgürlüğüne en ağır engeli haline geldi yasa.. Terör yasası sanki..
**
Bir burjuva aristokrat bunları yazarken, 180 yıl sonra bir adam çıkmış utanmadan, ülkede “serbest” seçimler olduğunu iddia ediyor.
Danışmanlık kadrosunda yer arıyor olmalı… Yazık ki, burada değeri bilinmiyor!
Yerini, dünyasını şaşırmış Necip, acınası bir karakter olmalı… Siyasal literatüre , burjuva Avrupa’lıya göre bile, Faşistik sayılacak seçimlere (1 kasım özellikle) burada “serbest” diyecek kadar pervasız.
IŞİD’le iş tutanların siyasal dünyasına gösterdiği sempati-kayırma…
*
Bu denli riyâkâr, bu denli çarpıtma, her şekilde yanıt verme iddiası; şirret bir yavuz hırsız gösterileri.. Polis olabilir mi? Olmayabilir ama .. polis ise de şaşırmam… Kışkırtmaya dayalı söylemi.. Ve “AKP’ye oy vermedim” iddiası bir kanıt olarak sayılabilir! Ama bu da onun sorunu! Burada “terörist” yok ki!
Neyse.. benden bu kadar…
burada, kendi dünyasına aykırı-hiç iletişim kuramayacağı bir sitede.. bu denli yazı-zaman harcanması..
—-mesai yapıyor olmalı!
“Bütün ülkelerde aynı şekillerde olmasa da, çoğu ülkelerde ‘para kazanma’ hususu, insanları, alaylı-mektepli ayrımı yapmaksızın, deneyimli olmaya (çoğu zaman da kurnaz olmaya) sevk eder.”
Ditto.
“‘Batı ülkeleri’nin çoğunda (Asya’da da artıyor bu ülkeler. Ama öncülük hâlen ‘Batı’da), mühendisler, para kazanmayı daima düşünmeye muhtaç edilmediği sosyo-iktisadî sistemler içinde yaşarlar, örneğin, fabrikadaki üretim bandı başında veya bilgisayar başında SolidWorks-Siemens NX-SAP vs. uzmanı olarak bir mühendislik hayatı yaşayabilirler.”
Ditto.
Fakat, eklemem lazim: Ben ‘muhendis’ dedigim zaman, sadece ilgili daldaki diploma sayesinde/yuzunden yapilan gunluk rutin gorevleri kasdetmiyorum. Daha dogrusu, bu gorevler kapsamindaki teknisyenligi (ki, o gorevlerin cogu boyledir; hele de baslangiclarda) degil; problem tespiti ve cozum uretmegi, sistem analizi ve cozum uretimi filan kastediyorum. Bu apayri bir ‘level’dir.
“Türkiye gibi bir ülkede ise, mühendislerin de kâhir ekseriyeti, kendi mesleklerinin özünü icra etmelerinin üzerine, para kazanmayı da ciddi ciddi düşünmek zorundadır.”
Her yerde, her meslekte bu boyledir.
“sen tecrübeli bir mühendis olarak, ‘devlet’ ile ‘iş yaparken’, ihaleler altına kendi şirket(ler)inin (veya istihdam edildiğin şirket-ler-inin) imzasını attırabilmek için kaçar takla atarak bir ömür yaşadın ve belki de halâ yaşıyorsun?”
Simdi.. ‘devlet’ derken ne kasdettiginizi konusmamiz lazim.
Once de, herhangi bir satis/satinalmanin sozkonusu olmadigi yerlerden baslayaylim isterseniz. Diyelim ki, bir isyerinde sorumlu bir makamdasiniz. Atiksu, baca-gazi, is guvenligi vs vb baglaminda ‘devlet’le mihatap olmak zorundasinizdir.
Bu muhataplikta, karsi tarafin ‘devlet’ olmasinin dogru olup olmadigini sabahlara kadar tartisabiliriz. Bazi ulkelerde oyledir, bazilarinda degildir cunku.
Neyse.
Karsinizda, otoriteyi (bu ulkede ‘devlet’i) temsil eden bir kurum ve onun temsil ettigi bir ya da bir kac birey vardir. Bu bireyler de –haliyle– birer insandir. Kimisi, kategorik olarak, ‘sermaye’ye (hatta ozel tesebbuse) soguk bakar, kimisi de bakmaz. Dolayisi ile, ta en basindan, bir degisken bireysel tavir ile muhatapsinizdir. Yani, devletin hic de oyle homojen bir yapi olmadigi gercegi ile yuzyuze gelirsiniz.
Hele de mevzuat degisikligi filan olmussa, isler iyice karisir. Yeni duzenlemeye gecmek icin yeterince zamanin olmadigini, ya da talep edilen seylerin bu iskolunda anlamli olmadigini vs anlatmak icin gobeginiz catlar. [Bir aralar, TSE her turlu urunun uzerine son kullanma tarihinin yazilmasini sart kosmustu mesela. Diyelim ki, bir ornek, siz vida/civata imal ediyorsunuz. Ne yazacaksiniz? Ya da, insaat yapiyorsunuz. Binanin son kullanma tarihi ne olmali? Filan. Bu tur seylerin, konunun teknik ilgilileri ile tartisildigini bilirim.]
Bu tur seylere bakarak dahi, sadece bunlara bakarak dahi, o gorevlerde olan kisilerin ‘devlet’ karsiti olmasi isten bile degildir. Oyle ya, siz onca ugras disin ile bir seyler yapmak icin oradasiniz, ve haricten gazel okuyan sayisiz kisi ya da kurum ile de ugrasmak zorundasiniz.
Fakat, kisa zaman icinde hayatin gerceklerinden birisi oldugunu gorup, o problemi de cozmek gerektigini kabullenip yola devam etmek gerektigini gorursunuz. Ya da birakip gidersiniz.
Simdi de gelelim ‘devlet’ ile musteri/tedarikci iliskisine: Yukarida saydiklarim aynen vardir da, bir de sartnameler filan gibi vaka bazinda degisen seyler girer devreye.
Sartnameler durust birileri tarafindan hazirlanmis ise basiniz buyuk bir ihtimalle beladadir; cunku, ‘devlet’ kendisini yuzde yuz garantiye alacak sekilde hazirlanmistir. Bir sey aksi giderse, kendi basinizin caresine bakmak zorundasinizdir (cezai hukumler filan caba).
Yok, cok da durust hazirlanmamissa, zaten basiniz beladadir; cunku, rakiplerinizde birini korumak gayesiyle, sizi pesinen engelleyici bir niyetle yazilmistir.
Hadi diyelim, butun bunlari gectik bir sekilde; urettiginiz mal veya hizmetin teslimi asamasi vardir. O noktada da devreye ‘insan faktoru’ (‘takdir hakki’) girer. Kimsenin aklina gelmeyecek –subjektif– bir sebep yuzunden red yiyebilirsiniz –ayrica, red yediginiz icin de cezai hukumler isletilebilir. Batabilirsiniz.
Daha da uzatabilirim; ama, bu kadar bas/goz agritmak yeter.
Suna getirmek istiyorum: Evet, muhendis ya da degil, bir sey (mal/hizmet) uretmek belli derecelerde zorluklar icerir. Bunlari satmak da kolay degildir. Dahasi, sattiginiz seyin bedelini tahsil etmek de.
Bu dedigim islemlerde muhatabiniz ‘devlet’ ise, evet, bu, daha buyuk ve daha beklenmedik riskler anlamina gelebilir.
Ama, bu sadece ‘devlet’ sozkonusu oldugunda boyle degil ki.
Size bir anekdot vereyim:
Oldukca (cok iyi) uretim yetenegi olan, orta olcekli bir sirketin genel muduru, bir toplantida –hasb el kader– ‘Northrop Grumman Corporation’un tepe yoneticilerinden birisi ile tanisir; ve, onlara uretim yapmak arzusunu dile getirir. Aldigi cevap sudur: “Kac kisilik hukuk departmaniniz var?”
Dikkat edin, adam “ne uretiyorsunuz?” filan sormamis.. hukuk departmaninin buyuklugunu sormus.
Bunu bana anlatirken, sozkonusu genel mudur, hayretler icinde, “ne kac kisisi, ne departmani, bizim part-time calistigimiz hepi topu bir-iki avukat var yahu” dedikten sonra, boyunun olcusunu aldigini, artik o hulyayi kovalamagi aklindan bile gecirmeyecegini soylemisti.
Bunu, ABD’de ‘devlet’in daha az oldugunu soyleyenler icin verdim. ‘Devlet’ daha az olunca sorunlar da –aslinda– azalmiyor. Sizin toplam calisan sayinizdan daha buyuk bir hukuk departmani tarafindan en ince detayina kadar hazirlanmis bir sozlesmeye imza atmaniz demek, sizin uretiyor oldugunu bir siparisi aniden iptal edebilmelerini de icerir ve baska hic bir yere satamayacaginiz bir urunle cascavlak ortada kalirsiniz.
[Acikli bir ornegi de sudur: 80’li yillarin basinda Libya’ya ihracat yapan bir melamin tabak imalatcisi, aniden bir faks alir. Siparis iptal olmustur. Siparis ise, uzerinde Muammer Kaddafinin resmi olan tabaklardir. Milyonlarca dolar. Adam, caresizlik icinde “simdi ben bunlari kime satacagim” diye feryad figan gezdi; sonra da batti.]
Bu arada, bilerek yakin zamandan ornek vermiyorum –cevap hakki dogmasin diye 😉
“Türkiye’de ‘devlet’le el sıkışmadan ayakta kalamayacak bir özel sektör çalışanı olarak sen, cüzdanını karnın tok, sırtın pek olacak şekilde doldurdun mu?”
Sizin anlamak istemediginiz (oyle tahmin ediyorum) sey su: ‘Devlet’ dedigimiz mekanizma (duzenleyici yonuyle) kendiliginden olusmus bir sey degil. Turlu cesitli (sermaye, sendikalar, tuketiciler, uluslararasi anlasmalar, sozlesmeler vs vb) lobi gruplarinin baski ve yonlendirmeleriyle bir suru fonksiyonu ustlenen bir yapidir.
Kendi icinde kimisi (kimi zaman) uyumlu, celisen hatta celisen bir suru alt birim ve dahasi bireylerden olusur.
Boylesine –amorf ile homojen arasinda– degiskenlik gosteren bir yapiyi, anthromorphize etmek (insani bir cisimmis gibi gormek/gostermek) bence ciddi bir analiz yetersizligidir. Dahasi, ortulu bir sekilde ‘devlet’i kutsamaktir.
Ben oyle yapmamak gerektigini cok uzun zaman once idrak ettim.
Simdi de, sizin sordugunu soruya cevap vereyim: Evet, orta seviye uzerinde bir birikimim ve gelirim var. Bu, sizin gozunuzde, beni karni tok sirti pek yapar mi; bilemem.
“Yukarıda da yazdığım üzere, sol üzerine çemkirmeye başlamaktan önce, solcuların tamamen duygusallığı-duygusuzluğu üzerine polemik inşa etmekten önce, solcuların makarnacı olup-olmadığı paranoyalarını ortalığa saçmaktan önce, özeleştiri yapmak cesaretine sahip olmalısın.”
Gecen gun bu konuda biraz dusundum. ‘Sol’ demenin cok da dogru olmadigina karar verdim. ‘Muhalif’ demek daha dogru olur gibi gorunuyor.
Uzaktan bakinca, “yok” anlaminda “aralarinda ne fark var?” sorusu sorulabilirse de, bence ciddi fark var.
‘Sol’, tarihsel baglaminda, ‘ezilenler’e arka cikmak demektir. Bati’da biraz, belki; ama, bizde neredeyse hic oyle olmadi.
Buna karsilik, her zaman cok sayida ‘muhalif’ oldu. Degisik sebeplerle sergilenen bu muhalefet de her zaman konjonkturel oldu. Pastadan/iktidardan yeterince pay alamadigini dusunenler, daha sonra –bir sekilde– bu problemi giderince, artik –haliyle– muhalif olmaktan ciktilar; yerine baskalari geldi.
Kisacasi, konustugumuz konu prensipler filan uzerine bina edilmis, kalici bir cozum uretmek amaci gutmeyen, cikarlarin yeniden duzenlenmesi icin palyatif onerilerden olusan sikayetlerdir.
Bunun yanlis oldugunu soylemiyorum; ama, boyle olmadigini one surup ‘moral high ground’ taleplerini dile getirenlerin samimiyetlerini sorgulamak gerektigini dusunuyorum.
“Demek bu bir zekâ testi..”
Evet. Ve, belli ki sizi iskalamis.
“Türkiye’de özellikle son bir kaç seçimin serbest olduğunu iddia eden ya aptal bir zihindir, ya da senin gibi (kim bilir hangi tuhaf-kuşkulu motivasyonla yazan) faşizan dünyanın bir elemanı olabilir.”
Yeah, yah.. sadece bu iki ihtimal var; baska ne olabilir ki zaten?
Bakiniz. Su kadarini anlamak icin bir gayret sarfetmeniz gerekiyor, anlamli bir seyler soylemek icin:
Sizin istediginiz parti secilemiyorsa, o secimlerin serbest olmadiginin ispati anlamina gelmez.
Kendi ya da tuttugunuz partinin beceriksizligini boyle ortemezsiniz.
Farkindayim, boyle bir seyi idrak etmek sizi cok zorluyor; ama, gayret etmelisiniz.
“Örneğin 1 kasım seçimlerinin serbest-meşru olduğunu savunanın ‘demokrasi’ kültürü ile bağı kopmuştur..”
Fevkalade yuvarlak bir laf. Peki de, tam olarak ne diyorsunuz?
“Yanlış yerdesin, gelen geçene saldıran..”
Sunun surasinda kendi fikrimi yaziyorum.
Bunlari birer saldiri olarak aliyorsaniz, malesef yine demek zorundayim, size benim yardimci olmam zor hatta imkansiz.
Bir sekilde rehabilite olup, fikirlere –hakaret/kufur veya kovmaga calismak yerine– fikirle cevap vermegi ogrenmelisiniz.
64 ve 66 daki fikirlere, fikirle yanıt vermeyen, zekâsını ele veren aptal bir zeka testi ile konuyu sulandıran, “utangaç” faşist, balık aklı ile unutmuş yazılanları…
kalkmış “fikrine” yanıtlar verildiği halde yeniden fikir istiyor..
Bu yazılanlara, faşizmin tüm belirtileri ile yok edilmiş seçim meşruiyetine ait kanıtları kalkmış “manüplasyon” diyerek geçiştiriyor… lafebeliğine teşne aklı ile kurnazlık cümleleri kuruyor.
Allah versin! Sen insanca fikirlere kapalısın..
Seni bu görevden alsınlar!
“Seçim” küçük[bir sözcük]tür ama mide bulandırır.
“Demokrasi” de (özellikle 15 Temmuz’dan ve son mitinglerden sonra) tıpkı “seçim” gibi küçükamamidebulandırır.
Erdoğan “seçilmiş kişi”dir. “Kuvvetler ayrılığı”nı ortadan kaldırarak Güc’e yeniden denge getirmiştir. Karanlık taraftan yana bozulan dengeyi AK taraf lehine düzeltmiş, kehaneti doğrulamıştır.
65 yıldır aşağılık düzen partisi önderlerinin hükmündeki ülkede Necip evlatlar ürer.
Tüm parti milletvekillerini şahsen seçme yetkisi tanınmış siyasal parti yasa-düzenlerini demokrasi sanan salaklarla tartışmak kolay değil…
Siyasal Partiler yasası ile RTE’ler ürer. (Her parti için ön seçim zorunlu olsaydı RTE, bu gücünün onda birini ele geçiremezdi.. ) Bu da mı manüplasyon!
Zekâ testiymiş.. Tarih-sosyoloji ilişkisini kavramayan zekâ, “yırtıklık” denilen faaliyetlerle iştigal eder.. Ediyor da…
Ve hâlâ kimse bu garabeti konuşmaz..
Ve Necipler takımı da papağan dilinde yazar durur.
Herkesin salak ya da salağı oynadığı yerde “kral çıplak” diyenin “hain” denilerek çarmıha gerileceği ülkede Necipgiller konuşur-yazar durur…
Çeteleşmiş bu siyaset dünyasının mahvedeceği bu ülke ile Necipgiller gurur duyacaktır…
Az kaldı!
Bu toplumsal-siyasal-tarihsel arlanmaz ahlâksızlığın çarpacağı, unufak olacağı kaya-duvar çok yakında…
Necipgilleri o zaman göreceğiz.. Nice masum cesetlerin, savrulmuş kahırlı hayatların müsebbibi-suçortakları olduklarını bilsinler…
3 yıla kalmaz… Kanlı tabloyu o hastalıklı-sefil ruhlarının gözleriyle görecekler..
—
dilerim yanılırım…..
Bu Necip denen adamın enter tuşuna fiili bir mahallede bulunmak lazım. Yoksa Ahmet Hakan virüsü onu da yok edecek. Sana gelirsek Zileli, 3 yıldır takip ediyorum seni ve çokça özeleştirine şahit oldum. Darbe destekçisi yorumlarından dolayı özeleştiriyi ne Zaman yapacaksın acaba merak ediyorum. Yazıların orta yerde duruyor tarihleriyle beraber.
… Türkiye’de ise çok farklı bir durum sözkonusudur, çünkü toplumumuz hâlâ kendi Ortaçağı ile, Ortaçağ kalıntısı sınıf ve zümrelerin ekonomik çıkarları, siyasi partileri, düşünsel savunularıyla cebelleşiyor…
… Yeni Türk devletinin bu noktadaki problemi, Osmanlı’dan yeterince kopamamaktı…
(Halil Berktay – İktisat Tarihi: Osmanlı Devletinin Yükselişine Kadar Türkler’in İktisadî ve Toplumsal Tarihi – Türkiye Tarihi 1. Cilt: Osmanlı Devletine Kadar Türkler, s. 38/50)
Tuhaf. Nerede bu adam? Ya istifa etti, ya da görevden alındı? “Deşifre oldun lan!”
RTE seçilmiş kişi… demek.
Peki.. fosseptik çukurunda son bulacak bu yolculuğunun kılavuzu ile önünde kalan yıllara iyi bak…
gelecek 3 yılda kaç “hain” ve kaç “şehit” ölüsü üretecek “kılavuz” yolculuğunda…
dilerim her iki listede de adın bulunmaz…
98 ironiyi anlamamış