30 Ekim’de yazdığım “İktidar-Muhalefet Blokları, saflaşmalar” yazısında doğal olarak İktidar Bloku’na da temas etmiş ve bu bloğu destekleyen liberal sol kesimden söz etmiştim. KCK tutuklamalarının Ayşe Berktay, Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu gibi aydınlara kadar uzanması, İktidar Bloku içinde, AKP ile liberal sol kesim arasında, hatta liberal sol kesimin kendi içinde ve bu kesimin gazetesi Taraf gazetesinde çatlamalara yol açmış bulunuyor.
Isaac Deutscher, Ekim Devrimi’nden sonraki tek parti diktatörlüğüne giden süreci tahlil ederken çok önemli bir saptamada bulunur.
Bu saptamaya göre, Kadetlerin ve Sağ SR’lerin komşusu olan Menşevikler itiraz etmişlerdi onların baskı altına alınmasına. Bunun üzerine Menşevikler de baskı altına alınmıştı. Menşeviklerin komşusu olan Sol SR’ler onların baskı altına alınmasına itiraz edince yasaklanmışlardı. Sol SR’lerin yasaklanmasına itiraz eden anarşistler de kısa sürede yasa dışı ilan edilmişti ve bu böylece devam edip, sıra Bolşevik Partisi’nin içindeki farklı seslerin bastırılmasına gelmişti:
“Siyasi bir yapının onda dokuzu susarken onda biri konuşamazdı. Bolşeviklerin dışında kalan Rusları susturan Lenin’in partisi, sonunda kendi partisini de sessizliğe gömmek zorunda kalacaktı… Bütün hasımlarını ve düşmanlarını susturan Bolşevik partisinin kendi içinde de sürekli bir baskı uygulamadan yaşamasına imkân yoktu.” (Isaac Deutscher, Troçki-II, Çev: Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, 1970, s. 33)
AKP’nin diktatörlük süreci çok önceleri başladı ama ürünleri yeni yeni görülüyor. İlk uyarıcı işaret, Taraf’ın sevinçle, “Postallı Hocalar Tutuklandı” manşetini attığı, Türkan Saylan ve diğer öğretim üyelerine yönelik tutuklama baskınlarıydı. Bunun ardından, “Ergenekon tutuklamaları”nın Ahmet Şık ve Nedim Şener’e kadar uzanması ikinci ve en büyük uyarıcı işaretti. Bu uyarı işaretleri, Birikim çevresinde bazı kıpırdanmaları yol açtı ve örneğin Ahmet İnsel, AKP’nin otoritarizmi konusunda etkili yazılar yazarak AKP etrafında oluşan destek ittifakındaki ilk çözülmelerin habercisi oldu.
Buna rağmen Taraf gazetesi İktidar Bloku içindeki destekçi konumunu ve tutumunu sürdürdü. Ekim ayının 8’inde yazdığım “Solotest Zekâ Oyunu” adlı yazımda şöyle demiştim:
“Kürt ulusalcılarının bir ilerisinde de liberaller bulunmaktadır. Kürt ulusalcılığı yendikten sonra sıra onlara gelecektir. Liberallerin bundan ne ölçüde haberi var, bilmiyorum.”
Süreç tahmin ettiğimden de çabuk ilerledi. Ve dediğim gibi, sıra “onlara” geldi. Elbette doğrudan doğruya değil ama çok yakınlarına, komşularına. Çünkü Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu ve Ayşe Berktay gibi aydınlarla sol liberal kesim arasında sadece bir kol mesafesi vardır. Hatta öyle ki, mesela Büşra da Taraf da yazıyor olabilirdi pekâlâ. Sol liberal aydınlarla Kürtleri destekleyen aydınlar arasında hiç de uzlaşmaz ayrılıklar yoktur, hatta iç içedirler. Dahası, örneğin Oral Çalışlar ve Cengiz Çandar gibi isimler bu iki eğilimi şahıslarında birleştirmekte hiç de zorlanmamışlardır.
Dolayısıyla insanın yanı başı başındaki komşusuna baskına gelen polise gözlerini yumması ve kulaklarını tıkaması mümkün değildir. Hele Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, “KCK tutuklamalarına karşı çıkanlar kendilerini gözden geçirsinler” sözlerinin altındaki, “onlar kendilerini gözden geçirmezse biz onları gözden geçiririz” tehdidini algılamamak için iyice ebleh olmak gerekir.
Ki, Taraf gazetesi ve yazarları böyle bir eblehlik göstermediler. Taraf’ın bugünkü 5 Kasım 2011 nüshasında sözleşmiş gibi hepsi birden bu konuyu ele almışlar. Tabii ki aralarındaki farklılıklarla. Bu farklılıklara biraz sonra değineceğim ama önce yazarları ve yazılarının başlıklarını vereyim: Ferhat Kentel, “AKP Devriminin Thermidor’u”; Murat Belge, “ ‘KCK Soruşturması’”; Ümit Kıvanç, “Ah, Bi anlayabilsem Size de anlatırdım”; Roni Margulies “Hükümet Su Alıyor”; Demiray Oral “Türkiye Nasıl Bölünür Derslerinin Hocalığını Yapmanın Belgesi Olur mu”; Erol Katırcıoğlu “Otoriterliğin Eşiğinde”; Nabi Yağcı “KCK ve Statüko (1)”; Ahmet Altan “Biz Biliyoruz da…”; Halil Berktay “İğrenç Şeyler”; Akın Özçer “Terörle Mücadelede Doğru ve Yanlışlar”; Emre Uslu “PKK Konusunda Üç Yanlış Argüman”. Yazıların hepsi de KCK tutuklamaları ve Kürt sorunu konusunda.
Hepsini okuduğumuzda bizzat Taraf’da önemli bir çatlama yaşandığını görmek mümkün. Bir tarafta, KCK tutuklamalarına ve hükümete karşı net bir tutum alan, Ferhat Kentel, Ümit Kıvanç, Roni Margulies, Ahmet Altan, hatta Murat Belge gibi isimler var. Diğer ucun temsilcisi, meslekten bir polis olan Emre Uslu. Üstelik Emre Uslu, bir TV programında da izlediğim gibi, “müzakereci liberaller” deyimini kullanarak doğrudan sol liberallere saldırmakta bir sakınca görmüyor ve bugünkü yazısında kendisine “ahmak” dediğini iddia ettiği Oral Çalışlar’ı doğrudan hedef almış. Bugün yazısı olmamakla birlikte, cemaatten Yıldıray Oğur da öyle sanıyorum ki Emre Uslu’nun yanında saf tutuyor. Bir de ortada tutum alanlar var. Bunların en tipik temsilcisi Halil Berktay. Bir yandan amca kızı Ayşe Berktay’ın ve çok eskilerden tanıdığı, TİİKP davasında birlikte yargılandığı Büşra Ersanlı’nın tutuklanmasından son derece tedirgin. Ama diğer yandan da Kürt hareketiyle ve BDP ile arasına neredeyse aşılmaz duvarlar örmüş. Bu yüzden şimdilik iki tarafa da çatıyormuş gibi yapıyor ve esasen AKP’yi kollayarak eski tutumunu sürdürmeye çalışıyor. Ama bu arada tutumun uzun süre devam etmesi mümkün değil. Sanırım iki gemi zıt yönde hareket etmeye devam ettikçe Halil de ortadaki tutumuna son verecek. Eğer önemli bir değişim geçirmezse, AKP ve iktidar Bloku gemisinde kalacak gibi görünüyor.
Neyse, bunlar, olayı benim gibi yakından izleyenlerin dikkat ettiği ince ayrıntılar. Daha uzaktan bakacak olursak, saptamamız gereken nokta şu: İktidar Bloku içinde, AKP ile liberal sol aydın kesim arasında önemli bir çatlak belirmiş durumda. Benzeri çatlakları bizatihi liberal sol aydınlar, hatta bu kesimin önemli bir organı olan Taraf içinde saptamak mümkün.
Hükümetin açıkladığına göre, Van depreminde duvarları çatlamış, depreme dayanıksız binalar yıkılacakmış. Peki ya, KCK depremiyle duvarları çatlayan iktidar yapıları?
Şimdiden yıkılsalar iyi olur. Yeni bir artçı bir depreme bile dayanamayacakları çok açık!
Gün Zileli
5 Kasım 2011
genel olarak doğru tesbitler ve durum değerlendirmesi olup siyasi hayatımızda rekor sayılan sürede iktidarını sürdürme becerisi gösteren akp ileri demokrasisinin kendini tüketme döneminin başladığını söyleyebiliriz.buradaki tükenişin salt kendinden ve değişimci işlevini bitmesinden kaynaklandığını söylersek yeni bir anlayışta inşa edilmeye çalışıp siyasi hayatımızda önemli bir dinamik olabilen toplumsal muhalefet dinamiklerine haksızlık etmiş oluruz.kuşkusuz buradaki dinamiğin şekillenmesi alternatif başarı siyasetinin sadece sistem mağduru halkın iradesinden geçerek başarabileceği halk iradesinin dışındaki zinde güçlere bel bağlamanın fiziken ve zihnen tükenip mevcut dinamiklerinde yeni duruma uygun başarı siyaseti pratikleri gösterebilmesi ile olmuştur.özellikle hayatın pratiğinin dayattığı etimize kemiğimize değen ana sorun kürt sorunu ve çevresinde şekillenen gündemin toplumsal muhalefet dinamiklerini hızla dönüştürüp eski alışkanlıkları terk etmesini kolaylaştırmıştır.yeni yeni pratiklerini izlediğimiz sistem mağdurları ve özgürlükçü siyasi kürt hareketinin birlikte iş yapma yeteneklerini süreç yönetim programı seviyesine sıçratarak olağan üstü hata yapmasa toplumsal muhalefetin önümüzdeki yerel seçime kadar diğer muhalefet odaklarınıda mıknatıs gibi kendine çekerek 400 cıvarında belediye ile yeni bir bilinç sıçraması yaratıp düzenin devletçi partilerine mahküm değiliz artık bir seçeneğimiz var diyen iktidar alternatifi toplumsal muhalefetin politik örgütü ile tanışabiliriz
sayin zileli iktidar blokunda catlak yok sadece kum torbalarini atiyorlar. iktidar nereye gittigini biliyor. digerleri sadece umuyor.sizin de umamaniz dilegiyle..
erdogan putinin daha komigi musolinin daha ciddisi olacaktir.
Bir bilmecem var…
Türkiye’de dört buçuk yıl önce, Ergenekon tutuklamaları başladığında, ilk tepkiyi “ulusalcı-Kemalist-milliyetçi” dediğimiz kesimler vermişti.
Operasyonun 21 Mart 2008’de İlhan Selçuk’a ve Kemal Alemdaroğlu’na yönelmesi de, “haddini aşan ulusalcılığa verilen haklı bir gözdağı” olarak algılandı ve “entelektüel” kesimler, o tutuklamaları (açık ya da gizli biçimde) alkışladı.
O süreçteki tutuklamalar dışında, daha sonraki tutuklamalar yukarıdaki yazıda (aşağı-yukarı) sıralanmış. Tekrarlamıyorum.
Bilmeceye gelince…
1- KCK operasyonları ile Ergenekon operasyonları arasında bir bağlantı var mı?
2- Şimdi “ben dememiş miydim” üslubu ile tespitler yapanların, Ergenekon operasyonlarına o safhada niçin karşı çık/a/madığını açıklayacak bir “tez” var mı?
3- Devam eden operasyonların, Anayasa Referandumuna “evet” denilmesinden sonra yapılan “yüksek yargıdaki düzenlemelerin sonuçları” ile bağlantısı olabilir mi?
4- Ergenekon operasyonlarını alkışlayanların, ilaveten CHP+MHP gibi partilerin teşne olduğu yeni anayasa projesinin başarıya ulaşmasından sonra, neler olacağını da öngören var mı?
Verilecek ya da verilemeyecek bütün cevapların sahiplerini selamlıyorum.
kutlarım, mükemmel bir siyasi tahlil yazısı.
Kendi adıma, ergenekon operasyonlarını hiçbir zaman alkışlamadığımı, çok geçmeden de aktif bir şekilde karşı çıktığımı söyleyebilirim. Sitedeki yazıları bu açıdan tarıyabilirsiniz. Zaten ben kişisel, olarak hiçbir devlet-hükümet operasyonunu onaylamam.
belki doğrudan desteklemiştiniz ama sizinle bu sitede yaptığım bir tartışmada ergenekonculuğu bir nesnel gerçeklik olarak kullanmanıza karşı çıkıp aslında bir yerlerde biz ergenekon’uz diyen bir yapının, daha da önemlisi savcı öz’ün iddia ettiği gibi bir yapının kesinlikle olmadığını, bunu bu şekilde kullanmanın operasyon içinden konuşmak olduğunu belirtmiştim. siz de cepheden olmasa da tereddütlerinizi belirtmiştiniz. bu demek oluyor ki, o dönem solcularının ergenekon’da perinçek falan alındığında yaşadığı mutluluğu/operasyonlardan duyduğu açık memnuniyeti siz biraz daha çekingen yaşamıştınız. alkışlamadınız ama “karşıtı doğruyu söyler” misali her durumda geçerli olamayacak teorilerle olumlamıştınız.
“belki doğrudan destekleMEmiştiniz” olacak…
Hiçbir zaman desteklemedim ama bir ara ben de böyle bir örgüt olabileceği gibi bir zehaba kapıldım, doğrudur. Gerçi her zaman ideolojik mücadelenin cezai alana kaydırılmasına karşı çıktım, bunu da hatırlamalısın ertan. Sonuç olarak, bu fabrikasyonun gerçek olabileceğini düşünmekle bile hata ettiğimi kabul ediyorum.
hatırlıyorum, burada yorum yapmamın baş nedenlerinden hatta.
..
” erdogan putinin daha komigi musolinin daha ciddisi olacaktir.” Birakin bu igrenç üsluplari, halinize bakmadan yok Mussolini imis, yok Putin imis, kendinize gelin de önce yaptiginiz rezaletlerin hesabini verin. Putin’e de kurban olun.
“Solotest Zekâ Oyunu” yazısına yapmış olduğum yorumlardan birini buraya aktarıyorum:
“Bir de Gün Zileli’nin yazısında itiraz ettiğim nokta ise “Kürt ulusalcılarının bir ilerisinde de liberaller bulunmaktadır. Kürt ulusalcılığı yendikten sonra sıra onlara gelecektir.” düşüncesidir. Bu düşünce cemaatin organik liberalleri için doğru olabilir; ancak sol liberallerin arkası bunlardan daha sağlamdır, bu kişilerin çoğu Açık Toplum Enstitüsü’nün organik aydınlarıdır. AKP, ona tekelci sermaye ve emperyalizm tarafından yüklenen alt-emperyalistlik misyonundan sapmaya kalkarsa, sol liberaller kendilerine yeni “demokrasi mücahitleri” bulacaklardır (mesela Y-CHP). Hele bu kesimleri tasfiye etmek de kolay değildir, onları ne AKP ne de malum cemaat tasfiye edebilir. Türkiye ekonomisi ve AKP’nin “başarıları” büyük ölçüde sıcak para girişine dayalıdır ve finans spekülatörlerinin saldırılarından kolaylıkla etkilenebilecek kırılgan bir ekonomidir. Tayyip, işini gördükten sonra liberal solcuları tasfiye etmeye kalkarsa, bu kesimlerin asli patronu olan George Soros’un saldırılarına uğrayacak ve sonu 2000′li yılların Ecevit’i gibi olacaktır. Ki Soros’un gücü sadece finans spekülatörlüğüyle de sınırlı değildir, psikolojik savaş, istikrarsızlaştırma, etnik çatışmaları körükleme vb konularda onun enstitüleri (ve daha bilmediğimiz diğer ekipleri) uzmandır (bkz. Renkli “Devrimler”).”
İktidar Bloğundaki bu çatlağın derinleşeceğini pek sanmıyorum, derinleşse bile bundan liberal solcuların zararla çıkacağını sanmıyorum. Bu “çatlağın” suni olduğunu düşünüyorum, çünkü liberal solcuların Kürt sorunu konusunda (veya herhangi bir diğer konuda) samimiyetine inanmıyorum. Sol liberallerle muhafazakarlar arasındaki bu sürtüşme görüntüsünün aklıma getirdiği birtakım olasılıklar:
1.Olasılık: Mavi Marmara olayı ve başkanlık sistemi meselesinin ortaya çıktığı günlerden bu yana belli aralıklarla AKP içindeki Tayyip kliği ile Gül(en) kliği arasındaki çekişme dillendirilmekte. Tayyip kliği (veya Ortodoks-Nakşibendi kesim) Gülen cemaatinden bağımsızlaşma, emperyalizmin Avrasyacı bloğuyla olan ilişkileri güçlendirme ve Neo-Osmanlıcılık gibi alt-emperyalist hayallere sahiptir. Abdullah Gül (ve Gülen cemaati kliği) ise ABD-AB-İsrail blokuna koşulsuz bağımlılık ilişkisini savunurlar. Liberal-sol geçtiğimiz yıllarda Mustafa Sarıgül, EDP, Y-CHP gibi oluşumlara zaman zaman sıcak bakmış, bu yolla da AKP’ye (daha doğrusu ortodoks-nakşi kliğe) “alternatifsiz değilsiniz” mesajı/tehdidi vermiştir. Şimdi de bu kesim Kürt özgürlük hareketinin, Barzanici kesimlerin yoğun sızmalarıyla sağa çekmeye başladığı bir dönemde, AKP’deki Tayyip kliğini tasfiye ederek yeni bir iktidar bloku kurmayı planlıyor olabilir. Bu yeni bloktakilerin dizilişi Gül(en) kliği-liberaller-Barzaniciler-(Y)CHP-BBP şeklinde olabilir.
2. Olasılık: Yeni anayasa hazırlama sürecinde Kürt özgürlük hareketini iktidar bloğunun yanına çekme, onların zımni de olsa desteğini alma amacıyla sol liberaller böyle bir açılımda bulunmuş olabilirler. Hatırlarsak daha bir iki ay öncesinde Taraf ve Radikal çevreleri Kürtlere karşı en çok savaş naraları atan gazeteler idi. Şimdi de Kürtlerin desteğini alabilmek amacıyla bu kötü imajı düzeltmek istiyor olabilirler.
3. Olasılık: Sol liberaller gerçekten iyi niyetliler ve AKP’nin Kürt halkına açtığı savaşa karşı çıkıyorlar. Bu ise benim en naif bulduğum olasılıktır. Liberal-sol her zaman AKP’nin Kürt siyasetinin “havuç” kısmını oluşturmuştur.
ceberrut devleti ve çürümüş sistemin iktidar sahiplerini en çok korkutup endişelendiren şey sistemin mağdurlarının birlikte iş yapmasıdır.son günlerde özgürlükçü siyasi kürt hareketi ile sistem mağdurlarının birlikte iş yaparak toplumsal muhalefetin politik organizasyonu ve programını üretme çabaları devletin savcılarını çok ürkütmüş olmalı büşra hocaya’kürt olmadığın halde başka partimi bulamadın bdp ye neden üye oldun diyerek tutuklama istemesi HDK si ile yapılan işlerin sistemin yumuşak karnına darbe olduğunu açıklamazmı?sistemin içinden seslenmeleri bırakıp kim kimleymiş kim ne yapıyor dedikodusunu aşıp toplumsal muhalefetin bir dinamiği gibi kendimizi hissedip birlikte ne yapabiliriz sorusuna cevap arayabiliriz.laz olduğum halde bdp ye üye olup savcıya göre suçmu işlediğimi adliyenin önünde açıklayıp dilekçe ile cevap arayacağım.devletin savcısından siyaset yapmak için tavsiye edeceği devlet partisinin olup olmadığını öğrenmeye çalışacağım.aslında bizim vekilimiz olan barolara müracaat edip bir savcının siyaset yapma ve parti seçmeye vatandaşı etkileyip belkide arkasındaki devletin korkusu ile siyaseti engelleme yetkisi varmı yoksa suçmu işediğini öğrenmeye çalışacağım.tabiki saf değilim bütün devletlerin işlevi kendini tahkim edip itiraz ve muhalefeti yok eden şiddeti uygulayıp terörize etmek olduğunu biliyor ve devlet ve aktörlerinin bu yaptıklarının asıl işi olduğuna göre biz ne yapmalıyız onaylayıp sistemin parçasımı olacağiz isyan eden toplumsal muhalefetemi katılacağız asıl soru bu galiba asıl sorularda pek işimize gelmiyor galiba etrafından dolanmak daha kolay olmasın
Derken Ağustos sonu ve Eylül başlarında, yeni bir saldırı dalgası yükseldi. Bana, kendi maruz kaldıklarımdan da çok dokunuyor böyle şeyler (eski fraksiyon militanlığı günlerinde ben de Murat’a çok haksızlık ettiğimden, o ise efendiliği bırakmadığından olacak). 8 Eylül’de ilk dökümünü yapmıştım gelen hücumların (“Millî süzgeç” ve Murat Belge, Okuma Notları 401). Önce internet solcuları, bugünkü duruşu ve konumuna para için geldiğini iddia ettiler (ki, Taraf’ın malî durumu karşısında, bir kara mizah örneğinden öteye geçemez). Bunu gene Ertuğrul Özkök’ün, Aytek Soner Alpan’ın, Sırrı Süreyya Önder’in, Serdar Turgut’un (neden olmasın ?), sitesinin kâh oradan, kâh buradan atışları izledi. Anlaşılan özel, zevkli bir spor haline geldi bu; geçmişte Ufuk Güldemir’in ayı vurması gibi, Murat’ı “vurup” yanında resim çektirecek, off, ben hem de ne büyük bir aydın vurdum diyeceksin.
İşin asıl püf noktası belki de bu zaten. Çöken ideolojilerden bağımsızlaşan eleştirel aydınlara, gene o çöken ideolojilerin bağnazlığı içinden yükselen nefret, sorunun sadece bir parçası. Bununla kısmen örtüşüp içiçe geçen, ama kısmen de göreli özerkliği içinde varolan öyle bir kötülük ve zalimlik hali var ki, insanın aklı havsalası almıyor kolay kolay. Belki de alışmamışız böyle şeyler üzerine düşünmeye; ya da belki maddî indirgemeci alışkanlıklarımız hakkıyla tesbit ve tarif etmemize engel. Fakat söyler misiniz bana, Aydın Doğan grubunun Çölaşanlı döneminin askerî vesayet yanlılığı ile Perinçek’in nasyonal sosyalist işçi partisinin açıktan darbeciliğini bir odada birleştirmek için kurulmuşa benzeyen tezvirat evinin, çıkış noktasındaki ideolojik saiklerden çok daha aşağılara inen ahlâkî düşkünlük ve tefessüh düzeyi, veya onları istihdam ve himaye edip arkadaş bilen daha “büyük” isimlerin bizlere, eleştirel bağımsızlıkta tutunmuş sol demokrat aydınlara o kadar sinirlenmesi, başka nasıl açıklanabilir ? Tam da, geçmişle dürüstçe hesaplaşmış olmamız ve dolayısıyla sırtımızda kambur taşımamamıza mı kızıyorlar ? “Siz neden hâlâ varsınız, olmamanız gerekirken ? Neden yazıp çiziyor, okunuyor — ve bizim ahlâk dışılığımıza, ‘amoralite’mize kâh alternatif, kâh ayna olabiliyorsunuz ?” Böyle mi düşünüyorlar, bunlar mı geçiyor içlerinden ? Nisbeten temiz, çamurlanmamış kimse hiçbir şey kalmasın. Bizatihî saygınlık fikri ve kavramı yokolsun.
Bazen, bazen, en derin içgüdülerinin bu olduğunu; karşı durulmaz bir hırsla, dünyada en çok bunu istediklerini ve istediklerinin âdeta bundan ibaret olduğunu düşünüyorum. Fakat eh, diyelim ki bunların önemli bir kısmı, sırf eskiden değil, bugün de sağda yer alan, hattâ Ergenekoncu denebilecek insanlardır. Peki ya solculara, kendini bir şekilde sosyalist solda sayanlara ne oluyor ? Daire dönüp dolaşıyor, bu noktada kendi üzerine kapanıyor. Çünkü evet, kötülük ve muzırlık saçanların bir kısmı da solculuk adına icra-yı zanaat eyliyor. Bu da solculuk ile kötülük arasında, prensipte hiç olmaması gereken bir buluşma yaratıyor.
Çok mu şaşırtıcı ? Ama neden ? Geçmişte de en büyük kötülüklerden bazıları, iyilik için yola çıkan soldan gelmedi mi ? “Tarihin yönü” ve “insanlığın geleceği” uğruna, sol da ahlâkı görelileştiren, asgarîleştiren, önemsizleştiren bir tür Makyavelizmi benimsemedi mi ? Büyük bir kibir ve üstten alışla, “yol arkadaşları”na “şimdilik” diye bakmadı mı ? Ve şimdi, hele yenikliği ve marjinalliği içindeki solun, bir yığın gerekçesi yok mu, çevresine büsbütün öfke ve nefret saçmak için ? Ayrıca, bu solcu habislik,
“devrimcilik”ten, “liberalizm” düşmanlığından, ya da özgür düşünceye zıt bir dogmatizmin aydın düşmanlığından mı ibaret ? Belirli bir “ideolojik kulübe”nin içine hapsolup, onyıllar boyu bütün toplumsal olgu ve akımlara karşı “teorinin icap ettirdiği” refleksleri verdiler (verdik). Bunun dışında düşünemediler (düşünemedik). Siyasette müthiş bir kısırlık ve güdüklüğe mahkûm oldular (olduk). Şimdi nasıl olur da birileri çıkar, teorisiz, ütopyasız, farklı ve başarılı bir demokrasi mücadelesi verir ? Buna nasıl tahammül edilebilir ? Bunu yapanları, yapabilenleri (mânen) paramparça etmek gerekmez mi ? “Vurulup” yanında resim çektirilecek en büyük “ayı” Taraf değil mi ?
Ben de neden bu kadar kızdım, çileden çıktım, biliyor musunuz ? Aslında bu kadar sert yazmayacaktım bu yazıyı. Lâkin birkaç gün önce, hem de bir “vicdanî red” (!) sitesinde şu cümleye rastladım : “Taraf gazetesine ‘malesef’ ihtiyacımız var, diyelim şimdilik.”
O “malesef”inizi sevsinler. Yani sanırsınız ki büyük bir siyasî stratejist; muazzam işler başarmış; geniş kitlelerin olgun önderi; “nihaî hedef”ine doğru zaferden zafere geçerek ilerlerken, kimi, nereye kadar “kullanacağı”nı, nereden sonra “artık size ihtiyacımız yok” diye buruşturup atacağını da açıklayıveriyor.
Bu nasıl bir kibir, nasıl bir ham ervahlık, nasıl bir faydacı-enstrümantalist ahlâksızlıktır, biri bana anlatsın lütfen.
Özgür oy halkın sesi ise, özgür basın halkın kulağına ulaşan yoldur. Basının özgür olduğu yerde, oybirliğinin karşı konulmaz gücü farklı seslerle delinebilir; popülizmin totalitarizme dönüşmesi engellenebilir.
Basın “halkın sesi” değildir: toplumdaki çeşitli görüş ve çıkar çevrelerinin, kendi bencil seslerini halka iletmelerinin bir aracıdır. Basını halkın sesi sanmak, tam tersine, totaliter düşünceye özgü ve son derece tehlikeli bir yanılgıdır: çünkü halkın sesinin tecelli ettiği yerde, o sese karşı olanlara ancak susmak düşer. Totaliter rejimlerde gazetelerin Der Völkische Beobachter (Halkın Gözlemcisi), Il Popolo (Halk) ve Hakimiyet-i Milliye ve Ulus gibi isimler taşıması rastlantı değildir.
Basının demokratik hukuk devletindeki işlevi konsensus yaratmak değildir: aksine, iktidarın oluşturmaya çalıştığı konsensusu delmektir. Bu işlev yerine getirilmediği sürece kitleler, iktidar tarafından körüklenen yekpare heyecanlara kolayca kapılabilirler; “hakkım var, öyleyse boyun eğmeyeceğim!” diyen azınlığa karşı, rahatça galeyana getirilebilirler. Oysa özgür basının işlevi, “hakkım var” diyene en azından niye haklı olduğunu anlatma imkânı vermektir.
http://www.nisanyan.com/?s=soru-19
– Sayın Çıracı’nın Soros tahlili bence artık demode; dolayısıyla buradan yola çıkarak “liberal solcular tasfiye edilemez” önermesi yanlış. Hele karşılığında, “onlar değil cemaat tasfiye olabilir” demesi Türkiye üzerine konuşup konuşmadığımız hususunda şüpheye düşmeme neden oldu.
– İsmini vermeye tenezzül etmeyen şahsın Taraf konusundaki hassasiyeti ve tenezzülü ise olağanüstü şaşırtıcı. Aynı gazeteden bahsetmediğimize emin olduğum için kendisine bu kadar tenezzül etmek kifayetlicedir.
‘Cemaatçiler tasfiye olur’ demedim. Ortodoks-nakşi kesim tasfiye edilir dedim, bunlar cemaatten ayrıdır. Cemaatten olanları ‘Gül(en) kliği’ şeklinde ifade ettim.
kopuş gerçekleştiğinde berktay sağ muhafazakar kanada yerleşir. ondan bu tür bir şablonculuk, dogmatizm var. hayat kendisini doğrulamasa dahi çöküş fiilen gerçekleşmiş olmadan kendisini yeniden konumlandıramıyor. duvar yıkıldığı gün dahi gorbaçov sovyetlerini sosyalist görmekte ısrar etmek gibi. bir sol liberal aydın karikatürü gibi daha uzun süre aynı tekerlemeleri yazmaya devam edecektir.
Taraf’ın Kürt düşmanlığı hakkında faydalı bir derleme:
http://www.sendika.org/dosya.php?dosya_no=63
( http://www.turnusol.biz )
Halil Berktay KCK tutuklamaları haklıdır propagandası için ekran ekran dolaşıyor
Sabancı Üniversitesi’nden öğretim üyesi Prof. Dr. Halil Berktay, KCK’ya arka çıkan aydınları eleştirerek, devlete kolayca ‘hayır’ diyenlerin söz konusu PKK, KCK ve BDP olunca hayır diyemediğini söyledi.
10 Kasım 2011 Perşembe
Halil Berktay KCK tutuklamaları haklıdır propagandası için ekran ekran dolaşıyor
Haberturk televizyonundan Belkıs Kılıçkaya’nın sunduğu Doğru Açı programına konuk olun Prof. Dr. Halil Berktay, gündemdeki KCK operasyonları hakkında konuştu ve aydınların bu operasyonlara bakış açısını değerlendirdi.
Berktay, KCK yapılanmasını silahlı terör örgütünün ortaya çıkardığının açık olduğunu söylerken, aydınların bu operasyonlara karşı gösterdiği ilgiyi Siirt’te bir aracın içinde öldürülen dört genç kız ya da Bingöl’de canlı bomba tarafından öldürülen sivil vatandaşlar için göstermediğini belirtti. Berktay, aydın kesimin devlete çok kolay ‘hayır’ derken PKK, KCK ve BDP’ye ‘hayır’ diyemediğini belirtti.
Berktay şunları söyledi: “PKK intihar saldırısı düzenliyor, 18 yaşındaki genç kızın sırtına bomba koyup fedai yapıyor. Sonuç olarak siviller anneler ve çocukları ölüyor. Hatice Belgin adında bir kadın ölüyor. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakol’un tutuklanmasına imza veren pek çok insan o ölen kadın hakkında, çocuklar hakkında ağzını açmıyor. Sert duruş sergileyemiyor. O vahşetin karşısına net biçimde dikilmiyorlar. Sadece devlete hayır demeyi esas alıyorlar ki biz de BDP siyaset akademisinde ders vermek istiyoruz diyorlar. BDP siyaset akademisi nedir? Orda neler oluyor? Ne konuşuluyor, hangi genel çizgi doğrultusunda kadro yetiştiriliyor sormuyorlar. ”
“Biz de Siyaset Akademisi’nde ders vermek istiyoruz diyenlere gelin verin deseler ne yapacaklar? Öyle eski solcular var ki kendi kendilerine yalan söylüyor. Bunları diyenler 60’ların 70’lyerin legal illegal mücadeleden geçtiler. Bizim bildiğimizin 10 kat fazlasını devlet biliyor. Legal illegal nedir bunları hepimiz biliyoruz. İkisi nasıl iç içe geçer. BDP’nin realitesi nedir? PKK’nın BDP ile KCK’nın BDP ile içiçeliği nedir. Buralarda hiç riyakar ikiyüzlü olmanın anlamı yok. Parti okulu nedir hepimiz biliriz.”
Berktay’ın, sözkonusu aydınlar hakkında “Sadece devlete hayır demeyi esas alıyorlar” demesi de ayrı bir güldürü… Onun “aydın” kelimesinden anladığı şey herhalde devletin bekasını korumakla yükümlü düşün adamlarıdır.
Nerede duruyorum (1) : ‘ideolojik çatı’ sorunu
(Soran olmadı ama) Hayır, ben BDP’de ders vermek istemiyorum (Taraf Toplum ve Yaşam, 7 Kasım ’11) yazıma gelen bazı tepki ve sorulara kısa cevaplar vermek istiyorum.
Bir. Sırf PKK ve BDP’yi eleştirdiğim doğru değil. Devleti, Türk milliyetçiliği ve ırkçılığını, Kürtlere uygulanan ayrımcılığı, baskı ve zulmü, yıllar boyu kimbilir kaç defa kınadım, mahkûm ettim, karşısında imza verdim.
Ama iki. Bu konuda derinleşmek mümkün değil. Söylenebilecek şeylerin bir sınırı var. Ve bunları şimdiye kadar yüzlerce insan, binlerce defa söyledi. Sonuçta, mesele bir tavrı gene ve gene tekrarlamaya gelip dayanıyor.
Üç. Ona bakarsanız, devlet dışındaki sağla, sağ parti ve örgütlerle, sağın söylemleriyle de çok ilgili değilim (ama kimse bunu bir eksiklik veya suçlama nedeni olarak algılamıyor).
Çünkü dört. Özel geçmişim, hayatım ve şimdi de mesleğim itibariyle ben, daha çok Solun tarihi, ruhu, alışkanlıkları, iç yaşantısı, büyük trajedileri, yükselişi, taşlaşması ve 20. yüzyıl sonunda çöküşüyle ilgiliyim. Dünyada ve Türkiye’de, Marksizmin milliyetçilikle eğreti evliliği ve başarısız boşanma girişimi de buna dâhil. Bakıyorum; sosyalist kökenli Solda, hâlâ “Atatürk milliyetçiliği”ne yapışma yaygın. Ama yanısıra, yeni bir tür “kuyrukçuluk” (tailism) de mevcut : Kürt milliyetçi hareketinin kuyruğuna takılma eğilimi. Bu da, içerdiği bütün zihniyet yapıları, alışkanlıklar, refleksler, psikolojik bağlanışlar ve duygusal aidiyet karmaşalarıyla, çok merakımı cezbediyor. Sürekli çözmek, çözümlemek ihtiyacını duyuyorum.
Beş. Herhalde, beni Kürt sorunu hakkında yazıp çizen diğer yorumculardan ayırdeden de bu : Solun tarihine özeleştirel bir bakış; bunun içinden, Kürt sorununa daha çok radikal Kürt hareketini sorgulayan bir bakış. Fakat galiba herşeyden önce Solun tarihiyle ilgilenen pek kalmadı. Ne de olsa can acıtıcı bir konu. SSCB çöktü, daha ne olsun ? Yorgan gitti kavga bitti – gibi de bakılıyor. Hayır, öyle değil. Lenin’in başka bir bağlamda dediği gibi, eski toplum öldüğünde hemen gömülüp yokolmaz. Ceset çürümeye ve bizi zehirlemeye devam eder. – Sovyetler Birliği ve Uluslararası Komünist Hareket de öldü gerçi. Ama iyi idealleri ve kötü gerçekliğiyle cesedin çürümesi bitmedi. Bu miras bizi hâlâ etkiliyor ve sürekli mücadeleyi gerektiriyor.
Dolayısıyla altı. Bir “ideolojik kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı belirli bir paradigmatik çatının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. “Emperyalizm karşıtı safta ol. Devrimci kimse, onu destekle. Ezilen halka lâf dokundurtma. Silâhlı mücadele veriyorsa, himaye et.” Bunlar, Lenin’in bir zamanlar Marksizmin ruhu diye tarif ettiği “somut durumların somut tahlili”nin yerini alan bir dizi refleks. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.
Fakat maalesef, yedi : Bu devir sona erdi. Eski paradigmanın çöküşü, daima, öngördüğü bu tür kestirim veya tavıralışların realiteden uzaklaşması, arada giderek daha büyük bir uçurumun doğmasıyla kendini belli eder. İşte bugün hiç ama hiç işlemiyor, 20. yüzyıl başının Leninist teorisinin çatısı altından türetilmiş çizgi ve duruş önerileri. Emperyalizm ve ezilen milletler alt-başlığının, örneğin, bazı icapları var : “Emperyalizm daima en gerici güçtür ve buna karşı her türlü direniş meşrudur.” Ama 21. yüzyıl başlarında bu “ilke”yi körü körüne uygulamak, anti-emperyalizm gerekçesiyle Miloşeviç ve Karadziç’lere, Arap diktatörlerine, Baas’a, Hüsnü Mübarek’e, Kaddafi’ye, Beşşar Esad’a sahip çıkmada hem Ergenekoncularla, hem PKK’yla saf tutmayı içeriyor. Bunun da inandırıcılığı artık sıfırın bile altında. Kimseyi ikna edemiyor.
Onun için, sekiz, böyle “ideolojik çatı” veya “kulübe”leri baştan ve çok dikkatle düşünmek lâzım. Kürt sorununa bakışta, nedir, birçok sol aydının, içinden bir türlü çıkamadığı “ideolojik kulübe” ? Güya mutlak surette anti-devlet (ama her nedense Ergenekon konusunda pek çalışmadı bu devlet karşıtlığı): bir de üstelik komünizmin tarihî yenilgisinden ötürü mutsuz ve müntekim; dolayısıyla hırsını radikal Kürt hareketinin sırtından geçinerek çıkarmaya çalışan (İngilizcede piggy-back riding diyorlar) bir tür “devrimci”lik : Biz yapamadık ama bak onlar yapıyorlar; birileri şu devletin haddini bildirsin de oh diyelim. Ayrıca, bir “ezilen halk” ve “ne yaparsa doğrudur” takıntısı; dolayısıyla “haklı savaş” fetişizmi. “Doğu kızıldır” (The East is Red : Çin Kültür Devrimi marşlarından). “Asya ve Afrika’nın devrimci fırtınası.”
Dokuz. Bu meyanda, çok tâyin edici bir sorun, Üçüncü Dünya “devrimci” örgütlerinin, kendi içlerinde ne kadar şiddet dolu iktidar ve tahakküm biçimleri taşıdığını göremeyiş. Nelson Mandela tarafından açığa çıkarılış ve reddedilişine kadar bir zamanların idol ismi olan Winnie Mandela’nın “genç adam”larının, örgüt içi muhaliflerinin boynuna geçirdiği ateş “kordela”ları (= yanan otomobil lastikleri) için de böyle. PKK’nın “kendi bölgesi”ndeki şiddet yöntemleri, adam kaçırmaları, cinayetleri, iç idamları için de böyle.
Devam edeceğim.
“Bir ‘ideolojik kulüb/e’ sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı belirli bir paradigmatik çatının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor.”
Halil Berktay’ın ‘paradigmatik çatısı’ da şu olsa gerek:
“Küreselleşmenin, piyasacılığın önünde öyle veya böyle engel oluşturanlar teröristtir, ortadan kaldırılmalıdır. Ulusalcı muhalifler ETÖ’cüdür, Kürt muhalifler PKK’lidir, sosyalist muhalifler Devrimci Karargah’çıdır, zaman zaman da taşerondur. Tutuklananlar gazeteciymiş, yazarmış, akademisyenmiş, sanatçıymış falan filan… ne önemi var?! Fikri mücadele bizim işimiz değildir; yargının, polisin işidir nasıl olsa. Mevzu bahis piyasanın çıkarlarıysa gerisi teferruattır!”
hazır reçete stalinist ve aşağıdan beslenmeyip yukarıdan reçeteci otoriter merkezi örgütlenme nasıl oluyorda üç beş eşkiyadan bu günkü milyonlara ulaşabiliyor sırf 40 bin militanıyla bedel ödeyip beklenenin aksine tükenmeyip dahada kitleselleşen 2 milyon destekçisi örgüt üyesi yada ilişkili diye hapse girip çıkmış bir militanın cenazesini 30 bin kişi kaldırırken adeta eksilen 1 in yerine binler hazırız diyebilen organizasyon yukardan reçete ile bu seviyede kitleselleşip halkında kabül görürmü?demekki bu organizasyon bizzat halkından öğrenip ordan beslenen halkının beklentilerini siyasete taşıyan organizasyon halil berktay gibi devletin ve çürümüş sistemin demesiylemi biz buna terör örgütü diyeceğiz berktay ne zannediyir geçmişte kendininde içinde olduğu 200 kişilik stalinist örgütmü zannetti yoksa fransız bonot çetesine nasıl benzetti bu organizasyon kürtlerin özgürlük ve isyan örgütü olduğunu ne zaman anlayacağız ancak elindeki şiddet aracı silahı eline veren kürt halkı alabilir bunu anlamayan bu sorunu anlayamaz.özgürlük ve isyan örgütü olmasına rağmen şiddet uygulayıp sivilleride öldürdüğü bir gerçektir ve hiç bir şekilde onaylanmaması gereken bu şiddet sarmalından kurtulmanın yoluda kuşkusuz kürtlerin eşit ve özgürce kendilerini gerçekleştirme haklarının kimsenin iyi yada kötü niyetine bırakılmadan kendi ellerinde olabilmesi ile mümkündür türklerin kendileri için hak gördüğü her şeyin kürtlerinde hakkı olduğu gerçeğiyle yüzleşmek yıllardır öğretilmiş yalanlarla yüzleşmek gereği ortadadır berktay gibilerin gideceği yer devlete tapan ırkçılığa kadar ucu açık sistem yandaşlığıdır hayırlı olsun kendine
“Bir “ideolojik kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı belirli bir paradigmatik çatının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. “Emperyalizm karşıtı safta ol. Devrimci kimse, onu destekle. Ezilen halka lâf dokundurtma. Silâhlı mücadele veriyorsa, himaye et.” Bunlar, Lenin’in bir zamanlar Marksizmin ruhu diye tarif ettiği “somut durumların somut tahlili”nin yerini alan bir dizi refleks. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.”
doğru söylüyor kızmaya gerek yok…
yukarıdaki yorum bana aittir.
Evet, Berktay doğru söylüyor, ama kendisi de “ideolojik kulüb/e sorunu”ndan muzdarip.
Berktay’in yazisini dogru dürüst okumadan basmakalip yorum yapmissiniz. Adam senin kendisine isnat ettiginiz seylerin hiçbirini söylemiyor, ama siz ezberden bildiginizi okuyorsunuz. Fikri mücadele vermeyip insan öldüren sizsiniz, eli kanli terör çetelerini savunacak kadar zavalli bir durumdasiniz. PKK katilleri bebek arabasini süren baba ve iki çocugun elinden tutmus annenin üzerine molotof atacak kadar gözü dönmüs canilerdir. (Bakiniz medyada gösterilen kamera kayitlari) Hiç kimse çokluktan, milyonlardan falan söz etmesin, Pol-Pot canilerini de milyonlarca kisi desteklemekteydi, ama nihayetinde Pol-Pot da bir cani idi. 21’inci yüzyilda hâlâ bu Stalinist barbarligi destekleyen ilkel insanlari Türkiye’de görmek ne aci. Terörizmi destekleyen herkes bir an önce canli bomba olup kendini patlatmali, böylece savunduklari dava ile tutarli olurlar, insanlik da onlardan kurtulur.
casus faşosu devlet ve iktidara tapıp ne derse onaylayan insan olmaktan nasibini alamamış lüpçü bakınız medya’dıyorsun bakılacak medyamı kaldı hiç dikkatini çekmedimi amirin iktidar devlet talimatıyla aynı ezberi repete yapıp devlet ve sistemin yalanından başka bir sözü olamayan medyayamı kendi yaşayarak bildiklerimizemi inanalım hala açıklayamadın 3-5 milyon terörist ve terör örgütü dünyada örneği varmı?devlet terörü örnekleri saymakla bitmez biz bir şey patlatacağız ama senin dediğin gibi kendimizi değil şu senin yalayıp göklere çıkardığın çürümüş yağma düzenini patlatacağız ufak ufak çatlamasının seslerini aldığından beri telaşlanıp salyanla ve pisliğinle sitemizi kokutmadan edemiyorsun anladın işlevin bitmek üzere ama sende filim bitmez her düzenin yalakası olursun.yorum yaptığın makalenin başlığını hatırladınmı ne diyor’iktidar blokundaki çatlaklar’patlayanın yaladığın iktidar olduğunu başlığındanda anlamadıysan sana benim yapabileceğim bir şey yoktur.ne kadar doğru işler yaptığımızın kanıtı demokratik özerklik,halkların demokratik kongresi,sistem mağdurlarının birlikte iş yapmaya başlaması toplumsal muhalefetin politik organizasyonunun aşağıdan yukarıya sistem mağdurlarının kendi elleriyle inşa etmesi,gelecek devrimci gerçek halk iktidarının artık hayal olmaktan çıkıp görünür hale gelmesi kürdistandan akp nin tümden silinip telefatın başlaması ödünü patlattı faşo biz patlamayacağız sen ve ssavunduğun sistem patlıyor yama tutmaz işi bitti boşuna debellenme
Как вы считаете, это нормально, что в категории Юмор встречаются
видео гитарные концерты
PKK’NİN NE OLDUĞU ARTIK SIR DEĞİLDİR!
Tekoşin, 1978‘den itibaren demokrat kamuoyunu, PKK içindeki yurtsever öğeler de dahil olmak üzere Kürt hareketlerini ve Türk solunu Öcalan’ın bir MİT ajanı olduğu konusunda defalarca uyardı, teşhir ve tecrit edilmesini önerdi. Ne yazık ki bu uyarılara kulak verilmedi. Daha sonra Öcalan-devlet ilişkileri yazar Uğur Mumcu tarafından kurcalandı. Onun öldürülmesinde bu konunun üzerine gitmekteki ısrarı bizce esas rolü oynadı. Uğur Mumcu’nun açıklamalarına da kulak asan olmadı.
Ama bu kirli ilişkinin açığa çıkmasının an meselesi olduğunu, her an devlet içindeki odaklardan biri tarafından bu ilişkinin deşifre edilebileceğini farkeden Öcalan’ın kendisi belli ki rahat değildi. Her olasılığa karşı tedbir olarak kendisini savunacak bir yol düşündü ve en sonunda başkalarının kulak asmadığı bu ilişkiyi kendisi itiraf etti. Tabi ki bu itiraf sözüedilen ilişkiyi meşrulaştıracak bir savunma ile birlikte geldi.
ÖCALAN’IN İTİRAFLARI
Şimdi Öcalan’ın ifşaatına ve kendisini savunmada seçtiği stratejiye kısaca gözatalım:
Yakalanmadan birkaç yıl önce 1996 Ağustos’unda Serxwebun Yayınları arasında çıkan Devrimin Dili ve Eylemi adlı kitabında Öcalan’ın şu itirafları ve savunma stratejisini görüyoruz:
“Asıl amacım, devrimci bir Kürdistan grubu ortaya çıkarmak“ (a.g.y., s. 116).
“1975‘lerde Kürdistan adına devrimci bir grup kurmak, tarihin seyrini değiştirecektir ve benden başka bu işe el atacak adam yoktur“ (a.g.y., s. 92).
“Çıkış yapmaya çalışırken devlet adına hareket eden kişilerle (Öcalan burada Pilot Yüzbaşı Necati ve kendi eşi Kesire gibi isimlerden sözediyor) ben son derece iyi geçiniyorum. 1994‘te gazetelerde çıktı, güya ‘Apo’yu MİT Kürdistan’a göndermiş‘ diye bir haber vardı. Bu aslında devletin içindeki odakların birbirlerini suçlama için söyledikleri bir sözdür. Aslında gönderme değil de onların elindeki ilişkilerdir…“ (a.g.y., s. 112).
“Kadın dersen kadın, para dersen para! Apartman dersen apartman al; ye, içinde yat! Ben de bu noktada, tam bir paşa oğlu gibi davranıyordum…Burjuvaziyi nasıl çalıştırıyorum? Sonradan o Uğur Mumcu’nun başını götüren, işte açmaya çalıştığım bu ilişki tarzıdır. 1976, 1977 ve 1978 döneminde onları, devleti çalıştırıyorum ve hareket yürüyor.“ (a.g.y., s. 110-111).
“Ankara’dayız. 1976-77-78‘i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı yapabilir miyiz?“ (a.g.y., s. 111).
“Devlet, para ve kadın yoluyla beni tutabileceğine 1977-78 ve 79‘un başlarına kadar tam inandı diyebilirim. Bu, devleti yanlış bilgilendirme oluyor. Tarihteki en büyük hatasıdır..“ (a.g.y., s. 114).
“Ben devlete 1966‘dan itibaren maddi olarak dayanmışım ve ancak 1977-1980‘lerde kopuşa gideceğiz (Öcalan bu ifadelerine göre PKK 1980‘lerde TC ve MİT’ten bağımsızlaşmıştır. Ama bu doğru bile olsa bu kez de onu ve partisini Suriye devleti ve istihbaratı ile kader birliği içinde görüyoruz).“ (a.g.y., s. 93).
“TC şimdi kavramıştır, ama çok geç; artık iş işten geçti. Verdiğimiz görünüm; Ankara’da kalıp grupçuluk yapacağız; bir yayın çıkaracağız, bir de yayın dükkanı kuracağız.
Yine bayan (Kesire, Nb) özel ilişkiyle bağlamış. Devlet daha ne istiyor? O, günlük rapor alıyor; ‘kucağımızda!‘. Kendimi dört dörtlük devlete bağlamış oluyorum. Uğur Mumcu’nun dile getirmek istediği olay biraz da budur: ‘Apo’yu MİT mi besledi?‘ diye soruyor. İşte biz kendimizi MİT’e böyle beslettirdik. Güvenliğimizi sağlattırdık, paralarıyla grubumuzu finanse ettirdik, evlerinde en önemli toplantılarımızı yaptırdık ve o entellektüel gücünü de biraz kullandık. Bazı ilişkilere öyle uzandık ve zamanında sıyırdık…“ (a.g.y., s. 97-98).
“Taktik gerçekten şeytanın bile çok üstündedir. Gidin MİT’e nasıl olduğunu söyleyin, şaşıracaktır. ‘Bizi inandırdı‘ diyecektir, hatta ‘Uyuttu bizi‘. İşte üstünlük burada“ (a.g.y., s. 115).
“Başka türlü hiçbir Kürt partisi oluşamaz…Yöntem değiştiriyorum, taktik yaratıcılık diyorum buna“ (a.g.y., s. 116).
“Çok ilginç, devletin iki yanını nasıl kullanıyoruz. Sanırım MİT bunları duyduğunda hem kahkahadan patlıyor, hem de öfkesinden boğuluyordur. D… Arkadaş vardı, 1979‘daydı galiba, beni yakaladı. Anlattıklarına göre MİT başını dövüyor, ‘bu yüzde yüz kucağımızdaydı, biz bunu nasıl kaçırdık‘ diyormuş.“ (a.g.y., s. 114).
“Kim kimi yanilttı?… Düşünün, devlete Kürt partisi kurduruyorum. Uğur Mumcu….dedi. Doğrudur, bu da doğrudur. Biz devrimci Kürt partisini (yani PKK’yı) nasıl MİT’e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de (şimdi işte içinde olduğumuz bu Güney’deki devlet) Türk devletine dayandırarak kuracağız. Yazdı adam, başka çaresi yok.
Taktik buraya getiriyor. Taktiğin üstünlüğü burada.
(….)
Pilot ne diyordu: ‘Abi sen ne yapıyorsun?‘. Günün yirmidört saatinde bilgi istiyordu. Ben de hepsini veriyordum…“ (a.g.y., s. 118).
“Ankara’yı böyle 1979‘a kadar oyalamak büyük bir taktikti. Hem de grubu bütünüyle onların olanaklarına dayandırmak…“ (a.g.y., s. 123).
Öcalan, adı geçen kitabında sık sık benden ve Tekoşin’den de bahsediyor.
İşte bir-iki örnek:
“(Tekoşin), bir provakasyon örgütüydü. Ve şefi Seyfi Cengiz denilen birisiydi ki, şu anda İsveç’tedir.“ (a.g.y., s. 109).
“Bu adam (Seyfi Cengiz) daha sonra çeşitli teoriler çıkardı: ‘Zazalar bir ulustur‘, o Alevistan meselelerinin hepsinde o vardı. Resmen anti-PKK’ciliği örgütlemeye çalışıyor. Aslında büyük bir potansiyeli var. Dersim’den son göçe zorlananlar içinde çalışıyorlar“ (a.g.y., s. 109).
İşte Öcalan’ın itirafları.
Öcalan’ın yukarıya çıkardığımız sözleri ek bir açıklama gerektirmiyor. Öcalan PKK’nın doğuş yıllarında (1975-79) kendisi ve grubunun TC ve MİT ile ilişkilerini, partisinin MİT tarafından kurdurulduğunu ifşa ediyor. Dolayısıyla bizlerin kendisi ve PKK hakkında 1979‘dan beri söylediklerimizi bizzat kendi ağzıyla doğruluyor.
Bu kitabı kaç kişi okumuştur, okurken neler düşünmüştür? Kitaptaki ifşaatlar kadar okuyanların duyarsızlığı ve tepkisizliği de ilginçtir.
Kürt hareketi de, Türk solu da bu itirafları görmezden geldi.
Kendisi ve grubunun devlet ve MİT tarafından ortaya sürüldüğünü açıkça söyleyen Öcalan, bu kirli geçmişinin bir gün mutlaka ortaya çıkacağından korktuğu içindir ki yukarıya aldığımız türden açıklamaları aracılığıyla kendisini ötekilerden ayırt ederek yaptıklarına meşruiyet kazandıracak bir tür savunma hazırlıyordu.
Bu kez şansı yaver gitmedi. Çünkü çok geçmeden yakalanınca ne ve kim olduğu aklı başında herkes tarafından bir kez daha açıkça görüldü.
Öcalan ve grubunun amacını çok erken farkeden bizler kamuoyunu zamanında uyardık. Bu grubun teşhiri ve tecridi için çabaladık. PKK’nın 12 Eylül’e ve sonrasına dek sarkan Tekoşin’e yönelik saldırılarının nedeni buydu. Bu nedenledir ki Öcalan, kendi partisinin başlangıcını anlatırken Tekoşin’e referans vermeden edemez. Çünkü başını çektiği ihanet ve komplo Tekoşin tarafından az kalsın başarısızlğa uğratılıyordu. Öcalan ve partisinin bir türlü unutamadıkları bu olay, Tekoşin geleneğinin tarihindeki onurlu sayfalardan biridir. Öcalan ve PKK’nın bugün geldikleri nokta bu konuda ne kadar haklı olduğumuzu bir kere daha kanıtlamıştır.
Geçmişte PKK’yı Kürdistan hareketinin ana güçlerinden biri olarak değerlendirip onunla cepheler kotarmak için Tekoşin’i gönül rahatlığıyla dışlayan PSK ve diğer Kürt grupları bugün bizim 1979‘da dediklerimizi tekrarlıyorlar. Ama bunu PKK konusunda geçmişte izledikleri politikalara, bu poitikaların yolaçtığı vahim sonuçlara hiç değinmeden yapıyorlar. Onların PKK konusunda geçmişte savunduklarını bilmeyenler bu grupların hep bugünkü gibi düşündüklerini sanarak aldanıyorlar.
Onların kendi dar grup çıkarlarını eksene koyan uzağı görmezliği ve yüreksizliği yüzünden devlet destekli PKK karşısında yalnız kaldık. Ama bizleri imha girişimlerini ağır bir bedel ödeyerek de olsa boşa çıkarmayı başardık. Kürt hareketi ise en az onbeş yıl boyunca PKK’nın elinde rehin konumuna düştü. Uzağı görmezliği ve yüreksizliği Kürt davasına onarılması uzun yılları alacak ağır kayıplara mal oldu.
ÖCALAN’IN KENDİ AJANLIĞINA DAYANAK YAPTIĞI ÖZÜR YA DA SAÇMALIKLAR MANZUMESİ
Öcalan’ın kendisini savunmak için sarıldığı argüman, geçmişten çıkardığı ders olmuş. Devlete açıktan cephe alarak ortaya çıkan “71 direnişçilerinin“, 71 hareketlerinin (Deniz, Mahir, İbrahim) akıbetinden (imha olmaları, yenilgileri) Öcalan’ın çıkardığı ders, çıkışını devlete rağmen yapamayacağı, TC ve MİT’le birlikte hareket etmek, devlete dayalı bir çıkış yapmak olmuş ve bu yeni bir “tarz“ imiş.
Öcalan’ın “tarzını“ veya “taktiğini“ 71 hareketlerinden ayırt eden bir diğer özelliği de 71 Hareketleri içlerinde ajan tespit edince hemen öldürme anlayışında oldukları halde, Öcalan’ın “müthiş“, “şahane“ gibi sözcüklerle övdüğü kendi taktiği ise onları öldürmeyip kullanmayı gerektirmiş. Kemalistleri, devleti ve MİT’i kullandığını iddia ediyor Öcalan (Bk. Erkeği Öldürmek).
Kemalistleri (ajanları, devleti, MİT‘i) kullandığını söyleyen Öcalan onlarla ilişkide iken (birlikteyken) neye benzediğini yıllar sonra yakalandığında ansızın yaman bir Kemalist kesilmekle, itirafçılığı ve teslimiyeti seçmekle herkese gösterdi. Böylece devlet ve MİT’le ilişkide olduğu işin başlangıcında onları çıkış yapmak için kullandığını (taktik gereği bunu yaptığını) söyleyerek kendisini savunan Öcalan, dayandığı argümanı bizzat kendisi yerle bir etti.
Öcalan’ın öldürmeyip kullandığını (işin doğrusu ajanları kolladığıdır) söylediği “şahane“, “müthiş“ diyerek hayranlık duyduğu ajanlar konusundaki taktiği ne işe yaramış derseniz, yine Öcalan’a göre bu ajan öğeler PKK’yı içerden ele geçirip “PKK biziz“ demişlerdir. Ersever, yerkürede cereyan eden herşeyin ekseni olan Bay Öcalan konusunda başarısız kaldığı için öldürülmüş. Yine Öcalan’a göre 1990 yılı başlarında kendisinin yerine gözdiken Mehmet Şener’in grubu tıpkı 1982 kongresinde delegelerin %75‘ini kazanan Semir’in de yaptığı gibi PKK’yı içerden ele geçirip tasfiye etmek istemiş ve bu amaca çok yaklaşmıştır. MİT, sözde tamda bu amaçladır ki, Şener’i serbest bırakıp dışarı yollamıştır. Tüm bunları farkeden hep Öcalan olmuş. Öcalan’a göre Şener, tıpkı Perinçek gibi silahları bırakıp PKK’yı legalleştirmeyi savunmuş. Bir aralık kampın neredeyse tümünü kendisine bağlamıştır (Bk. Erkeği Öldürmek).
Doğru ya da yanlış şekilde Şener’in savunduğu söylenen bu görüş 1990‘dan beri PKK tarafından da savunulan aynı çizgi değil midir diye sorup kafa karıştırmayın. Öcalan’ın akıl yürütmesinde akılsızlık aramayın. Çünkü zaten klinik bir vakaa ile, muhtemelen başka galaksilere ait bir yaratıkla, dil, üslup ve fikir yürütme tekniği ile karşı karşıyayız.
Öcalan’a göre Beşparçacılar, Tekoşin, Semir, Şener ve Avukat Hüseyin Yıldırım vd, bunların hepsi aynı zincirin halkalarıdır, bir ve aynı çıkarmanın aşamalarıdır, aynı odakla ilişkilidir.
Sevgili Nagehan;
Seninle henüz tanışamadık. Ama ben seni ilgiyle ve sevgiyle izliyorum. Keskin zekanla, fikri cesaretinle, polemik gücünle seni basının “geleceği olan” figürlerinden biri olarak görüyorum.
Aslında bugün başına gelenler, böyle düşünenin sadece ben olmadığımın da en iyi göstergesi.
Şu adi saldırganın böyle biri haline gelmesine neden olan cinsel travmalarını, cinsel kimlik ve cinsel işlev bozukluklarını incelemek benim işim değil; tedavisi imkansız bir iktidarsızlık sorunu mu, çaresiz bir abazanlık türü mü bilemem, en iyisi bunu uzmanlara bırakmak…
Ama bu “tür”ün sapık-ataklarının temel dürtüsünü söyleyebilirim.
En azından basında…
Bunların, biz kadınların vasat erkeklerin açtığı vasat fikir ortamlarında, onların izinden giderek var olmamıza, onları sürekli teyit ederek bir adım arkadan ilerlememize bir itirazları yoktur. Hatta bundan hoşnut bile olurlar; zira böylece kendilerini bir kez daha doğrulamış, kronik öz güvensizliklerini bir nebze dindirmiş olurlar. Kendilerini fevkalade “çağdaş ve eşitlikçi” hissetmeleri de cabası…
Ama o kadınlar, o vasat fikir ortamından çıkmaya; o fikir ortamına kafa tutmaya başladılar mı; onların hurdacı dükkanına benzeyen beyinlerini şöyle bir sarstılar mı, duydukları kin ve öfke inanılmazdır.
Bu ne cürettir böyle!
Bu ne haddini bilmezliktir!
İşte o zaman, beyin kıvrımlarında pusuya yatmış bekleyen testosteron birden bütün beyinlerini ele geçiriverir.
Böyle zamanlarda neler yapabileceklerine şaşar kalırsın.
En fazla sıkıştıkları noktada, sana “en zayıf” olduğunu sandıkları noktadan saldırırlar. En eciş bücüş olanlar bile sana “çirkin, yaşlı, şişko, sakil” diyerek canını acıtmaya çalışır. Eğer çirkin diyemeyecekleri kadar güzelsen o zaman da “orospu” demeye getirirler. Yani çıkış yoktur; çirkinliğin en büyük suçundur. Ama güzelliğin de öyle.
Saldırılar kimi zaman bıyık altı gülümsemelerle, kimi zaman seviyesiz imalarla, kimi zaman da şimdi sana yapıldığı gibi açık düşmanlık biçiminde gelir. Birçok kadın kendi deneyiyle bilir ki, fikir mücadelesinde karşı cephede yer alan bu tür erkeklerin hışmına uğramak için, genç ya da orta yaşlı; güzel ya da çirkin olman bir şey değiştirmez. Bu “tür”ün elinde her duruma yönelik silah mevcuttur.
En güçlü silahları “hafifmeşreplik” imalarıdır. Sürekli açığını kollar, en küçük bir fırsat yakaladılar mı saldırırlar. Bu imalardan korunmak için, bir erkekten on kat “mazbut” olman, hiçbir açık vermemen gerekir. Ama bu da kâr etmez. O kadar mazbut olursan, bu defa da “namus kumkuması” diye dalga geçerler…
Cinsiyetini sakınmadan ortaya koyarsan, kışkırtıcı olmakla eleştirilirsin, kadınlığını fazla gizlersen, bu defa da erkeksiliğinle alay edilir.
Genç ve bekârsan, koca bulmaya uğraştığını ima ederler. Genç değilsen, bu defa da evde kaldığın için hırçınlaştığını söylerler.
Bir zamanlar onlardan biri bana “mama” demişti, solcu genç kızları “liberalizmin kötü yoluna düşürdüğüm” için! Benzetmeye bakar mısın? Senin, “Kemalizm dini” için misyonerlik yapanlara pezevenk demek hiç aklına gelir mi? Ama onların aklına sadece bu gelir. Tepeleri attı mı, tek bir tema vardır cephaneliklerinde: fahişe, sürtük, orospu…
X x x
İşte bunlar böyledir güzelim.
Gazeteci olmak, aydın olmak, fikir üretmek zordur bu ülkede. Ama gördüğün gibi hem kadın olup hem de gazeteci, yazar ya da aydın olmak daha da zordur. Muarızların, fikirlerinle baş edemedikleri her noktada bedenine saldırır. Cinsiyetini her türlü provokasyona açık bir alan olarak yanında taşırsın hep. Elin yüreğinde, kimin ne zaman bu alana saldıracağını beklersin.
Başta yıpranacak, kırılacaksın. Ama yıllar geçtikçe sen de bu “tür”e alışacak, basın denen bu cangılda onlarla birlikte ama onlara dokunmadan yaşamayı öğreneceksin.
Bu arada yapmaman gereken tek şey, “çirkefi üzerine sıçratmamak” için dilini ve kalemini tutmak; kendini sansür etmektir.
Çünkü onların tek istedikleri de budur.
bugün Gazetesi 11.11.11
Altan Brothers & Halil Berktay sürekli pozisyon değiştirmeye o kadar alışık ki; RTE “bitaraf olan bertaraf olur” dediği için mesajı ilk algılayanda onlar olmuştur. Artık bu kesimden ilkeli bir tavır beklemek sadece hayalcilik olur.
Gün Zileli acıtıcı bir şekilde Halil Berktay gerçeğini yazmış ama kıblesi RTE olan taraf ailesi gerçekleri görmek ister mi sorun orda başlıyor
Cemal Tural mı?
Adında hayır yok ki, kendine hayır olsun.
HAKİYDİ YEŞİL OLDU EGEMEN MEDYA
Dicle Haber Ajansının gerçekleştirdiği bu söyleşinin bazı bölümleri önce 31.10.2011 tarihli Dicle Haber Ajansı bülteninde sonra da 1 Kasım 2011 tarihli Evrensel (http://www.evrensel.net/news.php?id=16602) gazetesinde yayınlandı.
*Yaşanan son gelişmelerle birlikte Kürt sorununda basını sık sık uyaran ve daha önce değişik kritik dönemlerde yazılı ve görsel basın temsilcileriyle bir araya gelen Başbakan Erdoğan, ilk kez basın ile en üst düzeyde bir araya geldi. Basın kuruluşları yöneticileri ile bir araya gelen Başbakan Erdoğan’ın bu görüşmesi, 6 Nisan 1990 tarihinde Çankaya köşkünde yapılan ve “basına ayar çekme” olarak değerlendirilen toplantıyı anımsatıyor. Siz bu toplantıyı ayrıntılarını ve geçmişte yapılan “basına ayar çekme”toplantısı ile benzerliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
R.DURAN- Bir Başbakan’ın, medya işverenleri ve yöneticileri ile, basın toplantısı dışında, hem de gizli/kapalı bir şekilde bir araya gelmesi başlı başına bir sorun. Bu toplantı, medya ile iktidar arasındaki ilişkilerin ast/üst ilişkisi haline geldiğini bir kez daha gösteriyor. Çünkü, gazete yöneticileri, işverenlerinin de bulunduğu bir ortamda, Başbakan’ın taleplerine karşı çıkabilecek konumda değiller. Onlar ancak talimatları dinleyip not alabilecek konumdalar. Çünkü toplantı basınla ilgili olmasına rağmen, basına kapalı bir şekilde yapıldı. Toplantı hakkındaki bilgilerimiz, iktidar yanlısı bazı köşe yazarlarının aktardıklarıyla sınırlı. Siyasi iktidarın baskısı, artık hem doğrudan gazete yöneticilerine, hem de medya mülkiyetini elinde tutan insanlara yönelmiş durumda. Erdoğan, zaten daha önce yaptığı bir açıklamada, köşe yazarlarına maaşlarını veren gazete patronlarının, yazarların görüş ve fikirlerine ket vuramamalarından yakınmıştı. Toplantı sırasında ya da sonrasında, bir medya patronunun ya da bir Genel Yayın Yönetmeninin, çıkıp kendi mesleğini, düşünce, ifade ve basın özgürlüğünü savunamamış olması hazindir. Aksine, toplantı sonrasında, egemen medyanın gerek Kürt meselesi gerekse de depremle ilgili yayınlarında, iktidarı eskisinden daha fazla kollayıp övdüğünü saptıyoruz. Demek ki, mesaj alınmış hatta yeni uygulama başlamıştır. Medya mülkiyeti ile basın özgürlüğü arasında doğrudan/organik bir ilişki var. Üstelik bugün Türkiye’de, egemen medyanın bir çok kurumu bu mali/ekonomik baskı altında olduğu yetmiyormuş gibi, çok sayıda gazeteci de egemen ideolojiyi gönüllü (Hiç olmazsa görüntüde) olarak benimsemiş durumda. Seçmenlerin yüzde 50’sinin desteğini alan AKP, bugün medyanın neredeyse yüzde 90’ını denetim altına aldı. Öte yandan, toplantıya AKP iktidarına muhalefet eden üç günlük gazete ile sol eğilimli gazetelerin de çağrılmamış olması, o gazeteler açısından olumlu bir durum yaratsa da, toplantının esas olarak mesleki değil siyasi mesaj verme amacını taşıdığını gösteriyor. Eskiden Genelkurmay Başkanlığı da İslami eğilimli gazeteleri basın toplantılarına çağırmaz, bu medya organlarında görevli muhabirlere akreditasyon vermezdi. Eski uygulama devam ediyor. Uygulayıcılar değişince, mağdurlar da değişiyor. AKP, güçlü bir halk desteğine sahip olan siyasi bir akıma karşı, medya gücünü artırmak amacında. Ne var ki, siyasi gerçekleri, medya blokajı ile engellemeye çalışmak, ancak belirli bir okur kitlesi için ve ancak belirli bir süre için geçerli olabilir. Hele İnternet devrinde bu kitlenin hacmi iyice küçüldüğü gibi yanlış ya da eksik bilgilendirme süresi de olağanüstü kısaldı artık. Erdoğan’ın yine de bu dönemde kolektif sansür denebilecek bu girişime neden ihtiyaç duyduğu üzerinde de durmak gerek: Barış umutlarının yükselmesinin ardından şiddet sarmalının yeniden devreye girmesi, siyasi iktidarın gözünü korkutmuşa benzer. Devletin en üst düzeyde görüşmeler yaptığı bir örgütün, Başbakanı güç durumda bırakma riski ortaya çıktığında, plansız-programsız açılım stratejisinin iflası ve yerine artık TBMM’ye de giren BDP’nin plan ve eylemlerinin ön plana çıkması, AKP’yi Kürt meselesinde yalnız bırakmaya başladı.AKP, bu durumda, 1925’den beri denenmiş ve sorunu iyice vahimleştirmiş olan eski ‘şiddetle çözme’ yöntemine sarıldı. Terörle mücadele kısvesi altında, aslında kendi egemenliğine öyle çok da fazla muhalefet etmemiş olan ve karşı çıkmayan egemen medyayı, Kürt gerçeğinden daha da uzaklaştırmak çabası, Erdoğan için önemli bir ihtiyaç. Yakın geçmişte de egemen güçler, barış yerine şiddet seçeneğini devreye soktuğunda, gazete yasaklamak, gazete bombalamak ve gazeteci öldürmek gibi yollara başvurmuştu. Erdoğan da, bugün askeri, siyasi ve toplumsal alanda inisyatif almak için adım atan Kürt siyasetinin genişlemesini, Türkiyelileşmesini önlemek amacıyla medya patronlarının ve yöneticilerinin desteğine muhtaç düştü. Çünkü amaç, tüm muktedirlerin sıkışınca başvurdukları çare olan, milliyetçi hatta ırkçı söylem. Milliyetçi/ırkçı söylemi yaygınlaştırabilecek en değerli araç, medya. Üstelik bu medya bu konuda çok deneyimli ve başarılı. Oysa ki, gelişmeleri esas etkileyebilen faktör medya değil, barış talep eden Türkiye toplumu, özellikle de Kürt siyaset dünyası. Erdoğan, medyayı Kürt dünyasına karşı bir kalkan haline getirmeye çalışmaktansa, BDP ile ilişkileri düzeltmeye çabalasaydı, çok geniş bir kesimin desteğini alabilirdi. Ne var ki, Başbakanın siyasi, ideolojik, kültürel tercihleri, barış, özgürlük, demokrasiden çok, giderek daha fazla ‘Tek Adam’, ‘Askeri Çözüm’, ‘Baskı ve sansür’den yana.
* Toplantı ile basından toplumdan hangi gerçeklerin gizlenmesi rica edildi?
– Başbakan, basın ve basın özgürlüğü konusundaki olumsuz tavrını şimdiye kadar bir çok kez çeşitli vesile ve örneklerle açıkladı. Köşe yazarını patronun maaşlı yazıcısı olarak değerlendiren Erdoğan, Ahmet Şık örneğine değinirken de kitabı bombaya benzetti. Erdoğan, bir çok neo-liberal gibi, medyanın gücünü abartıyor. Aslında onun istediği tüm medya organlarının AKP’nin sesi olması. Ayrıca Kürt meselesine ilişkin özellikle şiddet içeren olayların haberleştirilmemesiyle PKK’nin zayıflatılabileceğini sanıyor. Sanal iktidarı sayesinde, hakiki gerçeği gizleyebileceğine ya da değiştirebileceğine inanıyor. Türkiye’de bütün gazeteler, bütün radyo ve televizyonlar, bundan sonra Kürdün K’sını ya da PKK’nin P’sini ağızlarına bile almasalar, Kürt sorunu çözülebilir mi? Medyanın şiddet övgüsü yapmaması gerektiği doğru. Ancak, mevcut egemen medya sürekli olarak resmi şiddeti överek bu ilkeyi çiğniyor.
*İlkeli gazetecilik gereği PKK ile ilgili geçtiği haberlerde PKK’liler için “isyancı” ifadesini kullanmakta ısrar etmesi üzerine Türkiye’deki bazı banka ve piyasa oyuncuları, Reuters Haber Ajansı’na yorum vermeme kararı aldı. Hemen ardından ise aralarında İHA, CİHAN, ANKA, AjansHABERTÜRK gibi bir çok ajans ise yapılan toplantının ardından “terör örgütü propagandasına sebep olacak haberleri vermeyeceklerini” açıkladılar. Yapılan toplantının hemen ardından ajanların böylesi bir açıklama yapması sizce ilkeli gazeteciliğin neresinde duruyor?
– Başbakan ‘3 çocuk yapın’ talimatı ile önce aile hayatımıza müdahale etti. Sonra da ne kadar sigara ve içki içmemiz gerektiği konusunda fetva verdi. Şimdi de yabancı basına hangi kelimeyi nasıl kullanması gerektiği konusunda ders veriyor. Erdoğan, dış dünyada da kendisini dev aynasında görüyor ama bu ayna sirklerdeki tahrifatçı aynalardan. BBC, Reuter’s ya da New York Times gibi medya organları Türkiye’de devlet ihalelerine girmiyor. Bu kurumlarda Başbakan’ın damadı yöneticilik yapmıyor. Bu kurumlara karşı AKP devletinin uygulayacağı yaptırımlar da etkili olamaz. Tüm ajanslar, tüm radyo ve televizyonlar hatta tüm gazeteciler, sansürden yana on bin bildiri de yayınlasalar, iktidarı karşıtı hiçbir görüşe yer vermeseler de, siyasi gerçeği olduğu gibi değiştiremez. Bu bildiriler, ancak biat kültürünün, özgürlük ve Kürt karşıtlığının acıklı beyannameleri olarak kayda geçer. AKP’nin ülke içinde yürüttüğü haber gizleme/tahrifat operasyonu yeterli gelmemiş olsa gerek ki, daha inandırıcı bir medya kurumu olarak, BBC’nin adı da işe karıştırıldı. Ama bu operasyon sadece 1 saat içinde başarısızlıkla sonuçlandı. BBC, kendisine atfedilen haberi (‘1400 PKK’li öldürüldü’!) resmen yalanladı.
* Medya son günlerde artan BDP binalarına yönelik saldırıları haberleştirmeme kararı aldı. İstanbul’un çeşitli semtlerinde BDP İlçe binalarına ve Kürt kurumlarına birçok saldırı düzenlenirken; haber ajansları AA, DHA, ANKA, CİHAN, İHA ortak karar alarak bu saldırıları kamuoyuna duyurmadı.Bu saldırıların yansıtılmaması toplantının etkisinden kaynaklı mıdır?
– Somut bir gelişmeyi, haber değeri olan bir olayı yayınlamamak, bunu yapan medya kurumunun inandırıcılığını, güvenini sarsar. Yoksa cereyan etmiş olayı gizlemez, yokmuş gibi gösteremez. İnsanlar, hem duyduklarına ve okuduklarına değil yaşadıklarına inanır, hem de bu devirde hiçbir olay/haber çok uzun süre gizli kalamaz. Sansür bugün bu ülkede kutuplaşmayı yoğunlaştırır.
* Van’da yaşanan depremin ardından bazı haber sitelerinde deprem haberinin ardından haber hakkında yazılan “İyi olmuş , umarız teröristlerin sonu olmuştur” gibi yorumların editörler tarafından hala sitelerde tutulması ve bazı TV kanalı spikerlerinin deprem haberini ” Bu kez doğudan da gelse acı bir haber” şeklinde sunum yapmaları neyin sonucudur. Tüm bu yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Çok vahim bir durum. Henüz olgunlaşmamış bir toplumla karşı karşıyayız galiba. İnsanlık değerlerinin hiçe sayıldığı örnekler yaşıyoruz deprem sürecinde. Medyaya yansıyan ırkçı, linç kışkırtıcısı söylem ve yayınlar, sosyal medyada da görüldüğü üzere, münferit, aşırı/kuraldışı bir yaklaşım değil. Neyse ki büyük çoğunluğun, evindeki 3 battaniyeden birini alıp kargo şirketlerine koştuğunu da gördüğüm için, ırkçı/linççi Kürt düşmanı eğilimin çok güçlü olmadığına inanmak eğilimindeyim. Medyada birkaç gizli/açık ırkçının bilinçdışını, canlı yayında, kasıtlı olarak mikrofon ve ekranlara yansıtması, insanı umutsuzluğa ve öfkeye yöneltiyor. İnsanlık dışı bu girişimlere karşı gelişen tepkiler bir nebze olsun içimizi ısıtsa da, medya yöneticilerinin suç ortaklığı sorgulanmalı. Söz konusu iki sunucu, bugün hala görevlerinin başındaysa, o televizyonların yönetimleri de bu nefret söylemini müsamaha ile karşılıyorlar demektir.
Yaptığınız “Sidik Yarıştırmak” daha ötesi yok..
İleri Şey-o-krasi
14 Kasım 2011
Baştan hatırlatayım, “-krasi” yönetim demek oluyor, hani o demokrasi kelimesindeki “krasi”.
Sonra da sorumu sorayım: Tayyip Erdoğan lale midir, sümbül müdür?
Sorunun müsebbibi Bülent Arınç. Bayramın üçüncü günü, Arınç Bursa’da bir toplantıda şöyle konuştu: “Şu kadar zaman sonra bu millet sandığa gidecek ve inşallah gül gibi lale gibi sümbül gibi cumhurbaşkanlarını seçecek.” Bu arada dinleyicilerden birisi “Tayyip Erdoğan” diye bağırınca, “açık etme ulan kerata” diye gülerek susturdu onu.
Gül’ü zaten anlamıştık da, lale ve sümbül kimlerdi ki? Cevabı bulmak adına, dinleyici tezahüratına kulak verip, yukarıdaki soruyu sormalıydım: Tayyip Erdoğan lale midir, sümbül müdür? Bana kalırsa lale benzetmesi vakti zamanında Turgut Özal örneğinde tüketilmişti; onun hükmettiği yıllarda “lale devri” özentiliği doruktaydı. Geriye kalıyor: Sümbül. Lakin bu durumda Arınç çok büyük bir pot kırmış oluyor; çünkü bu da hemen akla “Muhteşem Yüzyıl” dizisindeki Sümbül Ağa’yı getirmez mi? (Sanırım neo-Osmanlıcılık sevdalısı Obama da bunu telaffuz edemez ve Hürrem Sultan gibi ancak “Süklüm Ağa” diyebilir.)
Her neyse, muhabbetin tadını kaçırmadan sadede geleyim: Bülent Arınç kimlerin seçileceğinden emin ama seçim tarihini veremiyor, o bile sadece “şu zamana kadar” diyebiliyor. Sebep? 2012 derse Gül, 2014 derse Erdoğan demiş olacak; “açık etmiş” olacak…
“Yeni” Cumhurbaşkanı (the Başkan, el-Reis) gül mü, lale mi, sümbül mü bir yana, seçim tarihi bile belli değil. Yani tam bir keyfilik. Hukuk filan yok, çoğunluk payesinin keyfini çıkararak adamına göre tasarım var. Peki ama kim? Cevabı, şey… Yani demokrasi değil, şey-o-krasi…
Aslında gidişatın nasıl olacağını görebilmek için derin tahlillere ihtiyaç yok. Bu köşede uzun süredir kısmen söylediklerimi geçen gün Cüneyt Ülsever de ayrıntısıyla yazdı: Hakikaten 2014’te “daha özgür Anayasa” sloganı altında “Parlamenter Sistem” “Başkanlık Sistemi”ne dönüştürülebilir! AKP, yerel yönetimlere daha fazla yetki tanıyan “demokratik özerkliği” de yeni Anayasa’ya sokarak TBMM’de BDP’den yeterli oy (367) için destek alabilir. Buna rağmen referanduma da giderek yeni rejimi millete de onaylatabilir. Referandum aynı zamanda hem Silivri’de yargılananlara, hem PKK’lılara genel af getirerek kendisini herkese “cazip veya mecburcu” kılabilir. Böylelikle, Türkiye Cumhuriyeti tüm yargı ve yürütme erkini elinde toplayan seçilmiş bir tek adamla yeni bir totaliter rejime doğru yelken açabilir! Evet, Cüneyt Ülsever de, “tek adam diktası”nda “başkanlık sistemi” adı altında süratle totaliter bir rejime doğru gidilmekte olduğunu savunuyor.
Üstelik bu seferki referandum torbasından ne çıkacağını kesinkes biliyoruz: Tek adam. Elbette toplumun değil yeni-oligarşinin “tek adam”ı… Çünkü sınıfsal düzlemde, AKP çelik çekirdeği gelinen noktada müesses nizam’a katılmakla kalmadı, onu yeniden nizama soktu ve oligarşiyi de yeniden şekillendirdi.
Yani buraya dek “şey” dediğim şey, oligarşi’den başka bir şey değil!
Oligarşi de öyle alengirli bir kavram sayılmamalı. Şimdilerde kendisini çoğunluk adınaymış gibi yutturabilen tepemizdeki bir avuç “mutlu azınlık” oligarşi’dir. Oligarşi işte şimdi budur. Nokta.
Peki AKP bu işi nasıl becerdi? Yirmi birinci yüzyıl post-modern bezirgânlığının şahikasını yaratabilmeleri, böylelikle seçmen desteği edinmeleri en önemli iç faktör. Evet, bezirgânlık! Çünkü, oyları toplarken sözünü ettikleri duble yolların kaynağı meğer deprem fonlarıymış; sağlık reformu dedikleri nane, sonuç olarak, yeşil kartların iptaline, sağlığın özelleştirilmesi kazığının atılmasına filan gelinmesiymiş, daha ne diyeyim…
Peki dış faktör? Mesela Murat Belge bu soruya cumartesi günü mealen “uluslararası konjonktürdür” cevabını verdi, böylesi kibar liberal olmanın gereğiydi; ama biz “emperyalizmin, ABD’nin rolünden” söz edince kazma solcu sayılmamış mıydık? Şimdi sıkı durun: Belge, aynı yazısında “AKP yönetimi yeni bir vesayet biçimini almaya, en azından böyle olma özleminin sinyallerini vermeye başladı” gibisinden şeyler dahi söyleyiverdi. İyi ama arkadaşlar, anladık bizlere gıcığınız var, lakin bunu daha önceden söyleyen Nuray Mert’i neden linç etmeye girişmiştiniz? Şimdi kapının önüne konulma ihtimalini yaşadığınızdan mı “AKP vesayeti”ni (yumuşak yumuşak da olsa) dile getirmektesiniz? Başta Hüseyin Gülerce olmak üzere Cemaat’in çeşitli kalemleri sizlere “defolun” çekince, muhtemelen, “Siz kovmuyorsunuz ki, biz zaten gidecektik” demeye getiriyorsunuzdur. Çünkü oligarşinin yeni mensuplarının artık liberal merdivenlere ihtiyacı kalmadığını sizler bile hissediyorsunuzdur.
Aslında liberaller pek umurlarında değil ama, bu yeni oligarşi de yine çelişkili ve zoraki bir ittifak olarak şekilleniyor. Şimdi kendilerinden öyle eminler ki, tek rakipleri olarak yine kendilerini görüyorlar. Kürt muhalefeti bir yana, en önemli sıkıntıları sadece kendi iç gerilimleri gibi. Cemaatin Zaman gazetesi yazarları başbakana uyarılarda bulunmaya “cüret” edebiliyorlar. Ergenekon, Balyoz, KCK gibi davalarda emniyetin kimi zaman hükümete erken doğum yaptırdığı, emrivakilerde bulunduğu yorumları duyuluyor. Buna karşılık hükümetin de bu operasyonlardaki (cemaate yakın olduğu ileri sürülen) emniyet görevlilerini “terfi ettirdim” diyerek aslında sürgüne gönderdiği, tasfiye ettiği söyleniyor. Cemaati tam olarak kontrol edemediğini düşündüğü yerde, AKP de haliyle “kontrolsüz güç, güç değildir” mottosunu akılda tutuyor.
Öyleyse biz de şunu akılda tutalım: Oligarşiye “ileri demokrasi” yaftası taksan da, oligarşi yine oligarşidir.
Oligarşi, kötü bir “şey”dir.
MELİH PEKDEMİR
( http://www.birgun.net )
Ner kadar da yaksimislar birbirlerine, ha Oda Tv ha Birgün.
* Cüneyt Ülsever, ideolojisine hiç katılmasam da dürüst ve tutarlı bulduğum bir liberaldir. Cüneyt Ülsever’i aslında ulusalcılar da pek sevmezler, sırf bugün AKP karşıtı olduğu için onun yazılarına itibar ederler. Ülsever, 2009 öncesine kadar (yani AKP’nin “mağdur” gibi göründüğü yıllarda) AKP’yi desteklemiştir; 2009’da AKP devlet aygıtını büyük ölçüde ele geçirip antidemokratik yüzünü daha belirgin şekilde gösterdikten sonra Ülsever sıkı bir AKP muhalifi haline gelmiştir. Ülsever’in yeniHarman dergisinin 134. ve 137. sayılarındaki röportajları bu konuda aydınlatıcıdır.
* Pekdemir’in yazısında Ülsever’den referans yapmasını “Ner kadar da yaksimislar birbirlerine, ha Oda Tv ha Birgün.” şeklinde yorumlamak düpedüz “özel yetkili savcı” mantığıdır (Bkz. Ergenekon, KCK, Devrimci Karargah ve Hopa davalarının iddianamelerindeki zeka pırıltısı numuneleri). Sonra “aptal” deyince kızıyorsun Casus.
çıracıya bir hatırlatma ve bir sorunun cevabının ne olabileceğini birlikte bulabilirmiyiz diye bu yorumu yapıyorum.1.analiz hem ülseverin hem pektemirin aslında aynı şeyleri söyleyip iktidar hegemonyasının oligarşik tek adam diktasına gitmek gibi çok kötü birşey konusubda bizi uyardığını düşünürsek birinci soru bunlar gibi uyanık siyasi analizcilerin olduğu bir yerde bunca kötülük ve tek adam diktatörlüğünun siyaseten halk oyundan geçebilip iktidar olabilmesi yada referandumdan galip gelebilmesi o analizi yapanlara aslında sistem-iktidar ve devletten yakınıp isteyen bir dille sistemin içinden konuştukları sistemin alternatifini yaratmak diyebileceğimiz sistem mağdurlarının politik organizasyonuna hiç bir katkıları olmayıp onuda HDK gibi eleştirip engelleyen olarak eleştiriyor gözüktükleri sistemin parçası olduklarını hatırlamamız gerekmiyormu?2.sorum ise bu devletten isteyen talep eden hatta aslında bu devleti ben daha iyi idare ederim benimki daha iyi diktatörlüktür diyen bu gibi anlayışların iktidar karşıtlığı üstüne kurdukları siyasetin fikir seviyesinden alternatif program seviyesine sıçratıp toplumsal muhalefet programı yapamamaları bunca kötülüğün odağı iktidarın hala sistem mağdurlarıyla bile ilişkisinin olabilip pekdemir ve ülseverin temsil ettiklerinin pratik hayatın dışına düşmüş bindelerle ölçülmesi kendilerininde mevcut gayrimeşru iktidarında gerisine düşmüş çok daha eski tükenmiş anlayışları temsil ettiğini göstermezmi?asıl farkedemediğimiz ülsever,pekdemir tarzı muhalefetin belkide bu gayrimeşru çürümüş sistemin iktidarını ayakta tutup ömrünü uzattığı olabilirmi?bunlarla son seçimlerdeki bloğun ve bu günkü bdp ve HDK sinin programları arasındaki anlayış farkını anladığımızda asıl toplumsal muhalefet odakları ve dinamiklerinide anlamış olabilirmiyiz?
özgürlükçü arkadaş,
Sorduğunuz sorulardaki cümleler çok uzun, başı sonu belli değil, anlatım bozukluklarıyla dolu, gerekli noktalama işaretleri yerlerinde değil ve anlaması zor; bu yüzden sorularınızdan anladığım kadarına cevap verebiliyorum:
1. Pekdemir’in “oligarşinin niteliği” ve “tek adamlık”a dair analizlerinde bir hata görmüyorum. AKP-Cemaat bloğunun yıllardan beri adım adım uygulamaya koyduğu (ve büyük ölçüde tamamladığı) proje budur zaten; bir taraftan devlet aygıtını ele geçirmek, hatta birbirinden özerk hareket eden devlet kurumlarının yönetimini tek elde toplamak, diğer taraftan da klasik havuç (STK’ler, cemaatler, sözde yardımlaşma vakıfları, açılımlar, demokrasi ilüzyonu yaratan ama somut çözümler sunmayan kimlik eksenli konferanslar/forumlar/çalıştaylar vs) ve sopa (yargı, YÖK, Polis, operasyonel medya vs.) mantığını kullanarak toplumsal muhalefet odaklarını etkisiz hale getirmek. Bütün bu döşenmiş taşların meydana getirdiği yol, nur topu gibi yeni bir dikta rejimidir.
2. Anladığım kadarıyla eskimiş muhalefet tarzının AKP’yi ve genel olarak düzeni güçlendirdiğini ve BDP’nin (veya HDK) anlayışının ise gerçek bir toplumsal muhalefet dinamiği oluşturduğunu söylüyorsunuz. Bunları 5-6 ay kadar önce söyleseydiniz o dönem için haklı olurdunuz. O dönemde Kürt özgürlük hareketi önemli bir düzen-karşıtı dinamizme sahip idi. Sivil itaatsizlik eylemleri, Tahrir meydanını hatırlatan kitleselliğe sahip Newroz kulamaları, KCK davasını protesto gösterileri, YSK’nin seçim öncesi ve sonrasındaki antidemokratik uygulamalarına karşı protesto eylemleri vs. … Sonraları malesef Kürt dinamizmi yavaş yavaş sönümlenmeye başladı; reformist-parlamenterist eğilimler öne çıkmaya başladı; Kürt burjuvaları, Barzaniciler, birtakım Nurcular ve sol-liberaller Kürt özgürlük hareketine sonradan katılıp hareketi düzen-içi bir mecraya kanalize etmeye çalıştılar/çalışıyorlar (devam ediyorlar). Bütün bu olanları daha önceki yorumlarımda Kürt MDDciliği ve sağ sapma şeklinde kodlamıştım. Bu kötü gidişat karşısında sık sık uyarılarda bulunmuştum, bu sitede yorum yapan/okuyan diğer arkadaşları bıktıracak sıklıkta bu konuya değinmiştim… Neyse, toparlayayım. BDP’nin tekrar eski günlerdeki dinamizmine geri dönebilmesi için acilen kendi içerisindeki reformist, parlamenterist, AB’ci, Sorosçu, kimlik-indirgemeci, liberal, burjuva, milliyetçi vb bilumum sağ unsura karşı ideolojik mücadele yürütmesi gerekir; ayrıca Kürt yoksullarının kendiliğindenci başkaldırısını büyütecek ve düzen-dışı bir mecraya taşıyacak bir politik hat yürütmesi; demokratik özerkliği, yani özgür halk komünlerini inşa etmeye yönelik somut adımlar atması gerekir. Aksi takdirde HDK’nin sonu da, çok eleştirdiğiniz (ve bizim çok eleştirdiğimiz) Türkiye sosyalist hareketinin hali gibi olur; ufaldıkça ufalır düzen güçlerinin çatışan bloklarının stepnesi olup gidersiniz.
3. Konumuz hakkında faydalı bir eleştiri yazısı: http://www.asimalpturk.com/index.php?option=com_content&view=article&id=204:ne-tam-kongre-ne-de-tam-part-kongre-grm-parts-ya-da-mecls&catid=46:yavuz-alogan&Itemid=64
Dünyaya ayar veren adam. Utan biraz, sen kimsin be?
“Vicdani nedenlerle eline silah alamayacagini” bildiren kisiler askerlik yerine sivil hizmet yapacaklar. Burada ilginç olan su, Turkish solcular stalinisti, anarsisti, troçkisti, teröristi, Kürt ve Türk ulusalcisi hep vicdani redci olacak, ama bir yandan da silahi, siddeti, adam öldürmeyi, gemi kaçirmayi, bebek bogazlamayi, genç kizlari eline tabanca verip intihar ettirtmeyi, kendi kariyerleri için her türlü melaneti yapmayi, fraksiyon savaslarinda rakiplerini kursunlamayi, bavullara koyup denizlere atmayi, gammazlamayi, MIT’e, CIA’ya Ingiltere’ye, Muhaberat’a , Mossad’a çalismayi hepsini de savunacaklar. Söyle haberler duyacagiz: Vicdani redden yararlanarak askerlik yapmadi, belediye otobüsüne molotof atarak, 15 yasindaki genç kizin yüzünü taninmaz hale getirdi. Vicdanen canavar olanlar yine vicdanen barisçi geçinecek, terörist-Stalinist baris muhabbeti.
Bu yasa yine zengin çocukları için çıkartılıyor.. Toplum baskısından kurtarılıp vicdanen rahatlamaları sağlanıyor.. Zaten , emekçilerin çocukları yine Vatan , Millet, Sakarya diyerek askere gideceklerdir.. Bir karış toprak için savaşacaklar,nöbet tutacaklar, şehit veya gazi olacaklar….. Ana- Baba’lar ise – Vatan sağolsun ! diyecekler. Askerden sağ dönen kahramanların çoğu, yine işsiz, evsiz, güvencesiz……Durmak yok yola devam !!
Bu yasa yine zengin çocukları için çıkartılıyor.. Toplum baskısından kurtarılıp vicdanen rahatlamaları sağlanıyor.(!). Zaten , emekçilerin çocukları yine Vatan , Millet, Sakarya diyerek askere gideceklerdir.. Bir karış toprak için savaşacaklar,nöbet tutacaklar, şehit veya gazi olacaklar….. Ana- Baba’lar ise – Vatan sağolsun ! diyecekler. Askerden sağ dönen kahramanların çoğu, yine işsiz, evsiz, güvencesiz……Durmak yok yola devam !!
nokta virgülünü sen bile koysan benim yorummdan çıkardığın eksik olmuş.tek adam diktası ve toplumsal muhalefeti imha projesini anlayan pekdemir ve ülseverin alternatifinin ne olduğu sorusuna cevap ne dir kendileride bu devleti akp den daha iyi ben bir ekip anlayış yada parti ben tek adam yada birkaç adam ben daha iyisini bilir ve yaparım demiyormu?bundan daha ileri bir toplumsal muhalefet programları varmı yokmu? varsa nedir yoksa eksik yanlış iyot gibi açığa çıkmış toplumsal muhalefet dinamiklerinin programını (HDK-emek demokrasi özgürlük bloğu) devlet-iktidar-sermaye hegemonyasının dilinden eleştiren olmak ne anlama gelir?bu nasıl anlayıştır 5-6 ay önce toplumsal muhalefet dinamiği olan bir anlayış bu muhalefeti parlamentodada görünür yapıp daha fazla sistem mağdurlarına sesini duyurup toplumsal muhalefetin politik programını orayada sıçratması ile toplumsal muhalefet dinamikliği bitermi?madem hata yaptı kan kaybedip tükenecek yerde son 6 aydır 8 bin göz altı 5200 tutuklamadan bile avantajlı çıkıp bu mücadeleyi bütün muhalefet dinamikleri ile birlikte iş yapma seviyesine sıçratması bu mantığın yanlış olup yapılanların daha isabetli olduğunu göstermezmi?2 gün önce bdp-ödp-emep-sdp-ehp-esp gibi parti genel başkanları birlikte basının karşısına geçerek son baskılar hepimize toplumsal muhalefetedir çoluk çocuk hep birlikte buradayız deyip istanbul mitingine katılacağız demesi ne anlama geliyor.çıracının anlamadığı devlet-iktidarın imha siyasetinin toplumsal muhalefeti bitirme işlevi değil tam tersine toparlanma birlikte iş yapma yetenekleri gelişip asıl iktidar alternatifi muhalefetin görünür hale gelmesini sağladığını anlayıp görememesidir.eski sosyalist sol birlikteliklere benzer endişesi ve pratiğinden hareketle yapılan eleştiride haksızlık olabi,lir geçmiş örneklerden ders alındığını son birlikte iş yapabilme örnekleride açıkladığı gibi önümüzdeki yerel seçimde HDK si ile türkiye genelinde bir haneye yazılacak seçmen iradesinden toplumsal muhalefetin 350 cıvarında belediye hemen bütün illerde il genel meclisinde temsil edilen asıl ana muhalefetin göründüğünü ölçen iktidar son saldırılara başvurmuştur korkarım iktidar devlette filim bitmez ülsever ve diğerlerinide kullanarak(başta berktay)HDK ile özgürlükçü siyasi kürt hareketi ile oluşup mıknatıs gibi hızla bütün muhalefet dinamiklerini kendine çeken bu hareketi engellemek için hiç ummadığımız isimler bile sistemce kullanıldığını görürsek şaşırmayalım.benim korku ve endişem kendine devrimci diyenlerini söyleyip yaptıklarının son tahlilde neye hizmet edeceğidir.iktidar-devlet hegemonyası toplumsal muhalefeti bitiriyorum zannederke biz burdayız diyen yüzbinlerden biri olabilmek gururuyla kazlıçeşmede buluşalım.
Her dönem farklı esen rüzgara göre hareket ederek, saf değiştirenler ve yönetenlerin İdeolojilerini savunanlar ajan, provokatörlerdir..Her boyaya girerler.Efendilerine hizmet etmekten mutluluk duyarlar ve sadece kendi çıkarlarını düşünürler.. Onların yüzünden tarih boyunca kan ve gözyaşı dinmemiştir..
Ankara’da cemaatler rejiminde iktidar savaşı – Mustafa Peköz
10-02-2012
Sistemi elinde tutan rejimin farklı güçleri arasında iktidar çatışması her zaman vardır ve olacaktır. Geçmişte Kemalist rejimin fraklı varyantları arasında bir çatışma yaşanırken, bugün İslamcıların farklı politik kuvvetleri arasında bir çatışma yaşanıyor.
Devletin stratejik kurumlarını ele geçiren Gülen cemaat ile Başbakan Erdoğan arasındaki iktidar çatışması şiddetlenerek artıyor. Gülen’in Erdoğan için yayınladığı kaset basın dünyasında izlendi. Gülen çok açık bir şekilde uyarmıştı: ‘Ya benim vitrinimde çık ya da bana itaat et’ etmezsen de ‘büyük tokattı yersin.’ Şimdi itaat etmek istemeyen Erdoğan’a ve AKP’ye yönelik hamleler fiilen uygulanmaya geçti.
Söz konusu bu çatışma Kürtler kullanılarak yürütülmek isteniyor. Özellikle KCK davasının özü çarpıtılarak yapılmak istenen çok ince bir hesap söz konusu. Böylelikle farklı İslamcı klikler arasında yaşanan iktidar çatışmasını, PKK ile MİT arasında özel bir ilişki varmış gibi bir imajla gizlemeye çalışmaktadırlar.
Sıklıkla vurgulandığı gibi Gülen cemaati rejimin üç temel stratejik kurumunu ele geçirmiş durumda: İstihbarat, emniyet ve yargı. Bugün bütün saldırılar bu üç merkezden eş zamanlı yürütülüyor.
Başbakan Erdoğan da, elindeki gücü kullanarak tek başına liderlik sevdasını sürdürmekte kararlı görünüyor. Zaman zaman kendisine büyük destek sunan cemaatin medyasını da ince uyarılar yapıyor. Böylelikle iktidar rekabetinde var olduğunu söylemekle kalmıyor, attığı adımlarla pekiştirmenin yollarını arıyor. Bunun en somut örneği ise Gül’ün cumhurbaşkanlığı konusu oldu. AKP, Gül’ün görev süresini 7 yıl olarak belirledi ve sadece bir kez seçilebileceğine dair yasayı parlamentoda geçirdi. Gül, bu durumdan son derece rahatsız oldu ama yasayı onaylamak zorunda kaldı. Gülen cemaati ise, Gül’ü ikinci kez cumhurbaşkanı olarak görmek istiyordu. Cemaatin bu planı, bozuldu ve doğal olarak öfkesi arttı. Bu bakımdan Erdoğan çok açık olarak hedef tahtasına oturtulmaya başlandı.
Türkiye’nin iç politik krizi tahmin edilenden çok daha hızlı bir şekilde gelişiyor ve çok güçlü görünen Erdoğan ve AKP, kontrolü elinde kaçırmaya başladı. Üçlü mekanizma ile sürece doğrudan müdahale eden cemaat, Erdoğan’ın boynundaki ipi iyice sıktı, Öyle ki nefes almaktan zorlanan başbakan, kontrolü iyice kaybetmiş bir şekilde saldırganlaşıyor.
Özel yetkili savcı, KCK soruşturması kapsamında MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş ile iki MİT’çiyi ifadeye çağırdı. MİT’çilerin ifadeye çağrılması Ankara’da hareketli saatlerin yaşanmasına neden oldu. Bu durum devletin iç dengelerini çok ciddi oranda sarstı
Cumhurbaşkanı Gül, Fidan’ı Çankaya Köşkü’ne çağırdı ve aynı saatlerde Erdoğan da Adalet Bakanı Ergin ve Genelkurmay Başkanı Org. Özel ile görüştü. Anlaşılan politik hava tahmin edilenden daha ciddidir.
Bu zaman dilimi içinde MİT Müsteşarlığı savcılığa gönderdiği yazıda; “Söz konusu iddialar görev suçu kapsamına girmektedir. Kanuna göre görev suçu ile ilgili konularda Başbakanlıktan soruşturma için izin alınması gerekmektedir.” Bunu bir karşı hamle olarak algılamak gerekir.
Savcıların eski ve yeni MİT müsteşarlarını ifadeye çağırdığı saatlerde AKP’nin de bir başka hamlesi geldi. İçişleri Bakanının talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü İstanbul’daki KCK operasyonlarını yürüten Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayün ile İstihbarat Şube Müdürü Erol Demirhan, haklarındaki bir soruşturma kapsamında görevlerinden alındılar.
Hükümet adına bir açıklama yapan Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ:”Soruşturmanın şu aşamada ortaya çıkan bilgileri çerçevesinde, bir hukukçu kişi olarak bu soruşturmanın işin doğrusu hukuki mantığını hala anlamış değilim.” Aynı savcılar, KCK davasında binlerce insanı hiçbir delil ve belge olmadan tutuklarken görevlerini yaptığını söyleyen Bozdağ, bu kez işin ‘hukuki mantığını’ anlamıyor.
Bu gelişme öylesine bir savcının kafasında yaptığı bir çıkış değil. Ankara’nın çok kapsamlı yürütülen politik savaşın önemli bir halkasını oluşturuyor. Bütün bunları, devletin farklı kurumları arasında bir rekabet olarak algılamak yanlıştır, rejimin fraklı klikleri arasındaki çatışmanın somutlaşmış halidir. Bu öylesine belirginleşmiştir ki, aynı anda karşılıklı hamleler yapmaya kadar gidiyor.
MİT müsteşarlarına yönelik hamle esasen Erdoğan’a yöneliktir. PKK-Devlet görüşmesini basına sızdıran ve bugünkü süreci hazırlayan cemaatin sistem içindeki güçleridir. Erdoğan’ın frenlemek veya kontrol altına almak için atılan bu adım, tahmin edilenden ciddidir. Erdoğan, Fidan’ı böyle bir durumda en azından bugünkü politik tablo içerisinde harcamaz, dahası harcayamaz. Ancak MİT Müsteşarı’nın ciddi bir darbe aldığı kesin ve uzun süreli bu görevde kalma şansı da yoktur.
Eğer geçici olarak bir uzlaşı sağlanamazsa emekli olan Emre Taner, zorunlu olarak ifade vermeye gidecektir. PKK-DEVLET görüşmesi üzerinde yürütülen soruşturma birçok bürokratı hedef tahtasına çekecektir. Hem sistemin iç dengesi, hem de Ankara’nın politik tablosunda ciddi değişikliklerin gündeme gelmesi mümkündür.
KCK Davası tutukluların da, Devletin PKK ile görüştüğüne özel bir vurgu yapmaları, mahkemenin video kayıtlarının ve tutanakların istenmesi için almış olduğu karar, yeni bir sürecin başlaması anlamına geliyor. Yapılan görüşmelerin kamuoyuna sızması ve Kürtler adına PKK ve Öcalan’ın çok açık olarak muhatap alınmış olmaları, sistemin stratejik yönelimlerinde ciddi sorunlara yol açacağı tahmin edilen bir durumdur. Her ne kadar amaç PKK’yi tasfiye etmekti denilse de yapılan bütün görüşmeler kamuoyuna açıklandığında işin renginin çok farklı değişeceğini gösteriyor. Yani PKK, devlet tarafından resmi olarak kabul görmüş ve tanınmıştır.
Görüşmeler hem MGK, hem de siyasi otorite’nin yani AKP’nin onayı ile yapıldı. Fidan bir bürokrattır ve kendi kafasında bunu yapamayacağına göre, bu işten doğrudan sorumlu olan Erdoğan’dır. Böylelikle Başbakanın siyasal geleceğiyle ilgili bir durum söz konusudur. Hikmet Fidan’a yönelik bu hamlenin esas muhatabı olan Başbakan, sorgulanma sırasının bizzat kendisine geleceğine dair bir uyarı işaretini aldı ve biyolojik dengesi cidden sarsıldı.
Gülen, Erdoğan’ı uyarmıştı; “öyle yaparsanız, fert planda keser, heyet planda keser, İdare planda keser, siyaset planda keser” diyordu ve 1960 darbesine göndermede bulunuyordu. Sanırım akıllanmak istemeyen ve kendi gücünü yaratmak isteyen Erdoğan’ın yolunun nereye doğru gittiğini gösteren önemli bir uyarı işaretidir.
Cemaatin her operasyonu AKP’yi çok zor durumda bırakıyor. Sinir sistemleri bozulan Erdoğan, ipleri elinde kaçırmış gibi her yere saldırıyor. PKK-Devlet görüşmesinin de tasfiye amaçlı olduğunu söyleyerek görüşmeleri kendi cephesinde bir meşruluk kazandırmaya çalışıyor.
Erdoğan, böylesi kritik bir politik süreçte, daha rahat bir nefes alabilmek için Genelkurmay Başkanlığını yanında görmek istiyor. Uludere katliamında Genelkurmayı çok açık olarak destekleyen hükümet ve Erdoğan, Genelkurmay Başkanı ile yaptığı görüşmede bu konuda destek istediği anlaşılıyor. Bir bakıma karşılıklı ilişkilerde birbirini destekleme politikası devreye girmiş bulunuyor.
Erdoğan’ın Kürtlere yönelik tasfiye politikasında bu kadar ısrar etmesinin bir yönü de iç politik dengeleri yeniden kurmaya yönelik olduğu anlaşılıyor. Bir bakıma yeni bir cephe oluşturma politikası olarak da okumak gerekir. Bu cephenin nispeten geniş olabileceğini ve kendisini korumada bir kalkan haline gelebileceğini planlıyor. Bu nedenle dolaylı olarak Kemalistlerin bir kesimini de bu sürece dahil etmeye çalışıyor.
Bu bakımdan sistem içi çatışmanın giderek belirginleştiği bu süreçte Erdoğan’ın yapacağı hamleler rejimin ilişkileri bakımından önemli bir faktör olacaktır. Cemaatin devlet içindeki gücünü sınırlamaya yönelik bazı somut adımlar atabilir. Böylelikle dengeyi kendi lehine çevirebilir. Bunu yapması içinde ciddi riskler alması gerekiyor. Bunu yapmadığı takdirde, cemaate boyun eğecektir.
Gülen de, artık Erdoğan’a pek güvenmiyor. Bu nedenle operasyonun kapsamının geliştirilmesine yönelik çok daha kapsamlı adımlar atabilir. PKK ile görüşmelerin siyasal sorumluluğunu Erdoğan’a yükleyip, yargılamak için bir yönelime girebilir. Bu taktik etkili olmazsa, iki noktada Erdoğan ailesini hedef alacaktır.
Birincisi, Erdoğan ve ailesinin rüşvet ağlarını deşifre etmesi, ikincisi ise Erdoğan’ın özel-gizli yaşamına ilişkin bazı iddialar hakkında kasetlerin basına sızdırılması. Cemaat, iktidar savaşında her türlü kirli yöntemi kullanmaktadır. Yani Baykal’a ve MHP yöneticilerine uygulanan yönteminin bir benzerinin Erdoğan’a yönelik kullanılması sürpriz sayılmamalıdır.
Sorunun bir başka boyutunu ise Kürtler oluşturuyor. Dahası PKK-Devlet görüşmeleri çarpıtılmak isteniyor. Böylelikle hem devletin tasfiye politikasına meşruluk kazandırmak hem de PKK’ye yönelik güvensizlikler geliştirilmeye çalışılıyor.
PKK Parti Meclisi’nin almış olduğu kararlar ve KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık’ın ‘savaşın yeni ve çok kapsamlı bir sürece gireceğine’ ilişkin yaptığı açıklamaların hemen ardından PKK-Devlet görüşmeleri ekseninde MİT Müsteşarların ifadeye çağrılması da tesadüfe bir durum değil. Bu yönelim aynı zamanda PKK’nin askeri yönelimlerini etiksizleştirmeye yönelik bir hamledir.
Gerçek dışı bilgiler ekseninde yürütülen psikolojik savaş yöntemleri çok bilinçli olarak ön plana çıkartılıyor. MİT’in PKK’ye yönettiği ve birçok eylemin MİT’in bilgisi dâhilinde yapıldığı iddiası ile PKK’nin devletin kontrolünde olduğu imajı yaratılmak isteniyor. Bu tür bayatlamış ve Kürt halkı bakımından hiçbir değeri olmayan haberlerin yeniden gündemleştirilmesi bir başta ifadeyle tam bir çaresizliktir.
PKK-Devlet görüşmesinin politik boyutları bakımından ayrıca ciddi bir araştırmayı gerektirir. Ancak Özel Yetkili Savcıların bu son hamlesine ilişkin KCK’nin yaptığı açıklamada şunlar belirtilmiş; Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve Hareketimizle T. C. devleti ve hükümeti adına resmi bir heyet 2008’den bu yana belli aralıklarla Haziran 2011’e kadar 3 yıldır düzenli olarak görüşmüştür. Bu görüşmelerin devamı ve paralelinde Oslo’da da uluslar arası bir kurumun ev sahipliğinde Hareketimizin yetkilileriyle de görüşmeler gerçekleşmiştir. Başbakan Erdoğan’ın Önderliğimizle görüşmelerin kamuoyuna yansımasına karşılık ‘hükümetimiz değil devlet görüşüyor’ diyerek samimiyetsiz, siyasi ahlakla bağdaşmayan bir tutum sergileyerek görüşmelerin sorumluluğunu almamış, sahiplenmemiştir. Belli ki, AKP hükümeti, Kürt sorunu gibi ağır ve tarihi bir sorumluluk isteyen soruna ciddiyetten uzak, zaman kazanma, toplumu kandırarak iktidarına daha fazla taraf toplama amaçlı taktik bir ilişki olarak yaklaşmış ve esasta da Hareketimizi ve özgürlük dinamiklerini tasfiye planı için zemin ve koşulları hazırlamak istemiştir.” Kürt Hareketi, süreci dikkatle takip ediyor. Rejimin iç rekabetine Kürt halkının alet edilmesin izin verilmeyeceği çok açık olarak belirtiliyor. PKK-Devlet müzakereleri kamuoyuna sunulduğunda, işin rengi değişecektir. Kürt Hareketine yönelik psikolojik savaş eksenli saldırılar artarsa, PKK’nin de söz konusu görüşmelerin belgelerini kamuoyuna açıklanması sürpriz sayılmamalıdır.
Ankara’da politik dengeler yeniden şekilleniyor. Cemaat, yaptığı bu hamle ile Erdoğan’ın boyundaki ipi biraz daha sıktı. Erdoğan zor nefes alıyor. Geçici bir sessizlik dönemine girilecektir. Dengelerin nasıl değişeceğine arka plan hesaplar ve anlaşmalar karar verecektir. Erdoğan yeni sürprizlerle karşı karşıya gelebilir.
Türkiye’nin bu yeni rejiminde de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
( http://www.acikgazete.com )
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43060
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45934
Yedekleme projesi mi? – Metin Çulhaoğlu
18 Aralık 2012
“Geçtiğimiz hafta ülke kamuoyu, gündeme bomba gibi düşen Taraf’taki istifalarla sarsıldı. Taraf’taki deprem, bir biri ardına gelen şok istifaların yarattığı artçı sarsıntılarla sürdü…”
Yukarıdaki “girizgâhı” üslup açısından ciddiye almayın. Yazarın kendisinin, “acaba ana akım medya diline hâkim miyim?” merakını giderme yönünde bir denemeden ibarettir.
Ancak, üslup bir yana, Taraf’taki gelişmelerin ciddiye alınabilecek yanları vardır ve okuyacağınız yazı bu anlamda da bir “deneme”dir.
“Deneme”dir; çünkü bizim böyle “taraflara” ilişkin içeriden, olayın mutfağından, en yakınlarından bilgi alma imkânlarımız yoktur.
***
Taraf’taki gelişmeler, en yaygın biçimde, bu gazetenin ve önde gelen yazarlarının artık misyonlarını tamamlamış olmalarıyla açıklandı. Bu yaygın açıklamaya göre, Taraf bir misyon gazetesiydi; başta Ergenekon-Balyoz davalarında tetikçilik yapmak, kamuoyu oluşturmak üzere üstlenilen bu misyon tamamlanmıştı. Artık Taraf’a ihtiyaç duyulmuyordu.
Bu tür yorumlardaki isabet ve doğruluk paylarını inkâr edecek değilim.
Ancak, özel olarak Taraf olayının temelindeki asıl şablonun da devrini doldurduğunu, belirli bir mekanizmaya bundan böyle ihtiyaç duyulmayacağını, işin içindeki iki taraf açısından da söylemek mümkün görünmüyor.
İşin içindeki taraflardan biri, Taraf’ın belirli bir dünya görüşünü, ideolojiyi ve siyaset anlayışını temsil eden ve bugün bu gazetede olmayan kadrolarıdır. Şimdi, başka mesleklerden kişilerin, hatta politikacıların, olumsuz deneyimlerden ya da belirli bir yaştan sonra bir kenara çekilip eski işleriyle bir daha hiç uğraşmamaları mümkündür. Çokça örneği de verilebilir. Ancak, aynı şeyin profesyonel basın-medya mensupları için söylenmesi kesinlikle mümkün değildir. Bu mesleğin, meşgalenin özünde, mayasında vardır: o sana “bırak yakamı” dese bile sen onun yakasını bırakamazsın. Bu açıdan, “insan gazeteci olmaz, gazeteci doğar” beylik lafı ne kadar doğrudur, orası ayrı; ama bu işe bulaşmış birinin gazeteci öleceği kesindir.
Bu durumda, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Neşe Düzel ve benzerlerinin bu camiadan kesin kopuş yaşayıp köşelerine çekilmeleri düşünülemez. Gerçi yaşadıklarından sonra Ahmet Altan’ın örneğin “Sudaki İz-II” ya da “Katır Çiftesi Gibi” türü romanlar yazması ilginç olabilirdi, ama yapamaz. Daha doğrusu sırf bunlarla yetinemez.
Yeni bir misyon bekleyeceklerdir.
İşin bir tarafı için, durum budur.
İşin diğer tarafı, yani bir zamanki Taraf çevresinin doğrudan siyasetin içindeki muhatapları içinse durum biraz daha karmaşıktır. Birkaç açıdan…
Birincisi: Türkiye’de siyasal iktidarların, kamuoyu oluşturma ve oy alma adına medyadan çok Kars’ta veya Afyon’da açılan fabrikalara, tütüne verilen başfiyata, gübre ve mazot fiyatlarına vb. odaklandıkları dönemler 12 Eylül öncesinde kalmıştır. Şimdi, medyaya ve buradaki “kanaat önderlerinin” destek ve yardımlarına görece daha çok ihtiyaç vardır.
Ama bu cenahtaki çatlak seslere de tahammül edilemediğinden “sensiz olmuyor” ile “senin çatlak sesinle de olmuyor” arasında gelgitler yaşanacaktır ve bu gelgitler medyayı eski Taraf kadroları dâhil olmak üzere revaçta tutacaktır.
İkincisi: Taraf’ın “solu”, en azından solun bir kesimini iktidarın yedeğine taşıma misyonu üzerinde epeyce durulmuştur. Gerçi “solun yedeklenmesi” gündemi, özellikle Ergenekon-Balyoz davalarıyla 2010 referandumu sonrasında eski önemini yitirmiştir, ancak bu misyonun büsbütün rafa kalktığı söylenemez. Eğer kamuoyunu belirli bir rotada tutma açısından medya herhangi bir öneme sahipse, burada “sol görünümlü” bir çeşniye de mutlaka ihtiyaç duyulacaktır. Türkiye’de bugün sol hareket güçlü olduğundan değil; arzu edilen ideolojik-siyasal-kültürel ortam mutlaka birtakım sol motiflere de yer vermek zorunda olduğu için…
Eğer böyleyse, eski Taraf ekibinin solculuğu işte orada, hizmete hazır duruyor…
Üçüncüsü ve en önemlisi ise şudur: Dış odaklardan içerideki sermaye kesimlerine, oradan ülkedeki siyasal aktörlere, giderek iktidar partisinin kendi içindeki kimi çevrelere uzanan ve “akilliği” temsil etme iddiasında olan bir ağ, olası kriz dönemlerine yönelik bir “yedekleme” arayışından kolay vazgeçemez. Burada kastedilen, mevcut iktidarın yedeklenmesidir…
“Yedekleme” arayışının öznesi, tek ve mutlak bir irade değildir; hem güçlü hem de kendilerini “uzak görüşlü” sayan odakların zımni mutabakatıyla oluşur. Mutabakat “artık zamanı geldi” kanaatine vardığında, ortadaki adaylara bakılır ve bunlardan birine “oynanır.”
Örnekleri vardır: 1950’lerin ortasında Hürriyet Partisi, yıpranacağını kestirdiği iktidardaki Demokrat Parti’nin yedeği olarak ortaya çıkmış, ancak o dönemki CHP’nin gücünü yeterince kestiremediğinden başarılı olamamıştır. 1970’te, iktidardaki Adalet Partisi’nin gidici olduğunu kestiren parti içi bir kesim Demokratik Parti’yi kurmuş, ancak çeşitli nedenlerle “tercih edilmemiştir.” 30 yıl kadar sonra, İsmail Cem-Kemal Derviş-Hüsamettin Özkan üçlüsünün çıkışı da, hem Derviş’in yan çizmesi hem de AKP’nin önlenemez yükselişi sonucunda akim kalmıştır.
2002 yılından bu yana devam eden AKP iktidarında, hesaplama ve zamanlama hatası yapan, Abdüllatif Şener olmuştur.
O zaman soru şudur: Taraf’taki “deprem”, elbette bu gazetenin şimdiki müstafi kadrolarını aşan bir siyasal kurgunun, bu kez daha ciddi bir “yedekleme” arayışının bir parçası, sinyallerinden biri midir?
Bir tarafta cemaate, diğer tarafta Erdoğan’dan giderek soğuyan eski destekçilere, bu arada Gülen’in adamı olduğu söylenen Gülerce’nin “akil adam” şovlarına; Karakaş, Alpay ve Altan’ın (Mehmet) bir kanaldaki periyodik salvolarına bakılırsa böyledir.
Hemen burada yanıtlanamayacak, ancak üzerinde durulup düşünülmesi gereken soru ise şudur:
“Yedekleme” meselesi, toptan AKP’ye mi yöneliktir, yoksa üzerinde durulan Erdoğan sonrası AKP midir?
Yazı soruyla bitmesin diye (eğer yedekleme projesi gerçek ise) şimdiden kesin görünen birtakım noktaları ekleyip bitirelim:
Eğer göreli terimlerle konuşursak, bu yeni proje Erdoğan ve temsil ettiği çizgiden daha Amerikancı olacaktır…
Yeni projenin en vaatçi ve “açılımlı” görüneceği alan Kürt sorunu olacaktır.
Yeni projenin (nasıl olsa yutuyorlar mantığıyla) sola dönük bir yüzü de olacaktır.
Ve Erdoğan bu projeye kolay pabuç bırakmayacaktır…
(soL Haber)
Taraf: Çarpık doğdu, yamuk öldü – Ragıp Duran
Başından sonuna faullu, ofsaytlı bir gazete Taraf. Medya mülkiyeti şeffaf değil, yöneticileri dürüst değil, bazı yazarları polis, bazıları savcılara bavulla belge ulaştırıcısı, siyasî çizgisi oynak… Pennslyvania mescidinde namaz kılıyor. Altı yıl önce esrarengizdi, bugün cenazede hâlâ öyle…
Taraf gazetesi beş-altı yıllık yayın hayatını tamamlarken de ilk günkü gibi şeffaflıktan ve dürüstlükten yoksun bir şekilde gömüldü. Kaçınılmaz son, belki de geç bile kalmıştı.Çünkü bu gazete henüz kuruluş aşamasında çeşitli alan ve konularda sakat doğmuştu:* Gazetenin malî yapısı, medya mülkiyet kimliği şeffaf değildi. Teorik olarak Alkım Yayınevi gazetenin sahibi görünüyordu. Ne var ki, o günlerde, tüm yayıncıların çok iyi bildiği üzere, Alkım Yayınevi’nin kâğıtçı, ciltçi, matbaacı ve dağıtımcılar başta olmak üzere uçan kuşa borcu vardı. Yeni bir gazete kurmak için gerekli olan sermaye nereden, nasıl, ne zaman gelmişti? Taraf’ın sahibi ve yöneticileri bu sorulara son altı yıl içinde hiçbir zaman açık, net, belgeli yanıt veremediler.* Ahmet Altan son yazısında da bu sır perdesini itina ile koruyor. Ayrılırken bile gazetesine yönelik iddia ve suçlamaların hiçbirine yanıt ver(e)miyor. Üstelik, Altan neden istifa ettiğini bile açıkla(ya)mıyor. Şeffaflık ve dürüstlükten yoksunluğun adı ne zamandan beri “demokrasi kahramanlığı” oldu? Hele birisi de kalkmış Altan’a “mangal yürekli” demez mi? Ben hiç hoşlanmadım bu kebapçı edebiyatından! Bir başkası da kalkmış kendini “Ahmet Altan’ın çocukları ve kahramanları” diye niteliyor. Çocuklar ne zamandan beri babalarını seçebilmişler ki? Ayrıca, bir insanın kendi kendisini kahraman ilân etmesi biraz megalomania olmuyor mu? Babadan geçe geçe, kala kala bu megalomania mı kalmış? Kendisine iletilen belgeleri bavula koyup savcılara götürmeyi gazetecilik sananlar, üç haberinden biri tekzip yese de hâlâ bu meslekte kalabiliyorlarsa, galiba hakikaten kahramandır!* Bu gazete, çeşitli kesimlerden gelen talep ve sorulara rağmen, Fethullah Gülen Cemaati ile ilişkisi konusunda bir açıklama yapmaktan kaçındı. Şeffaflık ve dürüstlük yoksunluğu salt malî alanda değil, siyasal ve ideolojik düzlemde de sırıttı. Altı yıl boyunca bu gazetede Cemaat aleyhine bir tek satır, aleyhte bir haber, yorum, fotoğraf yayınlanmaması nasıl açıklanabilir? Keza Zaman ve bu gruba bağlı diğer yayın organlarında da Taraf aleyhinde bir tek satır yazı çıkmamış olması acaba tesadüf müdür? Çıkar kardeşliği, medeniyetler ittifakı, dinler arası hoşgörü, diyalog, empati filan falanla mı açıklayacağız bu ilişkiyi?* Bu gazete Türkiye’nin iki büyük sorunu olan Recep Tayyip Erdoğan ve Kürt meselesi konusunda altı yılda galiba en az üç kez tutum ve politika değiştirdi. Üstelik, bu değişiklikler öyle nüans sayılabilecek değişiklikler olmadı. Koyu Erdoğan taraftarlığından kişisel de olsa yine koyu bir Erdoğan karşıtlığına geçtiler. Kandil’de röportaj yapan Taraf ile “Kürt sorununun çözümünü engelleyen PKK’dır” diyen Taraf aynı gazete midir? İlginç olan, özellikle Taraf’ın Erdoğan konusundaki değişikliklerinin Zaman grubunun da Erdoğan’la ilişkileri bozduğu dönemlere rastgelmesi; bu da herhalde tesadüf idi.* Bu gazetenin haberciliği, kendi dışındaki (belki de içinde, henüz tam olarak bilemiyoruz) bir odağın sağladığı belgeleri ciddi bir editoryal süzgeçten geçirmeden yayınlamakla sınırlı. Dolayısıyla, bu gazeteyi aslında Altan – Çongar ikilisi yönetmedi. O odak yönetti. Özellikle Alev Er’in ayrılmasından sonra, gazete tamamıyla bu odağın denetiminde yayınlandı. Altan, Alev Er’in gazeteden neden ayrıldığını açıklayacağı yerde, son yazısında ona teşekkür ediyor. Utanma sözlüğü galiba her eve lâzım…* Bu gazetede kuşkusuz belirli sayıda dürüst, aklı başında gazeteci ve yazarlar da vardı. Bazıları arkadaşım ve meslektaşım. Bir kısmı zaten zaman içinde Taraf’tan ayrıldı. Sorun zaten, Altan hariç, kişisel bir sorun değil. Ama gazetecilik gibi son derece kolektif bir alan ve meslekte Altan’ın egosu Taraf’ı gerçek anlamda bir gazete olmaktan alıkoydu. Bir zamanlar gazete içindeki bir ihtilafta, servis şefleri ile sayfa sekreterleri “sayfanın gerçek patronu kim?” konusunda kapışırken Altan sorunu hemencecik çözüyor: “Bakın, bu sayfaların gerçek sahibi ne servis şefidir ne de sayfa sekreteri. Bütün sayfaların tek patronu benim, ben sizlere bu sayfalarda çalışma hakkı veriyorum, o kadar!” Ne güzel, değil mi? Demokrasi kahramanı böyle olur işte! Mangal yürek de buna denir! Megalomani adamı Pennslyvania mescidinin sıradan bir ulağı haline getirir… Farkına bile varmazsın. Biri sana söylese bile inanmazsın, inanmak istemezsin. Çünkü sen o kadar büyüksün ki… Kibirdir yorulup yollarda kalan. Gururdur motoru patlatıp adamı aciz bırakan!* Bu gazetede 1 Mayıs 1977 katliamını aklamaya çalışan bir akademisyen, Altan ve arkadaşlarının malî sebeplerle istifa ettiğini, ayrılma olayında hiçbir siyasal neden bulunmadığını yazdı. Biz de inandık! Altan bir süredir Başbakan Erdoğan aleyhinde çok sert yazılar yazıyordu. Bu yazıların içeriği genellikle doğru olmakla birlikte, üslûpta gereksiz bir bireycilik göze batıyordu. Bir gazeteci, siyasî iktidarın bir numarası ile senli-benli kavgaya girişmez. Mesele iki kişi arasındaki bir anlaşmazlık değil ki… Altan’ın yürüttüğü muhalefetin dörtte birini yazanlar kendilerini polis-savcı-hâkim üçlüsünden geçtikten sonra cezaevinde bulurken, Altan hakaret davalarıyla yetinmek durumunda kaldı. Altan ve arkadaşlarının Taraf’tan neden ayrıldığı konusunda tahmin ya da öngörüde bulunmak çok zor olmasa gerek. Yeni Şafak ve Zaman’da bile hafif muhalefet edenlerin işlerinden olduğu bir dönemde, Erdoğan, Altan’ı gazetenin başından uzaklaştırarak hem “pis bir muhalifinden” kurtuldu, hem de Pennslyvania’ya mesaj atmış oldu.* Polis Akademisi’nde ders verenlerin boş zamanlarında köşe yazarlığı yaptığı bir mekândır Taraf gazetesi. Twitter’dan ve köşesinden kadın-erkek ayrımı yapmadan ispatlanamayacak iddialarla meslektaşlarına çamur atanların el üstünde tutulduğu bir gazetedir Taraf. Başyazarının “patrona güzel bir hediye” olarak tasarladığı bir gazetedir Taraf. Keza aynı başyazar ve kurucunun “roman yazmaya ara verdiği dönemler”deki meşgalesidir Taraf gazeteciliği.Sonuç olarak, Taraf Türkiye basın tarihinde bence öyle önemli ve değerli bir yer alamayacak. Ama Türkiye siyaset tarihinde, manipülasyon tarihinde mutlaka hak ettiği bir konuma geçecek.
( http://www.birdirbir.org )
Koalisyon nasıl çatladı?
26 Aralık 2012
AHMET ŞIK/BİRGÜN
Devletin zirvesindeki savaşı gün yüzüne çıkaran Şubat ayındaki MİT krizi sonrasında, devlet kurumları arasında zaten bir süredir yaşanan çatışmanın kaynağı konusunda kamuoyunun kafası hala bulanık. Birbirlerinin defosunu bilen taraflardan da doğal olarak kamuoyuna tatminkar bir açıklama yapılmış değil. Çekilen kılıçlar kınına sokulmuş gözükse de bu sessizliğin, en azından cemaat cephesi için hayra alamet olmadığı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “derin devlet hala faaliyette” vurgusu eşliğinde dinlendiğini açıklamasıyla ortaya çıktı. Zaten hükümetin, cemaatin insan ve para kaynaklarından biri olan dershaneleri kapatma hamlesi de, cemaat kalemşorlarının Başbakan Erdoğan’ı bu kararından döndürmek için verdiği gayret de savaşın bitmediğinin emareleri. Güvenlik bürokrasisindeki dedikodulara bakılırsa MİT’in cemaate ilişkin bir rapor hazırladığı ve bu rapora da bizzat cemaatin arşivlerinin kaynaklık ettiği konuşuluyor. Eski cemaatçi olarak bilinen Kemalettin Özdemir’in MİT’in çalışmalarına danışmanlık hizmeti verdiği ve dershanelerin kapatılması konusunda hükümete “akıl hocalığı yaptığı” dedikoduları ise alıp başını yürümüş durumda.
“Cemaat havuzu”yla fişleme
7 Şubat 2012’de başlayan MİT kriziyle birlikte hedef alınanlar arasında Başbakan Erdoğan’ın yanı sıra Kürt açılımının koordinasyonundan sorumlu olan Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay da vardı. Atalay’ın hedef olmasının önemli nedenlerinden birisi polisteki cemaat örgütlenmesinin, Ergenekon ve KCK soruşturmaları üzerinden yarattığı hukuksuzluklara karşı engel çıkarmaya çalışmasıydı. Krizden önce başlayan ve hedefinde Beşir Atalay’ın olduğu yazılar MİT soruşturmasından sonra da “Ergenekon ve KCK operasyonlarını akamete uğratmak” ve hatta “Ergenekonculuk” suçlamaları yöneltilen yazılarla hız kazandı. MİT krizinin yaşandığı günlerde http://www.aktifhaber.com isimli cemaate yakın internet sitesinde, Başbakan’a en yakın isimlerden biri olan Yalçın Akdoğan’ın Star Gazetesindeki yazılarına yanıt olarak Yetkin Yıldız imzalı ilginç bir yazı yayınlandı. 20 Şubat 2012’de kaleme alınan “Yalçın Akdoğan’a Cevap, Bir Yalçın Akdoğan Okuması 2 ve 3” başlıklı yazıda emniyetin KCK hakkında bir rapor yazarak operasyonlara başladığı 2009’da İçişleri Bakanı olan Atalay’ın bazı operasyonları durdurduğu ve aynı yıl Valiler Toplantısında bunu bir talimat olarak verdiği dile getirilmişti. Maliye Bakanlığı Müsteşarı Naci Ağbal, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal’ın Başbakan’ın talimatıyla bir “bürokrat havuzu” kurdukları ve bu havuzda “kim cemaatçi kim değil” şeklinde çalışma yapıldığı ve Atalay’ın da bu çalışmaya dışardan destek verdiği de MİT krizi sonrası kaleme alınan kimi yazılarda öne sürülmüştü.
Wikileakse göre emniyet imamı terörist
Cemaatçiler, Ergenekon ve Balyoz adı verilen soruşturmalar zinciriyle yargı konusu olan fişleme faaliyetlerinin AKP eliyle yapıldığını öne sürüyordu. Aslında bu eleştirilerde haklılık payı vardı. Rivayetlere göre cemaatte emniyet imamı olarak bilinen kişi bir ABD seyahati sırasında FBI görevlilerince gözaltına alınmış ve yanındaki arşive de el konulmuştu. Bahsi geçen fişlemelere kaynaklık edense bizzat cemaat mensuplarınca tutulan arşivlerdi. Bu konuyla ilgili iddiaları anlatmadan önce eski polis şefi Hanefi Avcı’nın cemaatin imamı iddiasında bulunduğu kişiyle ilgili Wikileaks belgelerinde de “İslami Cihad Birliği” adındaki bir gruba bağlı olduğuna dair yazışmalar bulunduğunu anımsamak gerek. Odatv soruşturmasında tutuklandıktan yaklaşık 2 yıl sonra tahliye edilen gazeteciler Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın yakında çıkacak yeni kitaplarında ayrıntıları anlatılacak olan bu olayla ilgili Wikileaks yazışmalarında, “Aşağıda isimleri yazılı 5 kişinin İslami Cihad Birliği adlı silahlı terörist gruba bağlı olduğunu 19 Haziran 2009’da Türk polisi Büükelçiliğimize onaylamıştır” denilerek polisin imamı olarak bilinen kişinin de aralarında bulunduğu 5 kişinin ismine yer veriliyor.
Arşiv Türkiye’ye gönderildi
Emniyet imamı olduğu öne sürülen kişinin bir tutukluluğa dönüşmeyen gözaltısının cemaate vurduğu en büyük darbe ise ABD’ye götürülen arşivlerin ele geçirilmesiydi. Siyasetten bürokrasiye, cemaat faaliyetlerinden kamuoyunda tartışma yaratan soruşturma ve davalara kadar bilgi notları ve fişleme kayıtlarının bulunduğu arşiv cemaat elemanları hakkında bilgiler de içeriyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile partisinden kimi isimlerin hakkında dahi fişleme kayıtlarının bulunduğu öne sürülen, adeta bir çete faaliyetini yansıtan arşivler kopyalandıktan sonra emniyetin imamı serbest bırakıldı. Kopyaları alınan cemaat arşivleri de cemaat imamının ifadeleriyle birlikte FBI tarafından hem Emniyet Genel Müdürlüğü’ne hem de MİT’e gönderildi. Olaydan ve FBI’nin elde ettiği arşivlerden Başbakan Erdoğan ve dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay da haberdar edildi. Hatta Başbakanın talimatıyla cemaat arşivlerinden yola çıkılarak MİT’e bir rapor hazırlatıldı. Raporda, cemaat cephesinin “bürokrat havuzu” diye adlandırdıkları kamu kurumlarında kritik görevlerdeki cemaat mensuplarının kimler olduğu bilgisine de yer veriliyordu.
Devletin kayıtları sızdırıldı
Başbakanın illegal şekilde dinlenen telefon konuşmalarının 2009 Ekiminde o dönem haftalık olarak yayınlanan Aydınlık’ta yayımlanmasının ardından AKP cephesinden gözler cemaate çevrilmişti. Hrant Dink suikastında ihmali bulunduğu iddialarına rağmen yerini koruyan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in sürpriz şekilde görevden alınması da, aylar öncesinden kimi basın organlarına sızdırılmasına karşın haber olmayan kayıtların Aydınlık’ta yayımlanmasından kısa süre önce gerçekleşti. Bir kaç ay sonra da bir aylık Müsteşar Yardımcılığı görevinin ardından Hakan Fidan 27 Mayıs 2010’da Emre Taner’den görevi devralarak MİT Müsteşarı oldu. Fidan’ın cemaat nezdindeki “defosu” hükümet adına PKK ile müzakereleri yürüten ekipte olmasıydı. Oslo görüşmeleri olarak bilinen ve “faili meçhul” biçimde 14 Eylül 2011 günü sızan toplantı kayıtlarında Fidan bizzat Başbakan tarafından görevlendirildiğini söylüyordu. Bu ses kayıtlardından yola çıkılarak başlatılan soruşturmada bu seferki hedef, aslında daha büyük bir saldırı projesinin “yasal kılıfı” olduğunu sonradan öğrendiğimiz eski ve yeni üst düzey MİT yöneticileriydi. Zaten MİT yöneticileri üzerinden ulaşılmak istenen hedef, kendisini Başbakanın görevlendirdiğini belirten Hakan Fidan üzerinden Recep Tayyip Erdoğan’dı.
Eski cemaatçi MİT’e akıl hocalığı yapıyor iddiası
Sonrasında Türkiye siyasi tarihinde MİT krizi olarak anılan olay patlak verdi. İktidar ortağı cemaat kazandığı bir çok mevziden geri adım atarken Başbakanın canlarını en çok hamlesi de peşi sıra geldi. Ayrıntıları hala netleşmemiş olsa da cemaatin insan kaynağı olan dershanelerin kapatılacağı açıklandı. Başbakanın bu hamlesine akıl hocalığı yapan kişinin eski cemaatçi Kemalettin Özdemir olduğu ise cemaate yakın isimlerden Önder Aytaç tarafından dile getirildi. Polis Akademisi Öğretim Üyesiyken twitterden Başbakana yönelik hakaret mesajları attığı gerekçesiyle işinden olan Aytaç, bir internet sitesine yazdığı , “Başbakan, Gülen ve 2. Nurettin vakası!” başlıklı yazısında bu iddiayı dile getirdi. 28 Kasım 2012’de kaleme aldığı yazısında Aytaç, “Dershaneler: Sn. Başbakan, Sn. Gülen ve 2. Nurettin=Kemalettin (mi?)” diye sorarak şöyle devam etti: “Yukarıda yazdığımız başlığın yerine isterseniz; ‘Dershaneler Konusunda Kemalettin Özdemir 2. Nurettin Veren Vakıası mı?’ başlığını da kullanabilirsiniz… Ne demek mi istiyorum? İsterseniz şöyle açıklayayım efendim;…
Son zamanlarda Perinçek’in, Veren hakkındaki söylemindeki gibi bir değerlendirme, acaba Kemalettin Özdemir ile Sn. Başbakan Erdoğan, Sn. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay ve Sn. Hakan Fidan arasında olan yakınlaşma için de söylenebilir mi acaba? Hatta bir adım daha ileriye gidilerek; ‘Kemalettin Özdemir = (2.) Nurettin Veren midir’ acaba?
Ne demek mi istiyorum? Gelin isterseniz ne demek istediğimi şu şekilde açıklayayım; Bir görüşe göre; Sn. Başbakan’ın, dershanelerin kapatılması konusuna bu kadar yoğunlaşmasının tek nedeni; ‘the cemaat’in en temel insan kaynağının, dershanelerden karşılanıldığı konusunun Sn. Başbakan’a, Kemalettin Özdemir tarafından ısrarla ifade edilmesi deniliyor. Yine bu inanışa göre; eğer dershaneler kapatılırsa -bataklık kurutulacak- ‘the cemaat’ insan kaynakları bağlamında çok ciddi bir sıkıntıya girmiş olacak…”
Su yüzüne çıkan ilk kırılma Mavi Marmara
Cemaatle hükümet arasındaki kırılmanın, Fethullah Gülen ve Tayyip Erdoğan özelinde Cemaat ve AKP arasındaki fikir ayrılığının en net göründüğü olaylardan birisi Mavi Marmara Katliamıydı. İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) organizasyonuyla İsrail ablukasındaki Gazze’ye yardım malzemeleri götürmek üzere Mavi Marmara isimli gemiyle yola çıkan gönüllülere Gazze’ye yakın uluslararası sularda İsrail ordusunun 31 Mayıs 2010’da düzenlediği saldırıda 9 Türkiye vatandaşı öldürülmüştü. Katliamla ilgili Erdoğan İsrail’i “devlet terörü” yapmakla suçlarken, Fethullah Gülen ise ABD gazetesi Wall Street Journal’e yaptığı açıklamada, İsrail’le uzlaşılmamasını eleştirmiş ve AKP’nin yol verdiği İHH’nin İsrail’in onayı olmadan yola çıkmasını “otoriteye başkaldırı” olarak nitelemişti.
Akit’ten cemaat AKP’yi bölecek uyarısı
Mavi Marmara Katliamı nedeniyle yapılan açıklamalarda ve Fenerbahçe kulübü özelinde yürütülen şike soruşturmasında karşı karşıya gelen iktidar ortakları MİT kriziyle birlikte Başbakanın hedef alınmasıyla açıktan savaşacağını ilan etmişti. Cemaat ve AKP, daha doğrusu Fethullah Gülen ve Başbakan Tayyip Erdoğan arasındaki gerilim gözlerden uzak tutulmaya çalışılsa da iki tarafa da yakın olanlar her şeyden haberdardı. Bir cemaatler ve tarikatlar “konsorsiyumu” olan AKP iktidarında devlet bürokrasisi ve nimetlerinden Gülen cemaatinin en büyük parsayı toplaması tepki çekiyordu. Yeni Akit Gazetesi yazarlarından Şaban Şimşek de, “devlette yer kapma savaşı”nı anlattığı seri yazılarında cemaatlerin devlet içinde kadrolaşabilmek için birbirlerine hayat hakkı tanımadıklarını söylüyordu.
2010 yılında kaleme alınan bu yazılarda cemaatin AKP’yi bölme planları olduğu iddiası dile getirilmişti. Bir iddiaya göre AKP’ye seçimlerdeki katkısının yüzde 10 olduğu dile getirilen cemaatin, pervasızlıklarında elbette ki bu gücüne güvenmesinin etkisi büyüktü. Ama gözden kaçırdıkları nokta ise cemaatin tabanının Erdoğan’ın şahsında AKP tabanına dönüşmüş olduğuydu. Aynı zamanda Rize Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Profesör Şaban Şimşek, Yeni Akit’te “Neyse O” isimli köşesinde 23 Ekim-13 Kasım 2010 tarihleri arasında 4 bölüm halinde yayımlanan “Allah bu memleketi cemâatÇİLİKten korusun!.. Amin” başlıklı seri yazılarında isim vermeden Gülen cemaatini eleştiriyordu. Profesör Şimşek yazılarında son dönemde kimi cemaatlerin faaliyet sahalarının yanı sıra, birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinin dikkat çekici noktalara ulaştığını ve “devlete sahip olma ve devleti ele geçirme” gibi suçlamaların muhatabı olduğunu vurgulayarak, “Bu belki ileride, parti içerisindeki cemaate dayalı grupların yukarıdan gelen (kutsal bir emir gibi addettikleri) talimatlarla hareket ederek partiyi bölmeleri tehlikesine karşı da şimdiden alınmış bir tedbir olacaktır” uyarısında bulunuyordu.
Cemaat yeni Ergenekon
Geçen Şubat ayında patlak veren MİT kriziyle birlikte Türkiye’nin son 10 yılına damga vurmuş iki iktidar ortağı, kendilerinden önceki tüm iktidarları düşürmüş olan Kürt meselesinin odağına yerleştiği bir savaşla çatıştıklarını duyurmuş oldular. Bir yanda “taparcasına sevilen” bir başbakan, öte tarafta kitleleri “iyilik hareketi” olduğuna inandırmış bir İslami cemaatin olduğu bu çatışma herkes elindeki kartları açık oynadığında kazananı olmayacak bir savaş aslında. Cemaatin katıksız bir örgütlenmeyle denetimine aldığı polisin yürüttüğü operasyonlar ve bu yapının onay makamı haline getirilmiş yargıdaki uzantılardan oluşan cepheye göre MİT, PKK ile yapılan Oslo görüşmelerinde suç işlemişti. Hatta KCK’nin içine sızan MİT’in, haberdar olduğu eylemleri engellemeyerek hain olduğu da cemaat cephesinin medya organları üzerinden ima ediliyordu. Zaten karşılıklı yıpratma operasyonu da her çarpışmada son yılların en önemli mevzisi olan medya üzerinden devreye sokuldu. Sakinleşmek bir yana giderek şiddetlenen fırtına devlet kurumları arasındaki çatışma büyük bir siyasal krize dönüştü. Öyle ki bu “sivil darbe” girişimiyle İlker Başbuğ’dan sonra az kalsın Başbakan Erdoğan da “terörist başı” diye damgalanacaktı.
Son 10 yıldır ortak oldukları AKP’nin iktidarıyla giderek büyüyen Gülenciler, İslami bir cemaat olmanın çok ötesine geçip uluslararası bir holding haline dönüştü. Zaten yaşanan krizle de Gülenciler dindar bir cemaatten ziyade, örgütlenmek için dindar cemaat kisvesine bürünen, yerleştiği, örgütlendiği devlet aygıtları üzerinden iktidardan pay alan ve hep daha fazlasını isteyen bir güç odağına dönüştüğünü dosta düşmana gösterdi. Hem de hedefine Başbakan’ı koyacak kadar bir gözlerini karartmışlardı.
Savaşı kamusal alana taşıyan Gülenciler bir yandan sahip olduğu gücün boyutunu göstermek aynı zamanda da beklenmedik bir darbeyle rakibi Erdoğan’ın gücünü kırıp siyasal alanda kendine daha geniş bir alan açmak istediyse de şimdilik yanıldıkları kısa sürede ortaya çıktı. Belli ki zamansız ve sonuçları çok iyi hesaplanmamış hatalı bir kalkışmaya giriştiler ve şimdi bu hatayı mümkün olan en az hasarla atlatmaya çalışıyorlar. Bu yüzdendir ki cemaat tıpkı 28 Şubat 1997 ‘post modern darbe’ döneminde olduğu gibi mevzi kaybetmemek için suskunluğa bürünmüş görünüyor. Hatta öyle ki mensuplarının kamuda varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini gizlemek zorunda kaldıkları bizzat cemaat çevrelerinden de dile getiriliyor.
MİT krizi ortaya çıktığında yapılan en enteresan tespitlerden birisi hiç kuşkusuz ki yeni Ergenekon’un cemaat olduğuydu. Başbakana en yakın isimlerden biri olan danışmanı Yalçın Akdoğan’ın, Yeni Şafak Gazetesinde 15 Şubat 2012’de Yasin Doğan takma adıyla yazdığı, “Her türlü oyunun farkındayız…” başlıklı yazısında “Ergenekon’un polis ve yargıya sızdığını” söylerken kastettiğinin kimler olduğu elbette anlaşılmıştı. “Ergenekoncular içeride ama yöntemleri dışarıda” diyerek aynı noktaya işaret edenlerden biri de Erdoğan’ın eski basın sözcüsü Akif Beki’ydi. Radikal gazetesinde, 16 Şubat 2012’de “Anti Ergenekon’un davranış bozukluğu” başlıklı yazısında Gülen cemaatini eski vesayetin yerini almakla suçlayan Beki, “Bir görünmez devletin yerini yeni bir görünmez devletin alması için başlatılmadı herhalde bu mücadele. Anti-Ergenekon’un, Ergenekon’un yerine ikame edileceği öngörülmemişti bu süreç başlarken” diyordu.
Olağan şüpheli Beşir Atalay
PKK ile yürütülen müzakere sürecinin daha doğrusu Kürt açılımının koordinatörü olan ve 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra Başbakan Yardımcılığı görevine getirilen eski İçişleri Bakanı Beşir Atalay cemaatin en büyük hedeflerden biriydi. Atalay’ın cemaatin açık hedefine oturması Odatv operasyonundan sonraya denk geldi. Gazetecilerin tutuklanmasına yönelik tepkilerden sonra polis şefi Ali Fuat Yılmazer’in İstanbul İstihbaratın başından alınarak kızak göreve getirilmesi Atalay’ın tasarrufuydu. Zaten kimi cemaat kalemleri de bu görevden almanın arkasında olduğunu bildikleri Beşir Atalay’ı hedef alan eleştirel yazılar kaleme almakta gecikmedi. 2011 Haziran seçimlerinden sonra Atalay’ın yeni kabinede görev almasını istemediklerini ima eden yazılara imza atılmasına karşın Başbakan Yardımcısı olarak görevlendirilen Beşir Atalay, Kürt açılımının koordinasyonu ile birlikte terörle mücadeleden sorumlu isim olarak da belirlendi. Bu atamadan duyulan memnuniyetsizlik cemaat kalemlerinin yazılarında açıkça kendini gösterdi. Cemaatin İngilizce yayınlanan gazetesi Today’s Zaman’ın genel yayın yönetmeni Bülent Keneş, Kürt sorununun çözümüne yönelik bir dizi önerilerde bulunduğu 23 Ağustos 2011’de Zaman gazetesinin yorum sayfalarında yer alan, “PKK ve Kürt sorununu bitirmek için ‘iki dil stratejisi’ şart” başlıklı yazısını Beşir Atalay’ı ima ederek şöyle noktalıyordu: “Yeter ki, Kürt açılımını akamete uğratan, başarısızlığın en büyük müsebbibi olan en yakınındaki bazı isimler Erdoğan tarafından ödüllendirilmeye ve daha kötüsü Kürt sorununun çözümü konusunda yetkilendirilmeye devam edilmesin.”
Taraf Gazetesinin polis kökenli yazarı Emrullah Uslu da, Sabah Gazetesinde yayımlanan hükümetin Kürt sorunu ile ilgili üzerinde çalıştığı demokratik açılım paketine ilişkin bir haberden yola çıkarak kaleme aldığı yazısında Beşir Atalay’a saldırıyordu. Taraf’ta 28 aralık 2011’de yayımlanan, “Beşir Atalay’ın Ergnekon açılımı” başlıklı yazısında Uslu, sözkonusu açılımın mimarı Atalay olunca lafı hiç dolandırmamıştı. Uslu yazısında Atalay’ın tutuklu bulunan PKK ve Ergenekon sanıklarını serbest bıraktırmak, Ergenekon ve KCK soruşturmalarını boşa düşürmek için çabaladığını öne sürüyordu. “Bu açılımın adı net olarak Ergenekon Açılımı’dır. Ergenekon sanıklarını kurtarmak için düzenlenmiştir” diyen Uslu PKK’ye fiili bir af çıkacağını da öne sürerek dağdan inişlerin önünün açılması için de örgütün lideri Abdullah Öcalan’a ev hapsi sürprizi yaşanabileceğini anlatıyordu.
CHP’deki ulusalcı kanat ile Tüsiadçı-liberal kanat arasındaki “ayrışma” haberlerini bir de “iktidar bloğundaki tepişmeler” perspektifinden bakarak okuyun:
http://www.yurtgazetesi.com.tr/akp-cemaat-koalisyonu-dagiliyor-mu-makale,3255.html
http://www.hurriyet.com.tr/bulent-arinctan-cumhurbaskani-erdogana-cevap-40048556