Muhafazakâr-Modernist Proje…

Geçenlerde Cüneyt Özdemir’in CNN-Türk’teki programında Alev Alatlı’yı dinlerken içimden, “işte, muhafazakâr-modernist projenin teorisyenlerinden biri” dedim. Alatlı’nın roman dizilerini okumuş, yirmi yıl kadar önce tanıtma yazıları da yazmıştım. Orada da vardı aynı paradigmanın izleri. Yirmi yıl içinde iyice geliştirmiş. AKP için büyük bir kazanım sayılabilir.

Yaklaşık yüz yıldır iki modernist proje birbiriyle çatışır durur. Zaman zaman da kesişir bunlar. Aralarındaki iktidar kavgası da sürer gider.

Birinci modernist proje, Kemalizm tarafından temsil edilen ve değişmez siyasi partisi CHP olan, bürokratik-modernist projedir. Öncesi İttihat ve Terakki Fırkası’na dayanır. İkinci modernist proje, siyasi partiler silsilesi DP-AP-ANAP ve bugün AKP olan, muhafazakâr-modernist projedir. Öncesi Prens Sabahattin’e ve Hürriyet ve itilaf Fırkasına dayanır.

Bu ikinci akım, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda CHP içinde palazlanmış ve DP ile bağımsız bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Bürokrat sınıfa karşı ticaret burjuvazisi-kapitalist toprak sahipleri sınıfı.

Muhafazakâr-modernist proje 1950’li yıllardaki DP iktidarı aracılığıyla kendine uygulama olanağı buldu. Üstyapı alanında bürokrat-modernist projenin kimi uygulamaları yumuşatılırken, ekonomik alanda en hızlı modernizm yürürlüğe kondu: Yollar ve traktörler.

1960 yılında bürokratik-modernist proje duruma müdahale etti ve halk oylamasından güç alan muhafazakâr-modernist projeye karşı hukuksal alanda kısıtlayıcı tedbirler getirdi. Buna rağmen muhafazakârlar AP yoluyla yeniden iktidara geldiler. 1970’li yıllar bu iki projenin neredeyse denk kuvvetlerle güreştiği yıllar oldu. 1980 darbesiyle darbeciler bu iki projeyi devlet zoruyla birleştirmeye ve kendi zorları altında tuhaf bir bürokratik-muhafazakâr-modernist projeyi hayata geçirmeye çalıştılar. Ne var ki devlet gücü bile bu iki projeyi kaynaştıramadı ve muhafazakâr-modernist proje, ANAP aracılığıyla ve seçimlere dayanarak yeniden iktidara geldi.

Bürokratik-modernist proje 1990’lı yılların sonuna doğru, 28 Şubat darbesiyle yeniden iktidara müdahale etmeye kalktıysa da bunda başarılı olamadı. Ama başarılı olduğu bir şey oldu. Muhafazakâr-modernist projeden kısmi bir kopuş içinde olan Erbakancı İslami hareketi Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül fraksiyonu aracılığıyla bölüp İslami hareketin önemli bir bölümünü yeniden muhafazakâr-modernist projeye bağladı ve AKP adıyla örgütlenen yeni bir ortasağ partiye iktidar yolunu açtı.

2000’li yıllarda iktidara gelen AKP, bürokrat-modernist projeyi bile yaya bırakan, Türkiye’nin en hızlı modernist partisidir. Bu iktidar HES’lerin falan yolunu buldozer gibi açarak, modernizmin önündeki bütün engelleri acımasızca ezip geçmektedir. Bürokratik-modernist proje kafayı hâlâ elli yıl önceki başörtüsü falan gibi sorunlara takarak tam bir anakronizm örneği sergilemektedir. Kaldı ki, muhafazakâr-modernistler üstyapı alanında bile ileri hamleler içindedirler. Artık moda dergileri bile var. Son derece modern, liberal akademisyenleri ve entelektüelleri var. Medya gibi en modern araçları başarıyla yönetmektedirler. Bilgisayar vb. gibi araçları kullanmakta onlarla kimse yarışamaz. Hele orduyu denetim altına almakta, polisi yönetmekte ve yargıyı yönlendirmekte üstlerine yok.

Yarışmaya niyetli olanlar olabilir elbette. Mesela bürokratik-modernist projenin izleyicileri yarışmakta ısrarlı görünüyorlar. Kürt muhalefeti kendi sorunlarıyla fazlasıyla meşgul olduğundan bu alandan çekilmiş gibi. Sol muhalefetin tutumu ise henüz muğlak. AKP ile mücadele, sol muhalefeti, örneğin HES vb. gibi konularda modernizmle karşı karşıya getirmiş olsa da, temellerindeki modernist yönelimleri sorgulamaya henüz hazır görünmemektedir.

Fikret Başkaya’nın son yazısı bu konuya büyük netlik getirmektedir. Bugün yaşanan, kapitalizmin geçici bir krizi değil, bir uygarlık krizidir. Bunu modernizmin topyekûn krizi olarak da okuyabiliriz. Devrim, kapitalizmden başka bir şey olmayan modernizmin her türünü karşıya alarak ilerleyecektir.

Gün Zileli

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

96 Comments

  1. “Devrim, kapitalizmden başka bir şey olmayan modernizmin her türünü karşıya alarak ilerleyecektir.”

    “Büyük düşünürler ve sosyologlar” ancak böyle büyük laflar edebilir.

    AKP ideoloğu F.Başkaya’ya gönderme de yapılırsa “ilmi” derinlikte sağlanmış olur.

    Bir anarşistimiz bile yok !

  2. HES karşıtı mücadele, modernizmi sorgulamada, sol muhalefet için iyi bir motivasyondur, fakat yetersizdir. Bu konuda çok haklısınız. Pop-kültürünün ve teknolojinin “nimetlerinden” vazgeçebilecek bir devrimciye Türkiye’de çok nadir rastlanıyor maalesef. Pop-kültürü (diziler, reality showlar, popüler kitap/dergiler, popüler müzik, paylaşım siteleri vs) ve dijital çağın hurdalıkları (arabalardan i-phone’lara kadar) günümüz insanının afyonudur. Kapitalizmin bu tarz yan ürünleri düzen için birden fazla işleve sahiptir; büyük paralar kazanmanın kolay yoludur, insanların eleştirel düşünme yeteneğini köreltir, bireycileşmeye hizmet eder ve tüm bunların yanında insanların moderniteye olan imanını tazeler. Bundan çıkış yolu ise solun alternatif bir kültür yaratmasıdır. İnsanların kaybettiği/kaybetmek üzere olduğu değerlerini (doğa sevgisi, dayanışma, paylaşma, eleştirel düşünme, örgütlenme, teknolojisiz yaşayabilme, bir şeyler yaratabilme vs) yeniden kazanabilmesini sağlayacak bir kültür hareketi yakıcı bir gerekliliktir. Modernizm karşıtı mücadeleyi veya bu tarz bir “aşağıdan kültür devrimini” ayrıntılı bir şekilde ele aldığınız bir yazınız var mıdır? Veya buradaki okuyuculara tavsiye edebileceğiniz başka bir kişinin yazısı var mıdır?

  3. devrim modernizmin esas olarakta kapitalizmin başlangıçta izlerini taşısada onu reddederek yeni ve başka bir üretim ilişkisi olarak filizlenip başaracaktır.bunuda hiç şüphe yokki kapitalizmin yarattığı sistem mağdurlarının toplumsal muhalefeti yapacaktır.şimdiden bazı ip uçları verdiği halde biz anlamıyorda olabiliriz.son sistemin kalbini işgal etme eylemleri enteresandır irdelenmeye ihtiyacı olabilir yeni ve şimdiye kadar yapılmamış ilk kez söylenip yapılanlara dikkat edip kilitlenmek katkı olabilir.

  4. fikret başkaya’nın son yazısından bahsedip , ilgili link adresini belirtmemekle ,gün zileli de tam bir anakronizm örneği sergilemiş..http://forum.ozguruniversite.org/

  5. “Modernist proje” derken? “Modernlesme projesi” demek istediniz herhalde. Modernlesme, modernite, modernizm… Hepsinin anlami farklidir; rastgele kullanmamak gerek…

  6. ekleme ve düzeltmeler için teşekkürler.

  7. Karayılan neden canlı bomba olmaz?

    Kimliği belli oldu canlı bombanın.

    “Rohani” kod adlı Nazlı Görer.

    İntihar bombacısı, kendisi ile birlikte, bir anneyi de parçaladı ve biz haklı olarak, parçalanan annenin acısına yoğunlaştık. Ama orayı bir parçacık geçtiğinizde, öte kenarda, canlı bombanın yaşadığı bir trajediden de söz edilebilir gibi geliyor bana. Mesela:

    -Hiç düşündünüz mü, nasıl canlı bomba olur bir kişi? Kim karar verir ve karar süreci nasıl işler?

    Mesela, başlıktaki soruyu bir kere daha soralım:

    -PKK’nın fiili lideri Murat Karayılan’ın da canlı bomba olma ihtimali var mıdır?

    -Bu soruyu sormak saçma mıdır?

    -Acaba dağda, lider konumunda olan birisi çıkıp “Kim canlı bomba olmak ister?” diye bir soru sorar, bu soruya, sırada bulunanların tamamı “Ben, ben, ben!” diye bir adım öne mi çıkar?

    -Yoksa lider birisini işaret edip, “Canlı bomba sen olacaksın” diye emir mi verir?

    Canlı bomba olmak demek, ölüme soyunmak demektir. Ölümü sırtlanmak hatta kendi canından vazgeçmek ve sayıları belki onlarca ifade edilecek olan insanları öldürmeye niyetlenmek demektir.

    Gerek kendi canından vazgeçmek olsun gerekse başkalarını öldürmek, ikisi de zor iştir.

    Şöyle düşünebiliriz:

    Örgüt bağlılığı bir misyon bağlılığı demektir. Orada insanlar, misyon aşkı uğruna canlarından bile vazgeçecek duygu yoğunluğu yaşayabilirler. Onun için, hayatta kalmak ne kadar içgüdüsel bir refleks olursa olsun, insanlar, davaları uğruna canlarını verebilmişlerdir.

    Ben, intihar eylemcisinin böyle bir duygu durumu içine girebileceği ihtimalini yok saymam.

    Ben daha çok, bir başkasına intihar eylemcisi olma görevini veren kişinin halet-i ruhiyesini merak ediyorum.

    Sonuçta bir kişiyi ölüme göndereceksiniz.

    Kimi göndermelisiniz?

    En başta şu soruyu cevaplandırmalısınız:

    -Neden ben değil de bir başkası?

    Yani önce, “Neden ölüme siz soyunmayacaksınız?”a karar vermelisiniz.

    Oradaki ana saik nedir?

    Kendi canınızın herkesin canından kıymetli olması mı? Yani bilinen ölüm korkusu mu?

    Dava için sizin varlığınızın herkesin varlığından önemli olması mı?

    Şöyle adam akıllı bir gerekçe bulup, kendinizi ölüm adaylığından çıkarmayı başardıktan sonra, ölüme aday kişiyi seçmeye sıra geliyor.

    Kim olmalı o?

    Mesela, liderin etrafındakiler olabilir mi? Olmaz mı? Olmazlarsa neden olmazlar? Dava için yaşamaları vazgeçilmez olduğu için mi? Liderin göz koyduğu bir kadın militan olabilir mi? Yoksa orada göz koymak diye bir şey olmaz mı? Nasıl olmaz, neden olmaz? Duyguları sıfırlanmış mıdır dağdakilerin?

    Acaba Nazlı Görer neden seçilmiştir? Neden bir başkası değil de o seçilmiştir? O çok gözü kara olduğu için mi, o başkasına göre ölümden korkmadığı için mi, o canından bezdiği için mi, onun ölümü davaya daha çok hizmet edeceği için mi, yoksa harcanacaklar diye bir liste vardır da intihar eylemcileri onlar arasından mı seçilir, yoksa kur’a mı çekilmiştir, yoksa “Ya şundadır ya şunda” gibi bir sıralama mı yapılmıştır?

    Ne saçma sorular soruyorum değil mi?

    Kimse bana, “Bu işlerde böyle sorular sorulmaz, ‘sıradan’ insanların duygu durumlarının anlayacağı bir şey değildir bu, öyle psikolojik tahlil gerektiren hiçbir ortam olmaz” demesin.

    İnsanın olduğu yerde, korku da olur, hesap da olur, ölüme göndermenin-göndermemenin sebepleri de olur…

    Duygu hendesi bir şey değildir ki eni-boyu hizaya getirilsin.

    Acaba seçme hakkı olmuş mudur Nazlı Görer’in?

    Bu soru da mı sorulmaz?

    Bu işleri anlamak için biraz “Örgüt işi”ne kafa yormak lazım.

    İsterseniz Dostoyevski’nin “Cinler”ini okuyun. Ya da PKK içi infazları anlatan kitapları…

    Elhasıl canlı bomba işi, kolay iş değildir.

    Bir gün Karayılan ya da Öcalan canlı bomba olduğunda ben bu noktadaki kanaatlerimi gözden geçireceğim.

  8. MADIMAK- MAMAK EKSENI YAHUT MODERN TÜRKİYE

    Mehmet Yıldız

    İslami faşist Türk hareketini en iyi biçimde sembolize eden olay 1993 Sivas (Madımak ) katliamıdır. Nasyonalist faşist Türk zulmünü ise Mamak temsil etmektedir. Belki de Mamak’ın yerine, 1980 sonrasındaki gelişmeler nedeniyle Diyarbakır zindanını koymak daha doğrudur.

    Türk İslamının temel öğelerini veya insanlıkdışı gerçek yüzünü Madımak’ta görüyoruz. Madımak bir kaza veya bir istisna değildir. Madımak Türklerin modern İslam yorumudur. Mamak ve Diyarbakır’da olanlar ise ırkçı Türklerin insana nasıl bir yaşamı reva gördüklerini ortaya koyar. Türk lasisizmini veya “batıcı” modern yaşam felsefesini gerçekten tanımak istiyorsanız Diyarbakır ve Mamak cezaevlerini incelemeniz gerekir.

    İslamcı faşist Türkler 1970’li yıllardan itibaren giderek artan ve sertleşen bir biçimde topluma ve devlete kendi politik anlayışlarını hakim kılmak istiyorlar ve düşman olarak gördükleri herkesi imha ediyorlar.

    İslami faşist Türk hareketini bugün AKP temsil etmektedir. AKP’nin seçmenin % 30’unu geçen bir kitle desteği vardır. İslami faşist Türk hareketi geniş bir kitle hareketidir. Türk toplumunun önemli bir kesimi kendisi gibi düşünmeyen herkese Madımak’ta yapılanların yapılmasını savunuyor. Bu çok net görülen bir tutumdur.

    İslamcı Türk faşistlerinin bu tutumunun ne kadarının Kuran’a ve Hadislere dayandığını tartışmak çok anlamsızdır. Hatta bu gibi bir tartışma çok alakasız bir tartışma olacaktır. AKP etrafında örgütlenmiş İslamcı faşist Türkler dinlerini böyle yorumluyor. Bu sosyal ve politik bir realitedir. Sunni İslam Türkiye’de güçlü bir sivil faşist hareket olarak örgütlenmiştir. AKP’nin yaptırdığı anketlere göre bu parti önümüzdeki seçimlerde oyların % 50’sinden fazlasını alacaktır.

    Ikinci büyük politik kitle hareketi orducu-ırkçı faşistlerin oluşturduğu harekettir. MHP, CHP, DSP, DYP ve ANAP arasında bölünmüş olan bu hareket AKP karşısında başarısızdır. Yiyiciliği, rüşvetçiliği, ırkçılığı ve orduculuğu ile tanınan bu cephenin Türk-İslam sentezi yer yer retorik farklılıkları taşısa da özü itibariyle aynıdır. Bu cephenin baş ideologu Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tır.

    Faşist teröre maruz kalmış en önemli iki grup Kürtler ve Alevilerdir. Ne yazık ki Kürtler ve Aleviler tutarlı bir anti-faşist cephe oluşturamıyorlar. Demokrasi ve insan hakları bu cephenin dahi temel prensipleri haline gelmemiştir. Dahası, bu kesimden aktörler her zaman faşist cephelerden biriyle flört ediyorlar. Örneğin Türk Alevilerinin önemli bir kesimi Cem Vakfı aracılığla ordunun sivil toplum içindeki örgütü gibi hareket ederken ve nasyonalist faşist partileri ulusal cephe kurmaya çağırırken, Kürtler de ordu karşısında her zaman AKP’yi tercih ediyorlar. AKP Kürt sehirlerinde her zaman en büyük partidir.

    En iğrenç olanı ise şudur: Madımak ve Mamak yahut Diyarbakır her azınlık grubu bakımından aynı ağırlığa sahip değildir. Örneğin, Türk Alevilerinin önemli bir kısmı Madımak katliamını göstermelik olarak protesto etse bile, Mamak veya Diyarbakır’ı tamamen görmezlikten gelmektedir. Aleviliği saldırgan bir tutumla İslam içinde gören Türk Alevileri Madımak’a rağmen İslam’a sadaket göstermek istiyorlar. Keza Madımak AKP’yi veya İslamı Kürtlerin gözünde hiç çirkinleştirmedi..

    Sonuç olarak, en çok baskıya maruz kalan azınlıklar olarak Aleviler ve Kürtler bile demokrasi ve insan haklarının tutarlı ve kararlı savunucuları olamadıkları için, Türkiye’de tercihini demokrasi ve insan haklarından yana yapan hatırı sayılır bir seçmen kitlesi oluşmuyor. Seçimlerin ilerici bir sonuç doğurması bu nedenle tamamen olanaksızdır. Anti-faşist olması gereken azınlıklar bile bir türlü anti-faşist olmayı beceremeyince Türkiye’de seküler hümanizm bir türlü doğmuyor. Önümüzdeki genel seçimlerin sonuçları karanlık bir tablo ortaya koyacaktır, çünkü Türkiye’nin mevcut tablosu karanlıktır. Sözümona ilerici partilerin en akıllı seçim taktikleri bile bu manzarayı değiştirmeyecektir.

    Seçim vesilesiyle bu karanlık ülkede yapılan bütün konuşmaların boş konuşmalar olduğuna inanıyorum.

    Mehmet Yıldız

    http://www.dersimsite.org/madimak.html

  9. “Seçim vesilesiyle bu karanlık ülkede yapılan bütün konuşmaların boş konuşmalar olduğuna inanıyorum” Ne yapacaksin, bütün Türk ve Sünnileri öldürecek misin? Niyetin öyle gibi görünüyor da…

  10. Toprak ağalığı yok mu oldu…

    Yazı, ilk cümleleri ile okuyanı yabancılaştırıyor. Şu analize bakın:
    “ikinci akım, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda CHP içinde palazlanmış ve DP ile bağımsız bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Bürokrat sınıfa karşı ticaret burjuvazisi-kapitalist toprak sahipleri sınıfı(dır)”.

    Hiç olmazsa, toprak sahipleri derken, “kapitalist” nitelemesi yapılmamalıydı.
    Ya da toprak ağalığı, “bürokratik modernist” adı verilen cepheye dâhil edilmeli idi. (Bu durumda elbette başka çelişkiler doğacak ve yazılanlar “şablon”a uymayacaktı)

    Türkiye’de halen hazine arazilerinin %30’unu elinde bulunduran, “böylesi bir kuvveti” denklemin dışında tuttuğunuzda, şuraya varıyorsunuz: “muhafazakâr-modernistler üstyapı alanında bile ileri hamleler içindedirler. Artık moda dergileri bile var. Son derece modern, liberal akademisyenleri ve entelektüelleri var. Medya gibi en modern araçları başarıyla yönetmektedirler”.

    Gün Zileli, “her gün bir şey söylemek” zorunda mı? Olabilir… Ama her şey’in bir adabı olmalı. Gerçekleri, “kişisel eğilimlerimize göre” eğip-bükmek, en azından başkalarını yanıltmak olmaz mı?
    Anlaşılan Zileli de, AKP’nin (gerçekten var ise)Son derece modern liberal akademisyenleri ve entelektüelleri gibi, toprak ağalığını görmezden gelmeyi tercih ediyor.
    Baştan beri “ortaçağ”ın ideolojisini söylem ve eylemleri ile vitrinde tutan, otoriter hatta faşizan yönelimi her gün biraz daha açığa çıkan AKP iktidarının, bu da ne demekse-“son derece” modern liberal akademisyenleri ve entelektüelleri kimlerdir? Bunlardan hiç olmazsa birkaç tanesinin ismini vermek gerekir. Ki, saptamanın gerçekle ilgisini tartalım. Ya da tartışalım.
    Aslında bu yazı “çok geç” yazılmıştır. En azından 4-5 yıl kadar… Mesela “Ergenekon-Balyoz” sonrasında, KCK operasyonu; AKP’nin üstyapı (mesela hukuk) alanında bile ileri hamleler” yaptığı iddiasını ne kadar doğruluyor?
    AKP’nin modernizmin önündeki bütün engelleri acımasızca ezip geçmekte… üstyapı alanında (mesela hukukta) bile ileri hamleler” yapmakta, Medya gibi en modern araçları başarıyla yönetmekte” olduğunu Zileli dışında bu gün ileri süren akademisyen, entelektüel var mıdır?
    Yoksa Zileli, AKP ile araları bozulan, bozulacak gibi görünen entelektüellerin boşluğunu doldurmaya mı hazırlanıyor? Şaka bir yana, şu toprak ağalığı, nereye gitti acaba?
    Bunu öğrenmek isteği haksız mı dersiniz?

  11. kürt şehirlerindeki kürtler evet eskide akp ye oy veriyorlardı nedenlerinden en önemlisi sorunlarının siyasi iktidarlar marifetiyle çözüleceği düşüncesiyle iktidar olasılığı olan akp ye oy vermişlerdi şimdi durum çok farklı olabilir eğer sistem mağdurlarının aşağıdan yukarıya politik programı ve örgütü olma çabasını açıklayan HDK hareketi büyük bir hata yapmayıp başarı siyasetinin süreç yönetim programını gerçekleştirebilirse ilk yerel seçimde 100 belediyeyi 400 e çıkarıp oluşacak bilinç sıçramasıyla artık bir seçeneğimiz var çürümüş sistemin düzen ve devletçi partilerine mahküm değiliz diyen sistem mağdurları iktidar hedefiyle siyaset sahnesine çıkabilir.fazla karamsar olmayalım son gelişmeler de bunun ip uçları vardır dikkat ettiysek sistem egemenleri ve onun iktidarının asıl korktuğu gerçekleştiğinden yani özgürlükçü siyasi kürt hareketiyle diğer sistem mağdurları birlikte iş yapmaya başlayınca bu işleri yapanları tutuklama çabaları boşuna değil demekki sistemi çok rahatsız eden yerden sisteme alternatif yaratılacaktır.toprak ağaları ve toprak konusunda kapitalist üretim ilişkisinin girmeyip hakim olamadığı alan nerdeyse kalmamıştır toprak sahiplerinin önemli bir kısmıda bu ilişkilerle tarımda üretime yönelip ilişkinin parçası olmuş gibi duruyor.bu mevzulara casus efendi yine limon sıkmaya çalıştı canlı bomba gibi yöntemleri tabiki eleştirebiliriz eleştirmeliyizde ilgili ilgisiz dikkat algısını buna sevk eden devlerin memuru casus gerilla cesetlerine yapılanları ve kimyasal idialarını duymamış olabilirmi hem kaç kez söyledik biz anarşizmi savunanların ne yapacağı belli olmaz biz öcüyüz kendiside amirlerine hizmet etmek yerine bu sitede öcüleşme ihtimaliyla önünden yemesini söylememize rağmen limon sıkıyor gene siteyi pisliği ile kokuttu

  12. tespitleriniz tarihe yaslanarak fazlasıyla gerçekçi bir o kadar can sıkıcı karamsarım ben ülke ve dünya adına…birde fikret başkaya akp ideoloğu mu?

  13. Fikret Başkaya, son derece değerli, devrimci bir düşünürdür. Siz burada psiekolojik savaş yapanlara kulak asmayın. Burası özgür bir sitedir. Küfür dışında her şey yazılabilir. İnsanların bilincine ve sağduyusuna güveniriz.

  14. başkayaya akp ideloğu diyebilenler beşikçiye ne demez beşikçiyi anlayıp bilemeyince hayatımızı bütünüyle kesen ve bizide zehirleyen kürt sorununu anlayamayıp saçmalarız.saçmalama örneklerine sitedede görmemize rağmen saçmalıklarında tartışma platformunda önemli bir işlevi olup olması gereken olumlu anlayışların açığa çıkıp görünür olmasını sağlar.fazla enseyi karartmamak lazım dikkatinizi çektiyse tutuklanan aydınlara siz başka partimi bulamadınız kürtte değilsiniz ne işiniz var bdp diyen devletin savcıları asıl tehlikeyi farketmiş toplumsal muhalefetin sıkıştığı kimlik siyaseti kabuğundan çıkmasının işaretlerini görerek bu olumlu yolu başlangıçta tıkamaya çalışırken sistem yakalanmıştır işte ilk kez sistemi endişeye sevk eden yeni ve şimdiyedek yapılanlardan başka bir iş yapılmış tüm sistem mağdurları ile özgürlükçü siyasi kürt hareketi birlikte iş yapma pratiği gösterince devlet-sistem iktidar hegemonyasını çok rahatsız etmiş ne yapacağını şaşıran iktidar delilsiz suçsuz kendi hukukunuda çiğniyerek adeta neden siyaset yapıyorsunuz benim izin vermediğim siyaseti yapamazsın diyerek bu gerekçeyle insanları tutuklamıştır.iki cümle arka arkaya kuramayan evlere şenlik iç işleri bakanı 2009 dan bu yana kck diye tutuklanan 4 bin küsür kişi yerine yediyüz kişi diyecek kadar yalana başvurmak zorunda kalmışlardır bütün işaretler sistem-devlet-iktidar hegemonyasının hızla kendini tükettiği yönündedir asıl soru biz ne yapıyoruz?ne yapmalıyız?ne yapabiliriz sorusuna verceğimiz cevaptır

  15. Fikret hocanın yazdıklarını özgür üniversite sitesinden takip ederim ..üzücü olan gerçek çırılçıplak dururken her kafanın kendine göre ona elbiseler dikmesi üzerini örterken onu kirletmesi.. algı denen lanet bu kadar mı insanın iradesinden bağımsız ne vakit insanlık temizlenir bunca karanlıktan bilinmez ..

  16. General Muglali’nin adi degistirilmekle kalmadi , kislaya bir assubay basçavus’un adi verildi. General ve subay çocuklari “devrimcilik” ne imis ögrensinler.

  17. ne zamandır iktidar-devlet yalakaları devrimci olmuş bizim anladığımız devrimcilik olabilirmi?kimyasal kullanıp savaş suçu işlemek ne zamandan beri devrimcilik oldu militarizmin salyalı faşistleri

  18. Gün Bey iyi akşamlar,
    Yukarıdaki makaleniz ile ilintili değil lakin; sorum şu olacak eğer yanıtlarsanız sevinirim.
    Marks, burjuvaziyi üretim araçlarına sahip olmasıyla tanımlıyor. Bu tanıma sadık kalarak veya aşarak bilişim, moda veya sinema gibi sektörlerden servet elde edenleri nasıl tanımlamalıyız? Mesela facebook isimli sosyal paylaşım sitesinin sahibi genci veya Bill Gates’i vb. Saygılarımla…

  19. Ahmet arkadaşım, bilişim teknolojinin bu sektörleri de bir çeşit üretim yaptıklarından onlar da kendi üretim araçlarına sahipler. üretim aracını sadece makine vb. olarak düşünmemek gerekir gibi geliyor bana. Saygılarımla.

  20. teorik olarak kapitalist üretim ilişkileri vahşi rekabet sermayenin temerküzü ve bir elde toplanmasına kadar gider ömrü yeter başına hiç bir kaza bela gelmese bütün üretim araçları bir kişidede toplanabilir ve dünyanın sahibide olabilir ama asıl soru mutlu olabilirmi?bil gates inde mutlu olamadığını duydum.marks ın proleteryanın aslında burjuvazininde kurtuluşu olduğu tezini şimdi daha iyi anlıyorum.yolda başına bir kaza derken tümden üretim ilişkisini değiştiren devrimden hatta dünya devriminden bahsettim.şöyle bir ironide olabilir sürekli rol çalıp ömrünü uzatan kapitalizm biz devrimcilerin beceriksizliğinden başına bir iş gelmese sistemin doğası gereği bütün yer yüzündeki üretim aracı ve değerler bir merkezde birikirken sonuç olarak üç kişinin elinde olsa bile sistem o 3 kişininde bir birleriyle amansız rekabeti ve 2 sinin birine tabi olup onun kölesi oluncaya kadar yarışmayı ve savaşı gerektirir teorisi bile mutluluk vermeyen bu çürümüş sistemi değiştirememek bizim beceriksizliğimiz olmalı

  21. F.Başkaya’nın AKP ideoloğu olduğu biliniyor.
    İ.Beşikci hakkını yemeyelim !
    O’nun daha fazlası var.
    Beşikci ise İsrail ve Amerika’ya övgüler düzerek çağ atladı.
    En gerici odağı destekleyen özgürlükcüler ve anarşistler !!!

    Şu feleğin ( şu düzenin ) işine bak !

  22. Bugün bütün ulusal televizyonlar bayrami vakar içinde karsilayip, Van depreminin yasina halel getirmemek için “özel eglence programlari” yapmamaya dikkat ettiler. Hiçbirinde “bayram özel” basligi altinda toplanan eglence programi yoktu, biri hariç: Ulusal Kanal. Van’daki deprein y

  23. Özür. Devam ediyorum. Deprem yasina saygisizlik yapmak için Perinçek kadar halk düsmani, IP kadar fasist, Ulusal Kanal insanliktan uzak, ve Perinçek’in fasiost-irkçi-kafatasçi militanlari kadar Kürt düsmani olmak gerekti. Türkiye’deki en asiri fasist güç IP’tir.

  24. Adınızı,kod adınızı bile yazmadan küfür yazıları yazmanızdan Fetullahcı olduğunuz besbelli.
    Perinçek ve arkadaşları sizin gibi Gladyo sözcülerini teşhir ediyor.
    MOSSAD ve CİA ile birlikte Kürt emekcilerinin davası savunulmaz.

  25. Perinçek kimseyi teshir falan edemez, o ancak kendi kendini teshir eder. Zaten 50 yildir yaptigi da budur:
    1. Sagci Yeni Türkiye Partisi Gençlik Kollari
    2. Sovyet yanlisi TKP sempatisi
    3. MDD’cilik
    4. Cuntacilik
    5.Sözde kirlardan sehirlere Maoculuk, Caru Mazumdarcilik
    6.”Sovyetler tek bas düsmandir ” Amerikan saksakçiligi
    7. 12 Eylül methiyesi, Evren dankavuklugu
    8. PKK yaltakçiligi, Apo yalakaligi
    9. TSK yalakaligi, 28 Subat militanligi
    10. Ergenekonculuk, Veli Küçükle birlikte gladyoculuk
    11. Teshir, teshir, teshir

  26. Alev Alatlı yıllardır fetullah gülen cemaatiyle yakın ilişki de ve İsrail’de iki yıl yaşamış vsvs biri olduğu için ve de entellektüel tartışmalarda iğrençleştiği için kaale alınamaz durumda. yazının gerisi ise kahvaltılık.

  27. BaranaS’a adıyla yazan Fetullahcı,Zaman Gazetesinden okuduklarını aktarmış.
    Fetullahcılık karşı-devrimcilerin son sığınağı.
    Yazdıklarınızı ancak bir karşı-devrimci yazabilir.
    Bu kirli bilgileriniz Gladyo Sözcüsü yayın organlarından aktarma.
    Artık solla,sol vicdanla hiç bir bağınız kalmamış.

  28. adam solcuyum demiyor ki o bu sitenin akplisi zaten.

  29. adamın akpli olması perinçek hakkında yazdıklarının yalan olduğunun garantisi mi?
    hangisi yalan söyler misiniz?
    birisinin söylediklerini cevaplamak yerine onu karalama yöntemi, öyle yapınca “adam kötü ya doğal olarak söyledikleri de yalan”, bu yöntem devletlerin kullandığı yöntemdir…

  30. bu ne kibir kendinden kalkma kendini hayatın merkezine koymak her şeyi bildiğini sanıp ikincil gördüklerine yukardan akıl veren kendi dışındakiler en gerici odak olması kendinizi ne sandınız yellozlar ismail beşikçiye ileri geri laf edecek adammısınız utanın adamın ömrü bilip bilmeden savunduğunuz yada hizmet ettiğiniz ekselanslarının zindanında geçip saygınlığı tartışılmaz insanlara laf edecek adammısınız ne sanıyorsunuz kendinizi özgürleşmek önce kendinizden başlayabilir zihninizdeki karakollardan kurtulabilirsiniz

  31. özgürlükçü’nün Ismail Besikçi konusundaki fikirleri gerçegi yansitmakta, Besikçi’nin fikrine katilan olur, katilmayan olur ama dürüst ve bagimsiz bir arastirmacidir. Besikçi ve Baskaya’ya “AKP’li” demek çilginliktir, bu adamlar bu kadar çabadan sonra gelip Ak Parti’ye üye olmak isteseler bile almamak gerek, böyle bir birliktelik kamuoyu algisina ve olusmus kisiliklere ihanet olur, Ak Parti’nin çizgisine de aykirirdir.

  32. Karsi devrimci demeyelim de… Ben zaten degisimlerin devrimle degil de evrimle daha kalici olacagina inananlardanim. “Karsi devrimci” sifatindan gocundugumdan degil, “devrim” merkezli kategorilestirmelere karsi oldugumdan. Kaldi ki 1930 kafali ve 1980 Anayasasi’nin yilmaz savunucularinin baskalarina karsi devrimci demeleri anlamsiz. Hele hele Sener Eruygur, Veli Küçük, Cetin Dogan , Perinçek falan devrimciyse , sevsinler öyle devrimcileri. Fethullah Hoca’ya gelince , benim hiçbir alakam yok bunu da bil. Ben cemaat ve tarikattan hoslanmam, bu nedenle Alevilikten, Bektasilikten, Mevlevilikten, Naksibendilikten de hoslanmam, kisilere tapmanin her biçimine alerjik oldugum için, ama Fethullah Hoca cemaatinin düsmani da degilim, memleket insanlarina ve tüm insanliga çok büyük hizmetleri var, ama senin Perinçek’e tarikat lideri gibi taptigina eminim, yarin Perinçek “en büyük devrimci Tayyip’tir” desin, eminiom sen de aynisini söylersin, bir zamanlar Zileli ve diger havarilerin Hazret Perinçek’in ayaklarini yikadiklari gibi ve yine eminim , Allah herkese uzun ömürler versin, Mehmet Perinçek’in IP Baskani oldugunu da yasayin ve görün. Tabii arkasindan da onun neslinden dogacak çocuklar . Siz böyle ilkel kafalarsiniz , Kuzey Kore gibi, Küba gibi, Suriye gibi, çagdisi, ilkel düsünce sahipleri.

  33. Günah Çıkarmak: Beşikci Ve Öcalan

    M. Hayaloğlu/

    Günah çıkarmak

    Günah çıkarmak, Türkçe sözlükte (mec.) ‘kötü davranışlarını, suçlarını açıklamak, anlatmak‘, ima etmek ise ‘dolaylı anlatmak, anıştırmak, ihsas etmek‘ şeklinde izah edilmiş.

    İsmail Beşikçi’nin, önce Rızgari sitesinde ve daha sonra Taraf gazetesinde yayınlanan “Aydınlar“ adlı makelesini okuyunca, kafamda günah çıkarmak, nedamet, pişkinlik gibi kavramlar dolaşmaya başladı.

    İ.Beşikçi’nin yazdığı konuların çoğu bilinen olgulardı. Söyledikleri de genel doğrulardı ama kendimi bu kavramları düşünmekten alıkoyamadım. Nedenini düşünürken, aklıma, İ.Beşikçi’nin çok değil, bir kaç yıl önce PKK ve A.Öcalan hakkında yazdıkları geldi.

    İ.Beşikçi’nin bütün yazdıklarını takip ediyordum. Kendisinden çok şey de öğrenmiştim. Ama PKK ve A.Öcalan hakkında yazdıklarını okuyunca şaşırıyordum. Acaba ben mi yanılıyorum diye kendi kendime soruyordum. Derken, İ.Beşikçi’nin peşpeşe çıkardığı ve esasta birbirinin tekrarı olan ‘Kürt Aydını Üzerine Düşünceler‘, ‘PKK Üzerine Düşünceler‘ gibi kitaplarının bilimsel bir değeri olmadığına kanaat getirdim ve İ.Beşikçi’yi takip etmekten vazgeçtim. Çünkü artık benim için İ.Beşikçi, bir PKK propagandistti, bir Apo şakşakçısı idi. Buna karar verirken, İ.Beşikçi’nin o çok tekrarladığı bilimsel yöntemden koptuğunu, olgu ve olaylardan bağımsız, tamamen öznel ve duygusal bir bakış açısıyla sorunları değerlendirdiğini görebiliyordum.

    İ.Beşikçi’nin PKK’yı ve A.Öcalanı tanımadan böyle ezbere konuşması, kabul edilebilir değildi ama yıllarca cezaevinde yatmış olmasının doğurduğu psikolojinin bir yansıması olsa gerek diye düşünüyordum. Nitekim, gerek bu makalesinde ve gerekse daha önce çeşitli vesilelerle PKK ve yakalanmasından sonra A.Öcalan hakkında ürkekçe ve birazda utangaçca yaptığı eleştiriler, bu düşüncemi doğruluyor diye düşünmeye başladım, umarım yanılmam.

    İ.Beşikçi, artık A.Öcalanı, PKK’yı; bunların yaptığı yanlışları eleştiriyor, eleştirebiliyor. Bu olumlu bir yaklaşımdır. Yanlışı, kim yaparsa yapsın eleştirmek gerekir. İnsan, düşünen bir varlıktır ve herkes yanlış yapabilir. Ama yanlışını gördüğü ve kavradığı zaman da özeleştirisini yapması gerekir.

    İ.Beşikçi, geçmişte de hata yapmıştı, yanılmıştı. ‘Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller‘ adlı çalışmasında Kürt sorununu, Kemalistlerin gözü ile değerlendirmişti. Sonra, bu düşünceleri değişti, Kemalizmi cepheden eleştirdi ama açık bir özeleştiri yapmadı. İ.Beşikçi, bunun özeleştirisini, ‘Bilim Yöntemi‘ adlı kitabının önsözünde yaptığını -bir cümle ile (!)- belirtiyor. Diğer bir yazısında ise, “kitabın içeriğiyle ilgili olarak katılmadığım konuların, görüşlerin sayısı günden güne artıyordu. Bu, giderek içeriğini benimsemediğim bir kitap haline geldi“ demektedir, (Kürt Aydını Üzerine Düşünceler, s.126). Evet, ama yine de bunun tam da bir özeleştiri olduğu söylenemez. Denebilir ki, İ.Beşikçi’nin Kemalist olmadığı yaşamından, yaşadıklarından anlaşılabilir. Peki, İ.Beşikçi’nin Apocu olmadığını, Apoculuğu red ettiğini nereden bileceğiz?

    Dilerseniz, İ.Beşikçi’nin Aydınlar adlı makalesinde söyledikleri ile daha önce yazdıklarını bir karşılaştıralım.

    İ. Beşikçi, yazmış olduğu “Aydınlar“ makalesinde bakın ne diyor:

    “1990-91 yıllarında, koğuştaki arkadaşlar Saliha Şener’den söz ederlerdi. Saliha Şener’in polis ve asker karşısındaki direngenliği, nizamiye kapılarındaki mücadelesi, tutuklu ailelerini örgütlemedeki hünerleri, açlık grevlerindeki duruşu zengin olgularla anlatılırdı. O kadar hayranlıkla, o kadar övgü dolu sözlerle söz ederlerdi ki, o ana kadar Saliha Şener’i bilemediğim için mahcubiyet duyardım. 1990’ların ortalarındaysa aynı arkadaşlar, Saliha Şener’i bir ajanın anası olarak, bir emperyalist işbirlikçisinin anası olarak anlatmaya başladılar. “Kör Saliha” denerek, ajan oğluyla işbirliği içinde olan bir kadın olarak söz etmeye başladılar.“

    “PKK içinde, Mehmet Şener gibi yüzlerce infaz var…. Oğulları, kızları kendi arkadaşları tarafından, PKK tarafından infaz edilenler ise bir sessizliğe gömülmüş, hayattan tamamen kopmuşlardır. Bu aileler için başvurulacak bir makam yoktur. PKK, kendi içinde barışı aramadan, öbür Kürt örgütleriyle, Kürt sivil toplum kurumlarıyla ahenkli ilişkiler geliştirmeden, Türkiye ile, devletle barışı tesis etmesi olası değildir.“

    “Barış ve Demokrasi Partisi bugün devletten özerklik talep ediyor. BDP İmralı’ya karşı özerkçe hareket edemezken bu süreçten olumlu bir sonuç çıkmaz.“

    “Bu –(Kürt, nb)- yazarların, aydınların, Türk televizyonlarında sık sık görünmeleri “devlet kendi Kürdünü yaratıyor” , “bunlar rantiyedirler” mantığıyla ele alınıyor. Bu değerlendirmeler yanlıştır.“

    http://turkish.rizgari.com/modules.php?name=News&file=article&sid=26394

    İsmail Beşikçi’nin bu konularda daha önce yazdıkları ise şöyledir:

    ‘PKK Üzerine Düşünceler‘ (Özgürlüğün Bedeli) adlı bilimsel(!) eserinde:

    “Mahsum Kormaz Akademisine casuslar gönderiyorlar.“ (s.114)

    “PKK artık, tek adamla yürüyen, bir adam tarafından çekilip çevrilen bir örgüt değildir. Hepsinden önemlisi PKK ve Başkan Apo bunun bilincindedir.“ (s.115).

    “Bütün bunlara rağmen Apo’ları çoğaltmak gerekir. Onlarca, yüzlerce Apo olmalıdır.“ (s.115).

    “Apo’ları çoğaltmak gerekir. … Herkes Apo olmaya çalışmalıdır.“ (s.115).

    “Bütün Apolara selamlar olsun!“ (s.117; 28.05.1990).

    “PKK’nın, PKK genel Sekreteri Apdullah Öcalan’ın bilim adamı yönünü de gözden uzak tutmamak gerekir.“ (s.146).

    “Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesini yürüten kadroların cin gibi olması gerekir. … PKK’da, PKK Genel Sekreteri Apdullah Öcalan’da, Başkan Apo’da bu nitelik kolayca görülebiliyor.“ (s.150).

    “Bu süreçte ‘Başkan Apo‘, ‘Önder Apo‘, ‘Biji Apo‘ gibi deyimlerin, sloganların kullanılması bana ters gelmemektedir.“ (s.151).

    “… sorun, çoğu zaman sizi aşıyor, karşı çıkamıyorsunuz. …Bu bakımdan Kürt halk kitlelerinin, ‘Başkan Apo‘, ‘Biji Apo‘ gibi hitaplarda bulunmaları, sloganlar atmaları yerinde bir harekettir.“ (s.151).

    “Bunlar lideri putlaştırmak değildir.“ (s.151).

    “… PKK’nın düşüncesi ve eylemi, karanlıkları yırtan bir aydınlıktır.“ (s.152).

    “PKK Genel Sekreteri Apdullah Öcalan artık, Kürt halkının bir lideridir, önderidir. … Apdullah Öcalanı artık, PKK’nın önderi, PKK’nın Genel Sekreteri olarak değerlendirmemek gerekir.“ (s.153).

    Evet, bu ve benzeri değerlendirmeleri çoğaltmak mümkün ama gerek görmüyorum.

    Kürt aydınları, Kürt demokratları A.Öcalan‘ın ve PKK’nın anti-demokratik, diktatöryal yaklaşımlarını eleştirirken, İ.Beşikçi, bu yaklaşımları alkışlıyordu, yüceltiyordu.

    A.Öcalan’ın direktifleri ile PKK Kürt aydınlarını, Kürt demokratlarını ajan, provakatör ilan edip hakkında ölüm kararları alır ve yüzlerce Kürt militanını ve yurtseverini kurşuna dizerken, İ.Beşikçi bunları görmezlikten geliyor; PKK ve Apo’ya haksızlık yapıldığını vaaz ediyor; bunları ‘aymazlık‘ olarak değerlendiriyordu.

    PKK, A.Öcalan’ın direktifleriyle farklı düşünceleri olan Çetin Güngör, Resul Altınok, Saime Aşkın, Mehmet Şener gibi yüzlerce kadro ve militanı kurşuna dizerken, işkence ederek katlederken, İ.Beşikçi, “Mahsum Kormaz Akademisine casuslar gönderiyorlar“ yalanlarına itibar ediyor, onları yayıyor ve PKK’nın yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışıyordu.

    Sosyalistler, aydın ve demokratlar PKK’nın liderini putlaştırdığını ve bunun bizzat A.Öcalan tarafından yaptırıldığını söylerken, İ.Beşikçi yapılanların, söylenenlerin ‘putlaştırma‘ sayılamayacağını, bunları ‘yerinde‘ hareketler olarak değerlendiriyordu.

    İ. Beşikçi’nin PKK’yı, A.Öcalanı yanlış ve yersiz olarak öven, yücelten onlarca değerlendirmesini aktarabiliriz. İ.Beşikçi, PKK ve A.Öcalan hakkında gözü kapalı olarak, bir bilim adamına, bir sosyolaga yakışmayacak yöntemlerle tanımadan, araştırmadan, gıyaben değerlendirmelerde bulunuyordu ama bu değerlendirmeleri ile PKK ve Apo’nun diktatöryal düşüncelerini meşrulaştırdığını, Apo’yu putlaştırdığını düşünmek bile istemiyordu. Bugün yaptığı değerlendirmelerle -kısmen de olsa- bu yazdıklarının birer yanılgı, birer yanlış olduğu anlamı çıkmaktadır. Ama bunlar o kadar ustalıklı, o kadar kurnazca yapılmaktadır ki, sanki İ.Beşikçi geçmişte bunların tersini söylememiş gibi bir durum çıkmaktadır. Bu büyük bir tutarsızlıktır. Bir bilim insanına, bir sosyolaga, bir demokrata yakışmayacak, korkakça ve riyakarca bir tutumdur. Niyetim, İ.Beşikçi’ye hakaret etmek değildir; bu bakımdan daha ağır kavramlarla sorunu ağırlaştırmak da istemiyorum. Niyetim, İ.Beşikçi’yi samimi olmaya, hatalarını açıkça ve yükses sesle ifade etmeye davet etmektir. Özeleştiri, kişiyi küçültmez, tersine yüceltir.

  34. Sizlere Fetullahcı derken konumunuzu tanımlıyoruz.
    Tarikat ve cemaat üyesi olmamanız sizleri Fetullahcı olmaktan kurtarmıyor.
    O nedenle de karşı-devrimcisiniz.
    En gerici merkezle,Natocularla,Amerikancılarla iç içesiniz.
    Daha ne olsun ?
    Perinçek,Ç.Doğan.V.Küçük konusunda yazdıklarınız da Fetullahcı Gladyo’nun savları.
    Bu konularda hem bilginiz yok,hem de gönüllü Gladyo sözcülüğü yapıyorsunuz.
    Sizinki de bir tür O.Samastlık.

  35. “Sizlere Fetullahcı derken konumunuzu tanımlıyoruz.
    Tarikat ve cemaat üyesi olmamanız sizleri Fetullahcı olmaktan kurtarmıyor.
    O nedenle de karşı-devrimcisiniz.”

    Comedia della ZORTE

  36. Anadolu Kaplanları Milli Görüş’ü bitirdi

    10 Kasım 2011
    Haberi Paylaş |

    *
    *

    BARIŞ İNCE/BİRGÜN

    4 Mayıs 2000 tarihinde yapılan Fazilet Partisi kongresi, bugünkü AKP’nin temellerini atan bir sürecin yaşanmasına ön ayak olmuştu. O günün canlı tanığı Mehmet Bekaroğlu’na göre yeni gelişen Anadolu sermayesi uluslararası sisteme entegre olmak istiyor, faize karşı olan bir ekibin de bunu yapamayacağını biliyordu. AKP’nin kuruluş sürecindeki tartışmalar bugünü anlamamız açısından da bizlere ışık tutuyor. Bekaroğlu anlattı:

    »AKP’yi oluşturan yenilikçi kadroların Milli Görüş’ten kopmalarında giderek büyüyüp küresel piyasaya açılan İslami sermayenin rolü neydi?
    Bence “İslami sermaye” sorunlu bir tanımlama, “Anadolu sermayesi” demek gerekir. Büyüyüp küresel piyasaya açılan Anadolu sermayesi AKP’nin kurulmasındaki önemli dinamiklerden biridir. Erbakan’ın sistemle giriştiği mücadele dolayısıyla sıkışmaları elbette bir faktördü ama esas mesele Milli Görüş gömleğiydi. Bu gömlek yırtılmadan uluslararası sisteme eklemlenmek mümkün değildi. Faize bu kadar olumsuz bakan bir anlayışın sermayeyi tatmin etmesi mümkün değildi. Erbakan’ın ve Milli Görüş’ün tasfiyesini en çok Anadolu sermayesi istemiştir.

    »Sadece bahsettiğiniz sermayedarlar mı yoksa, Gül ve arkadaşlarının Türkiye’deki geleneksel TÜSİAD sermayesiyle de ilişkiye geçtiğini düşünüyor musunuz?
    TÜSİAD’la görüşüyorlardı elbette ama ne derece “ilişkileri” vardı, bilemiyorum. Fakat merkez medyanın Fazilet Partisi’nin kapatılması, bölünmesi ve AKP’nin kurulmasında çok önemli rolü oldu. Merkez medya da bildiğiniz gibi büyük sermayenindi.

    »Erbakan ekibi ile yenilikçiler arasındaki o dönem temel ayrım noktaları nelerdi?
    Görünürde yönetim anlayışı, siyaset tarzı gibi farklar vardı. Ama esas sorun, Yenilikçilerin iktidara gelmek ve orada kalmak için dünya gerçeklerini keşfetmiş olmalarıydı. Yenilikçi arkadaşlar, yerleşik iç iktidar seçkinleri karşısında tutunmak için uluslararası iktidar odaklarının desteğini keşfetmişlerdi ve almışlardı. Bunu sağlamak için de en başta Kemal Derviş’in başlattığı ekonomik programı kesintiye uğratmayacakları sözünü vermişlerdi. Oysa Erbakan Hoca’nın kendi ekonomik programı vardı ve bu program, uluslararası sermaye ve onun Türkiye’deki temsilcilerini rahatsız ediyordu.

    »28 Şubat AKP’yi yarattı gibi bir söylem sıkça kullanılıyor. Siz 28 Şubatçıların Fazilet Partisi’nin bölünmesinde bizzat rol oynadığını düşünüyor musunuz? Yoksa yenilikçiler sadece ortadaki fırsatı mı iyi değerlendirdiler?
    Bu konuyu “Siyasetin Sonu” kitabımda ayrıntılarıyla anlattım. 28 Şubat’ı planlayanlar çok önceden Refah Partisi’nin parçalanması gerektiğini söylemişlerdi. 28 Şubat bu parçalanmayı/bölünmeyi hazırlayan en önemli olaydır. Sadece parçalanma değil, kitleleri AKP’ye yönlendirmeyi sağlayan da 28 Şubat baskılarıdır. 28 Şubat olmasaydı AKP olmazdı.

    »Gül ve arkadaşları sizce askerlerle ya da ABD ile o dönemde görüşmüşler midir?
    Yenilikçi ekipten çok sayıda arkadaşın asker ve ABD/AB ile temasları bilinen bir konudur. Bazı isimlerin tek işi haline gelmişti bu. Mesela; Fazilet Partisi adına Avrupa’ya giden Vecdi Gönül’ün, yenilikçileri demokrat, gelenekçileri “dinci, Şeriatçı” diye tanıttığı o dönem konuşulmuştu.

    »Küresel sermayedarlar (Soros vb) o dönemde AKP’nin kuruluş ve gelişiminde sizce rol oynamış mıdır?
    Soros’u bilmiyorum ama Soros ve benzerlerinin desteklediği birçok liberal aydın AKP’nin kuruluşunda önemli roller almışlardır. Benim “liberal öğretmenlerimiz “dediğim taife, AKP’yi kuran arkadaşlara uluslararası destekçi konusunda çok katkı yapmıştır.

    »Kürt sorunu konusunda o dönemde aranızda farklar var mıydı?
    Erbakan Hoca’nın Kürt sorunu konusunda düşünceleri biliniyor. Hoca’nın ceza aldığı Bingöl konuşması bu düşüncelerinin özetidir: “Önce besmele vardı, siz geldiniz Türküm doğruyum, çalışkanım dediniz. Kürt çocuğu da ben de Kürdüm, ben de doğruyum, çalışkanım dedi”. AKP’yi kuran arkadaşların o dönemde Kürt sorunu konusunda kendilerine ait olan bir çözümlerinin olduğunu duymadım. Sadece liberal öğretmenlerin söylediklerini tekrarlıyorlardı.

    »Peki bugün AKP’nin Kürt sorunundaki politikalarını nasıl değerlendirirsiniz?
    AKP’nin Kürt sorunu konusunda hâlâ belirlenmiş bir politikasının olduğunu sanmıyorum. 2005’teki Diyarbakır konuşmasında olduğu gibi cesaretli çıkışları olsa da Başbakan, güvenlik konseptinden henüz çıkabilmiş değil. En son yanındaki şahinler kendisini “PKK’yi ez, imha et, iyi Kürtlerle anlaş” diye özetlenebilecek bir reçeteye razı etmişler gibi görünüyor.

    »Zaman gazetesi ve çevresi neden PKK’ye karşı şahin bir mücadele tavrını destekler oldu?
    Bu çevrenin şahin politikaları benimsemelerine şaşmamak gerekir. Bunların ideolojik yönelimleri bu politikalara uygundur; Fethullah Hoca her zaman milliyetçi- mukaddesatçı- devletçi bir çizgi izlemiştir. Televizyonlarındaki “Tek Türkiye” dizisi yıllarca devam ediyor. Bunların bakış açısını ortaya koyan iyi bir ölçüdür bu dizi.

    »Gülen cemaati ile AKP arasındaki ilişki sağlam bir ilişki midir yoksa menfaate mi dayanmaktadır? Gülenciler ile Erdoğan ve çevresi arasında bir husumet ya da geçmişe dayanan geleneksel bir ayrım var mıdır?
    Sağlam bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Husumet değil ama Milli Görüşçüler ile Nurcuların olaylara bakışları hiçbir zaman aynı perspektiften olmamıştır. Şu anda statüko ile hesaplaşmada bir işbirliği söz konusu ama bu böyle gitmez. Fethullah Gülen ekibinin siyasette ağırlıklı bir şekilde görünüyorlar izlenimi yanılgıya sebep oluyor. Nurculuk esasen bir “iman kurtarma/siyasetten uzak durma” temeli üzerine kurulur. Milli Görüşçüler’in ise toplumsal ve siyasal alanda sözleri vardır. Milli Görüşçüler, faiz ve serbest piyasayı hazzetmezler. Aslında, Türkiye Müslümanları çok ciddi bir şekilde “Müslümanlar nereye gidiyor?” diye sormaya başladı. Erdoğan ile Cemaat hesaplaşır mı bilemiyorum ama bu ülkede tarihi geri planı dolayısıyla “Milli Görüşçüler” de diyebileceğimiz kesimle giderek siyasallaşan Gülen tipi Nurculuk arasında ciddi bir tartışma başladı bile. Bana kalırsa gelecekteki siyaset bu tartışmadan çıkacak.

    NE OLMUŞTU?
    4 Mayıs 2000 tarihinde yapılan Fazilet Partisi kongresinde Milli Görüş geleneğinde bir ilk yaşanmıştı. 1998-2000 arası dönemi Fazilet Partisi’nde, parti yönetiminde daha fazla söz sahibi olmak isteyen “yenilikçiler” ile Milli Görüş Hareketi’nin kurucuları olan “gelenekçiler” arasında çekişmeler yaşandı. Gelenekçi-yenilikçi çekişmesinin sonucunda, lider kadroları Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’tan oluşan “yenilikçiler”, kongrede, Abdullah Gül’ü Recai Kutan karşısında genel başkan adayı olarak gösterdi. Gül’ün seçimi kaybetmesiyle “gelenekçilere yenilen yenilikçiler”, Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının ardından 2001 Temmuz’unda kurulan Saadet Partisi’ne katılmayıp, tam iki ay sonra, 2001 Eylül’ünde AKP’yi kurdu.

    ( http://www.birgun.net )

  37. Cemaatin Kürt sorunuyla imtihanı –Ercan Geçgin
    20 Kasım 2011 ( sendika.org )

    Kürt sorununda mesele biraz da hem bölgenin neoliberal koşullara uyumunun hangi aktörler öncülüğünde gerçekleşeceği hem de devletçi ve milliyetçi yeni bir senteze nasıl entegre olacağına dayandığından AKP ile cemaat arasında işbirliğini ve işbölümünü zorunlu kılıyor

    Kürt sorununda taraflar arası mücadele yakıcı sertliği ile devam ederken, sadece ülkede değil Ortadoğu’da da giderek önemli bir egemen aktör haline gelmiş olan Gülen cemaati de meselede açıkça yer aldığını belli etmeye başladı.

    Nicel büyümenin yarattığı nitel değişim, Gülen cemaatinin gizil ağ sisteminden açık yapıya doğru genişlemesiyle kendini belli etmiş gibi gözüküyor. Artık sivil bir örgütlülükten siyasal bir harekete geçişin en kritik eşiğini yaşıyor diyebiliriz. Sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’da ve dünyada ulusaşırı sivil ve siyasal hareket olarak rol almak isteyen cemaat, öncelikle Kürt meselesiyle sınanmak zorunda olduğunu herkesten çok daha iyi biliyor. Kendi içsel dinamiğinin genişlemesinin yanında, Kürt meselesine eğilmesinde ulusal ve bölgesel bağlamda çok farklı konjonktürel ve tarihsel gerekçeleri de söz konusu.

    Bilindiği üzere dünya ekonomik sisteminin neoliberal paradigmasının öncü güçleri, bağımlı ülkelerin gelişmesi için “sosyal sermaye” kaynaklarının genişletilmesi gerektiğini salık veriyor. Sosyal sermayenin bizdeki özgül karşılığının enformel dayanışma ağları, dolayısıyla da cemaatvari yapılanmalar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özelleştirmelerin arttığı, esnek üretim ve taşeronlaşma sistemleri ile emeğin örgütlenme olanaklarının daraltıldığı, yerelleşme ile birlikte etnik ve diğer kimlik politikalarıyla sınıfsallığın parçalandığı ve “sosyal devlet” mekanizmasının temel işlevlerinin sosyal piyasaya, daha doğrusu enformel ilişki ağlarına terk edildiği bir süreçte inancı yorumlama şekliyle, ulusal ve uluslararası güç ilişkilerindeki patronaj pozisyonu ile Gülen cemaatinin yükseliyor oluşu son derece anlamlı biz zemin bulmaktadır kendine. Sosyal devletin boşluğunu doldurarak büyüyen cemaat, artık sadece sosyal güvenlikte değil diğer tüm güvenlik kanallarında da “sosyal sermaye” gücü olma niyetinde. Uzun yıllar altın nesil yetiştirme gayretinde olan cemaat, artık büyüyen bu kadrolarından icraat bekliyor. Nitekim Kürt sorunundaki pratik adımlarıyla bunu görmeye başlıyoruz yavaş yavaş.

    Kürt sorununda AKP-Gülen koalisyonu
    Son KCK (Koma Civakên Kurdistan) operasyonunu 30 yıllık mücadelenin en önemli hamlesi olarak kamuoyuna duyurmayan hükümetin bu yöndeki kararlı tutumunu, Başbakan’ın 7 Kasım’daki Rize konuşmasında “ya bizdensinizdir ya onlardan” yorumuna ulaşılabilecek şu belirlemelerde görebilmek mümkün:

    “ Son KCK operasyonları… Kimse bizden bunun da durmasını beklemesin. KCK operasyonlarını destekleyenlere uyarımı ben yine yapıyorum: KCK’yı iyi tanımanız lazım. İyi tanımıyorsanız ehillerinden iyi öğrenmeniz lazım. KCK’nın nereye vardığını bilmeden ve bu işin içerisinde kimlerin ne tür rol üstlendiğini bilmeden yaptığınız açıklamalar, ister medyada olsun, ister şurada, ister burada olsun; nerede olursa olsun teröre destektir, teröre hizmettir. Bu kadar açık konuşuyorum. Çünkü biz devletin içinde devlete paralel bir devlet anlayışına müsaade edemeyiz. Türkiye’de tek devlet vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. İkinci bir devlet olamaz. Bu ifadelerim sebebiyle beni ‘devletçi, milliyetçi’ diye ifade edenler varsa, bu ifadeleri kullanmak devletçilikse, milliyetçilikse evet, devletçiyim, milliyetçiyim. Çünkü biz bu gerçekleri ortaya koymaya mecburuz.”

    Her ne kadar kimi yerlerde hükümetin ve de Gülen cemaatinin liberal eğilimleri söz konusu ediliyor olsa da, gerek başbakanın bu açıklamaları gerekse Gülen cemaatinin Türk milliyetçiliğine dayalı politikası, neoliberal piyasa koşulları ile uyumlu yeni bir devletçilik sentezinin inşa edilmiş olduğunu da bize gösteriyor. Zaten Kürt sorununda mesele biraz da hem bölgenin neoliberal koşullara uyumunun hangi aktörler öncülüğünde gerçekleşeceği hem de devletçi ve milliyetçi yeni bir senteze nasıl entegre olacağına dayandığından AKP ile cemaat arasında işbirliğini ve işbölümünü zorunlu kılıyor.

    KCK’yi görüp cemaati görememek
    Yine başbakana en yakın isimlerinden biri olan AKP’nin Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan 7 Kasım 2011 tarihli Zaman gazetesindeki röportajında şunları söylüyor:

    “Bugün bölge halkı, PKK’nın baskı ve zulmünden bıkmış, alternatif otorite kurma çabasına karşı devletin güvenlik ve otorite kurmasını istemektedir. Hükümet, terörle mücadele adına yapılması gereken neyse onu yapmaktadır. Bunun içinde sınır ötesi operasyon da vardır, Türkiye kırsalında operasyon yapmak da vardır, şehirde KCK operasyonu yapmak da vardır. Terör örgütüne laf söyleyemeyenler, hükümete ‘dur’ demektedirler.”

    Nesnel açıdan bakıldığında acaba hangisi daha fazla alternatif otorite ya da devletsiz-devlet özelliği gösteriyor? Çapı, etnik kimliğinin etkili olduğu dar alanla sınırlı KCK mi, yoksa kamudaki kadrolarından dershanelerindeki müdürlerine, üniversitedeki kadrolarından en küçük sağlık birimindeki “altın nesline” kadar, tüm mobilizasyonun tek merkezle sağlandığı, devlet gibi atamaların yapıldığı ve tüm toplumsal kurumlarda her kesimi kendine muhtaç hale getirmeye çalışan cemaat sistemi mi?

    Hangisinin daha çok “devlet gibi” olduğunu herkes kadar Yalçın Akdoğan da biliyor olmalı. Batının da teveccühünü kazanacak şekilde Ortadoğu’da bölgesel güç olma yolunda önemli bir engelin (Kürt hareketinin) etkisini azaltmayı, hatta kökünün kurutulması gerektiğini AKP hükümetinin diğer koalisyon ortağının lideri açıkça belirttiğine göre bundan şikâyetçi olmaları gayet anlaşılabilir bir şey. Nitekim bu koalisyonun önemli bir göstergesi olması açısından dikkate değer bir gelişme olarak, emniyetteki İstanbul’da Balyoz, Ergenekon ve KCK gibi soruşturmalarının başındaki isim olan İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nden sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Tufan Ergüder’in Hakkâri İl Emniyet Müdürlüğüne atanması gösterilebilir.

    Bu işin sadece güvenlik boyutu. Ancak bir de sosyal yönü var ki uzun vadede belirleyici etkisi açısından son derece önemli. Bu yönüne de Fethullah Gülen’in 24 Kasım 2011’de herkul.org sitesinde yayınlanan konuşmasından yola çıkarak bakalım.

    Cemaatin çözüm planı: Kültürel hegemonya
    Gülen sorunun çözümsüzlüğe sürüklenmesinde askeri gücü sorumlu tutarak mesele giriş yapmaktadır:

    “Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz. Bir espriye bağlı ifade edersek, o güç, kuvvet ve mekanize birliklerin neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, 27 Mayıs ihtilaline bakabilirsiniz. O güç, gelip kendi milletinin başına binmiş ve 25-30 milyon insanı teslim almıştır. Daha sonra da her on senede bir binlerce insanı ezmiş, zindanlara atmış, sürgünlere yollamıştır. Şimdi, sen orada kuvvetini sonuna kadar kullanmışsın, sokağa hükmetmişsin; fakat, ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun.”

    Tabii bu noktada 12 Eylül’ün İslamileştirme politikasından ve o dönemdeki ABD’nin Yeşil kuşak projesinden en fazla cemaatin yararlandığını da belirtmemiz lazım.

    Devam ediyor Gülen. Cemaatinin “aksiyon insanı” yaratma çabasının Kürt bölgesindeki yetersizliğine işaret ediyor:

    “Ümitsizliğe kapılmamalı; ama bugüne kadar ihmal edilmiş tedbirler var: Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik. Böylece başkalarının halkı idlal etmesine fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını kapatsaydık.”

    Gülen cemaati kuşkusuz bu “sızma kanalları”nı hepimizden çok daha iyi biliyor. Tam da bu noktada cemaat özelinde dinin ve de kültürün nasıl bir baskı aracı olarak kullanabildiğine dikkati çekmek için Gramsci’nin “kültürel hegemonya” kavramını anımsamakta fayda var. Gramsci, İtalya özgülünde kapitalizmin hâkimiyetini nasıl halk üzerinde sürdürdüğüne ilişkin “hegemonya” kavramını ortaya atarak, zor, ikna ve rıza kanallarının işleyişi üzerinde durmuştur. Kültürel alanın önemli hegemonik mücadele alanı olduğunu belirtirken, Kilise örneğinde sadece egemen politik ve ekonomik alanda değil ideolojik ve kültürel alanda da bir etkiye sahip olduğunu özellikle vurgulamıştır. Kilise’nin “kültürel hegemonyası”na bizde karşılık gelenin cemaat olduğunu (tabii devletin patrimonyal tarafını ve ‘şükür’ toplumu özelliğini unutmadan) söylemeye artık gerek bile yok.

    Ezilen geniş halk kesimine çeşitli yardımlaşma kanalları ile “sızmak” ve geleneksel kodlar üzerinden bağımlılık ve “karşılıklı minnettarlık” hisleriyle “rıza” hegemonyası yaratmak sadece Gülen cemaati için değil, İslami kesimin diğer unsurları için de geçerli bir stratejidir. Ancak cemaat bu işi sadece yardımlaşma ve dayanışma ağları üzerinden değil, bürokrasi ve ekonomik piyasa, medya gibi çok yönlü toplumsal kanallara yayıp bir “toplum modeli” ideali çerçevesinde yapmaktadır. Karşılıklı minnettarlık stratejisine dayalı rıza kazanma yolu Kürt halkı için de uygulanmaya dönüştürülmüş durumdadır.

    Cemaatin Kürt illerine olan ilgisini Van depremi sonrasındaki yardımlaşma kampanyalarında da gördük. Nitekim kayda değer önemli yardımı STV, Kimse Yok Mu Derneği aracılığıyla cemaat yaptı. Hatta Mehtap Tv aracılığıyla ABD’de bu kampanya sürdürüldü. 6 Kasım 2011 tarihli Aksiyon dergisindeki köşesinde ise Ahmet Turan Alkan kurban bayramı için şu öneriyi aktarıyordu: “Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sene mükellef olup da gücü yetenlerin yerine iki, hatta üç kurban kesmesini, birini ailesine ve yakınlarındaki komşu ve fukaraya, ötekini güneydoğuya, sonuncusunu ise Somali’ye tahsis etmesini tavsiye etti.”

    Gülen, aynı konuşmasında Kürt meselesiyle ilgili şöyle devam ediyor:

    “Her köşesi, rengi, deseni, çeşidi ve şivesiyle ülkemizi ve insanımızı seven herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele ‘mukabele-i bilmisil’ kaide-i zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’ sloganlarıyla problem çözülmez. O fitne ve fesadın önüne geçilmesini isteyenler, tenkit ve tekliflerini başkalarına yol göstermek üzere, yetkililere verecekleri sağlam metinler halindeki raporlarla ve bildirilerle masumca ifade edebilirler. Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir. Az önce işaret ettiğim ‘hakkı, kötek olanlar’ istisna edilirse, o toplumun yüzde doksan beşi şefkatle ve re’fetle kucaklanmalı, onlara karşı mülayemetle hareket edilmelidir.”

    Ancak sorunun giderek kangrenleşme tehlikesine karşı BM’nin müdahale edebileceğine de vurgu yapması ilginçlik taşıyor:

    “Dünden bugüne şer güçler, bir tarafta bazılarını tahrik edip sokaklara salarken beri tarafta da onlara karşı çıkarılabilecek başkalarını kışkırtmış, diğerlerine saldırtmış ve insanları karşı karşıya getirip vuruşturmuş; böylece kendi menfaatlerini elde etmeye çalışmışlardır. Nitekim, 27 Mayıs öncesinden başlayıp 80 darbesi ve hatta sonrasına kadar devam eden benzer provokasyonlarda aynı eller, insanları sağ sol gibi sınıflarla ikiye bölmüş, onların damarlarına basmış ve vatan evladını birbirine kırdırtmış; sonra da akan kanın üzerine kendi saltanatlarını kurmaya çalışmışlardır. İçinde bulunduğumuz şartlarda da aynı senaryoların sahneye konması, bir Kürt-Türk çatışması çıkarılması ve hatta sonunda meselenin Birleşmiş Milletler’in hakemliğine kadar vardırılması muhtemeldir.”

    Bu analiz, 12 Eylül öncesindeki provokasyonlar sonucunda derinleşen çatışma ortamının darbeyi toplumda bir zorunluluk haline getirip meşrulaştıran psikolojik mekanizmasını akla getirmiyor değil. O halde soralım acaba cemaat Birleşmiş Milletlerin rolüne mi soyunmak istiyor? Daha açık bir ifade ile ölümü gösterip sıtmaya razı etmeyi mi planlıyor?

    Bütün bunların cevabını ülkede, bölgede ve dünyadaki güç ilişkilerinin belirleyeceğini söyleyebiliriz. Cemaatin giderek siyasal alanda kendini hissettirip açık bir pozisyona dönüştürmesi ve KCK’nin de son 20 yıldaki büyük şehirlere yaşanan göçlerle birlikte sadece batı illerinde değil Avrupa ve Ortadoğu’da da toplumsal kanalları kontrol etmeye çalışması ve bunu askeri gücü ile bütünleştirmeye yönelmesi, uzun soluklu bir mücadelenin habercisi gibi görünüyor. İran’a askeri müdahalenin tartışıldığı, Suriye’de Arap Baharı sonrasında meydana gelen çalkantıların girerek Kürt meselesini de içine almaya başladığı ve Doğu Akdeniz’deki enerji savaşına doğru evrilen güç ilişkileri sarmalındaki bir süreçte hem cemaatin hem KCK çerçevesinde Kürt Hareketinin, her zamankinden daha fazla mücadele içerisinde olacaklarını belirtmek yanlış olmayacaktır.

  38. Ergun: AKP Müslümanları ‘dolandırmış’tır

    12 Ocak 2012

    İslamcı yazar Atilla Fikri Ergun gündemi BirGün’e değerlendirdi

    Ergun, Türkiye’de bugün adına “yeni” denen her şeyin aslında eskisinin devamı olduğunu, Türkiye’nin “model ülke” olarak değil, ancak “modern sömürge” olarak nitelendirebileceğini söylüyor. Ergun’a göre, Türkiye’de Okyanus ötesi eksenli Teo-Faşist ve Teo-Kapitalist NATO’cu İslamcılık söz konusu.

    İslamcı kesimi yakından tanıyan bir isimsiniz, AKP iktidarıyla birlikte İslamcı kesimde ne gibi bir değişim göze çarpıyor? Gelişmeler olumlu mu, olumsuz mu?
    Öncelikle bugün kendilerini “İslamcı” olarak nitelendirenlerin 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ilk nesil İslamcılarla, dolayısıyla İslamcılık düşüncesiyle uzaktan yakında bir ilgilerinin olmadığını belirtmemiz lazım. Elbette bunun niçin böyle olduğunu izah etmemiz gerekir. Birincisi, ikinci ve üçüncü neslin adalet, eşitlik ve özgürlük ekseninde bugüne kadar kendine özgü bir insan ve toplum modeli ortaya koyduğuna şahit olabilmiş değiliz. Manevî-ahlakî kaygısı olmayan, siyasetini Emevilerden devşirmiş, muhafazakâr modernleşme ideolojisini benimsemiş, ekonomi-politiğini de kapitalizmden almış bir düşüncenin topluma vereceği hiçbir şey yok. Bir başka ifadeyle muhafazakâr modernleşme ideolojisinin taşıyıcılığını ve sözcülüğünü yapan ikinci ve üçüncü neslin halka servet ve iktidar-perestlikten öte empoze edebileceği bir şey kalmadı. İkincisi, biraz önce vurguladığım nedenlerden ötürü Türkiye’de “İslamcılık” ve “İslâmî Hareket” aslında birer “mit”ten ibaret. İkinci ve üçüncü neslin sahip olduğu düşünce ve ortaya koyduğu pratikler İslamcılık olmadığı gibi, bu ülkede hiçbir zaman gerçek anlamda bir İslâmî Hareket de var olmadı.

    Verili dünyayı aşamayan ve gücü -servet ve iktidarı- esas alan ikinci ve üçüncü nesil, Kur’an’a ve Peygamber’in Sünnet’ine ihanet ederek İslam’ın aslî kaynaklarından fiilen Teo-Faşizm ve Teo-Kapitalizm çıkardı. Deyim yerindeyse zorbalığın, ayrımcılığın ve yemlenmenin ilâhiyâtı, ikinci ve üçüncü nesilde mücessem hale geldi. Oysa tarih boyunca güce dayalı düşüncelerin tümü zulmedici olmuştur. İslâmî düşünce ve dünya görüşünün temel ilkesi ise ahlakîliktir ve bu ilke, herkes için adaleti gerekli kılar. Aynı şekilde ayrımcılığı reddetmeyen bir düşüncenin İslâmî olması ve devrimci karakter taşıması da söz konusu değil.

    AKP iktidarındaki Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Ya da şöyle sorayım: Yeni dönemi nasıl okumak gerekir?
    “Yeni dönem”in üzerinde ısrarla durmak gerekir diye düşünüyorum. Bu ülkede “yeni” denen her şey aslında eskisinin devamı. “Yeni dönem”, “yeni iktidar eliti”, “yeni dış politika”, “yeni zengin sınıf”, “yeni anayasa” vs. “Yeni dönem”de Türkiye, tıpkı eskiden olduğu gibi her yönden küresel hegemonyanın müttefiki. “Yeni iktidar eliti” de tıpkı öncekiler gibi kendi tarihine, kültürüne ve coğrafyasına ihanet etmekle meşgul. Dolayısıyla bu coğrafyaya sokulan tek hançer İsrail değil. ABD’nin müttefiki ve stratejik ortağı olan -bazıları Türkiye’nin stratejik ortak değil, taktik ortak olduğunu söylüyorlar- AB’nin nikâhına almayı reddettiği Türkiye’yi de bu kategoride ele almak gerekir. Hiç şüphesiz Türkiye “model ülke” değil, “model sömürge”.

    İçeride de durum farksız. “Yeni iktidar eliti”, dışarıda olduğu gibi içeride de Teo-Politik zeminde hareket ediyor. Ancak bu Teo-Politik zemin, Sünniliğe değil, ırk ve sınıf ayrımına dayalı olan Emevî Sünniliği’ne dayanıyor. Resmi ideolojiye en uygun olanı da bu zaten. Nitekim “yeni iktidar eliti”, “modern ulus-devlet” forumunu koruma yükümlülüğünü eksiksiz bir biçimde yerine getiriyor.

    Buna karşın “İslamcılar” için yeni dönemde statükoyu savunmak kaçınılmaz. Dün 6. Filo’yu destekleyenler bugün iş başındalar. Dünün radikalleri de bugünün muhafazakârları haline gelip “yeni dönem”in servet ve iktidar sahipleriyle işbirliği yaptılar. “İslamcı” vakıf ve dernekler, platformlar, iktidarın yan kuruluşları olarak faaliyet yürütürken, yayın organları da muhafazakâr iktidarın, “yeni zengin sınıf”ın ve NATO’nun basın bültenleri işlevini görüyor. Sonuç şudur: Okyanus ötesi eksenli Teo-Faşist ve Teo-Kapitalist NATO’cu İslamcılık! Bu bakımdan Müslümanların, muhafazakâr iktidara, “yeni zengin sınıf”a ve NATO’ya hizmet eden mevcut “İslamcılık” belasından acilen kurtulmaları gerekiyor.

    Türkiye’nin “model ülke” olmadığını, “modern sömürge” olduğunu söylediniz. “Model ülke nitelendirmesi bir kurgudan mı ibaret?
    Muhafazakâr iktidar, bölgede ABD’nin ve NATO’nun sözcülüğünü yapıyor. Bu bakımdan Türkiye sadece model sömürge değil, aynı zamanda taşeron. Bölgeyi de kendine benzetmeye çalışıyor. Belki bu anlamda bir “model” olabilir. Neo-Osmanlıcı emperyal dış politika bu amaç için yürürlükte.Bir nevi ABD ve NATO’nun getir-götür işlerinin yürütülmesi anlamına geliyor. Örneğin Davutoğlu son olarak İran’a gitti. Görünürde Türkiye adına, gerçekte ise ABD ve NATO adına gitti. Nitekim İran’da yayınlanan Şark Gazetesi’nin Davutoğlu’nun ziyaretiyle ilgili manşeti: “Aracı Tahran’a geldi” şeklindeydi. Hatırlarsanız, Davutoğlu Suriye ile yaşanan gerginlik sırasında da Beşşar Esed’i defalarca ziyaret ettiğini, ancak Esed’in uyarılara kulak asmadığını söylemişti. Bunun üzerine Esed, “Evet, her geldiğinde bize ABD’nin emirlerini iletti” diye cevap verdi. Bu iki örnek olayı bütünüyle izah ediyor.

    Ayrıca Türkiye’nin neresi model? Adalet, eşitlik, hak-hukuk, adaletli gelir dağılımı, insan hakları, özgürlükler, düşünce ve vicdan hürriyeti gibi konularda ne gibi bir aşama kaydetmiş? 12 Eylül dönemini aratmayacak sayıda tutukla(n)ma vakası söz konusu. Üstelik şiir okuduğu için hapse giren bir Başbakan’ın ve geçmişte benzeri sıkıntıları yaşamış olan iktidar kadrolarının döneminde. 21. yüzyılda insanların kitap yazdıkları için hapse girdikleri bir ülkede yaşıyoruz. Hiç kuşkusuz bunda Avrupa ve ABD’nin büyük payı var. Zira Avrupa ve ABD, bölgede kendi kontrolü altındaki otoriter ve totaliter rejimler sayesinde tahakkümünü sürdürüyor. Bu sayede yaşadığımız coğrafyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürüyor. Dün de öyleydi, bugün de öyle. Sadece bu iş bugün birtakım farklı hassasiyetleri olan kadroların eliyle gerçekleştiriliyor. Bunun dışında arada hiçbir farklılık yok. NATO Üsleri İzmir ve İncirlik’te, Füze Kalkanı da Malatya’da. Değişen ne var? Eskiden Füze Kalkanı yoktu, şimdi Füze Kalkanı da var. Bu bir gelişme tabii. İlerleme kaydedilmiş(!).

    Gelinen son nokta itibariyle AKP’ye umut bağlamış olan Müslümanların aldatıldıklarını söyleyebilir miyiz?
    Aldatılmak ne kelime, tarihî bir “dolandırıcılık” vakasıyla karşı karşıyayız. Malum, “dolandırıcı”, “birini aldatarak onun malını veya parasını alan kimse”dir. Dolandırıcı, malını veya parasını aldığı kimseleri peşinde “dolandırır”. Hem iktidar hem de ikinci ve üçüncü nesil Türkiye İslamcılığı, Müslümanları “dolandırmış”tır. İktidar açısından konuşacak olursak, sözde bağımsız, özgürlükçü politikalar yürürlüğe konulacak, içeride ve dışarıda Türkiye’nin sorunları bir bir çözülecekti. AKP bu vaatlerle iş başına geldi ve üç seçim arka arkaya iktidar oldu. Ancak hiçbir vaadini yerine getirmedi. Aksine dışarıda ABD, Avrupa, dolayısıyla NATO eksenli dışa bağımlı politikaları sürdürdü. İçeride ise İttihat ve Terakki zihniyeti AKP eliyle varlığını koruyor, Kemalist icraatlar devam ediyor. Derin iradenin/siyasetin, İslamcı geçmişi olan AK Parti eliyle sistemi iyileştirme ve devletin ömrünü uzatma projesi başarısızlığa mahkûm. Yaşanan her olay Türkiye’nin sonunu hazırlıyor. Kendilerini “İslamcı” olarak nitelendirenlere gelince: İkinci ve üçüncü nesil Türkiye İslamcılığı, “Tevhid, Adalet, Özgürlük” sloganları ve vaatleriyle yola çıkmış, müntesiplerini maddî-manevî her yönden iliklerine kadar kurutmuş, sonra da yarı yolda bırakıp servet ve iktidar sahipleriyle işbirliği yapmış, satmıştır. Müntesiplerine vadettiği hiçbir şeyi yerine getir(e)memiş, deyim yerindeyse “dolandırıcılık” yolunu seçmiştir.

    Son olarak Uludere (Roboski) katliamının hemen arkasından hükümetin Kenan Evren ve arkadaşlarının yargılanmasını gündeme getirmesini ve İlker Başbuğ’un tutuklanarak hapse gönderilmesini nasıl okuyorsunuz?
    Aynen öyle. Birincisi Kenan Evren ve arkadaşlarının yargılanmaları söz konusu değil. Bu benim şahsi görüşüm tabii. Böyle okuyorum. İkincisi, sorulmayan sorular var: İlker Başbuğ’u tutukluyorsunuz da Büyükanıt’ı, hatta Çevik Bir’i niçin tutuklamıyorsunuz. 27 Nisan post-modern muhtırasını veren Büyükanıt dışarıda, Başbuğ içeride. 28 Şubatçılar da hâlâ orada duruyor. Kimi tutukluyorlar? 2002’den sonra görev yapmış olanları. Ki, benim tutuklanmalarına hiçbir itirazım yok. Her kim halk üzerinde tahakküm oluşturmaya kalkışmış ve birtakım yapılanmaların içinde yer almışsa hepsi tutuklansın. Lakin gündem saptırılıyor. Başbuğ yirmi gün önce niye yoktu gündemde? Uludere katliamına gelince; bu coğrafyada yaşayan tüm halklar “malum zihniyet” tarafından ezilmiştir, ancak zulümden nasiplerini en fazla alanlar Kürtler olmuştur. Güneydoğu (asıl adıyla Kürdistan) bir viranedir, halkının kimliği, dili, kültürü ve bilumum hakları inkâr edilmiş, yaşam hakkı elinden alınmıştır. Bu zihniyetin hüküm sürdüğü bir ülkede yaşamak ise “en tehlikeli iş”tir! Ve biz, böyle bir zihniyetin hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Devlet, küçük bir azınlık dışında toplumun hemen her kesimini kendisi için tehlike olarak görüyor. Mevcut devlet aklına göre herkes tehlike.
    Uludere’de “demokratik bombalar”la “demokratik bir bombalama eylemi” gerçekleştirildi. Kafalarını kuma gömenlerin yaklaşımları ise utanç verici. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, açıkça bir devlet tasallutu, devlet diktası, devlet terörü ve devlet katliamıyla karşı karşıyayız. Böyle bir ülkede herkes bir gün “yanlışlıkla” öldürülebilir! Katliam bir devlet geleneği! Ve bu, sadece bu topraklara özgü bir durum değil. Dünyanın her yerinde bu iş böyle.

    Atilla Fikri Ergun kimdir?

    1974 yılında İstanbul`da doğdu. Beyan, Gülistan, Değirmen ve Basiret dergilerinde ve İslami içerikli çeşitli internet sitelerinde 100’ü aşkın makale yazdı. 2009 yılında Beyan Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Özgün Duruş Gazetesinde Yayın Editörlüğü görevinde bulundu ve haber-analiz yazıları yazdı. 2010 yılında Adilmedya.com’un Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Yazar halen serbest olarak çalışıyor ve Analizmerkezi.com’da yazıyor.

    Söyleşi: Ahmet Külsoy

    ( http://www.birgun.net )

  39. TSK-AKP çatışmasında demokrasi cephesi yoktur. Ne var ki demokrasisiz bir biçimde Batı tarzı yaşamak isteyen Türklerle İslamcı Türkler arasında ciddi bir kültürel çatışma vardır.

  40. Kaybedecek zaman yok: Ekolojik Devrim Hemen Şimdi! – Stefo Benlisoy
    Salı, 28 Ağustos 2012 (www.sdyeniyol.org)

    BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı (Rio+20) beklendiği üzere uçurumun eşiğindeki yerkürenin ekolojik krizine ilişkin herhangi bir “gerçekçi” çözümün gündeme gelmemesiyle başarısız küresel zirveler silsilesine bir yenisini eklemiş oldu. Üstelik konferans doğanın metalaştırılması ve finansallaştırılmasına dönük yeni piyasa mekanizmaları tarif ederek küresel egemenlerin ekolojik krize ilişkin yanlış yolda yürümeye devam etme kararlılıklarını bir kez daha göstermiş oldu. Konferansa ilişkin tek kayda değer gelişme ise “yeşil ekonomi” kavramının yirmi yıl önceki Rio’daki BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’ndan sonra hızla tedavüle giren “sürdürülebilir kalkınma” kavramını andırır biçimde bizi ekolojik krizden çıkarması beklenen yeni fetiş haline gelivermesi. BM Çevre Programı tarafından geliştirilen “yeşil ekonomi” kavramı sınırlı bir dünyada sınırsız büyümeye ilişkin kapitalist hülyanın devamlılığının garantisi, doğanın korunmasıyla sermayenin sonsuz kâr açlığını bütünleştirebilecek yeni bir simyacılık formülü. “Yeşil ekonomi” ile ekosistemlerin korunması adına doğanın tüm süreç ve fonksiyonları sermaye birikim sürecinin bir parçası haline gelebilecek. Bu çerçeve içinde artık sadece doğadan devşirilen maddeler değil “ekosistem hizmetleri” olarak adlandırılan doğanın tüm süreçleri sermayenin kâr arayışının nesnesi haline girmiş olacak, üstelik doğanın korunması ve “yeşil” ekonomi adına. “Yeşil ekonomi”ye göre geçmişte fiyatlandırılmayan doğal süreçler fiyatlandırılacak. Bunun hâlihazırdaki en yaygın örneği iklim krizine karşı mücadelede bir örnek olarak takdim edilen REDD (Ormansızlaşma ve Orman Bozulması Kaynaklı Emisyonların Azaltılması) uygulaması. Bu uygulama çerçevesinde ormanların sadece karbon tutma işlevine indirgenerek zengin hükümet ve büyük şirketler tarafından denkleştirme mekanizması çerçevesinde kirletme hakları elde etmek için alınıp satılmasına hizmet edecek. Hasılı sermaye yine muazzam bir “nicelleştirme” mekanizması olarak işlemekte. Sermaye egemenliğini kurduğu ve tahakküm altına aldığı her toplumsallığı nasıl basitleştirip nicelleştirmekteyse, giderek daha yoğun bir sömürüye tabi tuttuğu doğanın kendisini de basitleştirmekte, nicelleştirmeye tabi tutmakta. Üstelik “yeşil ekonomi” çerçevesinde hükümetlerin kriz nedeniyle kaynaklarının sınırlandığı gerekçesiyle doğayı ve insanlığı ekolojik bozulmadan kurtaracak süper kahraman rolü de tamamen şirketlere bahşedilmekte.

    Zirvenin küresel sistemin ekolojik krizi çözme/sınırlandırma konusundaki müteselsil başarısızlığının yeni bir örneğini oluşturmasının yarattığı “hayal kırıklığı” ve ekolojik krizi giderme kapasitesinin giderek daha fazla sorgulanır olması, ekoloji hareketinin değişik kesimlerinde de bir strateji tartışması yaratacağa benziyor. Okuduğunuz yazı bu bağlamda kendisini konferans sonrası Yeşil Gazete’de Yeşiller Partisi üyesi Ahmet Atıl Aşıcı ile yeşil ekonomiye ilişkin bir mülakatta sergilenen kimi görüşlerin eleştirisine hasredecek.1 Zira ekoloji hareketinin değişik bileşenleri arasında yapıcı ilişki ve işbirlikleri ancak bu bileşenlerin birbirlerinin görüşlerini şablonlaştırma ve karikatürize etmenin ötesinde daha derinlemesine kavramasıyla mümkün olacaktır.

    Hala güncel bir tartışma: Reform mu? Devrim mi?

    Söyleşisinin belli bir noktasında Aşıcı sosyalist hareket içerisindeki kadim “reform mu devrim mi” tartışmasına anıştırma yaparak sözü yeşillerle ekososyalistler arasındaki “tartışmalara” getiriyor: “[…] sosyalist hareket içinde bir grup parlamenter sistem içerisinde reformlarla sorunlara çözüm bulunabileceğini savunurken, diğerleri devrimi ön plana çıkarıyordu. Buna benzer bir tartışma bugün ekososyalistlerle yeşiller arasında gerçekleşiyor. Ekososyalistler, her türlü iyileştirme çabalarını mevcut sistemi güçlendirdiği savıyla reddediyor. Bu söylemi özellikle iklim açısından geri dönülemez noktaya hızla yaklaştığımız günümüzde çok tehlikeli ve yanlış buluyorum. Sol tarih içindeki içindeki ‘bırakın daha kötü olsun, ne kadar hızla dibe çökersek o kadar hızlı çıkarız’ yaklaşımını bugün, ne yazık ki halen, kimi ekososyalist çevrelerde görüyoruz.” Her şeyden önce Aşıcı’nın reform-devrim tartışma ve kavramlarına ilişkin şematik ve donuk kavramsallaştırmasını sorgulayarak başlamak gerekiyor. Zira aslında Aşıcı’nın yukarıdaki satırlardan anlaşıldığı üzere bu neredeyse iki yüzyıllık tartışmaya ilişkin kafasında şematikleştirilmiş bir algı bulunmakta ve bundan ötürü de reform ve devrim kavramları arasında aşılmaz uçurumlar olduğu ön kabulünden yola çıkıyor.

    Reform-devrim ya da “asgari program”la “nihai hedef” tartışması en açık biçimde 1914 öncesi Almanya sosyal demokrat hareketinde ortaya çıkmıştı. Bu tartışmalara belirleyici müdahalelerde bulunan Rosa Luxemburg açısından toplumsal devrim ile toplumsal reform arasında ayrılmaz bir bağ bulunmaktaydı ve işçi hareketinin bu iki “moment”inin karşı karşıya getirilmesi anlamsızdı.2 Yaşamın tüm biçimlerine canlı bir ilgi ve bağlılığı hayatının sonuna kadar koruyan Luxemburg, döneminin hâkim liberal rehaveti ve evrimci/aşamacı anlayışlara karşı gündelik taleplerle bir toplumsal devrim perspektifi arasındaki diyalektiği kavramıştı. Luxemburg işçilerin özözgürleştirici praksisine verdiği öneme tam da reform-devrim düalizmini berhava ederek ulaşmıştı. Ona göre kitleler tam da bu mücadeleler aracılığıyla, “bizzat kendi deneyimlerinin okulundan” kendilerini kuracaklardır.3 Bu kavrayıştır ki bugün ekososyalistlerin de daha geniş bir bağlamda kullandığı “ya sosyalizm ya barbarlık” sözünü Marksizmin evrimci bir kaderciliğe indirgenmesi tehlikesine karşı kullanmayı bilmişti.

    Reformlar ve devrim arasında bir köprünün nasıl oluşturulabileceği meselesine değinen bir başka isim ise elbette Lev Troçki’dir. Troçki Geçiş Programı’nda4 1914 öncesi sosyal demokrasinin programını birbirinden bağımsız iki bölüme ayırdığını vurgular: burjuva toplumunun çerçevesindeki reformlarla sınırlı asgari program ve astronomik bir hedefe indirgenen kapitalizmden sosyalizme geçişi içeren azami program. Bu sosyal demokrasinin içerisindeki hâkim eğilim açısından bu ikisi arasında herhangi bir köprü bulunmamaktadır. Troçki ise bu noktada gündelik (reform) talepleriyle işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi hedefi arasında bir bağ oluşturacak geçiş talepleri sistemi oluşturulmasının önemine değinir. Yani bizzat kitleler kapitalizmin sınırlarını zorlayan ve sorgulatan gündelik talepler için mücadeleleri içerisinde kendi eyleme kapasitelerine güven kazanacak ve radikal bir toplumsal dönüşüm hedefini içselleştireceklerdir. Yapılması gerekense bu anlamıyla reform talepleriyle sosyalist dönüşüm hedefi arasında bir geçiş programı temelinde sürekli bağlar oluşturabilmektir.

    Yukarıda söylenenler bağlamında Aşıcı’nın saptamalarındaki önemli bir sorun, “reform”u algılayışına ilişkindir. Reformların anlamlı ve savunulur olup olmadıklarına ilişkin bir tartışmanın başlaması gereken nokta hangi reformlar ve kimin reformları soruları olmalıdır. Reformlar ancak aşağıdakilerin, ezilenlerin kendi hayatları üzerinde egemen olma imkânı sunuyorsa anlamlıdır. Ekolojik modernleştirmeci elitler tarafından mevcut kapitalist toplumun ekonomik, toplumsal, kültürel ve ekolojik normlarına dokunmayarak yukarıdan aşağı teknokratik biçimde gerçekleştirilen “reform”larla ekososyalistlerin savunduğu “reformların” içeriği taban tabana zıttır. Rio+20 sürecinin tedavüle soktuğu “yeşil” ekonomik dönüşümü savunanların toplumsal katılımı sınırlayan ve değişimi teknokratlara havale eden yaklaşımına karşı ekososyalistlerin savunduğu ekolojik dönüşüm ve devrim toplumsal katılıma ve toplumun ekonomiye doğrudan müdahalesine dayanacaktır. Bu da siyasal ufkun kapitalizm çerçevesinde gerçekleşmesi mümkün olmayan aşağıdakilerin kendi kaderlerine egemen olmalarıyla, yani onların siyasal, demokratik ve örgütsel yeteneklerini geliştirebilecekleri bir toplumsal örgütlenme biçimini içermesiyle mümkündür. Bu anlamıyla ekonomik demokrasi ekososyalist projenin bütünleyicisidir. Ekososyalistler açısından ekolojik devrimin salt bir teknolojik değişime indirgenemeyeceği açıktır. Örneğin fosil enerji sonrası dönemde hangi alternatif enerji kaynaklarının tercih edileceği meselesi bu kaynakların kimlerin mülkiyetinde, kimler tarafından üretilip denetleneceği sorularından bağımsız olarak düşünülemez.

    Ekososyalistler açısından ekolojik kriz insanın özgül toplumsal örgütlenişinin (kapitalizm) doğayla ilişkisiyle ilgili bir sorundur. Ama bu tespiti yapmak Aşıcı’nın iddiasının aksine ekolojik dönüşümü ihtilal sonrasına, kızıl-yeşil bir şafağın doğuşu anına erteleme ve her türlü “iyileştirmeyi” reddetme anlamına gelmez. Ekososyalistler ekolojik krizin önüne geçilmesinin ancak kapitalizm içerisinde iktisadın toplumun bütünü üzerindeki tahakkümünün sona erdirilmesiyle mümkün olabileceğini bir an olsun akıldan çıkarmadan gündelik hayattaki en küçük pratiğe dek her türlü insani etkinliğin insan-doğa ilişkisine dair kapitalizm ötesi bir anlayışı ihtiva etmesine çalışırlar. Dolayısıyla kapitalist toplumsal örgütlenişin ekolojik krizdeki birincilliğini yadsımadan gündelik mücadelede reformlar ve somut talepler için mücadele eder ve bunları ekososyalist bir perspektifle bütünleştirme çabasını gösterirler. Ekolojik krizin bütünüyle aşılmasının yolunun kapitalizmin yerini ekososyalist bir toplum biçimi alması gerektiği yönündeki soyut siyasal hedef, ancak insanların gündelik hayatlarına dair somut taleplerle ilişkilendirilmesi halinde gerçeklik kazanabilecektir. Başta su olmak üzere doğanın metalaştırılmasına karşı direnişlerden kamusal ulaşımın desteklenmesine, tarımın şirketleştirilmesine karşı direnişten nükleer enerjiye ve ormansızlaşmaya karşı mücadeleye kadar kapitalist kâr ve sermaye birikimi mantığının dışına taşan ve alternatif bir toplumsallığı imleyen taleplere dayalı toplumsal hareketlerin inşası ekososyalist bilincin kitleler nezdinde somutlanmasının, inanılır kılınmasının yoludur. Burada önemli olan yukarıda vurgulandığı gibi kitleleri mobilize edecek somut taleplerin “geçişsel” bir nitelik taşımasına önem vermek, yani ekolojik reformizmin sınırlarının dışına taşarak her talebin kendi somutluğunda sürdürülemez kapitalist üretimcilik ve bireyselleştirilmiş tüketimcilik mantığının dışına taşan bir nitelik taşımasını sağlamaya çalışmaktır.5

    Aşıcı ise tam aksine söyleşisinin devamında reform meselesini nasıl algıladığını açık biçimde ifade ediyor: “Bir ekososyalist ya da sosyalist devrimi bekleyecek kadar zamanımız maalesef yok. Yerel hareketler elbette ki önemli, ama iş iklim değişikliği olduğunda hareketin de küresel olması gerekiyor. Küresel bir hareketlenme olsa da bu ülke hükümetlerini ortak bir çözüme zorlayacak boyutta değil ne yazık ki. Bu da sistemi içerden dönüştürmeye çalışmayı, yani reformist bir yaklaşımı gerektiriyor. Bu kapitalizmi kurtarmak demek değildir. Aslında demokrasi mücadelesinin iktisadi ayağıdır.” Aşıcı’nın yukarıdaki sözlerini tek tek ele alalım. Ona göre ekolojik krizin ulaştığı aşamada bir ekososyalist devrim bekleyecek zaman yok, üstelik yerel hareketler önemli olmakla birlikte iklim krizi gibi küresel bir sorunda hükümetleri “çözüme zorlayacak” bir küresel hareket de güçlü değil. Bu noktadan hareketle eğer bir devrim umudu yok, hareket de arzu edilen boyutta değilse Aşıcı’nın önerisi “sistemi içerden dönüştürmeye” çalışmak, yani kendi deyimiyle “reformist bir yaklaşımı” benimsemek oluyor.

    Bu noktada yeniden bir hatırlatma yapmak gerekiyor. Rio+20 Konferansı içerisine bulunduğumuz ekolojik kriz felaketinden canlı yaşamı ve insanlığı çıkaracak bir inisiyatifi egemenlerden beklemenin beyhude olduğunu bir kez daha olanca açıklığıyla ispatladı. Egemen küresel siyasi ve ekonomik yapının ekolojik krizi önlemek bir yana etkilerini sınırlama noktasında dahi iflas ettiği açık değil mi? Sadece Aşıcı’nın zikrettiği iklim krizi düşünüldüğünde dahi küresel egemenlerin çok değerli yirmi yılı berhava ettikleri söylenebilir. Üstelik kendisinin de bildiği gibi krizin kontrol edilemez boyutlara varmasını engelleyecek zaman aralığı tam da bu yüzden oldukça daralmış, hatta kapanmış durumda. Yüzyıl ortasında yeryüzü ortalama sıcaklığında 4ºC’lik bir artışın giderek daha sıklıkla telaffuz edilmesi küresel sistemin hazin bilançosunun en acı kanıtını oluşturmuyor mu?

    Ekososyalistler başından itibaren sermayenin kendi yarattığı krizi çözemeyeceğini vurguladılar. Sermayenin olsa olsa kendi yarattığı krizlerin maliyetini aşağıdakilere ve doğaya çıkartacağına işaret ettiler. Ekososyalistlerin hedeflediği radikal toplumsal dönüşümse üretim araçlarının toplumun demokratik denetim ve mülkiyetine geçtiği, her türlü üretim ve yatırım kararlarının demokratik, aşağıdan ve çoğulcu bir plan çerçevesinde belirlendiği, üretici güçlerin ekolojik rasyonellik çerçevesinde radikal biçimde yeniden yapılandırıldığı, ekosistemlerin onarılmasının temel toplumsal ilkelerden biri haline geldiği, kapitalizmin aksine kullanım değerinin değişim değeri üzerinde hâkim olduğu bir topluma ulaşmayı amaçlamaktadır. Giderek açık biçimde kapitalizmin ve piyasanın kör mekanizmasının ekolojik krizin üstesinden gelmede yetersiz olduğu açığa çıkarken üretim ve tüketim kararlarının ekolojik kriterler temel alınarak demokratik ve çoğulcu bir müzakere süreci sonrasında belirlenmesinin esas alınmasını daha güçlü ve cesur bir biçimde vurgulamak gerekiyor. Ekososyalist bir toplumda demokratik planlama süreci ve çalışma saatlerinin azalması, ekonominin radikal biçimde demokratikleşmesinin ve kullanım değerinin egemen olmasının önünü açacaktır. Kapitalizmin doğayı hoyratça sömüren savurganlığının yerine demokratik planlama eksenli bir ekonomi, kapitalizmin ürettiği silahlanma, reklam, otomotiv gibi devasa ama insani ihtiyaçlarla örtüşmeyen sektörleri ortadan kaldıracaktır. Ekososyalist toplum insanın tükettiği oranda varolmaya hak kazandığı, tüketim fetişisti mevcut toplum düzeninden farklı olarak ne emeğin ne de doğanın meta olmadan paylaşıldığı, insani özgürleşme ve deneyimlerin zenginleşmesine dayalı olacaktır.

    Müesses nizam ekolojik krizin çözümü konusunda bugüne kadar gösterdiği performansla siyasal ve ahlaki meşruiyetini çoktan yitirdi. Sermayenin krizi ve ekolojik kriz karşısında çözümü, hatta kısmi iyileştirmeleri dahi egemenlerden beklemek artık tamamen boşuna. Tam da bundan dolayı içinde bulunduğumuz kapitalist uygarlığın krizinden ancak ekolojik krizin tüm kurbanlarının ve ezilenlerin mücadelesiyle çıkabileceğimizi durmaksızın savunmak gerekiyor. Doğaya ve emeğe sahip çıkan kitle mücadelelerinin boy vermesine katkı sağlamak önümüzdeki dönemin hiç kuşkusuz en yakıcı görevini oluşturuyor. “Gerçekçi” olmak adına iklim krizinin önlenmesi, ekosistemlerin onarılması için krizi bizzat yaratanlardan gelecek başarısızlığı defalarca kanıtlanmış sözde çözüm kırıntılarına bel bağlamak, “sonuç alıcı” olmak adına projeciliğe, lobiciliğe savrulmak kadar (olumsuz anlamda) “ütopik” bir tutum yok bugün. Egemenlerden ekolojik kriz karşısında aktif tutum almalarını beklemek, hükümetleri ya da sermaye çevrelerini ekolojik krizin kurbanları lehine harekete geçmeye teşvik etmek ham hayalden ibaret. Dolayısıyla bugün ekolojik kriz karşısında bütünsel, “sistemik” çözümler aramak, bu çözümleri pratikte sınamanın, başka bir dünyayı bugünden kurmaya başlamanın yollarını bulmak ve bu yolda aşağıdakilerin gücünü seferber etmekten başka çare yok. Tam da bu yüzden “gerçekçi ol, imkânsızı iste” sloganı hiç bugünkü kadar “gerçekçi” olmamıştı.

    1 Söyleşinin tamamı için: Ahmet Atıl Aşıcı, “Şirketler de yeşil oldu diye Yeşil Ekonomi’yi gözden düşürmeye çalışmak, meydanı onlara bırakmak demek” http://www.yesilgazete.org/blog/2012/06/25/ahmet-atil-asici-%E2%80%9Csirketler-de-yesil-oldu-diye-yesil-ekonomi%E2%80%99yi-gozden-dusurmeye-calismak-meydani-onlara-birakmak-demek%E2%80%9D/

    2 Rosa Luxemburg, Sosyal Reform mu Devrim mi?, çev: Nihal Yılmaz, Belge Yayınları, 1993.

    3Michaël Löwy, “Kıvılcım Eylemde Çakar, Rosa Luxemburg’un Düşüncesinde Praksis Felsefesi”, Yeniyol 42.

    4 Lev Troçki, Bildirgeler, çev: Erdal Tan & Masis Kürkçügil, Yazın Yayıncılık, 2003, ss. 16-18.

    5 Michael Löwy, “Resistance is the only Way”, 2008 http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1526

    Stefo Benlisoy – Kolektif Ekososyalist Dergi

  41. ‘Çağdaşlaşmak’ nedir?
    Soru: Buraya kadar gelmişken şu “çağdaşlaşma” kavramı üzerinde de dursak? […] Cemil Meriç (1916 – 1987) (*)

    Cevap: Bu çağdaşlaşma kadar rezil, âdi ve katil bir kelime yoktur. Bu çağ neden Avrupa’nın çağı olsun? 1976 senesi Türklerin, Hintlilerin, Patagonyalıların, Fransızların, İngilizlerin birlikte yaşadıkları tarihtir. Bu tarihte çağ içi, çağ dışı nasıl olabilir? Yani çağ bir daire midir ki, bir kısım insanlar bunun içinde, bir kısmı da dışında yaşasın? Bu korkunç bir şey. Biz çağdaşlaşmayı kabul ettiğimiz andan itibaren biçâreliğimizi, elimizin kolumuzun bağlı olduğunu, efendimizin Avrupa olduğunu kabul etmiş oluyoruz.

    Çağdaşlaşma diye bir şey yok. Herkes çağdaştır. Yalnız bu çağda endüstrileşmiş ülkeler var, endüstrileşmemiş ülkeler var. Zengin ülkeler var, fakir ülkeler var. Bunun çağla alakası yok. Belli bir tarihin sırtımıza yüklediği mirastır. İyi tarafları var, kötü tarafları var.

    Çağdaşlık nedir? Atom bombası mı, fuhuş mu, rezillik mi, kapitalizm mi, sosyalizm mi? Çağın imtiyazı olan ve [ayırd edici] vasfını teşkil eden ne var? Sadece endüstrileşmek! Bazı ülkeler endüstrileşmişler, bazıları endüstrileşmemişlerdir. Binaenaleyh çağdaşlaşma tabiri sefil, zavallı ve âdi bir tabirdir ki, bizim komprador burjuvazi ve gecekondu aydınları tarafından bir afyon gibi damarımıza zerk edilmiştir.

    Korkunç bir yalan bu. Hepimiz istesek de istemesek de çağdaşız. Aynı çağda yaşayan bu insanlar arasında bir kısmı endüstrilerini halletmiş ülkeler değildir. Sadece birtakım oyuncakları var ve zenginler. Yani bir insanın fakir olması, değersiz olduğunu nasıl ifade etmezse, bir milletin de fakir kalması, değersiz olduğunu ifade etmez. Hele çağın dışına katiyyen çıkarmaz. Sanki bu çağın bütün haysiyeti şerefi Avrupaya’ya aittir de, Avrupa’ya benzemediğimiz için biz çağın dışına çıktık. benim kanaatimce birçok bakımlardan Avrupa çağ dışıdır. Avrupa insanı bencilliği, katilliği istismar zihniyetiyle hem çağ dışı hem de insanlık dışıdır. Batılılaşma mefhumu vardır, kabul ederim. Çünkü hudutları bellidir. Hristiyanlaşmaktır yani. İsterseniz Hristiyanlaşın. Fakat çağdaşlaşma ne oluyor?

    Tarihçilerimizin büyük hamakati var. Orta Çağ! Orta Çağ! Batı Orta Çağı yaşarken biz tarihimizin en şevketli zamanlarını yaşıyorduk. Hem nedir, bu namütenahi zamanı balta ile keser gibi çağlara ayırmak? Bu tasnifler çok çocukça ve Batlamyusvârîdir. Haddizatında çağdaşlaşma kelimesi Avrupa’da hiç kullanılmadı. Bunu bizim tatlısu Frenkleri uydurdu. Avrupa çağdaşlaşma değil modernleşme diyor. Çağdaşlaşma mefhumu dünyanın hiçbir dilinde yoktur bizden başka, Biz çağdaşlaşma diye kendimizi idama mahkum ediyoruz.

    (*) Cemil Meriç ile Söyleşi’den. Konuşan: Mehmet Ali Ak. Pınar, Cilt: V sayı: 58, Ekim 1976

  42. AK faşizmin, kentlere, kent yoksullarına ve doğaya karşı yeni saldırı dalgası:
    http://mustafasonmez.net/?p=2483
    http://mustafasonmez.net/?p=2486

  43. ŞİŞMECE-ŞİŞİRMECE: BETONDAN SULTAN AHMET

    25 Kasım 2012 – Kadir Cangızbay ( http://www.birgun.net )

    Çamlıca’ya cami, Taksim’e Taşkışla; ama, her ikisi de betondan: AKP’nin entelektüel, etik, estetik, psişik, sosyo-kültürel ve ideolojik bütün boyutlarıyla özetlenip sergilendiği iki proje.

    Önce Taksim’den başlayalım: Tabiat düşmanlığı; modernliğe, çağdaşlığa, teknolojiye açıklık, hatta düşkünlük gösterileriyle kamufle edilmeye çalışılan. Topçu Kışlası replikasının ortasına en moderninden bir buz pisti yapacaklarmış; tabiî, Gezi’nin binlerce ağacını yok etme pahasına. Ve her zamanki ‘torba’cılık, her şeyi kaçak-kaçamak yoldan kotarmanın taktiği olarak. Taksim’in göbeğine cami dikmek, malûm, İstanbul’un gerçek fethi projelerinin olmazsa olmazı; onu da, doğrudan/açıkça değil de, kışlanın camisi üzerinden hayata geçirmiş oluyorlar.

    İstanbul’un fethini tamamlama projesi, aslında bir yandan tarihi inkar ederken, diğer yandan da kendilerinden olmayan herkesi vatandaşlıktan düşürüp zimmî konumuna indirgeme projesi: İstanbul’un fethi, bizim bildiğimiz 1453’te gerçekleşip bitmişti; ki, beş yüzüncü yıldönümü de Taksim meydanında kutlanmış, rahmetli babacığım da o gece beni oraya götürmüştü. Bunlar İstanbul’u yeniden fethetmeyi düşünüyorlarsa, demek ki bizden fethedecekler. Burada biz, ne oluyoruz: Küffar; memleketimiz de ister istemez, dar-ül harp; tabiî, bunların gözünde.

    Çamlıca’daki cami de zaten işte bu fethin nişanesi olacak; sultanlığı kendinden menkûl taze fatihin şerefine. Ataşehir’deki kopya cami için ‘selatin’, yani sultanlara mahsus sıfatını kullanıp, bir de duvarına kendi imzasını taşıyan bir kitabe koydurtmuştu. İstanbul’un her noktasından görülmek üzere çevredeki en yüksek tepenin seçilmesi ise, biz zimmîlere karşı en heybetlisinden bir güç gösterisi, en kalıcısından bir göz dağı. Altı minaresiyle Sultanahmet’in rekorunu egale ediyor ve bunlar Türkiye’nin en uzunları olacak; hakeza kubbesinin çapı da Türkiye rekoru kıracak, kopyası olduğu Sultan Ahmet’inkine on bir metre fark atarak: Otuz dört metre.

    Otuz dört, İstanbul’un plaka numarasına izafetenmiş: Ne zarif, ne zekice ve ne yaratıcı bir atıf. Kubbenin yüksekliği de yetmiş iki BUÇUK metre, İstanbul’umuzun barındırdığı millet sayısı olarak. 107,1 metre ise, minarelerin uzunluğu, Malazgirt zaferine izafeten: Taşa, pardon beton armeye işlenmiş müthiş bir tarih bilinci.

    Bunların hepsi çok ayıp; en ayıbı ise, insanların taş, tuğla ve horasan harcı ile bundan bin beş yüz sene önce ulaştıkları başarıları beton arme ile aşmayı bir marifetmiş gibi görüp göstermeleri: Aya Sofya’nın kubbesinin genişliği 31-32 metre; demir-çelik takviyeli betonla, hele çelik konstrüksiyon teknolojisiyle, değil 34, 340 metrelik bile kubbe yapılabilir. Ancak daha önemlisi, o devirlerde beton arme icad edilmiş olsaydı, insanlar zaten kubbe yapmazlardı; zira kubbe, geniş mekanları, düzinelerle destek sütûnuyla parçalamaksızın örtmenin tek yolu, tuğlayı-taşı birbirine çatarak ayakta tutmaya dayanan.

    Hükümet programındaki baş hedeflerden ‘piyasa toplumu’nun camii de ister istemez böyle olur: Her şey nicelik üzerinden belirlenmiş; en büyük, en çok, en uzun. Ancak, fallik dönemde takılıp kalmış kenar mahalle lumpenini andıran bir şeyler de var burada: İçmenin sohbet, muhabbet yanına tümüyle yabancı, o yüzden de içki düşmanı, bir kere içince de kafayı bulup mahalledeki en yüksek binanın veya ağacın tepesinden millete bir yerlerini gösterip “en büyük benim/ki; yan bakan olursa, onu da anında düz….m” diye naralar atan.

    Taksim’e buz pateninden Çamlıca camisine, bu yaratıcı projelerin bana en fazla esinlediği manzara ise şu: Jane Mansfield’inden Carla Bruni’sine ‘sexy’likleriyle ünlü kadınların gerçek boyuttaki şişme modellerini kendisi için özel olarak yaptırmış petrol zengini bir Arap şeyhi, kendisinin ne kadar çapkın olduğunu ispatlamak üzere Dubai’deki o en yüksek binanın tepesinde bir basın toplantısı düzenlemiş, dünya televizyonları önünde bu koleksiyonunu övünerek sergiliyor.

  44. AKP TMMOB’ye müdahaleye hazırlanıyor

    Pazartesi, 3 Aralık 2012 – 21:32

    AKP iktidarı yağma projelerinin önünde büyük bir engel olarak gördüğü TMMOB’u teslim almaya çalışıyor. Yandaş medya ise yine üzerine düşen karalama, itibarsızlaştırma kampanyalarına devam ediyor.

    AKP hükümeti, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) kuruluş yasası olan 6235 Sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu’nun değiştirilmesine yönelik bir yasa taslağını kapalı kapılar ardında hazırlıyor. Konuyla ilgili çalışmalarını hızlandıran AKP’ye destek her zamanki gibi yandaş basından geldi.

    AKP’nin talana dayalı özelleştirme ve kentsel dönüşüm politikalarında hükümete “problem çıkaran” TMMOB’u bilinçli bir biçimde etkisiz kılmaya çalıştığı yandaş basına servis edilen haberlerle bir kere daha gün yüzüne çıktı.

    AKP’nin yağma projelerine itiraz eden TMMOB hedef haline geldi
    Sabah Gazetesi’nde Mehmet Ali Berber imzalı habere göre, AKP’nin her projesine “dava açarak 150 milyar liralık işi engelleyen TMMOB’a neşter geliyor.”

    Haberde, tüp geçit projesi, 3’üncü köprü, nükleer santral, Dubai Şeyhi El-Maktum’un Levent projesi, İzmir otoyolu, Galataport ve kentsel dönüşüm başta olmak üzere değeri 150 milyarı geçen birçok yağma projesine geçit vermeyen TMMOB’un yapısının değiştirileceği büyük coşkuyla sunuluyor.

    “Hizmet değil, ideoloji odaklı olmakla” suçlanan TMMOB’un kendi görüşünden olmayan meslek üyelerine söz hakkı tanımadığı ve keyfi davranışlarda bulunduğu iddia ediliyor. TMMOB’a müdahale konusunda geç kalındığını belirten Devlet Denetleme Kurumu’na (DDK) göre, TMMOB “ideolojik/politik amaçlı yapıya sahip, tekelci ve hiyerarşik bir örgüt.”

    AKP’nin yürek acısı: İtiraz edilen projeler
    Haberde, TMMOB’un itiraz ettiği projeler ise şöyle sıralanıyor:

    * Gebze-Orhangazi-İzmir otoyolu: 12 milyar TL (Çekeceği yatırımlarla birlikte 30 milyar TL)

    * Kartal kentsel dönüşüm projesi: 20 milyar TL

    * 3’üncü köprü projesi: 6 milyar TL

    * Marmaray tüp geçiş projesi: 12 milyar TL

    * Akkuyu nükleer santrali: 20 milyar dolar

    * Galataport projesi: 5 milyar dolar

    * Taksim Topçu Kışlası ve cami projesi: 3 milyar TL

    * Levent garajı ihalesi: 1,1 milyar dolar

    AKP karanlığı TMMOB’u teslim almaya çalışıyor
    AKP’nin, çılgın projelerine engel olduğunu düşündüğü TMMOB’u bilindik taktiklerle yıpratma ve teslim alma gayretinde olduğu görülüyor. Söz konusu haberde de yer alan görüşler, hükümetin TMMOB’a açtığı savaşın ilanı niteliğinde. DDK’nın hazırladığı raporla TMMOB’ye müdahale edileceğinin sinyali verilirken, AKP’nin gerekli yasal düzenleme için meclis’teki sayısal çoğunluğuna başvurmaya hazırlandığı anlaşılıyor.

    (soL- Haber Merkezi)

  45. Biraz modifiye ederek tekrarlamakta zarar görmüyorum: “Muhafazakar-Modernist Proje”yi oluşturan temel unsurlar (inşaat tekelleri + enerji tekelleri) aynı zamanda AKP-diktatörlüğünün ve büyük sermayenin, ekonomide yüz yüze geldiği ve ileride daha da derin bir şeklide yaşayacağı darboğaza karşı sarıldığı temel reçetenin öznesi olacaktır; onlar aynı zamanda halkın tasarruf gücünü ve bu coğrafyadaki ekolojik varlığı en son limitine kadar zorlayacaktırlar. Bu projenin akamete uğratılması için inşaat işçilerinin örgütlenmesi iyi bir başlangıçtır, fakat yeterli değildir. Solun şu anda, burjuva politikacılarının polemikleriyle sınırlanan/belirlenen politikalardan ve “düzen içi çelişmelerden yararlanma” politikasından acilen kopması gerekir; kanımca yapılması gereken en acil iş HES’lere, termik santrallere, nükleer santrallere, “kentsel dönüşüm” aldatmacasına, “afet riski” gerekçesiyle binaların yıkılıp sahiplerine yenisinin satılması oyununa, 2B arazilerinin yağmalanmasına, Taksim gibi toplumsal alanların inşaat tekellerine peşkeş çekilmesine vb. daha pek çok çevre düşmanı, primitif-akümülasyon projelerine karşı mücadelelerin ortaklaştırılması, geniş halk kesimlerinin de bu uygulamalar hakkında bilgilendirilmesi ve onların da bu mücadeleye katılması için çalışılmasıdır.

  46. TMMOB’ye bağlı Odaların Yönetim Kurulu Yazman/Sekreter Üyeleri tarafından hazırlanan bilgilendirme amaçlı referans metni ekte bilgilerinize sunulmaktadır.

    TMMOB‘NİN MÜCADELESİNİ YASALARLA KISMAK VE KISITLAMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR!

    ÇÜNKÜ TMMOB GÜCÜNÜ BİLİMİ VE TEKNİĞİ TEMEL ALARAK ÖRGÜTLÜ

    ÜYEMİZ VE HALKIMIZDAN ALMAKTADIR

    Günümüz Dünyası Gerçeklikleri ve TMMOB

    TMMOB ve bağlı odaları meslek alanlarıyla ilgili olarak ülke gerçeklerini ifade edip sorunları tespit etmekte, çözüm önerileri oluşturup yaşama müdahil olmakta, bilimi ve tekniği halkımızın hizmetine sunmaktadır. TMMOB politikası, meslek alanlarımızdan yola çıkarak mühendislik mimarlık ve şehir plancılığının sorunlarının halkımızın sorunlarından ayrılamayacağını temel ilke kabul ederek, bilimsel, teknik ve insan odaklı bir çerçevede oluşturulmaktadır.

    Dünyada yaşanmakta olan emperyalist/kapitalist kriz ve savaşlar, ülkemizi doğrudan etkilemekte, mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı meslek alanlarımızın tamamı ülke yönetimindeki iktidarlarca neo-liberal iktisat politikalarına teslim edilmekte, TMMOB olarak rant ve kâr odaklı yönetilen bu düzene karşı örgütlü mücadelemiz devam etmektedir. Emperyalizm yeni döneminde neo-liberal iktisat politikalarıyla tüm dünyayı teslim alıp, vahşi kapitalizmi küresel ölçeğe yayarken buna karşı duran örgütümüze büyük görevler düşmektedir.

    Bu çerçevede halkımızın çıkarlarını korumak, bilimsel uygulamaların hayata geçmesini sağlamak amacıyla; nükleer santraller, 2B yasası, özelleştirmeler, imar rantı merkezli planlama süreçleri vb gibi meslek alanlarımızla ilişkili tüm konularda elde edilen kazanımlarda, TMMOB‘nin hukuksal ve siyasal alanda vermiş olduğu mücadelelerin payı çok büyüktür.

    AKP İktidarının Ekonomi Politiği ve TMMOB

    Küreselleşmenin baskısı altındaki Türkiye‘de kapitalizm; devlet eliyle ve himayesinde sermaye birikimini kentler ve doğal kaynaklar üzerinden oluşturmaya ve ayakta tutmaya çalışıyor. AKP iktidarı, TMMOB ve Odaları bu yöneliminin önündeki en büyük engel olarak görüyor.

    Ekonomiyi canlı tutmak için öncelikle kentsel alanlarda yıkım ve yapım işleri ile kentsel dönüşüm başlatılmış, inşaat sektörünün sıcak parayı getirmesi öngörülmüştür. Bu sürecin hızlı ve kesintisiz işlemesi için bir takım yasal düzenlemeler yapılması amacıyla; ülke topraklarının ve kamu kaynaklarının yağma ve talanının önünde engel olan tüm mevzuat birer birer değiştirilmektedir. Bu vahşi dönüşüme karşı duran, kamuoyunu her platformda aydınlatan, kamunun ve halkın varlıklarına, kentlere, doğal ve kültürel kaynaklara sahip çıkan; bu amaçla yılmadan mücadelesini sürdüren, halkın yanında olan mühendis, mimar ve şehir plancıları da susturulmak ve bertaraf edilmek istenmektedir. Kamu kaynakları yerli ve yabancı sermayenin bölüşümü için hazır hale getirilerek, halkın malı olan kıyılar, ormanlar, maden alanları, su kaynakları v.b. her türlü doğal, tarihi, kültürel ve kentsel değerler; adeta yağmalanarak el değiştiriyor, serbestleştirme, özelleştirme politikalarıyla göz göre göre kamu ve halktan alınıp sermayeye veriliyor.

    TMMOB ve bağlı meslek odaları ile tüm üyeleri; ülkemiz üzerinde oynanan bu oyunun farkındadır. AKP‘nin iktidarını ekonomik boyutuyla ülkemiz ve kentlerimiz üzerinden sağlamlaştırma gayretinin hangi boyutta olduğu ve ona karşı etkin mücadele gerekliliğini kamuoyuna ve halkımıza anlatmak zorunludur. 10 yıllık iktidarları süresince; siyasi otorite, “ileri demokrasi” diyerek özgürlükleri yok etti, özgürlük diyerek korku imparatorluğu oluşturdu. Şimdi de kentsel dönüşüm diyerek kentlerimizi, kıyılarımızı, ormanlarımızı, doğal ve kültürel kaynaklarımızı yok etmektedirler. İşte bu nedenle TMMOB ve bağlı meslek Odaları da, susturularak parçalanmak ve yandaş kuruluşlar haline dönüştürülmek istenmektedir.

    Mühendislik, Mimarlık, Şehir Plancılığının Ekonomi Politiği ve Gerçekleşen Tahribat

    Bilindiği gibi TMMOB ve bağlı Odalarının kapsadıkları ve dahil oldukları meslek disiplinleri; bilim, teknoloji, Ar-Ge, inovasyon, sanayi, tarım, orman, enerji, ulaşım, madenler, tüm doğal kaynaklar, gıda, çevre ve kentleşme politikalarının başta gelen dinamik gücüdür ve bu gereklilik ile gerçekliğin, yasa yapıcıları ve kurumlarınca da böyle algılanması gerekir.

    Ancak ne yazık ki söz konusu bilimsel gereklilik ve gerçekler bütün siyasi iktidarlar tarafından hep ikinci plana itilmiş, AKP iktidarında bu durum sistematik bir boyut kazanmıştır. Mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı hizmetlerinin ana sektörleri ve ilgili hizmetler kamusal fayda anlayışından çıkarılıp serbestleştirme, özelleştirme, ticarileştirmenin arpalıkları haline getirilmiştir.

    Kentler, tarım arazileri, kamu arazileri, madenler, enerji vb. tüm alanlar rantlara göre şekillendirilmiş, plansızlık egemen kılınmıştır. İnsanca barınma hakkı ve deprem gerçeğinin gerektirdiği yapı denetimi, enerji, tarım, orman, su kaynakları ve kentlerin yönetimi gibi alanlarda mühendislik, mimarlık, şehir plancılığının mesleki denetim ve bilimsel-teknik kriterleri devre dışı bırakılmış; aynı şekilde çalışma yaşamının büyük kısmı işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin dışında tutulmuş; KHK‘lar, yasa ve yönetmeliklerde peş peşe yapılan düzenlemelerle bilimsel-teknik mesleki gereklilikler dışlanmıştır. Bu nedenle iş cinayetlerinden yapı denetimsizliğine, depremlerin toplumsal yıkımlara dönüşmesine dek bir dizi acı olay artık kanıksanır hale gelmektedir.

    TMMOB‘nin Konumu

    TMMOB ve bağlı Odaları, Anayasa, yasalar, ilgili mevzuat ve iç yönetmelikleri, çalışma program ve ilkelerinde tanımlanan ülke, halk, kamu, meslek ve meslektaş çıkarlarının korunması ve bu kapsamda düzenleme yapmakla yetkili kılınmış ancak yine bu nedenle hep muhalif bir konuma sahip olmuştur. TMMOB ve Odaları kamusal konumları ile demokratik kitle örgütü olma hüviyetini başarıyla birleştirmiş, tek ayaklı bir konumlanmayı değil, birbiriyle bağıntılı alanları birleştirerek dengeli bir yürüyüşü gerçekleştirmiştir.

    TMMOB ve bağlı Odaları muhalif olmak için muhalefet yapma gibi bir yönelime girmeksizin, değindiğimiz bütünlüklü kamusal toplumsal çıkarlar doğrultusunda faaliyet yürüttükleri için iktidarların şimşeklerini üzerlerine çekmişlerdir.

    TMMOB hiçbir zaman dar meslekçi ve kendine dar anlamda bir siyaset misyonu yükleyen bir yaklaşıma sahip olmamış; geçmişten bu yana böylesi yaklaşımların ötesinde, meslek-ülke-halk-kamu çıkarları bütünlüğünde politikalar üretegelmiştir. TMMOB ve Odaları siyasi iktidarlardan bağımsız, özerk, ancak kamu kurumu niteliğiyle kamu idari yapısı içinde, kamusal hizmet veren, özerk yerinden yönetim kuruluşları olarak meslekleriyle doğrudan ilgili ve bağıntılı alanlardaki emperyalist-kapitalist sömürü, talan ve tasfiye politikalarına kararlılıkla karşı çıkmıştır.

    Bu bağlamda TMMOB; SEKA, Türk Telekom, Eti Seydişehir Alüminyum, araç muayene istasyonları hizmeti, ERDEMİR, EGO, Başkent Doğalgaz Dağıtım, İzmit Gaz Dağıtım, elektrik dağıtım şirketleri vb. gibi özelleştirmelere; sanayi, tarım, orman, gıda, enerji, madenler, çevre ve kentsel uygulama alanlarında, kamuyu ve meslek disiplinlerimizi tasfiye edip ilgili alan ve hizmetleri metalaştırarak, birer rant alanı haline getiren uygulamalara karşı gerektiğinde hukuk yoluna da başvurmuştur.

    “İş Yapmamızı Engelliyorlar”: TMMOB Rantın Önünde Engel!

    Bizzat Başbakan yıllar önce bu nedenle “iş yapmamızı engelliyorlar” diyerek TMMOB örgütlülüğünü “ideolojik” davranmakla suçlamıştır. Örgütlerimizin mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı disiplinleriyle ilgili bilimsel, teknik gerekliliklerden uzak uygulamalara ve kentsel yağmalara karşı açtığı davalar nedeniyle, TMMOB ve Odalar, bizzat Başbakan ve Bakanların ağzından birçok kez hedef tahtasına oturtulmuş, Melih Gökçek gibi belediye başkanlarının çirkin saldırılarına uğramıştır.

    Çünkü TMMOB, hukuksal girişimlerle, siyasi iktidarın rant amaçlı politikalarına, serbestleştirme, özelleştirme uygulamalarına, yağma ve talana mühendis, mimar ve şehir plancıları olarak “dur” demiş; taşeronlaştırma uygulamalarına, işten çıkarmalara, işsizlik, yoksulluk ve düşük ücretlere karşı, yüzlerce işyerinde direnen işçilerle bir arada olmuştur.

    AKP, Türkiye‘deki Değişim-Dönüşüm ve TMMOB

    TMMOB, emperyalizmin AKP eliyle kurguladığı ve yapmaya çalıştığı düzenlemelere karşı mücadele yürütmüş; AKP‘nin, Cumhuriyetin iktisadi, toplumsal kazanımları ile laikliği bertaraf edip dönüştürmesine ve dikta özlemlerine karşı çıkmış, gericiliğin ve dogmatizminin karşısında bilimi ve tekniği; sömürü, yolsuzluk ve talanın karşısında toplumsal gereksinimleri, insanımızın refah ve mutluluğunu esas alan bir ekonomiyi savunmuştur. Mesleki ve örgütsel birikimimizle, ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmelere doğru olandan, olması gerekenden yana müdahale etmiştir.

    TMMOB, ülkemizde kökleştirilmek istenen şoven linç kültürüne karşı barış ve gönenç içerisinde bir arada yaşamı savunur. Diğer dost güçlerle birlikte emeğin, barışın, özgürlüklerin, bağımsızlığın, çağdaş değerlerin ve hakça bölüşümün egemen olduğu bir Türkiye için mücadele eder.

    TMMOB, mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı hizmetlerini de yıllardan beri olumsuz olarak doğrudan etkileyen egemen sermaye birikim politikalarının yönlendirmesiyle sanayide gerçekleşen dönüşümün, artan fason üretimin ve rant yönelimli politikaların karşısında olmuş ve olmaya devam edecektir.

    Siyasi iktidar olağan yollar ve seçimlerle ele geçiremediği TMMOB‘yi şimdi kuruluş yasamızla oynayarak etkisizleştirmeye ve denetim altına almaya çalışmaktadır.

    TMMOB‘ye yönelik sınırlayıcı, tasfiye edici politikalar da esasen söz konusu ekonomik, politik kapsam içindedir. Sanayinin fason üretime yönelik yapısal dönüşümü, kentsel dönüşüm süreçleri ve bütün ülkenin imara açılması politikaları ile gerek mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı hizmetlerinin gerekse bu hizmetlere ilişkin meslek örgütlerinin zayıflatılması bir bütünlük arz etmektedir.

    Son Üç Yıl: Türkiye‘nin ve TMMOB‘nin Dönüştürülmesi Çabaları İç İçe

    2009 yılında Devlet Denetleme Kurulu (DDK) raporu ile başlayan ve 2011 yılındaki Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile süren sürecin temel karakteristiği budur. Şimdi ise iktidarın TMMOB‘ye yönelik tasavvurlarının somutlaştığı, yasa/mevzuat taslaklarının üzerinde çalışıldığı günlere gelmiş bulunuyoruz.

    Şimdi gündemde olan “Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Taslağı” ile de TMMOB Yasasını/mevzuatını değiştirme çabaları somutluk kazanmış durumdadır. Yasa değişikliğinin “Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun” değişikliği ile birlikte bir torba yasa içinde yapılması anlamlıdır; zira bütün ülke rantsal şantiyeye dönüştürülürken ilgili meslek odalarının etkisizleştirilmesinin hedeflendiği açık olarak görülmektedir.

    Bu yasa taslağının gündeme getirilmesinden önceki son iki yılda yapılan düzenlemelere baktığımızda, ülkemiz ve meslek alanlarımızla ilgili çarpıcı gelişmelerin yaşandığı görülecektir.

    Bilindiği üzere iktidar, yapı denetimi ile doğrudan bağlantılı olan 1999 Marmara, 2003 Bingöl ve 2011 yılındaki Van depremlerinden toplum yararına hiçbir ders çıkarmamış, söz konusu yasayı, TMMOB ve Odalarımızın raporlarında ayrıntılı olarak irdelendiği üzere, mühendislik, mimarlık hizmetlerinin tasfiyesi ve rant esaslarına uygun olarak düzenlemiştir. İlgili yönetmeliklerin yanı sıra 17.08.2011 tarihli 648 sayılı KHK ile 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanunda yapılan değişikliklerle, yasanın denetim kapsamı daraltılmış, denetimsiz yapılaşmanın sınırları genişletilmiştir. “Kamu-özel sektör işbirliği” yaklaşımının deprem gibi komplike ve tamamen kamusal düzeydeki bir sorumluluk alanına sokulması da “Ulusal Deprem Stratejisi Eylem Planı 2012-2023” ile gerçekleşmiş ve kamu idari yapısı ile kamusal hizmetlerin serbestleştirilip, özelleştirilmesinin yaygınlaşmasına hizmet edilmiştir.

    2011 yılındaki KHK düzenlemeleri, son yıllarda sıkça başvurulan “torba yasaların” içeriklerine benzer bir “çok yönlülüğe” sahiptir ve AKP iktidarının “ustalık” döneminde rant talanının ulaşacağı boyutlar ile olağanüstü yöntemlerle yönetme karakteristiğine dair önemli veriler sunmaktadır.

    Siyasal iktidarca basına servis edilen ve çok kısa bir süre önce hazırlanan Yapı Denetimi Kanunu Tasarısı Taslağının; 3 Mayıs 2011 tarihinde, 27923 sayılı Resmi Gazete‘de yayımlanarak yürürlüğe giren 6223 sayılı “Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin Ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum Ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev Ve Yetkileri İle Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu” ile başlayan ve birbiri ardı sıra çıkartılan KHK‘ler, kanunlar ve yönetmelikler ile sürdürülen sürecin sonunda; kalan eksikleri tamamlamak amacıyla hazırlandığı anlaşılmaktadır.

    Söz konusu Yetki Kanununa dayalı olarak, 8 Haziran 2011 tarihli Resmi Gazete‘de yayımlanan 11 adet KHK ile bakanlıkların görev yetki ve teşkilatlanması tanımlanmış; daha sonra bu KHK‘lerde değişiklik yapan 24 adet “kanun hükmünde kararnamede değişiklik yapılmasına dair kanunlarla” bakanlıkların teşkilat ve görevlerinin belirlendiği 35 adet KHK ve KHK değişikliği Resmi Gazete‘de yayımlanmıştır.

    Meslek alanlarımızla doğrudan ilgili olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nın kuruluşuna dair 644, 648 ve 653 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerle başlatılan süreçte başta Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, İmar Kanunu, Yapı Denetim Kanunu, Kıyı Kanunu olmak üzere 14 kanunda değişiklik yapılmıştır. Böylece; ülkemizdeki imar faaliyetleri ve yapı üretim sürecinin demokratik katılım mekanizmaları olmaksızın, yerel yönetimleri de işlevsizleştirecek şekilde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘na bağlandığı ve adeta Bakanlığın “Türkiye Belediye Başkanlığı”na dönüştürüldüğü tekelci otoriter bir yapı tesis edilmiştir.

    O tarihten bugüne Resmi Gazete‘de yayımlanan toplam 162 adet mevzuat, doğrudan ya da dolaylı olarak meslek alanlarımıza ilişkin düzenlemeleri içermektedir.

    648 sayılı KHK ile yapılan son değişikliklerle bütün ülke (kentler, kırsal alanlar, tabiat varlıkları ve bütün koruma alanları, meralar, yaylalar, kışlaklar v.b.) benzer bir kapsam içine alınmış Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yerel yönetimlerin yapı, ruhsat v.b.yetkilerini de üstlenmiş; tüm çevre, milli parklar, koruma alanları, doğal sit alanları v.b. iktidarın keyfiyetine bırakılmış; kentsel dönüşüm merkezileştirilmiş, kırsal alanlar imar yasası kapsamının dışına çıkarılmış, mera, yaylak ve kışlaklar imara ve turizme açılmış; Yapı Denetimi Yasası‘nda yapılan değişikliklerle denetim dışı yapıların sayı tür ve dağılımında önemli değişiklikler yapılarak yasanın denetim kapsamı daraltılmış, denetimsiz yapılaşmanın sınırları genişletilmiştir.

    Böylece Bakanlık, 04.11.2010 tarihinde Resmi Gazete‘de yayımlanan Bütünleşik Kentsel Gelişme Stratejisi ve Eylem Planı-KENTGES‘de Bayındırlık ve İskan Bakanlığı için belirlenen yerleşme ve imara ilişkin “usul ve esasları belirleme” ve “koordinasyon” konumunun çok üzerine çıkarak neredeyse tek yetkili konumuna yükselmiştir. Ve ne yazık ki bu düzenlemeler plansız, düzensiz, yapı ruhsatsız yapılaşmanın, kent, kır, çevre, doğal varlıklar, milli park, sit v.b. alanların sınırsız “dönüşüm” ve talanına yol açacaktır.

    Yapı denetimiyle ilgili olarak 03.04.2012 ve 14.04.2012 tarihli yönetmelik değişiklikleri kapsamında da, “Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”in 16, 57, 58, 64. maddelerinde; “Yapı Denetimi Uygulama Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”in de 4, 5, 6, 7. maddelerinde değişiklik yapılmış ve her iki yönetmelikte yapılan değişiklikler sonucunda sicil durum belgelerinin meslek odaları tarafından düzenlenmesi kuralı kaldırılmıştır. Bu iki yönetmelikte yapılan değişiklik hükümleri uyarınca hem üye-oda ilişkileri hem de Odaların gelirlerinin büyük oranda azaltılması yönünde etkileri bulunan, TMMOB ve Odalarının mesleki denetimlerine el atılmıştır.

    31.05.2012 tarihli “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ile de hiçbir kayıt ve koşula bağlı kalmaksızın yerleşim yerleri, orman alanları, kıyılar, boğaziçi, meralar, kültür ve tabiat varlıkları, tarım arazileri, zeytinlikler gibi özel koruma altında olan alanlar 3194 sayılı İmar Kanunu ve imara ilişkin hükümler ihtiva eden özel kanunlar da dahil olmak üzere özel mevzuatlardaki kısıtlamalara bağlı olmaksızın, rezerv yapı alanları, riskli alanlar ve riskli yapı statüsüne alınıp, tasfiye, dönüştürme, yeniden yerleştirme ve yıkım işlemlerine tabi tutulacaktır.

    Yeni sermaye birikimi politikaları ve rant uğruna yapılan bütün bu değişiklikler deprem, yapı denetimi, kentsel dönüşüm süreçleri ve daha bir dizi toplumsal alanda çok ağır toplumsal sonuçlara mal olacaktır.

    Son olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nden geçen “Büyükşehir Belediye Kanunu” ile de yerel seçimleri garanti altına alma, muhalefet partilerine mevzi kaybettirme yanında yerel yönetimleri merkezi iktidara daha fazla bağlayacak önemli değişiklikler yapılmıştır.

    Büyükşehir Belediye Kanunu ile birlikte toplam 10 kanunda değişiklik içeren bir diğer kanun taslağının, yoğun tartışmalar sonunda, 12 Kasım 2011 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde kabulünün peşinden gündemimize yeni bir taslak girmiştir. “Yapı Denetimi Hakkında Kanun ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı” adındaki, torba yasa niteliğindeki metnin sadece 15 maddesi “Yapı Denetimi Hakkında Kanun” ile ilgilidir; 18 maddesinde 3194 Sayılı İmar Kanunu‘nda, 6 maddesinde 634 Sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu‘nda, 6 maddesinde Kıyı Kanunu‘nda, 3 maddesinde Belediye Gelirleri Kanunu, İskan Kanunu, Mera Kanunu‘nda, 3 maddesinde 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu‘nda, 9 maddesinde Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu‘nda, 5 maddesinde ise 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK‘de değişiklik öngörülmektedir.

    Daha önce de belirttiğimiz üzere, birbiri ardına yapılan bu düzenlemelerle ülkenin buram buram rant kokan politikalarla bir şantiye alanına dönüştürülmesi ile Birliğimiz ve Odalarımızın etkisizleştirilmesi yönündeki çabalar bir bütünlük arz etmektedir.

    Antidemokratik bir sürecin ürünü olan 644 Sayılı KHK ve peşi sıra yayımlanan 648 ve 653 sayılı KHK‘ler, kanunlar, yönetmelikler ve diğer düzenlemeler; meslek odaları, yerel yönetimler ve kentleşme süreçlerini dönüştürerek “iktidarın emrine sunan” nitelikleri nedeniyle “kent ve doğanın birer rant aracına dönüştürülmesi” yönündeki düzenlemelerin en önemlileri olarak öne çıkmakta ve aynı zamanda meslek alanlarımızı ve mesleklerimizi yeniden yapılandırmayı hedeflemektedir. Uluslararası sözleşmeler ve Anayasayla güvence altında olan mimar, mühendis, şehir plancılarının telif haklarını yok etmeye yönelik düzenlemelerle birlikte, ücretli olarak çalışan meslektaşlarımızın sosyal ve özlük haklarını ortadan kaldıracak değişiklikler söz konusudur.

    Türkiye‘nin çok yoğun ve yakıcı gündemleri arasında yaşamsal düzeyde pek çok karar alınıp yürürlüğe girerken, bilindiği üzere kamuoyunun bu konuları yeterince tartışma, değerlendirme ve bilgilenme olanağı bulunmamaktadır. Bu ortamda, art arda yayımlanan KHK‘ler ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘na meslek odalarının, yerel yönetimlerin kimi yetkilerinin verilmesinin ne anlama geldiğini ve nasıl bir sürecin parçası olduğunun özetle irdelenmesi gerekmektedir.

    TMMOB Parçalama, Küçültme Yoluyla İşlevsizleştirilecek!

    KHK‘lar ile bu alana yönelik tüm yetkilerin iktidarın elinde toplanması için TMMOB ve bağlı Odaların, yerel yönetimlerin “asli işlerine” ait yetkilerinin gasp edilmesi, “özerk ve kamusal kimliklerinin” yok edilmesi, TOKİ‘nin yetkilerinin Bakanlığa geçmesi, bilirkişilik müessesesinin Bakanlığın emrine verilmesi, tarihi, doğal, kültürel değerlerin ve mirasın yok edilmesine yol açacak gelişmelerin önünün açılması yönünde yapılan düzenlemeler ile diğer bazı kamu kurumlarının yetkilerinin devredilmesi yönünde kimi kanunlarda da değişiklik yapılmasını içeren sürecin son noktası “Yapı Denetimi Hakkında Kanun ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı”dır. Bu taslak ile, kamuoyuna tarafsız ve bilimsel temellerle gerçeklikleri aktaran, gerektiğinde hukuk yolu da dahil olmak üzere, siyasi iktidarlarca gündeme getirilen yanlışlıklara karşı etkin bir biçimde mücadele eden 58 yıllık yapımızın ve özellikle yetmişli yılların başından itibaren oluşturduğumuz yapının parçalanması amaçlanmaktadır.

    Özetle, mühendis, mimar, şehir plancılığı disiplinlerinin meslek örgütlülükleri, yasanın muhatabına sorulmadan, görüşü alınmadan, kapalı kapılar ardında yapılan hazırlıklarla tasfiye edilmek üzeredir. Kamu idari yapılanması içinde yer alması itibarıyla TMMOB üzerindeki genel vesayet, otoriter bir şekle dönüştürülmektedir.

    TMMOB Yasasını değiştirme ya da ortadan kaldırmaya yönelik bu girişim, DDK raporundan hareketle mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı hizmetlerini kamusal niteliğinden arındırarak rant politikalarına açma amacını gütmektedir.

    Bu değişikliklerle mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı hizmetleri ve ilgili meslek örgütleri, böl-parçala-küçült-yönet yaklaşımıyla demokratik merkezi yapılardan rekabetçi yerel yapılara dönüştürülerek merkezi kamu yönetimine bağlanacaktır.

    Birliğimiz ve Odalarımız, bugüne kadar siyasi partilerin, siyasi iktidarların ve sermaye çevrelerinin arka bahçesi olmamaya özel bir önem göstermiştir. Ancak öngörülen yeni yapı ile Odalar, siyasi partiler ve özellikle iktidar ile yerli yabancı güçlerin çıkar, rant ve rekabetlerine ve müdahalelerine açık bir yapıya, arka bahçeleri konumuna doğru dönüştürülebilecektir.

    Mühendislik, Mimarlık, Şehir Plancılığı Disiplinleri Rant ve Rekabete Göre Düzenlenemez

    Mühendislik bilimleri ile mimarlık ve şehir plancılığı bilim ve disiplinleri, çok disiplinli-çokbilimli mesleki hizmetleri gerektirmekte ve gerek kendi içlerinde gerekse aralarında mesleki, bilimsel, teknik geçiş gereklilikleri bulunmaktadır. TMMOB ortamı ve ilişkilerimiz, bu geçişkenlikleri düzenleyen bir yaklaşım ve geleneğe sahiptir. Sürekli gelişen ve değişen mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı mesleklerinin sınırları bu nedenle çıkar ve rant hesaplarına dayalı yasalarla tarif edilebilecek nitelikte değildir.

    Ancak mevcut iktidar, söz konusu yeni yapı ile aynı meslek grubu içinde ve o meslek grubu ile ilişkili meslek grupları arasında rekabetler yaratıp yayacak olan bir düzenleme ile bilimsel, teknik, mesleki, örgütsel, toplumsal gereklilikleri dışlamakta; kamusal hizmet ve toplumsal yarar gibi çok önemli ölçütlerimiz ortadan kaldırılmaktadır.

    TMMOB Direnecek, Varlığını ve Mücadelesini Sürdürecek

    TMMOB tarihi, bu ve benzeri türde baskı ve yıldırma politikalarına karşı verilen mücadelelerle doludur.

    Yıllar içinde oluşturduğumuz hukuku ve örgütlü gücümüzü pekiştirerek bu saldırıyı göğüslememiz ve yeni dönemi örgütlememiz gerekmektedir. Yılların birikimine dayanan; çok sayıda arkadaşımızın, emeği ve özverisiyle oluşturulan demokratik, emekten ve halktan yana TMMOB örgütlülüğünün korunarak sürdürülmesi, bu dönemin bize yüklediği en kritik sorumluluktur.

    Mesleki sorumluluklar ile toplumsal sorumluluklarımızı, meslek alanlarımızı koruma ve genişletme çabalarıyla kaynaştırıp bütünleyerek, yolumuza direngen bir tarzda devam etmeliyiz. Yurdumuz, ülkemiz, halkımız, mesleklerimiz ve meslektaşlarımızdan yana olan TMMOB‘nin ve Odalarımızın çalışma programı ve ilkeleri, tarihsel olarak kılavuzumuz olmaya devam etmelidir. Bu; etik, mesleki, toplumsal, bilimsel, teknik bir gerekliliktir; kendimize, ülkemize, halkımıza karşı toplumsal bir sorumluluktur.

    Mühendis, mimar ve şehir plancılarının sesi kısılırsa, bu ülkenin sesi kısılır. Ormanlarımızı kıyılarımızı, madenlerimizi, mera alanlarımızı ve kentlerimizi vahşi kapitalizme teslim etmeyeceğiz. Geleceğimize sahip çıkacağız.

    Örgütlü gücüne ve halkına güvenen TMMOB, bu yağmaya ve saldırıya sonuna kadar direnecek ve sonunda kazanan halkımız ve ülkemiz olacaktır.

    ( http://www.tmmob.org.tr )

  47. Gün Zileli hocam, sizden bir ricada bulunacağım. Bir önceki yorumumda paylaştığım TMMOB metnini -eğer sizin için de uygun olursa- sitenin “Duyurular” kısmına koyabilir misiniz? Bu metni önemsedim, çünkü bu metnin “AKP diktatörlüğünü antikapitalist yoldan geriletme/yıkma” konusu hakkında cesurca ve bütünlüklü bir çıkış olduğunu düşünüyorum. Metnin linki:
    http://www.tmmob.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=8626&tipi=29

  48. Kendini sosyalist zannaden küçük fasist kafalar korporatist örgütlerin saksakçiligini yapmakla bir yere varacaklarini sanmaktalar, oysa bu korporatist yapilarin toplum ve kamuoyundaki etkisi nedir biliyor musunuz? Sifir. Eski sol (cuk) fraksiyon (cuk) lar kadar bile agirliklari yok, holding basinindaki kartel patronlarinin maasli memurlari biraz sirtlarini sivazlayinca kendilerini birsey saniyorlar, aslinda hepsinin ipleri belli yerderde. Cok komikler.

  49. Beyazyakalilarin gelirleri ve paralel olarak toplumdaki konumlari o kadar dustu ki korporatist fikirler zaten holdinglerde yonetici olan muhendis mimar vs tayfasi disinda olusamaz. Yani odalar su anda korporatist felan degil. 2. Dunya savasi oncesi sozleri tekrarlamak olayin icerigini degistirmiyor. Etkileri henuz sifir da degil. Hala bir miktar barutlari var. Gercek bir guc gosterisi yapacak kadar degil ama hukumeti sinirlendirecek kadar.

    Yani onlarda da sendikalarda ve sol grupcuklarda olan problem var: Gercek gucun isyerlerinden kaynaklandigini anlamama hali. “Uretimden gelen guc” onlar icinde gercek bir sey degil, bir retorik, zor zamanlarda guc alinacak sihirli bir sozcuk, “bana dokunursan abim seni dover” gibi bir sey. Bu sebeple sendikalarla ayni nedenle eriyorlar. Bu gidisi ne durdurur? Isyerlerinde orgutlenmeye baslamak. Gizli yapmak gerekiyorsa gizli, sendikali isyerlerindeyse acik acik. Orgutlenme deyince de “Hadi greve!” orgutlenmesi degil tabi. Insanlarin daha kucuk sorunlarina da careler bulabilecek aglar/cemaatler orgutleme amaciyla. Biz kendi isyerimizde bunu gerceklestirmeye calisiyoruz mesela. Muhendis arkadaslarinda buna benzer isyerleri calismalari yapmasi gerek bence.

    http://dazayn.blogspot.com/2012/09/gelecegi-kazanmak.html

  50. Bu da isyerimizde yaptigimiz beyaz yaka calismalarindan biri:

    http://dazayn.blogspot.com/2012/08/is-yerlerinde-agmz-nasl-genisletebiliriz.html

  51. 51 no’lu, neresinden tutsanız elinizde kalan yorumu yazan polis beyefendinin kudurmuşluğunun bazı nedenleri:
    http://www.tmmob.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=8609&tipi=29
    http://www.tmmob.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=8621&tipi=29

  52. Dincilerin önce bütün yeniliklere karşı çıktıkları, sonra onlardan yararlanmada bütün yenilik yanlılarını geride bıraktıkları yaşadığımız olaylardır. Söz gelişi camilerin elektrikle aydınlatılması, radyoda Kur’an okunması, minarelere sesyayıcı araçların konulması önce ağır tepkilerle, yergilerle karşılanmış, şimdiyse bir din gereci durumuna getirilmiştir. Basımevlerinin kurulmasına karşı çıkanların torunları günümüzde gerici düşüncelerini yaymak yolunda ondan en çok yararlanananlar değil mi? Bağnaz kişi çelişkiden yarar ummayı beceri sayar, onda dizgesel düşünme diye bir olay yoktur. İşte dinlerin yararlandığı en kolay sömürü alanı da budur, bu çelişkiden tedirgin olmama ortamıdır.

    http://www.sosyalistkutuphane.com/siir-g-h-i-j-k-l/295-ismet-zeki-eyuboglu-turk-siirinde-tanriya-kafa-tutanlar.html?langid=1

  53. Teo-Liberal diktatörlüğün çarklarını döndüren nedir?
    http://mustafasonmez.net/?p=3097

  54. Ciraci’nin gosterdigi bu yazi, hafizasi olanlar icin cok sinir bozucu bir yazi. Simdi hangi AKPliye ulkenin giderek borc icine girdigini soylesek, anlamadan dinlemeden direk bize IMFyle borclarin bittigini soyluyor. IMF bir 10 yil oncesine kadar sol hareketin dis borc icin kullandigi simgeydi. Gosterilerde tum ekonomik pankartlarin bir sekilde temas ettigi noktaydi. Murekkep irmagi olarak gorebilecegimiz sol dergilerdeki analizlerin gozdesiydi. Adeta emperyalizmin “left hand of god”i, kotucul uzantisi anlamina geliyordu. Turkiye solu daha etkili olmak icin, akilda daha fazla kalmasi icin, bu tur kisa yollari kullanip durur. Ama AKP durmadan o kisa yollari kesip kendisini o suclamalardan simgesel olarak kurtarmayi cok iyi beceriyor. IMF ile borclar bitmek uzere olunca sanki ulkenin dis borcu bitmis izlenimi veriyor. Ayni sekilde Kurt kelimesini kullanip, sonra asil gerekliliklerini yapmayinca bile sorunu cozmus gorunmeye calisiyor. Ayni sekilde Dersim diyor ve sonra hicbir sey yapmiyor ama dert degil, cunku o simgeyi de bitirmis oluyor. Ermeni diyor, sonra yine ayni tas ayni hamam. Simge uctu ya. 1 Mayista da ayni seyi yapti. Simgeyi ucurdu.

    Boylelikle o simgelerle hic bir isi olmayan, onlarin altinda yatan gecmisi bilmeyen kendi oy tabanina meseleleri cozmus gibi gorunuyor. Simgesel olarak kabul et ve simgeyi ortadan kaldir ve demokrasi sampiyonu ol taktigi.

    Sonmez’in yazisi onun icin super. Analizi kullaniyor. Bos ajitasyon yerine analizi, simgeler yerine mantigi kullanmamiz gerek. Cunku karsimizdaki iktidar her simgemizi ic ediyor.

  55. gun abi tespitlerine katiliyorum , anlayamadigim sey cozum olarak küt diye devrimi koyman . ben daha cok kademeli bir devrim surecinin olacagindan yanayim , yani mevzi kazana kazana olacak bu is , mesela yotube yasak oldugu bir ulkede , kendi hukuk kurallarina uyan avrupa tipi bir burjuva devletine sahip olmak bana gore ilerici bir adimdir , ben bunun mucadelesini yapmam ama ayak bagida olmam .

  56. Tabii ki ama şunu da bilmek gerekir: Bu pislikten tek çıkış yolu devrimdir. Ama devrimi nasıl anlıyoruz, o önemli. Devrim bugün bütün yaşam alanlarında adımadım inşa edilen bir şeydir. Yoıksa salt bir iktidarın devrilmesi sorunu değildir. Bu yüzdendik ki devrim yakın bile değil, yaşamlarımızın içindedir.

  57. Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprağının bağrından nice uygarlıklar doğmuş, nice başarılı ürünler koymuş ortaya o uygarlıkları yaratanlar. Avrupa müzeleri onlarla doludur. Oysa, bir tekini bile olduğu gibi yaşamak, onun akışına, yaşama ortamına uyarak eskiye dönmek istemiyor Avrupalı. Örnek uygarlık ürünleri diye görüyor onları. Onlara bakarak insanlığın tarih boyunca geçirdiği başarı dönemlerini, gelişme aşamalarını öğreniyor. Bugün, aydın bir Avrupalı için Sokrates’in giydiğini giymek, onun sofraya oturuşu gibi oturup yemek olacak iş değildir. İlkçağı öğrenmek, anlamak ister de o çağdakiler gibi yaşamak istemez, o çağın yaşama ortamını olduğu gibi sürdürmek istemez. Homeros’un şiirlerini okur, onlardaki geliştirici yanı alır, Tanrılarını öğrenir, sözün kısası Homeros’un evrenini tanır da onun gibi yaşamaya kalkmaz. Avrupalı aydın için, Homeros’un yaşadığı çağ uygarlığın gerekli bir aşamasıydı, o bitti, gününü geçirdi artık. Oysa, Doğulu aydın için, özellikle bizim geçmişi bir türlü ağzından düşürmeyen okumuşlarımız için durum öyle olmadı. Eskiyi tanımaktan, anlamaktan çok, olduğu gibi yaşamak, yaşatmak istiyorlar.
    Osmanlı uygarlığını, doğduğu ortamın ilkeleri, kuralları ile bir bütün olarak sürdürmek isteyenler arasında Osmanlılar gibi davranan, yaşayan yoktur. Çağdaş uygarlığın en yeni buluşlarından alabildiğine yararlanırlar. Başka düşünür, başka yaşarlar.

    (İsmet Zeki Eyüboğlu)

  58. CHP’nin temel sorunu siyaset yelpazesindeki yeri midir?
    M.Şükrü HANİOĞLU

    1789 Fransız Genel Meclisi’nin oturma biçimi ya da Edmund Burke ile Thomas Paine’nin temsil ettikleri görüşlerin hangi partiler tarafından dile getirildiği benzeri araçlar kullanımıyla yaratılan siyaset yelpazesinin gerçek hayata uygulanmasındaki zorluklar ortadadır.

    Siyaset bilimcileri de fazlasıyla zorlayan bu “sağ-sol” yelpazesine yerleştirme işlemi beraberinde pek çok sorunu ve “kurama uymayan” sayısız örneği getirmektedir.

    Personalist hareketin öncülerinden ve Katolik Sol’un liderlerinden Emmanuel Mounier, günümüzde bir klasik olarak kabûl edilen değerlendirmesinde, tüm özellikler gözönüne alındığında siyasal örgütlenmeleri “sağ-sol” yelpazesindeki “kesin” yerlerine yerleştirmenin “imkânsız” olduğu tespitini yapmıştı.

    Post-modern gerçeklik bu zorluğu daha ileri bir boyuta taşımış ve basmakalıp yaftalamaları güçleştirmiştir.

    Örneğin değişim ve “yeni”ye sahip çıkma “sol”, buna karşılık mevcutu sahiplenmek ve korumaya çalışma “sağ” siyasetin özellikleri olarak algılanırken, nükleer enerjiyi “sağ” partiler savunmakta, buna karşılık doğayı “koruma” temelli yaklaşımları temsil eden hareketler genellikle “sol” sınıflamasına sokulmaktadır.

    Siyaset kutuplarımız

    Dolayısıyla merhum İdris Küçükömer’in toplumumuzda “sağ” ve “sol”un yer değiştirmesinin gerekli olduğu yolundaki tespiti gerçekte global alanda karşılaşılan bir güçlüğün özgün örnekte daha çetrefil biçimde tezahür ettiğinin dile getirilmesidir.

    Batı düşünce akımlarının gördüğü sınırlı ilgi ve yorumlanış biçimi, milliyetçiliğin tüm siyasal örgütlenmelere derin nüfûzu, kimlik siyasetinin güçlü etkisi ve liderlik demokrasisine yatkınlık Türkiye’de “sağ” ve “sol” kavramsallaştırmalarının yapılmasını daha da zorlaştırmaktadır.

    Bu çerçevede değerlendirildiğinde Türkiye’de siyaset “sağ-sol” yelpazesine yerleştirilmesi pek de kolay olmayan iki kutup etrafında gerçekleşmektedir.

    Bunlar da “kalkınma tasavvurları”, “modernlik yorumu”, “hayat tarzı” ve “dine karşı alınan tavır” etrafındaki eksende şekillenmektedir.

    Çok partili yaşama geçişten beri siyasete egemen olan “Kalkınmacı Muhafazakârlık” ve “Devletçi Modernleşme” kutuplarından birincisi “sağ” ikincisi ise “sol” olarak kavramsallaştırılmaktadır.

    Bu şüphesiz fazlasıyla sorunlu bir yaklaşımdır.

    Birinci kutuptaki “muhafazakârlık” temelde “dine karşı alınan tavır” etrafında şekillenmekte, buna karşılık “kalkınmacılık” gerçek anlamda muhafazakârlıkla çatışan güçlü bir “değişim” paradigmasını dile getirmektedir. Bu kutup bunun yanı sıra “katılım” taraftarı yaklaşımıyla toplumculuğu ve “siyaset”in belirleyiciliğini savunmaktadır.

    İkinci kutup “tekil” ve “yaşam tarzı” üzerinden tanımlanan bir modernliğin “yukarıdan aşağıya” inşa edilmesini hedefleyen ve kökleri on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı siyasetine giden bir hareketi temsil etmektedir. Temel yaklaşımı nedeniyle “seçkinci” olan bu kutup, “eğiterek ve aydınlatarak” dönüştürmeyi hedeflediği kitlelere ve bir parçası olduğu siyasete duyulan güçlü güvensizliği içselleştirmiştir.

    Sağ-Sol yerine

    Bu kutupları “sağ” ve “sol” olarak kavramsallaştırmanın değişik genellemeler yapılmasını mümkün kıldığı, bu nedenle de işlevsel değer taşıdığı ortadadır. Buna karşılık bu fazlasıyla “kaba” değerlendirmeler siyaset analizlerinde ciddî yanılgılara da neden olabilmeketdir.

    Örneğin sıklıkla tekrarlanan “Türkiye’de solun iktidar olamaması” gerçekte varolmayan bir sorunu irdelemektedir.

    Köklü düşünce hareketlerinin değişik dönemlerde iki temel kutup tarafından sahiplenilmesi sorunu daha da çetrefilleştirmektedir. Kalkınmacı muhafazakârlığın 1980’lerdeki temel örgütlenmesi ANAP bir süre liberalizm ile böylesi bir ilişki kurmuş, devletçi modernleşmeciliğin sancak gemisi CHP ise 1960’lardan itibaren kendisine “sol” sıfatını yakıştırmakla kalmamış, sosyal demokrasi temsilcisi olmak gibi gerçekle ilişkisi bulunmayan pozisyonları da sahiplenmiştir.

    Bu açıdan bakıldığında kalkınmacı muhafazakârlığın siyaset üzerinde kurduğu egemenlik “sol”un başarısızlığı değil devletçi moderleşmeciliğin yeni paradigmalar üretemeyen, “status quo savunucusu” ve “değişime kapalı” yaklaşımlarının doğal neticesidir.

    Devletçi modernleşmecilik 1930’larda yarattığı “tekil modernlik” temeline dayanan tasavvurda donmuş, yeni paradigmalar üretemediği için de güçlü bir “altın çağdaşlaştırmaya” yönelmiştir. Post-modern dünyada on dokuzuncu asır ideallerine dayalı, anakronik bir tasavvuru kutsayan, “değişim”e karşı “koruma”yı temel hedef haline getiren bir hareketin başarı şansının olmadığı ortadadır.

    Bunu “sol”un yenilgisi olarak yorumlamak anlamsızdır.

    Değişim vurgusu

    Dolayısıyla kalkınmacı muhafazakârlığın devletçi moderleşme karşısında siyasete egemen olması “sağ”ın “sol”u sürekli biçimde mağlup etmesinden farklı bir gelişmedir.

    Kalkınmacı muhafazakârlığın başarısı genellikle varsayıldığı gibi “muhafazakârlık”tan ziyade “kalkınmacı” yaklaşımının beraberinde getirdiği geleceğe yönelik paradigmalar ve değişim vurgusundan kaynaklanmaktadır.

    1930’ları altın çağdaşlaştırarak onu savunmayı “siyaset” olarak kavramsallaştıran devletçi modernleşmecilik ise böylesi paradigmalar yaratamadığı gibi değişim ve yenilik vaad eden tasavvurlar da üretememektedir.

    Siyaset sahnesinin ebedî mağlubu haline gelen devletçi modernlik bunun yerine “değişim”e karşı çıkan farklı “istemezükçü” grupların sözcülüğünü yapmaktadır. Onun bu vizyonsuzluğuna karşın siyasetin ana kutuplarından birisi olmayı sürdürebilmesi ise bu alandaki geleneğimiz ile kimlik siyasetinin etkinliğinin neticesidir.

    Devletçi moderleşme akımının maskesini takarak dolaştığı sosyal demokrat düşünceyi içselleştirmesi, bu görüşü yansıtan bir örgütlenme haline dönüşmesi şüphesiz iktidara oynayan bir liberal partinin doğuşu gibi siyasetimiz açısından yararlı bir gelişme olacaktır.

    Ancak böylesi kapsamlı dönüşümlerin kısa vâdede gerçekleşmesini beklemek anlamlı değildir. Bu nedenle devletçi modernleşmeciliğin yakın dönemdeki hedefi değişim karşıtı “istemezükçülük” yerine “değişim” tasavvurları ikame etmek olmalıdır.

    Bu siyaset kutbunun iktidara en fazla yaklaştığı zaman diliminin derme çatma ve çelişkilerle dolu da olsa bir değişim tasavvuru geliştirdiği dönem olduğu unutulmamalıdır.

    Merhum Bülent Ecevit’in siyasetteki yükselişi onun “sosyal demokrasi”yi derinlikli şekilde kavraması ve partisini bu düşünce çerçevesinde yeniden örgütlemesinden ziyade “Bu düzen değişmelidir” sloganıyla dile getirilen değişim arzusu ile 1930’ları altın çağdaşlaştırmak yerine o dönemin olumsuzluklarını eleştiren bir yaklaşımı sahiplenmesiydi.

    “Sağ-sol” analizleriyle anlaşılması kolay olmayan siyasetimizin en azından iki kutuplu biçimde sürmesi yararlıdır.

    CHP’nin bir kutup olmaya devam edebilmesi ise “sol” olmaktan (bu “sol” olmasının gereksiz olduğu anlamına gelmez) önce bir “değişim tasavvuru” geliştirebilmesine bağlıdır.

    http://www.duzceyerelhaber.com/msukru-hanioglu/28157-chpnin-temel-sorunu-siyaset-yelpazesindeki-yeri-midir

  59. Ramazanlarda vur patlasın çal oynasın Ramazan şenlikleri, etkinlikleri, eğlenceleri yapılsın… Okullarda tam sayfa Atatürk portreli, Beyanname’li sözde din dersleri verilsin… Aman aman aman, sakın Müslümanlar gerçekten dindar Müslümanlar olmasın
    Kadın ve kızların bir kısmı başlarına rengarenk eşarplar örtsün ama sakın sakın bakın gerçek şer’î tesettür olmasın.
    Siyasal İslam ile Kemalizm nasıl iç içe… Anıtkabir ziyaretleri… Sayın Atam izindeyiz.
    Dünyaperestler riba ile barışık.
    Zinayı suç saymazlar onlar.
    Takvimleri frenk takvimi… Yazıları Latin yazısı… Saatleri alafranga…
    Latinlik, latincilik, alafrangalık iliklerimize kadar sızmış.

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/hiret_Inanci_Zayiflarsa_Rezillik_ve_Rusvaylik_Gelir/21454#.VBVZ_c4dQ_w

  60. Cumhuriyet idealinin krizi

    Yeni ulusal kimliğinin esası olarak sunulan Kemalist cumhuriyet fikri, birleştirici bir ideal olarak zayıftır. Israrlı propagandaya rağmen “tutmamıştır”. Tutmadığı, üç-beş yıl içinde anlaşılmıştır.

    Ulus fikrinin temeli, bir devletin vatandaşları arasında bir kardeşlik ve dayanışma duygusu yaratmak; ülkeyi yöneten devletin “iyi” ve “bizim” olduğu kanısını yerleştirmektir. Oysa,

    a. 1923-24’te tanımlanan cumhuriyet ülküsü, yerini almaya çalıştığı “müslümanlık” fikrinin şümulüne, duygusal sıcaklığına ve siyasi esnekliğine sahip değildir.

    Şümulüne sahip değildir: çünkü toplumsal ve bireysel yaşamın her vechesini kucaklama iddiasındaki İslamiyetin aksine, cumhuriyet fikri halkın büyük çoğunluğunun gerçek yaşamına yabancı, soyut bir kavramdır. Yirmiüç Nisan ve Yirmidokuz Ekim törenleri dışında, halkın yaşamında gerçek bir anlam ifade etmez.

    Duygusal sıcaklığına sahip değildir: çünkü toplumun yüzyıllardan beri “bizim” saymaya alıştığı İslamiyetin aksine, cumhuriyet “birilerinin” tasarlayıp yürürlüğe koyduğu bir projedir. Toplumsal bünyeye eski bir pijama gibi oturan İslamiyetin aksine, cumhuriyetin simgeleri şapka ve kravattır. İmam, halktan biridir; cumhuriyet fikrinin misyoneri olan öğretmen, köye dışarıdan gelir.

    Siyasi esnekliğine sahip değildir: çünkü ünlü tabiriyle “herkesin ve hiç kimsenin” olan, dolayısıyla hiç kimseyi kolay kolay dışlayamayacak olan İslamiyetin aksine, cumhuriyet, son derece katı sınırları olan bir siyasi tercihle özdeştir.

    İslamiyet için hayatını seve seve feda edecek insanlar vardır; oysa 1920’lerin sonunda, rejim ileri gelenleri dışında kimsenin Kemalist cumhuriyet için hayatını isteyerek feda edeceğini düşünemeyiz. 1922’de, evet, Mustafa Kemal Paşa Türk halkı arasında son derece popülerdir: ama bu popülerliğin temeli, “İslam milleti” adına Ruma, Ermeniye ve Hıristiyan Batı’ya cidal etmiş olmasıdır. Bu temel, 1924 ve 1925 yıllarında tahrip edilmiştir. Halifeyi kovduğu, tarikat ve türbelere savaş açtığı, “gâvur” başlığı ile yazısını empoze ettiği noktada Gazi’nin popülerliğini koruyabilmiş olduğu çok şüphelidir. Açıkça karşı tavır almayanların bile, Anadolu insanına özgü “bekle gör” tavrına girmiş olduğunu düşünmek, gerçekçilikten uzak olmaz.

    b. Cumhuriyet ülküsü, İslamiyetin avantajlarına sahip olmadığı gibi, “sosyalist devrim” fikrinin sürükleyiciliğine, veya Amerikan cumhuriyetinin temelini oluşturan “özgürlük” fikrinin teorik zenginliğine de sahip değildir. Ahlak ve ahiret düşüncesinin insani sıcaklığına yabancı olduğu gibi, özgürlük düşüncesinin yüceltici ufkundan, ya da mutlak eşitlik düşüncesinin vahşi cazibesinden de mahrumdur. Belli bir insan grubunun temelsiz ve nedensiz bir şekilde yüceltilmesine dayanan ulus düşüncesi, çorak ve bencil bir kavramdır.

    Mantıken içi boştur: “ulus”u, “ulus ülküsüne sahip olmak” ile tanımlayan bir teori, döngüsel (self-referential) bir akılyürütmeye dayanır. Ulus ülküsüne niçin, hangi mutlak insani değer veya içgüdü nedeniyle sahip olunması gerektiğine ilişkin bir şey söylemez.

    Evet, “istiklal”, “düşmanı denize dökmek”, “şehit kanıyla sulanmış topraklar” gibi kavramlar, ulus düşüncesine önemli bir duygusal boyut katarlar. Fakat bu boyutun temeli, dindir. Milli mücadele, din bazında verilmiştir. Sözgelimi İzmir’i işgal eden Rum değil de bir müslüman Çerkes çetesi veya Makedonya Türkleri olsa, düşman sayılacakları pek kuşkuludur; hatta İttihatçı zulmüne karşı, kurtarıcı olarak karşılanmaları bile olasıdır. Dolayısıyla din unsuru reddedildiği anda, Milli Mücadele geçmişiyle yeni Türk Cumhuriyetinin ulusal ülküsü arasında bağ kurmak çok zorlaşacaktır.

    c. İçi boşalmış, ahlaki ve teorik bir jüstifikasyona dayanmayan ulus düşüncesinin uygulamadaki tek faydası, devlet hakimiyetinin yabancılara değil, o ulustan olan insanlara ait olduğu düşüncesine zemin sağlamasıdır.

    “Biz müslümanız, Kitaba göre yönetilmeliyiz” veya “biz Sovyet halkıyız, sosyalistçe; biz Amerikalıyız, özgürce… yönetilmeliyiz” formülünün Türkiye’deki karşılığı, “biz Türküz, Türklerce yönetilmeliyiz” iddiasıdır. Aradaki farka dikkat edilmelidir: Savunulan şey, ne kadar muğlak olursa olsun bir fikir veya prensip değil, bir kadrodur. “Türklerce” deyiminin yerine konabilecek bir teorik, ahlaki, ideolojik kavram yoktur. “Türk” olmak, devleti yönetme (ve ekonomik kaynaklara sahip olma) iddiasının gerekli ve yeterli koşuludur. Dolayısıyla devlet yönetimine (ve ekonomik güce) talip olanlar dışında, “Türk” kavramının kimseyi cezbedebilecek, heyecanlandıracak bir özelliği yoktur.

    Cumhuriyetçi tanımın Türk devlet eliti arasında kazandığı popülerliği sanırız bu olgu yeterince açıklamaktadır.

    d. Kemalist cumhuriyetin kilit unsuru olan kişi yüceltmesi, yaygın varsayımın aksine, Anadolu ve Rumeli halkının geleneklerine aykırıdır. Eski RP milletvekili Hasan Mezarcı’nın veciz bir şekilde işaret ettiği üzere, bu halkın bir kısmı, atasının kimliğiyle oynanmasından hoşnut değildir.

    e. Ulusal ülkünün zorunlu ögesi olarak sunulan dil meselesi, umulandan çok daha büyük bir direnişle karşılaşmıştır. Hıristiyan ulusların dilini paylaşan Balkan göçmenleri (Giritliler, Boşnaklar, Pomaklar) ve 1920’de zaten dillerini kaybetme sürecine girmiş olan Çerkesler dışında hiç kimse, Devlet öyle istedi diye anadillerini değiştirme gereği duymamışlardır. Özellikle Kürtler, dil değiştirme talebini “gâvura reva görülen” bir eziyet kabul ederek tepki göstermişlerdir.

    Bu tepkilerin nedenini, yapılan talebin mantıksızlığında aramamak gerekir. Dil değiştirmek, sanıldığı kadar zor bir iş değildir. Amerikan ulusal kimliğinin temel taleplerinden biri de İngilizcenin anadil olarak benimsenmesidir, ve ikiyüz yılda yüz milyonu aşkın insan, herhangi bir ciddi baskıya uğramaksızın bu talebi gönül rahatlığıyla kabul etmiştir. Cumhuriyet Türkiyesinde çeşitli baskılara rağmen kuşaklardan beri anadillerini korumakta ısrar eden birçok Ermeni ve Rum aile, ABD’ye göçtükten birkaç yıl sonra evlerinde İngilizce konuşmaya başlamışlardır. Üstelik bu olgu, kültürel sempati veya antipatiyle de açıklanamaz; çünkü bu ailelerin çoğu, yaşam tarzı ve kültürel duyarlık itibariyle Amerikalıdan çok Türke yakındır.

    Sorun, daha çok, halkı dil değiştirmeye icbar eden siyasi idealin zayıflığındadır. Türkleşmek için, “Türk olmak iyidir” dışında herhangi bir argüman, herhangi bir evrensel değer ve ideal sunulmamıştır. İçi boş bir propaganda ve kaba bir tehdit, asimilasyon için yeterli olacak sanılmıştır.

    http://alticizilisatirlar.net/acs/cumhuriyet-idealinin-krizi

  61. Anonim 70

    Zina her zaman “suç” değildir!

    4 kadın ve cariyelerin hesabının sorulmadığı yerde göz koyduğuna “güçlüysen” eğer, bir insana karısını boşandırtarak haremine alıyorsan,
    bir kız çocuğunu haremine alıyor ve adet görünceye dek bekleterek ırzına geçiyorsan…
    Zina suç değildir!
    Bu kafanın da “zina” üzerine söyledikleri sahtekarcadır…

    Ama… ama…
    Bir sevda ile “Zina yapılıyorsa”, orada suç, evliliğe aittir! Taşlanacak olan (mecazi olarak elbette!) o insanların hükmü kalmamış evlilikleri olacaktır…
    ***
    Zina ve cinayet histerisi, özgüvensiz, zavallı erkeklerin kendini taşlama cesareti de olmayan aciz sefillerin sığındığı insanlıkdışı vahşetin “şeytansı” örtüsüdür!

  62. Başbakan Ahmed Davudoğlu bir akademisyen olarak siyasette yenidir. Şunun şurasında 5 yılı geçmez, politikada aktif rol alışı.. Onun için de siyaset dilini henüz tam olarak özümleyememiş olması normal karşılanmalıdır. Davudoğlu, kapalı mekanlarda, daha sınırlı dinleyiciler karşısında, öğrencilerine ders anlatan bir akademisyen havasında ve dolu dolu konuşurken, kitleler huzurunda daha çok hamâset diline ağırlık veriyor.

    Ama, bu hamâset dilini iyi ayarladığı söylenemez.

    Çünkü, bu konuşmalar sırasında gittiği her yerde, hitab ettiği her toplum kesimine ve o mıntıkanın, o şehrin, o coğrafyanın tarihî, kültürel ve manevî dinamiklerine işaret etmek dikkatini bazan, o hamâsetin kaçınılmaz gereği olarak abartılı ve ilgisiz alanlara taşırıyor ve ses tonunu bile ayarlayamadığı için, Devlet Bahçeli’nin konuşmalarında hiç gereksiz yerde yüksek sesle ve bağırarak konuşması gibi bir ilginçlik sergiliyor.

    Konya’ya gidiyor, -haydi orası anlaşılabilir-, hemşehrilik duygularına ağırlık veriyor.

    Kırşehir’e gidiyor, esnaf teşkilatlarının Ahi Evran Şenlikleri’ne törenlerine katılıyor, ’Türkiye Cumhuriyeti bir âhilik devletidir..’ diyor. Bu bir temenni olarak dile getirilebilir, ama, bugünkü mevcud durumun Ahi Evran geleneğiyle örtüşen ne gibi bir gerçekliği vardır?

    Öte yandan, Davudoğlu, iki yıl önce vefat eden türkücü Neşet Ertaş’a övgülerde bulunurken de övgü diline ağırlık veriyordu.

    Davudoğlu’nun hele de Samsun’a gittikten sonra, ’Samsun’da yakılan meş’aleyi anlamayan bizi anlayamaz..’ diye nutuk irad etmesi ve bir yanlış anlama olmaması için olmalı, bu meş’alenin M. Kemal’in tutuşturduğu meş’ale olduğuna dikkati çekmesi hiçbir tarihî gerçeği olmayan, 90 yıllık resmî tarihe paralel bir hamâset edebiyatının yeni bir ürünü idi.. Başbakan, bu konudaki beyanlarını kitle karşısında üç-dört kez de tekrarladı. Umulur ki, bir daha böyle populist, halkın hoşuna gideceği düşünülen, içi boş tavırlar sergilemez..

    Üstelik, bizzat Davudoğlu da bilir ki, M. Kemal’in Samsun’a gönderilişi, tamamiyle Sultan Vahdeddin’in bir tasarrufu idi ve yine bizzat kendisinin de belirttiği üzere, İstanbul’dan ayrılmadan önce, Saray’da Padişah’la görüşür ve Padişah ona, ’Paşa istersen memleketi kurtarabilirsin..’ der ve o da, gereken münasib cevabı verir elbette.. Yine, hatırlanmalı ki, 1922 yılı’ndaki Sakarya Savaşı’nın son demlerine kadar, M. Kemal, ’Hilafetpenahi hazretlerine ve saltanat-ı seniyyeye en kalbî bağlılıklarını’ yeminle dile getiren ve sonra o yemin beyanlarını bir kenara atan kimsedir.

    Dahası, bizzat M. Kemal bile, Samsun’a gönderilişini, 1936 yılında, bir akşam sofrasında, ’Yarın nedir, bilin bakalım..’ cinsinden sözkonusu eder sofrasındakilere ve kimse bilemez. O da, Samsun’a gidişinin 17. yıldönümü olduğunun söyler ve hemen o anda, dönemin Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya, Şef’ine minnet borcu olarak, hemen ertesi günü bayram ilan eder.. Yani, 17 yıl sonra.. Ve hâlen de sür-git, devam eder bu resmî bayram..

    *

    Davudoğlu, Kırşehir ve Samsun konuşmalarında ’Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin birbirini takib eden tarih dönemleri olduğunu’ da vurguluyordu. Allah aşkına, Cuimhuriyet’le geçmiş tarih dönemleri arasında ne gibi bir bağ vardı? Cumhuriyet zihniyetinin baş ismi, Osmanlı, Selçuklu ve diğer İslamî geçmişimizi bütünüyle reddeden ve Hititlere, Sümerlere, Moğollara, Hunlara dayanan bir tuhaf tarih teorisi geliştiren kişi değil midir? Yani, Davudoğlu tarih dönemleri arasında bir barışıklık tesis etmek isterken, M. Kemal’in yaptığının tersine, yeni bir tarih teorisi geliştirmeye mecbur mu hissediyor kendisini..

    Umulur ki, bu gibi konularda Davudoğlu’na yakınları gereken hatırlatmayı yaparlar ve o da, akademik konuşmalarında olduğu gibi toplum kitleleri karşısındaki konuşmalarında da dolu dolu konuşmaya ağırlık verir.

    http://www.haksozhaber.net/turkiye-sana-ihtiyacimiz-var-sozu-iyi-anlasilmalidir-28493yy.htm

  63. BİR FİKİR NASIL TEMSİL EDİLEMEZ

    Cumhuriyetin kuruluş süreci ile birlikte, İslâm’ın kentten kırsala sürülmesindeki esas gaye: İslâm’ı, çarpık ve güdük taşra mantığının zevksizliğine mahkûm etmek; itibarsızlaştırmaktı.

    Bu süreçte toplumun en çok mağdur edilen, dışlanan, siyaset sahnesine çıkmalarına asla izin verilmeyen kesimi olarak; âliminden saf ve inançlı halka kadar mütedeyyin insanlar, hayatlarının en korkunç ve en tezatlısını yaşamak zorunda kaldılar. Memleketin tapusunu kendinde gören, dar bir sınıfsal çıkar ve ruhsuz bir biçimcilik dışında, Batılılaşma adına hiçbir kalkınma projesi olmayan Kemalizm’in İslâm’a ve insana bakışı buydu. Tüm tarih dışılığı ile CHP ve tabanında kesintisiz süren zihniyete göre; modernleşmekten şunu anlıyorlardı: İslâm, hiçbir İslâmî kisve asla ve kat’a kamusal ve toplumsal alana giremeyecek, herkes ibadetini özel hayatında kendine göre gizlice ifâ ve idrak edecek, İslâm varlığını sürdürmekle beraber, kendisinin belirlemediği bir dünyada toplumla ilişkilendirilip siyasal olarak düzenlenirken dinî değerlerde işlemden geçirilip, moderne tahvil edilecekti. Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymadı. 1920’lerin ideolojisi peş peşe gelen darbelerle, defalarca tahkim ve tahkiye edilmesine rağmen “DEVLET-İ EBED MÜDDET idealinin BİNEK TAŞI olmuş ANADOLU” ve “İslâmî hüviyetini hiç kaybetmeyen” (Ölüm Odası- B/Yedi S. Mirzabeyoğlu) insanı, tek doğru olarak kendisine dayatılan laiklik, seküler milliyetçilik ve bunların otoriter-dışlayıcı siyasetine direndi ve kazandı…
    27 Mayıs 1960 darbesinden beri, “arkası yarın” kıvamında, peş peşe gelen darbe ve muhtıraların bitmek bilmeyen alaca karanlığında yaşıyoruz. Bu hengâmede, siyasi suikastlar ve kitle kıyımlarıyla birlikte, kim bilir kaç milyon insan işkenceden geçti, katledildi; ruhen ve bedenen sakat kaldı. Kim bilir bu insanlar hayatta kalabilmek- hayata tutunabilmek için nelere katlanmak zorunda kaldı.
    Hilâfetin ilgasıyla İslâmî hareketlerin canlanması birbiriyle ilişkilidir. Türkiye’ de N. Fazıl’la esmeye başlayıp S. Mirzabeyoğlu ile devam eden, İslâmî hareketlerin yelkenini şişiren rüzgârı da bu bağlamda okumak gerek. Siyasal İslâm’ın dönüşüm ve kazanımlarının temelindeki harçta en büyük pay, İslâmcı nesillerin hamurkârlığını yapan N. Fazıl ve S.Mirzabeyoğlu’nundur. Zira gerçek siyaset tepelerde yapılan değil, toplumun alt katmanlarında; işçisiyle, köylüsüyle, esnafıyla halk tarafından üretilen siyasettir. Başarı şansınız ise, toplumun genel fikir çerçevesine kendi dünya görüşünüzü yerleştirebildiğiniz kadardır. Ak Parti, askeriyesiyle, Anayasa Mahkemesi’yle, yargı sistemiyle bir dönemi kapattı. Ak Parti’yi kuran ve yöneten kadrolar, şöyle veya böyle BD- İBDA Ekolü’nün rahle-i tedrisinden geçmiş insanlar, bu kadroları iktidara taşıyan siyasette; 1990’lardan başlayarak mahallî idareler yönetiminde gösterilen başarılı performans ve bu idarecilerin yönetime gelmesinde en büyük pay sahibi olan halkın ürettiği siyasettir. Dolayısıyla, AKP eleştirilerinde göz ardı edilmemesi gereken husus: Ak Parti ve tabanı söz konusu eleştirilerin varsayımlarının aksine, zannedilenden çok daha kompleks bir yapıya sahiptir.
    2002 yılında Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, kendi zihinlerindeki 1930’lara, yani kendi “asr-ı saadet”lerine dönme fantezisiyle yaşayan, askerî- bürokratik birçok unsuru içinde barındıran girift yapı eliyle, bütün darbelerin alâmet-i fârikası Kemalist Devrim’in kazanımlarının (rakıyı adabıyla içmekte dâhil) elden gittiği yaygarasıyla kamuoyunda “irtica geliyor” psikozu yaratıldı. AKP değiştiğini, dönüştüğünü defalarca beyan etmesine rağmen, en başta “geleneksel darbe şenlikleri” nin vazgeçilmez organizatörü CHP ve tabanı, beraberinde çağdaş önekiyle bilinen ne kadar dernek-vakıf varsa hepsi; İslâmî kesimin kimlik, tanınma, temsil edilme taleplerine ve Ak Parti iktidarına karşı çıkarken, askerî-bürokratik komplekste medya ve medya aracılığıyla; “göbeğini kaşıyan-bidon kafalı-gerici” yaftalamalarıyla kendi halkına karşı büyük bir aşağılama ve itibarsızlaştırma seferberliğine girişti. Kendini yeniden üretemeyen bir toplumun, bunamış bir ideolojinin ihtilâçları halinde: Türkiye’nin zaten düşman çemberine alındığı, Batı’nın Sevr’i yeniden hortlatmak istediği, uluslararası bir operasyonla ülkenin AKP’ye bırakıldığı, irtica geliyor hezeyanlarıyla kamuoyu manipüle edilirken, İslâm düşmanlığının birleştirdiği unsurlar örgütlenip; bir kere daha ordu darbe yapmaya çağrıldı. Fakat bu çağrı ne ABD ne AB, ne de halkta olumlu bir yankı bulmayınca, AKP’de dik durup inisiyatif alınca; askerî- bürokratik kompleks gerilemek zorunda kaldı.
    Ne var ki, Ak Parti ve politikaları konusunda kimi İslâmcı çevrelerin, özellikle de “bizim arkadaşların” kafası hayli karışık. Tarafların birbirini yitirdiği tuhaf bir diyalog ortamında, epeydir; içten içe bir kavga devam ediyor. “Delikanlılık makamında”,internet üzerinden edilen “küfrün bini bir para”.
    Bu noktada akla şu sorular geliyor. Böyle bir politikanın fonksiyonu nedir-kime ne fayda sağlar? Maksat üzüm yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi? Maksat bağcıyı dövmekse bunu zaten hepimiz, her zaman yapıyoruz. Ama derdimiz üzüm yemekse, hiçbir ciddi değerlendirme yapmadan, “yağmur yağdı böyle oldu” misâli, yaşanan olumsuzluklarda hiç payımız yokmuş gibi; ucuz, demagojik gerekçelerle dışımızdaki herkese aklımıza gelen yaftayı yapıştırmak; tehdit, saldırı ve her türlü hakareti kendinde hak görmek; iptidâilik değil midir? Bu ilkellik ortamında yapacağınız tek şey, sadece kavga etmek olur. Dahası; bu hâl kanıksandığı zaman, sadece kendi küçük mahfilinizde geyik muhabbeti tadında lafazanlıklarla vakit geçirir, sesinizi kimseye duyuramazsınız. Zaten marjinallik denilen şey, tam da bu değil mi?Eğer ben; sistemin değişmesini, dönüşmesini istiyorsam, bunun yolu da benimle aynı fikirde olmayan insanların beni anlamasından geçiyorsa, kaba saba bir muhalefetle bunu sağlayamam; sesimi de kimseye duyuramam. Çünkü bu tür davranışlar beni iyice marjinal kılar. Hadiseler benim istediğim gibi gelişmiyorsa, bunun sebeplerinden hareketle gerçek bir diyaloga girmem gerekmez mi? Elbette gerekir. Çünkü mütecaviz tavır alışlar, iletişim kurabilmeyi imkânsız kılıyor. Biz farkında olmasak da bu tür bir muhalefet güçten değil, acizlikten kaynaklanır. Üstelik bunun müşahhas örnekleri de önümüzde duruyor. Bu tarz bir muhalefete ancak, kendi cemaatlerine hapsolmuş, üstüne kapanmış; başkalarıyla diyaloga girmekten aciz, aşırı milliyetçi veya marjinal solcu gruplarda rastlarsınız. Bu minvâldeki politikaların ne siyaset ne de toplum üzerinde etkili olması asla mümkün değildir. Kaba saba bir muhalefetle, popülizmle ancak, kültür seviyesi hiç de iç açıcı olmayan kesimlere hitap edebilirsiniz. Oysa bu davanın “en sihirli telkin vasıtası estetiktir.” Ve estetik kaygısı olmayan insanlar son derece rahatsız edicidir.

    Bu noktada durup iyice bir düşünmek gerektiği kanaâtindeyim. Zira, BD-İBDA’ya bağlılık iddiasında olan arkadaşların da aynı istikamete yöneldiği ve bunun doğurabileceği neticelerin iyi düşünülmüş ve iyi tahlil edilmiş bir karar olmadığı açık. Dünya görüşümüzle yakından uzaktan hiçbir alâkası olmayan kişi ve gruplarla aynı çizgiye düşmek; hem fikre kıymak, hem de kendimize ihanet olmaz mı? Herkesin birbirine karşı böyle keskin tavırlar alması yerine, daha ölçülü ve dengeli bir üslûp, daha mutedil bir dil kullanmak; daha vakur ve mâkul davranmak bizi, çevremizle diyalog kurmakta daha müsait, dolayısıyla daha fonksiyonel kılmaz mı?

    Ne yazık ki öğrenmemek gibi büyük bir zaafımız var. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ayrı konu ama, ne siyasî düşünce tarihinin en güçlü akımlarından biri olan liberalizm ne de Ak Parti gibi bu ülkenin gördüğü en ciddi ve en büyük siyasal hareket, öyle her önüne gelenin bir kalemde silip atabileceği şeyler değildir. Ona buna dudak bükmek yerine, birçok konuda öğrenmek gibi bir derdimiz olduğu kanaâtindeyim. Ulusalcı,Ergenekoncu, marjinal solcu gruplar gibi; Ak Parti’yi bitirmek için Kürtlerden medet bekleyen resmî ideolojinin tetikçileriyle saf tutmayı; emperyalizme karşı mevzilenmiş güçlerin seferberlik ilânı gibi algılamak, büyük hatadır. Bu hâl; dünya görüşünün bağlayıcılığından kurtulan düşüncenin nelere ve nerelere evrilebileceğinin göstergesidir. Tıpkı Marksizm’in Stalinizm’e – Maoizm’e evrilmesinde olduğu gibi; zincirlerinden boşanan düşünce, “ ne yardan ne serden geçmeyen”lerin elinde nerede karar kılar, bilinmez.

    Eşya ve hadiselere meçhûle hürmet tavrı içinde bakmadığınız zaman, “tek bir hakikat olan suyun aktığı yere nisbetle değişen lezzeti gibi,” (Esatir ve Mitoloji- S.Mirzabeyoğlu) kendi hakikatinize taşırken sakatladığınız düşünceyi tek doğru olarak dayatır; kendi gerçekliğinizi yaratır; “gerçekler” veya “ gerçekliğin farklı yorumlarına” karşı kendinizi doğrulama ihtiyacı duymazsınız. Böyle bir büyülenmişliğin etkisi altında; “yanlış kendi doğrularını doğurmaya”, mantıksızlıklar mantıklı gelmeye başlar. Acıyı içselleştirmiş “Hint Fakiri” misâli, ideolojik motivasyona dâir bir takım etkinliklerden zevk almak marazi bir hâl alır; acıyı- ölümü kutsar ve büyük bir iştiyâkla kucaklarsınız. Oysa, “İslâm zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır.” Diyalektik bir ilişki içinde götürülmesi gereken teori ve politik çizgi dengesini kuramadığınız zaman; İslâmcılıktan ulusalcılığa, Marksizm’den Ergenekona; bir uçtan diğerine savrulursunuz. Tabii bu arada, ortada ne dünya görüşü kalır, ne politika.
    Açıkça dillendirilmese de yaşanan olumsuzlukların temelinde: Sürekli sahada kalmazsam unutulur, kuruyup giderim psikolojisi ve bu psikolojinin sahiplerini reaksiyoner ve ajitatif kılması yatıyor. Oysa, “insanın sorununun olmasıyla kendini sorun haline getirmesi farklı şeylerdir.” Bunun gibi, bir dünya görüşünü benimseyip, samimi olarak onun îcaplarını yerine getirme niyetiyle; O’nu, “ olamadığı mânânın mâliki görünme” hovardalığında tüketme cahilliği de farklıdır. Birincisinde bağlanma, fikirde fani oluş- aşk ve vecd hâli hüküm sürerken; ikincisinde tam tezat oluşturacak şekilde yabancılaşma; “düğüne gitse damat cenazeye gitse ceset olmak” peşinde koşan şaşkın misâli, aklî ve ahlâkî pejmürdeliğini sergilemek söz konusudur. “Niyet ve cahillik ayrı dava.” ( Esatir ve Mitoloji- S. Mirzabeyoğlu) Değişime direnerek, taze suyla beslememiz gereken havuzu gire çıka kirleterek; “Yürüyen Büyük Doğu” yürütülemeyeceği gibi, kendini değiştiremeyen de sistem falan değiştiremez.
    Biz insanlar son derece adalet duygusundan mahrum ve nankörüz. “Halkın aklı gözündedir, halk gördüğüne inanır” misâli, hep göze görünür olanı severiz. Bu hâl cins kafaları yargılayış tarzımızı da etkiler. Süreçten çok sonuca değer verdiğimizden, sansasyonel olmayana karşı pek ilgi duymayız. Bu insanların sırtından geçinenleri göklere çıkarırken, acı çeken bir ruha rastlamanın sevinciyle, onları kendimize benzetmenin hoyratlığı içinde, binlerce kez gönüllerini incitir; ruhlarına yaralar açarız. S. Mirzabeyoğlu sadece resmî ideolojiye, dinin toplumdan dışlanmasına karşı mücadele etmekle kalmadı. Esaslı bir insanlık ve Müslümanlık dersi de verdi. İslâmî kesime neyin ve nelerin mümkün olduğunu gösterdi. Dehâsıyla, zekâsıyla, öngörülemez zannedilen şeyleri öngörmesiyle; o güne kadar sorulmasına dahi cesaret edilemeyen soruları sormasıyla, eserler boyu bu soruların cevaplarını vermesiyle; tek başına bir mücadele ve politika sanatı sergiledi. Dost düşman herkese, “ İman Şövalyesi” olmanın ne demek olduğunu gösterdi. Ne yazık ki, değiştirdiği bir sürü şey görmezden gelinerek, lehte ve aleyhte sürdürülen korkaklık hâlen devam ediyor.

    İlkokul-ortaokul dönemlerimizde, sokaktan kiralık Tommiks, Teksas, Zagor gibiAmerikan çizgi romanlarını alır, habire bunları okurdum. Yanılmıyorsam Zagor’da bir mezarcı tiplemesi vardı. Her mahkemede en önde oturur, hâkimin karar diye tokmağa uzanmasıyla birlikte o da “asalım!” diye ayağa fırlardı. Adam bu hâli o kadar benimsemişti ki, bir gün kendisinin yargılandığı eften- püften bir davada, hâkimin karar demesiyle birlikte yine “asalım!” diye havaya fırlar.
    Bu anekdotu bende tedai ettiren saik, hem birçok arkadaşımızın mezarcıyla aynı tavrı sergiliyor olması, hem benim de uzun zamandır dillendirdiğim bir olumsuzluktan S.Mirzabeyoğlu’nun da rahatsızlık duyduğunu, Av. Hasan (Ölçer) Bey vasıtasıyla öğrenmiş olmam. “Her şeye sahtesi musallat- Bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır” gibi, bir sürü doğruyu biliyor olmamıza rağmen, ne yazık ki öğrenmemek gibi büyük bir zaafımız var. Mirzabeyoğlu, “ sözler giderken tersine- mânâlar gider Mersin’e…” esprisi bağlamında; mânânın müsbete işaretini göstermek ve bu vechesiyle kavranması gerektiği kasdıyla, birisi (yazar- çizer- tanıdık…) için bir şey söylüyor, birçoğumuz söyleyişteki muradı kestiremediğimiz için, o insana karşı Mirzabeyoğlu’nun gösterdiği aynı tavrı sergilemeyi kendimizde bir hak olarak görüyoruz. İyi de yavrucuğum, sen o adam değilsin ki? Böyle bir tavır alışı ne Mirzabeyoğlu tasvip eder, ne de bu hâl sahibine yakışır. Çünkü ilkinde, “işin sonunu önünden gören” bir insanın muhatabına karşı; “bir Tanrı olabilecekken niye uşak olmaya özeniyorsun” varî bir serzenişi veya yapılan bir haksızlığa karşı haklı isyanı söz konusuyken; ikincisinde, “olamadığı mânânın mâliki görünme” sevdasındaki birinin haybeciliğidir mevzu bahis olan. Oysa “Büyük Sanatkâr”ların hakiki talebeleri; O’nu taklid edenler değil, kendilerini onun imzasını taşıyabilecek sanat eserine dönüştürebilenlerdir.
    S. Mirzabeyoğlu kırk yıldır hem kafamızı, hem ruhumuzu mükemmelleştirmek için mücadele verdi, vermeye de devam ediyor. Bizler ise öğrenmeyerek, bilmeden tanımadan ona buna dudak bükerek; âdeta, ders olarak okutulacak çapta; “bir fikir nasıl temsil edilmez”i oynuyoruz.

    Mevlüt Koç- Aylık Dergisi

    http://furkandergisi.com/bir-fikir-nasil-temsil-edilemez/

  64. Modernleşme ve Doğululuk-Batılılık Çekişmesi

    Doğu-Batı kültürü kutuplaşması bizim toplumumuzda da modernleşme ile birlikte başladı. “Bizim toplumumuzda da” diyorum, çünkü Türkiye, modernleşmenin getirdiği bu gibi sorunlarla karşılaşan tek ülke olmadığı gibi, çatışmanın temelinde yatan asıl neden İslâmlık-Hıristiyanlık ayrılığı da değildir. Pekâlâ Hıristiyan Rusya’nın ve Budist Asya’nın da aynı şiddetle bu problemi yaşadığını görüyoruz.
    Modernleşme aslında gelişmiş toplumun özelliklerinin azgelişmişler tarafından alınması diye tarif ediliyor. Bu tarif yeterince açık değil. Modernleşme varolan değişmenin değişmesidir. Yani toplum zaten belli bir ölçüde değişedururken anî ve hızlı bir değişme dönemine girilmesi söz konusudur.
    19. yüzyılda Osmanlı toplumundaki kurumsal değişmeler, toplumsal hareketliliklerde niteliksel ve niceliksel bir patlama yaratmıştır. Bu patlamayı halen birçok tarihçinin ve düşünen adamın gerileme, dağılma veya sömürgeleşme vb kültürel yozlaşma ya da “kötü batılılaşma” diye adlandırdıklarını biliyoruz. Bu gibi ksenofobik (yabancı düşmanı) değerlendirmelere birçok azgelişmiş ülke aydınında rastlanır. 19. yüzyılda ortaya çıkan fikrî, daha doğrusu duygusal bir tutumdu. Ama tutarlı deyimler kullanılarak yapılan bir tarif değildir, hele hele doğru bir teşhis hiç değildir.
    Modernleşme denen olay bir toplumda sarsıcı etkiler yaratır. O vakte dek yaşayan kültür kalıplarını ve kurumları yıkar. Bu yıkımın çok trajik boyutlara ulaştığı da bilinir. Sözünü ettiğimiz trajik boyutlar bizim modernleşmemizde bir bakıma pek derin olmamıştır, yani Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü’nde serimlediği tipteki olay bizde çok yaygın değildi demek istiyorum.
    Osmanlı İmparatorluğu modernleşmeye acaba ne zaman başladı? Nevşehirli İbrahim Paşa’nın açtığı mühendishaneler ve Baron de Tott’un Osmanlı topçusunu ıslah etmeye başlamasıyla mı, yoksa 2. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmasıyla mı? Modernleşmeyi nasıl anladığımıza bakar bu sorulara verilecek cevap. Bana kalırsa ve ille de bir tarih lazımsa, insanların insana layık güvenceyi elde ettikleri 1839 Gülhane Fermanı’nın okunduğu gün derim. Daha ferman torbaya konduğu an İslâm-Hıristiyan toplumunun adetleri, Doğu-Batı kültürü ve hayat tarzının ne olduğu tartışılmaya başlamıştı. O andan bu ana süregelen tartışmada Rum Patriği de muhafazakârlar arasında idi.
    Gerçekte Osmanlı tarihinde Doğululuk-Batılılık kavgası yapılmadan tedricî bir kültürel değişim ve oluşum başından beri süregelmekteydi. 15. yüzyıl sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğu bir Balkan İmparatorluğu idi ve egemen kültürü de Balkan kültürüydü. 16. yüzyıldan itibaren bu imparatorluk Ortadoğu kültür bölgesine girmiştir. 18. yüzyılda ise Avrupa kültürü evlere, konaklara kadar girmeye başlamıştı.
    Böyle iki yüzyılda bir kültürel referans çevresi değişen imparatorlukta, Doğululuk-Batılılık kutuplaşması niçin 19. yüzyılda söz konusu olmaktadır? 19. yüzyılın Osmanlısı Batı’ya karşı kuşku duysa da artık onu bilinçli olarak izlemek üzerinde düşünmeye başlamıştı da ondan. 19. yüzyıl Osmanlısına göre Doğu’yla Batı artık kıyaslanamayacak iki dünya olmuştu. Açıkça yazmasalar da söylüyorlardı ki Batı Doğu’ya göre üstündü. Doğulular top tüfeğin dışında Batı uygarlığının hukuk ve idare kurumlarını da zorunlu olarak alıyorlardı. Çünkü Doğu’nun yaşaması için Batı yaşamının temel kurum ve kurallarını da hemen benimsemesi dönemi gelmişti.
    Geç modernleşme geçiren bütün toplumlar gibi Osmanlı modernleşmesi de kültürel bir tepki yaşadı. Büyük Petro’dan beri geleneksel kurumlarını yıkarak Batıya dönen Rusya’da bile modernleşmeye tepki o tarihlerde 150 yıldır hâlâ sürüyordu. Slavyanofil akımının başı Aksakof bir şiirinde “dönelim” diye tutturmuştu. Büyük Petro öncesi Rusya’nın din ve adetlerine dönüşü savunuyordu. Halkçılar arasında birçokları 15. yüzyıl öncesi Rusya’nın gerçek demokrasi, eşitlik, refah ve mutluluk ülkesi olduğunu, o dönemin canlandırılması gerektiğini öne sürüyorlardı. Bu tepkiyi sadece modernleşmeye karşı açıkça ortaya çıkan geleneksele muhalefet çevresinde veya muhalif görünen kültürel harekette ve düşüncede aramayalım. Çünkü aslında modernleşmenin muhalifleri de modernleşmeciler kadar olayın içindedir. Kullandıkları tez ve savunma yöntemleriyle reaksiyonerlerin kendileri de modernleşmişlerdir. Diğer yandan konulan yeni kurallar, yeni kurumlar ve yaratılmaya çalışılan yeni kültür hareketleri içinde de eskilik çeşitli biçimlerde direnir.
    Modernleşmenin içindeki direnen gelenek sağlıklı ve kararlı bir gelişmede itici rol oynar, ama sağlıklı bir gelişme ve değişme yoksa bu direnme daha sağlıksız biçimlerde ortaya çıkar. Osmanlı modernleşmesinin tarihi boyunca radikal girişimler karşılarında “kaide-i tedriç” denen tutuculuk prensibini ve tutucu grubu buldular. Çoğunlukla bu iki grubun uyum sağlaması tutucu gruba ve prensiplere verilen ödünle oldu. Öyleyken tutucu grubun suçlamaları Türk siyasal ve kültürel hayatına “batılılaşma, Avrupa taklitçiliği, şark cemiyeti vs.” gibi kavramların gelip yerleşmesine neden olmuştur.
    Gerçekte Osmanlı modernleşmesi için “batılılaşan toplum” veya klasik Osmanlı dönemi için “Doğu toplumu” gibi betimlemeleri kullanmak temelde anlamsızlıktır. Bu anlamsızlık önce imparatorluğun bulunduğu coğrafî çevrenin tarihî-kültürel niteliği açısından sonra da Osmanlı İmparatorluğunun kendi tarihi evrimi açısından söz konusudur.
    Osmanlı imparatorluğu eski Akdeniz dünyasının üçüncü ve sonuncu imparatorluğudur (ilk imparatorluk Roma, ikincisi Bizans’tı). Akdeniz, uygarlığın, yani şehirleşmenin anayurdudur. Coğrafya olarak Osmanlılar belli iklimi, belli konumu olan bu dünyadadırlar. Eski Dünya insanları Akdeniz’i uygar dünyanın ortası olarak düşünürdü. Ekseri dillerde bu denizin adı Orta Deniz’dir. Bu bir coğrafi etnosantrizm (içedönüklük) kadar bir kültürel etnosantrizmin de ifadesidir. Ancak bir bakıma gerçekle bağdaşan bir etnosantrizmdir.
    Akdeniz uygarlıkları için Doğu ve Batı kavgası anlamsızdır. Eski Yunan, Doğudaki Mısır ve Mezopotamyanın bir sentezidir. Ortaçağlarda İslam dünyası Yunan-Roma mirasını değerlendirdiği ölçüde gelişmiştir ve 12. yüzyıldan itibaren Yahudilerin Arapçadan Latinceye yaptığı çevirilerle İtalya ve Batı Avrupa gene bu mirası alıp, uygarlığın bayrak yarışına devam etmiştir.
    Herhangi bir Avrupa dilinde sayısız Arapça kelime vardır. En başta aritmetikte dört işlemin yapıldığı rakamlara Arap rakamları denir (her ne kadar Hint’ten geldilerse de) ve cebirin kendisi İslam dünyasından geçmektedir. Akdeniz dünyasında dinler birbirinden çıkmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık aynı dogmanın (akide) çeşitlemeleridir. Eski Doğunun Mezopotamya, Mısır mitolojisiyle Yunan mitolojisi birbirinden çıkmıştır. Cehennem tanrısı Hades’in, Demeter’in kızı Persefone’yi yeraltına kaçırdığı ay, Temmuz’dur. Çünkü eski Mezopotamya’da Hades tanrının adı Dammuz’dur. Toprak Ana’nın kızı gelin gittiği yeraltından annesinin yanına yeryüzüne çıkınca ilkbahar başlar. Baharın gelişini Akdeniz dünyasının insanları, ayrı zamanda yaşasalar ve ayrı diller konuşsalar da aynı biçimde açıklamışlardır. Efsanenin benzerliği dünyaya ve tarihe bakışın aynılığından kaynaklanır.
    Osmanlı İmparatorluğu Batı Avrupa karşısındaki geri kalmışlığını 18. yüzyıldan beri askerî-teknik reformlarla kapatmaya çalışmıştır. Ancak modernleşme ile idarî, hukukî, malî reformların kaçınılmazlığı da anlaşılmıştır. Bir başka deyişle Osmanlı modernleşmesi, kaçınılmaz olarak Batı dünyasının ideolojik yapısını da almak durumunda kalmış, yani Ortadoğu ülkeleri arasında köklü değişimi yaşamak zorunluluğunu ilk olarak Osmanlılar duymuş ve denemişlerdir.
    Modern Osmanlı istibdadının kurucusu Abdülhamid, Anadolu’da en güçlü liseleri kuran, Tıbbiye’de ve Harbiye’de yabancı dil eğitimini geliştiren (en iyi Rusça lügat ve gramer kitapları bu dervirde yazılmıştır), hatta modern anlamda Darülfünun’u kuran hükümdardır. Devrinde iyi matematikçiler vardı. Ama Osmanlı tarihi en sefil biçimde yazılırdı.
    Sultan Abdülhamid Mebuslar Meclisi’ni dağıtmıştı, ama Anayasayı kaldırmamıştı. Hatta o anayasanın kabulü yazısını göz önüne alırsak, anayasayı ihlâl ettiği de söylenemez. İslamcılığın başını çektiği söyleniyor. Doğrudur. Ama imparatorluğun Ayan Meclisi -ki, güya İslâmdaki usul-i meşveret esasına göre kurulmuştu- üçte biri oranında üyesi gayrimüslimdi.

    Gelenekten Geleceğe, İlber Ortaylı, Timaş Yayınları, İstanbul, Mart 2008

  65. M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    “Türk Usûlü Başkanlık”ın kökü İttihad ve Terakki’de mi?

    Değerli akademisyen Ali Bayramoğlu Türkiye’deki başkanlık sistemi tartışmasının gelişimine değinen yazısında bunun Celâl Bayar’ın “saf millî irade” yaklaşımı üzerinden Türk muhafazakârlığı ile eklemleştiğini vurguladı (Yeni Şafak, 26 Şubat 2015). Bir diğer değerli akademisyen Ahmet İnsel ise bu muhafazakâr yaklaşımın köklerinin üçüncü cumhurbaşkanının da mensuplarından olduğu Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti’nde bulunabileceğini dile getiren bir değerlendirme yaptı (Radikal, 27 Şubat 2015). İnsel yazısında “Türk tipi başkanlık sistemi önerisine tarihsel bir dayanak aranacaksa, esas olarak İttihat ve Terakki muhafazakârlığı”na bakmanın gerekli olduğunu ileri sürdü.

    Örgüt kültü
    İttihad ve Terakki Cemiyeti güncel tartışmalarımızda sıklıkla atıfta bulunulan bir örgütlenme olmasına karşılık hakkındaki yaygın kanaatlerin büyük çoğunluğu hatalıdır.
    Öncelikle belirtilmesi gerekir ki, İttihad ve Terakki gizli faaliyet döneminden başlayarak “lider” merkezli örgütlenmenin karşısında olmuştur. Cemiyet’in lider kültüne dayalı II.Abdülhamid rejimine karşı bayrak açtığı göz önüne alındığında bunun fazla şaşırtıcı olmadığı ortadadır. Örgütün içinde de facto lider durumuna gelmeye çalışan Ahmed Rıza Bey’in durdurulmasından yeni yapılanmalarda “riyaset”in ya fahrî düzeyde tutulması ya da olmadığının vurgulanmasına ulaşan bir yelpazedeki tutumlar, lider merkezli yapılanmaya karşı takınılan yaklaşımı ortaya koyar.
    Örgüt 1906’da Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti adı altında yeniden teşkilâtlandırıldığında “başkan”ı olmayan, değişik görevlerin eşit haklara sahip üyelere dağıtıldığı bir merkezî yürütme heyeti ve her birinin farklı dahilî nizamnamesi bulunan, tamamen özerk yerel şubelerden oluşan bir yapılanma yaratılmıştı. Cemiyetin 1908 sonrasında yasal bir örgüt haline gelmesi ve açık siyasal faaliyette bulunması nedeniyle gerçekleştirilen değişiklikler dışında bu iskelet ilerleyen yıllarda da muhafaza edilmiştir.
    Bu yapılanma içinde İttihad ve Terakki “örgüt kültü” ve ideolojiyi ön plana çıkaran, içinde tek kişinin aşırı güçlenmesine izin verilmeyen bir cemiyet olmuştur. Cemiyetin “lider”i değil “liderleri” vardı. Siyasal örgütlenme Dr. Nâzım ve Dr. Bahaeddin Şakir Beylerin liderliğinde yürütülmüş, askerî, paramiliter alanlarda Enver ve Cemal Paşalar sivrilmiş, esnaf teşkilâtlanması Kara Kemal Bey’in idaresi altında yapılmış, ekonomi partinin ideolojik yaklaşımlarıyla uyumlu olmayan liberal tezleri benimseyen Cavit Bey’e emanet edilmiş, parti ideologları olarak Ziya Gökalp ve Hüseyinzâde Ali Beyler faaliyette bulunmuş, bu özerk alanlar arasında koordinasyonu ise Talât Paşa sağlamıştır. Bunun yanı sıra bilhassa 1913 sonrasında merkezin kontrolünün artmasına karşın yerel teşkilâtlar geniş bir özerklik içinde çalışmış ve mebusların belirlenmesinde önemli rol oynamışlardır.
    Dolayısıyla İttihad ve Terakki “güçlü lider” yaklaşımının karşı tezi bir yapılanma olmakla kalmayıp örgüt içi demokrasiyi, otoriter bir ideolojiyi savunan bir örgüt için oldukça iyi işletmiştir. Merkez-i Umumî üyeleri sıklıkla değişmiş, önde gelen isimler değişik görevlerde istihdam edilmiş ve önemli kararlar uzun tartışmalardan sonra alınmıştır. Bir karşılaştırma yapacak olursak, İttihad ve Terakki, parti içinde dengelenemeyen güce sahip, yerel teşkilâtlara dilediğince müdahale eden, milletvekili adaylarının kimler olacağı yolunda son sözü söyleyen başkanlara sahip günümüz partilerine nazaran “örgüt içi demokrasi”yi çok daha güçlü biçimde hayata geçirmiştir.

    Millet iradesi
    Güçlü, tek, karizmatik ve örgüte her istediğini yaptıran “lider”likten sakınan İttihad ve Terakki Cemiyeti “hakimiyet-i milliye” kavramına da sıklıkla atıfta bulunmakla beraber bunu bir fetiş haline getirmekten kaçınmıştır.
    İlginç olarak bunu fetişleştiren Cemiyet muhalifleri olmuş, örneğin Hakimiyet-i Milliye adındaki gazete Osmanlı Demokrat Fırkası (Fırka-i İbad) tarafından yayınlanmıştır. Benzer şekilde meclis konuşmalarında da muhalefet bu kavrama daha fazla atıf yapmakla kalmamış, bunun yanı sıra “seçim” dışı araçları, bilhassa orduyu devreye sokmakla suçladığı İttihad ve Terakki’yi “hakimiyet-i milliye”ye söylem ötesinde değer vermemekle itham etmiştir. Bu açıdan ele alınırsa İttihad ve Terakki, “hakimiyet-i milliye” kavramını tıpkı çok partili yaşam öncesi CHP’si gibi kullanmış, bu kavramı fetişleştiren, onun gerçek anlamıyla hayata geçirilmesini talep eden ise siyaset yelpazesinin değişik yerlerinde bulunan muhalifler olmuştur.
    Bu nedenlerle “başkanlık” sistemi arzularını Celâl Bayar üzerinden İttihad ve Terakki muhafazakârlığına bağlamak oldukça zordur. Burada işaret edilmesi gereken bir diğer olgu da İttihad ve Terakki Cemiyeti üyeliğinin 1908 sonrasındaki yaygınlığıdır. Örneğin Atatürk ve İsmet İnönü de örgütte yasa dışı faaliyet dönemlerinden itibaren görevler almışlardır. Bu nedenle Bayar’ın katılımının kalkınmacı muhafazakâr siyaseti İttihadçılık ile ilişkilendirme alanında yetersiz kalacağı vurgulanmalıdır. Bayar’ın 1960 ve 1970’li yılların sonlarında dile getirdiği görüşlerin kalkınmacı muhafazakârlığı ne derece temsil ettiği de tartışmalıdır.

    İkiörnek
    “Türk tipi başkanlık” alanında yakın tarihimizde iki çarpıcı örnek bulunmaktadır. Bunlar güçlü şahıs kültleriyle desteklenen II. Abdülhamid rejimi ile Takrir-i Sükûn ilâ çok partili yaşama geçiş aralığındaki Erken Cumhuriyet otoriterliğidir (ikinci dönem de 1938 öncesi ve sonrası biçiminde bir ayırıma tabi tutulabilir). Her iki örnekte de modern bürokrasi ile çalışan neo-patrimonyal liderlik fiilî “başkanlık” rejimi yaratmıştır. Önemli olan birinci dönemde “millî irade”nin dışlanması, ikincisinde ise onu “halk adına ama halka rağmen halkçılık” biçiminde kavramsallaştırılmasıdır.
    Bu nedenle “Türk usûlü başkanlık”ın tarihsel köklerine “saf millî irade” fetişizmi üzerinden ulaşabilmek mümkün değildir. Kalkınmacı muhafazakârlığın vesayet eleştirileri uzun süre “başkanlık sistemi” benzeri bir çözümü temel almamıştır.
    Dolayısıyla Turgut Özal ile başlayarak “başkanlık sistemi” taleplerini “saf millî irade” üzerinden meşrulaştırmaya çalışan yaklaşımların özgün bir gelişme olarak ayrı bir kategoride değerlendirilmesi gerekir. Bunun anlamlı tarihî kökleri yoktur. Benzer şekilde “fiilî başkanlık rejimlerine” tepki olarak gelişmiş örgütlenmelerin bu sistemin başlatıcıları olduğunu söylemek de mümkün değildir.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/03/08/turk-uslu-baskanlikin-koku-ittihad-ve-terakkide-mi

  66. Türkiye’yi Geri Bırakan 14 Kötülük
    1. Yüksek tahsil yapan herkesin (Ender istisnalar dışında) devlet, belediye, özel kurum bünyesinde maaşlı memur olmak istemesi; teşebbüs-i şahsî zihniyetine sahip olmaması.
    2. En büyük ekonomik sektörün, sermayeyi betona gömen mesken, yapılaşma, binalaşma sektörü olması. Üretime ve ihracata gereken önemin verilmemesi, Güney Kore örneğinden ibret ve ders alınmaması.
    3. Lüks, israflı, aşırı tüketimli bir hayat tarzının benimsenmesi, kanaatli yaşanmaması.
    4. Meskenlerin gerekenden fazla büyük olması ve gösterişe yönelik döşenmesi.
    5. Otomobillerin ihtiyaca göre alınmaması, bu konuda gösterişe ve lükse kaçılması.
    6. Ziraat ve hayvancılık arazilerinin yapılaşmaya açılması veya boş bırakılması.
    7. Vaktiyle dünyanın sayılı tahıl ambarlarından biri olan ülkemizin, her yıl üç milyon ton buğday ithal eder duruma düşürülmesi.
    8. Günde beş milyon ekmeğin çöpe atılması.
    9. Türkiye’nin, uluslararası şeffaflık ve temizlik anketinde 10 üzerinden 5 not alan kirli bir ülke haline getirilmiş olması.
    10. Bir milyon öğretmene sahip eğitim sisteminin iflas etmiş olması.
    11. Bütün medenî faaliyetlerin aleti ve vasıtası olan zengin yazılı edebî Türkçenin yitirilmiş olması.
    12. Türkiye kimliğinin temel unsuru olan gerçek İslam’ın yerine emperyalistlerin, iç ve dış sömürgecilerin istediği yapay evcil bir din getirilmek istenmesi.
    13. Halkın bedevîleştirilmesi.
    14. Siyasetin kirletilmesi.
    26.03.2015
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Kuran_Sunnet_Icm/24036

  67. “Terakki”, “Tekâmül” (ilerleme, evrim) gibi kavramlar yaygın ve geçerli sözcükler olmaya yeni başlamıştı. “Devrim” ile kastedilen “ihtilal” sözcüğünün Osmanlı yazınındaki “bozulma”, “anarşi” anlamı, henüz kafalardan silinmiş değildi. Padişahların, devlet adamlarının, hatta halkın en korktuğu şey “ihtilal”dir, o hem Tanrı’nın, hem onun gölgesi olan padişahın düzenini bozmak demektir.
    O dönemde düzelme, kalkınma, gelişme, ilerleme gibi kavramlar yoktur. Daha önceleri, “Terakki” sözcüğü bürokraside bir kişinin toplum içindeki durumunu yükseltmesi, “maaş” (geçim) düzeyinin yükselmesi anlamına gelirdi. Şimdi ise, “değişmez düzenlik” kavramının kesinlikle sona ermiş oluşunu simgeler.

    Niyazi Berkes – Atatürk ve Devrimler

  68. Modernleşme-demokrasi hiyerarşisi anlamlı mı?
    M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

    “Modernleşme” ile “demokrasi” arasında bir hiyerarşi oluşturmak ve belirleyicilik ilişkisi olduğunu savunmak günümüz gerçekliğinde anlamını yitirmiştir

    Modernlik sonrası toplumlarının temel hedefi yeni gerçekliğe uyum sağlama, diğer bir ifadeyle “modernleşme” olmuştur. Yaşanan değişimin büyüklük ve kapsamı bu gayreti bir “mega hedef” haline getirmiştir.
    Bu nedenle “modernlik,” geleneksel değer ve idealler zararına, inanılmaz bir yükseliş yaşamıştır. Bilhassa bu alanda geri kaldığını düşünen toplumların seçkinleri için “modernleşme” bir “hedef” olarak tüm diğer ideallerin önüne geçmiştir.
    Bu sadece kendi örneğimiz olduğu için daha iyi bildiğimiz Tanzimat ricâli, İttihadçı ve Kemalist liderler ya da Meiji ıslahâtını hayata geçiren Japon devlet adamları için değil “modernleşme” alanında geri kaldıklarını düşünen pek çok Avrupa toplumunun elitleri için de geçerlidir.
    Günümüzde demokrasinin bir “kavram” olarak kutsallaştırılarak idealleştirilmesi, onun modernliğin bir “mega hedef” olduğu oldukça uzun bir süreçte böylesi bir konumda olmadığını unutturmamalıdır. Bu sürecin önemli bir bölümünde “demokrasi” talepleri modernleşme mega ideali yanında önemsiz bir “sistem” tartışması olarak yorumlanmıştır. Bu yapılırken de “demokrasi”nin “gelişmişlik”i belirlemediği, bunun tersinin geçerli olduğu varsayılmıştır.

    Otoriter modernleşme
    Modernleşme ile demokrasi arasında kurulan bu hiyerarşik ilişki, “modernleşme açığı”nın kapatılması alanında, daha az tartışarak ve katılımı sınırlandırarak hedefe odaklanmayı mümkün kılan “otoriterlik” ile daha hızlı yol alınabileceği düşüncesinin de güç kazanmasına yol açmıştır.
    Bu şüphesiz kendi tecrübemiz nedeniyle ayrıntılarını oldukça iyi bildiğimiz bir süreçtir. Katılımın devletin geleceği için tehdit oluşturduğunu varsayan Tanzimat ricâlinden, Rechtsstaat vurguları taşıyan “hürriyet- i kanuniye” otoriterliğini kavramsallaştıran II. Abdülhamid’e; “Türkiye’nin Ortadoğu’nun Japonyası” olduğu düşünen, ama “ilerlemenin” Cemiyet önderliğinde ve tartışmadan sağlanabileceğini öngören İttihad ve Terakki erkânından, “muasır medeniyet seviyesinin” üzerine çıkmayı idealleştiren ancak bunun şef ve tek parti yönetiminde başarılabileceğine inanan Erken Cumhuriyet liderliğine varan bir yelpaze ve zaman diliminde “modernleşme” öncelikli ideal olma özelliği taşımıştır.
    Buna karşılık “katılım” ve onun aracılığıyla gerçekleşecek “demokrasi” “yararlı” bulunan ama “modernleşme hedefi”nin fazlasıyla gölgesinde kalan bir kavramsallaştırma olmuştur. Yukarıda saydığımız liderlerin “modernleşme”yi farklı biçimde yorumladığı doğrudur. Tanzimat ricâli için “modernlik” “Batılılık” ile eşanlamlı olmuş, II. Abdülhamid ona “teknoloji aktarımının geleneklerle bağdaştırılması” şeklinde yaklaşmış, İttihadçılar bu iki yaklaşımı telif etmeye gayret etmiş, “modernliği” tekil bir medeniyeti içselleştirme olarak gören Cumhuriyet kurucuları ise hedefe yerelin tasfiyesi üzeriden ulaşılabileceğini düşünmüşlerdir.
    Burada önemli olan tüm bu yorum farklılıklarına karşın “yaşam tarzı,” “fabrika bacası,” ya da “kıyafet” ile sembolize edilen değişik “modernlikler”in temel hedef olma özelliğini korumasıdır.

    Demokratikleşme sonrası
    1913 sonrasında uzun süre “demokrasi”nin “yararlı” olduğu düşüncesinden de vazgeçilmesi siyasetimizi tamamen “modernleşme” merkezli bir faaliyet alanı haline getirmiştir. Bu çerçevede temel tartışma “hangi modernlik”in tercih edilmesinin anlamlı ve faydalı olduğu üzerine gerçekleşmiştir.
    İlginç olan çok partili yaşama geçiş sonrasında da bu eğilimin sürmüş olmasıdır. Bu dönemde Erken Cumhuriyet’in “kıyafet ve yaşam tarzı” ile modernleşen toplum tezi yerine yollar yaparak, barajlar, köprüler inşa ederek, ekonomik açıdan güçlenerek “modernleşen” bir yapıya dönüşme yaklaşımı baskın hale gelmiştir.
    Ancak nisbî demokratikleşme ve “demokrasi”nin kazandığı göreceli öneme karşılık “modernleşme-demokrasi” hiyerarşisinde bir değişim gerçekleşmemiştir. Âlî Paşa’dan, II. Abdülhamid’e, Enver Paşa’dan Atatürk’e, Menderes’den Demirel’e, Özal’dan Erdoğan’a ulaşan bir süreçte farklı biçimlerde tanımlanan “modernleşme”yi gerçekleştirmek, daha “modern” olduğu düşünülen toplumlarla mevcut “farkı” kapatmak, onların ötesine geçmek aslî hedef olmuş, bu ideal hiyerarşide gerçek anlamda liberal demokrasiye dönüşmenin üzerindeki yerini korumuştur. Bu ise “yaşam tarzı” ya da “köprü ve yol yapımı”nın “demokrasinin kalitesi”nden daha önemli olduğu tezinin yaygın kabûl görmesine yol açmıştır.
    Bu kabûlün düşünsel arkaplanında 1930’lu yıllardaki Türk seçkinlerinin varsaydığı gibi “estetik” modernliğin toplumsal modernliği getireceği, bunun ise uzun vâdede daha demokratik bir yapının ortaya çıkışını sağlayacağı düşüncesi ya da bâzı modernleşme kuramcılarının Tayvan ve Güney Kore örnekleri üzerinden savundukları ihracat hedefli üretime yönelme ve ekonomik gelişmenin demokratikleşmeye yol açacağı tezi vardır.

    Hiyerarşiyi yıkmak
    On dokuzuncu yüzyılda Karl Marx’ın da dahil olduğu düşünürler tarafından “endüstrileşme” ile ilintilendirilen “modernleşme” sanayileşme sonrası bilgi toplumlarında bu bağlantıdan bağımsız hale gelmiştir. Bunun da ötesinde içinde yaşadığımız postmodern gerçeklik “modernleşme” benzeri bir hedefi bütünüyle anlamsızlaştırmıştır. Buna karşılık Türkiye’de “kalkınma” benzeri kavramsallaştırmalar aracılığıyla bu bağlantı muhafaza edilmektedir. Karşıt modernlik yaklaşımı da anakronik “yaşam tarzı modernliği” üzerinden bu hiyerarşiyi sürdürmeye gayret etmektedir.
    On dokuzuncu asır dünyasında anlamlı gözüken, yirminci yüzyılda belirleyicilik ilişkisi çerçevesinde sürdürülen bir hiyerarşi günümüzde sadece anakronik hale gelmekle kalmayarak toplumsal zeminini de yitirmiştir. Dolayısıyla “nasıl tanımlanırsa tanımlansın” modernleşme ile demokrasi arasında birincisinin ikincisinin üzerinde yer aldığı ya da birincisinin ikincisinin yaratılması için zorunlu olduğu temelinde bir hiyerarşinin yaratılması “demokrasi”nin önemsizleştirilmesi dışında bir amaca hizmet etmemektedir.
    Dolayısıyla Türkiye’nin çok uzun süredir farklı biçimlerde tanımlayarak temel bir hedef olarak yaklaştığı “modernleşme” kutsamasını bir kenara bırakması gerekmektedir. Bu, farklı tanımlar aracılığıyla “modernleşme” ile özdeşleştirilen ekonomik gelişmenin önemsiz olduğu anlamına gelmez. İktisadî gelişme her toplum gibi Türkiye’nin de önceliği olmalıdır. Ancak tıpkı bir diğer modernleşme kavramının altyapısını oluşturan “yaşam tarzı” gibi ekonomik gelişmenin de bir belirleyici olarak değil bağımsız biçimde değerlendirilmesi gerekmektedir. Onun aksi biçimde kavramsallaştırılmasının “otokratik modernleşme”nin önemli bir seçenek haline gelmesine neden olduğu unutulmamalıdır. Global ölçekte geçerli olan bu tespitin en iyi örnekleri ise şüphesiz Tanzimat sonrasındaki geçmişimizde bulunabilir.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/05/24/modernlesme-demokrasi-hiyerarsisi-anlamli-mi

  69. “Pozitif bilimler çok rererö” demeden önce şu yazıya bir bakın hele:
    http://abcgazetesi.com/yazar/sengor-tipi-bilim-2753.html

  70. Aşırı Betonlaşma Felâketi

    Ülkemiz hızla betonlaşıyor. Betonlaşma iyi midir, kötü mü?.. Bütün dünyada büyük düşünürler, filozoflar, bilge insanlar aşırı betonlaşmanın aleyhindedir. Vasıflı zekalar, insanın tabiattan kopmasının ileride, telâfisi imkansız vahim neticeler getireceğini söylüyor. İnsanlara elbette ev lazımdır ama bu evler fıtrata, insanın boyutuna uygun olmalıdır.

    Medenî ülkelerde genelde bahçeli yatay küçük evler inşa edilirken bizde yüksek katlı, çok büyük dikey binalar yükseliyor. İnsan yükseldikçe topraktan ve tabiattan kopuyor.

    Yüksek binalarda yaşayanlar bir tür sarhoş oluyor. Yükseklik, lüks, konfor, tepeden bakma, tabiattan kopma sarhoşluğu.

    Oldukça geniş bir araziye sahip Türkiye’de göze batan bir dengesizlik var. İstanbul, tek başına otuz milyon nüfusu aşmış vaziyette. Ülkenin bir kısmı hızla boşalırken İstanbul nüfusu baş döndürücü bir hızla artıyor.

    Sayıları az da olsa, bazı strateji uzmanları, bazı bölgeler niçin boşaltılıyor, ileride bu boşluklara nüfus mu ithal edilecek diye soruyor.

    Nüfusu bizden fazla olan Almanya’nın başşehri Berlin’in nüfusu beş milyonda tutuluyor da, İstanbul’un nüfusu niçin çoğaltılıyor?

    Dünyanın en zengin ve istikrarlı ülkesi olan Norveç krallığında niçin bizdeki kadar betonlaşma yok?

    Paris içinde ve civarında dört yüz park, bahçe, koru, göl var da, İstanbul bu açıdan niçin çok fakir?

    Büyük camileri ve minareleri (fotoşopla) kaldırın, İstanbul bir beton sahrasına dönüşür. Niçin?

    Cumhuriyet rejimi niçin İstanbu’la Süleymaniye, Sultanahmet, Bayezid Camii, Fatih Camii, Eminönü Yeni Camii, Şehzade Camii gibi mimarlık şaheserlerini kazandıramadı?

    Bütün Türkiye’de Almanya’nın Bamberg’ine benzeyen bir müze şehir, bir mücevher kent niçin yok?

    Türkiye’nin mimarlık mirası, yeşillikleri; gözleri doymayan birtakım tahripkâr rantçıların insafına mı bırakılmıştır.

    Betonlaşan vatanımızın aslında Yeşil Türkiye olması gerekmez mi?

    Mimarlık ve şehircilik açısından ülkemizi çirkinleştirmeye hakkımız var mıdır?

    Filan medenî ve akıllı ülkede yeni yapılan meskenlerin yüzde doksan beşi bahçeli ev de, bizdekilerin yüzde doksan beşi niçin dev beton bloklarıdır?

    Tek sebebi değildir elbette, lakin İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerimizdeki bugünkü sıkıntılarımızın ana sebeplerinin başında aşırı betonlaşmanın, taşlaşmanın geldiğini düşünüyorum.

    Yeşili katl eden bir toplum mutlu olamaz, dengeli şekilde kalkınamaz, ilerleyemez.

    Yeşil katilliğinin faturası ağır ve acı olur.

    Yeşilsiz, yeşilden kopmuş, betonlaşmış insanlar ve toplumlar mutluluklarını kaybeder.

    M. Şevket Eygi
    http://www.gazetevahdet.com/asiri-betonlasma-felaketi-4624yy.htm

  71. Sen Abdülhamit’i savundun !!!

  72. Ortadoğu’da bir hayalet dolaşıyor. Gazi Mustafa Kemal’in hayaleti !!!
    http://odatv.com/unlu-pakistanli-sarkici-sosyal-medyayi-salladi-2803161200.html

  73. “Cımhıriyit yınılsımısı” ve “giricilik kıvrımını sırınlı bılıyırım” diyenler için özel sayı:
    https://www.jacobinmag.com/issue/between-the-risings

  74. Dinle ey anarşist! Al sana muhafazakar-modernite:
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/kurtulus-senfonisi-155141

Comments are closed.