Sol’un Akıl Sağlığı !?!

Hayatımın 30 yılında (1962-1992) Marksist-Leninist (hatta Maoist!) bir solcuydum.  Geri kalan aşağı yukarı otuz yılı da (1992-2024) solda yer alan bir anarşist olarak yaşadım. Eh artık, yolun sonu göründü gibi.

Solla bu yakın bağlantım, Türkiye’de solun gelişmesi (ya da gelişmemesi) ile yakından ilgilenmeme yol açmıştır, doğal olarak. Adeta yakın bir akrabanızın sağlığıyla ve geleceğiyle, uzaktan ya da yakından onun ne yaptığıyla ne ettiğiyle ilgilenmek gibi bir şey…

Bugünlerde solun “akıl sağlığı” beni oldukça endişelendiriyor. “Sanki eskiden çok mu iyiydi akıl sağlığı” diyebilirsiniz. Bu doğru ama şimdiye kadar hiç bu kadar endişelenmediğimi belirtmeliyim.

Örneğin, Flutv’deki son programda “Çarlık Rusya’sındaki sürgün ve hapishane koşulları Stalin Rusya’sındakinden çok daha iyiydi” dediğim için Stalinist sol neredeyse aklını kaçırdı ve bana saldırıya girişti. Bunun sayısız örneğine sosyal medyada, özellikle Twitter’da rastladım. Örneğin biri, bunu dedim diye anamı “sinkaf edeceğini” bile söyledi. Çoktan ölmüş anamın bu tür şeylerle ne ilgisi olduğunu anlayamamakla birlikte, böylesine ağır bir küfrü “Anneme bir sorayım, kabul edecek mi?” diye şakaya vurarak geçiştirmeye çalıştım. Bazı akademisyenler, “benim yüzümü görmeye, sesimi duymaya bile tahammül edemediklerini” belirttiler. Bununla birlikte, “bunamış” olduğuma ilişkin “teşhis”lerini uluorta ortaya sermekte bir sakınca görmediler. Solcu bir akademisyenin biraz daha sakınımlı olmasını beklerdim. Tabii ki eleştirebilir ama bunu bir akademisyene yakışır şekilde karşı argümanlarını sıralayarak yapması daha iyi olurdu.

Solun bu fütursuzluğu sadece Stalinist arkadaşlarla kısıtlı değil. Çoğu, kutsal ikonlarına dokunulmuş bir din insanının göstereceği tepkileri gösteriyor. Daha da tuhafı, son örneğini bugünlerde yaşadığımız gibi, küçük bir “komünist” adlı fraksiyon içinde çıkan “mülkiyet” kavgasında birbirlerinin kapılarına dayanmaları ve ev basan bir polis timinden farksız bir şekilde, “aç ulan kapıyı” diye bağırmalarıdır. Halbuki daha birkaç yıl önce başka bir fraksiyon kavgasında birlikteydiler. Ne oldu? “Mülkiyete karşı” olan bu arkadaşlar, bir mülk sahibini bile gölgede bırakacak şekilde örgütü mülkiyetleri olarak görüyorlar. “Miras” ve mülkiyet daima akrabaların birbirinin gözünü oymasına yol açar.

Gelelim, şu meşhur, “Çarlık hapishaneleri ve sürgünleri”yle Stalin hapishaneleri ve sürgünleri kıyaslamasına. Bunu, Kaos Yayınlarının bastığı Sovyetler Birliği’nde Devlet Terörü ve Gulaglar (2021) kitabımın “Kıyaslamalar” bölümünde örneklerle açıklamıştım ama burada da bir kere daha açıklayayım. Bu bölümde vardığım yargı şudur: “Gulag kamplarıyla Çarlık dönemindeki Sibirya sürgün yerleşimlerini kıyasladığımız zaman Çarlık dönemindeki sürgün yerlerinin Gulagların yanında tatil kampı, Çarlık döneminin ünlü kotorga mahkûmlarının Gulag mahkûmları yanında, geziye çıkmış turistler gibi kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.” (s. 307)

Bundan sonra Soljenitsin’in, Yevgeniya Ginzburg’un, Anne Applebaum’un, Simon S. Montefiore’nin, Pasternak’ın, Anatoli Ribakov’un, Lev Tolstoy’un, Dostoyevski’nin, yaşadıkları dönemdeki Çarlık hapishaneleriyle ya da Gulaglarla ilgili anlatımlarına yer veriyorum. Anlatımların hepsi bizi, yukarıda belirttiğim gibi, Çarlık hapishane ve sürgünleriyle Gulagların kıyaslanamayacak kadar farklı olduğu noktasına götürüyor.

Fakat burada anlaşılması gereken, bu kıyaslamayı yaparken tamamen anlatımlardan hareket ettiğimdir. Yani Stalin dönemini karalamak gibi bir niyetim yok. Nitekim, Anatoli Ribakov’un Arbat Çocukları romanında anlatılan sürgün koşulları Çarlık dönemine değil, erken Stalin dönemine (1933) aittir. Romanın kahramanı İvan Grigoryeviç adlı genç komünist, son derece rahat koşullarda bir sürgün hayatı yaşamakta, kayığıyla balık avlamaya bile çıkabilmektedir. Eğer amaç Stalin’i karalamak olsaydı, erken Stalin dönemindeki bu rahat sürgün koşullarını en azından örtbas ederdim. Evet, 1933 Sovyetler Birliği ile 1937 Sovyetler Birliği de çok farklıdır. 1937 hiçbir şeyle kıyaslanamaz.

Acaba sol, namusuna küfredilmiş feodal bir aile babası gibi hop oturup hop kalkmak, küfür etmek yerine sorunlara serinkanlılıkla yaklaşmayı ve tartışmayı, içinde hâlâ var olan aklıselim sahibi insanların uyarılarına kulak vermeyi ne zaman öğrenecek? Öğrenebilecek mi? Bugünkü duruma bakınca sanki biraz umutsuz vaka gibi görünüyor…

Gün Zileli

8 Temmuz 2024

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

İdeolojik Kaldıraç olarak Kullanılan Bir Kavram: Terörist

Kadir Cangızbay hocaya saygıyla Son derece ilginç ve kendine özgü düşünürlerimizden biri olan Kadir Cangızbay …

14 Yorumlar

  1. Biz senden razıyız Gün abi. Her zaman insanca yaşamayı ön plana koyan samimi ve dürüst yaklaşımlarınız için çok teşekkür ederim. Sizi Flu tv aracılığıyla tanıdım ve o zamandan beri paylaşımalarınızı yakından takip ediyorum ve kitaplarınızı satın aldım. Cesaretiniz ve iyi niyetinizden öğreneceğimiz çok şey var. Sevgiler.

  2. Çok sağol arkadaşım.

  3. Merhaba hocam, Sizi uzun zamandır youtubedeki söyleşilerinizden izliyorum. Dincilerin nasıl ki kadınla sorunları olduğu gibi bizim solcuların da demokrasi ile sorunları var. Düşüncelerinizi cesaretle söyleyip paylaştığınız için sizi kutluyorum. Selam ve saygılarımla.

  4. Eğer yanlış anlamazsanız, birinci paragrafınızın sonunda;

    “Eh artık, yolun sonu göründü gibi.”

    yazmışsınız.

    Biz okuyucularınıza üzülmeyelim diye söylemediğiniz, hayatınızı tehdit eden ciddi bir hastalığınız mı var? Bu sebeple mi “yolun sonu göründü” yazdınız?

  5. yok yahu. Yıllar onu gösteriyor. Sadece onu belirtyim dedim. Duyarlığın için teşekkürler.

  6. Çok sağol. Desteğiniz gücümdür.

  7. MEHMET KAAN UĞUR

    Gün Abi maalesef bizim memleket solunun çoğunluğunda Stalin bir tabu. Stalin’i ve onun politikalarını eleştirmek sosyalizme saldırmakla eşitleniyor. Ama görünen köy de kılavuz istemiyor. O dönemi yaşamış insanlar ve devrimcilerin anlatımlarını olduğu gibi gösteriyorsunuz. Sizin cevirileriniz sayesinde Türkçe’ye kazandırılan eserlerde geç de olsa bu döneme ait olay ve olguları görebiliyoruz. Umarım İspanya iç savaşına dair çalışmanız da bir an önce biter… sevgiler…

  8. Çok Sağol Kaan. Şu an notlarımı kategorileştiriyorum. Ağustos başında yazmaya başlayacağım artık. İyi bir çalışma olacağını umuyorum. Konuyu araştırırken Stalinistlerin gerçek bir devrimi nasıl katlettiklerini dehşet içinde gördüm. Bakalım o dehşeti ve derslerieni yansıtabilecek miyim?

  9. Selamlar. Tolumun sağına da soluna da ne kadar uzak kaldığımı isminizi görüp, kim bu adam diye baktığımda, kendimi “Aşk ve Devrim” sitesinde buldum. Elbette ilk dikkatimi çeken, “Sol’un akıl sağlığı.” oldu. Fikret Başkaya’nın bir kitabını okumuştum ve öbür mahallenin delikanlısı olarak nitelendirmiştim. Medya ve medya dedikodularının ötesine geçmeyen, kitap dünyası, omurgalı bir tek adamın dahi olmadığı siyaset piyasası, muhtelif örgütler etrafında daha çok istihbaratçı ya da istihbarat atıklarının yazdıkları heybemde olanlar. İnsanın ömrü boyunca mesele edinip dertlendikleri tüm içerikleriyle tespihine dönüşürken, varoluşsal sorgulamanın da önüne geçen bir ezbere dönüşebiliyor. Hangi düşünce ve imana sahip olursa olsun her kesim için; güncel doktriner arayış hakikate işaret eder inancındayım. Ve samimi, sahici arayışı olan her kimlerden olursa olsun, hayata bozan unsur olarak değil, bozulanı onaran, olmayanı da inşa eden unsur olarak dâhil ve müdahil olur. Elbette gücü ve imkânı ölçeğinde. Yaşını almış, bir dünya biriktirmiş bir delikanlıyı tanımaya adım atmaktan memnuniyet duydum. Sağlık, afiyet, selamet dilerim.

  10. Hoş geldin Mustafa arkadaş.

  11. Gün bey,

    Necmiye Alpay’ı tanıyor musunuz?

    Yazısını aşağıda paylaşıyorum.

    Görüşleriniz nedir bu yazı hakkında:

    “SOSYALİZM NEYDİ, NE OLDU?”

    NECMİYE ALPAY
    1 AĞUSTOS 2024 PERŞEMBE

    Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken ben şiir dahil edebiyat alanındaki belirgin politikleşme eğiliminden söz edince arkadaşım, bu politikleşmenin sosyalizm etrafında dönmediğinden, hatta başta DEM olmak üzere sol politikanın da sosyalizm demekten kaçındığından yakındı.

    Düşündüm, e vallahi ezbercileri saymazsak Sovyetler yıkıldığından bu yana kavramın kullanım değerinde epey bir değişiklik oldu. Toplumsal mücadeleler şimdi kendini daha çok sosyal haklar, insan hakları, savaş karşıtlığı, doğa savunuculuğu gibi temel çerçevelerde gösteriyor. Tümü de kitlelerin devletler karşısında gardını almak ihtiyacında olduğunu gösteriyor. Yani antikapitalist mücadele baki. Belki her zamankinden daha çok. Peki ya “sosyalizm”?

    “Sosyalizm” sözcüğünün “sosyal” bölümü firar edeli uzun zaman oldu. Sosyal sigorta gibi kurumlaşmalar o bağımsızlığın ürünlerindendir. Siyasi kurumlaşma da “Sosyal Demokrasi” kavramı etrafında oluşmuştu. Gerçi bütün bu “sosyal”ler emeğin haklarını savunmak anlamındadır ama, kapitalizm içinde ve mücadeleler ölçüsünde! Hani İsveç, Finlandiya, İzlanda gibi ülkelerin şampiyonluğunu yapageldiği rejimlerle… Sosyalizm daha başka bir şey.

    Anmadan geçmeyeyim, bizde KİT’lerin yani İktisadi Devlet Teşekküllerinin varlığını “sosyalizm” saymaya kalkışan da çıkmıştır: Prof. Dr. Tansu Çiller’i hatırlayın, kendisi o korkunç 1990’lı yıllarda başbakan olarak Türkiye’den “son sosyalist ülke” diye söz ettiğinde herkes bu kadın nerede yaşıyor demişti. KİT’ler sosyalliğin de sosyalizmin de önemli yordamlarından biridir ama, Çiller de her gördüğü sakallıyı dedesi sanacak kıvamdaki politikacılardan biridir…

    Sosyalliğin ileri dereceleri için “sosyalizm” değilse bile “sosyalist” sözcüğünü kullanmak aslında bazı Avrupalıların geleneklerine dahil. Örneğin, CHP’nin de üye olduğu “Sosyalist Enternasyonal” bu geleneğin bir uzantısı. Peki nasıl ayırt edeceğiz bütün bunları?

    Son seçimlerde de öğrendiğimiz üzere, “stratejik” düşünerek!

    CHP’nin ve Avrupa Sosyal Demokratlarının mensup olduğu “Sosyalist Enternasyonal”in stratejik hedefi sosyal devlet oluyor, yani kapitalizmin “sosyal” türü. Malûm, içi dışı sömürü olan kapitalist sistemde mücadeleler sayesinde bazı haklar elde edilebilmiştir. Sıkı durmazsanız hemen elinizden alınan sosyal haklardır bunlar. Sosyal Demokrasinin ve Sosyalist Enternasyonal mensuplarının bir tür supap gibi kabul ettiği ve emekçi sınıfların önemsediği düzenlemelerdir.

    Sosyalizm fikri ise stratejik hedef olarak kapitalizmi, yani iç ve dış sömürüyü tümden reddeder ve bu konuda fikir ayrılığı yoktur. Farklı fikirler, stratejik hedefin ne ve nasıl olacağı konusunda ortaya çıkıyor. İlk ayrılıkların üzerinden yüz yetmiş, yüz seksen sene geçti. Anarşistler yalnızca kapitalist devleti değil, sosyalist devleti de reddettiler. Bu anlamda komünizm fikrinden farkları, komünistler ilk aşamada kapitalist devletin yerini sosyalist devletin alması gerektiğini savunurken, anarşistlerin böyle bir aşamayı kabul etmeyişleridir.

    “Komünist toplum” aslında bir ütopyadır ve kabaca “herkese ihtiyacı kadar, herkesten elinden geldiği kadar” formülüne dayalı bir eşitlik toplumu olarak tanımlanır, hak ve değer eşitliği. Böyle bir topluma ulaşmanın ilk aşaması sayılan sosyalizm ise, üretim araçlarının kamuya, egemenliğin işçi sınıfına ait olduğu, politikanın sınıfın partisi eliyle uygulandığı sistemin adıdır. Bu programda “sosyalizm”, komünist toplum için gerekli temeli oluşturma dönemidir. Başka bir deyişle, menzilin kendisi değil, yarısı.

    1970’li yıllara kadar sosyalist sistem düşe kalka bu iddialarla var oldu. Gelgelelim, 70’li yılların birinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi artık komünizme geçildiğini ilan ediverdi.

    Geniş sosyalist ve komünist kesimlerde esaslı bir şok etkisi yarattı bu karar. Şu çok açık nedenle ki komünizm, bütün dünyada toplumsal gelişmişlik düzeyi devleti sönümlendirmeye elverecek koşullara ulaşılmadan ilan edilecek türden bir sistem değildir. Bütün dünya o düzeye ulaşmadan siz komünizmi kurduk diyemezsiniz. Derseniz ciddiye alınmazsınız ve zaten öyle de oldu, karar öylece kaldı, ciddiye alan olmadı, daha doğrusu bu ciddiyetsizliği ciddiye alan “Avrupa komünizmi” adlı ayrışma keskinleşti ve akımın hem dünyadaki hem de Sovyetler’deki gücü hızla çözülmeye başladı. Sosyalist devletin ayakta durmakta zorlanmaya başladığı görüldü. Stalinizm boyunca ve sonrasında kitle desteği gitgide erimişti “sosyalist” devletin. Yine de ayakta durabilmiş olması, başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal yönün göreli sağlamlığıydı. Öyle ki, kapitalist ülkelerin devletleri kendi halkları bu yüzden sosyalizme meyleder korkusuyla 2DS sonrasında epey “sosyal”leşmişlerdi. Ancak, 1990’larda duvarın yıkılmasını hiçbir şey engelleyemedi.

    Bugünki reel dünyada devlet düzeni olarak sosyalizmin özenilecek ne gibi özelliklerinden söz edilebilir peki? Bir ideal olarak değil de onun dışında, verili bir devlet katında sosyalizm diye düşünürsek, günümüzün Çin’i gibi, eskinin Filistin’i diyebileceğimiz Vietnam gibi ülkelerin çekici bir yanını bulmak zor bugün. “Sosyalist piyasa ekonomisi” tarzında, kendi içinde çelişkili bazı terimleri çağrıştırıyor hepsi. Oralarda biriken artıdeğer ne tür siyasi ilişkilerin dayanağı kılınmaktadır ve daha önemlisi kılınacaktır, işte bütün mesele, sevgili Shakespeare! Tiennenmen Meydanı’nda tanık olduğumuz hangi ölümdü?

    Demokrat ve özgürlükçü yazarlara “liboş” diyerek akıllarınca kendilerini keskin devrimci katına konumlandırmaya heves edenlerin aklına şaşayım. Oportünistlikte neoliberalleri hiç aratmıyorlar. Ve özgürlüklerin Ö’sünden korkan Stalinizmin sularından ayrılamıyorlar. Rahattır oralar. Sovyetler yıkılalı egemenlerin de umurunda değiller. Devlet nasıl “terörist” sıfatını kanunlarında ve uygulamada kendine göre, işine geldiği gibi tanımlıyorsa, liboşçular da her tür özgürlük mücadelesini içeriğini boşaltarak kullanıyorlar, gayet “yerli ve millî”! Neyin davasını güttüklerini bilmek zor, ancak eşitliğin, özgürlüğün, hele sosyalizmin davasını gütmedikleri çok açık.

    Küba’nın elde bir olan çekiciliğinde, Che’li, Castro’lu rengârenk devrim tarihi ve başemperyalin burnunun dibindeki rüya adasında yer almasının yanı sıra Sovyet desteğinin de payı olmuştur. Devrimcilik Güney Amerika’nın genlerinde vardır zaten. Gelgelelim, sosyalizm Küba dışında tutunamadı, ne Nicaragua’da ne de Şili’de. “Avanti popolo” diye başlayıp “Evviva socialismo e la liberta!” diye biten heyecan dolu şarkılar geride kaldı. Şimdi Fransa’daki “On ne lâche rien!” gibi kitleselliğin tadını çıkaran başka şarkılar var. Ama “Evviva il socialismo e la liberta!” dizesinde “sosyalizm” ile “özgürlük” şiarlarının ayrılmaz bütünlüğü çok şey anlatıyor olmalı.

    Latin halklarının “liberta, liberasyon” şiarları Türkçede “özgürlük, özgürleşme” ve “kurtuluş” olarak farklı karşılıklar buluyor. Türkçede tarihsel ağırlığın “kurtuluş”ta olması dikkat çekicidir. Canım ciğerim Namık Kemal’in “Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten” şeklindeki unutulmaz dizesiyle kaydettiği “Hürriyet”, özleştirme uğruna (?) harcandı. Yerini tutsun diye önerilen “özgürlük”, sınırlı bağlamlara özgülendi kaldı. Neden diye sormak iyi olur.

    12 Eylül döneminin Mamak Cezaevi kadınlar koğuşunda içimize işlemiş Tahliye şarkısına hep “Özgürlük” bölümüyle başlardık, kutsal sözler telaffuz edercesine: “Özgürlük ekmekten sudan öte/ Özgürlük en yüce aşktan öte/ Özgürlük vazgeçilmez bir sevda/ Yüreklerimizde”… Çiğdem Talu’nun bu uzunca şarkısının ilk kıtasını es geçip söze “özgürlük”le başlamamızda mahpusluğun ve her tür tutsaklığın etkisi vardı mutlaka. Gerçi bir iki kıtasını daha elemiştik bu uzunca şarkının ama, vurgu önemlidir. Daha çok kadınlar ve çocuklarla ilgili kıtalarını alıkoymuştuk. Youtube’da erişilebiliyor…

    Bu aralar çoktandır kendi hukuklarını tepine tepine çiğneyen birer Leviathan olarak devletlerle nasıl başa çıkılır meselesi mesai bekliyor. Kitleler gerçekten de devletler karşısında gardını almak ihtiyacında. Belki her zamankinden daha çok. Çünkü devletler her zamankinden daha az sosyal, daha çok kıyıcı.

  12. 1960’lardan, FKF’den tanırım. Yazıya genelde katılıyorum.

  13. “Merhaba hocam, Sizi uzun zamandır youtubedeki söyleşilerinizden izliyorum. Dincilerin nasıl ki kadınla sorunları olduğu gibi bizim solcuların da demokrasi ile sorunları var.”
    Şu an dünyada demokrasi diktatörlüğü moda haline gelmiş. Eskiden Batı/Doğu, Kapitalizm(tabii alış-satış serbest pazarı ve liberal)/ Komünizm (tabii totaliter ve merkezi planlama)… Enayilere emzik dağıtma bolluğu insanların bir türlü varamadığı bolluğun yerini almış. Günümüzde ise politikacıların ve bu site gibi politika anal-izciliği yapanlar demokrasi/otokrasi (yani, sabırlı olun biz de demokratik yerler gibi zengin olacağız) ikilemini yaşıyor. Sabırsızlar da var: Rusya’da Navalny (gebertildi), Çin’de milyarderler ve Çin asıllı Tayvan- Hong Kong-Singapur-…).
    Benim bildiğim ülkelerde temel yaşanan demokrasi tek ama tanımı çeşitli:
    – İt ürür kervan yürür.
    – Ağzında kemik olan köpek ısırmaz, yani para asla yeter olmasa da b*k gibi bol.
    – Aldırış etmemek/hesaba almamak hoş görmek olmuş.
    Ve hepsinden çok daha etkili olan Batı’nın Nazilerden öğrenip uyguladıkları ilke: “EĞER VATANDAŞLAR ÖZGÜRCE BOYUN EĞERSE, YÖNETİLMELERİ ÇOK KOLAY!”
    Şimdi benim “Merhaba hocam, …” ile başlayan paragrafı yazana bir sorum var.
    Ama önce destek politikası yapmak için koyulmuş ve tamamıyla boş laf olan “dincilerin kadınla sorunları” hakkında bir şey söyleyeceğim.
    Sorunu olan medeniyet tarihi veya aynısı olan erkek tarihi erkeleri değil mi?
    Batı dinci ve laikler/sekülerler “Aç kızım kafamda ne hayaller canlanıyor!” derler.
    Atatürk size “oku adam ol” falan filan demedi mi? Batı dinci ve laikler/sekülerler arasındaki seks (çok küçük çocuklar da dahil) skandallarının milyarı pir para.
    Dinci erkeler de “Kapat kızım kafamda ne hayaller canlanıyor!” derler.
    Medeni olmayan toplumlarda ise “babanı tanıyorsan şanslısın” derler. Seks daha henüz ne ayıp ne de günah olmuş. Yani daha henüz sizler gibi beyaz, medeni Batı taklitçisi erkekler türememiş.
    İkinci ek: Lütfen İnternet’te “demokrasi” hakkında biraz araştırma yapın. Tek dürüst cevap “medeniler tarihinde demokrasi ne olmuş ne de şimdi var” yerine, çeşitleri sayılır, kıvır allah kıvır, zamanımızın meşhur bireyleri kadar çeşitli maşallah. Şimdi bile demokrasiyi en çok satan ülkenin farting babaları demokrasiye kem gözle baktılar.
    İşte oradan ve şimdiyi dile getiren tarihte el parmaklarıyla sayılacak kadar az bir eşsiz düşünürün sözleri:
    [Not: Düşünürün aşağıda bu paragraftan önce dediklerinin bir özetini yaptım: O meşhur, Batılıların allahı kullandıkları gibi sık sık “yetiş ya Hızır” yerini alan sözüm ona ecdatları Antik Grekler ve bilhassa Atina cambazlıkları yapılır. Tabii kandille dürüst insan arayan kinikler, Platon’un “Atinalılar mağarada hayal dünyasında yaşıyorlar” ve diğer günümüze benzer alçaklıklar hemen unutulur.]
    “Aynı çelişkiler, kölelik tarihini bir yana bıraksak bile, hayatlarının büyük bir kısmını aile, okul, kapitalist işyerleri gibi demokratik olmayan kurumlarda geçirmelerine rağmen, “bir demokraside yaşadıkları” fikrinden gayet hoşnut günümüz Amerikalıları için de geçerlidir; bizzat hükümete bağlı olan askeri ve bürokratik kuruluşlarda çalışanların çelişkilerinden bahsetmiyorum bile. Hey millet bakın, demokrasi çıplak!
    Aynı ülke ile ilgili ve şahane Alexis de Tocqueville’in ‘Amerika’da Demokrasi Üzerine (1835) eseri de, satır arası okunursa, bu demokrasi lafının düğer bir anlamını da teşhir eder.
    Geleyim asıl soruma:
    Sayın “Anonim 10 Temmuz 2024″i yazan: Siz gelmiş geçmiş bir demokrasi biliyor musunuz?

  14. Sol’un Akıl Sağlığından şüphe edenin Akıl Sağlığı

    AKA’ya göre, 6 milyon, 2 milyon ya da 300 bin yıllık insan tarihi son 10 bin yıl. Bu tarihin başlangıcında da, YİYECEK YETMEDİĞİNDEN, AKA’nın yiyecek bolluğu bulucu-yaratıcıları doğmuş!

    Günümüzde bir “ALTTAN TARİH” akımı var. Daha önce var olan dünyadan sayısız dünya görüşleri sonra gelene sızdılar ve alttan tarih onu canlandırır. AKA-AKO’nun tarihi ÜSTTEN TARİH!
    AKA-AKO ve NECMİYE ALPAY devrimci at gözlükleriyle bakarlar ve “Elhamdülillah biz kurtarıcı emekçilerin kurtarıcısıyız” derler.

    Ama yine de ve hatta laik/seküler olmalarına rağmen AKA-AKO ve NECMİYE ALPAY üçlüsü farkında bile olmadan din/manevi/ahlaki kavram olan HAK (ve türediği HUKUK) sayesinde geleceğin gelecek olduğunu savunurlar.

    Örneğin AKA “Bu onun HAKKIDIR.” der. İyi ama kim buna karar verecek? Birleşmiş Milletler mi Allah mı?

    Alpay, ” “Sosyalizm” sözcüğünün “sosyal” bölümü firar edeli uzun zaman oldu. … Gerçi bütün bu “sosyal”ler emeğin HAKLARINI savunmak anlamındadır ama, …” der ve daha ilerde ekler,
    ” “Komünist toplum” aslında bir ütopyadır … HAK VE DEĞER eşitliği …”

    Buna da BM mi karar verecek yoksa Allah mı?

    Üstelik nasıl olur da nicelik olan DEĞER, ÜTOPYADA niteliğe dönüşmez?

    Neden devrimciler komünistliğin en şahane somut örneği olan ve içinde büyüdükleri aileyi görmezler? Ailede bal gibi “herkese ihtiyacı kadar, herkesten elinden geldiği kadar” formülü kullanılır.

    Diğer bir önemli çapanoğlu daha var. Anarşist-Marksist üçlüsü GEREKLİLİK alemi ve ÖZGÜRLÜK alemi farkını bilmez gibiler.

    Marks ve anarşistler 19’uncu yüzyılın en derinde yatan modern bilimciliği tamamıyla benimsediler. Diyalektik “yetiş ya Hızır (deus ex machina)” cambazlığı hariç, Marks, ilahi HAK/HAKSIZ yerine “komünizm ateş üstünde kaynaması kaçınılmaz, su gibi şartlar oluşunca olacak” bilimselliğini, otoriteye boyun eğmeyi seçti. Zaten modern bilim asla mutlak bir iddiada bulunmaz.

    Nasıl oldu da bu kurtarıcı Marks bilimselliğin gereklilik alemi olduğunu görmedi? Marks’ı izleyenler de yüzde yüz otoriter olan modern bilimi seçtiler.

    Sahlins ise bilimsel araştırmalar ve metotla yazdığı “Taş devri: Bolluk devri” eseri ile İncil’den Malthus-Darwin’e kadar uzanan, devrimcilerin katıldığı “yetmeyen yiyecek” afyonunun afyon olduğunu ispatladı.

    Katı doğa bilimlerinde bile yeni bir bulgu eski bir teoriyi yalanlar.

    Bu özgürcülerin otoriter modern bilimciliğe tapma saçmalığına gülelim.
    Bu fıkrayı 70’lerde Yugoslavya’da duydum.
    – Bilimsel sosyalizmi kim buldu?
    – Marks-Engels!
    – Keşke bize uygulamadan önce deneyini fareler üzerinde yapsalardı!

    Marksist ve anarşistler dünyayı ve tarihi tıpkı dinciler gibi at gözlüğü ile okurlar ama bence diğer unsurlar da var. En önemlisi iş fırsatları. Mesela anarşist Graeber sordu: “Neden Marksizm okullarda öğretiliyor ama anarşizm öğretilmiyor? Buna, tam olmasa da, bir cevap var: 1920-1990 arası ABD ile Sovyet rekabeti yılları. Üniversitelerde Marks üzerinde araştırmalar ve çalışmaların yarattığı iş bolluğu.

    Bir at gözlüğü daha. Marks’ın doğrudan anarşistlerin dolaylı katıldıkları ÜRETİM-TÜKETİM saplantısı.

    Sami dili konuşan Akkadların Iraktan gelip Sümer yönetimini ele geçirmeleriyle Sümer rahiplerinin ÜRETİM DEĞİL DAĞITMAYA dayanan yönetimi sona erer. Üretim değil dağıtıma dayanan ekonomik düzenlerin yok oluşuna işaret eden Polanyi, Marks’ın Üretim saplantısını gördü.

    Belli olmaz, “Sami” kelimesini gören günümüz Batı Şeria’nın İsrailli kolonist Amerikalılar hemen Irak’ı da kolonize etmeye kalkışırlar.

    Aslında bu konu hayli komik.

    Avrupa pisliği içinde kendileri de pis olmuş Hacılar Amerika’ya gidip orada “Yeni” Kudüs’ü kurmak isterler.

    Şimdi de tam tersi olmakta. İsimler değişir ama esas aynı. Amerika pisliği içinde kendileri de sonsuz pis ve “burnout” olmuş Amerikalı Yahudiler İsrail’e gider ve Amerika’dan 1600 defa daha küçük olan Batı Şeria’ya göz dikerler. Alçak ve tiksindirici politikacılar da hemen sürüye uyarlar.

    Tarih benzeri komik-trajik olgularla dolu.

    Mesela “yeni” Kudüs kurma adına milyonlar öldü ve öldürüldü. En çoğu da Çin’de, 20 milyon!
    Bir komik olay daha. Şu an Çinliler, aynı hacılar gibi, binlerce dolar harcayarak süt ve bal diyarı Amerika’ya erişmek için dünyanın en tehlikeli “Darién Gap” yolunda hu huu çekerek AKA’nın cennetine doğru ilerlemekteler.
    Her neyse, devrim laklaklarıyla devrimci olanlar, orta sınıflı olduklarından olacak, yaşamlarından memnun gibiler. Bence devrim safsataları yerine bu vurdumduymazlığı sosyal medya veya TİK TAK TOK gibi ticaret pazarlarında satsalar köşeyi hemen dönerler, vallahi!

    Her halükarda, uzun bir süre dünyada egemen olan Üretim-Dağıtım da lekesiz değil.
    Üretim-Dağıtım yöntemi kullanan İnka imparatorluğunun Saray memurları şahane bir tantanayla etraftaki aşiretlerin ağızlarını sulandırma gezisine çıkarlardı. Böyle bir gezide “bize katılırsanız siz de bizim gibi zengin olursunuz” mantrası tekrarlanır. Yerliler karşılığında ne vereceklerini sorarlar. Tahmin edersiniz, VERGİ!
    – O da ne?
    – Tüm ihtiyaçlarınızı karşıladıktan sonra kalan ARTIK
    Bak yine karşımıza devrimcilerin o meşhur İBLİS’İ ARTIK çıktı! Aman AKA-AKO duyup yeni ve HAKİKİ bir devrim yaftası takarak, RAHİPÇİLİK DEVRİMİ, başlatmasın.
    Her neyse, yerliler aralarında ilk vergiyi hemen toplar, döner ve avuçlarında getirdikleri artıkları gösterirler: AVUÇLARI BİT dolu!
    Galiba bu vahşiler hala ÖZGÜRLÜK aleminde yaşıyorlarmış!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir