Kültür Savaşları…
Türkiye’nin başına bundan 14 yıl önce büyük bir felaket geldi. Sünni-İslamcı bir parti, ilk kez tek başına iktidar oldu. Bu felaket olduğu sırada, belki bir kısım ulusalcıyı hariç tutmak gerekebilir, liberaliyle, liberal olmayanıyla, anarşistiyle bütün sol, hepimiz uyuduk.
Türkiye’de Sünni-İslamcı büyük bir kalabalığın varlığı eskiden beri bilinirdi, hepimiz bilirdik. 1960’lı yıllarda sola karşı ilk cinayetleri işleyenler (örneğin Battal Mehetoğlu) bu kesimdendi. Daha öncesinde, TİP’e karşı sopalı taşlı saldırılar da bu tabana dayanılarak örgütlenirdi. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin (bugün cadı kazanına atmakta herkesin birbiriyle yarıştığı Fetullah Gülen de bu dernekten yetişmiştir) düzenlediği TİP’i protesto yürüyüşünün SBF’nin önünden geçişini (bizler SBF’ye bir saldırı olmasın diye orada nöbet tutuyorduk) bugün gibi hatırlarım. Sakallı, yeşil sarıklı unsurlar, aynı bugünkü gibi, SBF’ye yumruklarını sallayarak yürüyor, tekbir getiriyor ve “TİP, TİP, tipsizler… bir avuç ipsizler” diye slogan atıyordu. O zaman 27 Mayıs geleneklerinin izleyicisi ordu bu “iplilerin” önünde bir barajdı.
1970’lı yıllarda bu kalabalık güruh, sağ-sol çatışmasının sağcı kitle tabanını oluşturuyordu. Ülkücü faşistler, büyük çoğunlukla bu sağ kitlenin Sünni-İslamcı kültürüyle beslenmiş gençlerinden çıkıyordu. Kaldı ki, bu güruh, yine MHP ve MİT tarafından, doğrudan alevi kitlelere karşı kitlesel kırımlara sevk edilmişti. Malatya, Çorum ve en nihayet Maraş’ta, Yahudi pogromlarını hatırlatan kitlesel kırımlara sevk edildi bu kitle. Soldan korkan egemen sınıflar, kendileri büyük ölçüde böyle bir İslamcı kültürün içinde olmadıkları halde, ona cevaz veriyorlardı. 12 Eylül’dan sonra, ABD’nin “yeşil kuşak” projesine entegre edilen ordu bile, eski seküler geleneklerini unutarak Sünni-İslami kültüre kapıları ardına kadar açtı. Bu kültürün “ilkokulları” olan kuran kursları büyük şehirlerin en modern semtlerinde bile bu dönemde yaygınlık kazanmıştır. Bugün cadı kazanına odun taşıyanlar bunları unutmuş görünüyor ya da hatırlamamayı tercih ediyor.
Egemen sınıflar, bu kalabalık Sünni-İslamcı kültürü, parlamenter oy mekanizmaları içinde bir kaldıraç olarak kullanmalarına rağmen, bunların doğrudan iktidar olmasına, laikliğin tamamen iptal edilmesine ve en önemlisi, İslamcı kültürün bizzat siyasi iktidara hâkim olmasına 2002 yılına kadar izin vermemişlerdi. Bu da toplumların İslamcı kültür dışında kalan kesimlerini toplumsal konsensüs içinde tutan bir harç görevi yerine getiriyordu. Merkez sağın temsilcileri Süleyman Demirel, daha sonra Turgut Özal, her ne kadar bu kitlenin oylarına dayanarak iktidarlarını sağlıyor olsalar da, Türkiye’nin seküler yapısını altüst edecek ve dolayısıyla kendi varlıklarını da tehlikeye atacak bir noktaya gitmemişlerdi.
Ne var ki, Milli Görüşçü Erbakan’ı laisizm kaygısıyla iktidar ortağı olmaktan çıkartan 28 Şubat müdahalesi, sonuçta tam tersi bir şeye hizmet etti ve o güne kadar Sünni-İslamcı kitleyi iktidar manivelası olarak kullanan Merkez-sağ çöktü; bu çöküşün yarattığı boşluğu doğrudan doğruya Sünni-İslamcı bir parti doldurdu: AKP. Böylece, 2002 yılında Sünni-İslamcı bir parti, “Merkez-sağ” kılığına bürünerek Türkiye’de ilk kez iktidar oluyordu. İşte felaket bu noktada başladı ve halen de sürüyor.
Her toplumda sosyal mücadeleler belli temel paradigmalar üzerinden şekillenir. Marksistlerin, “sınıf mücadelesinin” temeldeki belirleyici olduğu tezi, çok genel planda doğru olmakla birlikte, formülün genelliği ölçüsünde de yanıltıcı olabilir. Çünkü genele bu kadar güzel oturan bir şablon aynı zamanda toplumların içinde bulunduğu özel koşulların gözden kaçırılmasına hizmet edebilir.
Çünkü, (her ne kadar birazdan söyleyeceğim toplumsal mücadelelerin de temelde sınıf mücadelesine dayandığı ileri sürülebilirse de) bazen toplumların temel sosyal mücadeleleri farklı bir seyir izleyebilir. Kimi zaman ulusal çelişmeler ya da kültürel çelişmeler sınıf çelişmelerinden daha belirleyici bir hal alabilir, toplumsal bölünmeler sınıfsal çelişmelere göre değil, ulusal veya kültürel çelişmelere göre belirlenir ve şiddetlenir.
İşte Türkiye’de, özellikle 2002’den beri toplumsal bölünmeleri ve saflaşmaları belirleyen, sınıfsal çelişmelerden çok, kültürel ve ulusal çelişmelerdir. Toplum bir yandan ve esas olarak seküler kültür-dinsel kültür, diğer yandan da Kürt ulusal çıkarları-Türk ulusal çıkarları arasındaki çelişmelere göre şekillenmektedir. Bu sitede yer alan, 2010 referandumundan sonra yazılmış “Üç ulus!” (http://www.gunzileli.com/2010/09/15/uc-ulus/) yazısı bunu izah etmeye çalışmıştır. Artık, Sünni işçiyle Sünni patron bir safta; seküler-Alevi işçiyle seküler orta sınıflar diğer saftadır. Keza Kürt meselesinde de benzer bir saflaşmadan söz edilebilir. Kürt ulusalcılığı, milli ve kültürel çıkarlarına göre, bazen seküler kültür, bazen dinsel kültür safına kayarak bir sarkaç gibi gidip gelmektedir.
Önümüzdeki dönem, bu kültürel savaş daha da şiddetlenecek; ya İslamcı AKP iktidarı, seküler kültürü daha da fazla bastırarak faşizo-İslam bir diktatörlüğü pekiştirecek ya da seküler kültür, bir karşı atakla faşizo-islam diktatörlüğe son verecektir.
2013 Gezi isyanı, seküler kültürün İslamcı iktidara karşı büyük bir atağıydı. Sokakları tutan bu atak olmuştu.
Bugün sıra İslamcı kültürel atakta. İslamcı iktidardan güç alarak sokakları tutan, eli bayraklı İslamcı kesimdir.
Üç yıl önceki Gezi sırasında bir Avrupalı gelip Taksim Meydanı’nda John Lennon’ın Imagine’ni çalmıştı.
Bugün Ankara sokaklarında bir Fransız turist, eline tutuşturulmak istenen bayrağı reddetti diye ağır bir şekilde dövülmektedir.
Kültürel savaş böyle görüntüler eşliğinde devam ediyor.
Gün Zileli
1 Ağustos 2016
gün hocam sloganın birde şu versiyonu var ”tip tip tipsizler allahsız köministler ”
Can Dündar gibilerinin söylediği gibi, şiddet bir “kültür” sorunudur, dolayısıyla “şiddet kültürü” ortadan kaldırıldığında, şiddet de ortadan kalkacaktır! Ve dünyada sürekli “barış” olacaktır!
Bu hümanist ütopyalar, şiddetin istemsel bir şey olduğunu ya da “kültür” sorunu olduğunu savladığından, zorunlu olarak “istem” ile “kültür”ün kaynaklarına inmek zorundadırlar. Ve bilmek zorundadırlar ki, akli dengesi yerinde olduğu sürece, her kişinin istemi, onun içinde yaşadığı ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkiler ve bu ilişkilerin ulaşmış olduğu düzey tarafından belirlenir. Aynı şekilde “kültür”, içinde yaşanılan ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkilerin bir yansısıdır. Bu ilişkilerden bağımsız ve kendi kendine “kültür” dünyada mevcut olmadığı gibi, tarihte de mevcut değildir.
Bu nedenle, toplumsal ve siyasal ilişkileri de son kertede belirleyen ekonomik ilişkiler alanından işe başlamak gerekir. İnsanların içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik yapı tahlil edilmeksizin, zorun ortaya çıkışı ve gelişimi açıklanamayacağı gibi, tarihte oynadığı rol de anlaşılamaz.
Günümüzde şiddetin köklerini kapitalizmde, kapitalist üretimde aramak yerine, kişilerin “kültüründe”, “düşüncesinde” aramak, en hafif deyimle, abesle iştigaldir.
Terör ve Uzmanları
KURTULUŞ CEPHESİ – Kasım-Aralık 2003
http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc76_2.html
1 Ağustos 2016
Güvenilir bir kaynak üzerinden bize ulaşan 16 Temmuz 2016 tarihli bu yazışma, Gülen cemaatinin ilk andan itibaren dünya medyasını yakın markaja almaya çalıştığını kanıtlıyor.
İyi eğitimli, dil bilen ve önemli kısmı Türkiye dışında yaşayan kişilere yönelik bu çağrıyı cazip kılmak için, Hz. Muhammed’in sünnetlerinden olan kaylule’nin (gündüz uykusu), üstelik Cennet’te, vaat edilmiş olması dikkat çekiyor.
Bu metni olduğu gibi yayınlıyoruz:
Sevgili Dostlar,
Sizlerden gelen bir talep üzerine “Dünya darbe masalını sorguluyor: Darbe 15 Temmuz gecesi mi, yoksa 16 Temmuz günü mü oldu?” konulu bir dosya hazırlayacağız. Ancak kendi fikrimizi değil, dünya medyasının kanaatlerini yansıtmak istiyoruz. Ben iki kişiyle bu konuya eğiliyorum. İngilizce kaynakları taramam bile zor.
Her birerlerinizden bildiğiniz dillerde çıkan gazetelerde şu içerik veya yakın içerikli makale, analiz, haber, manşet varsa bize linkini ve içeriği hakkında kısa bilgi notları geçmenizi rica ediyorum.
Söz size Cennette ekstradan kaylule yapmanız için vakit vereceğiz. Bugünlerde uyumayıverin ne olur!
KONULAR:
1. Zaten Erdoğan her başına geleni Gezi’yi, MIT tırlarını, Artvin altın madeni gösterilerini, 17-25 Aralık’ı hep darbe olarak ilan etmiş, hepsinden de aynı grubu sorumlu tutmuştu.
2. Tutuklananların bazıları darbeye daha ilk dakikadan karşı çıkmış askerler. Bazıları Ergenekon davasının sanıklarından. 47 subayın başlattığı bir işle alakalı 3000 subayı tutuklatmak da ne oluyor? Hele 2750 savcı ve hakim için gözaltı kararı aldırmak da ne?
3. Darbecilerin darbe yapmaktan çok halkı Erdoğan’ın etrafında kenetlenmeye zorladıkları o kadar açıktı ki! Meclis’i bombalama saçmalığı, Saray yakınlarına atılan iki bomba, trafiğin en civcivli olduğu vakitte darbe girişimi, Boğaz köprülerini tıkayıp halkı galeyana sevk etme, halkın galeyana gelmesini ve karşı örgütlenmeyi durdurmak için interneti ve televizyon yayınlarını durdurmayı bile düşünememeleri…
4. Erdoğan’ın daha ilk dakikadan suçluyu tespit etmiş olması. Allah’ın lütfu demesi. Damadının keyiften dört köşe olmuş halleri.
Ve daha benim göremediğim konularda yapılan sorgulama haberlerinin linklerini istiyoruz. Alman, Fransız, İtalyan basınını özellikle istiyoruz.
Abilerim,
Biliyorum hepiniz gazeteci değilsiniz, ama bende de sizden başka kimsenin e-maili yok… En azından ülkelerinizdeki gazeteci arkadaşları veya dil bilen insanları yardıma çağırabilirsiniz.
Lütfen, ” o işi illa ki birileri yapıyordur. Bana mı kaldı?” demeyin. Bu iş bize kaldı.
Hürmetlerimle
http://medyascope.tv/2016/08/01/cennette-ekstradan-kaylule-gunduz-uykusu-yapmaniz-icin-vakit-verecegiz-bugunlerde-uyumayiverin-ne-olur/
“Artık, Sünni işçiyle Sünni patron bir safta; seküler-Alevi işçiyle seküler orta sınıflar diğer saftadır.”
[…]
“Önümüzdeki dönem, bu kültürel savaş daha da şiddetlenecek; ya İslamcı AKP iktidarı, seküler kültürü daha da fazla bastırarak faşizo-İslam bir diktatörlüğü pekiştirecek ya da seküler kültür, bir karşı atakla faşizo-islam diktatörlüğe son verecektir.”
Burada gecen “faşizo-İslam bir diktatörlü”k terimi galiba yine bir klise (cliché) olarak kabul edilmelidir –altini doldurmanizi istesem cevap alamayacagimi tahmin ederek geciyorum.
Donelim sizin onermelerinize:
Anladigim kadariyla, siz, ‘orta sinif’ dediginiz bir kitlenin ‘sekuler’ (buna eskiden ‘laik/ci’ demiyor muyduk) oldugunu, buna ek olarak da Alevilerin de sekuler oldugunu dusunuyor; dahasi, bunlarin anlamli bir buyukluk teskil ettigi kanaatindesiniz.
Birincisi, sizin isaret ettiginiz o ‘orta sinif’ aslinda bir sinif filan degildi.
Belli bir donem boyunca serada yetistirilmis gibi, ihtimamla bakilip belli bir buyuklugune getirilen, dolayisi ile de pacalarindan yapaylik akan, bir kucuk zumreydi… Burokrasi ve etrafindaki bir avuc insan..
Kendilerini ‘sekuler/laik’ konumlandirmak fazlasiyla islerine geliyordu.
Bunlar degil miydi, yillar boyunca, Bati’ya “bakin ha, biz gidersek bunlar gelir” diye mini minnacik tehditler savurup destek alarak yerlerini saglamlastirmaga calisanlar?..
[Bunun farkli versiyonlarini bu cografyada hala daha gormuyor muyuz? Tepeye bir azinlik monte edilir; cogunluktan korktuklari icin mecburen onlari oraya monte edenlerin sadik bendeleri alarak kalirlar.]
Uzun zaman boyunca bu ‘siyasal cogunluk’ devam etti.
Ve, pek de bereketli bir devirdi o..
Ticari bir faaliyet mi baslatmak istiyordunuz?
Bu ‘mubarek’ taifeden olmak, o icazetle de, Ford’un BMW’nin, Mercedes’in, Bosch’un, Birtish Leyland’in, General Motors’un, General Electric’in, StrojImport’un vs vb acenteligini alip (sonra da, izin verirlerse, burada kucuk bir montaj atelyesi kurup) yerli ahaliyiye tekelci fiyatlar dayatip soymak ve soymak ve soymak..
Ama, o kadarla kalamazdiniz.. hersey para degildi tabii.. bir de, tam anlamiyla ‘Uncle Tom’ oldugunuzu, bunu icsellestirdiginizi de gostermeniz gerekir..
Kazandiginiz parayla, zinhar yerlilerin kulturel unsurlarini (Alevi ya da Sunni, farketmez) one cikartamazsiniz.
Onun yerine, mesela, sanki butun memleket eksikliginden kivraniyormus gibi, Borusan’in yaptigi turden ‘Borusan Istanbul Filarmoni Orkestrasi’ kurarsiniz; ya da Eczacibasi’nin yaptigi gibi ‘Uluslararası Istanbul Muzik Festivali’, ‘Istanbul Modern’ gibi seyler peydahlarsiniz; veya Suna/Inan Kirac’in kimsenin umursamadigi sanatcilarin resimlerini filan sergiledigi ‘Pera Muzesi’ denen seye kamyon yukuyle para dokup takdir beklersiniz.
Ayni/benzer sey, ozenti burokrasimizin basimiza sardigi tiyatro, bale ve opera icin de gecerli.. Ustelik de, ‘Devlet’ adina/adiyla.
Bunca sene yabanci diyarda yasadim/gezdim; mecbur olmadikca buralara giden bir kisi tanimis degilim. Yani, yabancilar bile –kendi kulturleri olmasina ragmen– bunlari artik iplemiyorlar.
Asil sahiplerinin iplemedigi bir seyi bizim fincanci katirlarimiz ‘ayol, cagdaslasma budur; sen nasil karsi gelirsin!” nidalari ile susturmaga calisti; cogu zaman da sesleri yuksek ciktigindan basarili da oldular.
Bunlar da, genelde hep kendilerini ‘sol’cu, ‘ilerici’, ‘aydin’ filan tanimlayanlardi.
Aslinda, ‘uayinik’ demek daha dogru olur; cunku, iyice bakildiginda, ‘sol’cu, ‘ilerici’, ‘aydin’ filan olmakla alakasi yoktu hicbirinin: Bati’nin kucaginda semirmis komrador sermayenin ‘Uncle Tom’luk pesinde besledigi dar bir zumreden bahsediyoruz.
Acikli olan, bir tur ‘transplant’ olan (‘yabanci doku nakli’) bu taifenin bu topraklarda kok tuttugunu, anlamli bir ‘kultur’ unsurunu teskil ettigini dusunuyor olmaniz..
Unutmayin, ol asr-i saadette bile, “Sivas Sivas olali, Timur’dan beri boyle zulum gormedi” lafi var ve MKA bile (‘Turk Besleri’ filani pazarlarken) Rumeli Turkuleri ve ince saz dinleyerek aramizdan ayrildi.
Sonuc?
Sekuler ya da degil, Alevi ya da degil, sizin ‘kultur’ dediginiz sey esasen zoraki ‘yabanci doku nakli’ydi, ve ‘doku reddi’ ile sonuclandi.
Eger siz/sol boyle bir seye umit bagliyorsaniz; yine ve bir daha ‘hos geldin husran’..
Şüphelerimi giderir misiniz?
Size sorulan bir soruya şuna benzer bir cevap vermiştiniz, “herşeye blok halde yaklaşmam. Rusya’nın, Suriye-Irak bölgesindeki hamlelerini doğru bulur ve savunurum. Ama yine aynı Rusya’nın, Ukrayna ve çevre ülkelerdeki hamlelerini yanlış bulur ve karşı çıkarım.”
Buradan anladığım kadarıyla, güçler arasında yaşanan mücadelelerde, ezilen taraflar neredeyse ona göre değerlendirme yapıyorsunuz.
15 Temmuz’da ortaya atılan şu iddiayı gerçek varsayıp soruyorum:
Atlantik tayfası (ABD ve Nato) ve Avrasya tayfası (Rusya ve ortakları) arasında yaşanan mücadelenin 15 Temmuz ayağında, şimdilik Avrasya tayfası kazanmış gözüküyor.
Fethullah, darbe girişimi olmasaydı da, ABD ve Nato’yla birlikte olmaktan kıvanç duyduğunu her daim söylüyordu, girişimden sonra yine aynı şeyleri söylemeye devam etti. New York Times’daki son yazısı bunu görmeye yeter.
Diktatör RTE tahtını korumaya devam ettiğine göre, isteseniz de istemeseniz de Atlantik tayfasının yanında buluyorsunuz kendinizi.
Avrasya tayfasının ana aktörünün Rusya olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Şahsınızın, bu tayfaya asla yaklaşmamasının nedenleri:
1. Stalin karşıtlığınızın içten içe bir tür Rusya karşıtlığına da evrilmiş olması olabilir mi? Açık olmak adına, Stalin’in zulümlerine bizzat maruz kalmış veya şahit olmuş okur-yazar-düşünür Rus’un azımsanamayacak çoğunluğu, daha çok “Batı”ya iltihak etmeyi tercih etmiş, ve zamanla Rusya’ya karşı da hınç dolmaya başlamıştır. Kısaca, gaddar babaya olan nefretin gittikçe eve olan nefrete de dönüşmesi, demek istediğim. “Ev” derken kastettiğim şey “memleket milliyetçiliği” değil, lütfen aklınız karışmasın. Burada özellikle “neye karşı hınç?” üzerinde durmanızı istiyorum.
2. D.Perinçek ile hiçbir şekilde uzlaşma içinde gözükmemek için, Avrasya tayfasına yaklaşmamaya yüksek dikkat göstermeniz olabilir mi?
Sorularım size “niyet okuma”, “komplovari” gibi gözükebilir. Değil. En başa dönüyorum, şüphelerimi giderir misiniz?
Kültür
Kelime Kökeni
Fransızca culture “1. toprağı ekip biçme, tarım, 2. terbiye, eğitim” sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük Latince aynı anlama gelen cultura sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Latince colere, cult- “ekip biçmek, toprak işlemek” fiilinden +tura sonekiyle türetilmiştir.
Ek Açıklamalar
Cultus, cultura, Latince colere (tarım yapmak, toprağı işlemek) fiilinin perfekt kökünün türevleridir. Tarımsal çağrışım Batı dillerinde halâ canlıdır, ancak Türkçede algılanmaz (karş. İngilizce agriculture, cultivate vb.).
Hars
“ekip biçme, tarım” [ Meninski, Thesaurus (1680) ]
“eğitim yoluyla aktarılan hasletler (Fr culture karşılığı)” [ (1920 yılından önce) ]
Kelime Kökeni
Arapça ḥrs̠ kökünden gelen ḥars̠ حرث “kültivasyon, tarla sürme, tarım” sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça ḥaras̠a حرث “toprağı sürdü, ekip biçti” fiilinin masdarıdır. (NOT: Bu sözcük Aramice/Süryanice #χrt veya χrṣ חרת/חרצ “yarma, kazma, özellikle hendek kazma” kökü ile eş kökenlidir. )
Ek Açıklamalar
Ziya Gökalp tarafından Fransızca culture karşılığı olarak kullanılmıştır. Karş. kültür, ekin.
http://www.etimolojiturkce.com
“S. Demirtaş: Önceki görüşmede aktarımlarınız yanlış anlaşıldı; Cemaat’e düşmanlık ve karşıtlık gibi yorumlandı. Gelmeden önce Sırrı Süreyya bazı temsilcileriyle görüştü. Onlar da bunu tam anlayamadıklarını, tedirgin olduklarını söylemişler.
S. S. Önder: Evet, Ekrem Dumanlı’yla görüştüm. Bunun nedenini anlayamadıklarını, Bahoz Erdal’ın Cemaat’e yönelik sert açıklamalarıyla da birleşince kaygılandıklarını, AKP ile anlaşıp kendilerine yönelmek gibi bir niyetlerinin olduğunu düşündüklerini aktardı.
A. Öcalan: Bahoz Erdal’ın açıklamaları mı olmuş? Dikkat edilmesi lazım. Aslında bu dönemde herkesin birbirine karşı kullanacağı dil ve üsluba dikkat etmesi gerekir. Cemaat’le ilgili şeye gelince, o dedikleri gibi değildir. Biz kendilerine Ortadoğu’da demokratik ittifak bile teklif ettik, değil mi? Öyle düşmanlığımız falan olmaz. Söyleyin, Gülen’i en iyi anlayacak olan yine benim. Hatta kendisi “Sulhta hayır vardır” demişti. Ben de aynen katılıyorum. O da barışı destekliyor. Ortadoğu’da demokratik bir uzlaşı sağlayabiliriz.” (s.42)
İmralı heyeti adına açıklama yapan HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, FETÖ/PDY, cemaat yapısına ilk işaret eden kişinin Abdullah Öcalan olduğunu söyledi
Ortadogu Politikaciliginin dibi hepimizi salak yerine koyuyorlar.
bu darbe Türkiye’yi; kasabalı, alaturka, dinci burjuvaziyi ve reel TC egemenlerini sıfırlamıştır.
Ülkenin “en değerli malını” defo’ladı..
İçerideki iktidarını korumak dışında artık bir işe yaramaz…
Geçekten bilinçli bir “başarısız” darbe ise…
**
yapılış saati ve genel kurmay ve 1. ordu sağlama alınmaması ile…
böyle görünüyor…
kârlı çıkanın kim olduğu 2 yılda anlaşılacak…
*
Köklerine Ve Geçmişine Yabancılaşmış Bir Ulus: Kürtler
http://www.hinishaber.net/kultur/koklerine-ve-gecmisine-yabancilasmis-bir-ulus-kurtler-h202.html
Yazıdaki şu bölüm dikkat çekici;
…
Peki Kürtler tarihlerini, dillerini, edebiyatlarını, müziklerini kültürlerini…kısaca onları “Ulus” yapan değerlerini biliyorlar mı.?
Bu sorulara sıkılmadan, başımızı öne eğmeden ve göğsümüzü gere gere “EVET” diyememenin burukluğu var bizlerde ÇÜNKÜ:
-Mevlana’nın mesnevisini, Firdevsi’nin Şehnamesini, Sadi’nin Bostan ve Gülistanı’nı bilen ve yeri geldiğinde onlardan bazı parçaları ezberden okuyanlar; büyük mutasavvıf ve aşkın şairi Melle Ahmed-i Ciziri’nin kendi dilimizde yazılmış Divan’ından bihaberdirler.
-Yunus’un birçok ilahisini, dörtlüklerini okuyup onları ruhlarında terennüm eden kaç Kürt Faqiyi Teyran’ın, Eli Heriri’nin, Eli Teremaxi’nin, Helife Yusuf’un ya da Melle Ahmed-i Bate’nin şiir ve gazellerinde kendi dünyalarına ait bir ruhu terennüm etmişdir.
-Ömer Hayyam’ın, Neyzen Tevfik’in, Mithat Paşa’nın Pir Sultan Abdal’ın,… Rubailerini hayranlıkla okuyan ve onları dillerinden düşürmeyenler; 11.yy’daki rubai ustamız Baba Tahir-i Uryan’ın bırakın rubailerine, ismine bile yabancıdırlar.
-Karacaoğlan, Dadaloğlu, Âşık Emrah, Âşık Veysel gibi ozanlara hafızasında yer ayıran dostlarımızdan kaçı Şakıro, Nuro, Ahmed-e Fermane Kiki, Rıfaté Daré, Dengbej Kerem ve Mıhemed Arif Cıziri gibi “dengbej”lerimize aşinadır.
-Dede Korkut masallarıyla Orta Asya kültürüne dalanlar kendi kültürümüzün ve köklerimizin Homeros’u olan “Şahé dengbeja” Evdalé Zeynike’yi tanımıyorlar bile.
-Bildiğiniz aşk masalları nelerdir diye sorulsa, Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem, Ferhat ile Şirin gibi komşu halklara ait masalları ilk akla getirenler, geçmişten günümüze süzülerek gelmiş kendi kültürümüzün ürünleri olan Memé Alan, , Zembılfroş, Mem ü Zin, Siyabend ü Xacé, Cembeliyé Hekkari ü Binevşa Narin, Sti ü Ferxi, gibi masallarımızı hatırlamaktan uzaktırlar. Kürt folklorunda önemli yer tutan Mirze Mıhemed, Şex Senan, Dım Dım ( Bradost’lu Xané Lep Zérin), Ker ü Kulık, Séva Heci, Hespé Reş, Bersis gibi kaç destan ve manzum öyküden haberdardırlar.
-Fuzuli, Nedim, Baki ve Şeyh Galip üzerine teşriki mesai yapanlar; çağını aşan bakış açısıyla içinde bulunduğu toplumun sosyal ve siyasal sorunlarını dile getire büyük usta Şeyh Ahmed-i Hani’yi ve onun Kürt halkına adadığı ve klasik Kürt edebiyatının en büyük şaheseri olan Mem ü Zin’i okumamışlardır.
-Kaçımız empoze edilenin aksine Orta Asya’da değil, Mezopotamya’da doğan ve gelişen gerçek tarihsel köklerimizi ve de nereden gelip nereye gittiğimizi merak edip resmi ideolojinin dışındaki kaynakları okudu. Mesela kaç kişi Bitlis emiri Şerefhan’ın 400 yıl önce yazdığı Şerefname’de kendi tarihimizi ve köklerimizi aradı.
-Oğuzları, Göktürkleri, Hunluları, Moğolları veya Timurluları iyi bilenler Kardukları, Xaldileri, Medleri, Hurrileri, Mittanileri, Kassileri, Guttileri, Şeddadileri, Eyyubileri, Mervanileri acaba hiç duymuşlar mıdır.?
– Resmi ideolojinin öğretileriyle şekillenmiş olan ve orta asyadan başlayıp günümüze ulaşan tarihi serüveni ezberden bilip içselleştirmiş olanlar hiç merak edip kendi tarihlerini merak etmişler midir. Tarihin en kadim medeniyetleri olan Kardukluların, Medlerin, Hurilerin, Mittanilerin torunları olanlar Mezapotamyanın karanlık çağlarından süzülüp günümüze erişen tarihlerini biliyorlar mı.? Unutturulmaya, yok sayılmaya ve inkâr edilmeye çalışılan tarihimizi kaçımız merak edip okuyoruz. Kendi tarihini bilmeyenlerin başkalarının tarihiyle kendileriyle özdeşleştirmesi nasıl bir ruh halidir.? Bırakın kadim tarihi, büyük acıların ve katliamların yaşandığı ve milli hafızamıza işlenmiş olan yakın tarihimizdeki Şemzinanlı Şeyh Ubeydullahi Nehri, Babanlı Abdurrahman Paşa, Revandız Miri Mehmet Paşa, Şeyh Mahmut Berzenci, Mire Miran Bedirhan Bey, Simko Ağayé Şikaki, Şeyh Said başkaldırıları ile Ağrı, Dersim, Mehabad, Enfal ve Halepçe’de yaşanan katliamların detaylarını kaç kişi biliyor.
-Oğuz Han, Kürşat, Atilla, Cengiz Han, Battal Gazi ve Köroğlu’nun adı anıldığında göğsü kabaran Kürtlerden kaçı; yiğitlik ve cesaretleriyle her biri birer “Lehenk” olan; Örneğin: halkını esaretten kurtaran Demirci Kawa’yı, yenilmez savaşçı Rüstemé Zal’ı, Agiri’de özgürlük ateşini yakan Bro’ye Heski Telli ve İhsan Nuri’yi, Halit Begé Cıbri, Seyit Abdulkadiré Nehri, Çarçıra şehidi Kazi Muhammed, Şéré Kurda olan Hesenanlı Ferzende, Keremé Kolağası, Sılemané Ahme, Şeyh Zahir, Seyithan, Alican, Aliye Yunis, İsmail Ağaye Şikaki, Yado Ağa, Seyit Rıza’yı bilir ve onlarla gurur duyar.
– Reşat Nuri, Orhan Kemal, Halide Edip Adıvar ve Orhan Pamuk gibi yazarların romanlarını bir solukta okuyan bizlerden kaçımız Kürt dilinde romanlar yazan Ereb Şemo, Eliye Evdirehman, Heciye Cındi ve Mehmet Uzun’un eserlerine göz gezdirdik.
– Müzik bir ulusun kültürel damarlarından biri değimlidir.? Kürtlerin ne kadarı başka kültürlerin müziklerine zaman zaman da olsa ara verip Şıwan Perver, Civan Haco, Aramé Tigran, Qarabeté Haço, İsa Berwari, Arif ve Hesen Cızrewi kardeşler, Mıhemed Şexo ve Meryemhan’ın ses ve müziğindeki melodilerle kendi köklerine seyahat etmektedir.
– Bu satırları okuyan kaç kişi yok edilmeye çalışılan tarihimizi, dilimizi ve kültürümüzü sürgün ve zindanlara inat hayatları pahasına koruyarak gelecek kuşaklara sunan, Kürt kimliği ve kültürünün mimarları Celadet ve Kamuran Ali Bedirhan kardeşler, Babanlar ailesi, Cemilpaşazadelerden Ekrem ve Kadri Beyler, Memduh Selim, Mutkili Halil Hayali, Hamza Begé Müksi, Kürdizade Ahmet Ramiz, Osman Sebri, Dr Fuat, Dr. Nurettin Zaza, Dr Nafiz, Piremerd, Melle Mahmudé Beyazıdi, Prof. Qanado Kurdo, Eminé Evdal, Prof. Celile Celil, Mele Mıhemedi Koyi, Melle Ahmedé Xasé, Kemal Fevzi, M. Emin Zeki ve Mukriyani kardeşlere minnet ve şükran borçlu olduğunu hissetmektedir.
– Uygulanan ret ve inkâr politikalarına karşı bizden önceki yurtsever Kürtlerin verdiği siyasi ve kültürel mücadelede tarihinin hangi başlıklarından haberdarız. Bunlardan; KTC, Hevi, Azadi, Hoybun, Jin, Hawar, Ronahi, Hetave Kurd, Roji Kurd, Kurdistan, İleri yurt, Dicle kaynağı, 1919 Amasya protokolü, Şeyh Said, Ağrı, Zilan, Mehabat, Zorunlu iskan yasası, Şark ıslahat planları, Şark istiklal mahkemeleri, 49’lar ve 23’ler olayları, 55 ağalar, Sivas ve Kayseri toplama kampları, 33 kurşun, DDKO, Diyarbakır, Metris ve Mamak zindanları… Sizlere neleri hatırlatıyor. Kaç kişi bu başlıkların altını birkaç cümleyle de olsa doldurabilir.
-Şiir sevdalısı kaç Kürd’ün dağarcığında Ahmet Arif’in, Orhan Kotan’ın, Cegerxwin’un, Hejar’ın, Kadrican’ın, Nali’nin, Şeyh Rıza Talabani’nin, Abdurrahman Zapsu’nun, Evdırahmane Axtepi’nin ve Hacı Qadıré Koyi’nin hasret, sürgün ve çaresizlik kokan yurtsever içerikli şiirleri bulunur.
türkiyede dine karşı tek topyekün karşı duruş hoşumuza gitmese de sol kemalistlerden gelmiştir.
sosyalistler ve yeni özgürlükçü solcular yıllarca “halkımızın değerleri” “islamcılarla muhafazakar yoksul kitleleri ayırmak gerekir” “proletaryanın dini yoktur” “marx afyonu olumlu anlamda kullanmıştır” vb. safsatalarla toplumun tüm kılcal süreçlerine nüfuz eden dincileşmeye seyirci kaldılar.
kürt hareketinin zaten doğası gereği dine karşı ilkeli bir duruşu olamaz. dediğiniz gibi taktik ve konjonktürel olarak konum belirler.
diğer ideolojik/siyasi günahları bir yana sol kemalistler şunu biliyorlardı: batılı ülkelerin aksine türkiye gibi ülkelerde mutlaka tepeden katı laik uygulamalarla toplum dönüştürülmeli başka yolu yok. islam diğer dinlere, bizim sosyo kültürel yapımız batılı ülkelere benzemez.
evet artık cesur olalım: mesele dinin siyasi boyutu dincilik, siyasi islam, islamcılık değildir. mesele bu dinin bizzat kendisidir.
müslüman olayım derken arap olmak
yoruma bağlı bir hadisedir, müslümanlık dediğimiz din sonuçta arabistan’da doğmuştur ve doğduğu toprağın kültürünü yansıtır. hatta arap kültürünün roma ya da afrika kültürleriyle ilişkiye geçtiği arabia petraea (aşağı yukarı bugünkü ürdün) yada yemen’de değil de,söz konusu kültürün nisbeten pür ve izole olarak varolduğu hicaz’da doğmuştur, 7.yüzyılda başlayan siyasal hamle başta suriye,lübnan,mısır ve mağrip olmak üzere arap olmayan ülkelerin araplaştırılması ve mevzubahis hicaz-necef kökenli din ve kültürün bu topraklara yayılmasıyla arabi aidiyetli coğrafyaya bugünkü toplumsal görünümünü az çok vermiştir.yanılmıyorsam jacques le goff zamanında yazıp çizmişti, bu hadise esasen çöllerin gelişmiş bir ortadoğu şehir kültürüne karşı zaferidir. (mesela suriyeliler sami kökenli bir halk olmalarına rağmen arap değildiler, onlara hala “araplaşmış” manasında “muarrebe” denir.)
yani islam arap kültürünün en büyük kilometre taşıdır,arapların kültürel yayılmasını yansıtır,bu kültürel yayılma sami kökenli ortadoğu halkları kadar olmasa da daha sonra müslüman olan irani ve türki halkları de etkilemiştir ,giyim tarzından alfabesine kadar pek çok unsurunu ihraç etmiştir bu kavimlere.
islam’ı sadece teolojik bir hadise olarak algılarsak, kültürel ve sosyal boyutlarını gözden kaçırırız.evet islam düpedüz arabistan dinidir,o coğrafyada doğmuştur,muhammed araptır ve islamın anlam ve imge dünyası hurmadan deveye,çölden kölelere söz konusu bölgeye referans verir.ve islam araptır son tahlilde,müslüman olmak da az ya da çok arap olmak demektir,mezkur halkın kültürel dünyasına az ya da çok intisap etmek demektir…*
*bu satırların yazarı peşinen “arap” kelimesini asla ve asla pejoratif bir söz olarak kullanmadığını,arap düşmanı bir ahmak olmadığını ve müslüman olmadığı halde arap kültürünü önemli ve ilginç bulduğunu söylemektedir,bu tür söylemler üzerinden gelebilecek saçma eleştirileri ciddiye almayacaktır.
http://eksisozluk.com/entry/9785132
Modern Türk ulusal düşüncesi, Türk tarihinde Orta Asyalı olmayan unsurların red ve inkârı üzerine kuruludur. Yeryüzünün önemli ulusları arasında, kendi tarihini böylesine hoyratça daraltan bir başkasını bulmak çok güçtür.
Cumhuriyet ideolojisi, Türk ulusuna yeni bir kimlik ve uygarlık modeli keşfetmek için tarihe baktığında, Timur ve Cengiz’den, Attila ve Oğuz’dan başkasını görebilecek bir ufka sahip olmamıştır. İstila ve yağma dışında bir etkinlikleri ciddi tarihçilerin dikkatini çekmemiş olan bu zatların yanında, Yunus Emre, Hacı Bektaş gibi bir-iki minör edip ve filozofun keşfi ulusal gururun taşkın tezahürlerine konu olmuş; bu da yetmeyince tarihi olgular zorlanarak Celaleddin Rumi’ler, İbni Sina’lar Orta Asya Türklüğüne maledilmeye çalışılmıştır.
Oysa Türkiye tarihi, bu tür zorlamalara gerek duymayacak kadar zengindir. Tarihin ilk filozofu Thales, coğrafya ilminin kurucusu Miletli Hekataios, Hıristiyan dininin asıl kurucusu olan Tarsuslu Paul Anadolu’ludur. Bergama kralları antik çağın ikinci büyük kütüphanesini burada kurmuşlardır. Binbeşyüz yıl boyunca Doğu ve Batı tıbbının dayanak noktası olan Galenus, insanlık tarihinin en önemli kentlerinden birini kuran Konstantin, Batı hukukunun temel metinlerini derleyen İstanbullu Tribonianus, mimarlık tarihinin en cüretkâr kubbesini tasarlayan Aydınlı Anthemios Türkiyelidir. Şavşat’ta yetişen destan şairi Rustaveli, antik Yunan felsefesini Rönesans İtalyasına aktaran Trabzonlu Bessarion, Musevi dininin en büyük reformcularından biriyken İslamiyeti kabul eden İzmirli Sabetay Zvi, orkestra zilini icat eden Zilciyan, ilk Türkçe matbaayı kuran Macar Müteferrika, Türkçe ilk romanı yazan Vartanyan Paşa bu toprakların evladıdır, ve bugünkü Türk halkıyla kan ve soy bağları herhalde Cengiz ile Attila’nınkinden bir hayli daha yakın olsa gerekir. Buna rağmen Cumhuriyet devrinde, görünürde İslamiyet engeli de aşılmış olduğu halde, bu kişilerin torunları olmakla “övünen” Türklere pek rastlanmaz.
Eğer Türkiye uygar ve Batılı bir ulus olma iddiasında ise, bu iddianın tarihi dayanaklarını, çarpıtmalara başvurmadan, Hunlara ve Hurrilere hayali uygarlıklar atfetmeden, bu ülkenin topraklarında ve bu halkın ataları arasında keşfetmek zor değildir.
Bu keşfe engel olan şey, olgular değildir; çünkü olgular, Türk ulusunun Orta Asya’dan çok Anadolu ve Rumeli kökenli olduğunu gösterir.
Bu keşfe engel olan şey İslamiyet de değildir: çünkü İslamiyetin, Türklerin kavimsel kökeni hakkında bir iddiası yoktur. Tıpkı Hıristiyan Avrupa’nın Rönesans’tan sonra kendi pagan geçmişiyle barışması gibi, İslamiyetin de, hidayetten önceki Anadolulu atalarının olumlu yönlerini keşfetmesi teorik olarak pekala mümkündür.
Bu keşfin önündeki esas engel, sanırız Türk siyasi elitinin 1910 ve 1930’lardan itibaren saplandığı ilkel ve dayanaksız Orta Asya ırkçılığında aranmalıdır.
***
Yanlış Cumhuriyet – SORU 43 – Türkler Orta Asya’dan mı geldi?
http://www.nisanyansozluk.com/book/book_43.pdf
Sevgili Gün,
Meğer dövülen kişi Fransız değilmiş, Yozgatlıymış.
https://bianet.org/bianet/insan-haklari/177425-bayrak-bahanesiyle-dovulen-kisi-fransali-degil-yozgatli-cikti
Tabi kültür savaşları konusunda söylediklerini değiştirecek bir şey değil ama, yine de not etmeli.
Türkiyeli bir radikal islamcının 15 Temmuz’da hükümeti ve onu destekleyen islamcı kitleyi eleştirdiği yazısından;
…
Rasullerin daveti, yönetimlerle savaşmak şeklinde gerçekleşmemiştir. İbrahim aleyhisselam, yaşadığı ülkenin halkına ve idarecisine hakkı tebliğ etmiş, onların zulmüne sabretmiş, fitne ve karışıklığa mahal vermemiş, zulümden hicret etmiştir. Musa aleyhisselam israiloğullarını Firavun’a karşı savaşmaya çağırmamış, kavmiyle beraber zulümden hicret etmiştir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Mekke döneminde halka hakkı tebliğ etmiş, kendisine tabi olanlara Kureyş’e karşı ayaklanmalarını emretmemiş, bilakis hicrete gücü yetene hicreti emretmiş, kendisi de hicret etmiş ve güç ve devlet sahibi olduğu zaman şirk ehline karşı savaşmıştır. Askeri ve dünyevî otorite sahiplerine karşı halkı ayaklandırmak hiçbir zaman rasullerin ve rasullere tabi olanların yolu olmamıştır. Dün bunu cihad diye niteleyerek, birbirlerine düşmüş Müslümanların ülkelerine tasallut eden Allah düşmanı kafirlere farkında olmadan destek olanlara karşı uyarıyorduk ve cihad karşıtı olmakla, tagutu savunmakla itham ediliyorduk. Bugün tablo daha da tuhaftır. Halk, Kitapsız bir küfür dini olan Demokrasi adına tekbirlerle, bid’at olan selalar ile camilerden sokağa çağırılıyor, Allah’ın yasakladığı, müzik, dans, kadın erkek karışıklığı gibi fısk eylemleri içinde dinî argümanlar kullanılarak, ülkenin ehlu hal ve’l-akd’i (çözüm ve karar mercii) sayılan yöneticiler ve askeri birlikler arasındaki arbedede, kıble ehlinden her iki taraf dinin cihad, şehitlik gibi söylemlerini; demokrasi, laiklik, cumhuriyet gibi küfrî tabirleri yüceltmek için kullanıyor!
Dün ben Fethullah Gülen’in dine muhalefetine ve sünnete saldırılarına dair reddiye yazdığımda “Onların ilahlarına sövmüş oluyorsun” gibi komik ve tuhaf bir karşı çıkış sergileyenler, bu reddiyenin insanlara ulaşmasını engelleyenler, dünyevi menfaatlerine ters düştü diye Fethullah Güleni ve tabilerini mürtet ilan ediyor! Bizim karşı çıkmamız Allah için, Allah’ın dini içindi. Şimdi sizin karşı çıkmanız ne için? Nefislerinize bir sorun!
http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2016/07/ehl-i-kble-arasndaki-fitneden-uzak.html
aktrol demekle haksızlık etmemişim.
Stalin’le ilgisi yok. D.P ile ilgisi yok. Eğer DP karşıtlığı beni yönlendiriyor olsaydı, AKP iktidarının ergenekon ve balyoz operasyonlarına karşı çıkmazdım. Rus karşıtlığı diye bir şey de yok. Rusya’nın Ortadoğu’daki rolünü olumlu bulduğumu belirtmiştim. Bu, elbette onun emperyalist bir devleti olmasını onaylamam anlamına gelmiyor. Bugünkü bağlamda ABD ve Avrupa’yı, Tayyip iktidarına karşı tutumları nedeniyle dost olarak görüyorum. Bu da onların ekperyalist-kapitalist niteliklerini unutmamı gerektirmiyor.
“Bugünkü bağlamda ABD ve Avrupa’yı, Tayyip iktidarına karşı tutumları nedeniyle dost olarak görüyorum” derken, mantıken Gülen cemaatini de bu kapsamda değerlendirebileceğiniz sonucu çıkıyor. Hatta darbeyi de rahatça savunuyor olmalısınız. Amerika, Cemaat, emperyalizm, Rusya, Çin, Tayyip, Perinçek, darbe gibi konularda o kadar çelişkilerle dolu bir zihniniz var ki her söylediğinizde yün yumakları birbirine dolanıyor içinden çıkılmaz hale geliyor. CIA’e kadar yolunuz var gibi görünüyor.
sayin zileli belirti gibi sünni-islamci gecmisi biliyoruz ve taniyoruz sasirtan bir durum bugün degil,siddet ve fasizim hep vardi bu kesimde.türkiye sosyolojisine bakilirsa merkez sag secmen bara giden ickisine icen veya mini etekli bir kadin olarak görülür simdi tabii insan bugün hersey acik bir din devletine dönüstürme operasyonu görülürken neden bu kilte hala akpden kopmuyor???
elbette siniflar ayrimi ve cikar finansal durumlar bir cevap olabilir ama benim görüsüm bunun altinda bir derin yatan bir asiri milliyetci anlayasdir.merkez sag bu duygularina yerinden fazla zamaninda kullandi ve bugünkü manzara ortaya cikiyor.2023 sanli osmanli gecmisi propagandasi bu aslinda seküler kilteye cazip geliyor.türkiyenin temel sorunu bence budur ve o yüzden bir türlü gercek bir acik cogulcu demokratik toplum olunamiyor.türkiye seküler kesim bu kültür savasini kazanmak istiyorsa bu secmene kendine ve geleckteki türkiyeyi iyi anlatmasi gerek.
Uluslararası ilişkiler, sözleşmeler, anlaşmalar, hep çağın anlayışına, uygarlığın gidişine göredir. Türkiye bunların dışına çıkarsa, bunları yadsırsa komşularıyla hangi koşullar altında barış sağlayacak, birlik-düzen kurabilecek? İslam çağımıza yetmiyor. Bütün buluşlar, gelişmeler, yenilikler, toplumlararası ilişkiler Ortaçağdan beri dinlerin dışına taşmıştır, hepsi İslamın dışında, uzağında varlığını sürdürme olanağı sağlamıştır. Varlıklı yöneticiler, “petrol zenginleri” başları ağrıyınca hep Avrupa’ya, Amerika’ya koşuyorlar, sağıltım gereçlerini Kuran’da, “Risale-i Nur”da aramıyorlar.
Said-i Nursi’nin başlıca özelliği yetiştiği çevrenin gereğince aydınlanmamış olmasıyla bağlantılıdır. Nitekim bütün İslam ülkelerinde durum böyledir. Kendini Tanrının özel elçisi sayan, peygamber niteliğinde görüp göstermeye yeltenen tüm dinciler bilgisiz, dengesiz, savruk anlayışlı kimselerdir. Uygarlık tarihi, din kurucularının çoğunun birtakım dengesizlikler içinde çırpındığını gösteriyor. Düşünce üreten, geleceği aydınlatıcı, geliştirici yapıt bırakan, düşünce çığırı açan bir din kurucu görülmemiştir. Hepsi Tanrı adına konuştuklarını ileri sürmüş, tutarsız kişiliklerini Tanrı kavramı arkasında gizlemişlerdir. Bu yüzden, yeryüzünde, din kurucu bir bilgin, bir bilge görülmemiştir. Dinlerin hepsi yoksul çevrelerde, üretim-tüketim dengesizliğinin egemen olduğu bölgelerde, karanlıkta yaşayanlar arasında doğmuştur. Varlıklı bir din kurucu bilmiyoruz. Demek yoksulun başarısı Tanrı adına konuşmasındadır.
Peki tarihte yalnızca dinsel uygulamalarla varlığını sürdüren, bayındırlaşan, gelişen, yükselen bir devlet var mı? Bir Nurcu neyi örnek alarak, hangi çağdaş verilere dayanarak Türk toplumunu yükseltecek? Bunu düşünen bir kimse çıkmamıştır. Atatürk’ü yermekle, cumhuriyet yönetiminin dine baskı yaptığı yalanını diline dolamakla ülke kalkınmaz. Ülkeyi kalkındıran belli kaynaklar, odaklar vardır. Bunların başında üretim gelir. Okullara din dersi koymakla, din görevlilerinin aylıklarını arttırmakla, bütün toplum kurumlarını dine bağlamakla kalkınma olur mu? Bir Nurcu hangi üretim alanın da verimli, varsıl olabilmiştir? Hepsi olumsuz.
Üretim kalkınmanın birinci koşuludur. Ürettiği kendine yeten, artığını başkalarına satarak gelir sağlayan, başkalarından yardım beklemeyen, ürünlerine dünya sataklarında alıcı bulan, toprağın altındaki gelir kaynaklarını işletmeyi bilen bir ulus kalkınır. Kalkınmanın başka bir olanağı yoktur. Yeryüzünde dinle sağlanan geniş kapsamlı bir üretim yoktur. Şeriat yanlısı devletlerin yeraltı kaynaklarını bile, İslama inanmayan uluslar işletip sömürmektedir. Kadınları eve kapamakla, kara örtülerin altına sokmakla, kızları yalnızca din-tarikat bilgileriyle aydınlatmaya çalışmakla ne üretim sağlanır, ne de dilencilikten kurtulma olanağı bulunur. Kapanma, örtünme büyük yerleşme yerlerinde, işsiz güçsüz oturmakla başlar, bu nedenle gericiliği besleyen kaynaklar da buralardır. Kırsal kesimin üretici kadını, büyük yerleşme yerlerine göçünce gecekonduların tüketici dişisi durumuna getiriliyor, benliğinden, kişiliğinden uzaklaştırılıyor.
(İrticanın Ayak Sesleri – İsmet Zeki Eyüboğlu)
Bugünkü sosyal mücadelede ABD de Avrupa da akp’ye ve güruhuna karşı mücadelede dost saflarda görünüyor. Bunu size, ömrünün 50 yılını Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyle geçirmiş biri söylüyor.
yabancilar bile –kendi kulturleri olmasina ragmen– bunlari artik iplemiyorlar.
Necip bey toptancı bir yaklaşım içinde olduğunuzu söylemeliyim.
Benim de yurtdışından dostlarım var. Ve çoğu ‘okumuş-yazmış’ oldukları görüntüsünü veriyor. Bu öyle bir görüntü ki, Türkiye’den başörtüsü takmayan ama dinî vecibelerini yerine getirdiğini söyleyen dostlarımın fotoğraflarını, hayatlarını anlattığımda, bunun İslam’la uyuşup-uyuşmadığını, örneğin Türkiye’de başörtüsü takmayan kadınlara yaptırım uygulandığını sandıklarını söyleyecek kadar Türkiye’nin ‘yerliliğini, milliliğini’ bildiklerini gösteren bir ‘okumuş-yazmış’ görüntü! Katolikliğin bazı denominationlarında bile, bugün, manastırlarda ‘nun’ların niçin başörtüsü takmaya devam ettiğini bu dostlarıma anlattığımda dahi, İslam’daki işleyişi idrak etmekte zorluk yaşıyorlar, ve anlaşılan o ki yaşamaya devam edecekler.
Türkiye’deki ‘yapaylıklar’ konusunda yazdıklarınızın çoğuna katılmamak mümkün değil Necip bey.
Fakat, ‘Batı tasavvurunda’, bugün bile halâ, ‘Turco’ kelimesinin ‘Arab(s)’ kelimesini kapsadığını sanan, bugün bile (belki de eğitim-öğretim müfredatlarında böyle anlatılıyordur) halâ T.C.’nin, Arap ve çevre-akraba milletlerin hamiliğini yüklenen ‘modern Ottoman’ olduğunu sananlar var. Milliyetçi biri değilim, fakat bahsettiğim yabancı dostlarıma ‘Turco’ ile ‘Arab(s)’ arasındaki farkları anlatmam epey uzun sürdü ve anladıklarına da emin değilim.
Taksim’deki AKM’yi şahane bir opera kompleksine dönüştürüp, Pyotr Tchaikovsky’den, Amadeus Mozart’tan, Giuseppe Verdi’den, Georges Bizet’ten veya Frederic Chopin’den eserleri Fazıl Say’ın piyanistliğini de baharat gibi serpiştirerek icra edebilir, ettirebilirsiniz, ama unutmayın ki, ‘Batı tasavvuru’ yine dönüp-dolaşıp, en yüksek sesle Edward Said’in 38 yıl evvel uyardığı üzere (http://www.metiskitap.com/catalog/book/4358), buralar (yani Türkiye ve çevresi) fesli ve bıyıklı adamların nargile tüttürdüğü, ‘harem entrikalarının’ anlatılmaya devam edildiği bir coğrafya olarak anılmaya, anlatılmaya devam edilecek. Bütün bunlar birer tespittir, ah-vahlamak veya övünmek için yazdığım şeyler değil.
Bu bilgiler de aklınızın bir köşesinde bulunsun…
Samuel P. Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezi ve kitabı yeniden ısıtılmaya başlandı son günlerde. Bir kısım akademisyen, CIA başkanı John Owen Brennan’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı bir konuşmada, darbe girişimi bitmiş olmasına rağmen, “Türkiye’nin yakın geleceğinde iç çatışmalar yaşayacağı kaygısına sahibiz…” yollu açıklamasını hatırlatıp, Huntington’ın tezini doğrudan/dolaylı onaylıyor.
Sizin bu “Kültür Savaşları” yazınız her ne kadar gözlemleriniz üzerinden, tarihten bugünlere gelerek anlatılmış olsa da, geleceğe spot ışıkları tutmak adına Huntington-benzeri bir izah yapma yoluna gittiğinizin göstergesi de olabilir mi?
Erdoğan’a karşı, 50 yıldır karşı mücadele ettiğiniz ABD ve Avrupa emperyalizminin yanına bugün düştüğünüzü belirtmiş olmanızı anlıyorum, ama burada konuyu kesip atmanız, “kısa kesmeniz” pek makul gözükmüyor. “Kültür Savaşları” yazınız, aynı anda, Huntington gibi kişilerin tezlerinin yürürlüğe girmesine / yürürlükte olmasına subliminal bir kabul anlamına gelmiyor mu?
Siyaset dediğimiz şey hiçbir zaman berrak değildi, bügün çok daha girift. Erdoğan’a karşı olmak, tamam; ama yanına düştüğünüz ABD ve Avrupa ne kadar güvenilir? (Not: Rusya ve diğerlerinin güvenilir olduğu sonucu çıkmasın.)
Şöyle diyenler de var:
(Galiba Haziran sonu Temmuz başı olması gerek) Koalisyon güçlerinin, Suriye’de IŞİD’i daha kuvvetli püskürtmek için Menbiç operasyonunda YPG/PYD’nin (PKK ile müttefik olan bölgedeki Kürt militer teşkilatlar) varlığını biliyor olmasına rağmen Erdoğan’ın -değerli yalnızlık- politikasından adım adım uzaklaşıp Batı dünyasına yaklaşmaya başlamasının işaretleri görülüp, Batı’nın Erdoğan’ı bitirme projesinin sekteye uğrayacağı belirginleşince, Batı, TSK içindeki hiziplerini harekete geçirip, başarısız da olsa bir darbe yaptırıp, Erdoğan’ı daima -Radikal İslamcı- pozisyonda gösterip, Batı’daki halihazır negatif Erdoğan algısının daha da yükselmesi için bu darbe talimatını verdiği söyleniyor.
Türkiye’nin İsrail’le ilişkisinin düzelmesini Batı istiyor ama Erdoğansız.
Türkiye’nin hem içeride -yani HDP & PKK ile- hem dışarıda -yani Kürt kantonları meselesinde- yavaş da olsa Kürtlerin özgürlüğünü kabul ediyor oluşunu -kanıt: Menbiç operasyonuna Türkiye’nin onayı- Batı istiyor ama Erdoğansız.
Bu sebeplerle, Erdoğan, Batı’nın istediği doğrultularda harkekete etmeye başlasa bile, Batı, Erdoğan’a eninde sonunda indirecek, diyenler de var.
Sayın Zileli,
Sadece bu yazınız için değil, 15 Temmuz’dan sonraki tüm yazılarınıza istinaden yazıyorum.
Darbe girişimini sorgularken, yaşananları, aktörlerini, daha sonra ortaya çıkan belgeleri, tutuklu ifadelerini, Fethullah Hareketi içinden çıkmış eski ve yeni itirafçıları (gerçi siz gerçek bile olsa itirafçıların söylediklerine pek itibar etmiyorsunuz ama, olay örgüsünü tamamlıyorsa, gerçekten kaçınılsa bile, bilginin değerini kabul etmek lazım), kanıtlanmış dış bağlantılarını, göz önünde bulundurmadan, sadece AKP karşıtlığı üzerinden değerlendirmeler yapıyorsunuz.
Oysa, AKP karşıtlığıyla Fethullah Gülen’in dış bağlantılı darbe girişimi hiç çelişmiyor. Hükümetin, Kanun Hükmünde Kararnamelere güvenerek yaptığı antidemokratik uygulamaları bir yana, -ki buna gerçeğin altı çizildikten sonra, mutlaka mücadele etmek gerekir- darbe girişimini başarısız olmasına rağmen yapılanların cezasız kalmaması gerekmez mi? Daha da, önemlisi, geçmişte biraz veya çok bildiğimiz, bugün ise ulaştığımız bilgilerle, darbe girişiminin başarılı olsaydı sonuçları neler olurdu diye düşünmek gerekmiyor mu?
Sonuç olarak, ABD en başta Ortadoğudaki çıkarlarına uygun hareket etmek istemeyen (tabii ki antiemparyalist olduğu için değil, azınlık çıkarları için) Türk Devleti’ne Fetö’yle kafa göstermiş, Cumhurbaşkanı ve AKP Hükümeti’de zaten kurtulmak istediği Fethullah Gülen’i, darbeyi engelliyoruz diyerek sözde antiemperyalist bir rüzgar yapmış, muhalefet dahil halkın çok önemli bir bölümünün desteğini alarak darbeyi engellemiş, Fetö’yü de teşhir etmiştir. Düz ama reddemeyeceğimiz bir gerçektir bu
ABD Genelkurmay Başkanın yaptığı görüşmelerden de anlaşılacağı gibi, arkasından ilişkileri normalleştirmeye karar verilmiştir. Gerçek gibi başlayan olaylar silsilesi, yer yer tiyatroya dönüşmüştür.
Burada bir muhasebe yapmak gerekmiyor mu? AKP ve Fethullah Gülen Türkiye halkı için iki ayrı düşmandır. Bunlar birbirleriyle savaşmış ve daha çok tanıdığımız, yöntemlerini, kusurlarını daha çok bildiğimiz AKP savaşı kazanmıştır. En azından iç savaş yoktur, olağanüstü baskı ortamı yoktur, 12 Eylül sonrası ortam yoktur, tamamen dine dayalı ve elinde silahlı gücü olan bir hükümet yoktur. Bu arada böyle bir şey olsaydı, bugün Fethullah Gülen karşıtı inançlı kesim tamamen ona biat etmez miydi? Bu olası senaryonun sonuçları ayrıntılı düşünülmeli.
Bence 15 Temmuz’da Türkiye’nin muhalifleri de çok şey öğrendi; sizin de bir kısımını önceki yazılarınızda saydığınız bir kısım aydınının öngörüden yoksunluğu, farklı düşünen halk kesimlerinin kazanılmasının önemi daha da önemlisi, özellikle sol muhalif insanların dünya ve ülke gerçeğinden kopuk siyaset ürettiğini öğrendi. Bunların hepsini alıp bir kenara koymamız gerekmiyor mu?
Artılar, eksiler olarak baktığımızda, Türkiye’nin ezilen halkı, 15 Temmuz öncesinden daha iyi durumdadır. Düşmanı azalmıştır, daha bilinçlenmiştir. Düşüncelerimizin merkezine bunları almak hayati derecede önemlidir diye düşünüyorum.
Saygılarımla.
BAŞARISIZ DARBE VE İÇ SAVAŞ
[OHAL Koşullarında Örgütlenmek ve Mücadele Etmek]
“Korkutabildiğin kadar korkut, bütün burjuva basının sloganı bu. Her çareye başvurarak korku saç! Yalan söyle, kara çal, ama yeter ki korkut!” (Lenin)
Türkiye, AKP iktidarı ile birlikte yeniden “dizayn” edilecek bir ülke konumuna gelmiştir. Kimi zaman “ılımlı islam” adı verilen bu yeni “dizayn”, Necip Fazıl Kısakürek’in “tedrisatından” geçmiş islamcı-milliyetçi kadrolar aracılığıyla yürütüldü. Ancak bunların içinde “özel” bir yere sahip olan Recep Tayyip Erdoğan, kendisini güçlü hissettiği sürece Necep Fazıl Kısakürek’in “ideolocya”sının “revizyonisti” olarak daha da öne geçti.
12 Ağustos 2013 Sisi darbesiyle birlikte bu “revizyonist”i sarıp sarmalayan (özellikle “üst akıl” ABD tarafından yönetilen bir askeri darbe ile) “devrilme korkusu”, (Gezi Direnişi’yle birlikte) “laikciler”in ve solun “sivil kalkışma”syla “devrilme korkusu”yla bütünleşti.
Bütün bunlar, Recep Tayyip Erdoğan’ı, bir yanıyla TSK’ya, diğer yanıyla “sivil kalkışma”ya karşı bir iç savaş örgütlenmesine yöneltti. Bunun sonucu olarak da, Ergenekon ve Balyoz “mağdurları” tahliye edilirken, öte yandan tarikatlardan “radikal islamcı”lara (İBDA-C gibi) kadar her çeşit kan dökmekten, katliam yapmaktan hiç çekinmeyecek olan anti-laikçi ve anti-komünist kesimlerle (ki örtük biçimde MHP’de buna dahildir) ittifak kurmaya başlanıldı. Lümpen-mafyatik kesimler bu ittifakın içine alındı. Kürt ulusalcıları, her ne kadar bu ittifak içinde yer almaya çok istekli olsalar da, bunun içine alınmadılar.
2014-2015 arasında “yolsuzluk ve rüşvet” üzerinden yıpratılmaya çalışılırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın (hiç kuşkusuz doğrudan kendisi değil, çevresinde yer alan ve onu her açıdan yönlendiren “üst akıl”cıların) odak noktasında “sivil kalkışma” yer aldı.
Zaman seçimlere doğru evrildi. 7 Haziran seçimleri Recep Tayyip Erdoğan’dan “kurtulma”nın tek seçeneği ve çaresi olarak görülmeye başlandı. Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” sözleri, seçimler üzerinden yeni bir “devirme senaryosu”nun uygulamaya sokulduğu biçiminde algılandı. Bunun üzerine Recep Tayyip Erdoğan “meydanlara çıktı”. Elindeki tüm demagoji ve “medya” olanaklarını kullanarak 7 Haziran seçimlerini “devirme senaryosu”nun başlangıcı olmaktan çıkartmaya çalıştı. Ama seçim sonuçları istediği gibi olmadı. Gelişmeler bu yönde olurken, içten içe iç savaş örgütlenmesi geliştirilmeye ve pekiştirilmeye çalışıldı.
İşte bu koşullarda Devlet Bahçeli (gizli müttefik) imdadına yetişti. Devlet Bahçeli yoluyla 7 Haziran seçimleri “yok hükmünde” sayıldı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesi ne denli geliştirilmiş olursa olsun, doğrudan pratikte ne kadar işlevsel olacağı ve ne kadar etkili olacağı bilinemediği gibi, iç savaş örgütlenmesinin sokaklara çıkartılması için “uygun zemin” de bulunmuyordu. Bunun yerine PKK’ye yönelik söylemler ve operasyonlar öne çıkartıldı. Bu da, (siyasal temsilcisi MHP olan) faşist-milliyetçilerin iç savaş örgütlenmesine dahil edilmesini getirdi.
Suruç ve Ankara katliamları “sivil hedef kitle”nin korkutulması ve sokaktan uzaklaştırılması sonucunu doğururken, siyasal çatışmalar sadece PKK’yle oluyormuşçasına bir hava oluştu.
PKK’nin “hendek savaşları”yla beslenen bu hava, giderek iç savaş örgütlenmesinin biçimlenmesine olanak sağladı. Özellikle PKK’nin kentsel “hendek savaşı”, doğrudan polis gücünü (elbette PÖH) ağır silahlar eşliğinde iç savaşın merkezi gücü konumuna getirdi. Giderek TSK’nın yerine polis ve onun özel gücü olarak “özel harekat”cılar öne geçti ve PKK’ye yönelik kent operasyonlarının “başarısının” sahibi olarak gösterildi.
Bu gelişmeler sırasında Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesi biçimlenirken, sol kitle sokaklardan uzaklaşmış ve evlerine kapanmış haldeyken, hemen hemen iç savaş konusu tümüyle unutulup gitti. İç savaşa ilişkin söylenenler havaya ve yazılanlar suya yazılmışçasına hiçkimseyi hiçbir biçimde ilgilendirmeyen bir durum ortaya çıktı.
Mayıs sonuna gelindiğinde, PKK’nin ağır kayıplara uğradığı “hendek savaşları” birden sona erdi. Gündem, bir kez daha “askeri darbe” oldu.
Haziran ayı “darbe” tartışmalarıyla geçerken, Recep Tayyip Erdoğan iç savaş örgütlenmesini pekiştirmeyi ve geliştirmeyi sürdürdü. Böylece olası bir “Sisi darbesi” karşısında kendine bağlı “sivil güçleri” “Rabia meydanı”na çıkarabilmenin koşulları oluşturuldu. “Rabia” onların son direnme alanı olurken, bunun için gerekli psikolojik ortam zaten oluşmuştu.
15 Temmuz gece yarısından sonra, yani “fethullahçı darbe”nin “başarısız” olduğu anlaşıldıktan sonra tüm iç savaş güçleri sokağa salındı. Sokaklar “fethedildi”. Kendi komuta yapısı tümüyle dağılmış ve kendi içinde parçalanmış TSK, “sokak” aracılığıyla tasfiye edilmeye başlandı. Sonuçta, “sokak”taki iç savaş güçleri ve “resmi” polis gücü ülkenin tek zor ve silahlı gücü olarak resmen devlete el koydu.
Gelinen aşamada TSK büyük ölçüde tasfiye edilerek etkisizleştirilirken (ve büyük bir prestij kaybına uğratılırken), askeri okulların kapatılması ve “sivil otoriteye” bağlı kılınmasıyla iç savaş örgütlenmesinde yeni bir evreye girildi. Bundan sonra “askerler” birer polis haline dönüştürülürken, özel harekat polis eğitim programının TSK’nın yeni subay yetiştirme programı olarak kullanılmasının yolu açıldı. Artık özel harekatçılar “yeni TSK”nın üstü haline getirildi.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası (özellikle Katar emirinin maddi ve mali desteğinde) özel harekatçıların komutasında polis teşkilatıyla “silah tekelini” ele geçirmişlerdir. Bu “silah tekeli”, aynı zamanda “sokak”taki “sivil” iç savaş güçleriyle meşruiyet kazanmıştır.
Askeri okulların kapatılması ve TSK’nın kuvvet komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması bu gelişmenin “doğal” sonucu olurken, TSK içinde kendilerine biat edenlerin istihdam edildiği göstermelik bir “ordu” oluşturulmaya yönelinmektedir.
Şurası kesindir ki, bu göstermelik “ordu”, hiçbir biçimde “NATO’nun ikinci ve dünyanın dördüncü büyük ordusu”nun yerini alamayacaktır. Alamayacağı gibi, özel harekatçıların komutası altında oluşturulacak olan “polis ordusu” da, bir düzenli ordunun işlevini yerine getiremeyecektir. Böyle bir “polis ordusu”, sadece yasal görünüm altında (“yok yasa, yap yasa”yla çıkartılan yasalarla) Türkiye’nin “tek ordusu” olsa da, hiçbir yasayı gözetmeyen ve her eylemiyle yasadışı olan bir silahlı güç olmaktan öteye geçmeyecektir.
Açıkçası, bugün Recep Tayyip Erdoğan, tüm iç savaş güçleriyle siyasal iktidara (devlete) el koymuştur. Buna isterse “sivil darbe” denilsin, her durumda iç savaş güçleri iktidara gelmiştir.
İç savaş ilan edilmiş ve ilan eden taraf tüm güçleriyle iç savaşa göre mevzilenmiş ve harekete geçmiştir. Üstelik iç savaş güçleri, “devlet gücü” olmuşlardır. Dahası bu “devlet gücü”, eski düzenin anayasasının (12 Eylül anayasası) görüntüsel yasallığı içinde OHAL yetkileriyle donatılmıştır.
İlan edilmiş iç savaşın bir tarafı çok açık biçimde görünür olurken, diğer tarafı (ister TSK denilsin, ister “halk güçleri” denilsin) ortalıkta görünmemektedir. Dolayısıyla ortada ilan edilmiş bir iç savaş vardır, ama bu savaşın diğer/karşıt unsuru ortalıkta yoktur. Bu da, özellikle solda belirsizlik ve bekle-gör tutumu yaratmaktadır. Bu yüzden iç savaş konusu fazla “revaçta” değildir.
Burada öncelikle “iç savaş” konusuna (ne kadar yazılmış-çizilmiş olursa olsun) netlik kazandırmak gerekmektedir.
Lenin, iç savaşa ilişkin birkaç yazısından birisinde iç savaşı şöyle tanımlar:
“18. yüzyılın sonundan beri Avrupa’daki bütün devrimlerin deneyimine tamamıyla uygun düşen bu deneyim, bize gösteriyor ki, iç savaş, birbiri ardı sıra gelen, birbiri üzerine yığılmış, artmış, kızışmış, iktisadî ve siyasal çatışmalardan sonra iki sınıf arasında silahlı çatışma haline dönüşen sınıf savaşımının en keskin biçimidir. Ülkelerin pek çoğunda –hemen istisnasız hepsinde denilebilir– ne kadar az özgür ve az gelişmiş olurlarsa olsunlar, kapitalizmin bütün iktisadî gelişmesinin, bütün dünyadaki modern toplumun tüm tarihinin, aralarında uzlaşmaz karşıtlık yarattığı ve bu uzlaşmaz karşıtlığı güçlendirdiği sınıflar arasında, yani burjuvazi ile proletarya arasında iç savaş görülür.” (abç) (Lenin, Nisan Tezleri-Ekim Devrimi, s. 160-161.)
Lenin, aynı yerde “proletarya iç savaşının başlangıcı” ile “burjuva iç savaşının başlangıcı” arasında ayarım yapar. Bu ayrım, çok açık biçimde, burjuvazinin tek yönlü bir iç savaş başlatabileceğini belirtir. Diğer bir ifadeyle, bir iç savaşın olabilmesi için mutlak biçimde “iki tarafın” olması şart değildir. Bir taraf doğrudan iç savaş başlatabilir. Sorun, bir tarafın doğrudan başlattığı bir iç savaş karşısında “diğer taraf”ın tutumu ve yapacaklarıdır.
Lenin, bu “tek taraflı iç savaş”a örnek olarak 1917’deki Kornilov isyanını gösterir.
“Kornilov isyanı ise, başta kadet partisi tarafından yönetilen, toprak sahipleri ve kapitalistler tarafından desteklenen, burjuvazinin bir iç savaş başlatmasının eşiğine gelen bir askeri komploydu.” (agy)
Görüldüğü gibi, devrim öncesi Rusya’sında Kornilov’un askeri darbe girişimi (Kornilov, Geçici Hükümet’in başkomutanıdır) “burjuva iç savaşının başlangıcı” olarak tanımlanmaktadır. Eğer bu askeri darbe başarıya ulaşmış olsaydı, açıktır ki, devrimci proletaryaya ve köylülere karşı (ki Sovyetler olarak örgütlenmişlerdir) kanlı bir bastırma ve yok etme harekatı düzenlenecekti.
Özetle söylersek, iç savaş, her durumda karşıt iki gücü gerektirir, ancak bu bir tarafın tek yönlü iç savaşa girişmeyeceği anlamına gelmez.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan, bir yandan TSK’yı parçalayıp yok ederken, diğer yandan olası her türlü toplumsal muhalefete karşı bir iç savaş başlatmıştır. Bu iç savaşta, toplumsal muhalefet bu savaşın hedefidir. Toplumsal muhalefetin böyle bir iç savaşa karşı savaşa girmemesi, iç savaş gerçeğini değiştirmemektedir. Sadece iç savaş yerine, toplumsal muhalefetin topyekün sindirilmesine ve yok edilmesine yönelik bir saldırıdan söz edilebilir. Bu da, ilan edilmiş tek taraflı iç savaşta “diğer taraf”ın edilgenliği, pasifliği demektir.
Doğal olarak, bu aşamadan sonra, iç savaştan değil, “resmi devlet güçleri”nin toplumsal muhalefeti sindirmek ve yok etmek amacıyla zor ve şiddeti en son sınırına kadar kullanmasından söz edilebilir.
Böylesi bir özgün durumun ortaya çıkması, yani iç savaş koşulları nesnel olarak mevcutken ve fiilen tek yönlü iç savaş başlatılmışken, toplumsal muhalefetin (iç savaşın hedefi) örgütsüz olması ve iç savaşa girişebilecek durumda olmaması, devletin tümüyle iç savaş başlatıcılarının denetimine geçmesi sonucunu doğurmuştur. Bu andan itibaren, artık “yeni devlet” güçleri ile yürütülen bir karşı-devrim sözkonusudur.
Bu karşı-devrimin (istenirse buna “karşı-darbe” de denilebilir) ilk hedefinde “fethullahçı darbeciler” görünüyor olsa da, gerçekte hedef tüm toplumsal muhalefettir.
Bugün Ergenekon ve Balyoz “mağdurları”nın gönüllü katkısıyla ve “sol”un ne yapacağını bilemez haliyle (ki mevcut zihniyetiyle ve örgütlenme anlayışıyla zaten yapabileceği bir şey yoktur) bu gerçeğin üstü örtülmüştür.
Eski düzenin anayasası açısından bile gayrı-meşru olan bir iktidar vardır ve kendi meşruiyetini kendi kendisine oluşturmaya yönelmektedir. Bu gayrı-meşru iktidara karşı “direnme hakkı” ne kadar evrensel bir hak olursa olsun, bu hakkı kullanacak kitleler ve onun öncüleri mevcut değildir.
OHAL, geçiş koşullarında ilan edilmiş bir sıkıyönetimdir. Recep Tayyip Erdoğan’ın OHAL’i ile 12 Eylül “paşaları”nın sıkıyönetimi bir ve aynıdır. Nasıl ki, 12 Eylül “paşaları”nın çıkardığı yasalar ve kararnameler anayasa hükmü olarak kabul edilmişse, bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın OHAL’a dayanarak çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) aynı özelliğe sahiptir.
Hiç kimse kendisini ve çevresini aldatmamalıdır. OHAL, sıkıyönetim halidir ve sıkıyönetim devletin tüm zor ve şiddet araçlarının maddeleştirilmesi demektir. Artık görev, içinde yaşanılan sürecin ne olduğunun tahlil edilmesi ve buna uygun “strateji ve taktik” saptanması değildir. Ortada fiili bir durum vardır ve bunun ne olduğuna ilişkin “teori” yapmanın fazlaca bir önemi yoktur.
“Teori” yapmanın, derin tahlillere girişmenin fazlaca bir önemi yoktur, çünkü herşey ortadadır. Böylesi durumları kapsayan bir devrimci çizgiye sahip olmayanların, bu durum karşısında “arayışa” girmeleri ve “çözümler” üretmeye çalışmaları, sadece zaman kaybıdır ve yenilgiyi baştan kabul etmekle özdeştir.
OHAL koşullarında (isterseniz buna “sıkıyönetim koşulları” da diyebilirsiniz), Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş güçlerinin sokağa egemen olmuş olduğu bir ortamda, ya herşeye boyun eğerek olayların gelişimini izlemekle yetinilecektir, ya da bu koşullarda ve bu ortamda direnme ve mücadele etme yolu seçilecektir.
Birincisi, çok açıktı ki, teslimiyetten başka bir şey değildir. Recep Tayyip Erdoğan’ın ilan ettiği iç savaşta “zafer” kazandığını kabul etmek, buna boyun eğmek demektir.
İkincisi ise, her türlü olumsuz koşullara rağmen, mücadeleye girişmek ve bu karşı-devrime karşı devrimci mücadeleyi başlatmak demektir.
“Sol”, alabildiğine legalize olmuş ve bu legalizasyon içinde, “soyut gelecek için somut bugünden vazgeçmeyen” bireyselleşmiş bireylere dayanan bir amorf (biçimsiz) oluşumlardan ibarettir. Bu oluşumların (örgütlerin ya da partilerin diyemiyoruz, çünkü bu sözcüklerin ifade ettiğiyle hiçbir ilgileri yoktur) yapabilecekleri hiçbir şey olmadığı gibi, kendilerini koşullara uygun hale (savaş koşullarına) dönüştürmeleri de söz konusu değildir.
İllegal, gizli ve silahlı bir örgütlenme olmaksızın, OHAL koşullarında, eski düzenin anayasasındaki anlamında sıkıyönetim koşullarında “polis ordusu”na ve sokaklarda egemenlik kurmuş sivil-lümpen güruhlara karşı (küçük de olsa) bir şeyler yapabilmek olanaksızdır.
Gerçekleri açık biçimde ortaya koymak zorundayız.
Bugün Türkiye solunda bu koşullar altında mücadele edebilecek bir örgütlülük yoktur. Kimilerinin öyleymiş gibi kabul etmek durumunda olduğu PKK, böyle bir mücadelenin aracı olamayacak kadar kendi programına gömülmüş durumdadır. PKK etrafında toplanmış ve PKK’nin olanaklarıyla (Doğu Karadeniz bölgesinde) birşeyler yapıyormuş gibi görünen kesimlerin, bu konumlarından çıkarak Türkiye devrimci mücadelesinin örgütleri haline dönüşmesi beklenemez. Yapabilecekleri şey, kırsal alanlarda ve kendi faaliyet yörelerinde birkaç silahlı eylemle sınırlıdır. Bu da PKK’nin konjonktürel politikalarıyla uyumlu olduğu sürece söz konusudur.
Legalistlerden PKK “müttefiki” olanlara kadar tüm sol, yaşanılan olağanüstü koşullara uyum sağlayabilecek ve buna bağlı mücadele yürütebilecek durumda değildir. Yapabilecekleri şey, sadece olayları seyretmek ve kendilerini (“yöneticileri”ni) korumamaktan ibarettir. Onlar için “Salkım söğüt” şiiri henüz okunmuş gibidir.
Zor olan, ama yapılması gereken, legalizm tarafından her yönden örgütsüzleştirilmiş sol unsurların, bu olağanüstü koşullarda örgütlenmesi, eğitilmesi ve mücadeleye sokulmasıdır. Gizli çalışmanın hemen hiç bilinmediği, illegal faaliyetin neredeyse unutulduğu, silahlı örgütlenmenin “terörizm” olarak kafaların içine yerleştirildiği bir ortamda örgütlenmek ve mücadele etmek.
İşte zor olan, imkansız görünen budur.
Bu durumdan, “gerçekçi ol, imkansızı iste” türünden ajitatif söylemlerle çıkabilmek de, mevcut legalist örgütlenmelerin dönüştürülebileceğini ummak/sanmak da safdillikten başka bir şey değildir.
Birkaç günlük yayınla (üç gazete ve bir televizyonla) ne olup bittiğinin izlenebildiği, her türlü “çağdaş” iletişim olanaklarının kolayca kesilebildiği bir gerçeklikte, “akıllı telefonlar”la, “internet iletişimi” ile, yani “sanal” olarak örgütlenmekten söz etmek de budalalıktır.
Bugün, 12 Eylül askeri darbesi koşullarından çok daha geriye düşülmüştür. Kendi varlıklarını korumak için “steril” bir ilişki ağına kendini mahkum etmiş “sol”, her türlü uyarıyı elinin tersiyle bir yana itmiştir. Bu nedenle onları uyarmanın da zamanı geçmiştir.
İçinde yaşanılan gerçekliğin bilincinde olan ve bu gerçeklik karşısında (çok zor da olsa) bir şeyler yapmak isteyen herkes, öncelikle, ne olanağa sahip olduğunu ve ne yapabileceğini düşünmelidir. Kendisi gibi düşünen insanlar bulmaya çalışmalıdır. Ancak bu çalışmasında, daha ilk andan itibaren gizliliğe (aşırıya kaçabilse de, amatörce olsa da) özel önem vermelidirler. Nereden ve nasıl mücadele “araçları” bulabileceklerini araştırmalıdırlar. “Sanal iletişim” araçları dışındaki “klasik” araçlarla iletişim kurmaya çalışırken, doğru devrimci çizginin çerçevesinde kendilerini örgütlemelidirler.
Bütün bunlar yapılırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın “polis devleti”nin ve sokak çetelerinin saldırılarına hazır olmalıdırlar. Gerekirse saldırıya uğrayan ya da uğramak durumunda olan kitleleri “kitlesel göç”e yönlendirebilmelidirler.
Bunlar, olağanüstü koşullarda başarılması olağanüstü zor görevlerdir. Bu konuda Türkiye devrimci mücadelesinin tarihsel deneyimi çok sınırlıdır ve bunlar da legalizmin hegemonyası altında unutulup gitmiştir.
Ya cellada boyun eğilecektir ya da mücadele ederek, direnerek, savaşarak ayakta kalınacaktır.
Sözlerimizi Che Guevara’nın sözleriyle noktalayalım:
“Gerilla savaşçısı, çizilmiş hedefin büyüklüğü ve onun gerçekleşmesi için yapılması gerekecek fedakârlıkların çokluğu ölçüsünde yiğitlik kazanacaktır. Bu fedakârlıklar günlük çatışmalar, düşmanla adam adama çarpışmalar olmayacaktır. Bunlar çok daha ince ve gerillalar için ruhen ve bedenen çok zor dayanılacak biçimler olacaktır.
Belki düşman orduları tarafından çok kötü bozgunlara uğratılacaklardır. Kimi zaman gruplara bölünecekler, tutuklanırlarsa işkence göreceklerdir. Etkinlik için seçilmiş bölgelerde kuduz hayvanlar gibi izlenecekler, düşmanın peşinde olması huzursuzluğu onları sürekli kovalayacak, ileri sürülen nedenlerin ortadan kalkması ile baskı birliklerinden kurtulmak için, korkutulmuş köylülerin bile onları belli durumlarda teslim edeceklerine dair herkese ve her şeye şüpheyle bakacaklardır.
Ölümün bin kez mevcut bir kavram ve zaferin yalnızca bir devrimcinin hayal edebileceği rüya olduğu anlarda ölümden ya da zaferden başka bir alternatif olmamacasına.”
İşte yaşanılan dönemde devrimcilik budur.
KURTULUŞ CEPHESİ – Temmuz-Ağustos 2016
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc151_1.html
DARBE, KARŞI-DARBE… KURGU, SPEKÜLASYON… VE İÇ SAVAŞ
15 Temmuz “darbe”si, “başarısız” olduğu için, “darbe girişimi” olarak tarihte yerini aldı.
“Darbe girişimi”nin ardından başlatılan, ağırlıklı olarak TSK ve kamu yönetimine yönelik “FETÖ” (Fethullah Terör Örgütü) operasyonlarının “paralel”inde OHAL (Olağanüstü Hal) ilan edilmesiyle birlikte yeni bir döneme evrildi.
Bu evrilmeyle, 15 Temmuz akşamının “ne oluyor” sorusu da, “ne oldu” sorusuna yerini bıraktı. Yine de yaşanılan “an itibariyle”, yapılan operasyonlar, gözaltılar, tutuklamalar, işten “el çektirmeler” görevden almalar, OHAL’la “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”nin askıya alınması ve nihayetinde tekme tokat dövülmüş generallerin (yandaş ve yandaşlaşan “medya” söylemiyle “vatan hainleri”nin) görüntüleriyle “ne oluyor” sorusu gündemde kalmayı sürdürdü.
Her zaman olduğu gibi, küçük-burjuva “merak”la (ki bunun en yaygın aracı “sosyal medya” üzerinden yapılan “paylaşımlar”dır) şekillenmiş olan “ne oluyor” sorusunu, yine aynı küçük-burjuva “merak”ıyla “ne olacak” sorusu izledi.
“Ne oldu” sorusu, her türlü “hikaye” ve “rivayet”in önünü açarken ve “ne oluyor” sorusu bilinemezci bir kurguya yönelirken, “ne olacak” sorusu her türden ve her cinsten spekülasyonun, manipülasyonun alanını oluşturmaya başladı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “esnaf alperenler”inin sokağa inmesiyle desteklenen polis terörü (toplu gözaltılarla, işkencelerle birlikte) karşısında “darbe girişimi” tek boyutlu ve tek sesli bir “gerçek”le sınırlandırıldı.
Bu “tek gerçek”, “darbe girişimi”nin, “mutlak ve kesin olarak” Fethullahçı bir girişim olduğundan ibaretti.
Bu “tek gerçek” bir kez kabul edildi miydi, “en solcu”sundan, “en demokrat”ına kadar her türden ve her cinsten “muhalefet”in “ikincil/tali” alanlarda oyalanması kaçınılmazdı.
“İkincil alan”, rivayet ve spekülasyonlarla dolduruldu.
Rivayet ve spekülasyonların odak noktasını ise, bu “darbe girişimi”ni kimin “tezgahladığı” oluşturuyordu.
“Her türden darbeye” (ve hatta “diktatörlüğe”!!) karşı olduğunu ilk fırsatta dile getiren “muhalefet” ortak bir paydaya sahip değildir.
Bir kesime göre, “darbe”yi Fethullah Gülen “cemaati”nin tezgahladığı “mutlak”ken, diğer bir kesime göre, “darbeyi önceden haber alan” Recep Tayyip Erdoğan tezgahlamıştır!
Genel olarak “solcu”luğun olmaz-sa-olmazı olan “ABD emperyalizmi” ya da “CIA-Pentagon” her kesim açısından “bir olasılık” olarak kabul görürken, buna ilişkin “karineler” (“belirtiler”) rivayet ve spekülasyonla örülmüş olarak şurada ya da burada dile getirilmeye çalışıldı.
Rivayetler ve spekülasyonlar ne denli “kanıt/kanı”yla güçlendirilmiş olursa olsun, her durumda “darbe girişimi”nin niteliği konusunda olduğu kadar, “oluşumu” ve “yapılışı” konularında da farklılıklar oluşturdu.
Böylece “darbe girişimi” tahlilleri, rivayet ve spekülasyonla birleşerek, bir “iman”a, bir “inanç”a dönüştü.
Her “iman”, “inanç” gibi, bu “darbe girişimi imanı” da totaliterdir, topyeküncüdür. Diğer ifadeyle, her “iman” bir “iman bütünlüğü” oluşturduğundan ideolojik bir bakış açısıyla çerçevelenir. Dinsel “iman” (şeriatçılık) kadar (olumsuz anlamda), “laikçilik” de (olumlu anlamda) totaliterdir. Bu totaliter bakış açısı, bilinmeyen, bilinemeyen, belirsiz ya da muğlak her alanı ideolojik olarak doldurmak demektir. Yani “iman”, “olay”daki boşlukları ideolojiyle doldurur ve ideoloji de “iman”a dönerek kendisini yeniden biçimlendirir. “Doğa boşluk kabul etmez”mişçesine, boşlukların “iman”la doldurulması, kaçınılmaz olarak yalan söylemek, düpedüz uydurmak demektir.[1*] Bu “görev”, bugün yandaş ve yandaşlaşan “medya” aracılığıyla (magazinleştirilerek) yerine getirilmektedir.
NE OLDU?
RİVAYET/SÖYLENTİ
Yandaş ve yandaşlaşan (en tipik örneği Hürriyet) “medya”ya göre, “darbe” (yukarda da ifade ettiğimiz gibi, “başarısız” olduğu için “darbe girişimi” denilen “darbe”), hiç tartışmasız (otoriter) Fethullah Gülen “cemaati”nin tezgahıydı (totaliter bakış). Üstelik “çok kan” da dökmüşlerdi. Bu da “başarılı” olduklarında “dökecekleri kanın” teminatı olarak kabul ediliyordu.
“Ne oldu?”nun bundan sonrası, Fethullahçıların nasıl “dehşetengiz” örgütlendiklerinin (eski Ergenekon ve Balyoz “mağdurları”nın “tanıklığı” eşliğinde) “masalları”yla dolduruldu.
“15 Temmuz akşamı” diye başlayan bu “dehşetengiz” masallar, Genelkurmay Başkanı’nın nasıl “esir alındığı”yla başlayıp, Marmaris’e gönderilen “suikast timi”nin ne kadar “profesyonel ölüm makineleri” olduğuna ilişkin “masallar”la sürüp gitti. Recep Tayyip Erdoğan’ın “facetime” üzerinden “milleti” sokağa çağırmasıyla başlayan “direniş”in masalları bu masallara eklendi.
Masalları masallar, rivayetleri rivayetler izlerken, hemen hergün “medya”da “darbe girişimi”nin yeni, yepyeni maceraları yazılıp-çizilirken, gerçek gerçeklikte “ne oldu” sorusu yanıtsız kalmaya mahkum oldu.
Rivayetler muhtelif olsa da, “darbeciler”in “dehşetengiz” örgütlenmesi ile “amatörlükleri” arasındaki çelişki ortada kaldı.
“Devletin içinde” bu kadar “derin” ve “üst düzeyde” örgütlenmiş bir “darbeciler gerçeği” karşısında, 15 Temmuz akşamı görülen “acemilikler” ve TSK generallerine “yakışmayacak” boyuttaki “amatörlükler” pek de “akıl” işi olmadığını gösteriyordu. (İşte bu “akıl işi olmayan” durum, aynı zamanda her türlü rivayetin ve spekülasyonun da temelini oluşturur.)
F-16’ları ve helikopterleri havalandıran, oraya ya da buraya tankları sevk eden, Ankara Emniyet Müdürlüğü ile, özellikle Gölbaşı Polis Özel Harekat Merkezi’ni “gözünü kırpmaksızın” bombalayan “gözü dönmüş”, “kan dökücü” “darbeciler”in alelacele hazırlandığı anlaşılan “darbe bildirisi”ni TRT’de “okutma” girişimleri bile “akıl işi” değildi.
Üstüne üstlük, henüz “mutabakat” olmasa da, “darbe”nin 15 Temmuzun akşam üstüne doğru, saat 16.00 sularında “etkili ve yetkililer”ce “haber” alındığına ilişkin iddialar, “darbe”nin fiilen 22.00 civarında başlamasıyla birleştirilerek, arada geçen “altı saat”i açıklayamamaktadır.
Elbette 15 Temmuz gününden günümüze kadar “medya” üzerinde ağır bir tehdit ve baskı bulunmaktadır. Böyle bir ortamda “birileri”nin bunları “sorgulaması” pek de olabilir bir şey olarak görünmemektedir. Ama öte yandan, böyle bir “sorgulama”nın pek de yaptırımı olacağı da söylenemez.
SÖYLENTİSİZ/RİVAYETSİZ
OLAN “OLAY”
“Olay”, öylesine “derin” tahliller yapılmasını, dolayısıyla da “derin” bilgilere sahip olunmasını gerektiren bir olay değildir.
“Olay”, “mutat” olarak Ağustos başında toplanacak olan Yüksek Askeri Şura’da, 180 “Fethullahçı” subayın ordudan atılacağı haberleriyle başlamıştır. Yani “TSK içindeki Fethullahçı örgütlenme” açısından Yüksek Askeri Şura toplantısı “milat” durumundadır. Ancak “mutat” Yüksek Askeri Şura’da “mutat” biçimde gerçekleşmesi pek olanaklı olmayan bu “tasfiye”nin “mutat olmayan mutatlık içinde” gerçekleştirileceği de yandaş ve yandaşlaşan “medya” üzerinden piyasaya sürülmeye başlanmıştı.
“Mutat olmayan mutat” denilen şey de, geçmişte Ergenekon ve Balyoz “tertibi”nde olduğu gibi, Yüksek Askeri Şura toplantısından önce yapılacak polis operasyonlarıyla “Fethullahçı subaylar”ın gözaltına alınması ve bu gözaltı koşullarında Yüksek Askeri Şura’da terfilerinin durdurulması ya da ihraçlarının gerçekleştirilmesidir.
Daha önce yaşandığı için, bu “tertip”, “ne oldu” sorusunun en gözde açıklaması oldu.
İşte (sözün gelişi) ne olduysa oldu, kendilerine böyle bir “tertip” düzenlendiğine inanan generaller ve diğer subaylar 15 Temmuz akşam üstü Genelkurmay Başkanlığı’nda “zuhur” ettiler. Kimilerine göre öğleden sonra 13.00’de, kimilerine göre 16.00’da bir grup silahlı “personel”le Genelkurmay Başkanlığı’nda “zuhur” eden “Fethullahçı generaller” Hulusi Akar’la “görüşme”ye başladılar. Daha sonra kuvvet komutanlarının da “dahliyle” sürdürülen “görüşme”nin ana konusu, TSK’da yapılmak istenen tasfiyeler ve buna karşı alınabilecek önlemler olmuştur.
“Fethullahçı generaller”, Genelkurmay Başkanı’ndan (Hulusi Akar) “Balyozcular” gibi derdest edilmelerinin önlenmesini talep ederken, yapılabilecek şeyin “emir-komuta zinciri” içinde “yönetime el koyma” olduğunu “görüşme masası”na koymuşlardır. Yaklaşık altı saat süren bu “görüşme trafiği”nde “sertleşmeler” ve “restleşmeler” silahların çekilmesine, uçakların uçurulmasına doğru evrilmiştir. Birkaç F-16’nın alçaktan uçuşu ve “süpersonik patlama” sesleri çıkarması, hem görüşmelerin sertleştiğinin, hem de çıkmaza girdiğinin göstergesi olmuştur.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “darbe”den haberdar olması da, bu altı saatlik görüşme/müzakere süresinde olmuştur. Görülen odur ki, bu altı saat boyunca Recep Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay arasında düzenli bir iletişim sürdürülmüştür. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu süre içinde “harekete geçmemesi” de, Genelkurmay Başkanlığı’nda süren görüşmelerin “isyankar generaller”in “ikna” edilmesiyle sonuçlanacağı beklentisidir. Yine de emri altında bulundurduğu ve kesin olarak kendisine “biat” etmiş olan Polis Özel Hareket Dairesi’ni “teyakkuz”a geçirmiştir.
Burada, olabilirliğe sahip tek “mutabakat”, Yüksek Askeri Şura’daki tasfiyelerin “sınırlandırılması” olarak ortaya çıkarken, “isyankar generaller”in “emir-komuta zinciri” içinde yönetime el konulması yönündeki taleplerinde ısrarcı oldukları görülmektedir.
Böylece herhangi bir “mutabakat” (uzlaşma) olasılığının ortadan kalkmasıyla (ve polis özel harekatçıların/PÖH “teyakkuz”da oldukları bilgisiyle) birlikte “isyankar generaller” ellerindeki güçleri harekete geçirmişlerdir.[2*]
İlk askeri eylem, denetim altında bulundurdukları askeri karargahlara ulaşımı kesmek (“anlamsız” gibi görünen ve gösterilen “köprüyü tek şerit üzerinden tanklarla kesmek”) ve karşı harekata girişecek polis merkezlerinin bombalanması oldu. Böylece “ok yaydan çıkmış”, “isyan” darbeye dönüşmüştür.
Ancak “isyankar generaller”, “emir-komuta zinciri” dışında kendi başlarına ve kendi güçleriyle yönetime el koymayı planlamadıklarından (ve düşünmediklerinden), yaptıkları şeyler sınırlı kalmıştır.
“Darbe”nin fiilen başlamasının ardından Recep Tayyip Erdoğan’ı “derdest” etmek için “SAS komandoları” Marmaris’e gönderilmişse de, iş işten geçmiştir.[3*]
İşte bu koşullarda Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay’daki görüşmelerden 8 saat 25 dakika, fiilen “darbe girişimi”nin başlamasından 2 saat 25 dakika sonra “Skype” üzerinden “halkı sokağa çıkmaya” çağırdı. Saat 01.30 civarında ülkenin her yerinde camilerden Diyanet İşleri Başkanı’nın talimatıyla sala okunmaya ve “Devletimiz adına, Allah adına sokağa çıkın, vatanınıza sahip çıkın” çağrıları yapılmaya başlandı.
Böylece birkaç yıldır iç savaş hazırlıklarını sürdüren Recep Tayyip Erdoğan, ilk kez “iç savaş birlikleri”ni sahneye sürdü.
Böylece görüldü ki, sahneye sürülen “iç savaş birlikleri”, “alperenler”, ağırlıklı olarak değişik tarikatların (İBDA-C dahil) müritleri ile lümpen nitelikli “çarşı esnafı”ndan, taksici ve kamyonetçilerden oluşmuştur.[4*] Ve yine görülmüştür ki, bu kesimler Whatsapp ve SMS üzerinden AKP kurmaylarıyla bağlantı içindedirler.
Hemen belirtelim ki, bu “çarşı esnafı”, bizim gibi ülkelerin çarpık kapitalist yapısı içinde geleneksel, yani yarı-feodal denilebilecek bir toplumun “orta sınıf”ını oluşturur. Ancak yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizmin yaratmış olduğu yeni iş konularıyla bu geleneksel “orta sınıf”, ithalata bağımlı, dolayısıyla ülkenin “dış politikası”yla ilgili bir kesimdir de. “Sokağa çıkan” bu “çarşı esnafı”nın içinde “büfeciler” ve “pazarcılar” önemli bir yere sahiptir. Bu kesimin lümpen özelliği de buradan kaynaklanmaktadır. Diğer yandan bu “büfeciler” ve “pazarcılar”, iş alanları nedeniyle doğrudan belediyelere bağımlıdırlar. Bu nedenle, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın “çağrıcılar” arasında yer alması basit bir tesadüf değildir. “Eli sopalı ve palalı” denilenler de bu kesimdir.
Taksici “esnafı” ve kamyonetçiler, doğrudan tefeci-tüccar kesiminin gelişmesine paralel olarak çoğalmışlardır. Bu taksici ve kamyonetçilerin hiçbir işgüvencesinin olmaması ve her an işsiz kalma olasılıkları lümpenleşmelerinin birincil etkenidir.
Böylece tefeci-tüccar kesiminin siyasal egemenliğinden nemalanan “lümpenler”,[5*] “alperenler” olarak sokağa çıkmış ve “vatanını savunan şehitler, gaziler, kahramanlar” ilan edilmiştir.
Ancak bu kesimlerin, bu sınıfsal özellikleri yanında, 14 yıllık AKP iktidarının yoğun biçimde sürdürdüğü “mağduriyet” söyleminin ideolojik etkisi altında oldukları da son olaylarda görülmüştür. AKP ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın “seksen yıllık cumhuriyet” döneminde “inananların” “ağır baskılara” maruz kaldığı temelinde sürdürdükleri propagandanın bu kesimlerde laikliğe ve laiklere karşı büyük bir kin ve nefrete yol açmış görünmektedir. Özellikle de bu “ağır baskının” ordu tarafından ve “dinsiz subaylar” aracılığıyla yürütüldüğü demagojisiyle, bu kesimin kin ve nefreti kolayca “laikliğin bekçisi” “darbeci” ordu ve subaylara yönlendirilmiştir. Bu da, bugün sokağa egemen olan güruhun kin ve nefretinin hedefinde doğrudan doğruya laiklik ve laikler olduğunu açıkça göstermektedir.
Diğer yandan artık “devleti” mutlak olarak ele geçirdiklerine inanan bu güruh, kendilerini bir devlet gücü olarak görmektedirler. Bu da, bu kesimlere büyük bir moral üstünlüğü sağlamıştır. Bu moral üstünlüğü de onları daha fazla saldırgan hale getirmektedir.
Bu “iç savaş birlikleri”nin harekete geçirilmesinde ikinci bir “tipik”lik de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (ve elbette başkanının) 85 bin cami üzerinden oynadığı roldür. Bu rolüyle Diyanet, (Necip Fazıl Kısakürek’ın “İdeolocya”sının ifadesiyle) “başyüce”liğe dayalı şeriat devletinin dayanağı olacağını göstermiştir. Şerif Mardin’in deyişiyle, “cumhuriyet öğretmeni köy imamına yenilmiş” görünmektedir.
Bütün bu iç savaş unsurlarının arka planında ve temelinde, “kayıtsız-şartsız” Recep Tayyip Erdoğan’a “biat” etmiş özel hareket polisleri (PÖH kısaltmasını kullanan) bulunmaktadır. “Hendek savaşları” sırasındaki “acımasızlığı” ve “kan dökücülüğü”yle “rüştünü” ispatladığı düşünülen yaklaşık 40 bin civarındaki PÖH’çüler, “darbe girişimi” sonrasındaki asker ve subayların tutuklanmasında baş rolü oynamışlardır. Ve Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın “derdest” edilmesinin ardından Recep Tayyip Erdoğan’ın (özel korumalarıyla birlikte) “muhafız birliği” konumuna yükseltilmişlerdir.
PÖH, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının “darbe korkusu” nedeniyle sürekli büyütülüp beslenen ve ağır silahlarla donatılan “iç güvenlik” temelli hassa alaylarıdır.[6*]
Bu hassa alayları (ve MİT’e), 2011 yılındaki bir tebliğle ve 2013 yılında çıkartılan bir yasa ile, “iç güvenlikte kullanılmak üzere ihtiyaç duyduğu silahları ithal etme” izni verilmiştir. “Darbe girişimi” sırasında MİT’te açığa çıktığı gibi, bu “ithal izni” kapsamında SAM füzeleri ve doçkalar ithal edilmiştir. Bütün bunlar MİT’in ve özellikle PÖH’ün doğrudan TSK’nın “darbe girişimi”ne karşı bir güç haline getirilmesinin ve silahlandırılmasının bir parçasıdır.
Bugün 250 bin kişilik polis teşkilatı ve bunun içinde “hassa birliği” olarak örgütlenen 40 bin PÖH’çü, Jandarma Komutanlığı’nın İçişleri Bakanlığına bağlanmasıyla birlikte JÖH’çülerle birleştirilmektedir. Böylece TSK’ya karşı “alternatif” bir silahlı güç oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Bunun ne ölçüde başarılı olacağı, TSK’ya karşı gerçek bir “alternatif” olabileceği bugün için belirsizdir. Ancak PÖH’ün MHP’li faşistlerden oluşturulduğu gözönüne alınırsa, bu oluşumun milliyetçi-faşistler ile şeriatçı-faşistlerin bir karması olacağını bugünden söyleyebiliriz.
Bu “hassa birlikleri”nin vurucu güç olarak kullanılacağı mutlaktır. Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesinin asli unsuru oldukları da kesindir. Ama bu tür “özel” askeri örgütlenmelerin düzenli ordunun yerini alamayacağı da kesindir. 15 Temmuz “darbe girişimi”nde Ankara/Gölbaşı’nda bulunan PÖH merkezinin bombalanmasında görüldüğü gibi, asker ile PÖH arasındaki çatışkı ve çelişki bu iç savaş gücünün de sınırlarını göstermektedir.
YAŞANILAN “AN”DA
NE OLUYOR?
Türkiye toplumu, özellikle de küçük-burjuva aydın kesim, 12 Eylül askeri darbesinden günümüze kadar geçen süreçte sadece “an”ı yaşamakla yetinmiştir. Doğal olarak “an”ı yaşamakla yetinen bir toplum ya da toplumsal kesim, giderek dün ile yarın arasında hiçbir bağlantı kurmayan, kuramayan bir “kütle” haline dönüşmüştür. Bu nedenle de televizyonlarda “anbean” kaydedilmiş görüntüler, “an” olarak sunulan haberler revaçtadır. Bu da “anbean” değişen borsa endeksleri ve döviz kurlarıyla tamamlanmaktadır.
Böylesine “an”ı yaşayan bir toplumda, doğal ve kaçınılmaz olarak “an”a ilişkin her türden bilgi ve haber “ilgi” ve “merak” konusu haline dönüşür. “Darbe girişimi” sonrasında yandaş ve yandaşlaşan “medya”ya servis edilen haberler, bilgiler ve hatta belgeler, toplumun bu “an”cılığını tatmin etmeye yöneliktir. Bu da her türden manipülasyonun kolayca yapılabilinmesini sağlamaktadır.
Dünü ve yarını olmayan “an”a ilişkin sunulanlar, her zaman “dün”e ilişkindir. “Şu an” diye sunulan her şey, “dün”de olanların “ilgi” ve “merak” uyandıracak biçimde sunulmasından ibarettir. Televizyonların “canlı yayınları” da bu “an”cılığın sonucu olarak alabildiğine kullanılır hale getirilmiştir.
Bu toplumsal yapıda en çok “merak” edilen “yaşanılan an”da neler olduğudur.
“Darbe”, “darbe girişimi”, “isyan”, “başkaldırı” vs. sözcüklerinin arasında 15 Temmuz belirsiz ve niteliksiz hale getirildiği gibi, “yaşanılan an”da neler olduğu da bilgi/haber parçacıklarıyla anlaşılmaz ve bilinemez hale getirilmektedir.
Ortada “allahın lütfu” olarak görülen bir “darbe girişimi” vardır. Bu “allahın lütfu”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “başkan” olma hırsının “yasal” ya da “anayasal” hale getirilmesi için bir “fırsat” olarak kabul edilmektedir. Diğer yandan, “tek adam” iktidarına karşı olan her türlü muhalefetin sindirilmesi ve (ideal olan) yok edilmesi için “uygun ortam”ın oluştuğu düşünülmektedir. Böylece “fethullahçılar”la başlayan gözaltı ve tutuklama dalgasının, giderek her türlü muhalefeti kapsayacak biçimde genişleyeceği söylenebilir.
Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası için emellerine ulaşmak için bulunmaz bir “fırsat”tır. Diğer ve popüler ifadeyle, “kriz, yeni fırsatlar yaratır”.[7*] Bugün ortaya çıkan siyasal kriz, Recep Tayyip Erdoğan’ın “dava”sına uygun biçimde devletin yeniden yapılandırılması için “fırsat” olarak görülmektedir. Dolayısıyla da, “yaşanılan an”da olanlar ve yapılanlar krizi fırsata çevirmeye yönelik olmaktadır. Bu da neo-liberal bakış açısından “kriz yönetimi” olarak tanımlanır.
Yaşanılan “an”da “olan”, “insan hakları sözleşmesi”nin askıya alındığı “Olağanüstü Hal” (OHAL) koşullarında,“demokrasi nöbeti” tutan “siviller”in eşliğinde PÖH’ün “önceden hazırlanmış listeler”e göre gerçekleştirilen gözaltılar, tutuklamalar ve işten atmalar olarak ortaya çıkmaktadır. “Kamu”da çalışan yaklaşık (ki “günbegün” sayı artmaktadır) 66 bin kişi görevden alındı, 10 bin kişi resmen tutuklandı. OHAL kararnamesinin Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla birlikte “fethullahçı” 15 üniversite ve 1.043 özel okul kapatıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda 15.200 kişi “açığa” alındı, 21.000 öğretmenin “lisansı” iptal edildi. İkinci OHAL “kararnamesi” ile “fethullahçı” 45 gazete, 16 televizyon, 16 dergi, 3 haber ajansı ve 23 radyo kapatıldı ve buralarda çalışan ya da yazan 42 “fethullahçı” gazeteci ve yazar hakkında gözaltı kararı çıkartıldı. “Bir günlük” YAŞ (Yüksek Askeri Şura) öncesinde, “darbeci” 149 general, 1.099 subay, 436 astsubay ordudan atıldı.
Özcesi, Türkiye tarihinde görülmemiş bir tasfiye hareketi ülke çapında yürütülmektedir. TSK (ordu) sözcüğün tam anlamıyla felç olmuştur. Kamu faaliyetleri yürütülemez hale gelmiştir. “Sokaktaki siviller”, her yerde terör estirmektedirler. Yapılanlara ilişkin aykırı her eleştiri, fiili saldırılarla tehdit edilmektedir.
Bütün bunların yanında çıkartılan ikinci OHAL kararnamesi ile, “darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan ve tedbirleri icra eden; OHAL süresince yayımlanan KHK’lar kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin, bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu olmayacağı” hükmü getirilmiştir. Böylece mevcut yasalar bir yana itilmiş ve mevcut yasallık içinde ilan edilen OHAL üzerinden, mevcut yasallıkla hiçbir ilişkisi olmayan, her türlü işkenceye, tutuklamaya, elkoymaya izin veren “karşı-darbe hukuku” oluşturulmuştur.
“Yaşanılan an”da tüm olanlar, tümüyle bu “karşı-darbe hukuku”yla olmaktadır.
Görünüşte mevcut düzenin meşruiyetini sağladığı kabul edilen bir parlamento ve (bir türlü değiştirilemeyen) meşru bir anayasa vardır. Ama “karşı-darbe hukuku” tüm bunların meşruiyetinin üstünde bir “olağanüstü hal hukuku” olarak karşı çıkışsız, direnişsiz egemenlik kurmuştur. “Darbe”ye maruz kalanların “darbecilere karşı” her türlü önlemi almaları ve yaptırım uygulamaları, hiçbir dirençle karşılaşmaksızın meşruiyet kazanmıştır.
Kısacası, bugüne kadar varlığını sürdüren ve anayasada yazılı olan mevcut yasallık resmen ve fiilen ortadan kalkmıştır.
Bu ortamda ve bu koşullarda, “eski” yasallık varmışcasına, mevcut kurumların ve uygulamaların meşru olduğunu söylemek ya da kabul etmek insanlığa, demokrasiye, evrensel hukuka, tarihe ve ülkeye ihanetten başka bir şey değildir. “Ülkenin güvenliği ve bütünlüğü” ve “fethullahçı tehlikeyi bertaraf etme” adına haklı göstermeye çalışan siyasal oportünizm bu ihanete meşruiyet kazandırmaktadır.
Evrensel olarak, bir ülkede mevcut yasallık ortadan kaldırılmışsa ( ki tüm askeri darbelerde böyle olmuştur), buna karşı direnmek ve savaşmak meşrudur ve haklıdır.[8*]
Bugün “olan”, sokakta egemenlik kurmuş lümpen-sivil zorbalarla mevcut anayasanın askıya alındığı bir polis darbesidir.
Bu polis darbesinin herhangi bir askeri darbeden tek farkı, silahlı gücün asker değil, polis olmasıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın, bugün OHAL’le ortadan kaldırılmış eski anayasayla seçilmiş olması bu gerçeğin üstünü örtmektedir. Toplumsal muhalefet, özellikle de “sol”, bu görüntü ile “fethullahçı darbe” arasına sıkışmıştır. “Her türlü darbeye karşı” olmayı siyaset sananlar, bugünkü polis darbesini askeri darbeyle karşılaştırarak kendilerince siyasal bir sonuç üretmeye çabalamaktadırlar. Diğer yandan da, “ne olur, ne olmaz” diyerek kendilerini “güvenceye” almaya çalışmaktadırlar.
Bir zamanlar askeri darbe koşullarında “illegaliteye” (“sırra kadem basmak”) geçmek için Nazım Hikmet’in “salkım söğüt” şiirinin okunmasını bekleyenler için bugün bu şiirin okunacağı bir “radyo” da mevcut değildir. İllegal örgütlenmeye sahip olmayanlar, gizli çalışmayı küçümseyenler ve özellikle gayrı-meşru bir iktidara karşı silahlı mücadele verilmesine bile karşı çıkanlar, ellerindeki birkaç ilişki ve “pasaport şebekesi”yle orta yerde kalmışlardır.
Bugün, toplumsal muhalefetin hiçbir kesiminden, özellikle de “sol”dan, OHAL’a ve OHAL’la oluşturulmuş gayrı-meşru hukuka karşı mücadele çağrısı gelmemektedir. Hemen herkes Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının “fethullahçılara karşı” seferberliğinin ne yöne evrileceğini kestirmeye çalışmaktadırlar. Bu da sokakların lümpen çetelerin terörüne terk edilmesine yol açmaktadır.
NE OLACAK?
“Ne oldu” ve “ne oluyor” soruları belli bir kurgu içinde ele alındığında, “ne olacak” sorusu, “komplo teorileri” ile “senaryolar” arasına sıkıştırılır. Böylece de kurguya bağlı olarak (olgusal montajlama) her türlü spekülasyonun önü açılır. Spekülasyonlar da, herhangi birinin herhangi bir yerde öylesine aklınageliveren “olası”lıklarla birlikte varolur. Bu nedenle de yarına, geleceğe ilişkin demagojilerin ve münipülasyonların önünü açar. Bu andan itibaren de, spekülasyonlara inanıp-inanmamak (bir kez daha) “iman” konusu haline dönüşür.
Gerçeklikte ise, olmuş-olanlar ile yaşanılan “an”da olanlar gelecek günlerde neler olacağının nicelikleridir. Diğer bir ifadeyle, gelecek, bugüne kadar yaşanılanların oluşturduğu niceliğin niteliğe dönüşmüş halidir. Hamasetçi siyaset diliyle söylersek, “yapılanlar yapılacak olanların teminatıdır”.
Olmuş-olanlardan ve içinde bulunulan zaman diliminde yaşanılanlardan yola çıkıldığında şu gerçeklerle karşılaşırız:
Her şeyden önce TSK, tarihinde görülmemiş boyutta bir tasfiyeye maruz kaldığı gibi, tarihte görülmedik bir biçimde “itibar” kaybına uğramıştır. Tasfiye ve itibar kaybı (ve elbette bunların getirdiği büyük bir moral çöküntüsü), “NATO’nun ikinci, dünyanın dördüncü büyük ordusu”nu çökertmiştir. Bu ordunun, bu koşullar altında, “dış politika”nın bir aracı olarak kullanılması, “caydırıcı bir güç” olması olanaksız görünmektedir. Diğer yandan, 1971 yılından günümüze kadar değişik tasfiyelerle mutlak bir iç savaş ordusuna dönüştürülmüş olan TSK, bu ortamda bu işlevini de yerine getirecek bir güç olmaktan çıkmıştır. Savaş gücü ise (bir kez daha yineleyelim büyük bir moralsizlik içinde) büyük ölçüde yitirilmiştir. Sadece hava kuvvetlerinde yapılan “temizlik” sonucunda savaş uçakları için bile yeterli “personel” bulunmamaktadır.
Askeri okulların kapatılması, askeri personelin (subaylar) yetiştirilmesinin tümüyle “siviller”e verilmesi, resmen TSK’nın tasfiye edilmesi demektir. TSK bu yolla tasfiye edilirken, yerine geçecek olan “yeni ordu” (Nizam-ı Cedid, daha çok da Sekban-ı Cedid türünden bir ordu) henüz empriyon halinde bile değildir. Ellerindeki tek şey, polis teşkilatı ve polis okullarıdır. Buralardaki eğitmenlerle “yeni ordu” kurulmaya çalışılması, gerçekte TSK’nın yerine polisin, “polis ordusu”nun geçirilmesinden ibarettir. Böyle bir “polis ordusu”, hiçbir koşulda gerçek bir düzenli ordunun yerini alamaz. Bu nedenle, “yeni ordu”, sadece bir iç savaş gücü olarak varolbilir.
Bunun anlamı, Türkiye’nin TSK aracılığıyla Ortadoğu’da, özellikle de sınır bölgelerinde yürüttüğü gözdağı ve tehdit politikasının iflas ettiğidir. Bu nedenle de, zaten iflas etmiş olan “yeni-osmanlı”cı dış politikanın sürdürülebilirliği de kalmamıştır. Recep Tayyip Erdoğan Türkiyesi’nin kendi sınırlarını bile koruyabilmesi olanaksızdır. Bu durumda ve bu koşullarda, Suriye ve Irak’taki olası gelişmelerin (özellikle Suriye’nin kuzeyinde “özerk Kürt bölgesi”nin oluşturulması ve Musul harekatı) fiilen dışına itilmiştir. Böylece bu alanlarda “ayak sürten” ve yer yer “sorun çıkartan” (Suriye ve Irak pazarından pay isteyen) Türkiye, TSK tasfiyeleriyle (en azından bir süreliğine) sorun olmaktan çıkmıştır.
İkinci olarak, bugün sokağa egemen olan lümpen esnaf vs. kesimi (“gerekli görüldüğünde”) istenilen hedeflere kolayca yönlendirilebilecek bir güruh oluşturmaktadır. Laikliğe ve laiklere karşı kin ve nefretle doldurulmuş olan bu kesimin yapabileceklerinin sınırı yoktur. “Esedullah timi” türü yapılanmaya sahip olan PÖH’cülerin etkin olduğu bu kesimlerin “islamcılık” ve “türkçülük” üzerinden harekete geçirilmesi büyük olasılıktır. “Sokağın” Recep Tayyip Erdoğan tarafından “mutlak biçimde” kontrol edildiğini düşünmek de, “zamanı gelince” onları durduracağını sanmak da aptallıktan öte, teslimiyetçiliğe ve hatta katliamlara kapıyı aralamaktır.
Üçüncü olarak, yakın dönemde Gezi Direnişi türünden bir kitlesel hareketin “eski tarzda” varolabilmesi olanaksızdır. “Taş atma”yı “şiddet” olarak gören “Gezi direnişçileri”, şimdi kin ve nefretle dolu lümpen şeriatçı-faşist bir güruhla karşı karşıyadırlar. Recep Tayyip Erdoğan’ın “evlerinde zorla tutuyoruz” dediği “%50” artık sokağa egemendir ve her türlü karşıtlığa ve muhalefete saldırmaya hazır durumdadır. Bu da, bir iç savaşı göze almaksızın ve iç savaşa göre hazırlanmaksızın toplumsal muhalefetin yapılamayacağı demektir. (Üstelik AKP’nin “%50”sinin yanında MHP’nin %15’i de iç savaşın kitlesel gücü haline gelmiştir.)
Dördüncü olarak, parlamenter sistem, güçler ayrılığı ve hukuk devleti fiilen son bulmuştur. Bunların savunucusu konumundaki CHP, “eski tarzda” ve 70’li yılların başlarında geçerli olan politikanın (parlamentoyu “açık tutmak”) ötesine geçemeyecektir. Lümpen çetelerin sokaktaki teröründen kendi kitlesini bile koruyabilecek durumda değildir.
Beşinci olarak, çökmüş ve tahrip olmuş TSK’nın bu haliyle (belli bir süre) “yeni bir darbe”ye kalkışması beklenemez. Dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan’dan “laik darbe”yle kurtarılmayı bekleyenler, hayal kırıklığının ötesinde, tam olarak sindirilmiş olacaklardır.
İşte bu “ahval ve şerait içinde”, “fethullahçı terör örgütü”ne yönelik operasyonlar belli bir boyuta ulaştığında tüm toplumsal muhalefet Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş güçlerinin hedefi haline gelecektir. Bu, kimi yerde “alevilere”, kimi yerde “Kürtlere”, kimi yerde “laiklere”, “aydınlara” (“Bizi okumuşların şerrinden korumak” için) yönelik tehdit, taciz ve yer yer fiili saldırılar demektir.
Bugün için Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının “fethullahçılar”ın dışındaki kesimlere yönelmemeleri, basit bir “hedef küçültme” olayı değil, düşmanlarını sırayla yok etme stratejisinin bir taktiğidir.
Herkes Nazi dönemine ilişkin rahip Martin Niemöller’in sözlerini[9*] ezbere bildikleri gibi, gün be gün “susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganını atmışlardır. Ama birincisi ezberden, ikincisi basit bir ajitasyon sloganından öte bir değer ve anlam taşımamıştır. Bugün bu sözleri yinelemek, bu sloganları anımsatmak boşa kürek çekmek demektir. Örgütlenmemiş ve silahlanmamış kitleler, basit tekrarlarla, yalın sloganlarla mücadeleye girişemezler. Hele ki, karşılarında “dişine kan değmiş” PÖH’çüler ve sokağa egemen olmuş lümpenler ortalıkta salınırken, kitleleri sloganlarla direnmeye çağırmak hayalle avunmak demektir.
Altıncı olarak, geniş anlamda “burjuva yasallığı”, dar anlamda mevcut düzenin 12 Eylül’den sonra oluşturduğu kendi yasallığı, bizatihi Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası tarafından ortadan kaldırılmıştır. Artık Türkiye’de (anti-demokratik de olsa) anayasal bir meşruiyet mevcut değildir. Meclisin “açık” olması ve düzen içi muhalefet partilerinin ortalıkta bulunması yitirilmiş meşruiyeti gerçeklik haline getirmez. Görüntüsel olarak “eski” (1982) anayasasına dayanılarak yürütülen iktidar icraatları, doğrudan bu iktidarın zora, şiddete ve silaha başvurması sonucu gayrı-meşru hale gelmiştir. Bu da, silahlı savaşın nesnel koşullarının mevcudiyeti demektir. Gayrı-meşru bir iktidarın zoruna, şiddetine karşı direnmek ve savaşmak her zamankinden çok daha fazla meşru ve haklıdır.[10*]
Gayrı-meşrulaşmış ve hiçbir biçimde ceza almayacağı garantisi verilmiş olan “sokaktaki adam” aracılığıyla her türlü zoru, şiddeti kullanan bu iktidar koşullarında 2019 seçimlerini beklemek, dahası 2019 seçimlerinde iktidarın değiştirilebileceğini sanmak, ezilmiş, sindirilmiş ve yer yer katliamlara uğramış halk kitlelerinin bozgunu üzerinden “zafer” kazanmayı hayal eklem demektir.
Yedinci olarak, bugün halk kitlelerine, özellikle de “sol”da legalistlerin saflarında yer alanlara gerçekler tümüyle ve tüm yönleriyle ortaya konulmalıdır. “Sol”un tümüyle legalize olduğu, dolayısıyla “devlet” tarafından “listelendiği” koşullarda, legalistlerin ve oportünistlerin “örgütlenmek”ten söz etmelerinin nasıl bir aldatmaca olduğu gösterilmelidir.
Bugün, solda yer alan, (demokratik ya da sosyalist) devrimden söz eden ve hatta bunun için mücadele ettiğine inanan herkes mevcut iktidarın gayrı-meşru olduğunu ve iktidarda kalabilmek için zora, şiddete başvurduğunu görmek ve anlamak zorundadır. Bu ortamda, örgütlenmenin illegal, gizli ve silahlı bir örgütlenme olması gerektiğinin bilincine ulaşmalıdırlar. Olağanüstü boyutta legalize olmuş bir solun (en azından bir bölümünün) böyle bir örgütlenmeye kolayca ve kısa sürede geçebileceğini düşünmek de budalalıktır. Onlarca yıldır illegal örgütlenmeler küçümsenmiş ve aşağılanmıştır. Silahlı mücadele, ya basit bir propaganda söylemi olarak kullanılmış ya da “terörizm” olarak suçlanmıştır.
Bu geçmiş ve bu geçmişin yarattığı “zihniyet”in birden ortadan kalkıvermesi, ne üzücüdür ki, olanaksızdır. Bu “zihniyet” uzun yıllar içinde yerleşmiş ve kökleşmiştir. “Soyut bir gelecek için somut bugünden vazgeçmeyen” yeni kuşaklar yaratılmıştır. Legalist sol, bu yeni kuşaklara “uygun” söylemler ve politikalar uyarlayarak kendi varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Ama şimdi, her türlü “burjuva yasallığı”nın ortadan kaldırıldığı ve silahlanmaktan ve savaşmaktan başka yolun kalmadığı bir sürece girilmiştir.
Bugüne kadar hiçbir devrim stratejisine sahip olmayanların, birden “titreyip” silaha sarılacaklarını, legal örgütlerinin illegal ve gizli örgütlenmeye dönüşeceğini beklemek, her yönden iç savaşa göre hazırlanmış ve örgütlenmiş bir şeriatçı-faşist tehlike karşısında insanları ve kitleleri aldatmaktan, onları kendi cellatlarının insafına terk etmekten başka bir anlama sahip değildir.
Bugün solda yer alanlar, legalize olmanın ötesinde, her türlü silahlı eylem ve mücadele deneyimine (sözel olarak bile) hiç sahip değillerdir. Alabildiğine “bilinir” olan insanlarla gizli ve illegal bir örgütlenme gerçekleştirmek neredeyse olanaksızdır. Herkesin herşeyi bildiği ve bu “bilme”yi “demokratik örgütlenme” sanan insanların, herkesin herşeyi bilmediği bir yapıya dönüştürülmesi ya da dönüştürülebilir olduğunun sanılması anlamsız bir safdilliktir.
Bu koşullarda, illegal, gizli ve silahlı örgütlenme, “sol” kitlenin örgütlenmesi değil, tekil bireylerin örgütlenmesi olacaktır. Sözcüğün tam anlamıyla, öncü savaşçı bir örgütlenmeye gidilmek zorundadır. Bu örgütlenmenin yürütmek durumunda olduğu tek savaş da, öncü savaşı olacaktır.
Hiç kuşkusuz, şeriatçı-faşist karşı devrimin baskın olduğu, büyük bir moral üstünlüğe ve devlet olanaklarına sahip olduğu koşullarda örgütlenmeye çalışmak hiç de kolay değildir. Legalizmin içselleştirilmesi kadar, “demokratik zihniyet”ler de bu örgütlenme çalışmasını engelleyen unsurlardır.
İllegal, gizli ve silahlı bir örgütlenme gerçekleştirilmeksizin OHAL koşullarında ve OHAL’a karşı “direnmek”ten söz edilemez.
İlerici, demokrat, yurtsever insanlar bugün sokağa çıkmaktan korkmaktadırlar. Bir kez daha yineleyelim: En basit ve sıradan bir siyasal eleştiriye bile tahammül etmeyen bir güruh sokaklara egemendir. Her türlü yasallık ortadan kaldırılmıştır. Hiç kimsenin canı, malı, özel yaşamı hiçbir güvenceye sahip değildir. Farklı dinsel inançlar ve mezhepler, farklı etnik kökenliler bu lümpen-faşist çetelerin terörüyle karşı karşıyadırlar. Her an ve herhangi bir yerde bu “farklı” kesimlere yönelik saldırılara ve katliamlara girişilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu saldırılar ve katliamlar karşısında bu kitlelerin korunması, ancak yeterli ve güçlü bir silahlı örgütlenmeyle olanaklıdır. Doğal olarak, böyle bir örgütlenme mevcut değilken, kitlelerin “korunması”ndan söz etmek, hatta kitleleri “direnmeye” çağırmak, kitle katliamına davetiye çıkarmakla özdeştir.
Kitlelere gerçekler tümüyle ve tam olarak söylenmelidir: Evet, bugün sokağa egemen olan lümpen şeriatçı-faşist güçler her an saldırmaya ve katliama girişmeye hazırdırlar. Bu katliamların hedef kitleleri de herkesçe bilinmektedir. Böylesi bir saldırı ve katliam karşısında (Maraş vb. olaylarda olduğu gibi) “sığınılacak” meşru bir devlet kurumu da mevcut değildir. “Peygamber ocağı” denilen orduya zorunlu askerlik yasası nedeniyle gitmiş erlere yapılanlar herkesin gözleri önünde gerçekleşmiştir. Burada hukuk, meşru devlet güçleri vs. olmadığı gibi, vicdan, insaf vb. de yoktur. Bu ölümcül bir kin ve nefrettir. Bunun karşısında kentsel yapı içinde tekil aileler olarak dağılmış kitleleri korumak maddi olarak olanaksızdır. Birkaç eski tarzda gecekondu semtinde kısmen “barikat”lar vb. aracılığıyla “direnmek” ya da saldırıları püskürtmek olanaklı görünüyor olsa da, saldırganların bir “devlet gücü” haline dönüştürülmüş olması bu olanağı da ortadan kaldırmaktadır.
Bu koşullarda, saldırı ve katliam girişimlerine karşı kitlelerin yapabileceği tek şey, bulabildikleri her türlü direnme ve savaş aracını yanlarına alarak kırsal alanlara çekilmektir.
Ne üzücüdür ki, kırsal alanlara çekilecek kitleleri örgütleyecek, eğitecek ve silahlandıracak bir silahlı öncü güç mevcut değildir. Bu nedenle, kırsal alanlara çekilecek kitleler, kendi olanakları ve becerileriyle kendilerini örgütlemek ve ayakta kalmak zorundadırlar. Kentlerde saldırı ve katliamlarla yok edilmektense, geniş kırsal alanlarda, dağlarda barınak sağlamak, en azından bu barınakları sağlarken yaşamları yitirmek çok daha az kayba yol açacaktır.
Şunu belirtelim ki, burada ortaya koyduğumuz “olacak olan”lar, olabileceklerin sadece belirgin olanlarını kapsamaktadır. Yaşanılan “kriz” ortamında beklenmedik pek çok gelişme, olay vb. ortaya çıkabilecektir. Buraya kadar örgütlülükten, örgütlü mücadeleden söz ettik. Bilmek zorundayız ki, “barışçıl dönemlerde” herşeye boyun eğen, seslerini çıkartmayan kitleler, “yukardakiler” tarafından “bağımsız tarihsel bir eyleme” doğru itilebilirler. Bu da, eğer “düşürülmez”se, hiçbir zaman “düşmeyecek olan iktidarı tamamen (ya da kısmen) yıkacak güçte bir kitlesel devrimci eyleme yöneltebilir.[11*]
Bitirirken, son olarak Lenin’in “Nereden Başlamalı?”daki şu sözlerini aktaracağız. Bu sözler, böylesi koşullarda hepimize kılavuz olmalıdır:
“Son olarak, doğabilecek olası bir yanlış anlamayı önlemek için birkaç söz daha edelim. Durmadan sistemli ve planlı hazırlıktan söz ettik; ama asla, otokrasinin ancak düzenli bir kuşatmayla ya da örgütlü bir saldırıyla yıkılabileceğini söylemek istemiyoruz. Böyle bir görüş, hem saçma, hem de doktriner bir görüş olur. Tam tersine, otokrasinin, kendisini sürekli olarak tehdit eden kendiliğinden patlamaların ya da önceden görülemeyen siyasi karışıklıkların etkisi sonucu çökmesi son derece olanaklıdır ve böyle bir olasılık tarihsel olarak çok daha fazladır. Ama maceracı kumarlardan sakınmak niyetinde olan hiçbir siyasi parti, faaliyetlerini, böyle patlamaları ve karışıklıkları beklemeye dayandıramaz. Biz kendi yolumuzda ilerlemeli ve düzenli çalışmamızı sebatla sürdürmeliyiz. Beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi bir ‘tarihi dönemeç’ karşısında hazırlıksız yakalanmamız da o kadar imkansızlaşır.”
Dipnot
[1*] Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde “ideolojileri”, “sınıf egemenliğinin yalanlaşmış-yalanlaştıran, arkadan gelen doğrulamaları” olarak tanımlar. Yine Alman İdeolojisi’nde, “İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki camera obscura’daymış gibi başaşağı çevrilmiş bir biçimde görülür” demektedir.
[2*] Son yapılan açıklamada (27 Temmuz) “darbe girişimi”ne katılan teçhizat ve askeri personel sayısı şöyle verilmektedir:
–24’ü savaş (“muharip”) uçağı olmak üzere 35 uçak;
– 8’i taarruz helikopteri olmak üzere 37 helikopter;
– 74’ü tank olmak üzere 246 zırhlı araç;
– 3 gemi;
– 3992 adet hafif silah.
Aynı açıklamada, “asker elbisesi taşıyan illegal çete mensubu hain teröristlerin (FETÖ) sayısı”, 1.676’sı erbaş/er ve 1.214’ü askeri öğrenci olmak üzere 8.651 olarak verilmektedir.
[3*] Burada hemen belirtelim ki, Marmaris’e gönderilen “SAS komandoları” üzerine “medya”da yazılıp-çizilenler, bu birliklerin “elit birlikler” olduğunun ötesine geçmemiştir. Bir “eski” SAS “binbaşı”sının beyanlarına dayandırılarak, bu “elit birlikler”in “teçhizatlı olarak günde 40 kilometre” yol yapabilecek şekilde “eğitildikleri”, “hiçbir dış yardım almaksızın aylarca arazide kalabildikleri”, tam bir “savaş makinesi” oldukları magazinsel haber haline getirilmiştir. Sonuçta, “standart” TSK eğitiminden geçmiş bu “elit birlik” mensupları, “darbe”nin başarısız olduğunu öğrendiklerinde tüm teçhizatlarını araziye bırakarak “ortadan kaybolmuş”lardır. Böylece “devlet”ten aldıkları meşruiyeti ve saldırganlığını “araziye bırakan” SAS komandoları birkaç gün arayla “saç-baş dağınık, perişan” bir halde orada-burada teker teker ele geçirilmişlerdir. Bu da “devlet” kavramının, en sıradan insanlara bile saldırganlık için nasıl meşruiyet sağladığının ve bunun ortadan kalkmasıyla yeniden sıradan insan durumuna döndüklerinin açık göstergesidir.
[4*] Yaklaşık iki yıl önce, Kasım 2014’de Recep Tayyip Erdoğan şunları söylüyordu: “Esnaf sanatkar gerektiğinde askerdir, alperendir. Gerektiğinde cephede vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir. Gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir, hakemdir. Gerektiğinde de şefkatli bir ağabeydir, kardeştir. Taksici, şoför deyip geçemezsiniz. Mahallenin ağabeyidir, mahallenin bekçisidir. Bakkal, kasap, manav, terzi deyip geçemezsiniz. O mahallenin adeta ruhudur. Sokağımızın, semtimizin vicdanıdır. Çok açık söylüyorum; esnafı çıkarıp aldığınızda Türkiye tarihinde geriye hiçbir şey kalmaz”.
[5*] Marks, 18 Brumaire’de şunları yazmaktadır:
“Bonaparte, daima 10 Aralık derneğine bağlı kişilerle birlikteydi. Bu dernek, 1849’da kurulmuştu. Bir yardımsever dernek kurmak bahanesi ile Paris lümpen-proletaryası gizli kollar halinde örgütlendirilmişti, derneğin kendisi bonapartçı bir general tarafından yöneltilmek üzere, herbir kolun başına bonapartçı ajanlar konulmuştu. Geçimlerinin ve hatta kökenlerinin nereden geldiği şüpheli, yıkıma uğramış ‘kibar düşkünler’ yanında, burjuvazinin kokuşmuş serüvencileri ve döküntüleri yanında, bu dernekte, başıboş serseriler, yol verilmiş askerler, zindandan çıkmış forsalar, sürgün kaçkını kürek mahkumları, hırsızlar, şarlatanlar, lazzaroniler, yankesiciler, gözden sürmeyi çeken hokkabazlar, kumarbazlar, pezevenkler, genelev işletenler, hamallar, işsiz yazarlar, org çalıcıları, paçavracılar, bileyciler, kalaycılar, dilenciler, kısacası, Fransızların ‘bohéme’ dedikleri bu ne olduğu belirsiz, çürümüş, kararsız tüm yığın vardı.
… Ordunun kendisi bile, artık köylü gençliğin çiçeği değil, kır lümpen-proletaryasının bataklık çiçeğidir. Ordunun büyük bölümü, tıpkı İkinci Bonaparte’ın Napoléon’un yerini alması, onun yerine geçmesi gibi, başkalarının yerine bedel karşılığında asker olanlardan, başkalarının yerini alanlardan oluşuyor.”
[6*] Hassa birliği ya da hassa ordusu, 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin sarayı ve padişahı korumak için ayrılmış birimlerine verilen bir addır.
[7*] André Gunder Frank, on yıllar öncesinde şunları söylemektedir: “Bunalım (kriz), son demek değildir. Tersine, bunalım, yeniden uyum sağlama imkanları aranarak son’un önlenmekte olduğu zaman dilimidir; ancak eğer bu yeniden uyum sağlama denemeleri başarısızlığa uğrarsa, son kaçınılmaz olur. Concise Oxford English Dictionary şu tanımı veriyor: “Bunalım: Dönüm noktası, özellikle hastalık sırasında. Politikada tehlike ya da belirsizlik noktası, vb. örneğin hükümet bunalımı, mali bunalım. Yunanca krisis’ten: karar.” Yani bunalım, hasta bir toplumsal, ekonomik veya politik organizmanın süregelen eski tarzda yaşayamaz hale geldiği ve ölüm başucunda beklerken, kendisine yeni bir yaşama şansı verecek değişiklikler geçirmek zorunda bulunduğu zaman dilimidir. Bu yüzden, bunalım dönemi, bir tehlike ve belirsizlik noktası,; sistemin gelecekteki gelişimini (eğer böyle bir gelişim olacaksa tabii) belirleyecek ana kararların alındığı temel değişimlerin gerçekleştirildiği bir uğraktır.” (“Dünya Sistemi Bunalımda”, Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasal Yapılar, s. 145.)
Bu “bunalım” (“kriz”) yaklaşımı, 1980 sonrasında neo-liberal kesimlerin “kriz fırsatçılığı”nın, daha da önemlisi buna “iman” etmenin temeli olmuştur.
[8*] Che Guevara, Gerilla Savaşı:Bir Yöntem yazısında şöyle yazmaktadır: “… bu yasallık, kitlelerin zorlamasını durdurmak için kendi yaratıcıları tarafından çiğnenmek zorundadır. Hiç şüphesiz, her zorba, yasanın utanmazca çiğnenmesi, üstelik bunun onayı için sonradan yasa çıkarılması, halk güçlerini daha büyük bir gerilime itmektedir. Bu yüzden, oligarşik dikta, cephesel bir çatışma olmadan, anayasa gerçekliğini değiştirmek ve proletaryayı daha da boğmak için eski yasa hükümlerinden yararlanmaya çalışmaktadır.”
[9*] Yine de rahip Niemöller’in sözlerini anımsatalım: “Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
[10*] Bu gerçek, daha “darbe girişimi”nden birkaç gün önce “müzmin muhalif” ve düzen yanlısı Tarhan Erdem tarafından şu cümlelerle ifade edilmiştir:
“Evet, Sayın Erdoğan seçilmiş bir cumhurbaşkanıdır. Ancak seçildiği an, Anayasa’nın açık hükümlerini çiğnemiş, sonra gelişen siyasal olayları yozlaştırmış, sonraki seçimlerde seçim kanunlarının ilkelerini bertaraf etmiş, memleketini demokratik seçimlerden de mahrum bırakmıştır.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri bana göre, yasal ilkelere uyulmadan yapılmış, sonuçlarının yasal kurullarca irdelenmesi engellenmiş seçimlerdir.
Bunlar meşru seçim değildir, bugünkü fiili durum ve yürütülen anlayış sürdükçe yapılacak hiçbir seçim de, “eşit seçim” olmayacaktır.
Yurttaş olarak hiçbir şey değişmeden “seçim sonucu” olarak açıklanacak gayri meşru ilanları tanımayacağımı açıkça beyan ediyorum.
Seçim denilecek oyunda ne oy veririm, ne de sonuçlarına saygı gösteririm.” (T24, 8 Temmuz 2016.)
[11*] Bkz. Lenin’in milli kriz tahlili.
KURTULUŞ CEPHESİ – Temmuz-Ağustos 2016
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc151_2.html
Osmanlı’nın 1910’lu yılları için söylenir.. “her şahıs bir parti idi”
yani paramparça fikirler…
burada da.. RTE’nin bir şekilde birleştirdiği yığınlar ve muhalefet paramparça..
atılacak ilk 3 adım konusunda kimse, kimseye hak vermiyor.
1. Kürtlere özgürlük… Bunu sağlamaya yetecek Yerel yönetimlerin ciddi biçimde güçlendirilmesi..
2. Seküler, laik ve Avrupa Burjuva siyasetine benzese de asgari olarak, sosyal devletçilik.. Güçler ayrılığı vs.
3. Özgürlükçü bir anayasa; son on yılın suçlularından hesap sorulması…
Tüm muhalefet bunların arkasında yer alır mı? Olmaz görünüyor.
Geçmiş olsun..
Kemalistlerin, “Beyaz Türklerin” Telaşı!
Çoğu devşirme olan Beyaz Türkler, açlığın, sefaletin diz boyu olduğu bu coğrafyada hep kaymağı yiyen tabaka oldular. Seçimleri bir formalite olarak gören Beyaz Türkler, “laik, Atatürkçü” yani ayrıcalıklı kesimin uygun görmediği her seçim sonucunda “cahil halktan” şikâyetçi oldular.
Bunun en son örneği, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) genel başkanı Tansel Çölaşan’ın referandum sonuçlarına dair değerlendirmesiydi. Çölaşan, “Evet” oyu verenleri ihanetle suçlarken, “cahil” halkın varlığından/yaşıyor olmasından rahatsızlığını dışa vurma gereği duyuyordu…
Demokratlığı, çağdaşlığı giyim kuşam (biçimsel) ile sınırlı bir yaşam tarzı olarak gören Beyaz Türkler; soykırımları, katliamları, işkenceleri, yargısız infazları olağan şeyler olarak görecek kadar saltanat düşkünü/gerici ve insanlık düşmanıdırlar.
İttihat-Terakki’nin iktidarıyla birlikte bu coğrafyada söz sahibi olan Beyaz Türkler, egemen oldukları toprakları yerli halklar için büyük bir hapishaneye çevirdiler adeta.
Egemenlikleri sorgulandıkça alanları daralan Beyaz Türkler, yavaş yavaş halktan kaçmaya ve kendilerine küçük “devletçikler” kurmaya başladılar. Bu küçük “devletçiklerden” biri de, Antalya’da (bir sitede) kurulmuş durumda.
Antalya Lara’da bulunan sitenin (devletçiğin) girişine asılan tabelada, “Atatürkçü, laik demokratik insanların yaşadığı bir site” diye yazılmış.
Bu çağdışı zihniyet miadını doldurmuştur ve hüküm sürdüğü alanlar her gün biraz daha daralacak, kısa süre zarfında da tarihin çöplüğündeki yerini alacaktır. Türkiye’de yaşanan kargaşayı, hesaplaşmayı ve bunun Kürdistan’a yansımalarını bir de bu açıdan değerlendirebilirsek, halktan yana bir tutum almak daha kolay olacaktır; tabi ki halktan yana olmak gibi bir kaygımız varsa!
Nasname/Haber Yorum
http://www.nasname.com/a/kemalistlerin–beyaz-turklerin-telasi
http://media.dunyabulteni.net/250×190/2010/09/21/site.jpg
Yukarıdaki yazı bu “seküler” orta sınıfların “demokratlığı, çağdaşlığı giyim kuşam (biçimsel) ile sınırlı bir yaşam tarzı olarak gördükleri”, “soykırımları, katliamları, işkenceleri, yargısız infazları olağan şeyler olarak gördükleri” tespitinde haksız mı?
Bu kesim Alevi Kürtlere yapılan katliamları da (Koçgiri, Dersim) olağan saymamış mıydı?
Dolayısıyla bu Aleviler ile onların katledilmesini savunan -en azından mazur gösteren- Kemalist-Devletçi “seküler”ler nasıl bir araya gelebilir?
Yaşanan “kültür savaşları” mıdır yoksa “iktidar savaşları” ve bunun ideolojik mücadelesi mi?
Aynı ideolojiyi (devletçilik-milliyetçilik-orduculuk/militarizm) savunanların sekülerlik/din üzerinden çatışıyor görünmesini bir teferruat sayamaz mıyız?
Örneğin dört halife ve Emeviler döneminde birbirlerine karşı -üstelik çok daha kanlı- bir iktidar savaşını ve bunun teolojik mücadelesini veren Sünni, Şii ve Harici müslümanlar arasında bir “kültür farkı” ve “kültür savaşları” olduğu söylenebilir mi?
Aynı şeyi soldaki Bolşevik-Menşevik ya da Stalinist, Maoist, Troçkist, Anarşist -veya günümüzde liberal sol ile ulusalcı/Kemalist sol- gibi rakip gruplar için de söyleyebilirmiyiz?
Mesela bir “Stalinist kültür”den, “Troçkist kültür”den sözetmek mümkün müdür?
“DARBE” RİVAYETLERİ VE DEMAGOJİLER
[Kitlenin Güdülenmesi ve Yönlendirilmesi]
“Darbe girişimi”nin sönümlenmeye başladığı saatlerde Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş birlikleri sokaklara salınırken, birkaç yayın organı dışında tüm “medya” başlı başına bir güdüleme ve yönlendirme aracı olarak işe koşulmuştur. Kimilerinin “algı yönetimi” adını verdikleri bu “medya operasyonu”, akıl almaz bir biçimde “akıl tutulması”yla birlikte olanca hızıyla sürdürülmektedir.
Şu ya da bu kesimi dışlamayan, tüm toplumsal sınıf ve tabakaları “hedef kitle” olarak kabul eden bu “medyatik” güdüleme ve yönlendirme operasyonunun ilk demagojisi[1*], 15 Temmuz’un “seçilmiş Cumhurbaşkanına” karşı bir darbe girişimi olarak sunulmasıdır.
Burada “sihirli sözcük” “seçilmiş”dir. Üstelik “halkın %52’sinin” oyuyla “seçilmiş” bir Cumhurbaşkanı’ndan söz edilmektedir. Böylece halkın en azından %52’sinin “isteği”ne, “iradesi”ne karşı bir “darbe” söz konusu olmaktadır. Doğal olarak, bu %52, kendi isteğinin, iradesinin yok sayıldığı duygusu içine itilmektedir. Bu da, kendi iradesiyle seçtiği bir kişinin iktidardan indirilmesi kendisinin yok sayılmasıyla özdeşleştirilmesini sağlamaktadır. En azından %52’nin böyle düşünmesi istenmektedir.
Tüm “medya”, tek bir merkezden emir almışçasına (ki bu tartışmalı bir konudur) “sizin iradeniz yok sayılıyor” türünden yayınlarla %52’nin harekete geçirilmesini sağlamıştır. “Darbe girişimi”nin büyük ölçüde engellendiği ve “darbeciler”in teslim olmaya başladığı andan itibaren yürütülen bu yayın demagojisi, “CNN Türk’ün Ankara temsilcisi” Hande Fırat’ın “yataktan kaldırılarak” ekran başına geçirilip Recep Tayyip Erdoğan’la (“Facetime” üzerinden) “canlı bağlantı” kurmasıyla birlikte başlamıştır. Sonuçta %52’nin önceden iç savaşa uygun olarak örgütlenmiş lümpen kesimlerin başını çektiği belli bir kitlenin sokağa çıkması sağlanmıştır.[2*]
Hiç kuşkusuz, “seçilmiş cumhurbaşkanına karşı darbe girişimine karşı” “milletin” sokağa çıkartılması son yıllarda (özellikle Mısır’daki “Sisi darbesi” sonrasında) Recep Tayyip Erdoğan’ın “sandık” temelli “seçilmişler” demagojisinin bir ürünüdür. (“Demokrasi, sandıkta başlar ve sandıkta tecelli eder. Her zaman ifade ediyorum; sandık namustur.” – Recep Tayyip Erdoğan, 22 Haziran 2014.) “Sisi darbesi” sonrasında meydanlarda “rabia” işaretleri yaparak dolaşan Recep Tayyip Erdoğan’ın olası bir askeri darbeye karşı %52’yi sokağa dökme “tehdidi” bu demagojiyle vücut bulmuştur.
15 Temmuz gece yarısından sonra, kendisini demokrat sanandan solcu sayana kadar herkesin “seçilmiş cumhurbaşkanına karşı” yapılan darbe girişimini “lanetlemesi” demagojinin daha geniş kesimlerde kabul görmesini sağlamıştır.
Böylece AKP’nin neredeyse tüm seçimlerde “hile” yaptığına, bu nedenle de seçim sonuçlarının “şaibeli” olduğuna inanan sol kesimler de bu demagojinin esiri olmuşlardır.
İkinci büyük itibar gören demagoji, “fethullahçı darbe”nin başarılı olması halinde “çok kan dökelecekleri” söylemi üzerine inşa edilmiştir. Bunun “kanıtı” olarak da, Gölbaşındaki PÖH merkezinin ve TBMM’nin bombalanması ile “sivil halka ateş açılması” gösterilmektedir. Bunun yanında Ergenekon ve Balyoz “mağdurları”nın ekran ekran dolaşarak “fethullahçı darbe başarılı olsaydı beni kurşuna dizerlerdi” türünden açıklamalar yapmaları, bu demagojinin yerleşmesine ve yayılmasına yol açmıştır.
Bu demagojiyi pekiştirmek için de, eskimiş MHP’li ve yeni Aydınlık “yazarı” Sabahattin Önkibar’ın nereden bulduğu belirsiz “FETÖ’nün vur emri verdiği 50 isim listesi” (ki yandaş gazetecileri, özellikle doğrudan “içerden” bilgi aktaran yeni Hürriyet yazarı Abdulkadir Selvi’yi bile atlatarak) “darbe girişimi”nden iki hafta sonra piyasaya sürüldü.
Sabahattin Önkibar’ın verdiği “liste”de, “bir numara”da, hiç kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan yer alırken, ardından birkaç AKP’li sıraya dizilirken, 17. sırada Doğu Perinçek, 21. sırada İstanbul Baro Başkanı, 22. sırada Uğur Dündar, 30. sırada Soner Yalçın, 39. sırada Ahmet Hakan yer alıyor görünüyor. Böylece “Fethullahçı Terör Örgütü”nün ne kadar “kanlı” bir örgüt olduğu ve “darbe” başarılı olsaydı kimlerin “kurşuna dizileceği” hemencecik anlaşılıyor!
İşte “çok kan döküleceklerdi” demagojisi böylesine “listeler”le “kanıtlanmaya” çalışılmaktadır.
Sonuçta, “darbe girişimi” sırasında, sayısal olarak 179 sivil, 62 polis ve 5 asker olmak üzere toplam 246 “şehit” verilirken, 104 darbeci “hain” öldürüldü. Eğer “kan dökme” üzerinden ölümler kıyaslanabilirse, ortada yarı yarıya “kan dökücüler”den söz etmek gerekir. Öte yandan 104 darbeci “hain”in nerede ve nasıl öldürüldüğü de, kim oldukları da, daha da önemlisi kimin tarafından öldürüldükleri de bilinmemektedir.
Burada söz konusu olan “şehitler” ve “hainler” polis ve askerdir. Her ikisi de “kan dökmek” için silahlandırılmış özel silahlı adamlardır. Bu özel silahlı adamların amirleri ve komutanları silahlı savaşın karşı-devrimci kurallarıyla eğitilmişlerdir. Açıkçası, bu özel silahlı adamlar alabildiğine kan dökerek zafer kazanılacağını bilirler.[3*] Savaş terminolojisiyle söylersek, “mutlak savaş” ve “topyekün savaş” doktriniyle hareket ederler. PÖH’cülerin Cizre’de duvarlara yazdıkları gibi, “kurdun dişine kan değmiş” olduğundan her iki kesimin de “kan dökücü” oldukları ortadadır.
Eğer “darbe”, “karşı-darbe” ve “iç savaş” savaş türleriyse, şu açıkça bilinmek zorundadır: “Savaş bir şiddet hareketidir ve bu şiddetin sınırı yoktur. Diğer taraflardan her biri diğerine iradesini kabul ettirmek ister, bundan da karşılıklı bir eylem doğar ki, kavram olarak ve mantıken, sonuna kadar gitmeyi gerektirir… Amaç düşmanı etkisiz hale getirmektir.”
İnsanların demagoji ile güdülenmesi (motive edilmesi) gerçeklerin üstünü örtmektedir. “Darbe” gecesi “sivil halk”ın “darbeci askerleri” alabildiğine dövmesi, ele geçirilen “darbeciler”in açık işkenceye maruz kalmaları “çok kan dökeceklerdi” demagojisinin ne kadar boş ve anlamsız olduğunu göstermektedir.
15 Temmuz’un üçüncü demagojisi ve güdüleme söylemi, doğrudan doğruya “şehitler” ve “hainler” ayrımına dayandırılmaktadır. Demagojiyi sürdürenlerin “meşrebi”ne göre, bu “hainler”, kimi zaman “vatan haini”, kimi zaman “insan katili” vs. olarak tanımlanmaktadır. Bu demagojinin hedefindeki kitlenin “hainler”e itibar etmeyeceği çok açıktır.
Öte yandan “ölen siviller”, resmen ve “kanunen” “şehit” ilan edilerek ödüllendirilmiştir.
İşte bu demagojiye küçücük direnç gösteren (Habertürk’deki programda “darbe girişimi” sırasında ölen sivillere bir akademisyen olarak “şehit” demeyi reddetmesi) Prof. Dr. Nurşen Mazıcı hemencecik “hain” ilan edilmiştir. Hatta bir bakan Nurşen Mazıcı’nın “insan bile” olmadığını söyleyebilmiştir.
Dördüncü demagoji, “Erdoğan giderse yerine daha beteri gelir” sözleriyle ifade edilen “gelen gideni aratır” halk sözüne dayandırılmaktadır. Böylece “allah daha beterinden korusun” zihniyeti içinde Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak iktidarı”nın kabul edilmesi sağlanmak istenmektedir.
Bu demagoji, “Abdi ağa”yı vuran ve yerine daha “beter”, daha büyük zulüm yapan “Kel Hamza”nın gelmesi karşısında köylülerinin gösterdiği tepkiyle ne yapacağını bilemez hale gelen İnce Memed’i akla getirmektedir.[4*]
Gerçekte ise, böylesine bir “motto” ya da “ikilem” yoktur. Diyalektiğin ünlü sözüyle, “aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” ve tarih, basit yinelenmelerden ibaret değildir.
Beşinci demagoji ve güdüleme unsuru, bir kez daha “Osmanlı”dan üretilmiştir. Bu da, Sokullu Mehmet Paşa’nın meşhur “sakal edebiyatı”dır.
Ankara Gölbaşı’ndaki (ki burası aynı zamanda MİT’in gerçek merkezidir) Polis Özel Harekat Daire Başkanlığı’nı (“darbeciler” tarafından bombalanmış ve 50 “şehit” verilmiş) “ziyaret” eden, “şehitler” için Kuran okutan, gösterilen “darbe belgeseli”ni izlerken “gözyaşları döken” Recep Tayyip Erdoğan şöyle konuşmuştur:
“Şu gördüğümüz bina ile bu yaptıkları tahribatla bunlar bizim sakalımızı kestiler. Unutmayın kesilen sakal çok daha gür biter. İnşallah bunun yerinde çok daha muhteşem, çok daha güzel bir eseri en kısa zamanda proje bitmiş vaziyette, inşa edeceğiz.”
Bilindiği gibi, 1571 yılında, “Haçlı donanması” İnebahtı’da Osmanlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu yenilgi sonrasında Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın Venedik elçisine şunları söylediği rivayet edilir: “Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın yerine daha gür çıkar.”
Hemen hemen tüm öğrencilerin tarih kitaplarından ezbere bildiği bu sözler, birden Recep Tayyip Erdoğan’a “ilham” vermiş görünmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, “Fethullahçılar” PÖH’çüleri bombalayarak Recep Tayyip Erdoğan’ın “sakalını” tıraş etmişler; Recep Tayyip Erdoğan da devlette yaptığı tasfiyelerle “Fethullahçılar”ın “kolunu” kesmiştir! Zavallı demagog, Osmanlının çöküşünün başlangıcındaki bir olaydan başka bir demagoji konusu bulamamıştır.[5*]
Sözünü edeceğimiz son büyük demagoji ise, “üst akıl”la ilgilidir.
Recep Tayyip Erdoğan ne zaman sıkışsa, alt edemeyeceği ya da açıklayamayacağı bir sorunla karşılaşsa, hemen her zaman bunları yapanın “üst akıl” olduğunu söyleyip durur. Olayın ya da sorunun ortaya çıktığı zamanı “manidar” bularak yapılan bu “üst akıl” demagojisi, herkesin içini kendisinin dolduracağı belirsizlik oluşturur. Zamanlama hep “manidar” olur ve yapanlar da hep “üst akıl”dan emir alır. Hemen herkes bu “üst akıl”ın ABD olduğunu düşünür, ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’yle “arasını bozmamak” için böyle bir söylem tutturulduğunu düşünür. Ama demagoji her durumda amacına ulaşır. Çünkü olanlar ABD’nin “tezgahı”dır ve “gelişen ve büyüyen Türkiye’nin önünü kesmek” için kurulmuştur. Gezi Direnişi de, PKK’nin “hendek savaşları” da ve nihayetinde 15 Temmuz “darbe girişimi” de hep bu “üst akıl”ın “tezgahı”dır! Almanya’nın “Ermeni soykırımı” kararı için de, “Burada bir üst akıl var. Talimat gelmiş olmalı” diyebilmiştir. ABD Başkanı Obama’yla “görüşebilmek umudu”yla katıldığı Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde bir gazetecinin “ABD yönetimi basın ve ifade özgürlüğü konusunda neden Türkiye’ye baskı yapıyor?” sorusuna, “Üst akıl dediğim olay da bu zaten. Üst akıl, Türkiye üzerinde oyun oynuyor. Türkiye’yi bölmek, parçalamak, güçleri yeterse yutabilmek…” biçiminde yanıt verirken “üst akıl” demagojisini alabildiğine kullanıma sokmuştur.
Adnan Menderes’ten Süleyman Demirel’e, Turgut Özal’a vb. kadar uzanan “dini bütün muhafazakar” iktidarları ABD ilişkilerinde ne zaman ciddi ve büyük bir sorunla karşılaşsalar, ilk yaptıkları iş “Sovyet kozu”nu oynamak olmuştur. Bu “koz” oyunu, “sorun” zamanlarında Moskova’ya “resmi ziyaret” yaparak oynanır. Hiçbir zaman ABD bu iktidarlar tarafından doğrudan suçlanmaz. Bunun yerine “imalı sözler”le başa gelen “musibetler”in sorumlusu olarak ABD gösterilir. Böylece “dünya imparatoru”, “süper güç” ABD’nin “yola” getirileceği sanılır.
Bu demagojinin sürekli yapılmasının ve etkili olmasının nedeni ise, Türkiye halkının Amerikan emperyalizmine karşı duyduğu tepkidir. 1960-80 döneminde yürütülen anti-emperyalist mücadelenin kitlelerde oluşturduğu anti-emperyalist bilinçtir bu. Ancak anti-emperyalist devrimci mücadelenin geri çekilmesiyle birlikte, bu bilinç de, özellikle islamcılar tarafından “milliyetçi” bir temele oturtulmuştur. Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın “üst akıl” demagojisi işte bu “milliyetçi” tabana dayanmaktadır.
“Üst akıl” demagojisini tamamlayan söylem de “Ey…” diye başlayan, “Sen kimsin? Haddini bil”le süren lümpen söylemdir.
İşte bütün bu demagojiler “darbe girişimi” sonrasında olağanüstü boyutlarda devreye sokulmuştur. Daha düne kadar hiçbir “medya” organında yer verilmeyen Ergenekon ve Balyoz “mağdurları”, bu demagojilerin etkili olabilmesi için televizyonlara çıkartılmaya başlanmıştır. Amaç, “müzmin Recep Tayyip Erdoğan karşıtı” kişiler aracılığıyla demagojilerin “gerçek”miş gibi algılanmasını sağlamaktır. Onlar, başlarına gelen herşeyin sorumlusu olarak “Fethullahçıları” gördüklerinden, kolaylıkla kullanılabilmektedir. Ünlü sözle “kullanışlı aptallar” durumundadırlar.
Son olarak, “sol”un, legalist solun bu demagojiler karşısında içinde debelendikleri ikilemlerden söz edelim.
“Sol”, hemen hemen tüm “kriz” zamanlarında ya da bunalımın derinleştiği dönemlerde kendisini hep ikilem içine sokmuştur. Bir zamanlar “türbana özgürlük” yürüyüşlerine katılan “sol”, “gerçek demokratlar” oldukların gösterebilmek için “din ve vicdan özgürlüğü” adına hareket etmişlerdir. Bunu yaparken de, sürekli olarak “şeriatçılığa karşı” olduklarını, ama “faşist 12 Eylül anayasasına da karşı” olduklarını yineleyip durmuşlardır.
Benzer durum PKK’nin değişik eylemlerinde ortaya çıkmıştır. Devrimciler tarafından olduğu kadar, her türden demokrat ya da ilerici insanlar tarafından “asla onaylanamayacak” PKK eylemleri gerçekleştiğinde (örneğin Ankara’da otobüs durağına yönelik son intihar eylemi gibi), “devlet ile PKK” arasına sıkışmışlardır. PKK’nin eylemini “kınasalar” devletten yana görünecekler, kınamasalar eylemi “onaylamış” görüneceklerdir. Bu tür ikilemler arasında hiçbir tavır almadan bekleyegelmişlerdir. Sonuçta “ne o, ne bu” cinsinden sloganlar üretmekle yetinmişlerdir.
Dün “diktatörlüğe de, darbeye de hayır”, “ne şeriat ne darbe” sloganlarıyla içine düştükleri ikilemleri önemsizleştirmeye çalışan “sol”, bugün “askeri ve sivil darbeye karşıyız” diyerek büyük bir “keşifte” bulunmuş olmaktadır! (Bu arada bu ikilemci slogan, “ne şeriat ne darbe, tam bağımsız Türkiye” ya da “demokratik laik Türkiye” şeklinde versiyonlara sahiptir.)
Bu tür ikilemci sloganlar, “sol”da “iç ferahlığı” sağlasa bile, pratikte edimsiz, eylemsiz, sözcüğün tam anlamıyla tavırsız kalınmasına yol açmıştır. Bu öylesine belirgindir ki, “darbe girişimi” sonrasında “sol” ne diyeceğini ve ne yapacağını bilemez halde sadece “iç geçirmeler”le kendisini oyalamıştır. Bu ikilemler karşısında “paralize olmak”[6*] “sol”un pasifizminin ve korkusunun bir sonucudur.
“Darbe girişimi” sonrasında yapılan “sol” bir değerlendirmede şunlar söylenmektedir:
“Dün yaşananların ülkemiz açısından en acı boyutu ise, Türkiye sosyalist hareketinin bir bütün olarak sergilediği çaresizlik halidir. Ülkede bir yandan savaş uçaklarıyla kentler bombalanır bir yandan da genç erlerin boğazı cihatçı katiller tarafından kesilirken, sosyalist hareket toplu olarak izleyici konumunda kalmak zorunda olmuştur. Bu durum, ne yok sayılabilecek ne mazur gösterilebilecek ne de çeşitli mazeretlerle normalleştirilebilecek bir aczi göstermektedir. Türkiye sosyalist hareketinin en ivedi biçimde söz konusu durumun nedenlerini bulması ve bu etkisizlikten sıyrılmanın yolunu bulması bir zorunluluktur. HTKP, Türkiye sosyalist hareketinin bu ertelenemez görevinin sonuca ulaştırılması konusunda her tür çabanın önde gelen parçalarından olacaktır.”
Daha “darbe girişimi”nden birkaç gün önce birden “iç savaş”ı keşfeden Okuyan-Aydemir kesimi gibi, HTKP de birden “sol”un “çaresizlik hali”ni keşfetmiştir. Ama ikilemci sloganlar üretmekten başka yapabilecekleri bir şey de yoktur. Tıpkı “Halkevciler”in “darbe girişimi” sonrasında yaptıkları açıklamada söyledikleri gibi: “Ne askeri ne sivil diktatörlüğe izin vereceğiz! Özgür, demokratik, laik bir ülke için mücadele edeceğiz!”
Nasıl?
Bunun yanıtı yoktur.
“Sol”un, HTKP’nin “merkezi açıklaması”nda ifade ettiği “çaresizliği”, “aczi” legalizminden türemektedir. “-ceğiz, -cağız”larla durum idare edilmeye çalışılmaktadır. Ama gereğini yapabilmek için ne doğru bir devrimci çizgiye, bakış açısına sahiptirler, ne de bu yönde bir örgütlenmeye. Ellerinde tuttukları örgütlenmelerle (ki illegal havalar atılabilen legal örgütlenmelerdir) mevcut düzenin yasal sınırlarının ötesinde bir şey yapamazlar. Ve bugün mevcut düzenin yasallığı tümüyle ortadan kalkmıştır. Ama “sol”, buna “inanma” sorunu yaşamaktadır. “İnanabildikleri” bölümü ise, birkaç “baş yöneticiyi” “ne olur ne olmaz” diyerek “korumaya” almaktan ibarettir.
Böylesine felç olmuş, çaresiz, acz içindeki “sol”un Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptıkları bir yana söylemleriyle bile baş edebilecek hali yoktur. Belki de “darbe” rivayetleri ve demagojilerinden çıkartılabilecek tek sonuç budur.
Dipnot
[1*] Bir kez daha anımsatalım: Demagoji, halk kitlelerinin ön yargılarına, içgüdülerine ya da korkularına dayalı söylem ve siyasettir.
[2*] Burada solculuk adına poliyannacılık oynayabiliriz: (Neyse ki,) “Türkiye çapında sokağa çıkanların toplamı 200 bini bulmadı.”! (Oya Ersoy)
[3*] Bu savaş gerçeğini Clausewitz şöyle tanımlar: “İnsancıl kişiler belki kolaylıkla, düşmanı çok kan dökmeden silahsızlandırmanın ve yenmenin etkin bir yöntemi bulunduğunu, ve gerçek savaş sanatının bu amaca yöneldiğini düşünebilirler. Ancak bu istenilir bir şey gibi görünmesine karşın, aslında bir çırpıda bir kenara itilmesi gereken bir yanılgıdır. Savaş gibi tehlikeli bir işte, iyi yüreklilikten gelen hatalar başa gelebilecek şeylerin en kötüsüdür. Fizik gücün sonuna kadar kullanılması hiç bir zaman zekanın kullanılmaması anlamına gelmediğinden, bu fizik gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf, aynı şekilde hareket etmeyen diğer tarafa oranla avantajlı bir durum elde eder. Neticede de iradesini hasmına kabul ettirir. Böylece her iki taraf da aynı şeyi düşündüğünden, birbirlerini aşırı hareketlere iterler ve bu aşırılıklar karşı tarafın güç ve direncinden başka bir sınır tanımaz.” (Savaş Üzerine, s. 44-45, Şiar Yalçın çevirisi.)
[4*] “Memedin aklında hep Abdi gitti Hamza geldi vardır. Ali Safayı öldürse Kenan gelecekti. Ne yapacağını düşünür durur.”
İşte bu düşünce içinde sıkışıp kalan İnce Memed ne yapacağını bilemez halde dolaşıp durur. Ve İnce Memed bu sıkışmışlıktan İdris Bey’le konuştuğunda kurtulur:
“Abdi gitti Hamza geldi.”
İdris Bey:
“Hamzayı da öldür,” dedi.
Memed, İdris Beyin saflığına gülümsedi.
“Gene Hamza gelecek. İlde Hamza çok. Hamzanın kökünü kurutmak yok mu?”
İdris Bey:
“Onu bilmem,” dedi. “Ben önce Hamzayı ortadan kaldırırım, gelecek Hamzayı da geldiği zaman düşünürüm.”
[5*] Recep Tayyip Erdoğan bu “sakal edebiyatı”nın diğer bir bölümünü de 11 Mart’ta Burdur’da yaptığı konuşmada dile getirmiştir. “Bunların inlerine gireceğiz dedim. Girdik mi, girdik, girmeye devam ediyoruz” diye başladığı konuşmasını şöyle sürdürmüştür: “Buradan sesleniyorum. Osmanlı İnebahtı’da bir yenilgi yaşamıştı. Kılıç Ali Paşa komutasında o yenilgiyi yaşadığında komutan üzgündü, süzgündü, fakat Sokullu oradan gürledi. Ne dedi? ‘Paşa paşa sen bu devleti ne sanırsın. O yelkenlerin direklerini gümüşten, bütün yelkenlerini de atlastan yapmak suretiyle yolumuza devam ederiz.’”
[6*] Felç olmak, kıpırdayamaz hale gelmek.
KURTULUŞ CEPHESİ – Temmuz-Ağustos 2016
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc151_3.html
kimmseye güvenilemez. Zaten böyle bir güven de duymam. Huntington’ın hatası, olayı bir doğu-batı ya da hristiyan-müslüman çatışması olarak alması ve toplumları yekpare görmesidir. Oysa bugün kültürel savaşlar bütün toplumların içinde farklı bir şekilde sürmektedir.
son teze katılıyorum.
Bir olaya ne kadar yakından ve ayrıntılı bakarsanız onu kavramanız o kadar zorlaşır. Bu yüzden en iyisi uzaktan ve kuş bakışı bakmaktır.
Yeni Safak’ta yazan Yusuf Kaplan, birilerinden surekli alintilar yazar. Biri suydu, ayrinti ayartir, dolayisiyla ayrinti pagandir.
21-fikir’e verdiginiz cevap tam da Y. Kaplan’in dedigi gibi olmus Zileli.
Kusbakisi yap gec, ayrintiya dalma, kafaniz karisir, seytani paganlarin oyununa gelirsiniz, demissiniz acikca!
Kusura bakmayin Zileli, kacak cevaplar veriyorsunuz…
Arkadasin biri HDö nun dergisinin son sayisini buraya komplevkopilemis yaaa:)
olabilir. kusura bakmadım 🙂
https://mehmetaliguller.com/2016/08/03/f-tipi-yapilara-karsi-cumhuriyet-cephesi/
Sanırım bahsettiğiniz kişi Fransız değil Yozgatlı. (http://www.birgun.net/haber-detay/aramizda-tek-kelime-gecmeden-darp-ettiler-122509.html) Fakat temelinde dile getirdiğiniz hakikat değişmiyor, bir yanda barış ruhu hatta yeri geldiğinde polise börek ikram edildiği için alay edilen bir yerde ise kör linç ruhu.
Ben bu yazdıklarınızda Gezi’de de yer alan kendilerine anti-kapitalist müslümanlar diyen grubu nereye koyduğunuzu merak ediyorum, hatırlarsanız Gezi sırasında bu güruh çember altında diğerleriyle korunarak namaz kılmıştı. Bu grubun şu anda tanık olduğumuz faşist sünni gruba ya da ileride o grubun siyasi duruşuna etkisi olabilir mi? Gerçi bu denli büyük olduklarını ve zamanında belki sizin söz ettiğiniz o sarıklılardan olma ihtimalleri de epey çok..Neyse.
R.T.Erdogan sunu derdi bir zamanlar, ‘ey Turkiye, sen buyuksun, buyuk dusun, ayrintilarda kaybolma.’
15 Temmuz’dan sonra Erdogan, guruhuna, ‘ust akla odaklanin, FETO bir kukladir, masadir, ayrintilarda kaybolmayin’, diyor.
15 Temmuz’dan sonra Zileli, sitesini okuyanlara, ‘Erdogan’a odaklanin, FETO-METO bunlar Erdogan’in uydurmalaridir, ayrintilarda kaybolmayin’, diyor.
Sonuc:
Recep Tayyip Erdogan ile Gun Zileli arasinda fark yok!
Ikisi de kendi guruhundaki populerligini percinlemek pesinde.
Erdogan, sag otokrat.
Zileli, sol otokrat.
Anarsizm mi? Ozgurlukcu olmak mi? Bunlar sadece manivela.
Bir dusunur ve eylem insaninin dedigi uzere, ‘amaca giden yolda kullanilan her arac mubahtir.’
Buradaki araclar ise ‘anarsizm ve ozgurlukcu olmak kandirmacasi’dir!
Yukarida linkleri verilen ‘Kurtulus Cephesi’ yazilarini okudum.
Icerik olarak hayli iyi doldurulmus olduklarini teslim etmeliyim.
‘Ici dolu’ derken, bir ‘yenilgi ilani’ icin hayli belagatli birer yazi olduklarini soylemek istiyorum.
Birkac ornek:
“Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘evlerinde zorla tutuyoruz’ dediği ‘%50’ artık sokağa egemendir ve her türlü karşıtlığa ve muhalefete saldırmaya hazır durumdadır. Bu da, bir iç savaşı göze almaksızın ve iç savaşa göre hazırlanmaksızın toplumsal muhalefetin yapılamayacağı demektir. (Üstelik AKP’nin ‘%50’sinin yanında MHP’nin %15’i de iç savaşın kitlesel gücü haline gelmiştir.)”
Hay Manitu!.. Ah, keske olsa tonlarinda surekli ‘ic savas’tan bahsederken, karsi cephenin en az %65 oldugunu soylemek..
‘Oteki’lerin %50’lerde oldugu soylenegelirdi.. aniden %35’e inmis..
Zannedersem, bu %35’in onemli bir kismini Aleviler teskil ediyor –uzun zamandir soylenen, ya da ima edilen budur.
O oyle de, acaba bu ne kadar isabetlidir. Su yazidan mulhem soruyorum:
http://haber.star.com.tr/yazar/icerden-bir-ciglik/yazi-1130633
http://odatv.com/cemaat-abileri-her-seyi-anlatti-0308161200.html
“Yine 1990-91’li yıllarda değişen hükümetlerle yapılan pazarlıklara bağlı olarak mesela Oltan Sungurlu döneminde bölge imamları, semt imamları, yargıya girdiler. Hatta alevi dedelerinden referans bulmak suretiyle yargıya sızmak en çok Seyfi Oktay döneminde oldu. O dönemde yargıya giren ve bölge imamı seviyesine gelmiş insanlar son 5 yılın özel savcıları oldular ve bir kısmı da Yargıtay, Danıştay gibi yüksek mahkemelere atandılar.”
Kendisinin de bir Alevi dedesi oldugu soylenen Seyfi Oktay’in, eger iddialar dogruysa, diger Alevi dedelerinden referans getirenlere –laiklik/sekulerlik adina tabii ki– bazi yardimlarinin olmasini anlayisla karsilamakla beraber, onun da cikip ‘Allah affetsin’ deyip demeyecegini merak ediyorum.
Neyse. Bu dogruysa, o tarlanin da hayli iyi surulmus, ekilip-bicilmis oldugu dusunulebilir..
Baska bir deyisle, o %35 rakkaminda dahi ciddi bir iskonto sozkonusu gibi gorunuyor..
‘Kurtulus Cephesi’nin ayni yazidaki onerilerinden birisi de bu:
“Bu koşullarda, saldırı ve katliam girişimlerine karşı kitlelerin yapabileceği tek şey, bulabildikleri her türlü direnme ve savaş aracını yanlarına alarak kırsal alanlara çekilmektir.”
Hmmm.. ‘Toz olun’ anlamina geldigini dusundugum bu onerideki ‘toz olmak’ ‘ortalikta gorunmeyin’den cok, mini minnacik toz zerrecikleri haline donusun ve ‘su anda zaten az buldugumuz sayiniz, siyaseten tamamen etkisiz hale gelsin’e daha yakin gibi duruyor.
Bu da, bana, ‘swan song’ kavramini hatirlatiyor.
Malum, rivayet olunur ki, kugu, omrunun sonunun yaklastigini bir sekilde anlar ve bir koseye cekilip kendilerine agit yakar..
[Gercekten ‘agit’ midir? Bilinmiyor tabii ki; ama, biz insanlar oyle yorumlariz.]
‘Devrimci sol’un artik (kendileri rahat ortamlarda teori uretip) cepheye surecek kitlelerinin bittigini duymak uzucu tabii.
Ama, evrim de tam olarak bu degil miydi zaten –luzumsuz/fonksiyonsuz kalmis canli turlerinin veya bunyedeki organlarin evrim agacindan budanmasi.
benim ağzımdan ya da bana atfen yazdığınız şeyler sizin kafaünızdan uydurduğunuz şeyler. Ben “fetö Erdoğan’ın uydurmasıdır” diye bir şey demedim hiçbir zaman. Bu siteideki yeni ve eski yazılara bakanlar böyle bir şey demediğimi göreceklerdir. Benim söylediğim sadece, iktidarın bugün bir cadı kazanı kaynattığıdır. Bu cadı avına katılmak iktidara yamanmak anlamına gelir. Bunu Demir Küçükaydın da yazmıştı. Bu sitede var.
ben öyle düşünmüyonrum. Anti-kapitalist müslümanlar bugün seküler kültürel mücadele veren kesim için bir şanstır. Gezi’de de yearyüzü sofralarıyla falan çok olumlu bir rolleri olmuştur. Onları dışlamak değil, tersine üzerlerine titremek durumundayız.
necip isimli sahsiyet–trol oldugu besbeli..
ayni kelamlara facebook sayfalarinda rastgeldim.
ve hatta bu kimliksiz kisiler- en baslarda, che, deniz, nazim referanlariyla sizdilar- ahaa..16 temmuz öncesi, tehditle ustu kapali olacaklari duyurdular. cuma gunun ardindan sevinc cigliklariyla safamda yer aldilar..böyle iki yuzlu böylesine alcak,yoksun olduklari kultur geregi bizlerden calinti yaparak varolmaya calisanlar-kisa surede degil belki ama kanallari evrime tikali oldugundan, birgun mutlaka yok olacaklar.
Necip’e
Farzedelim ki siz 610 tarihinde Konstantinopolis ya da Rey şehrinde yaşayan, üst/orta sınıf mensubu, ortalamanın üzerinde bilgili, okumuş, aydın bir Bizans ya da İran vatandaşısınız (bugünkü konumunuzun o tarihteki karşılığı diyebiliriz sanırım) ve birileri size Hicazlıların ülkenizi istila etmekle kalmayıp İspanya’dan Orta Asya’ya kadar olan yerlere egemen olacağını söyledi (bu arada Muhammed’in çevresine daha Mekke’de bunları vaadettiğini -tıpkı Kurtuluş Cephesi’nin “ütopik” devrimci söylemleri gibi- unutmayalım).
“Realist” biri olarak vereceğiniz yanıt ne olurdu?
“610”u “2016”, bu yerleri ele geçirmeyi de “devrim” olarak değiştirince vereceğiniz cevaptan (yani bugün söylediklerinizden) ne kadar farklı olurdu?
Bütün bu olup bitenin İslamcı kültür ile seküler kültür arası mücadeleye indirgemek sorunlu zihnimizdeki korkuların yansıması olabilir.Zileliden daha kapsamlı derinlikli yazılar beklediğimiz toplumsal hareketliliğin siyasal krizin yönetim krizinin derinleşip devletin kurumlarının iktidar eliyle yeniden iktidarı tahkimi için yapılandırıldığı geçiş ve kaos dönemlerinde Zileli işin özünden çok detayına odaklanmış.
Bunu fırsat bilen aktrol efendi hizmetkarı Necip te bak biz sizi yendik nerdeyse toz oldunuz görünmez oldunuz anlamına gelen yoruma Darwini de katıp sitedeki görevini yapmıştır.
Bu sitede ne işin var ıktır git derken zileli ne düşündü bilmiyorum ama adam Kurtuluş cephesi gibi aslında özgürlükçü toplumsal devrimci politik dinamikler içinde dar bir azınlığı temsil eden anlayışın analizinden kalkarak
”bitişinizin itirafı”” cümleleri kurmak ironidir.
Burada toplumsal muhalefeti kırda silahlı mücadeleye çağırıp bunu yapacakların olmadığını söyleyebilmek en azından bu gün ve yıllardır bereketli toprakların kırlarında çok ağır bedelle ceberrut devlet-iktidarların red,inkar,imha savaşına direnen gerçekliği görmemek kasıtlı değilse kendini en devrimci öncü sanıp kendi yapmaya çağırdığını yıllardır yapabilenlere fesatlanma değilse nedir?????
Tv de c.başkanı başdanışmanı yeni ittifaka uygun anaysada Atatürkün kurucu değerlerle yer alacağını savunuyordu.bayrağı atatürkü askeri polisi ne varsa vatan millet sakaryayı bütün millici ulusalcıların elinden efendi aldı siz hala İslamcılık şeriat tehlikesinden korkup bunları yazıyorsunuz şaşırdım
Necipin efendisi gerektiğinda Atatürk bayrak vatan milletle muhalefeti dizayn terbiye yada imha eder eğer gerekirse sokağa saldığı ”’kanımız aksada zafer islamın”’deyip ya allah ya bismillah ile kelle kesenle muhalefeti Hal leder o andaki konjöktür hangisine uygunsa onunla yapar öyle değilmi Necip…….
Necip de burda halleden tarafın taraftarı egosuyla yukardan cümle kurar…..
Ama hesapta olmayanlar var bereketli topraklarda bütün zülümlerin üstünde denenip bir türlü hal edilemeyenler var????
Kırda kentte gayrimeşru zalimlere teslim olmayanlar var??
Bu günlerin halka ne getirdiğini efendinin yandaşlarına ne getirdiğini bu gariban halkın anlamadığını sanıp halkı enayi yerine koyunlara bu faturaların kesildiği gariban halk büyük faturayı keserse şaşırmayın!!!
öğretmen memuru fetö kandırmışsa memurluk yapamaz!!!!
c.başkanı iktidarı kandırırsa işine devam!!!!
Bu ve benzeri olup bitenin halkın aklıyla alay etmedir.Bu gün şiddet araçlarınla itirazı engellesende ilk sandıkta hüsran olursanız şaşırmayın!!!!!
Necip bu Kurtulus cephesi o Kurtulus cephesi degil yani dev sol degil Hdö bunlar yani acilci:)
Nexip Kurtulus cephelerini karistirmis. Ama Dev Sol elestriside Polis agzi kokmuyor degil. Bir kac kisi haricinde kuruculari (haydi onderleri diyeyim9 en cok oldurulmus orguttut. oyle kenardan teori yapip birilerini cepheye sürmek elestrisi pek zayif kalir.Ayrica teori yapmakta HDö culerden geridedirler, teorileri slogan duzeyindedir.:)
Sayın Zileli darbe girişiminin hemen ertesinde “toplumun kanserli olmayan, temiz hücreleri harekete geçti” demiş ve bu girişimin Gülencilerden gelmediğini ısrarla savunmuştunuz. Sonrasında, ortaya çıkan deliller mi sizi bu konuda paylaşım yapmamaya, gündemle alakalı görünen aslında alakasız olan (en azından fikri takip açısından) paylaşımlarda bulunmaya itti acaba merak etmekteyim. Bu konuda bir yazınız olacak umuduyla sürekli sayfanızı tazelemekteyim. Yanılmışım da diyebilirsiniz, erken karar vermişim de diyebilirsiniz, ama bir şeyler yazın lütfen. Saygılar…
Askeri Darbe Girişiminden OHAL Düzenine
Egemen kesimler arasında kıran kırana iktidar kavgalarıyla yol alan Türkiye kapitalizmi, özellikle 2011’den sonra, Erdoğan ve AKP’nin içeride ve dışarıda gütmeye başladığı siyasetin beslediği derin çelişki ve çatışmaların patlamasıyla karşı karşıyadır. 15 Temmuz gecesi gerçekleşen başarısız askeri darbe girişimi, burjuva devletteki yarılmanın derinliğini göstermiştir. Şimdilik güç üstünlüğünü eline geçiren Erdoğan ve AKP, olağanüstü hal ilan ederek ve tabanını sokakta tutarak hızla darbecileri tasfiye etmeye ve bu arada devlet içinde veya dışında tüm muhalif kesimleri sindirmeye girişmiştir. Özetle, başarısız darbe girişimini fırsata çeviren iktidar, Erdoğan’ın tek adama dayalı yönetimi altında, başta ordu ve yargı olmak üzere tüm devlet yapısını hallaç pamuğu gibi atarak, devleti ve rejimi yeniden yapılandırmaya girişmiştir. Erdoğan liderliğinde tırmandırılan gidişatın bir sonucu olarak zaten büyük ölçüde devre dışı kalmış olan Meclis, olağanüstü halle birlikte bir kabuğa dönüşmektedir. Darbe ve karşı-darbe biçiminde kendisini ifade eden burjuva iktidar savaşı, emperyalistler arası güç mücadelesinin de etkisiyle, önümüzdeki dönemde siyasal ve dolayısıyla toplumsal kriz ve çatışmaları azdıracak, yeni darbeleri tetikleyecek bir dinamiğe sahiptir. Dolayısıyla şu anda burjuva devlete ve burjuva siyasete hâkim olan şey, tümüyle kaos ve belirsizliktir.
İşçi-emekçi kitleler ise bu olağanüstü kriz ve kaos koşullarında, ne yazık ki örgütsüz ve bilinçsiz konumdalar. Bundan dolayıdır ki büyük yanılsamalara ya da korkulara sürüklenerek burjuva iktidar kavgasına payanda ediliyorlar. Geniş emekçi kitlelerde tam anlamıyla bir kafa karışıklığı söz konusudur. AKP’ye oy veren kitleler başta olmak üzere toplumun büyük bir kesimi, hükümetin yönlendirmesi altında, darbe girişimini tümüyle Fethullah Gülen cemaatine bağlamakta ve tepkisini şeytanlaştırılan Gülen’e yöneltmektedir. Buna karşın AKP’ye muhalif kesimlerde ise, bu darbe girişiminin Erdoğan’ın başkanlığının önünü açmaya dönük bir “tiyatro” veya “tezgâh” olduğu fikri ve duygusu hâkimdir. Bu komplocu görüş ne yazık ki şu ya da bu şekilde sol kesimler içinde de yansımasını bulmaktadır. Hiç kuşkusuz hem darbe girişimini sadece cemaate bağlamak ve onu burjuva devlete dışsal bir örgütlenme olarak görmek hem de darbenin başarısız olmasından ve cevapsız kalmış sorulardan hareketle darbe girişimini Erdoğan’ın bir komplosu olarak nitelemek yanlıştır.
Marksistler, burjuva düzendeki her türlü siyasal ve toplumsal gelişmenin kaynağında kapitalist üretim ilişkilerinin, sınıflar mücadelesinin, egemen sınıfın iç iktidar kavgalarının olduğunu bilirler. 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşanan gelişmeler de işte bu perspektifle değerlendirilmelidir.
Kim bu askeri darbeciler?
1. Bugün hükümetin pompaladığı görüş darbeyi Gülen cemaatinin örgütlediği ve darbecilerin ordunun küçük bir kesimini kapsadığı yönündedir. Lakin gerçekler ile kitleleri aldatmaya dönük yapılan açıklamalar çelişmektedir. Ortadaki manzara net bir şekilde gösteriyor ki, geleneksel ordu yapısı ikiye bölünmüş ve toplam sayıları 360 civarında olan general ve amirallerin neredeyse yarısı darbe girişiminin içinde yer aldıkları iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklanmıştır.
2. Şu ana kadar gözaltına alınan 18 bini aşkın insanın yaklaşık 10 binini askerler oluşturmaktadır. Erleri bir kenara bıraksak bile, gözaltına alınanlar arasında general ve amirallerin dışında binlerce albay, yarbay, binbaşı, yüzbaşı, teğmen ve astsubay yer almaktadır.
3. Türkiye’nin 40 kentindeki en önemli tabur, kolordu ve orduların komutanlarının bu darbeye katıldıkları iddia edilmektedir. Genelkurmay Başkanının en yakınındakiler, yani ordunun en mahrem kısımlarına giren yaverler ve özel kalem müdürü subaylar ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaverinin de dâhil olduğu bir askeri darbe girişimi söz konusudur.
4. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı ve Yüksek Askeri Şura üyesi Akın Öztürk, ikinci ordu komutanı ve kolordu komutanları da darbecilikten tutuklanmıştır. Hava, kara ve denizcilik istihbarat dairelerinin ve en önemli jet üslerinin komutanları darbenin bir parçası, daha doğrusu kalbinde yer alıyor gözükmektedir.
5. Dolayısıyla böylesine geniş kapsamlı bir darbe girişimini tek başına Gülen cemaatinin örgütlediği iddiası gerçekleri yansıtmamaktadır. Daha ilk gün tespit ettiğimiz gibi, bu darbe, ordunun geleneksel Kemalist yapısından gelenler ile Gülenci subayların bir biçimde ortaklaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Darbecilerin temel buluşma noktaları AKP ve Erdoğan karşıtlığıdır. Öyle gözüküyor ki, esas hedef AKP ve Erdoğan olduğu için, Kemalist subayların bir bölümü, ordunun şu anki üst yönetiminin uzlaşmacı tutumunu kabul etmeyerek Gülencilerle ittifaka girebilmiştir. Bu arada, tüm bu bağlantıların kurulmasında ve bizzat darbenin örgütlenmesinde ABD’nin de ciddi bir rolü olduğu düşünülmektedir.
Gülen meselesi
6. AKP, Erdoğan ve yandaş medya askeri darbe girişimi başladığında, bunu, ordu içinde bir azınlığın ve daha da önemlisi Fethullah Gülen’in organizasyonu olarak damgalamıştır. Askeri darbe kalkışmasını FETÖ’cülükle damgalamak, Erdoğan cephesinin en önemli siyasi taktik adımlarından biri olmuştur. Böylece geniş kitlelerin bilinci bulandırılırken, Gülenciler hedefe konarak burjuva devlet içindeki iktidar kavgası ve askeri darbe girişiminin de bu kavganın bir ifadesi olduğu gerçeği gözlerden saklanmıştır. Devletin çekirdeğini oluşturan ordunun bir kesiminin iktidarı ele geçirmek ve AKP’yi tepelemek üzere başlattığı savaşın Gülencilikle damgalanması, darbecilerin siyasal ve psikolojik olarak yalnızlaştırılmasında rol oynamıştır. Bu nitelendirme, darbenin hedefine ulaşamayıp geri düşmeye başladığı anda, Erdoğan’ın çağrısıyla AKP kitlesinin sokağa dökülmesinde meşru bir zemin olarak görülmüştür. FETÖ’cülük nitelendirmesi, AKP’yi “TSK darbe yapıyor, ordu darbecidir” deme zorluğundan ve bunun getireceği etkilerden de kurtarmıştır.
7. Gülen cemaati devlete dışsal bir olgu olarak sunulmakta ve onun devletten temizlenmesinin meşru olduğu fikri de buradan türetilmektedir. Bu durumda, bir tarafta burjuva hükümetin, öte tarafta ise dini bir cemaatin yer aldığı tuhaf bir iktidar kavgası görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Oysa Gülen hareketi, çok uzun zaman önce dini bir cemaat olmanın ötesine geçerek (ABD emperyalizminin siyasi uzantısı olma misyonu da üstlenen) bir sermaye grubuna dönüşmüş bulunuyor. Onlarca tekeli bünyesinde barındıran TUSKON da dahil olmak üzere pek çok burjuva kurum, şirket vb. Gülen hareketinin denetimindedir. Dolayısıyla siyasal analize, kavganın her iki kesiminin de burjuva kesimler olduğu gerçeği dâhil edilmeden, tablo tam olarak anlaşılamaz.
8. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Devlet nedir? Biz Marksistler devlet olgusuna asla burjuvazi ve onun ideologları gibi yaklaşmayız. Kapitalist toplumda sınıflar arası çelişki ve çatışmaların kaynağının üzerini örtmeye çalışan burjuvazi, devletin kime hizmet ettiği gerçeğini de emekçi kitlelerden saklamaya çalışır. Burjuvazi, devleti, tüm toplum kesimlerinin üzerinde yükselen, sınıflardan ve sınıf çıkarlarından bağımsız, kendinden menkul, herkese eşit mesafede duran ve genelin çıkarını koruyan bir yapı olarak sunmaktadır. Oysa devlet, tepeden tırnağa sınıfsal temelde örgütlenmiş bir egemenlik aygıtıdır. Kapitalist düzende devlet, sömürülen ve ezilen sınıflar karşısında bir bütün olarak egemen sınıfın çıkarlarını temsil eder.
9. Bununla beraber, egemen sınıf kendi içinde yekvücut olmayıp, kesimsel çıkarlar temelinde bölünmüştür. Bu kesimler devlete hâkim olmak ve siyasete yön vermek için kendi aralarında daima çekişirler. Bu nedenle, devletin tepesinde ya da devletin şu veya bu kurumu arasında patlak veren çatışma, esasında burjuvazinin çeşitli kesimlerinin çıkarlarını ve siyasal eğilimlerini ifade eder. Dolayısıyla kapitalist toplumda burjuva devlet, sermayenin rekabetinden, bloklaşmalarından ve iktidar kavgalarından muaf değildir ve olamaz da.
10. Fethullah Gülen cemaati, basit bir dini cemaat olmaktan çıkarak bir sermaye kesimine dönüşmüştür. Daha da önemlisi, masonik bir örgütlenmeye sahip bu sermaye kesimi, burjuva devlet içinde küçümsenmeyecek bir kadro gücüne ulaşmıştır. Kuşkusuz bu güç, bir burjuva partinin iktidara gelmesi ve devlete yerleşmesi biçiminde elde edilmemiştir. Elbette geçmişten günümüze geleneksel sağ partilerin ön açmasıyla ve özellikle AKP döneminde Gülenciler devlet içinde önemli bir güç elde etmiştir. Ancak bu partilerin özel yardımı olmadan da, bu cemaat kendi programı çerçevesinde bizzat devlet kurumlarına sızmış, önemli yerlere kendi kadrolarını yerleştirmiştir. Devlet zaten sermayenin egemenlik aygıtıdır. Genel olarak burjuva norm ve ölçülere baktığımızda, sermaye kesimleri kendi çıkarlarını, burjuvazinin bir parçası olan siyaset esnafının yönlendirmesi altındaki düzen partileri üzerinden ifade ederler. Gülen türü masonik örgütlenmelerin, bir taraftan bu partilerin desteğini alarak ama aynı zamanda kendi programı çerçevesinde devlete sızmasının altında Türkiye’nin tarihsel-siyasal özgünlükleri yatmaktadır.
11. Gerek Gülen cemaati gerekse AKP’nin etrafındaki İslamcı sermaye, baştan bir tarikat sermayesi olarak şekillenmiştir. Ancak geleneksel sermaye çevreleri ile Kemalist asker-sivil bürokraside ifadesini bulan iktidar bloku, İslamcı sermaye kesimlerini baskı altına alarak, olabildiğince bunların siyasal iktidarın nimetlerinden faydalanmasının önüne geçmiştir. Neticede uzun yıllar boyunca, bu sermaye kesimlerinin gelip devlete yerleşmesini ve egemen bir konum elde etmesini engellemiştir. Bu süreçte İslamcı sermayenin bir kesimi siyasal parti (Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve ardılları) biçiminde örgütlenirken, Gülen cenahı bir cemaat olarak kalmayı, burjuva partilerin ve buradan yürüyerek devletin içinde kendine alan açmayı tercih etmiştir. Türkiye’deki anti-komünizm hareketinin içinde bizzat yer alan Gülen’in örgütlediği cemaat; daima devletçi, milliyetçi ve daha da önemlisi Amerikancı olmuştur. Askeri darbeleri, bilhassa da 12 Eylül 1980 faşist darbesini aktif bir şekilde destekleyen Gülen, “Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam” demekten geri durmuyordu.
12. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında, işçi hareketini ve sosyalist hareketi zayıflatmak amacıyla kitlelerin bilincini Türk-İslam senteziyle bulandırmaya girişen darbeci yönetim ve daha sonra Özal iktidarı, Gülen türü cemaatlerin önünü açmaktan geri durmamıştır. Ancak Gülen cemaatinin devlet içinde en belirleyici güçlerden biri haline gelmesi AKP iktidarı döneminde oldu. 27 Nisan 2007’de ordunun e-muhtıra yayınlaması ve bir askeri darbe tehlikesinin ortaya çıkması üzerine AKP, statükocu Kemalist kesimlere karşı cemaatle sıkı bir ittifaka gitti. Ergenekon süreciyle birlikte Gülenci burjuva odak, polis ve yargı üzerinden, aslında yürütmenin (hükümetin) görünmeyen ortağı haline geldi. Bu süreç, aynı zamanda, Kemalist asker-sivil bürokrasiye ağır darbelerin vurulduğu, güç dengelerinin değiştiği ve AKP’nin devlete hâkim olduğu süreçle de üst üste oturmuştur. AKP’nin ve Erdoğan’ın Yüksek Askeri Şura kararlarına şerh koymasıyla, Gülenci subayların ordudan atılmasının önüne geçilmiştir. Ergenekon operasyonlarıyla ordudan üst düzeydeki subayların tasfiye edildiği aynı süreçte, Gülenci burjuva kliğin denetimindeki subayların yukarıya doğru tırmanmasının ve önemli yerlere gelmesinin de önü açılmıştır. Gülenci burjuva odağın devlette önemli noktalara tırmanması gerçeğini Erdoğan, AKP-Gülen koalisyonu bittikten sonra, “ne istediniz de vermedik” sözleriyle itiraf etmiştir.
13. Kemalist asker-sivil bürokrasinin hegemon konumunu yitirmesiyle, eski burjuva güç dengelerinin yerini yeni güç dengeleri almış ve bu kez devletin dümenine oturan AKP ve Gülenci burjuva klik karşı karşıya gelmiştir. Ayrıca Amerikancı bir çizgi izleyen Gülenci odağın, AKP-Erdoğan’ın Ortadoğu’da izlediği emperyalist siyasette de (İsrail-Filistin sorunu, Suriye meselesi gibi) kaçınılmaz olarak AKP-Erdoğan’la karşı karşıya geldiğini buna ekleyelim. Böylece AKP-Gülen koalisyonu arasındaki çelişkiler kaçınılmaz olarak çatışmaya dönüşmüş ve bunun bir sonucu olarak, devletin yeni hâkimleri birbirlerini tasfiye etmeye girişmişlerdir. 7 Şubat 2012’de patlak veren MİT krizi, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu ve AKP’nin Gülenci kliği yok etmek üzere başlattığı karşı operasyon dalgası bu iktidar kavgasının çeşitli aşamalarının ifadesi olmuştur. O günden bugüne sürüp gelen iktidar kavgasında Gülen tarafı büyük darbeler almış ve zayıflamıştır.
Komplo meselesi
14. Toplumun AKP’ye muhalif kesimleri, başarısız askeri darbe girişiminin tuhaflıklarından ve askeri darbenin bastırılmasını fırsat bilen Erdoğan’ın baskıcı otoriter tek adam rejimini yerleştirmek üzere başlattığı hamlelerden hareketle, bu darbenin Erdoğan’ın bir komplosu (tezgâh, senaryo, tiyatro vb.) olduğunu düşünüyorlar. Erdoğan’ın darbe gecesi havaalanında, “bu Allah’ın bize bir lütfu” sözleri bilinçleri bir hayli bulandırmış gözüküyor. Bu kesimleri komplo düşüncesine iten başka nedenler de var: Darbe girişiminin kitlelerin sokaklarda olduğu, günlük yaşamın yoğun olarak aktığı saatlere denk gelmesi, geleneksel darbelere benzememesi, en kritik noktalara zamanında müdahale yapılmaması ve ortaya tuhaf durumlarla birlikte dünya kadar soru işaretinin çıkması…
15. Öncelikle şu hususun altını kalınca çizmek lazım: AKP ve Erdoğan’ı kadir-i mutlak olarak gösteren bu tarz düşünceler yanlıştır. Daha da önemlisi, kapitalist toplumdaki sınıfları, sınıflar arası mücadeleleri, egemen sınıfın iç çatışmalarını ve buralardan doğan siyasal ve toplumsal krizleri reddeden, tüm toplumsal-siyasal gelişmeleri kişilerin planlarına, yönlendirmelerine bağlayan anti-Marksist düşüncelerdir. Elbette örgütsüz ve bilinçsiz kitlelerin bu şekilde düşünmesi normaldir, ancak sol ve sosyalist hareketin içinde böylesi görüşlerin ciddi ciddi itibar görmesi kabul edilemez.
16. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ile 15 Temmuz darbe girişimini karşılaştırarak “komplo” sonucuna çıkmak yanlıştır. 12 Mart-12 Eylül ile 15 Temmuz girişimi nitelik ve muhteva açısından birbirinden tümüyle farklıdır. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin amacı işçi sınıfının yükselen devrimci hareketini ezmekti. Bundan dolayı tüm sermaye çevreleri, tüm devlet kurumları ve emperyalist burjuvazi, yükselen işçi hareketi ve devrimci hareketi ezme noktasında görüş ve amaç birliği içindeydi. Burjuva siyaset arenasındaki krizler aşılamadığı ve burjuva siyaset esnafı nasıl yöneteceğini bilemediğinden, askeri darbe onlar ve düzenin selameti için bir çözüm olmuştu. Bu nedenle Demirel, her iki darbede de direnmemiş ve şapkasını alıp gitmişti.
17. 15 Temmuz darbe girişimi biçim ve içerik açısından olsa olsa 27 Mayıs 1960 darbesine benzetilebilir. 27 Mayıs darbesi emir komuta zinciri içinde gerçekleşmemiş, darbenin omurgasını ve liderliğini ordunun alt kademelerindeki subaylar oluşturmuştur. Ordu içindeki alt kademe subaylar, bürokrasinin diğer kesimleri, burjuvazinin bir kesimi, okumuş kentli orta katmanlar, CHP vs. Demokrat Parti’nin ve Adnan Menderes hükümetinin uygulamalarından son derece rahatsızdı. Son dönemlerinde ABD’nin çıkarlarıyla da ters düşen politik kararlar alan DP, karşısında geniş bir muhalif kesim bulmuştu. Neticede ordunun alt kademe subayları, darbeyi başlattıktan sonra, ordunun üst kademelerinden kimi generalleri (Cemal Gürsel gibi) darbenin başına geçmeye razı ettiler ve darbe hedefine ulaştı.
18. Adnan Menderes ve DP bu darbeye direnmedi, direnemedi. Elbette bunun birçok nedeni var. Ancak esas dikkat edilmesi gereken nokta, o günkü Türkiye ile bugünkü Türkiye’nin tümüyle birbirinden farklı olduğudur. 1960’ların başında Türkiye’de kapitalist gelişme bugünküne nazaran bir hayli geriydi. Nüfusun ezici çoğunluğu köylerde, siyaset dünyasının dışında yaşıyordu ve devletin tepesindeki tepişmelerden görece uzaktı. En büyük kent konumunda olan İstanbul’un nüfusu en fazla 1 milyon civarındaydı. Çoğunlukla da kentli, modern ve Kemalist kesimlerden oluşuyordu ve bunlar DP’ye karşıydılar. Buna karşın şimdiki Türkiye’nin nüfusu 78 milyondur ve yüzde 85’i kentlerde yaşamaktadır. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlerin nüfusu on milyonları bulmaktadır. Türkiye kapitalizmi dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer almaktadır. Daha da önemlisi, 14 yıldır iktidarda olan ve milyonlarca insanın oyunu alan AKP, kendi tekelci sermaye kesimlerini, medyasını vb. yaratmış, geleneksel sermaye kesimlerini sindirmiş ve muhalif burjuva medyanın büyük bir bölümünü kontrol altına almış, devletin pek çok kurumunda hegemon konuma gelmiş, ordunun bölünmesini sağlayacak bir ittifak kurmuş, kitle desteği olan bir partidir. 15 Temmuz darbe girişiminin püskürtülmesinde çok önemli bir rol oynayan polis gücü ve MİT, AKP’nin kontrolündedir. İşte tüm bu olgular, Erdoğan-AKP iktidarına karşı başlatılan bir darbe girişiminin neden başarısız kaldığını da anlatmaktadır.
19. Son tahlilde sonucu belirleyen güç ilişkileridir. Yeterli hazırlığa, devlet içinde ve toplumda desteğe sahip olmayan 15 Temmuz darbecilerinin gücü, iktidarı almaya yetmemiştir. Bu onların bir planı ve liderliği olmadığı anlamına gelmez, gelmemektedir. Şimdilerde ortalığa saçılan bilgi ve belgelerden de anlaşılmaktadır ki, son derece kapsamlı ve etkili bir plan söz konusudur. Lakin planların kendi başına hayata geçmesi gibi bir durum yoktur. Gerçek hayatın testine giren darbecilerin planı, mücadele alanında beklenmedik direnç noktalarıyla karşı karşıya gelmiş ve karşı tarafın ya da karşı tarafların müdahaleleri sonucunda çökmüştür.
20. Tüm planlar kazanma üzerine kurulur, ancak hepsi kazanmayla sonuçlanmaz. 15 Temmuz darbecileri, planladıklarından çok önce harekete geçmek zorunda kalmışlardır. Geleneksel darbelerde olduğu gibi, sabaha karşı harekete geçmeyi, iktidarı ve rakiplerini ani bir şekilde kıskıvrak yakalamayı planlayan darbeciler, girişimlerinin duyulması üzerine planlarını öne çekmişlerdir. Ordunun üst kademelerini, yani Genelkurmay Başkanı dâhil kuvvet komutanlarını darbeye ikna etmeyi, ani vuruşlarla ordu içinde kırılmalar yaratarak kendilerine daha fazla taraftar toplamayı hedeflemişler, lakin başarısız olmuşlardır. Yani neresinden bakarsak bakalım, prematüre doğmuş bir darbe söz konusudur.
21. 15 Temmuz prematüre darbesinin nedeni, egemen kesimler arasındaki çelişki ve çatışmaların alabildiğine keskinleşmesi ve mevcut durumun artık sürdürülemeyecek düzeye gelmesidir. “Darbeciler bilinmiyor muydu, neden engellemediler?” soruları anlamlıdır ama sanki söz konusu olan basit bir kalkışmaymış da hükümet bunu engelleyememiş gibi düşünülmemelidir. Görülmesi gereken şudur: Egemen sınıf ve onun devlet kurumları arasında yarılmalar ve kamplar oluşmuştur. Yani ortada devleti ve silahları kontrol eden iki burjuva güç söz konusudur. Bir tarafın diğer tarafı, diyelim ki AKP’nin karşı tarafı bir çırpıda bastırması mümkün olamazdı.
22. Her iki taraf da birbirini yok etmeye dönük hazırlık yaparken, kitleler, sanki arka planda hiçbir sorun yokmuş gibi manipüle edilmiştir. 15 Temmuz girişimi bu gerçeğin bir ifadesidir. Lakin bu gerçek, aynı zamanda, askeri darbe girişimini başlatan cuntacıların bilindiğini de ortaya koymaktadır. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir. Cuntacıların tüm iç örgütlülüklerinin, hangi gün ve saatte harekete geçeceklerinin tam olarak bilinmemesi gerçeği değiştirmez. Cunta örgütlenmesini bilen AKP ve Genelkurmay, aslında onu tasfiye etmek üzere harekete de geçmiştir. Bu tasfiyenin önemli bir ayağını, tam da 15 Temmuzu izleyen günlerde cuntacılara dönük kapsamlı gözaltı planının uygulamaya sokulması oluşturuyordu. Cuntacıların bir kısmı o gece gözaltına alınacak, besbelli ki cuntanın kurmay heyeti çökertilecek ve daha sonra da Yüksek Askeri Şura kararlarıyla ordudan temizlenecekti. Böylece karşı tarafın kolu kanadı kırılarak denetim altına alınmış olunacaktı. Tam da bundan dolayı cuntacılar planlarını erkene çekmiş ve iki kesim arasında ölüm kalım savaşı başlamıştır. Böylece 15 Temmuz gecesi, her iki kesim için de mevcut durumun artık sürdürülemeyeceğinin ifadesi olmuştur.
23. 15 Temmuz darbe girişimi, bulutsuz gökte aniden çakmış bir şimşek değildir. Uzun yıllardır ve özellikle egemen sınıf içindeki güç ilişkilerinin değiştiği 2011’den sonra, yeni çelişki ve çatışmaların birikmekte olduğunu Marksist Tutum’da yazıyoruz. Bilhassa 7 Haziran 2015 sonrasında siyasal ve toplumsal alanda çelişki ve çatışmalar alabildiğine artmıştır. 7 Haziranda tek başına iktidar olamayan AKP, hem iktidarını baki kılacak hem de kendi iç ve dış siyasetini sürdürecek bir hükümet kurmanın zeminini kaybettiği için seçim sonuçlarını tanımamıştır. Ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak ve kendi otoriter düzenini yerleştirmek isteyen AKP ve Erdoğan, 7 Haziran seçimlerinin ardından, savaşın ve siyasal krizin önünü açarak tam anlamıyla olağanüstü koşullar yaratmıştır. Böylece tepeden yürürlüğe konan bir plan dahilinde parlamento işlevsizleştirilmiş ve tüm ipleri Erdoğan ve ekibinin eline veren bir “savaş hükümeti” kurdurulmuştur. Bunun siyasi karşılığının bir hükümet darbesi olduğu çok açıktır. Devletin tepesi tarafından yaratılan kriz, kaos ve önü açılan savaş eşliğinde toplum tam anlamıyla korkutulup sindirilmiş ve bunun neticesinde Erdoğan ve ekibi 1 Kasım seçimlerinde hedefine ulaşmıştır. Seçimlerden 5-6 ay sonra bu kez AKP içinde bir tasfiye hareketi gerçekleşmiş, başbakan Davutoğlu mini bir darbeyle düşürülerek Erdoğan ve ekibi her açıdan tek karar verici hale gelmiştir.
24. Çok uzağa gitmeye gerek yok; daha 6 Haziranda Marksist Tutum’da aynen şunları yazdık: “Erdoğan’ın iktidarı kaybetmeme ve kendi elinde tekelleştirip mutlaklaştırma yürüyüşü, düzenin göreli istikrarının ayaklarını oluşturan bir dizi alanda çivileri yerinden oynatmış durumda. Erdoğan yeni zaferler kazanarak ilerledikçe aslında kendisini alaşağı edecek dinamikleri mayalamakta. Kısa vadede kendisine bir Türk tipi başkanlık hediye etmesi kuvvetle muhtemel olsa da, burada saydığımız alanlarda, ama sadece bunlarda da değil, yarattığı sorunlarla düzenin çelişkilerini dört bir yandan yoğunlaştırıp keskinleştirmekte.”
25. AKP ve Erdoğan’ın içeride ve dışarıda izlediği siyaset, hem içeride hem de dışarıda çelişkileri alabildiğine arttırmıştır. ABD ile Türkiye’nin arası son dönemlerde bir hayli açılmış ve emperyalist mahfillerde Erdoğan’ın bir an önce iktidardan uzaklaştırılması düşüncesi daha açıktan ifade edilir olmuştur. Nitekim son aylarda Amerikan basınında yüksek sesle askeri darbeden söz edilmesi, ordunun alt kademelerinin Erdoğan’ı istemediğinin yazılması bir tesadüf değildir. Daha geçen ay, ABD’nin eski Ulusal Güvenlik danışmanlarından John Hannah, Foreign Policy dergisine yazdığı makalede, Erdoğan için, “başta ABD ve Orta Doğu ile Avrupa ve Türkiye için tehlikeli şahıs” ifadesini kullandı. Aynı yazıda, ordunun içerisinden birilerinin Türkiye’yi Erdoğan’ın İslamcı diktatörlüğünden ve ülkeyi soktuğu tehlikeli yoldan çıkarmak için darbe girişiminde bulunmayacağının hiçbir garantisi olmadığı vurgulanıyordu. 15 Temmuz gecesi, bunu tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.
Darbeyi halk mı engelledi? Demokrasinin zaferi mi?
26. AKP ve Erdoğan, askeri darbe girişimini halkın engellediğini, halkın demokrasiye sahip çıktığını propaganda ederek, kendi kitlesini vurucu bir güç olarak sokakta tutuyor. Bugün çok net bir şekilde ortaya çıkmış bulunuyor ki, AKP tabanının bir kesimi Erdoğan’ın çağrısıyla sokaklara döküldüğünde, darbe zaten geri çekilmeye başlamıştı. Bunun birçok nedeni var kuşkusuz, ama şurası açık ki güçler dengesi darbecilerden yana oluşmamıştır. Darbenin erken saatlerde başlatılmak zorunda kalınması, ordunun üst kademelerinin darbenin başına geçmeye ikna edilememesi, hükümetin bunu propaganda ederek ordu içinde bazı kesimleri tarafsız kalmaya itmesi, darbecilerin kendi içlerinde bölünmeleri ve “ihanete uğramaları”, ordunun bir kesiminin karşıt pozisyon alarak darbecilerle savaşması, hükümetin polis gücünü ve MİT’i darbecilerin karşısına dikmesi… İşte tüm bunlardan dolayı darbeciler, harekete geçtikleri birkaç saat içinde gerekli üstünlüğü sağlayamamış, Erdoğan’ı derdest edememiş, medyayı kontrol edememiş ve kontrolü kaybetmeye başladıkları anda ise karşılarında kalabalıkları bulmuşlardır. Zaten tam da bu süreçte artık iyice çıldırmış ve Meclis’i bombalamayı dahi göze alarak siyasi intihara girişmişlerdir.
27. Diğer taraftan sokağa dökülen kalabalıkların temel güdüsünün demokrasi, hak ve özgürlükler olmadığı çok açıktır. Erlerin linç edilmesinden idam talebine, sokaklarda estirilen bayrak-mehter-korna teröründen muhafazakâr olmayanlara dönük saldırılara, cami hoparlörlerinden yapılan “İslam ve Kuran’ı savunmak için meydanlara” çağrılarından Alevi mahallelerini basma girişimlerine dek sayısız olgu, darbeyi engellediği ve demokrasiyi kurtardığı söylenen kalabalıkların düşünsel-siyasal niteliğini gözler önüne sermektedir.
28. Darbeye karşı sokağa çıkan AKP+MHP+BBP kitlesine (ki aslında ilk gece sokağa çıkanlar, değil bu partilerin geniş seçmen tabanının, toplam üye sayısının bile azınlığı durumundaydı) önderlik edenler bu partilerin türlü “ocak”larında yetişmiş militan kadrolarıdırlar. Kalabalıkların tamamının lümpen, faşist veya AKP milisi olmaması, onların bu örgütlü çeteler tarafından birer vurucu güç olarak kullanıldıkları gerçeğini değiştirmez. Erdoğan’ın AKP’sinin inşa etmeye çalıştığı tek adam yönetimine dayalı baskıcı, otoriter başkanlık sisteminin sivil kitle tabanını oluşturan bu kitleler, sokaklara da demokratik hak ve özgürlükleri savunmak için çıkmamışlardır. Onların temel motivasyonu demokratik hak ve özgürlükler değil, Erdoğan iktidarına karşı darbe yapılıyor olmasıdır. Zihinleri şoven-milliyetçilikle, Sünni mezhepçilikle esir alınmış olan bu kitleler için şu anda ne Kürtlerin ne Alevilerin ne de diğer toplumsal kesimlerin hak ve özgürlüklerinin bir önemi vardır.
29. Şunu asla unutmamak lazım: Kitleler, onlara önderlik eden örgüt veya önderin savunduğu dünya görüşünden ve temsil ettiği kültürden bağımsız değildir, olamaz. Kendisi demokrat olmayan, zihin dünyası Sünni mezhepçiliğiyle ve Türk-İslam senteziyle şekillenmiş ve tüm tutkusu kendi kişiliğinde simgelenen otoriter bir yönetimde tek kişi olmayı, bir Führer olmayı hayal eden, bu doğrultuda tüm düzenin dikişlerinin atmasına aldırmayan, sadece kendisine oy verenleri halk ve “milli irade” olarak gören, toplumun diğer kesimlerinin haklarına saygı duymayan bir siyasal liderin zihniyetiyle, onun sokağa çağırdığı kitlelerin bilinç düzeyi arasında nasıl bir uçurum olabilir?
30. Elif Çağlı’nın dediği gibi, “Bu durum kadar «örgütsüz halk köledir» deyişini haklı kılan başka bir durum olamaz. Yaşadığı topraklarda kardeş halk katledilirken sesini çıkartamayan kitleler, aslında egemenler tarafından esir alınmış durumda olan kölelerdir. Bir köle, öyle olduğunu bilse de bilmese de köledir. Onu köleleştiren araçlar top tüfek olsa da o köledir, modern medya olsa da o bir köledir. Bugünkü iktidarın faşist bir yükseliş içinde toplumu pasifize eden uygulamaları ve neredeyse tüm medyayı kendi ideolojik baskı aracı kılan durumu örgütsüz kitleleri köleleştiriyor. İşin acı tarafı, işçi-emekçi kitlelerin önemli bir bölümü, bizzat iktidarın yarattığı sersemletici kutuplaştırmanın etkisiyle, bu iktidarı kendi dostu sanma yanılgısına sürükleniyor. Böylece, kendini bu kölelik koşullarına hapseden efendisini kutsuyor! En kötü köle, kendi kölelik koşullarını uysalca kabul eden köledir denmemiş boşuna. Fakat biz biliyoruz ki, bu durum Türklere özgü bir sakatlık değildir, dünyanın genelinde örgütsüz kitlelerin hal-i pür melalini anlatır. Örgütsüz kitleler, her an kandırılmaya, sindirilmeye, daha kötüsü katliamlara gözünü kapatmaya hazırdır.”
OHAL düzeni, kaos ve yeni krizler
31. Erdoğan sürekli kitleleri sokağa çağırarak ve onları meydanda tutarak, devleti yeniden şekillendirme çabasını bir kitle desteği eşliğinde meşrulaştırmaktadır. Darbe karşıtlığı adı altında bir taraftan AKP+MHP+BBP tabanı meydanlara çağrılırken ve bu çağrı belli ölçüde karşılık bulurken, öte taraftan lümpen ve faşist bir azınlık sabahlara kadar sokaklarda dolaştırılmakta, korna, mehter marşı ve tekbirler eşliğinde terör estirilmekte, muhalif kesimler başta olmak üzere tüm toplum baskı altına alınmaktadır.
32. Erdoğan, kitlesini meydanlarda tutarak ve darbe olasılığına işaret ederek onları dehşete sürüklemekte ve böylece onları militanlaştırmaktadır. Kitlelerin sokağa çekilmesinin en önemli nedenlerinden biri de, devletin ve ordunun baştan aşağıya dönüştürülerek Erdoğan’ın liderliği altında yapılandırılmasına gelecek itirazları bastırmaya dönüktür.
33. 15 Temmuz darbesi başarısız kalmış olmasına rağmen, hızla AKP’nin “Reichstag Yangını”na dönüşmüştür. Hitler’in bir iç darbeyle parlamentoda iktidarı ele geçirdiği Almanya’da mutlak yetkilerle donanmak, tüm muhalefeti ezerek toplumu kontrol altına almak isteyen Naziler, parlamento binasını (Reichstag) yaktırmış ve suçu komünistlere atarak bunu büyük faşist saldırının gerekçesi olarak kullanmışlardı. Toplum terörize edilerek Hitler’e olağanüstü yetkiler verilmişti. Elbette 15 Temmuz’u gerçekleştiren AKP ve Erdoğan değildir. Ancak Erdoğan’ın eline geçirdiği fırsat, Hitler’in 1933’te eline geçirdiği fırsatın aynısıdır. Nitekim olağanüstü hal ilan edilmesi de bu gerçeği gözler önüne sermektedir.
34. Zaten darbe girişiminden sonra büyük bir tasfiye operasyonu başlatan AKP hükümeti, olağanüstü hal ilan ederek her türlü zorbalığa meşruluk sağlamıştır. Böylelikle zaten işletilmeyen Meclis’in tümüyle bir görüntüye dönüşmesinin önü açılmıştır. Olağanüstü halle birlikte hükümete temel hak ve özgürlükleri askıya almak da dahil geniş bir alanda kanun hükmünde kararnameler çıkarma yetkisi verilmiştir ve kararnameler vakit geçirilmeksizin birbiri peşisıra çıkarılmaya başlanmıştır.
35. Daha şimdiden asker, polis, vali, kaymakam, yargıç, öğretmen, öğretim üyesi vb’den oluşan 80 bine yakın kamu görevlisi görevden uzaklaştırılmış; Gülenci olduğu söylenen binden fazla eğitim kurumu ve 15 üniversite kapatılmış; onlarca dernek ve “sendika”nın kapısına kilit vurulmuştur. Şimdilik esas olarak Gülenciler hedef alınmaktadır, ancak kısa sürede sıranın diğer muhalif kesimlere gelmesi de kuvvetle muhtemeldir. Nitekim daha şimdiden Kemalist hâkim ve savcıların örgütlendiği YARSAV’ın ve Kürt halkının katledilmesine karşı imza kampanyası başlatan akademisyenlerin tasfiye edilmesi de bunun bir işaretidir. Şu ana kadar tasfiye operasyonu Cumhurbaşkanlığından Başbakanlığa, Milli Eğitim Bakanlığından İçişleri Bakanlığına, Genelkurmay’dan Emniyet’e kadar tüm devlet kurumlarında devam ediyor. Devletin tepesine tam anlamıyla güvensizlik hâkimdir. Önümüzdeki dönemde operasyonların AKP’nin içine uzanması da kuvvetle muhtemeldir.
36. Yani neresinden bakarsak bakalım, darbe girişimiyle içine girdiğimiz olağanüstü dönem, yeni kriz ve çatışmaları beraberinde getirecek gibi görünüyor. Erdoğan’ın tüm muhalif kesimleri baskı altına alma ve devletin tepesine mutlak bir güç olarak oturma yönündeki hamleleri kaçınılmaz olarak yeni krizleri doğuracaktır. Perinçek ve Başbuğ cephesinden gelen ve son OHAL kararnamesini hedef alan açıklamalar, yeni krizlerin ilk işaretleri olarak görülmelidir.
37. Yeni kriz ve kaoslara gebe bu sürecin temel belirleyenlerinden biri de, hiç kuşkusuz uluslararası güç ilişkileri, yani emperyalist güçlerin Türkiye üzerinde tutuşacakları kavga olacaktır. Türkiye ile ABD arasındaki çelişki ve çatışmalar her geçen gün artmaktadır. ABD’nin Gülen’i teslim etmemesi, meseleyi zamana yayma yönünde tutum alması çelişkileri daha da artıracaktır.
38. AKP ile ABD arasındaki çelişki ve gerilimler 15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle daha da artma eğilimindedir. Tüm bunlarla ilişkili ve bunları tamamlayan bir dış gelişme olarak Rusya ile buzların çözülme sürecinin başlaması da, Erdoğan’ın ABD’yle ipleri germe ve “güçler arası denge” politikasına devam edeceğinin göstergesidir. Rusya da, Türkiye’yi ABD’nin ve Batı’nın etkisinden uzaklaştırmak için bu yönde çaba gösterecektir, göstermektedir. Rusya’nın NATO’nun darbe girişimini bilmesine rağmen Erdoğan’a haber vermediğini açıklamasının, Putin’in aylar sonra, düşman ilan ettiği Erdoğan’ı arayarak destek sunmasının amacı budur. Bu noktadaki sorunlar önümüzdeki temel siyasal kriz ve çatışmanın dinamiklerinden biri olmaya adaydır.
39. Ve ne yazık ki bu cehennemî ortamda işçi sınıfı örgütsüz ve bilinçsizdir. AKP ve Erdoğan, siyasallaştırdığı muhafazakâr-dinsel kimliği kullanarak işçi ve emekçi kitlelerin büyük bir kesimini peşine takmış bulunuyor. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünün zayıflığı nedeniyle Alevi ve Kürt kitleler de kendilerini sınıf kimlikleriyle değil, inanç-kültür ve etnik kimlik üzerinden ifade etmektedirler. Burjuva siyasal alandaki çatışma, aynı zamanda bu toplum kesimlerini doğrudan etkilemektedir.
40. Çok daha karanlık ve kaotik bir döneme girmiş bulunmaktayız. Ama bu karanlık dönem de eninde sonunda sona erecektir. Böylesine bir dönemde komünistlerin görevi, bu bilinçle mücadeleyi sürdürmek ve en önemlisi sınıfımıza ve devrime olan inancımızı yitirmeden geleceğe hazırlanmaktır.
Marksist Tutum
http://marksist.net/marksist-tutum/askeri-darbe-girisiminden-ohal-duzenine.htm
[Perinçek ve Başbuğ cephesinden gelen ve son OHAL kararnamesini hedef alan açıklamalar, yeni krizlerin ilk işaretleri olarak görülmelidir.] Sözkonusu açıklamalar;
Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapısını değiştiren kanun hükmünde kararnameyi eleştirdi.
Perinçek, partisinin İzmir İl Başkanlığında düzenlediği basın toplantısında “Türk ordusuna düşmanlık yapan, Türk ordusunu savaşamaz hale getirmeye yönelik bu kararnameleri çıkaran iktidar, Türkiye’yi yönetemez. Ordu düşmanı bir iktidar Türkiye’yi yönetemez. Ordu düşmanları oy da alamaz. Bu ordu düşmanlığı, AKP iktidarının sonunu getirecektir” dedi.
“Kararnamenin kökünün dışarıda olduğu, FETÖ mensuplarının ordunun savaşta manevra yeteneğini kaybetmesine yol açacağını iddia ettiği yeni yapılanmayla ilgili bayram yaptığını” öne süren Perinçek, “Jandarmayı polisleştirmek, harp akademileri, askeri okullar ve asker hastanelerini kapatmak, Türk ordusunu hedef alan düşmanlarca desteklenecek uygulamalardır” ifadesini kullandı.
“Bu kararname FETÖ’cülerin kararnamesidir. FETÖ’cüler ‘Yeni yapılanmaya ihtiyacımız var’ diyordu. Türkiye bu kararname ile bir karışıklığa doğru itiliyor. Türk ordusu ve devlet arasında beraberlik bozuluyor. FETÖ’cüler de şu anda bayram yapıyor. Uyarıyoruz; FETÖ’cüleri, Amerika’yı sevindiren bir kararname çıkarttınız. Bu program düşmanın programıdır.”
http://www.timeturk.com/perincek-ten-ohal-elestirileri/haber-229512
İlker Başbuğ: ‘Harp Akademilerinin Kaldırılması Ordunun Damarını Kesmektir’
Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 15 Temmuz’u bir askeri darbe olarak değerlendirmediğini belirterek, ‘Bu Gülen cemaatinin silahlı darbe hareketi’ diye konuştu. Darbe girişiminin arkasında 3 grubun bulunduğunu belirten Başbuğ, istihbarat konusunda MİT’in sorumluğuna dikkat çekti, 2002-2010 yılları arasında TSK’daki FETÖ üyeleriyle ilgili kendilerine hiçbir bilgi vermediğini söyledi. Başbuğ ayrıca, genelkurmay başkanı olduğu dönemde Erdoğan’ı Fethullahçı yapı konusunda ‘Bugün bu tehdit bize, yarın size’ diyerek uyardığını, Erdoğan’ın da kendisine ‘Komutanım sen bunları çok büyütüyorsun’ dediğini söyledi. OHAL ile yürürlüğe giren Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) ordunun yapısının bozulduğunu ifade eden Başbuğ, bu düzenlemelerin TSK’yı güçlendirmeyeceğini aksine zayıflatacağını belirti.
“TSK’nın yapılanmasının bozulması doğru değildir”
Komutanlıkların bakanlığa bağlanması emir komuta birliğini bozar. Emir komuta birliğini perişan ederseniz, o orduyu perişan edersiniz. Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanıp bağlanması tartışılabilir. Ordunun gücü dağıtılmaya çalışılıyor, ama bu tehlikeli.
TSK’yı daha da güçlendirmeniz lazım. Ama bu kanun hükmünde kararname ile güçlenmiyor, güçsüzleşiyor.
“Harp Akademilerinin kaldırılması ordunun damarını kesmektir”
Abdülhamit’e karşı neler yapıldı ama o bile Harp Akademilerini kapatmadı. Harp Akademileri TSK için hayati önem taşıyor. Harp Akademilerinin kaldırılması ordunun damarını kesmektir.
Kuleli Askeri Lisesi’nin yerine yarın otel yaparsanız bizi yürekten yaralarsınız.
YAŞ’ta Adalet Bakanı ne yapacak? Dışişleri Bakanı ne yapacak, anlamıyorum. Sivil üyelerin sayısı artıyor. YAŞ’ın yapısının değişmesindeki amaç sayısal üstünlüktür.
http://onedio.com/haber/ilker-basbug-harp-akademilerinin-kaldirilmasi-ordunun-damarini-kesmektir–724058
“toplumun kanserli olmayan, temiz hücreleri harekete geçti” türü bir cümlemi hatırlayamadım. Kısaca fikrimi belirteyim: Darbe girişiminin içinde Gülenciler de olmakla birlikte darbenin toptan gülenci olduğunu düşünmüyorum. Aşağıda yayınlanan Marksist Tutumun yazısı bunu gayet güzel izah etmiş. Görüşümce, darbe, akp iktidarı karşıtlarının bir koalisyonuyla yapılmak istenmiştir. ilk günden beri de bu paylaşımlarım bu yöndedir. Gülen cemaatinin komploculuğunu geçmişte çok yazmıştık. Bu yüzden bugünkü cadı kazanına odun taşımamak için furyaya katılmak istemiyorum.
“‘Realist’ biri olarak vereceğiniz yanıt ne olurdu?”
Tarihte olmus bitmis bir seyden yola cikarak, gelecekte olabilcegini dusundugunuz bir seyi destekleyecek bir soru soruyorsunuz.
Verdiginiz orneklerin baslangic sartlari tipatip ayni olsa bile (ki, degil), devaminin da ayni sekilde cereyan edeceginin hic bir garantisi yok ki.
Ya da soyle soyleleyim: Bedreddin Mahmud, Borkluce Mustafa, Torlak Kemal et. al. de sizin dediklerinizi demis olabilir pekala. Hem de ciddi bir fiili kalkismanin onculeri olarak.. Ama, olmadi.
Yani, –biraz garip bir onerme olacak ama– tarihte bazi seyler olunca oluyor; olmayinca da olmuyor.
“‘610¨u ‘2016¨, bu yerleri ele geçirmeyi de ‘devrim’ olarak değiştirince vereceğiniz cevaptan (yani bugün söylediklerinizden) ne kadar farklı olurdu?”
O gun de boyle soyleyecegimi farzeiyorsunuz. Bunu nereden biliyorsunuz?
“bu Kurtulus cephesi o Kurtulus cephesi degil yani dev sol degil Hdö bunlar yani acilci:)”
Ben bir tarihsel baga isaret etmedim. Yazilan (buraya aktarilan) yazilari okuyup elestirdim sadece.
Bir fatiha: Arkadaşım Ahmet Aşık’ın ruhuna mektup*
Seni son gördüğümde (vefatından bir sene kadar evveldi) doktoruna söylediklerini anlatmıştın, hatırlıyor musun: Aman doktor, benim biraz daha yaşamam lazım, biraz daha yaşayıp, şu Kenan Evren denen adamın darbe suçundan yargılandığını, hattâ mümkünse öldüğünü görmem lazım, ne yap et, benim ondan önce ölmeme izin verme.
Şükür yargılandığını gördün; darbeden suçlu bulunduğunu, müebbet hapis aldığını, rütbelerinin söküldüğünü.
Ama kalbin kırık, için sızılı gitti biliyorum; öldüğünü göremedin. Şükür, şükür onu da biz gördük.
Ama sana bu mektubu yazmamın sebebi bu değil; daha büyük bir müjde, kalbinin bütün kırıklarını, içinin bütün sızılarını iyileştirecek bir müjde: Türkiye toplumu, Türkiye coğrafyasında yaşayan halklar tarihinde ilk kez bir askeri darbeye yekten karşı çıktı; kurşunlara, bombalara, tanklara, uçaklara, zırhlı birliklere, albaylara, generallere direndi, darbeye geçit yok dedi, kaderine sahip çıktı… Birinci sıradakiler düştü, geri adım atmadı; ikinci sıradakiler düştü, geri adım atmadı; sokakları, meydanları terk etmedi ve hâlâ terk etmiyor. Bizim çok sevdiğimiz eski terimlerle söyleyeyim; bugün Türkiye devriminin, dur şaşırma, evet bugün (27 Temmuz 2016), sıfatsız, mübalağasız, tertemiz, anahtar teslim Türkiye devriminin (hızlandırılmış kapanış bölümünün) 11. günü (11 deyince de aklımıza hemen Marx’ın Feuerbach üzerine 11. Tezi geliyor, farkında mısın: şu, (mealen) artık aslolan dünyayı yorumlamak değil dönüştürmektir diyen tez). Evet, tam dediğim gibi, kulaklarına inan ve artık kalbinin bütün kırıkları iyileşsin, içindeki bütün sızılar geçsin, rahat uyu.
Ama bir yere yaz; geldiğimde müjdemi de isterim.
Türkiye toplumunun tüm kalbi kırıkları, tüm kendini gurbette hissedenleri, içindeki sızıya bir sebep bulamayanları, tüm adını koyamadıkları için mecburen hüzün diyenleri, bu coğrafyanın doğal habitatını oluşturan tüm halklar, bir müjde daha veriyorum (biliyorum buna ayrıca ve gözlerin, kalbin dolusu sevineceksin): en önde dindar Müslümanlar ayağa kalktı. 2000’lerin başlarından bugüne bizzat besleyip büyüttükleri ağır çekim, ama yoğun ve çetin bir halk çocukları devriminin ezilmesine izin vermediler.
Apaçık ABD (ve muhtemelen AB) destekli; üstelik, kader mi dersin sürpriz mi bilemem ama yan yana iç içe yaşadıkları, hattâ yer yer kardeş bildikleri İslami bir cemaatin koçbaşlığını yaptığı bir darbeye, hiç olmazsa bir iç savaş diyen namussuz bir darbe girişimine karşı koydular. 246 şehit, 2186 yaralımız var. Ama kazandık Ahmet, biz kazandık! Bozkırların, kederli nehir yollarının, sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran sakat ve sıska atın, şehirlerin ve toprağın bahtını değiştirdik.
Eee daha daha mı diyorsun, bekle soluklanayım.
Bir göz açıp kapayıncaya geçen ömrümüzde, ömrümüzün son mevsiminde kardeşlerimizi tanıdık.
Sala verdiler bütün camilerde: Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Rasulallah!
Uyanın dediler minarelerden, güvercinler havalandı; uyanın vatan tehlikededir! Sokağa çıkın, omuz omuza verin, onbeş-yirmi yıldır dişimizle tırnağımızla elde ettiğimiz haklar, özgürlükler, birlikte yaşama bahçeleri, ağız dolusu konuşma, gülme hakkımız, kaderimizin üstüne açtığımız kanatlar, demokrasimiz tehlikededir, uyanın!
Bir göz açıp kapayıncaya son mevsiminde ömrümüzün kardeşlerimizi tanıdık.
Ne dediklerini tam bilmiyorum, Allahu ekber kebira, ama kalın menkıbe kitaplarından çıkmış kahramanlar gibi gözlerini kırpmadan zalimin üstüne yürüdüler; oradaydım, gördüm ve şahidim.
Darbenin belirmeye başladığı ilk andan itibaren sokağa çıktılar; öyle rastgele bir sokağa çıkış değil ha, aman yanılmayasın. Sanki ilahi bir esinle davranan bir orkestra gibi, hangi kentte, hangi ilçede, hangi köyde kasabada, hangi sokakta ihtiyaç varsa, o kentte, o ilçede, o köyde o kasabada ayağa kalktılar ve o muhtaç sokağa aktılar: En önce köprüye (15 Temmuz Şehitler Köprüsü’ne), sonra hava meydanlarına, sonra zırhlı birlik karargâhlarına, sonra jet üslerine, sonra medya merkezlerine, sonra Meclise, Cumhurbaşkanlığı Külliyesine, sonra Genelkurmaya… Cizre’de, İstanbul’da, Malatya’da, Ankara’da, Kazan’da, Denizli’de, velhasıl tüm vatan sathında işgal edilen yerleri işgalcilerden temizlediler, askerleri teslim aldılar, tankları durdurdular, havalanan ve üzerlerine bomba yağdıran helikopterleri, uçakları indirdiler, sokağa çıkmaya, darbeye destek vermeye çalışan askerleri, tankları birliklerinden çıkarmadılar, kamyonlarla, tırlarla, çöp araçlarıyla, otomobillerle kıpırdayamaz hale getirdiler, uçakları, helikopterleri üslerde, havaalanlarında bağladılar… Seçilmiş cumhurbaşkanını, seçilmiş hükümeti, demokrasinin kalbi Meclisi (parlamentoyu) yeniden işler ve hâkim kıldılar. “Yedirmeyiz!” diyorlardı; sözlerini tuttular, aşk olsun ve ant olsun, Erdoğan’ı yedirmediler. Şükürler olsun. Ülkeyi sonu belirsiz, kanlı bir iç savaşın eşiğinden aldılar; ülkelerini yeniden işler, hâkim ve vatan kıldılar.
Ahmet, galiba kelimelerle başlıyor kendi halkımıza – kültürümüze – topraklarımıza yabancılaşmamız. Ne kadar uzak ve hamasi gelirdi bize “vatan” sözcüğü, hatırlar mısın? Şimdi biliyorum ki bu topraklar bizim vatanımızdır, bu dil bizim vatanımızdır; şimdi biliyorum ki toprağın, coğrafyanın ve dilin altında bizi, yani yaşayanları besleyen 72 milletten 72 kültürden adsız sansız insanların attığı 72 milyarlarca düğüm 72 milyarlarca kök 72 milyarlarca can 72 milyarlarca hayal, umut, ses vardır. Onlarmış meğer bu ülkeyi, coğrafyayı vatan haline getiren, şu on günde öğrendim. Tamam, bırak edebiyatı da olan biteni anlat diyeceksin; peki, ama üç kere aşk olsun aşk olsun aşk olsun bu sade, mütevazı Müslüman “kitleler”e dememe izin ver; onların kelimeleriyle Allah onlardan razı olsun dememe izin ver.
Bundan sonra onların hakkını unutursam ellerim kurusun, dilim çürüsün, annemin ak sütü haram olsun, dememe izin ver.
Diyeceksin ki hızlan; “nasıl, neyle yaptılar?”
Elleri, imanları ve kalpleriyle. Darbeye kim karşı çıkıyorsa, tankların üzerine kim yürüyorsa, mânâsı ister tek kat ister otuz kat olsun, ister “hermenötik”e, ister “yapı-söküm”e uygun olsun, önce Ya Allah diyordu, sonra Bismillah, sonra Allahü Ekber. Tamam, Darbeye Geçit Yok da diyordu, Asker Kışlaya da diyordu, Yaşasın Demokrasi de diyordu ama önce Allah vardı ve Allah Ekber’di. Dediklerini tam anlamıyordum ama hepsinin üstüne bir dudak kıpırtısı halinde Vel Hamdü Lillahi Rabbil Alemin’di!
Meğer insan ancak kendi kelimeleriyle; kendi kalbinin, kendi tahayyülünün, kendi var etme, eyleme ve yaratma kudretinin ezelini ve ebedini dolduran kelimeler, mânâlar, değerlerle büyür, öğrenir, yaratır ve eyler ve ancak bunlar için ölürmüş. Ancak o zaman, yaptıkları kendine misler gibi yakışır; ancak o zaman el emeği göz nuru bir adalet, özgürlük ve kardeşlik âlemi kurabilir; ancak o zaman, ister modern, ister post-modern, isterse pompost-modern bir toplum olabilirmiş; şu on günde öğrendim. Tamam, tıraşı kestim.
Ama eminim yukarıda, “nasıl, neyle yaptılar” sorusuna verdiğim “Elleri, imanları ve kalpleriyle” cevabındaki “elleri” kelimesini, yaşayan cümle solcular/sosyalistler gibi atlamış ya da gelişine söylenmiş bir laf olarak düşünmüşsündür.
Ahmet tüm bunları vallahi elleriyle yaptılar. Ellerinde bir keleş, av tüfeği, baba yadigârı ya da çakaralmaz Laz yapısı tabanca, molotof, el yapımı piknik tüplü bomba, vb yoktu. Olmadığından değil, bulamayacaklarından değil, istemediklerinden; duydun mu Ahmet, silaha başvuran olmak istemediklerinden! Devrimin hızlandırılmış kapanış bölümünün yedinci veya sekizinci günü, tam hatırlayamıyorum, ikinci bir darbe hareketliliği hissedildiği bir anda, aralarında artık silahlarınızı kapıp gelin diyen birilerini hiç tereddütsüz “provokatör” ilan ederek, milletin gücünden daha büyük bir güç yoktur, en büyük silahımız haklılığımız ve ellerimizdir, bu ülkenin sahibi biziz diyerek silahlanmayı reddettiler.
Yaklaşık yüz yıllık varlık mücadelelerinde Müslümanlara ve/ya İslamcılara atfedilen, Sivas Madımak katliamı gibi olayların neredeyse tamamının derin devlet operasyonları olduğunu, bu hareketin bugüne kadar silaha başvurmadığını, şiddetin dışında kalmaya, meşru siyaset çizgisinden ayrılmamaya devâsâ bir özen gösterdiğini az çok biliyorduk. Fakat Menderes (aah Menderes, aahh ve keşke seni de Menderes!) gibi, bir sağdan bir soldan kalemi kırılan fidanlar gibi astırmamaya yemin ettikleri Reislerini (“Yedirmeyeceğiz!”), ülkenin seçilmiş cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ortadan kaldırmakla görevli MAK’mış, SAT’mış her türden suikast timinin cirit attığı ve Erdoğan’ın en yakınlarıyla birlikte ölümden kıl payı kurtulduğu, yani her türlü sabır eşiğinin aşıldığı bir ortamda, Müslümanlar rahatça artık yeter, bizden günah gitti diyebilir; meşru müdafaa haklarını kullanarak darbecilere karşı silaha sarılabilir, şiddete başvurabilirlerdi. Ve dahası, bugün her geçen saat çok daha iyi anlıyoruz ki, bizzat darbeciler bunu istemiş ve öngörmüşlerdi.
Yapmadılar. Aşk olsun ve ant olsun yapmadılar. Silaha, şiddete tenezzül etmediler. Hakkari’den Cizre’ye, Van’dan Elazığ’a, Adana’dan İstanbul’a tüm vatan sathında sabahlara kadar demokrasi nöbeti tutan milyonlarca insan bir tek bankamatik parçalamadı, bir tek bankanın camını indirmedi, bir tek belediye aracını, otobüsünü, bir tek parti binasını ateşe vermedi, içlerinden bir teki bile suçlular gibi yüzünü kapatmadı.
Her türlü darbe aygıtının karşısında sade, basit, alnı açık bir duruş: Ölümüzü çiğnemeden geçemezsiniz, o kadar.
Her türlü darbe aygıtı derken, meselâ bu aygıtların en ünlü ve en kullanışlılarından biri olan “Sünniler Alevi mahallelerine saldırdı” aygıtı burada da devreye sokuldu. Hemen en tepeden en alta kadar tereddütsüz, sade, alnı açık bir duruş: Alevilerin namusu Sünnilere, Sünnilerin namusu Alevilere emanettir diye haykırdılar ve Alevi mahallelerinin etrafında olası provokasyonlara karşı nöbet tutmaya durdular. Şükürler olsun.
Ve her türlü darbe aygıtı karşısında ister diyalojik, ister fenomenolojik, ister ekonomik, ister politik, isterse diya-feno-eko-politik olarak çürütülemeyecek taş gibi bir argüman: bizim vergilerimizle alınan silahları bize çeviremezsiniz, o kadar.
Ahmet, böylece ve bu arada nice alâmetler belirdi, nice azametler sönüp gitti. Çünkü savaştan kaçarak Batıya ulaşmaya çalışan Suriyeli göçmenlerin, Batıya ulaşmaya çalışan Doğunun Batı kıyılarında boğulduklarını görmüşlerdi; ne küfür ne külliyen ret ne şeytanlaştırma; Batı Batıydı, Doğu da Doğu. Onun için fani vücutlarını, gözlerine vuran anlamı ve akıl ve irfan ve sabır ve şükür ve hafıza fenerlerini yaşadıkları tabiata, tarihe ve coğrafyaya bağlayan kök ve kader ağlarını, anlam ve nehir yollarını, özsu borularını, kelime, kavram, simge ve can suyu şebekelerini değiştirdiler, paslanmış vanaları açtılar, yosun tutmuş, tıkanmış bağlantı hatlarını yenilediler. Gene edebiyata başlama mı diyorsun; azıcık bekle, nasıl olsa vaktimiz bol, biraz da edebiyat yapalım, ne olur yani…
Mesela sadece “yobaz”ın, Müslümanın, İslamın anlamını değil; bizim devrimci/sosyalist olarak kimlik ve kişilik bulduğumuz 1970-80 arası dönemde tüm kötülükleri üzerine boca ettiğimiz “faşist”in, ölesiye tiksindiğimiz “milliyetçiliğin ya da faşist milliyetçiliğin”, buna karşılık bir an bile yanımızdan ayırmadığımız “solculuğun”, “sosyalistliğin”, “devrimciliğin” anlamını değiştirdiler.
Meselâ, hiç şaşırmayacaksın biliyorum ama kayıtlara geçsin diye söylemek zorundayım, darbeye karşı duran yüzbinler arasında, yüzbinlerce Müslümanın yanında devrimci/sosyalist yoktu (“pek yoktu” demeye bile dilim varmıyor Ahmet) ama epeyce “faşist” vardı ve “faşistlerin partisi” MHP ilk andan itibaren, açıktan darbeye karşı durdu.
Yaşarken senin de tanık olduğun gibi, bu “faşist” parti zaten, 1970-80 arası dönemden ve 12 Eylül darbesinden çıkardığı derslerle ve de AK Partinin açtığı yeni siyaset zemininin dönüştürücü etkisiyle, bütün operasyonlara rağmen uzun zamandan beri — kendi deyimleriyle — “sokağa çıkmamakta” direniyor; 1970-80 arasında olduğu gibi kullanışlı bir şiddet/operasyon aygıtı olmayı reddediyordu. Nitekim Türkiye’nin bu hayat memat ânında, darbeye karşı aldığı tavırla da bu tutumun hiç de konjonktürel, reel-politik bir tutum olmadığını gösterdi.
Meselâ “milliyetçiliğin” ırk ve kan gibi hamasi ve operatif veçheleri zayıflarken, bir topluluğun özgünlüğü ve özgüvenine, yatay, dikey, köksel, sosyolojik ve kültürel olarak beslendiği kaynaklara ve var edişlere vurgu yapan veçheleri öne çıkmaya başladı. Hemen yanıbaşında, henüz nereye nasıl bir anlam veya değere uzanacağı belli olmayan “yerlilik” gibi bir çocuk doğurdu. Yanında, onun gölgesi gibi belli belirsiz bir “Anadolu irfanı”…
Meselâ bayrağın simgeselinde belki de her zaman olan “bağımsızlık” ve “kader birliği”nin bu on günde ikinci bir bayrak gibi yükseldiğini gördüm.
Meselâ “halk” teriminin ne kadar sığ ve yalınkat olduğunu, hattâ “kitle” ve “sürü” kelimelerinden öte bir anlam taşımadığını ve buna rağmen on yıllardır acayip açıklayıcı, kilit bir kelime olarak kullanılageldiğini bugünlerde fark ettim.
Ölümlü insanoğlunun belki de genetik olarak hep bir sonrakine teslim ettiği ölümsüzlerin, ona bu dünyada yol gösteren adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi yıldızların hiçbir teori, inanç, uygarlık veya hareketin tekelinde olmadığını; onların mümkün bütün dünyalarda, bütün fikri sistematiklerde, bütün inanç ve iman yapılarında ışıyabileceğini, şu on günde öğrendim.
Bu ülkenin (hâlâ rahatça vatan diyemiyorum, görüyorsun) buzkıran “devrimci”, “sol”, “kaderine sahip çıkan” gücü, bu ülkenin sahibi, başta Müslümanlar olmak üzere bu coğrafyada yaşayan halk çocuklarıymış, şu on günde öğrendim. Tarihimizde ilk defa, bu coğrafyada demokratik bir siyaset alanı inşa edildiğini ve artık bütün katmanlarıyla bu alanının sigortası ve pusulasının Müslümanlar olduğunu, şu on günde öğrendim.
Peki, sosyalistler ne yaptılar mı diyorsun?
Epeyce uzun zamandır Recep Tayyip Erdoğan’ı, AK Partiyi ve hattâ (belki en vahimi) genel olarak İslamı ve Müslümanları şeytanlaştırma sürecinin tam göbeğinde yer alan sosyalistleri kim tutardı; tam gaz şeytanlaştırmaya devam ettiler!
Kaçıncı kez seyrettikleri, oyuncuları belli, giriş gelişme ve sonucu belli bir Türk filmi gibi gözlerinin önünde olup biten bir darbe mekaniği de uyandırmadı onları. 27 Mayısta Mendereslerin, 12 Martta Deniz Gezmişlerin, 12 Eylülde hem Menderes hem Gezmişlerin asılmasına giden Türkiye usulü, standart, konsantre, kör gözüm parmağına birbirinin kopyası darbe süreçlerinde neler olduysa aşağı yukarı aynısı gözlerinin önünde olup bitiyordu; uyanmadıkları gibi bunlara hak verdiler, bu yolda yeni cephaneler imal ettiler.
İçinin acıdığını, ağrıdığını, ama hiç şaşırmadığını biliyorum Ahmet; devam ediyorum, ayrıca ve ilâveten:
Bir tanesi bile (tam onların on yıllardır hayal ettikleri gibi) bir akşam vakti salalarla dualarla karanlığın kenarından ağır ellerini toprağa basıp doğrulmuş ve adına Türkiye denen bu çorak bozkırın, sonsuzluğun ortasında sanki kımıldanmadan duran bu sakat ve sıska atın, bu Türkiye denilen toprağın bahtını değiştiren o sade, “sıradan” insanların, hani şu dillerinden düşürmedikleri “halkların” yanında darbecilere karşı sokağa çıkmadı, şahidim.
Çünkü onlar yobazdı, tutucuydu, gericiydi, Müslümandı, bangır bangır ezan okuyordu; aydınlıktan korkan, aydınlanma karşıtı, çağın gerisinde kalmıştı; örümcek kafalıydı, kara böcüktü; IŞİD’çiydi, kaba sabaydı, düzeysizdi, görgüsüzdü, Anadolu çomarıydı, kıllıydı, göbeğini kaşıyordu, makarnacıydı; demokrat olması, demokrasiye sahip çıkması tabiatları gereği imkânsızdı.
Bir tanesi bile, tek bir tanesi bile kemiksiz bir “Darbeye geçit yok” yazısı yazamadı, kemiksiz bir “Darbeye hayır” broşürü dağıtmadı, kemiksiz ve afilli bir “No Pasaran” afişi asmadı, şahidim.
Çünkü kendileri sosyalistti, moderndi, aydınlanmacıydı, darbeye karşı çıkmasını Müslümanlardan öğrenecek değillerdi; kaldı ki Erdoğan’ın sivil darbesine de âlet olmak istemiyorlardı; Erdoğan/AK Parti/Müslümanlar otokrat, despotik, islamofaşist, teofaşist bir düzen kurmuştu; nefes alamıyorlardı, konuşamıyorlardı. Bu A Ke Pe’li güruhun arasında ne işleri vardı; Erdoğan bu güruhun kendilerine saldırmayacağına garanti verebilir miydi?
Bir teki bile darbenin başarıya ulaşması halinde ülkenin yuvarlanacağı iç savaş cehennemini görüp ürpermedi; bir teki bile ABD destekli bir darbenin ülkenin bağımsızlığına kast ettiğini fark edip “Hoop, o kadar da değil” demedi, diyemedi, şahidim.
Bir teki bile ABD ile tahkim edilmiş; ılımlı İslam, diyalog, sivil toplum ve hoşgörü gibi susturucular takmış; her türlü ama her türlü alçaklığın boy atmasına müsait bir anlam evreni oluşturmayı başarmış (ve zaten bu hasletleriyle de ABD’nin dikkatini çekmiş ve sahada gözüne girmiş); iktidar manyağı, gayrimeşru, demokrasi dışı yollardan iktidar olmak isteyen, silaha, şiddete, iç savaşa, ölmeye, öldürmeye hazır ve bunun için mobilize olmuş bir örgütten (Fetullahçı Terör Örgütü) bahsetmedi, şahidim.
Oysa bu tabloda illâ birine “faşist” denecekse bunu en çok bu örgüt hak ediyordu. Üstelik sosyalistlerin Kemalizmden devir teslim aldıkları İslamofobi törenlerinin yıllar yılı temel simgeseli de bizzat bu cemaat ve örgüt (“Fettoş”) olmuştu.
Bahsetmediler, yokmuş gibi davrandılar, çünkü onlar sosyalistti, demokrattı, ilericiydi, ileri görüşlüydü; çünkü darbenin püskürtülmesi en çok Erdoğan’a yarayacaktı; otokrasi hiper otokrasiye, faşizm hiper faşizme, şeriat hiper-şeriate dönüşecekti; çünkü Erdoğan başkan olmak için Kürtlere soykırım yapan, dikta heveslisi, bunun için her imkânı, her örgütü kullanmaktan çekinmeyen İslamcı bir faşistti.
İşte böyle Ahmet, ikimiz de yorulduk. Hazır kalbimizin kırıkları, içimizin sızıları iyileşmeye durmuşken biraz uyuyalım.
(*) Ertuğrul Başer:1957 yılında Nevşehir’in Karasenir köyünde doğdu. 1973’te Kuleli’den, 1976’da Kara Harpokulundan mezun oldu. 12 Eylül darbesinde sol faaliyetleri nedeniyle ordudan atıldı. 1984’de Fer isimli bir şiir kitabı çıkardı. 1990’da Boğaziçi Felsefe Bölümünü bitirdi. Devamında, 2002’ye kadar İGDAŞ’ta tercüman olarak çalıştı. Birikim dergisinde çeşitli yazı ve çevirileri yayınlandı. Birikim, İletişim ve Ayrıntı yayınlarına (Paul Feyerabend, Michael Hardt, Antonio Negri ve Ernesto Laclau gibi yazarlardan) çok sayıda kitap çevirdi. Halen emekli, İsveç’te yaşıyor.
http://serbestiyet.com/yazarlar/ertugrul-baser/bir-fatiha-arkadasim-ahmet-asikin-ruhuna-mektup-707621
‘Askeri Darbe Girişiminden OHAL Düzenine’ baslikli yaziyi okudum. Bazi yerleriyle hemfikirim; olmadigim bazi yerlere iliseyim azicik:
“15 Temmuz darbesi başarısız kalmış olmasına rağmen, hızla AKP’nin “Reichstag Yangını”na dönüşmüştür. Hitler’in bir iç darbeyle parlamentoda iktidarı ele geçirdiği Almanya’da mutlak yetkilerle donanmak, tüm muhalefeti ezerek toplumu kontrol altına almak isteyen Naziler, parlamento binasını (Reichstag) yaktırmış ve suçu komünistlere atarak bunu büyük faşist saldırının gerekçesi olarak kullanmışlardı. Toplum terörize edilerek Hitler’e olağanüstü yetkiler verilmişti. Elbette 15 Temmuz’u gerçekleştiren AKP ve Erdoğan değildir. Ancak Erdoğan’ın eline geçirdiği fırsat, Hitler’in 1933’te eline geçirdiği fırsatın aynısıdır. Nitekim olağanüstü hal ilan edilmesi de bu gerçeği gözler önüne sermektedir.”
Hem yazinin geri kalan kisminda, darbe tesebbusunun ‘egemenler arasi’ cekismeler ve celiskiler oldugunu soyleyeceksiniz, hem de getirip boyle bir ornekle aciklamaga calisacaksiniz…
Almanya’daki Marksistlerin bugunku Turkiye’de bir karsiligi var mi?
Yok.
O zaman, bu ‘Reichstag Yangını’ muhabbetini acmanin anlami nedir?
“Perinçek ve Başbuğ cephesinden gelen ve son OHAL kararnamesini hedef alan açıklamalar, yeni krizlerin ilk işaretleri olarak görülmelidir.”
Birer isaret olarak gorulmesi gerektigiyle hemfikirim; ama, bilhassa Basbug’un ‘muhalefet’i bana ‘Yes, Minster’ (daha sonra da ‘Yes, Prime Minster’) dizisindeki Humphrey’i hatirlatiyor: Burokrasinin ele gecirdigi kudreti savunmak icin olmadik/abes gerekceleri saymasi bakimindan.
Neymis, efem, bilmemne okulunu vakt-i zamaninda Sultan Palamut acmismis da sonra gelen Sultan Kofana dahi kapatmamismis..
Ya da, askeri okullari ilgili kuvvet komutanina baglamak sartmis cunku baska turlu kalite kontrol mumkun olmazmis..
Iyi valla, o zaman, ilk is, ilahiyat fakultelerini ve IHL’leri Diyanet’e, muhendislik mekteplerini Sanayi Bakanligina, diger butun okullari da Kultur ve Turizm Bakanligina/Bakanliklarina baglamak gerekir.
Tabii ki olmaz; itiraz ederler.
Ben, artik, Basbug gibi, kendi burokrasisini savunanlarin kaale alinacagini sanmiyorum/beklemiyorum; cunku, o cok begendikleri –Sultan Palamut’tan beri devam ede gelen– ic yapilarinin iflas ettigini hem kendileri hem de ahalinin geri kalan kisimlari goruyor ve biliyorlar.
Albaylari/baybaylari samiyorum; muvazzaf generallerinizin yarisi iskartaya cikarilmis ve bu konuda edecek tek laf bulamiyorsaniz, oteki konulardaki burokratik fikirlerinizi de kimse dinlemez.
Olsa olsa, o fikirler, bir baska darbenin gerekcesi olur –olabilirse.
“Ve ne yazık ki bu cehennemî ortamda işçi sınıfı örgütsüz ve bilinçsizdir. AKP ve Erdoğan, siyasallaştırdığı muhafazakâr-dinsel kimliği kullanarak işçi ve emekçi kitlelerin büyük bir kesimini peşine takmış bulunuyor. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünün zayıflığı nedeniyle Alevi ve Kürt kitleler de kendilerini sınıf kimlikleriyle değil, inanç-kültür ve etnik kimlik üzerinden ifade etmektedirler. Burjuva siyasal alandaki çatışma, aynı zamanda bu toplum kesimlerini doğrudan etkilemektedir.”
Marksistlerin her zamanki beylik laflari..
1) Orgutsuz ve bilincsiz oldugunu soyleyerek –ortulu- bir tahkir/hakaret etmeden once, bir de oteki yuzunden bakmak gerekmez mi?
Yani, belki de, aslinda hayli ‘bilincli’ olamazlar mi?
Yani, bilincli bir sekilde Marksist teoriye nanik cekmis olamazlar mi?
2) Orgutlu sayilmak icin illa da bir dernege kayit mi yaptirmalari gerekiyor? Orgutlululuklerini su anda yaptiklari sekilde sergilemeleri neden kucumseniyor?
Daha da otesi su: Benim gordugum kadariyla, siradan ahali –aslinda– Gulen hareketini murekkep yalamislardan cok daha iyi taniyor. O yuzden bu kadar hizli ve yogun olarak sokaklara dokulduler.
Sunu demek istiyorum:
Yaklasik bir yil kadar onceydi, bir hemsire ile sohbet ediyordum. Anadolunun ‘sirin’ bir kasabasindaki bir hastanede gorev yapiyormus. Bana anlattiginin ozeti suydu: Cemaate ‘himmet’ (i.e. ‘harac’) vermez, sohbetlerine katilip beyin s2mi seanslarina devam etmezse; surekli en berbat nobetlerin kendisine yazildigini, baska da her turlu mobbinge maruz kaldigini anlatmisti. Hukuk yoluyla bir yere varamayacagini bildigi icin, tek care, onlarin istediklerini yapmak olmustu.
Simdi.. Ayni seyin kucuk esnaf ve isciler filan icin de gecerli oldugunu biliyoruz.
Bahsettigimiz ‘himmet’in (i.e. ‘harac’in) kisinin maasinin yuzde 10’u ila yuzde 15’i arasinda degistigini; buna ek olarak da –ayrica– bir suru ivir zivir gazete ve dergiye zoraki (ve bedelli) abonelikler (birden fazla) yazdirildigini da dikkate alirsak, hic de zengin sayilmayacak genis bir kitlenin neler hissedecegini de herhalde tahmin edebiliriz.
Butun bunlar olup biterken, solcularimiz, Marksistlerimiz neredeydiler?
O ustun bilincleri ile meleklerin kanatlarinin nerede oldugunu tartismiyorlar miydi –hala daha da ayni seyi yapmiyorlar mi?
Marx’in ‘din afyondur’ onermesi (ki, olumsuz anlamda soylememisti; bir tur tespitti) gele gele ne hale geldi: Marksizm de bir tur afyon oldu; sakirtlerini hayal dunyalarinda yasatan bir tur uyusturcu…
“Çok daha karanlık ve kaotik bir döneme girmiş bulunmaktayız. Ama bu karanlık dönem de eninde sonunda sona erecektir. Böylesine bir dönemde komünistlerin görevi, bu bilinçle mücadeleyi sürdürmek ve en önemlisi sınıfımıza ve devrime olan inancımızı yitirmeden geleceğe hazırlanmaktır.”
Yep. Bugunku gercekler (baslangic sartlari) ile zerre kadar alakasi olmasa bile, kafamizda bir gelecek tasavvur edelim ve ona hazirlanalim.
“Kuleli Askeri Lisesi’nin yerine yarın otel yaparsanız bizi yürekten yaralarsınız.”
Otel degil de, dugun-dernek icin, Moda Deniz Kulubune devredilmesi daha isabetli olur.
Ustelik, Ciragan Sarayinda oldugu gibi, tam olarak yabanciya da gitmemis olur.
“Bir fatiha: Arkadaşım Ahmet Aşık’ın ruhuna mektup”
Bu yazi, Evrensel’de yayinlanmayan –yayinlanmasi reddedilen– yazi degil mi?
Evrensel’de değil, sanırım Birikim’de yayınlanmak üzere yazılıp da yayınlanmayan yazı bu. Yazar Birikim dergisinin yazarıymış, ama bu yazısı reddedilmiş.
Siyasal İslamla Kemalist Gericilik Arasında
Garbis Altınoğlu
Recep Maraşlı dostum, 2 Ağustos’ta kaleme aldığı “Kardeşimdir, Kardeşimdir Alnı Secdeye Gelen!…” başlıklı yazısında, 12 Eylül günlerine değinirken şunları söylüyordu:
“Alnı secdeye gelmeyen kardeş değildir, Ne Mutlu Türküm diyene’nin bir başka versiyonu. Böylece Türk-İslam sentezi oluyor…
“AKP iktidarının da, Gülen Cematinin de, IŞID, Hizbullah benzeri vurucu yapıların da üzerinde geliştiği siyasal alan bu dönemlerde açılmıştı.
“Bugün yapılan ‘şu yapı, bu yapı, ne zaman oldu, nasıl oldu!’ soruların cevaplarını ararken buraya da bakılmalı. Sosyalist, devrimci hareket tırpanlandı, ezildi. Şimdi alternatif olarak birbirleriyle boğazlaşıyorlar.”
Maraşlı’nın da işaret ettiği gibi, “Alnı secdeye gelmeyen kardeş değildir!” sözlerinde anlatımını bulan anlayış, “Ne Mutlu Türküm diyene!” söyleminin temsil ettiği anlayışın bir başka versiyonudur. Kemalist gericilikle Türk siyasal İslamı ve bu iki eğilimi temsil eden siyasal parti ve gruplar arasında yer yer daha da yoğunlaşan kavga ve sürtüşmeler şimdiye kadar, ezilen sınıf, milliyet ve mezhepler açısından olsa olsa taktiksel bir önem taşıyordu. Ama bugün yaşananlar, bu kavga ve sürtüşmelerin taktiksel öneminin, kendini yadsıyarak stratejik bir nitelik kazanabileceğini gösteriyor. AKP iktidarına gelene değin Türk büyük burjuvazisi ve devletinin, Türk-İslam sentezi olarak nitelendirebileceğimiz bu temel anlayışının iki öğesinden bazan biri, bazan da diğeri öne çıkıyor ya da ağır basıyordu. Örneğin, kabaca 1925’ten 1940’ların başlarına kadar uzanan dönemde bu sentezin Türk milliyetçiliği yanı ağır basarken, Erdoğan kliğinin iktidarı büyük ölçüde ele geçirdiği 2010 sonrasında İslam öğesi öne çıktı. (Bu bağlamda Tayyip Erdoğan’ın, Türk milliyetçiliği de içinde olmak üzere her tür milliyetçiliği ayaklar altına aldığını söylemesini anımsayabiliriz.) Tabii İslam öğesinin öne çıkması, dünya ölçeğinde sosyalizmin güç yitirmesi ve İslam dünyasında devrimci ve sol-milliyetçi akım ve rejimlerin yozlaşması, bir umut olmaktan çıkması ve kitleler katında çekicilik ve etkisini yitirmesiyle de yakından ilintili.
Sarkacın hangi yöne doğru salınacağını, bir yandan ülke içindeki ve bir yandan da uluslararası ortamdaki siyasal gelişmeler ve güç dengeleri belirleyecektir ve belemektedir. Bugün gelinen noktada, maceracı ve saldırgan bir politika izleyen Erdoğan kliği, karşısında ne devrimci ve ne de burjuva bir muhalefetin olmamasından yararlanarak Türk-İslam sarkacını bütün gücüyle İslam yönüne savuruyor. O ve yakın çevresi, 1908’den bugüne kadar uzanan dönemi “yüzyıllık parantez”, yani boşa harcanmış yıllar olarak görüyor ve bu parantezi kapatmak gerektiğini ileri sürüyorlar. Burjuva devlet aygıtının gereken “düzeltme”yi ya da “ayarlama”yı yapamadığı bu koşullarda, ucundaki ağırlığın kopması sonucu sarkaç kırılabilecek, yani Türkiye’yi radikal Sünni bir İslam cumhuriyetine dönüştürme yolundaki çabalar artarak sürecektir. Bunun ne anlama geldiğini ya da geleceğini ise biliyoruz: Türkiye toplumu böylesi bir deliceketinin içine hapsedilemeyeceği gözönüne alındığında bu çabaların sonucu Türkiye Cumhuriyetinin; Türk-Kürt, Sünni-Alevi ve şeriatçı-laik ikilemleriyle anlatılan geleneksel fay hatları doğrultusunda parçalanması olasılığının giderek artması olacaktır. 2023’e gelindiğinde yeni bir cumhuriyetin kurulacağını ilan etmiş olan Erdoğan kliğinin 15-16 Temmuz başarısız darbe girişiminden hem önce ve hem de bu yana yaptıkları onun, özellikle son yıllarda girdiği rotayı sürdürmekte kararlı olduğunu gösteriyor. Altını çizerek “HEM ÖNCE” diyorum; çünkü 15-16 Temmuz darbe girişiminden Erdoğan ve AKP için bir mağduriyet gerekçesi ve yeni bir meşruiyet kaynağı üreten pek çok belkemiksiz yazar ve aydın, Erdoğan kliğinin bu darbe girişiminden önce yaptıklarını, işlediği sayısız suçu, insan kıyımlarını ve ülkeyi gerici bir iç savaşa ve bir Ortadoğu savaşına sürüklemek için fazla mesai yaptıklarını unutmuş gözüküyorlar. Yani, 15-16 Temmuz’dan önce önemli bir bölümü Erdoğan kliğinin suçlarını, hukuksuzluklarını, hırsızlıklarını, İslami terör örgütleriyle içiçe oluşunu vb. işleyen bu bay ve bayanlar şimdi adeta “Erdoğan’a bakma, Gülen’e bak! ” moduna girmiş gibidirler.
Bu bağlamda, en azından objektif olarak Erdoğan kliğine az çok anti-emperyalist bir rol biçen ve onun Türkiye’yi ABD-İsrail-NATO rotasından çıkarıp Rusya-Çin-İran eksenine yakınlaştıracağını söyleyen ya da ima edenlerin derin bir yanılgı içinde olduklarını söyleyebiliriz. (ABD, NATO ve İsrail’in hedefi konumunda olan Rusya ile İran’ın Türkiye ile Batı arasındaki çatlaklardan yararlanmak için yaptıkları diplomatik açıklamalara çok büyük önem yüklememek gerekir.) Buna böyle düşünenlerin, sanki bilinmeyen bir şeymiş gibi, Fethullah Gülen’in bir CIA ajanı olduğu tekerlemesini bıkkınlık verecek tarzda ve yeniden ve yeniden dile getirmeleri eşlik ediyor. Öyle ki, ilkokul dördüncü sınıf öğrencilerinin düzeyine yaraşan bu ilkel anti-emperyalizm tiyatrosunu izleyenler ve Türkiye’nin tarihini bilmeyenler Türkiye’de CIA ajanlığının -ya da dahadoğru bir anlatımla ABD-İsrail-NATO eksenine bağımlılığın- sadece bu bay ve çevresiyle sınırlı olduğunu sanabilirler. Dolayısıyla onların, Gülen hareketine karşı sürdürülen tasfiye operasyonunun Türkiye’nin bağımsızlaşması yönünde adımlar atılması anlamına geldiği aptalca yanılsamasına düşmeleri de kaçınılmaz olmaktadır. Örneğin Hakan Aksay, 22 Temmuz tarih ve “Darbede ‘Amerikan parmağı’ ve Rusya ile hızla ısınan ilişkiler” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Erdoğan darbe süreciyle birlikte ABD’ye ve AB’ye karşı sert tutum alıyor.
“Batı’dan kopmakta olan, elinde dost ve müttefik olarak pek bir şey kalmayan Türkiye’nin yönelebileceği en önemli uluslararası güçler arasında Rusya öne çıkıyor…
“Hatta bakarsın, AB’yle neredeyse vedalaşan Ankara, NATO’yla arasına da mesafe koyar…
“O zaman Kremlin’in çabalarıyla Avrasya Ekonomik Birliği’nden (AEB) Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) kadar bütün kapılar yavaş yavaş Türkiye’ye açılır.”
Herşeyden önce, Türkiye gibi geri ve bağımlı bir ülkenin nerede durduğunu ve nereye doğru gittiğini anlamak için esas olarak ve öncelikle, liderlerinin söylemlerine değil, eylemlerine ve bu eylemlerinin taktiksel değil, stratejik etki ve sonuçlarına bakmak ve yapılacak değerlendirmeleri işte bu analiz zemini üzerine oturtmak gerekir. Şimdi artık pek çok kişi unutmuştur; ama Erdoğan kliği, 2011 öncesinde de yer yer ABD’nin onamadığı ve hatta rahatsız olduğu bazı politikalar izliyordu. Bunlar arasında Türkiye’nin; Putin Rusyası ile ekonomik ve siyasal ilişkilerini geliştirmesini, Ağustos 2008’de yaşanan Gürcistan-Güney Osetya-Rusya savaşında ABD’ne mesafeli ve Rusya’ya yakın bir tutum almasını, Türkiye’nin İran’ın nükleer enerji alanında yürüttüğü çalışmaları bahane ederek bu ülkeye bir ABD-İsrail askeri saldırısı yapılmasına, Brezilya ile birlikte karşı durmasını ve ABD’nin karşı çıkmasına rağmen Mayıs 2010’da sorunun barışçı yoldan çözümüne katkı sunmasını, ABD ile İsrail’in hedefinde olan Suriye’yle iyi ilişkiler geliştirme yolundaki çaba harcamasını (Şengen’e karşı Şamgen söylemi, ortak bakanlar kurulu toplantıları vb.) belirtebilirim. Öyle ki, Türkiye’nin “Batı”dan bir ölçüde uzaklaşması, 2008 sonlarında Amerikalı Türkiye uzmanı Graham Fuller’ı “Türkiye’nin artık ABD’nin bir bağlaşığı olmadığı” biçiminde abartılı bir saptama yapmaya bile götürmüştü. Yani aptallık, siyasal miyopluk ve yüzeysellik Türkiye halkı, aydınları ve devletine özgü değil. O günlerde yayınlanan bir haberde bu konuda aynen şöyle deniyordu:
“… Fuller, ‘yüzyıldır ilk defa Türkiye’nin büyük bölgesel güç haline geldiğini’ belirtti…
“Türk-Amerikan dış politika çıkarlarının birbirine uymadığını belirten Fuller, Türkiye; Suriye ile, İran ile radikal İslamcı gruplarla çalışmak istiyor. Açılım yaratmak, İran’ı dünyaya getirmek, dünyanın o bölümüyle müzakerede bulunmak istiyor…
“Tarihte iki büyük düşmanken Türkiye ile Rusya’nın, ‘pürüzsüz, rahat bir çalışma ilişkisi’ içinde bulunduğuna işaret eden Fuller, ABD’nin ise bölgede, ‘Rusya ve İran’dan Batı’ya petrol gelmemeli’ yönünde kapıları kapatan bir politika izlediğini söyledi.” (Graham Fuller, “Türkiye Artık Bir Amerikan Müttefiği Değil”, Yeni Şafak, 30 Ekim 2008)
İkincisi, Erdoğan kliğinin söylemlerinin değil, eylemlerinin halihazırdaki içeriğine ve bu eylemlerin olası etkisine baktığımızda ne görüyoruz? Şunu: Bu klik, Türkiye’nin yukarda değinmiş olduğum fay hatlarını germek ve ülkede gerici bir iç savaşı kışkırtmak ve Suriye ve Irak’a vb. İslami terör ihraç etmek suretiyle, bölge ölçeğinde İsrail’in ve dünya ölçeğinde de ABD’ndeki en gerici ve en saldırgan çevrelerin, yani neo-con olarak adlandırılan neo-faşist fraksiyonun çıkarlarına hizmet ediyor. (Bu koşullarda şu ya da bu neo-con yazarın yaptığı Erdoğan karşıtı bir açıklama ya da yorum fazla bir önem taşımaz.) Herhalde İsrail’in stratejik hedefinin Ortadoğu’daki tüm devletlerin emperyalist işgal, bölge devletleri arasında savaşlar, iç çatışmalar, mezhep savaşları gibi metotlar kullanılmak suretiyle parçalanması, zayıflatılması ve birbirlerine düşürülmesi olduğunu anımsatmama gerek yok. Okuduğunu anlama yetisine sahip herkesin rahatlıkla kavrayabileceği bu İsrail gerçekliğini dikkate aldığımızda, Erdoğan ve borazanlarının ABD, Batı Avrupa, NATO, BM’e karşı yaptıkları yaygaranın ve demagojik açıklamaların değeri hiç mesabesinde olduğu anlaşılır. Buna Türkiye’nin, 15-16 Temmuz darbe girişiminden kısa bir süre önce, yani 27 Haziran’da, İsrail’le olan iyi ilişkilerini daha da üst bir düzeye çıkaran bir anlaşma imzaladığı ve ABD’nin Ortadoğu politikasının esas olarak İsrail’in çıkarlarına göre biçimlendiği gerçeklerini ekleyebilirim.
Burada Erdoğan ve -Gülenciler de içinde olmak üzere- ortakları/ rakipleri olan diğer Türk siyasal İslamcılarının öteden beri, özelde Kürt halkını ve genelde Ortadoğu ve Balkanlar’ın Müslüman halklarını etkilemek için İslami bir söylem kullandıklarını ve “ümmet birliği” düşüncesini kullanmaya çalıştıklarını anımsamamız gerekiyor. Onlara bakılırsa, Kürt halkının haklarının gözardı edilmesi, bu halkın hiçe sayılması ve ezilmesinin esas ve hatta tek sorumlusu İttihatçı-Kemalist milliyetçiliğidir. Örneğin, AKP yanlısı bir Kürt olan Mehmet Emin Ekmen, Osmanlı despotizmini yücelten vc Osmanlı geçmişine güzellemeler düzen Türk siyasal İslamcılarının görüş açısını yansıtan bir yazısında bunu şöyle dile getiriyordu:
“Türkiye, yüz yıllık parantezi kapatırken, yüz günü aşkın süredir kan akmıyor. Yeniden tarih sahnesine çıktığımız bu dönemin en önemli kazanımlardan biri de; Kürt Meselesinin doğurduğu, zamanla meselenin kendisinden bağımsızlaşan, şiddet sorununa son vermek olacaktır. Terör/şiddet sorununu çözmüş bir Türkiye, yeni bir başlangıç yapacak, ardından hummalı bir faaliyetle Birinci Meclis ruhuna geri dönecektir…
“Kurtuluş savaşında, Çanakkale’de var olan ruh, Misak-ı Milli sınırlarının coğrafyasına sığacak bir ruh değildir. Bu ruhun yansımalarını Afrika’da da bulabilirsiniz, Beyrut ya da Halep’te de. Bu ruh Türk veya Kürt’ten müteşekkil olmadığı gibi, salt Müslümanlardan da ibaret değildir. Bu ruh Osmanlı’nın altı yüz yıl başarı ile uyguladığı; Hakkaniyet, Adalet, Eşitlik, Özgürlük ve kendini yönetme hakkının yarattığı bir ruhtur. ” (“Yüzyıllık akıl tutulmasından bin yıllık umuda”, 9 Mayıs 2013) Halkların ve gençlerin kanının akmaması elbette olumlu; ancak bu masum ve haklı gerekçeyi kullanarak ve ona dayanarak yeni bir Osmanlı oyunu tezgahlama ve Kürt halkı ve ulusal hareketinin Türk gericilerinin yeni-Osmanlıcı ihtiraslarının aleti haline getirme çabaları hiç de masum ve haklı değil.
Bugün özellikle Erdoğan kliği Kürt halkını ve Kürt ulusal hareketini bir yandan devlet terörü ile cezalandırırken bir yandan da -M. Emin Ekmen örneğinde olduğu gibi- onları yeniden, “Sünni İslam temelinde birlik” tuzağına çekmeye çalışıyorlar. Sopanın yanısıra sunulan bu havucun özü, Türklerle Kürtler (ve Araplar vb.) arasında yeni-Osmanlıcılık temelinde birliktir. Bu çizginin temsilcilerinden Hasan Celal Güzel yıllar önce, Radikal gazetesindeki köşesinde şöyle demişti:
“Ortadoğu’da ve Osmanlı Coğrafyası’nda barışın tesis edilmesi ve terörün engellenebilmesi, ancak bu bölgedeki halkla tarihî, dinî ve kültürel beraberliği olan Türkiye’nin önderliğinde gerçekleştirilebilir. ABD’nin süper güç olması, Irak örneğinde görüldüğü gibi, zorla barış ve huzuru sağlayarak terörü önlemesi için yeterli değildir. Lâkin, bu konuda Türkiye’nin de kararlı, azimli, cesaretli ve hazırlıklı olması lâzımdır. 1 Mart Tezkeresi esnasında sergilenen şaşkın ve mütereddit (=kararsız, duraksamalı) politikalarla, Türkiye’nin yeniden ‘Osmanlı vizyonu’na sahip olması imkânsızdır.
“ ‘Büyük Ortadoğu Projesi’, ancak ‘Büyük Osmanlı Projesi’ hâlinde düşünülürse barış ve huzurun sağlanması mümkün olabilir. Bunun için de, ilk merhalede (=evrede) ‘Osmanlı Milletler Topluluğu’nun kurulması şarttır. Bu topluluğa, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ve Güney Doğu Asya’dan üyeler sağlanabilecek; bu yeni oluşum, hem Türkiye’ye lâyık olduğu statüyü kazandıracak, hem de dünya barışına katkıda bulunabilecektir.” (“Osmanlı Milletler Topluluğu”, Radikal, 16 Mayıs 2008)
Ancak Kürt halkını, İslamı kullanarak kendi uysal hizmetçileri haline getirme metodunun hiç de yeni olmadığı, en azından bazı işbirlikçi Kürtlerin “Bave Kurdan” (=Kürtlerin babası) diye adlandırdıkları II. Abdülhamit’ten bu yana Türk gericilerinin, özellikle zorlandıkları koşullarda bu metodu devreye soktukları biliniyor. Hamidiye Alayları’nı ve Aşiret Mektepleri’ni kuran II. Abdülhamit Panislamizmi az çok sistemli bir biçimde kullanmaya yönelen ilk Türk yöneticisi oldu. Onu, İttihat ve Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında, düşman konumdaki Britanya, Fransa ve Çarlık Rusyası’nın boyunduruğu altındaki Müslüman halkları emperyalist Almanya ile Osmanlı’dan yana tutum almaya çağırma yolundaki etkisiz girişimleri izledi. Mustafa Kemal’in de, kendisinin ve kendi kliğinin konumunu güçlendirene kadar Hilafeti ve Osmanlı padişahını kurtarmak için savaştığını belirtmeye ve Türklük adına değil, İslam adına konuşmaya özen gösterdiğini biliyoruz. Örneğin Mustafa Kemal, 1 Mayıs 1920’de TBMM’nde yaptığı konuşmasında aynı düşünceleri dile getirecekti:
“[BMM’ni] teşkil eden zevat (=oluşturan kişiler) yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir (=meydana gelen İslâm öğeleridir), samimi bir mecmuadır (=topluluktur).”
Ama yöneticileri ister milliyetçi ve isterse İslami demagojiye yönelsinler, Türkiye artık gerçek bir yol sapağına hızla yaklaşmakta gibidir. Enver Paşa ve kafadarlarının Panislamizm sosuna batırılmış Pantürkist maceracılığı Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını ve yıkılışını hızlandırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın acı deneyiminden hiç, ama hiçbir şey öğrenmemiş gözüken Tayyip Erdoğan ve kafadarlarının izlemekte oldukları Panislamist maceracılık, yani Ortadoğu’ya egemen olacak bir yeni Osmanlı İmparatorluğu düşü de Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılışını ve parçalanmasını hızlandıracaktır.
3 Ağustos 2016
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/2547-siyasal-islamla-kemalist-gericilik-arasinda
http://marksist.net/okurlarimizdan/seni-sectik-mucadele.htm
http://www.birgun.net/haber-detay/akp-tarihsel-gelisimi-terse-cevirmek-istiyor-75196.html
Subat 2015’te yazilmis bir yazi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde uzun yıllar anayasa hukuku ile Marksist devlet kuramı üzerine çalışmalarda bulunan ve dersler veren Prof. Dr. Cem Eroğul’la, AKP rejiminin niteliği ve başkanlık tartışmaları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Başkanlık sistemine dair kuramsal açıklamalarda bulunan Eroğul, AKP’nin denge-fren mekanizmasını içeren klasik bir başkanlık rejimi istemediğini dile getirdi. Konuyu belki de ilk kez tarihsellik bağlamında yorumlayan Prof. Dr. Eroğul, eğer başkanlık inşa edilirse, Türkiye’nin demokrasi geleneğinden kopacağını ve parlamentonun etkisizleştirilerek İkinci Meşruiyet öncesinde olduğu gibi ‘tek adam’ yönetimine geri dönüleceğini belirtti. Prof. Eroğul bunu Hitler’in rejimine atıfla “yasal diktatörlük” olarak tanımlıyor.
Cem Hoca’ya bizi kırmayarak uzun bir aradan sonra engin bilgilerini paylaştığı için teşekkürler. Okuyuculara da iyi okumalar…
Dış Politikada Tornistanlar, 15 Temmuz ve Sonrası
Levent Toprak
6 Ağustos 2016
Marksist Tutum olarak, AKP iktidarının izleyegeldiği politikaların Türkiye’yi içte ve dışta büyük çelişki ve gerilimlere sürüklediğini uzunca süredir vurgulamaktaydık. Erdoğan’ın kendi yürüyüşünün önündeki engelleri görünüşte birer birer aşıyor olması, sanıldığının aksine sorunların azalmasına değil daha da artmasına yol açıyor, madalyonun diğer yüzünde çelişki ve gerilimler yatışmak bir yana depreşiyordu. Biz bu noktaları vurgularken 15 Temmuzdaki darbe girişimi geldi.
Bu çelişki ve gerilim alanlarından biri devletin içi iken, bir diğeri, belki de en önemlisi dış siyaset alanıydı. AKP ve Erdoğan dış siyasette esasen Osmanlıcı bir tasavvur içinde bölgenin hâkim gücü düzeyine yükselmeyi ve giderek de büyük dünya güçlerinden biri olmayı hayal etmekteydi. Bu tasavvur ve hayallerin halen de terk edilmiş olduğu söylenemez. Bu dış siyaset perspektifi dünya üzerinde sayısı milyarları bulan Müslümanların lideri ve Müslüman ağırlıklı ülkelerin hamisi/lideri konumuna yükselme esasına dayanmaktadır.
AKP iktidara geldiği günden bu yana bu genel çizgisini dünyanın mevcut şartları içinde somutlamaya girişti. Önceleri bu, ABD emperyalizminin yedeğinde ılımlı İslamın model ülkesi durumuna gelme ve diğerlerine örnek oluşturma kapsamında yürütüldü. Bu çerçevede Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanlığı rolü verildi Türkiye’ye.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası içine girilen hegemonya yarışı ve emperyalist savaş süreci, AKP’nin dış politika uzmanlarınca dünya üzerinde yeni bir fırsatlar döneminin açılması olarak görülüyor, güç ilişkilerinin bu yeniden harmanlanma sürecinde İslamın büyük bir rol oynayacağı hesap ediliyordu. Aslında ABD emperyalizminin de hesabı buydu. ABD, Müslüman ağırlıklı ülkelerin kendi denetiminde ılımlı bir İslam anlayışı çerçevesinde dönüştürülmesini, kapitalist dünyaya entegre edilmesini ve buralarda Batı yanlısı rejimlerin kurulmasını arzuluyordu. Bu bölgelerin kapitalist dünya sistemine tam anlamıyla entegre edilmesi tarihsel bir tıkanıklık içindeki kapitalizm açısından temel önemde bir konuydu.
Ilımlı İslam, model ülke ve Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ABD ile AKP arasında deyim yerindeyse ilk nikâh kıyılmıştı. Ancak uygulamaya geçildiğinde çok geçmeden pürüzler çıkmaya başladı. İran ve Suriye sorunlarında ABD bu ülkelere ağır bir abluka, yıldırma ve çevreleme siyasetini dayatırken, AKP yönetimi bu ülkelerin daha barışçıl yollarla “adam edilebileceğini” savunuyordu. AKP iktidarı, ABD’nin oluşturmaya çalıştığı odaklanmayı bozucu bir rol oynamaya başlamıştı. Bunun en çarpıcı örneği Türkiye’nin BM’de İran meselesinde yanına Brezilya’yı da alarak ABD’ye kafa tutması olayında yaşandı. Brezilya, üzerine uygulanan baskı sonucu çabuk çark ettiyse de Türkiye genel olarak tavrını sürdürdü. ABD için bir sınır aşma olarak görünen bu olay yine de sineye çekildi. AKP bu tür hafif zorlamalarla ABD politikalarının belli ölçülerde esnetilebileceğini düşünüyordu. Aynı şey Suriye’de yaşandı. Bu dönem “komşularla sıfır sorun” adı verilen hat izleniyordu. Ticaretin geliştirilmesi, ekonomik bağların güçlendirilmesi, insani-kültürel etkileşimin, turizmin geliştirilmesi vs. temelinde diplomatik ve siyasi planda da ılımlı bir atmosfer oluşturularak bölgede ekonomik gücü ve insan kaynağı daha üstün olan Türkiye’nin “barışçıl” yöntemlerle bir hegemonya kurması hedefleniyordu.
Ancak bu politika özü gereği emperyalistti ve bu öz sadece barışçıl yöntemlerle sürdürülebilir bir öz değildi. Çünkü savaş ve saldırganlık emperyalist politikanın özünde mevcuttur. Nitekim daha sonra, bölgedeki Filistin-İsrail sorunu dâhil birçok sorunda arabulucu rolüne soyunan ve taraflarca muteber görülen Türkiye kısa sürede kimsenin hazzetmediği ve ilişkileri çatışmalı hale getiren bir ülke oldu. 2009-2010’da Hamas ve Gazze sorunu üzerinden İsrail ile yaşanan gerginlik ve ilişkilerin kopması bunun ilk büyük örneğiydi. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Arada Ermenistan’la işlerin bozulmasını bir kalemde geçersek, 2010 sonunda patlak veren Arap halklarının isyan dalgası asıl büyük mesele olarak Suriye’yi öne çıkardı.
O zamana kadar Suriye rejimiyle sıkıfıkı ilişkiler geliştiren ve “yumuşak” yöntemlerle dönüşüm için Batı ile Suriye arasında hem arabulucu olan hem de bir anlamda kalkan olan Türkiye, apar topar politikasını değiştirerek, Suriye’nin parçalanıp yağmalanmasına balıklama daldı. Bu balıklama dalış Suriye yağmasından pay kapma telâşı kadar, Suriye Kürdistanı’nda daha önce Irak Kürdistanı’na benzer bir sürecin yaşanmasına mani olma amacını da yansıtıyordu. Suriye rejiminin kısa sürede çökeceği hesap ediliyor ve patlak veren iç savaş alabildiğine körükleniyordu. ABD-Batı ve gerici Körfez devletleri ile birlikte Suriye’nin içine her türlü kirli yöntemlerle müdahale edildi. Suriye halkı içinde yeterli savaşçı güç çıkmayacağının kısa sürede anlaşılmasıyla, dünyanın dört bir yanından cihatçı çetelerin sevkiyatına hız verildi. Bu politikanın süreklileşmesi çok zaman almadı ve radikal İslamcı savaş çeteleri bir kanser gibi yayıldı.
Rejimin hesap edildiğinden daha dayanıklı çıkması nedeniyle savaş Libya’daki gibi sonuçlanmadı. Her ne kadar uzayan iç savaş dalgalı bir seyir izlediyse de, önceleri ABD’nin İslamcı çetelere desteğinin eski temposunu yitirmesi ve en son halkada da Rusya’nın doğrudan müdahalesiyle süreç Esad rejimi lehine dönmeye başladı. Türkiye ABD politikalarına da kısmen ters düşen biçimde gerici Körfez rejimleriyle birlikte izlediği çizgiyi sonuna kadar zorladı. O kadar ki, iş sonunda bir Rus uçağının düşürülmesine dek vardı. Türkiye bu çok riskli hamleyle Suriye’de Rusya karşısında daha pasif ve yumuşak bir pozisyona geçmiş olan ABD’yi bir oldubittiyle karşı karşıya bıraktı. Ancak Rusya’nın sert tutumu karşısında kendisi büyük bir açmaza düştü. Türkiye Suriye sınırında uçak dahi uçuramaz hale geldi, içerideki ekonomik dengeleri etkileyecek ölçüde ciddi kayıplara uğradı.
İzlenen politikanın Türkiye açısından ikinci büyük temel dayanağı olan Rojava’yı boğma stratejisi ise çok daha net biçimde iflas etti. ABD’nin Rojava Kürt güçlerine destek vermesiyle, Türkiye’nin dayattığı kırmızı çizgiler birer birer hükümsüzleşti. Rojava konusunda izlenen siyaset kaçınılmaz olarak Türkiye içindeki Kürt sorununda izlenen siyaseti de etkiledi. Kürt sorununda yaşanan kısmi yumuşama berhava oldu ve sonunda Kürt illerinde daha önce görülmemiş ölçüde bir savaş tablosu ortaya çıktı. İçeride Kürt hareketi büyük bir yıkım pahasına belli ölçüde geriletildiyse de, Rusya ile yaşanan gerilimin de büyük katkısıyla Rojava siyasetini sürdürme olanakları iyice baltalanmış oldu. ABD Türkiye’nin Rojava ile ilgili taleplerini alay ede ede reddetti. ABD’ye karşı koz olarak kullanılan İncirlik üssünün kullanım izni de bir süre sonra verilmek zorunda kalındı. Bir yandan Suriye içinde Türkiye’nin de destekçileri arasında olduğu İslamcı güçler zemin kaybediyor, bir yandan da Rojava’da istemediği ve yaygara kopardığı ne varsa bir bir gerçekleşiyordu. Tüm bunlar izlenen dış siyasetin iflasının silsile halinde kabulü anlamına geliyordu.
ABD ile düşülen çelişkilerin aynı düzeyde daha fazla sürdürülemeyecek oluşu nedeniyle Türkiye istemeye istemeye IŞİD’e daha fazla diş göstermek zorunda kaldı. Bu durum Türkiye içinde, Atatürk Havalimanı katliamında olduğu gibi, çok ciddi IŞİD saldırılarını beraberinde getirdi. Bu gibi saldırılar aslında bölgedeki savaşın giderek Türkiye’nin batısına da sirayet ettirilmesinin sinyalini veriyordu.
“Sıfır sorun” diye pazarlanan bir politikayla yola çıkan Türkiye, daha sonra hem ABD ve Rusya gibi iki büyük güçle hem de İran, Suriye, Irak, İsrail ve Mısır gibi bölge güçleriyle düşman ya da zıt konumlara düştü. Avrupa’yla ilişkilerin zaten pek yolunda gitmediği olgusunu ve Batı basınının yoğun biçimde Erdoğan ve AKP iktidarı aleyhine haber, yorum ve değerlendirmelere yer vermesini eklediğimizde ortaya dört başı mamur bir kriz tablosu çıkıyordu.
Sonuç olarak bu durumun sürdürülebilir olmadığı açıktı. Gidişat içerideki göreli ekonomik “istikrarın” da bozulması yönünde işaretler doğurmaktaydı. Davutoğlu’nun bir mini darbeyle görevden uzaklaştırılıp yerine Binali Yıldırım’ın getirilmesi, dış siyasette tornistan için bir vitrin işlevi gördü. Yıldırım herkesin gözlerine baka baka Suriye’deki “anlamsız iç savaş”tan, dış politikada düşmanları azaltıp, dostları arttırmaktan söz etti. Ve nitekim o burnundan kıl aldırmayanlar, bir çırpıda İsrail ve Rusya’nın elini eteğini öptüler ve nedamet getirerek ilişkileri düzeltme yoluna girdiler. Benzer çabaların, kimisi gizli kapaklı biçimde Mısır, İran ve hatta Suriye ile de yürütüldüğü anlaşılıyor.
Neden sarpa sardı?
Bu dış politika neden karaya oturdu? İşin köküne inecek olursak, sebep, bu politikanın gerekleri ile Türkiye’nin eti budu arasındaki çelişkidir. Her ne kadar bir alt-emperyalist güç düzeyine yükselmiş olsa da Türkiye kapitalizmi, tek başına, Ortadoğu gibi bir bölgede bu emperyalist politikayı hırslı ve saldırgan bir tarzda izlemeye yetecek ölçüde güçlü değildir. Elif Çağlı alt-emperyalizm konulu çalışmasında Türkiye gibi alt-emperyalist güçlerin konumuna ve dolayısıyla hangi zeminde güç oyununda yer alabileceklerine açıklık getirir:
“Alt-emperyalizm kavramı, emperyalist hiyerarşi piramidinde en üst basamakta yer alan emperyalist ülkelerin altındaki bir konumu anlatır. Bu konumdaki bir kapitalist ülke henüz üsttekiler gibi bir ekonomik güce ve dünya gündemini belirlemekte aynı derecede etkiye sahip olmasa da, kendi bölgesinde ve büyük emperyalist güçlerin eşliğinde artık doğrudan yayılmacı ilişkiler yürütür. (…) Türkiye 1980 dönemecinden bu yana, burjuvazinin dışa açılma doğrultusunda gerçekleştirdiği yapısal değişim neticesinde sıçramalı biçimde yol aldı, ekonomisi büyüdü ve alt-emperyalist bir ülke oldu. Fakat Türkiye, sermaye ihracı ve sermaye hareketlerinin küresel ölçekte yönlendirilmesi bakımından henüz üst emperyalist ülkeler düzeyinde bir büyük güç konumuna ulaşmış değildir.” (Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, marksist.com)
Bu ekonomik temel üzerinde, siyasi, diplomatik, tarihi, kültürel güç unsurlarının uygun bir bileşiminin olması da ayrıca rol oynar. Sonuç olarak tüm bu güç unsurları zemini üzerinde, geleneksel olarak emperyalist Batı ittifakı içinde yer alan bir gücün büyük emperyalist güçlerle ne ölçüde çelişkiye düşebileceğinin iyi hesaplanmasının gerekeceği açıktır. Wikileaks belgelerinde açığa çıkan değerlendirmede, bir Amerikan büyükelçisinin Türkiye için dediği “Kendini Rolls Royce zanneden bir Land Rover” cümlesi tam da bu noktayı vurgulamaktadır.
AKP’nin izlediği politika, sonuçta ABD’ye ters düştüğü ve bu noktada kendi gücünün ötesinde bir vehimle ABD’yi razı edebileceğini düşündüğü için karaya oturmuştur. Bölgeyi biz iyi biliriz böbürlenmesi ve bu anlayışla gitgide maceracı yönelişler malûm sonucu getirmiştir. Türkiye kapitalizminin gerçek durumunu ve alt-emperyalizm olgusunu anlayamayanların, AKP-Erdoğan’ın ABD’yle ters düşmeyi göze almasını ve sonrasındaki çuvallamayı tutarlı biçimde anlaması ve açıklaması mümkün değildir.
Aslında yıllardan beri AKP’yi ve Erdoğan’ı ABD’nin uşağı ya da kuklası olarak gören ve tüm siyasi değerlendirmelerini bu temelde yapanların anlayışı da çökmüştür. Erdoğan iktidara gelmeden önce devlet içinde kendisine düşman kesimlere karşı bir güvence sağlamak için elbette ABD’ye gidip taahhütlerde bulundu. Ve esasen uzun süre Erdoğan ve AKP’yi darbe yoluyla bertaraf edilmekten koruyan ana güç ABD idi. Erdoğan kuşkusuz kategorik olarak bir ABD düşmanı değildi, değildir. O hem kendisini sağlama almak hem de birlikte iş tutarak bundan nemalanmak, palazlanmak istemiştir. Bu küçük ortak ile büyük ortak arasında, büyük ortağın daha belirleyici olduğu eşitsiz bir ilişkidir kuşkusuz. Ancak bir köle ya da uşak ilişkisi değildir. Nitekim zaman içinde ortaklıkta pürüzler doğmuş ve giderek bu pürüzler büyümüştür.
Erdoğan’ın ABD ile ters düşen politikalar izlediğini söylemek Erdoğan’a bir erdem bahşetmek midir? Hayır. Ancak yanlış bir anti-emperyalizm anlayışına sahip olanlar için bu Erdoğan namına bir olumlu puan yazmak anlamına gelebilirdi. Tutarlı bir Marksist anti-emperyalizm anlayışına sahip olmayanlar işte meselelere bu çarpık tarzda bakarlar.
Dış politikada tornistanların anlamı
İzlenen dış politikanın karaya oturması nedeniyle yaşanan tornistanlar ne anlama geliyor? Bu noktada 15 Temmuz darbe girişimine kadar olan süreç ile sonrasını ayırarak ele almak gerekiyor. 15 Temmuz öncesine bakacak olursak, sorulması gereken soru şudur: bölge üzerinde bir nüfuz kurma, bölge ganimetlerinden pay alma siyasetinden vaz mı geçilmiştir? Bölgede İslamın lideri olma arzusundan, mezhepçi temelde savaşçı grupları, çeteleri besleme, destekleme tutumundan vaz mı geçilmiştir? Bu soruların yanıtları koca bir “hayır”dır! AKP’nin emperyalist Batı basınında durmaksızın eleştirilmesinin başlıca sebebi budur. AKP’nin yaptığı, artık karaya oturmuş olan gemiyi acil durum tedbirleriyle tekrar yüzer hale getirme çabasıdır sadece. Elbette bu, bedelsiz bir çaba değildir. Her ne kadar AKP içeride elindeki büyük propaganda tekeli sayesinde dış politikadaki başarısızlığını geniş emekçi yığınlardan saklamada hayli başarılı olsa da (15 Temmuz darbe girişimi de bu başarısızlığın unutturulması için bulunmaz bir nimet olmuştur), dışarıda önemli bazı bedeller ödediği açıktır. Rusya ve İsrail ile varılan mutabakatlar halka açıklanmadığı için gerçek bedellerin ne olduğunu bilemiyoruz, ama kapitalist kurtlar dünyasında bu anlaşmaların bedavaya olamayacağı şüphesizdir.
İsrail’e kafa tutan ve Gazze’nin kurtarıcısı olacakmış gibi kesilen pozlardan sonra gelinen noktada İsrail ile tekrar yakınlaşmanın, nasıl takdim edilirse edilsin, bölgede ve Müslüman dünyada Erdoğan’ın imajını zedelediği açıktır. Erdoğan’ın Davos hamlesi ve ardından gelen Mavi Marmara hadisesi İsrail’in yenilmezlik büyüsünü bozarak prestij toplamaya dönüktü. Ancak, sonuçta değişik seferlerde İsrail’e meydan okuyup bu büyüyü bozmaya kalkan diğer bölge ülkeleri gibi, Türkiye de bu süngüsü düşenler kervanına katılmış oldu.
Rusya ile gerilimin aşılmaya başlamasının ise neleri içerdiği ya da içereceği henüz tam olarak belli değildir. Ancak bunun Suriye’de birtakım tavizler içermesi kaçınılmazdır. Türkiye bu noktada Suriye politikasının iki ayağından biri olan Esad’ın devrilmesi hususundan temelde vazgeçmiş olabilir. Buna dair bazı belirtiler yok değildir. Hatta Esad rejimiyle bazı gizli görüşme denemeleri yapıldığı da basına yansımış durumdadır. Ancak asıl can alıcı nokta, Suriye politikasının ikinci temel ayağı olan Rojava sorunudur. Türkiye ABD’yi nasıl PYD konusunda hep kendi yanına çekmeye çalıştıysa, şimdi Rusya’yı bu noktada kendi yanına çekmeye çalışmaktadır. Yani Kürt düşmanı politikada en küçük bir değişiklik söz konusu değildir. Şu ana kadar olanlar sadece ABD baskısıyla PYD’nin kazanımlarını diş gıcırdatarak sineye çekme kapsamındadır.
Ancak Rusya konusu 15 Temmuzdan sonra bambaşka bir nitelik kazanmıştır ki, önümüzdeki dönemde bu nokta çok büyük bir önem kazanacaktır. Darbe girişimi karşısında ABD ve Rusya farklı tutumlar sergilediler. Zaten kendisiyle bir yumuşamanın başlamış olduğu Rusya, darbe girişimi karşısında hızla ve net biçimde seçilmiş yönetimin yanında olduğunu açıklarken, ABD ilk saatlerde bekle gör tutumunu yansıtan bir açıklama yapmış, ancak darbenin başarısızlığı netleştikten sonra darbe karşıtı bir tutum beyan etmiştir. Sonrasındaki günlerde de gerek ABD medyasında gerek Avrupa medyasında Erdoğan ve hükümete yönelik sert eleştiriler gelmiştir. Sadece medya değil devlet yetkililerinin açıklama ve tutumları da aynı yönde olmuştur.
Erdoğan 15 Temmuzdan sonra içerde kazandığı pekişmiş meşruiyetle ABD ve Avrupa’ya yüklenmekte ve taviz koparmaya çalışmaktadır. İçeride ulusal birlik görüntüsü oluşturma gayretlerinin bir yönü de budur. Şu anda şekillenen genel atmosfer Erdoğan’ın Batı’dan uzaklaşması ve Rusya’ya yakınlaşması doğrultusunda işlemektedir. En büyük Batı gazetelerinde Türkiye’ye NATO’dan gelebilecek yaptırımlardan dahi söz edilmesi dikkat çekicidir. Kuşkusuz Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşarak Rusya’ya yanaşması bugünden yarına gerçekleşebilecek bir şey değildir. Böylesi bir girişim çok büyük çelişki ve kırılmalar pahasına olacaktır.
Son tahlilde Erdoğan’ın ve AKP iktidarının izlediği politikalar ve büyüttüğü gerilimler Türkiye’de çalkantılı gelişmeleri tetiklemiştir. Birkaç ay önce Atatürk Havalimanında gerçekleşen IŞİD katliamı da, kanlı 15 Temmuz darbe girişimi de bunun örnekleridir. Gelinen nokta Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki köklü konumunun sorgulanır hale geldiği bir noktadır. Önümüzdeki dönemin Türkiye için bir istikrar dönemi olmayacağı açıktır. Çelişkiler sona ermiş değildir. Bir yandan Erdoğan’ın başını çektiği otoriterleşme sürecinin daha da ilerletilmesinin doğuracağı gerilimler ülkeyi beklerken, bir yandan da artan dış çelişkilerin daha zorlayıcı etkileri ufuktadır.
Marksist Tutum
http://marksist.net/levent-toprak/dis-politikada-tornistanlar-15-temmuz-ve-sonrasi.htm
Darbe sonrası Türkiye: devasa bir kriz
Sungur Savran
Ağustos 11, 2016
15-16 Temmuz başarısız darbe girişiminin ardından Türkiye devasa bir siyasi krizle karşı karşıya kalmış bulunuyor. Darbe emir komuta zinciri dışında yapılmış olsaydı, bugün Tayyip Erdoğan ve AKP’nin kendi Rabiacı siyasi projelerini uygulamaya koymaları bakımından bütün engellerin ortadan kalktığı bambaşka bir ortam doğmuş olabilirdi. Tayyip Erdoğan’ın ilk başta ne olup bittiğini tam anlamadan sarf ettiği, “bu Allah’ın bir lütfu” cümlesi öyle bir duruma denk geliyor. Ama bir kez Genelkurmayın ve MİT’in de darbecilerle ilişkisi konusunda ciddi kuşkular doğunca, muhtemelen onların da planlamanın bir parçası olduğu ama son dakikada bir çatlak doğduğu belli olunca, her şey bambaşka bir ışıkta görünecektir. Bizim Devrimci İşçi Partisi olarak “milli mutabakat” adını verdiğimiz, Erdoğan’ın muhalefete karşı bütün üslubunu değiştirmesine dayanan, AKP Genel Merkezine dev Atatürk posteri astıran yeni politika, AKP’nin kendini içinde bulduğu zayıf konumun dolaysız sonucudur. Türkiye derin bir siyasi krizle karşı karşıyadır ve ufukta uzun sürecek bir istikrarsızlık dönemi görünmektedir.
Sorun çok yönlüdür. En önde gelen sorun elbette Türkiye’nin bütün İkinci Dünya Savaşı boyunca üyesi olduğu NATO ile ve müttefiki olduğu ABD ile karşı karşıya gelmiş olmasıdır. İncirlik Üssü’nden kalkan tanker uçağın darbeci savaş uçaklarını yavrusunu emziren bir ana gibi beslemiş olması, bu dev çelişkinin özeti gibidir. Tayyip Erdoğan’ın kendi hâkimiyetinde bir Sünni birliği kurma hayali olarak özetlenebilecek Rabiacılığı, son tahlilde bunun asıl nedenidir. Ama Rabiacı ya da değil, Türkiye’de herhangi bir burjuva iktidarı için NATO’dan çıkmak felaket anlamına gelebilir. Sermayenin koruyucusu son tahlilde ordudur. Çünkü Engels’in deyişiyle, devlet eninde sonunda bir “silahlı adamlar topluluğu”dur. Bugün Türkiye’de işçi sınıfı ayaklansa ve devrime doğru yürüse, siz zannediyor musunuz ki burjuvazinin mülkiyetini sadece Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) koruyacak? Hayır, NATO şemsiyesi, Türkiye’de sosyalizme karşı ABD ve AB emperyalizmlerinin ordularının da savaşacağı anlamına gelir. Sayısız çokuluslu şirketin Doğu Avrupa-Ortadoğu-Afrika bölgesi (EMEA) için karargâhlarını İstanbul’a kurmaları Boğaz’ın güzelliğinden mi sanıyorsunuz? NATO dışına düşmek, Türkiye kapitalizmi için, uluslararası sistemin gözünde derhal birkaç basamak düşmek demektir! Tayyip Erdoğan Amerikalı subaylara “haddini bil” diyor, ama iktidarının temeli olan ekonominin de Obama’ya çok şey borçlu olduğunu gayet iyi biliyor. Bilmiyorsa finans kapital hatırlatacaktır!
“Körfez sermayesi var” mı diyeceksiniz? İktidar Rabiacı programını uygulamaya kalkışsa kiminle uygulayacak? Gerçek sitesinde ayrıntılarıyla yazıldı. Mısır 16 Temmuz günü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ABD ve Britanya’nın Tayyip Erdoğan hükümetini destekleyen karar tasarısını engelledi. Ardında Birleşik Arap Emirlikleri’nin olduğu kesin olarak biliniyor. Ama Mısır’ın diktatörü Sisi’nin asıl hamisi Suudi Arabistan. Onun onayı olmadan bunu kolay kolay yapamaz. AKP’ye yakın gazetecilerin tanıklığıyla söylüyoruz, Arap basını darbecileri neredeyse destekledi. Tunus’u, Suriye’yi, Irak’ı çoktan yitirmiş olan AKP, Sünnilerin birliğini zorla mı kuracak? Hangi orduyla? NATO ordusuyla mı?
Bugün Türkiye’de ordusundan ve istihbarat örgütünden hiç ama hiç emin olamayan bir hükümet vardır. Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti sanki havada boşlukta duruyor. Ardında silahlı kuvvetler ve istihbarat olmayan bir hükümet uzun vadede ayakta kalamaz. Bunun için Erdoğan TSK’yı kendine bağlatmak, yepyeni bir profesyonel ordu kurmak istiyor. NATO ordusu buna razı olacak mıdır? Burada iki büyük güç arasında cehennemi sonuçları olabilecek bir hayatta kalma mücadelesinin dinamiğini görmemek mümkün değil.
Denebilir ki, 15 Temmuz gecesi sokağa çıkan halk kitleleri arasında kolaylıkla seçilebilen o silahlı, linççi, ideolojik olarak bilenmiş güçlü topluluklar gelecekte de Tayyip Erdoğan ve AKP’nin alternatif gücünü oluşturabilir. Bu doğrudur. Bu yüzden de Türkiye’de eğer birçoklarının söylediği gibi yeni bir darbe olasılığı varsa, 15-16 Temmuz gecesi yaşanan mini iç savaşın da tekrarlanma olasılığı vardır. İşte size yeniden devasa bir kriz kaynağı! Ama iş orada da bitmiyor. O gece sokağa dökülen silahlı, linççi, ideolojik olarak kindar kitlenin bir bölümü gün gelir, Erdoğan’dan da yüz çevirebilir. Şayet nesnel koşulların güçlüğü karşısında Erdoğan ve AKP NATO’nun basıncına teslim olursa, bu güruhun bir bölümü yüzünü hızla daha radikal bir çözüme, mesela DAİŞ’e (IŞİD’e) neden çevirmesin? İstikrarsızlığın bir kapısı kapanırken bir başkası açılıyor!
Bu çelişkiler yumağına daha neler eklemek mümkün! Darbe öncesinden gelen bir dizi zaaf da Türkiye’yi sıkıştırıyor. Ama yukarıda saydıklarımız kendi başına yeter. Türkiye devasa bir krize girmiştir. Bir gelecek seçimiyle, bir uygarlık seçimiyle, kanın oluk oluk aktığı bir iç veya bölgesel savaş ile güvenli bir hayat ve gelecek arasında bir seçimle karşı karşıyadır. Bu kavşakta tek olumlu seçenek işçi sınıfının ayağa kalkarak toplumun bütün ezilenlerinin önüne düşmesidir. Emperyalizmle, NATO’yla, ABD’yle ancak çokuluslu şirketlerden ve finans kapitalden en ufak bir çıkarı olmayan işçi sınıfı başa çıkabilir. Bu gerçek çözümü sadece bir olasılık olmaktan çıkararak elle tutulur bir seçenek haline getirmek için nesnel koşulların elbette değişmesi, en başta sınıf mücadelesinin yükselmesi gerekir. Ama hayatın akışını nesnel koşullara terk ederek seyirci gibi izlemek bizim bildiğimiz solcuların değil kaderci bir dünya görüşünün işidir. Şimdiden yapılabilecek olan çok şey var. En önemlisi de işçi sınıfının devrimci partisini inşa etmeye ne katkı yapabiliyorsak onu yapmaktır. Yarın “uygarlık krizi yaşanırken ne yaptın?” diye soracak çocuklarımız karşısında başımız dik, yüzümüz ak olsun istiyorsak Deniz’ler, Sinan’lar, Mahir’ler, İbo’lar gibi cesur ve azimli olmalıyız!
Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Ağustos 2016 tarihli 82. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/darbe-sonrasi-turkiye-devasa-bir-kriz
12 Eylül öncüleri gövdesel olarak çağdaş bir ortamda yaşayan kimselerdir, ancak gündeme getirip uygulamaya geçirdikleri bilgi içeriği gözönünde tutulursa düşünsel bakımdan ortaçağın başlagıcında oldukları görülür. …. 12 Eylül yönetimi, öğretim kurumlarında dini yasal bir öğrence olarak gündeme getirirken ‘birey dinsiz olmaz’ sözlerini söylemekten kendini alamamıştır. …. 12 Eylül’den sonra hızla yayılan tarikatçılık, gericilik çağdaş başlığı giymekten, şapkayı ‘gavur işi’ diye suçlamaktan kendini alamazken, yine bir ‘gavur başlığı’ olan bereyi yeğlemektedir. 1950’den sonra radyoda Kur’an okunmasının, minarelere ses yayıcı aygıtın takılmasını ağır bir dille suçlayan gericiler, dün söylediklerini, yaptıklarını unutur görünerek bugün onları azgın savunucusu kesilmişlerdir. 12 Eylül yönetimi de bunları unutarak suçlananı övülene dönüştürme çelişkisinden kurtulamamıştır. Tarikat, yapı olarak, İslam dinine aykırıdır, Kur’anda, hadislerde tarikatlara yer verilmemiştir, dahası bu tür kuruluşlar islamın özüne aykırı görülmüş, bölücülük sayılmıştır. Oya günümüzde, bu tür kuruluşlar ulus yönetiminde, toplum kurumlarında, özellikle de eğitim-öğretim ocaklarında yönlendirici odak niteliği kazanmıştır.
Felsefe Açısından 12 Eylül, Din, Boşluğun Egemenliği
İsmet Zeki EYUBOĞLU
http://www.kitapokuyoruz.com/kitap/68676/Felsefe-Acisindan-12-Eylul-Din-Boslugun-Egemenligi/
“Osmanlı [bugün TC diye okuyun] kendi kendini kurtaramamış, çağların akışı içinde bir ağaçkakan gibi boyuna kendi gövdesini gagalayarak delik deşik etmiştir. Oysa bu büyük devletin yıkımını içyapısının çözülüşüne değil de birtakım yüzeysel nedenlere bağlama, olaylara değil de yüzeyde görülen sallantılara bakarak açıklamaya çalışmak kimi gerici çevrelerde bir gelenek olmuştur.”
“Bu konuda birbirini dışlayan iki çelişik tutum vardır. Birincisi toplumsal yapının özünü bilmeden, yalnızca yönetim gücünün baskısına dayanarak bütün sorunların çözümlenebileceği önyargısı. Bu yargının uygulama alanına konmasıyla başlayan sürtüşmeler “ayaklanma” diye nitelenebilecek olaylara yolaçmıştır. İkincisi Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün topraklarında, egemenliği altında bulunan bucaklarda “medrese” anlayışını geçerli kılmak, onun dışında kimseyi konuşturmamak. Bu davranış, ilerde de görüleceği gibi, Osmanlı tarihi boyunca sürmüş, düşünsel alanda en ufak bir yenilik getirmeden, kendi kendini kemirerek tüketmiştir.”
“Kırsal kesim insanlarına, Osmanlı yönetiminde, kamu yararına bir iyiliğin düşünüldüğünü gösterir belgeler yoktur elimizde. Kimi illerde yapılan “vakıf’ nitelikli kuruluşlar da oralarda görevde bulunan yüksek aşamalı kişilerin özel girişimleri sonucudur. Bu tür yapılar hep yaptıranın adıyla anılır, bilinir. Sözgelişi “İskender Paşa Camii”, “İbrahim Ağa Camii” gibi kişilerin yapıtları sayılan yerler. Bunlar gibi çeşme, hamam, mescid, türbe bg. genellikle kamu yararı düşünülerek yapılanlar görülmektedir. Bunları Osmanlı yönetiminin kırsal kesime iyiliği diye görmek yanlıştır. Dilimizde “kaz gelen yerden tavuk esirgenmez” sözleri bu alanda anlamlıdır. Bir yüksek görevli, Anadolu’nun bir yöresine gönderiliyor, bu görevli o insanları soyup soğana çeviriyor, aldığının bir bölümüyle kendi adını yaşatacak bir cami, ya da başka bir yapı (hamam, çeşme, konak bg.) yaptırıyor.”
İsmet Zeki Eyuboğlu – Sömürülen Alevilik
https://issuu.com/sacittademir/docs/__smet_zeki_ey__bo__lu_-_s__m__r__l
http://haydaralibaba.wordpress.com/2012/12/29/yezitlerin-gunahi-emevili-yezite-yazilmis/
http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/bekir-coskun/solcular-1462211/