Fidel Castro…
Fidel Castro, 90 yaşında bu dünyadan ayrıldı. Hayatının neredeyse 60 yılını iktidarda geçirmesiyle belki de bir rekor sahibi olan Fidel Castro, iktidara, Küba halkının emperyalizme ve diktatörlüğe karşı direnişine önderlik ettiği bir silahlı mücadelenin sonucu gelmişti: 1959 Küba Devrimi.
Fidel Castro, kendisi hakkında birbirine son derece zıt niteleme ve yargılar ileri sürülen devrimci bir lider, belki bu konuda da liderler arasında yeni bir rekora sahip olacak. Şimdilerde, Fidel Castro gibi silahlı mücadele verenlere takılan genel ad, “terörist”. Bu deyimi hiçbir zaman kullanmam, çünkü son derece lastikli bir sözcüktür ve her niyete yenebilir. Bu kaypak dünyada bir zamanlar “terörist” diye damgalananlar, iktidar sahibi olduklarında “büyük devlet adamı” olarak kutsanabilirler. Hangisi doğrudur? Fidel Castro, bir “terörist” midir, yoksa bir “büyük devlet adamı” mıdır? “Terörist” kavramını reddetmekle birlikte, kastedilen şeyin özüne baktığımda silahlı mücadele taraftarlığını ve uygulamasını görüyorum. Böyle bakarsak, her iki yargı da doğrudur. Yani Castro, hem silahlı mücadele veren bir devrimci anlamında “terörist”, hem de bir devletin başında 60 yıl kalmış, “büyük bir devlet adamı”dır. Zaten bu ikisi çelişmez, hatta birbirini tamamlar.
Kimilerine göre, Fidel Castro, “Atatürk gibi” (hatta bazıları onu örnek aldığını da söylemektedir) “emperyalizme karşı savaşmış bir yurtsever”, kimilerine göre ise bir “diktatör”dür. Ben yine ikisinin de doğru olduğunu ileri süreceğim. ABD emperyalizminin arka bahçesi durumundaki Küba’nın kendi ayakları üzerinde duran bir ülke haline gelmesinde kuşkusuz Castro’nun tayin edici rolü vardır. Atatürk’ü ne kadar örnek aldığını bilmiyorum ama, Latin Amerika’nın, Atatürk gibi, bağımsız bir devlet kuran kurucu liderlerini, örneğin Simon Bolivar’ı örnek aldığı bilinmektedir. Öte yandan, bir diktatör olduğu da doğrudur. Zaten genel olarak devlet adamları diktatördür. Hele 60 yıl boyunca bir tek parti rejiminin başında bulunan kişinin diktatör olması tartışılamayacak bir gerçektir. Muhtemelen, Leninist teorideki “proletarya diktatörlüğü”nü reddetmeyen Küba Komünist Parti de buna çok şiddetli bir karşı çıkış içinde olmayacaktır. 1960’lı yılların başlarında içeri atılan Troçkist ve Anarşist muhaliflerin yaşamlarını hapishanelerde noktaladığı da bilinmektedir.
Bir de işin güzelleme ve karalama tarafı var. Sosyal medya güzelleme örnekleriyle dolu. Sağa kaymış şu dünyada, şu sağcı diktatörlükler ve otoriter rejimler çağında, solun ezildiği, aşağılandığı zamanımızda, sol eğilimli insanların kendilerine kahramanlar araması ve onları irdelemesiz bir şekilde yüceltmesi son derece doğaldır, hiç yadırgamıyorum. Öte yandan, Amerika’ya sığınmış ve neredeyse üç kuşaktır orada yaşayan Kübalı muhaliflerin, “diktatör”ün ölümü üzerine yollara düşüp kutlamalar yapmasını da pek yadırgadığım söylenemez. Tek parti rejimi nedeniyle ülkenizden sürgün yaşamak zorunda kalmışsanız böyle bir tepki göstermeniz doğal karşılanabilir. Öte yandan bunu bilinçsiz ve duygusal bir insani tepkinin ötesinde, oldukça saygısız ve yalakaca bir davranış olarak da kınamak geliyor içimden. Hele bu tepki, Küba Devrimi’ni bastırmak için Domuzlar Körfezi çıkartması yapmış, Castro’yu öldürmek için CIA vasıtasıyla bin bir türlü başarısız kumpas düzenlemiş ABD gibi bir ülkede veriliyorsa. Sosyal medyadaki güzelleme sahibi arkadaşlara ise tavsiyem, ilk duygusal tepkilerinin ardından, Castro’nun ölümü vesilesiyle sosyalizmin sorunları üzerine daha derinlemesine kafa yormalarıdır. Parlak bir devrimin ardından Fidel Castro, neden tek parti rejimi gibi, aslında gerçek sosyalizmi dışlayan bir rejim kurma yoluna gitmiş, neden bu rejim türü Castro’yu 60 yıl boyunca esir almıştır? Bunun üzerinde kafa yormak gerekir.
Tek parti rejimi, Lenin döneminde “proletarya diktatörlüğü” modeli olarak gerçeklik kazandı ve bu rejim modeli, bugüne kadar, yani 100 yıldır değişmeden devam etti. Değişmediği için de fiiliyatta halklar tarafından yıkılıp gitti, bugün Çin, Kore, Küba gibi birkaç ülkede halen varlığını sürdürüyor olsa da artık eski “parlaklığı” yok. Bu rejimi “sosyalizm modeli” olarak kabul etmenin mantığı neydi?
Sosyalizm yukarıdan aşağıya, devlet gücüyle inşa edilecekti. O halde bu devletin başında, iktidarı hiçbir şekilde tartışılmayacak, “gerçeği elinde tutan” bir parti, Komünist Parti bulunmalıydı. Bu tek parti iktidarının sorgulanması sosyalizmin sorgulanması anlamına gelirdi. Çünkü tek parti rejimi sosyalizmle aynı şeydi. Tek partinin iktidarı sona ererse sosyalizm de sona ererdi. Bu mantık geçtiğimiz yüzyılın ortalarında o kadar yaygınlık kazandı ki, sömürgecilikten kurtulup yeni bağımsızlığına kavuşan ülkelerde ya da saltanat rejimlerinden askeri darbeler yoluyla kurtulan Arap ülkelerinde de “kurucu partiler” tarafından benimsendi ve uygulandı. Sosyalizmin kuruluşu için şart görülen bu rejim türü aslında çürümenin de başlangıcıydı. Çünkü iktidarı eleştirisiz bir şekilde tek başına elinde tutan parti sosyalizme değil ancak çürümeye öncülük edebilirdi. Nitekim de öyle.
Fidel Castro rejimi, belki de bu çürümenin en ağır ilerlediği rejimlerden biridir. Bunun Küba’ya özgü bazı nedenleri vardır, bu nedenlerin en başında da küçük bir ülke olan Küba’daki halkın oldukça farklı özellikler barındıran kültürel yaşamı gelir. Elbette incelenmesi gereken başka nedenler de vardır ama bu yazının çerçevesini aşar.
Yirminci yüzyılın devrimci liderler kuşağının son temsilcisi Fidel Castro’yu uğurlarken, bu vesileyle tüm devrimcilerin bu tür meselelere daha fazla kafa yormasını dilerim.
Gün Zileli
27 Kasım 2016
fidel kastırro kürd düşmanı bir faşisttir. (bilerek kastırro yazdım)
halepçede binlerce kürdü katleten faşist saddamın arkadaşıdır.
kanıt: https://4.bp.blogspot.com/-5VDaJSLviNY/V7BigwmR6CI/AAAAAAAAHoc/mC30cYeCBDwtf2_YY2GViH7VIg_w4GseQCLcB/s640/fidel%2Bcastro%2Bsaddam%2B.jpg
bütün kürdlerin en büyük düşmanı faşist atatürkün heykelini havanada diktirmiştir.
kanıt: https://mehmetrtw.files.wordpress.com/2013/11/wpid-cam00562.jpg
kastıro kürd halkına hakaret etmiştir. kürdler amerikanın petrol bekçisidir demiştir.
kanıt: http://www.medyagunebakis.com/db/haberresim/6358.jpg
kürd düşmanı ırkçı faşist kastırroyu savunan bir insan demokrat ve solcu olamaz. bu böyle biline…
kastırronun kürd düşmanı ırkçılığının inkar edilemez apaçık belgesi:
Hdp milletvekili sayın osman özçelik 1994 senesinde havanada katıldığı resmi bir toplantıda kürdçe konuşmak istiyor ancak kübalı yetkililer izin vermiyorlar.
https://pbs.twimg.com/media/CyQfp4UXUAAc1vG.jpg:large
Devlet teröründen başka terör yoktur, silahlı kuvvetler devletin kulu ve terörünün uygulayıcısıdır.
Aşağıya 3 film adresi yazdım. Linklere tıklayarak, ister Türkçe altyazılı, ister Türkçe dublajlı izleyebilirsiniz.
Bu filmlerin, yaşanmış olaylara objektif yaklaşıp yaklaşmadığı, propagandist olup olmadığı, bir tarafı haklı gösterirken diğer tarafı yanlış gösterdiği gibi birçok kriter ile irdelemeye kalkabilirsiniz. Bütün bu “film eleştirmenliği” öncesinde, filmlerin ne anlatmaya çalıştığını anlamaya uğraşmanızı öneririm:
2000
“Thirteen Days”
Yönetmen: Roger Donaldson
Oyuncular:
Bruce Greenwood: ABD 35. Başkanı John F. Kennedy.
Kevin Costner: Başkanın Danışmanı Kenneth O’Donnell.
Steven Culp: Başsavcı ve Başkanın kardeşi Robert F. Kennedy.
Stephanie Romanov: Başkanın karısı Jacqueline Kennedy.
Dylan Baker: ABD Savunma Bakanı Robert S. McNamara.
Michael Fairman: Birleşmiş Milletler’de ABD’nin Temsilcisi Adlai Stevenson.
Oleg Vidov: Birleşmiş Milletler’de SSCB’nin Temsilcisi Valerian Zorin.
Filmin adresi, altyazılı, birinci kısım: http://unutulmazfilmler.co/thirteen-days-yakin-tehlike.html
İkinci kısım, altyazılı: http://unutulmazfilmler.co/thirteen-days-yakin-tehlike.html?player=pub&part=2
Dublajlı: http://720pizle.com/izle/dublaj/thirteen-days.html
(Açılan sayfayı biraz aşağı indirip, “reklamı geç”i tıkladıktan sonra çıkacak “PLAY” işaretine tıklayarak izleyebilirsiniz.)
* * * * * * * * * * * * * * *
2006
“The Good Shepherd”
Yönetmen: Robert De Niro
Oyuncular:
Matt Damon: Edward Wilson, CIA’nın kurucularından (ilk zamanlar “OSS” idi) ajan James Jesus Angleton’dan ilham alınmış. “Domuzlar Körfezi çıkarması”nın niçin başarısızlığa uğradığını araştırmakla görevli.
Angelina Jolie: Edward Wilson’ın karısı.
Alec Baldwin: FBI ajanı Samuel Murach.
William Hurt: CIA direktörü Philip Allen, Allen Dulles’dan ilham alınmış.
Robert De Niro: General William Sullivan, OSS’nin kurucularından olan ve Wilson’ın yükselmesini sağlayan emekli asker, diplomat ve ajan William Donovan’dan ilham alınmış.
Filmin adresi, altyazılı, birinci kısım: http://unutulmazfilmler.co/the-good-shepherd-kirli-sirlar.html
İkinci kısım: http://unutulmazfilmler.co/the-good-shepherd-kirli-sirlar.html?player=pub&part=2
(Açılan sayfayı biraz aşağı indirip, “reklamı geç”i tıkladıktan sonra çıkacak “PLAY” işaretine tıklayarak izleyebilirsiniz.)
* * * * * * * * * * * * * * *
2008
Che – Bölüm 1 “The Argentine”
Fidel Castro ile Che’nin nasıl tanıştığını, Küba devrimini nasıl yaptıklarını anlatan bölüm.
Yönetmen: Steven Soderbergh
Oyuncular:
Benicio del Toro: Ernesto “Che” Guevara.
Demián Bichir: Fidel Castro.
Rodrigo Santoro: Raúl Castro.
Santiago Cabrera: Camilo Cienfuegos.
Franka Potente: Tamara “Tania” Bunke.
Julia Ormond: Lisa Howard, Che ve Castro’yla röportajlar yapan ABD’li gazeteci.
Filmin adresi, altyazılı: http://720pizle.com/izle/altyazi/che-part-one.html
Alternatif, altyazılı: http://unutulmazfilmler.co/che-part-one-che-birinci-bolum-arjantin.html
(Açılan sayfayı biraz aşağı indirip, “reklamı geç”i tıkladıktan sonra çıkacak “PLAY” işaretine tıklayarak izleyebilirsiniz.)
* * * * * * * * * * * * * * *
2008
Che – Bölüm 2 “Guerrilla”
Filmin bu bölümü, Che’nin, Bolivya’da devrim yapmak için Küba’dan ayrılmasını, CIA tarafından nasıl takip edildiğini, kıstırılıp öldürüldüğü süreci anlatıyor.
Che’yi öldüren, Havana doğumlu ABD vatandaşı CIA ajanı “Félix Rodríguez” burada.
Filmin adresi, altyazılı: http://720pizle.com/izle/altyazi/che-part-two.html
Alternatif, altyazılı: http://unutulmazfilmler.co/che-part-two-che-ikinci-bolum-gerilla.html
Dublajlı: http://720pizle.com/izle/dublaj/che-part-two.html
(Açılan sayfayı biraz aşağı indirip, “reklamı geç”i tıkladıktan sonra çıkacak “PLAY” işaretine tıklayarak izleyebilirsiniz.)
Castro’nun kurduğu düzenin yeni bir sol yükselişin ilhamını vereceğini düşünüyorsak, kendimizi kandırıyoruz demektir. Castro geçen yüzyılın kahramanıydı, solun düştüğü yerden kalkmasını sağlayacak olan daha başka, daha yeni bir lider olmalı. Eğer hala lidere ihtiyaç varsa.
3 no’dan ve son dönemdeki kayyum atamalarından aklıma geldi. Birileri devleti ve atadığı kayyumları tanımadığını ifade etmek için Allah dışında bir otorite ve “kayyum” (“Allâhü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm”) kabul etmediğini söyleyebilir.
o yillarda cuba da fidel in yerinde bugunun birimi ile degil o gunku duruma gore ne yapardin zileli, o onu eksik ve gedikle yapti, .. devletli zamanlarda, devletten kacinamadi, tovbe anarsist felan degildi, pragmatigin allahi idi, ama APO ile karsilastirma Kabul edilemez, mandela eline su dökemez, ilginctir CHE Stalin sever di, Castro Kruscev severdi, bilinenin aksine, ozgurlukcu solcular CHE severler, ama Iktidar baglamindan Kastro sevmezler, Halbuki, CHE Kadar Stalinist, az bulunur, Castro esnektir,. hatta Marxiszmi yorumlayii bile gariptir… Ney<se Ozgurlukcu solcular sevinsinler bir DEVRIMCI OLDU cunki ozgurlukcu solculuk ideol,, yukaridaki gun zileli kastro yazisini okumadim, cunki ne yazacagini biliyorum:)))9
gün zileli, ; lutfetmis, kastro devrimci bir lider, biz onu sovyet sosyal emperyalizminin parali askeri sanirdik, o ve CHE yi, Mao ist, ve Enverist okuldan oyle beylettilerdi bize:)))
Fidel Castro, kendisi hakkında birbirine son derece zıt niteleme ve yargılar ileri sürülen devrimci bir lider
Zilelinin dili surcmus, Kastro dan devrimi cikar.
Yirminci yüzyılın devrimci liderler kuşağının son temsilcisi Fidel Castro’yu uğurlarken, bu vesileyle tüm devrimcilerin bu tür meselelere daha fazla kafa yormasını dilerim.
fidele kufretmeden son yuzyilin devricisi saymis zileli bunada sukur, haliyle zilelinin dedigi seyi degil devrimci olmayi tartisacagiz, , Lenin ve trocki de blanqui yi tartismaistilar, ben blanqui ve tkacevi tartisirim, oyle sanildigi gibi yurumuyo tarih,.. ama Zileli nin beni sasirttigini söylemeliyim, normalde soyle aykiri bir ozgurlukcu yazi yazmaliydi,. : geberdi son Stalinist .
adamin tepesinde her gun ABD Amerika, sen kurtler olarak en yakin muttefik, Amerika, kahrolsun karsi devrimci fidel. yeni devrimcilik tanimi, kurtluk….
Bir Diktator Stalinist geberdi, zaten kürtler icin bisey yapmamisti(bu dunya solunu baglayici biseydir, kurtler icin bisey yaparsan solcusun y<oksa degil)
Zileli kendi icinde tutarli olmak cin soyle yazmaliydi: Fidel Kastro bir Stalinist Diktator geberdi,
Zileli nin Dogu perincek ile evlilik halindeki yorumu soyle olmaliydi;
Sovyet sosyal emperyalizminin parali askeri Fidel Kasrtro geberdi,…
yalanmi soyluyorum zileli?::)))
bunu ne Kadar erken yaparsak o Kadar iyi….https://www.youtube.com/watch?v=MY9HX3spsag
Videodaki konuşmacının hafızasının yenilenmeye ihtiyacı var. Sovyet halkları ekmek kuyruğunda en fazla zamanı Stalin döneminde harcamak zorunda kalmıştır. O bir şey değil de, toplama kamplarındaki yüz binlercei insan ekmeği de bulamıyordu. E. Ginzburg’un Anaforun İçinde (Pencere, 2000) anlattığı bir olay vardır. Kamptakiler ölen arkadaşlarının ekmek tayınını birkaç gün daha alabilmek için cesedini aralarına alıp öyle çıkarlar yoklamaya. Zaten yaşayanlar da ölülerden farksız olduğu için yoklamayı yapanlar yoklamaya çıkanın gerçekten öldüğünü anlayamazlar bile. Şimdi kalkıp “ekmek kuyruğundan” Stalinizm adına şikayetçi olmak için insanda biraz utanma olmalıdır.
castro sosyalist ve halkçı bir diktatördü. kişi olarak değil, rejim olarak diktatörlük söz konusuydu. bu rejimin sorumlularından en başta gelen kişi hiç şüphesiz kendisiydi.
küba sosyalizminin yanlışları eleştirilir ve dersler çıkarılır. ama sonuçta bizimdir ve savunuruz da. kamboçya’daki rezaleti savunmayız ama küba’yı savunuruz.
biz şunlardan olmamalıyız: içeridekine “diktatöre hayır” deyip dışarıdakini yüceltenler… kp vb gibiler… biz tutarlı olmalıyız. sosyalistler olarak gerçek demokratik sosyalizmi savunmalı ve eski tip bürokratik diktatöryal sosyalizm anlayışını reddetmeliyiz.
idam cezasını kaldırmamış olmasını şiddetle eleştiriyorum. internet kısıtlamasını eleştiriyorum. tek partili sistemini eleştiriyorum.
halka bedava eğitim ve sağlık hizmetleri sunmasını, insanını koruyup kollamasını olumlu buluyor ve savunuyorum.
yarın çok partili sisteme geçecek olsa ve burjuva partileri seçimi kazansa yine de kabul etmek gerek. halkın iradesi neyse o olmalıdır. halk kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilecek yaşa gelmiştir artık herhalde. 🙂
‘halkın iradesi neyse o olmalıdır. halk kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilecek yaşa gelmiştir artık herhalde.’
Peki, Fethullah Gülen’in organize ettiği darbe başarılı olsaydı, RTE düşseydi, bu kez ‘mağdur’ RTE’yi mi savunacaktık?
Bugün RTE’ye oy vermeye devam eden insanların, neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilecek kapasitede olduğuna emin miyiz?
Hitler’den kaçarken Stalin’e sığınmak zorunda mıyız?
Castro sosyalist ve halkçı bir ‘diktatördü’, diye yazmışsınız. ‘Diktatörlük’ kelimesi başlıbaşına sorunlu bir kelime, bu kelimeyi masumane göstermeye çalışmak hiç hoş değil. Özgürlüğün olmadığı yerde, ne sosyalizminden, ne halkçılığından bahsediyorsunuz? Yoksa, Fidel Casto seçimleri serbest bıraksaydı, Küba halkının gidip ABD’nin güdümünde olan siyasi partilere oy vereceği endişesini yaşadığı için mi 50 küsür yıldır tek başına ülkeyi yönetti? Halkının ‘yanlış & kötü kararlar’ verebileceğindan korktuğu için mi diktatör oldu?
Castro, sosyalistliği ve halkçılığı sadece kamuflaj amaçlı kullandı, ‘diktatörlük’ hepsini yıktı geçti.
bıktım artık her tarafta şu kendini Sosyalist zanneden KÜRT FAŞİST lerini görmekten…
kürt faşistleri, saddam’ın devrimci kimliğini ortaya koymadan, halepçe ile reddederler. baksanıza, castro’ya da hakaret ediyorlar. kürt faşistleri kimi beğenir? onlar sırp faşizmine, hitler’e, kürt mafya liderlerine, özal’a, hayrandır. kürt devrimcileri, bu asalak kürt faşolarına dikkat!
sayin
bay
yada… bayan anonim…
gun zileli, olgun anlayisli anarsist bir insandir. bilirim.
her turden göruse sayfasini acik tutar. bu iyi bir yeti…
nasyonalizmin kokularinin ,misler gibi yukseldigi–yazilariniz
ve ustun bilgilendirmelerinize , gun zileli gibi tahammul edilemeyecegini bilmenizi isterim.
gercek kimligini kulanamayanlar , sosyal medyada daima saibeli olacaklar !!!
SİTEMİZDE SAĞ SOL AYRIMI YAPILMADAN – DOĞRUDAN KÜFÜR OLMAYAN – HER TÜRLÜ GÖRÜŞ YAYINLANMAKTADIR. BU NEDENLE, BU YORUMLARIN KİMİLERİNDE GÖRÜLEBİLİN KÜRTLERE VEYA YAHUDİLERE YA DA HERHANGİ BİR MİLLİYETE YÖNELİK DÜŞMANCA VE AŞAĞILAYICI İFADELERİN SİTEYİ BAĞLAMAYACAĞINI BİR KERE DAHA BELİRTMEK İSTERİM.
G.Z.
“Peki, Fethullah Gülen’in organize ettiği darbe başarılı olsaydı, RTE düşseydi, bu kez ‘mağdur’ RTE’yi mi savunacaktık?”
Tabii ki… Çünki halkın oyuyla gelmiş birisi. Üstelik gidişi sadece kaosa ve karanlığa yarar.
Onu ancak halkın oyuyla alaşağı etmek sağlıklı sonuç verir.
“Bugün RTE’ye oy vermeye devam eden insanların, neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilecek kapasitede olduğuna emin miyiz?”
Evet… Kendi çıkarları ve gerçekçi bir sağduyu ile doğru değerlendiriyorlar. Mesela bu insanlar şu aralar idam cezasına ve tek adam politikalarına onay vermeye pek isteksizler. Gaza da gelmiyorlar. Ama seçimlerde oylarını yine de kılçıkdaroğlu, başçeli ve demirbaş’a bakıp en mantıklı ve gerçekçi gördükleri adaya veriyorlar.
“Hitler’den kaçarken Stalin’e sığınmak zorunda mıyız?”
Ben böyle bir şey demedim. Aksine, karşı çıkmalıyız.
“Castro sosyalist ve halkçı bir ‘diktatördü’, diye yazmışsınız. ‘Diktatörlük’ kelimesi başlıbaşına sorunlu bir kelime, bu kelimeyi masumane göstermeye çalışmak hiç hoş değil. Özgürlüğün olmadığı yerde, ne sosyalizminden, ne halkçılığından bahsediyorsunuz? Yoksa, Fidel Casto seçimleri serbest bıraksaydı, Küba halkının gidip ABD’nin güdümünde olan siyasi partilere oy vereceği endişesini yaşadığı için mi 50 küsür yıldır tek başına ülkeyi yönetti? Halkının ‘yanlış & kötü kararlar’ verebileceğindan korktuğu için mi diktatör oldu?”
Diktatörlük kelimesini masum göstermeye çalışmadım. Ama belli bir dönemin de gerçekliği bu. İnsan hakları, bireyin özgürlüğü gibi kavramlar sonraki çağlarda yükseldi. Diktatörler çağı sonradan aşıldı. Şimdi buna yeltenen kişi derhal marjinalize oluyor.
Castro’yu bu konularda eleştirmek mümkü ve doğru. Ben de eleştiriyorum. Hele ki artık günümüzde tamamen aşılmasını savunuyorum. Özgürlük, eşitlik ve ortakçılık olmadan sosyalizm olamaz.
Şu solcuların gözünden hiç bir şey kaçmıyor. On yılların Güney Amerika’nın, dünya ezilenlerinin idolü Fidel Catro’nun anında diktatör olduğunu anladılar. Cinler, cin. Kaçın; bizi de tanımasınlar. En iyi yaptığımız iş: Ölenin arkasından küfretmek. Ben de bir anımla katkıda bulunayım Zileli’nin yazısına.
“Yıl: 26 Haziran 1996
Yer: Beylerbeyi Sarayı
Habitat toplantısı sürüyor ve İstanbul tarihi bir gün yaşıyordu. Toplantıya katılmak için, vahşi Batı’nın aykırı çocuğu İsatnbul’a gelmişti. Abileri ne dersi desin, bu topraklarda yaşayan her düşünceden insanın gönlünü titreten bu lidere, Süleyman Efendi sempatik görünmek için, 1 nolu protokolu uygulamak zorunda kaldı.
Haziran boğazında bir akşam buluşması…
Basına açık bir kokteyl, mensup olarak oradayım, bırakıyorum işi gücü, elimde şarap protokole doğru gidiyorum, kendimi kaybettirip yerli güvenliği aşıyorum, arada sadece bir buğday tenli zeballah kalıyor, onu aşamıyorum. Ceketinin düğmeleri göz hizamda kalıyor. Ama başımı biraz yana çevirdiğimde Fidel Amca’yla gözgöze geliyoruz, kadehimi kaldırıyorum, o da kaldırıyor, boğaza doğru…
İnsan böyle zamanlarda nasıl görmek istiyorsa, öyle görür görmek istediğini. Süleyman’ın yanında dev gibi bir boy, ön tarafları dökülmüş geriye doğru kıvrıla kıvrıla giden beyaz-kahverengi karışımı seyrelmiş saçlar, aynı duruş ve renkte ama daha sık bir sakal, onca sıkıntılı ve yorucu bir yaşama rağmen dimdik bir duruş, ufak ama keskin gülümseyişli gözleriyle karşılaştım bir an. Yaklaşma çabamı fark etti sanırım, ama yılların tehlikesi ve tecrübesinin, iyi niyetli olmak gibi bir hakkı yoktu. Buğday tenli zeballah duvar, ben hakkımı kabullenmiş bir heyecan olarak, usulca ayrıldım, birinci dereceden sıcak noktadan.
Elimde kırmızı şarap, geçtim uygun bir yere iyice izledim Fidel Amca’yı, “görev” bitinceye kadar.
Eylül 2009”
http://www.gunzileli.com/2013/07/22/bir-gezginin-kuba-ve-venezuela-izlenimleri/
http://marksist.net/marksist-tutum/castro-hayata-veda-etti.htm
http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/11/28/fidel-kurt-dusmani-mi/
zileli nin ayan beyan soylenen yalanı bile bile
yorumsuz geçmesi ilginç
Huçbir şeyi bile bile yorumsuz geçmem ama bilmediğim konularda konuşmayı da sevmem. Fidel’in “Kürt düşmanlığı” konusunda somut kanıtlar gerekiyor. Bunları görmeden bir şey yazmam. aynı kuru kuruya Fidel güzellemeleri yapmayacağım gibi.
SORU
Yurtlarda kalan öğrenciler, yurttaki yangın merdivenini kontrol eder misiniz? Kilitli mi değil mi?
CEVAP 1
KYKda kalıyorum, merdivenleri var ancak hep kilitli, yangın anında öğrencilerin kaçış yeri yok, bu ihmallerin açıklaması da yok. KYKlarda şikayet edilen her meselenin açıklamasında mutlaka kendilerince haklı bir nedenleri vardır!
CEVAP 2
Arkadaşımızın odasında onları korkutan bir kız kalıyordu, tecavüze kalkışıldı, olayın üstü örtüldü. Bundan birkaç yıl önce aynı bahçede hem kız hem erkek yurdu varken olmuş, o olayın sonucunda erkek yurdu taşınmış.
CEVAP 3
Üniversite öğrencisiyim, kaldığım özel yurdun yangın merdiveni kilitli olduğu gibi dikenli tellerle sarılı, çünkü kız yurdu!
CEVAP 4
Yurtta 1700 tane öğrenci var, 3 bloktan oluşuyor. Yangin merdiveni yok ve yurt KYK yurdu.
CEVAP 5
KYK kız yurdunda kalıyorum ve her gece saat 11’den sonra yangın merdiveninin kapısı kilitleniyor.
CEVAP 6
Yurtlarda merdivenlerin kitlenme nedeni, toplumdaki kadın algısından kaynaklanıyor ve tabelada ‘kız yurdu’ yazması kâfi neden.
CEVAP 7
Gelen cevapların ana fikri
Öğrenci yurtlarında ‘sigara içmek, yurttan kaçmak, yurda erkek alır’ gerekçesiyle kilitli. Yüzde 40’ının yangın merdiveni yok.
[…]
https://twitter.com/kacsaatoldunet/status/803712379007680512
Üç yaşındaki kızımla pazar gezmesine annemlere gidiyorum o gün. Ay sonuna yaklaşınca taksi parasını denkleştirmek mümkün değil. O yüzden toplu taşıma araçlarını kullanacağız mecbur. Bilen bilir, çocukla zordur kalabalık otobüslerde yolculuk. Bir kere karışanı görüşeni çok olur çocuklu kadının. “Kızım aç şunun önünü hava alsın” diyen ile “Üşüyecek çocuk, ne bu böyle incecik giydirmişsin” diyen, aynı otobüste çıkar karşınıza. N’apacağınızı şaşırırsınız.
Annemin tüm ısrarlarımıza rağmen yakına taşınmamasına içimden saydırarak bindim tıkış tıkış otobüse. Allahtan yer veren oldu da benim gibi çocuklu başka bir kadının yanına geçip oturdum. Bir elimde koca çanta, bir elimde kızım… Yanımdaki kadıncağızın durumu da benimkinden hallice. Neyse zor bela yerleştikten sonra bir nefes alıp kaldırdım başımı. Takıp takıştırmış, sürüp sürüştürmüş, ev gezmesine gittikleri her hallerinden okunan iki teyze karşı koltuktan beni kesiyor. İster istemez dönüp kendimi yokluyorum. Acaba yerleşme mücadelesi esnasında kızın çamurlu ayakkabıları teyzenin beyaz pantolonuna mı değdi, ya da çantanın tokası kazağın örgüsüne mi takıldı? Yok, hiçbiri değil. Belki de kızımın kıyafetinde bir kusur buldu da onu diyecek. Acaba şapkasını çıkarsa mıydım, yoksa az mı giydirmiştim? Yırtığı söküğü yok. Eksiği fazlası da. Saçı başı düzgün. Ağzı burnu akmıyor. Ha bir tek şey var, otobüs dur kalk yaptıkça bizimki azıcık mıkırdanıyor. Eh olur o kadar.
Ben bunları düşünürken öteki teyzenin poposuna bir şey batmış gibi kıpırdandığı çekti dikkatimi. Dedim hazırlıklı ol, ağızlarındaki bakla çıktı çıkacak. Nitekim öyle de oldu, “Kızım,” dedi kıpraşan teyze, “sen ne yediriyorsun buna?” Kadının işaret zamiri kullanmış olmasından sebep işaret edilen yöne dönüp baktım gayri ihtiyari. “Bu” dediği, benim kızdan taş çatlasın iki yaş büyük bir oğlan. Gürbüz bir oğlan. Yanakları pembe pembe. Cin gibi bakıyor etrafa. Teyzenin laflarını üstüne alındı mı alınmadı mı bilmem ama annesinin durum ortada, alı al moru mor oturuyor. Çattık diyor olmalı içinden, belki de utanıyor, içten içe hak veriyor. Büyüklere saygıda kusur etmek istemiyor da olabilir. Gel gör ki bu suskunluğu fırsat bilip devam ediyor teyze. “Her gün makarna mı veriyorsun sen bu oğlana, hı söyle bakayım? Yazık değil mi? Bak her tarafı yağ bağlamış oğlanın. Sebze vereceksin kızım sebze, olmaz ki ama böyle.”
Oğluna daha bir sıkı sarılıyor kadın. Gözü gelecek durakları gösteren ekrana takılıyor, yok anacım daha çok var inmesine, n’apsın, katlanacak mecbur. O kadar yolu yürüyecek hali yok ya. Birinin bıraktığı yerden diğeri alıyor lafı. Anneden hayır gelmeyeceğine kanaat getirmiş olmalı ki, oğlana konuşuyor öteki. Yanlış anlaşılmasın, öyle azarlar ya da rencide eder bir tonla değil, pek şefkatli, pek yumuşak. “Senin iyiliğin için söylüyoruz oğlum,” diyor, “bak bu göbekle beğenmez kızlar seni.” Ha, diyorum içimden, ergen psikolojisinden anlıyor teyze. Yalnız bir sorun var bu çocuk daha beş bile değil. Olsun, ağacı yaşken eğeceksin. Oğlan yüzünü annesinin göğüslerine gömüyor. Bunun üzerine baklayı ilk çıkaran yeniden devralıyor sözü. “Bir de şu kıza bak” diyor, “nasıl da incecik, yüzü de güzel, bu kız mesela istemez seni, değil mi ama?”
Müstakbel kayınvalide olarak görüşlerimi duymak için can attıklarını görebiliyorum. Okullarını bitirmeden olmaz diyesim geliyor, tutuyorum kendimi. Bu kez ayakta duran adamlardan biri karışıyor lafa. Memleket meseleleri bu kadar TT olmuyordur doğrusu. “Teyzesi,” diyor adam kadına, “kızımız belli ki sebze yiyor, ekmek falan da vermiyordur ona annesi”. Kamu spotuna istemeden konuk mu olduk, ne iş? Yoksa bir sağlık programının gizli kamera şakasına mı maruz kalıyoruz, diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Ya da gizli tansiyon gibi gizli ayrımcılık diye bir şey vardır belki, şekil şemal ayrımcılığından başlayıp türcülüğe dek sinsice uzanan.
Sonraki durağın adı anons edilince kızımın montunu giydiriyorum. Nihayet geldik. Toparlanırken benim dünürün gözleriyle karşılaşıyorum. Allah kurtarsın kardeş diyecekken, gülümsemekle yetiniyorum.
Irmak Zileli
Kasım 2016
Edebiyat sadece güzel söz yazma sanatı değildir. Benim açımdan edebiyat bir esaslı sorun barındırmalı bunu ele almalı bunu yüklenmelidir. Buna, büyük harfler içermesinde sakınca yok; insan-oluş sorunu diyebilirim kendi açımdan. (Hüseyin Kıran)
Zennure Durukal: “Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor”, güleyim derken kahkahanızı boğazınıza dizen, bazen tuttuğunuz nefesinizi bırakmayı unutturacak kadar gergin ve hızlı bir tempoda akan, onlarca yan cümlecikli cümleler, cümlesizlikler, birbirinden yaratıcı altbaşlıklarla, dilinin sadece ‘ya, ya, ya’ dan ibaret olduğu barbarlarla tanışılabilen, kesinlikle değişik, ironik ve çarpan türden bir roman desem romanınıza haksızlık etmiş olur muyum?
Hüseyin Kıran: Övgü bu. Bilemiyorum. Niyetimi tek kerede ve apaçık ifade etmeyi yeğlerim. İktidar akılla kurulan ve korunan bir deliliktir. Ben bu deliliğin iyice anlaşılmasının faydalı olacağını düşünenlerdenim. Bize gerekli olan muhalefet etmek değil, yeni bir varlık alanı oluşturacak yeni bir bilinçtir. Esası bu söylediğim şeyin; bu roman bağlamında.
Zennure Durukal: Romanlarınızı neden alegorik formatta yazmayı tercih ettiğinizi sorabilir miyim?
Hüseyin Kıran: Edebiyat sadece güzel söz yazma sanatı değildir. Benim açımdan edebiyat bir esaslı sorun barındırmalı bunu ele almalı bunu yüklenmelidir. Buna, büyük harfler içermesinde sakınca yok; insan-oluş sorunu diyebilirim kendi açımdan.
Başka bir zeminde de yazmış anlatmıştım. İnsanın doğadan kopuşunun tamamlandığı ve ikincil bir doğa olarak toplumu ve toplumları içinde yaşatıp barındıracak kentleri oluşturduğu zamanlardan beri, yani doğadan tam kopuşunun tamamlandığı zamanlardan, giderek daha karmaşık zor baş edilmesi güç esasen birbirini sömürmeye dayalı doğayı ilişkilerini kendi doğasını hayatlarımızın bütün potansiyellerini sömürmeye dayalı bir yaşam tarzı geliştirdiği açıktır.
Bütün bu mücadeleli kesişmeli çarpışmalı alan için de bile insan, en temel niteliklerinden olarak kendini anlamlı bir kuruluş olarak kavramak istiyor. Buradan olarak da nasıl bir insan sorusu hakkında örtük ya da açık bir bilinçle mesai harcıyor. Girdiği ilişkilerin bütününü yürüten yoğunlaşma olarak bilinçlerimizin kendine dönük algısı, onu etkin, eyleyen, hayatta bulunmaya müdahale eden bir varlık olarak, bir özne olarak anlamaya çalışıyor ve temel değerlerini burada, bu özne alanında oluşturuyor bulunduruyor. Esasen özne kavramının bir insan olma algısına tekabül ettiğini söylemek gerek. Eski özne olma biçimleri hakkında düşünmeliyiz elbette ama yakın dönem özneleşme biçimlerini elbette egemen sosyo-ekonomik sistemler önerdi ve bunun ideologları, sanatı, felsefesi. Aydınlanma ile ortaya çıkan özne olma biçimi burjuva bireyliğe tekabül ediyordu. Sistem sömürüye dayalı sürdürüldüğü için ve bunun mantıki sonucu olarak bir proleter sınıf oluşturduğu için de sosyalist tez ve pratik, yeni bir yaşama alanı işaret ediyordu. Elbette bunu yapmakla, yeni bir insan olma anlayışı da ileri sürüyordu. Sosyalist özne, burjuva birey olma biçiminin karşısında, yeryüzünün üçte birinde yaşam bulma fırsatı yakaladı.
Bu deneyimin, elbette burjuva özne olma biçiminin çok ötesinde ve ilerisinde değerlerle donanmış bir insan olma hali içerdiğini söyleyebiliriz. Ancak beri yandan, pek çok eksiklikler barındırdığını da. Sosyalist deneyim ve onun ilişkilerinin ürettiği insan olma biçimi, insanlığın ufkunu belli bir süre kapladı, bilinçleri meşgul etti ancak nihai noktada o da çöktü.
Bu, apaçıktır. Sosyalist birey modeli artık insanlığın geleceğine dair bir söylemi barındırmıyor. Pek çok nedeni var elbette ama bunları irdelemektense, bunun bir vakıa olarak kabul etmek daha işe yarar böyle bir bağlam içinde. Elimizde kalansa, çökmüş bir kapitalist insan olma hali ve bunun karşısında yeterince güçlü ve yeni bir özne inşa edememiş ve esasen tarih sahnesinde de tutunamamış sosyalist model; ve onun özne önerisi.
Benim genel kavrayışım bu yönde. Ancak insan olmanın ufkunun kapitalist üretim ilişkileriyle kapandığını kapanacağını sanmam. Dolayısıyla bize yeni bir görev yüklüyor bu.
Edebiyat bize yeni bir özne sunamaz. Bunu insanların üretim ilişkilerinden doğan yeni çelişkiler imkânlar açıklıklar özgürleşme taleplerinin aldığı yeni biçimler ki bunları da yeni farkındalıklara borçluyuz ya da yapıp etmelerimizin sonuçlarına da elbette. Ancak edebiyat ya da genel olarak sanat, bize en azından yaşanagiden ilişkilerin ve içine yerleştiğimiz özne olma hallerinin eksik yanlış olduğunu da büyük harflerle konuşmadan bildirsin; istenir bulurum bunu.
Öyleyse edebiyat ne yapacak? Basitçe, bir alan temizliği. Yani eski insan olma biçimine eleştirel yaklaşacak. İnsanı ortaya koyacak. Aptalca toplumsal kabuller çerçevesinde kendini tekrar edip durmayacak ve bize çöken bu özne olma biçimlerinin eleştirisini sunacak. Ve biz de kendimize yeni bir yaşam alanı açma mücadelesini sürdürürken buralardan besleneceğiz.
Alegori meselesinin örtük cevabıydı bunlar. Apaçık yanıtı ise şu; metin bir iş yapar bilinçlere etki eder ama bağırarak yapmaz bunu. Dolayımlar. Estetik dolayım üzerinden sözünü söyler. Bu.
Zennure Durukal: Roman yazımının ‘nesir olduğu’ iddiasını dikkate almayan, aksine roman yazımının geleneksel kurallarını boşa çıkararak roman yazıyorsunuz. Bunun sebebi şairliğiniz mi acaba?
Hüseyin Kıran: Bilemedim. Ben öyle yaptığımı düşünmüyorum. Benim temel meselem dili bozmak bir bakıma ama bununla hedeflenen şey basitçe dilsel bir oyun kurmak değil. Dili bozmak düşünme biçimini bozmak demektir. Düşünme biçimini bozmak verili insan bilincini bozmaktır ki, benim tam da bununla meselem vardır. Mevcut insan-oluş’un bilinci. Kapitalizmin bilinci. Arkaik dilin bilinci. Çıkarların ilişkilerin sahte ve sömürülebilmesi için çarpıtılmış ihtiyaçların bilinci; insan yanlış yaşayan bir varlıktır ve ilişkilerine siyaseten saldırırız; bilincine de sanat gereçleriyle.
Şiir meselesi ise, daha derin ve burada ele alınamaz birçok yön barındırıyor. Dolayısıyla çok söz almasam daha anlamlı; yeterince söylenemeyecekse söylenmemesi daha iyidir. Kanım bu.
Zennure Durukal: Günümüz Türkçe edebiyat entelijansiyasının geleneklerini nasıl değerlendirirsiniz?
Hüseyin Kıran: Varsa böylesi gelenekler, benim haberim yok. Tanıdığım yazar sayısı beş on arasındadır. Şahsi dostum olan birkaçı hariç hiçbirisiyle mesai harcamam. Eksiklik belki. Ama kültürel kodlarımızın kapitalist kodlardan başka ve farklı olmayacağı bir açıklıktır benim için. Dolayısıyla doyurucu bir yanıt mümkün görünmüyor.
Zennure Durukal: Yüceler yücesi bir meclis-Bir görevin tevdi edilmesi altbaşlığıyla yazdığın bölümden, izninizle alıntı yapıyorum:
‘Sana bir görev tevdi edilecek Yakup! Bu görev için özenle ve özellikle seçildin. Diğer adaylara göre ne gibi üstünlüklerin olduğunu tespit etmek için Yüce Meclis çok çalıştı. Uzun ve yorucu değerlendirmelerde bulundu. Bu, sana bahşedilmiş bir onurdur, anlamalısın.’
Yakup’un bunu anlayıp anlamadığını okura bırakarak, yazmasaydı, size hangi görevin tevdi edilmesini isterdiniz diye sorabilir miyim?
Hüseyin Kıran: Bana bir görev tevdi edildi zaten; hayat tarafından. Ben de görevimi yüklendim. Onur filan duymam; mecburiyettir. Biz özgür varlıklar olmak istiyoruz. Önündeki engelleri de hepimiz biliyoruz. Öyleyse görev bu engellerle; engel insansa bizzat insanla savaşmaktır. Edebiyatla resimle müzikle gerekirse ki bazen gerekebilir, siyasetin araçlarıyla; her türlüsüyle. Korkulacak bir şey yok; yenilgi kesin bile olsa iddiamız ortadadır. Kapitalizmi ve onun yarattığı “insan” olma biçimlerini reddediyoruz. Kıra kıra kendimize yeni bir alan açmak durumundayız. Apaçık bu benim için.
Zennure Durukal: Önceki romanlarınızda da karakterlerinizi öldürüyorsunuz? Neden karakterlerinizi öldürüyorsunuz?
Hüseyin Kıran: En iyi final bu sanırım. Öte yandan şu da var; metin bitebilen bir şey. Bu nasıl mümkün olabilir ki? Metinler insanların bilinçlerinin alegorileri olsa gerektir. Bir bilinç ise ancak ölmekle biter. Ucu açık, sürdürülmeye açık kitaplar yazmalıyız. Aklımda ve fırsat kolluyorum diyelim. Finalli bitişler, arkaik anlatının buluşudur; eskiden tamamen kopamıyorsak demek…
Zennure Durukal: J.D.Salinger, der ki: “…bir yazarın okurunun nasıl bir şey olduğu hakkında fikri yoksa eğer, hoşlukları nasıl gözetebilir? Tersi, elbette yeterince sık görülür, ama bir hikayenin yazarına okur hakkında neler düşündüğü ne vakit sorulmuştur?” Peki, okurunuz olarak, sizden okurunuzun nasıl bir şey olduğu hakkında fikir yürütmenizi rica etsem?
Hüseyin Kıran: Fikrim yok tam olarak ama arayan, eleştiren, sorular soran, soruları kendine en başta soran insanlar olduğunu sanıyor ve umut ediyorum. Karşılaştığım okurlar genelde bu ön kabulümü doğruladı. Böyle.
Hüseyin Kıran: 1965’te Amasya’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini burada tamamladı. Üniversiteyi politik nedenlerle bırakmak zorunda kaldı. Yine aynı nedenlerle 10 yıl cezaevinde kalan yazarın Metis Yayınları’ndan çıkan Madde Kara (2004) ve Resul (2006) adlı kitaplarını, Sel Yayıncılık’tan çıkan Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor adlı kitabı takip ediyor.
Zennure Durukal
gazeteduvar
24 Kasım
Kim bunlar?
Kim bu uzun saçlı hırpani kılıklılar?
Kim bunlar, Türk polisine satılmış, Türk ordusuna milli olmayan ordu demek cüretini gösteriyorlar…
Kim bu ağızları içki kokan sarhoşlar?
Biz, Tanrı’dan olduğu kadar insanoğlundan da umut kesemeyiz. Bir fahişenin namuslu kadınlara özene özene bir gün tüm günâhlarından sıyrılıp, şeref doruğuna ulaştığı çok görüldüğü gibi, bir komünistin de içinde bulunduğu ‘leş’ halinden tiksine tiksine bir gün ‘milliyetçilik’ gibi şeref yücesine tırmanması umulabilir.
Her ideoloji gibi milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin de belirli motifleri, vurguları ve hedefleri vardır. Bunlar nasıl bir tarihsel kesitte konumlanıldığına göre geri çekilir, biçim değiştirir ya da öne çıkarılırlar… Aslında Soğuk Savaş döneminin başat ideolojisi olarak kavranabilecek antikomünizmin ve antikomünist harekâtın Türk sağı içerisindeki pozisyonunu ‘Komünizmle Mücadele Dernekleri’ni incelemeden kavramak mümkün değildir.
Ertuğrul Meşe, sebatla ve titizlikle, hem antikomünist tahayyülü, hem de bunun ete kemiğe bürünmüş halini ele aldığı ‘Komünizmle Mücadele Dernekleri: Türk Sağında Antikomünizmin İnşası’ adlı bu kitabında, bir yandan antikomünizmin Türk sağı içerisinde nasıl kavrandığı ve inşa edildiğini ülke dışındaki gelişmeleri de göz ardı etmeden, tarihselleştirerek incelerken, öte yandan, antikomünizmi başlı başına bir ideoloji olarak ‘din, vatan, millet, aile ve namus’ gibi aslında ‘fetişleştirilen’ kavramlar ve motivasyonlar etrafında tetkik ediyor.
İletişim Yayınları
384 sayfa
http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/komunizmle-mucadele-dernekleri.pdf
B. Sadık Albayrak’ın Doğu Kitabevi’nce yayımlanan yeni kitabı ‘Bestseller Okuma Kılavuzu’, iddialı ve açıksözlü tavrıyla çok tartışma çıkaracağa benziyor. Orhan Pamuk, Ahmet Ümit, Zülfü Livaneli, Ahmet Altan ve Hamdi Koç’un bestseller kitaplarını didik didik ederek eleştiren yazar, bu kitapların edebi değerinin olmadığını, bütünüyle iktidara paralel yeni bir tarihyazımı içerdiğini ortaya çıkarıyor.
Önsöz’de, Bestseller Okuma Kılavuzu’nda eleştirdiği yazarların kitaplarının niteliksizlikleriyle okuma işkencesine dönüştüğünü vurgulayan Albayrak, bu kitaplardan verdiği örneklerle bu düşüncesini temellendiriyor.
Bestseller kitapların, ‘düzenin propagandacısı’ ve ‘meşruiyet aracı’ olduğunu savunan yazara göre, AKP iktidarıyla birlikte, laikliğe ve Cumhuriyete karşı karalayıcı propaganda öne geçti.
Bu kitapların ortak özelliğinin ‘yeni bir tarih yazımı’ olduğunu vurgulayan B. Sadık Albayrak, tarihi çarpıtarak, bizi kendi tarihimize yabancılaştırmak istediklerini belirtiyor. Bestseller kitaplar, bilimsel anlamda sınıf savaşımlarının belirlediği tarihi, milliyetçilikle, etnikçilikle, kimlikçilikle açıklamaya ve yeniden yazmaya çalışıyorlar.
‘Bestseller edebiyat’ın yetersiz bir edebiyat olduğunu ortaya koyan yazar, dillerinin bozuk olduğunu, basit günlük dille roman yazdıklarını alıntılarla gösteriyor. Bu kitapların kurguları yok veya çok keyfi. Örneğin Ahmet Ümit’in ‘Elveda Güzel Vatanım’ romanında, yazar, önüne bir kronoloji koymuş, 1908’den 1926’ya kadar hangi önemli olay varsa bunlara katılan bir kitap kahramanı uydurmuş. İttihat Terakki, Şemsi Paşa’ya suikast düzenliyor, bu adam orada gözcü, dağa çıkan Resneli Niyaziye Cemiyet’in mektubunu götürüyor, 31 Mart ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu’yla Taksim Topçu Kışlası’nda savaşıyor. Roman kahramanı her yerde var, kronolojiye göre bir adam…
KISIR DÜŞGÜCÜYLE MEZARLIK SEVGİSİ
‘Bestseller Okuma Kılavuzu’, bu kitapların olay örgülerinin yetersiz olduğunu, ‘fantezi’ diye kısır bir düşgücüyle yazılmış olduklarını ortaya çıkarıyor. Zülfü Livaneli’nin yeni 6-7 Eylül tarihini ‘Nekropoliste’ çürümüş bir erkeklik organın ağzından yazmasını, Ahmet Altan’ın Descartes felsefesini bir fahişenin yatak odasında tartışmasını, bu ‘kısır düşgücü’ ve ‘fantezi’ye örnek gösteren yazar, bunun insani değerleri aşağılamaya hizmet ettiğini savunuyor.
B. Sadık Albayrak’a göre, bestseller kitapların, yaşamsal, derinlikli temaları yok, felsefi bir perspektifle dünyaya ve yaşama bakamıyorlar. Bu kitapların okurda edebi bir haz uyandırmadığını iddia eden yazar, Sait Faik’i, Orhan Kemal’i okurken edebi bir haz alındığını, yaşama ilişkin görüş açımızın genişleyip zenginleştiğini vurguluyor.
Dört beş yüz sayfalık bu ‘niteliksiz bestseller kitaplar’ı okumayı mazoşistlikle bağdaştıran B. Sadık Albayrak, bu kitapların önemli bir özelliğine dikkat çekiyor: Bestseller edebiyatında diyalog yok, monolog var. Bir adam hep konuşuyor, hep anlatıyor. Diyalog eşitler arasında, mücadele içinde olanlar arasında, karşıtlar arasında olan bir şeydir. Bu kitaplar diyalogu silmişler, çünkü yaşamıyorlar, yaşamın dışındalar.
Bunun nedenini ‘tekelci bir düzen’de gören Albayrak’a göre bu düzen, ‘monolog düzeni’dir. Bir tane ‘tekel’, kuralı koyar, herkes ona uyar. Türkiye’nin bugünkü düzeni de bir monolog düzenidir. Her gün televizyonlarda bir tane adamın monologlarını dinliyoruz.
B. Sadık Albayrak edebiyatın monolog haline gelmesinin umut kırıcı olduğunu vurguluyor: ‘Diyalog arıyoruz, diyalog yok. Baskıcı bir dünyada yaşıyoruz, edebiyatla bir çıkış, bir umut bulalım diyoruz. Onlar da aynı dilden konuşuyor; hayır, diyorlar, çıkış yok! Bize çıkış olarak göstere göstere mezarlıkları gösteriyorlar.’
TAVUK SOSUNA BENZER ELEŞTİRİ
Peki nasıl oluyor da bu kötü kitaplar bu kadar çok satıyor?
B. Sadık Albayrak, ‘Bestseller Okuma Kılavuzu’nda bu kötü kitapların çok satmasını ve okutulabilmesini, Dr. Yavuz Dizdar’ın araştırmasında ortaya çıkardığı ‘endüstriyel tavuğun insanlara yedirilmesi’nde olduğu gibi, ‘edebi sosçular’a bağlıyor.
Endüstriyel tavuğun, GDO’lu yemler (genetiğiyle oynanmış yemler) ve antibiyotiklerle 1,5 ayda soframıza getirildiğini anlatan yazar, bu tavuğun tadı-tuzu olmadığını, bize yedirmek için ‘laboratuarda geliştirilmiş soslar’a bulayarak tatlandırıldığını hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor: ‘Tatsız bestseller’ler için de soslar üretiyorlar. Kim üretiyor bunu? Mesela Semih Gümüş gibi bir ‘sosçu’ var. Mesela Feridun Andaç, Prof.Dr.Onur Bilge Kula gibi ‘sosçu’lar var. Bu kitaplar çıkar çıkmaz gazetelerin kitap eklerinde övgü yazıları yazıyorlar. Anlatı, kurmaca başyapıtları ilan ediyorlar. ‘Labirentler kurmuş’, ‘puzzle’lar çözmüş’, ‘groteskler yapmış’ vs. gibi soslarla bize yutturuyorlar. ‘Ödül sosları’ var, gazete ve televizyonlara çıkartıyorlar.
Bizim okurumuz, Reşat Nuri okumadığı, Yakup Kadri bilmediği, Orhan Kemal’i unuttuğu, Mithat Cemal Kuntay’ın ‘Üç İstanbul’unu okumadığı için, bunları yutuyor.’
‘Bestseller Okuma Kılavuzu’
Yazar: B. Sadık Albayrak
Yayınevi: Doğu Kitabevi
320 Sayfa
‘insanbu.com’
18 Kasım
BOLSHINESS IS BACK…
‘The similarities to the world that produced the Russian revolution are too close for comfort’, argues Adrian Wooldridge.
This is a period of miserable centenaries.
First, in 2014, came that of the outbreak of the first world war, which destroyed the liberal order.
Then, in 2016, that of the Battle of the Somme, one of the bloodiest conflicts in military history.
In 2017 it will be 100 years since Lenin seized power in Russia. Lenin’s putsch led to a succession of tragedies: Stalin’s rise to power; the death of more than 20m people as a result of the collectivisation of agriculture and forced industrialisation; and, partly in reaction to communism, the rise of Hitler, Mussolini and Franco.
From the dying days of the second world war onwards, Western policy was dedicated to making sure that the problems that had produced authoritarianism, both left and right, could not occur again. The Allies created a triad of global institutions —the World Bank, the International Monetary Fund and the United Nations— that were supposed to stabilise the global economy and prevent conflict. Most countries built (or reinforced) welfare states to provide safety nets and ladders of opportunity. America led a policy of containment that first limited the expansion of the Soviet Union and then led to its collapse.
Yet this golden age is coming to an end. This time the first shots are being fired by the right rather than the left, by the Brexiteers in Britain and Donald Trump in America. But the similarities between the collapse of the liberal order in 1917 and today are stark. They start with the fin de siècle atmosphere. The 40 years before the Russian revolution were years of liberal triumphalism. Free trade (led by the British) brought the world together. Liberal democracy triumphed in Britain and America and looked like the coming thing elsewhere. The years from 1980 were a similar period of triumphalism. Globalisation (led by America) advanced relentlessly. The number of countries that qualified as democracies multiplied. Politicians of the right and left competed to demonstrate their fealty to the “Washington consensus”.
The world has thankfully been spared another total war (though parts of the Middle East are in flames). But other parallels are striking. In America Mr Trump promises to take a pitchfork to the entire liberal order: not just to free trade and liberal values but also to global alliances against rogue regimes. In Britain Theresa May, the prime minister, is trying to extricate her country from the European Union. Mr Trump’s victory will embolden other Western authoritarians, such as Marine Le Pen and strengthen anti-Western authoritarians, notably Vladimir Putin. Mr Putin is much more the embodiment of the spirit of his age than is the outgoing American president, Barack Obama.
WHO’S GUILTY AND WHAT IS TO BE DONE?
Some of the blame for this lies with happenstance. The Democrats might not have lost the election if they hadn’t nominated Hillary Clinton, the embodiment of a decaying establishment, and Britain would not be preparing to leave the EU if David Cameron had not taken the fateful decision to experiment with direct democracy. But the liberal order itself is also to blame.
The global economy has delivered too many of its benefits to the richest: in America, the proportion of after-tax income going to the top 1% doubled from 8% in 1979 to 17% in 2007. And in many ways the future looks worse. Productivity growth has slowed. Unless this can be changed, politics will inevitably become a struggle over dividing up the pie. Tech giants such as Google and Amazon enjoy market shares not seen since the late 19th century, the era of the robber barons.
How can liberals save what is left of the liberal order? Part of the solution lies in being more vigorous in its defence—for example, pointing out that globalisation has lifted millions out of poverty and that reversing it will make today’s economic woes much worse. Part of the solution lies in exposing liberalism’s enemies as the paper tigers that they are: Mr Putin, in particular, presides, by fear and fraud, over a country whose economic power is stalling and whose people are plagued by poverty and illness. Other strongmen around the world are far less tough than they claim.
But liberalism’s champions must do more than just repeat tired mantras. They need to take worries about immigration more seriously and check their instinct to ride roughshod over minorities such as evangelical Christians. They also need to redouble their efforts to fix capitalism’s most obvious problems. High levels of inequality are threatening stability. Economic concentration is allowing companies to extract record profits. Overregulation is driving businesspeople to distraction. The revival of bolshiness has already taken a terrible toll. Liberals need to think more clearly, and act more forcefully, to stop the rot.
[Adrian Wooldridge is the Management Editor and ‘Schumpeter’ columnist for The Economist magazine]
[theworldin.com]
“Bilindiği gibi, “asabe”, bir kimsenin oğulları ve baba tarafından akrabasıdır. “Asabiyyet” ise, asabe’ye, ister haklı ister haksız olsun, yardımcı olmak, arka çıkmaktır. İbn Haldun’un bu kelimeye verdiği mana, neseb kuvveti, kabile desteğidir.”
“Ona göre ferdler, mensub oldukları nesebin kuvvet ve kudretine göre şeref kazanırlar. Fakat şeref ve asalet geçicidir, yok olmaya mahkumdur. Ekseriya dört nesil sonra şeref diye bir şey kalmaz.”
“Arab asıllı alimimiz Arabları, göçebe hayatları ve çevre şartları neticesi, devlet idaresine en yabancı millet olarak görüyor ve ancak İslamiyet sayesinde devlet olabildiklerini söylüyor.”
“Evvela asabiyyete dayanarak kurulan devlet, müteakıben sülale saltanatı halini almış, hükümdarlara itaat keyfiyeti, dinî akide mertebesine çıkmış, İmamet meselesi, sanki iman esaslarındanmış gibi, Kelâm kitablarının bir bölümünü teşkil etmiş, Mu’tasım devri ile birlikte (218-227/833-842) Arab asabiyyeti fesada uğramıştır.”
“İkinci grubun Kabilecileri, ilk anlayışa hakim olan Muhacirlik vasfını (bk.174.not) unutmaya başlayacak, ortada mücerred Kureyşlilik kalacaktır. Bu Kureyşlilikte geçer değer, artık İslama hizmette öncelik değil, Kureyş aileleri arasındaki siyasi çıkar endişesidir. Aslında Haşimiler, Emeviler, Abbasiler, aynı Kureyşin adamlarıdır, fakat iş, siyasi hakimiyet aşkına dayanınca, beriki Kureyşli, öteki Kureyşliyi kolayca boğazlayabilecektir.”
Hilafetin Kureyşliliği – Mehmed Said Hatiboğlu
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/767/9724.pdf
unutturmayacagiz.
https://www.youtube.com/watch?v=dMKBLoEfQOA
anonim 23 hakkında günzileliye fidel kastronun herhangibir halkın dümanıolamayacağı konusunda yaşanmış90 yıllık ömür yeterli bir referans değil mi elbette kübada yaşanan olumsuzlukları olmamış varsayarak kastro güzellemesi yapılması onaylanamaz amalar ne kadar bol ve gerçekçi olursa olsun…
https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/fidelin-ard%C4%B1ndan/1299035143480845
butün kürtler solcu ve devrimci degildir!!!
icinde gerici ve hele avrupada irkciliik cok yaykin kendisini özgürlük mücadelesinde elestirenlere hemen kürt düsmani damgasi vururlar bu tehlike devrimci gücler dikkat etmeli
Kürtler “our boys”lara 12 Eylül’ü yaptıranın kim olduğunu da unutmamalı. Çıkarları gerektirdiğinde bir daha aynısını yaptıracaklarını da.
Gerçi bazılarına göre bu cümle “Our boys did it.” değil, “The boys in Ankara did it.” şeklindeymiş ama bunun doğru olsa bile nihai gerçeği değiştirmeyeceği de ortadadır.
Öte yandan bu konuda sözkonusu Kürt çevrelerin haklı olduğu yerler de unutulmamalı. Aşağıdaki resim söze gerek bırakmıyor:
http://acn.com.ve/wp-content/uploads/2016/08/acn-chavez-alhmadinejad.jpg
Halepçe
Halepçe denildi mi aklımıza ünlü bir tatil merkezi veya bir sahil kasabası gelmez. Halepçe kelimesi, soykırım ve katliamları çağrıştırır. Halepçe, insanlığın çıkarları uğruna suskunluğunu ve ikiyüzlülüğünü çağrıştırır. Halepçe kelimesiyle, 1945’ten itibaren başlayan “Soğuk Savaş”ın baş aktörleri olan kapitalist sistemle, sosyalist sistemin aralarındaki siyasi mücadeleyi bırakıp; bir zalim faşist diktatöre nasıl yardım ettiklerini görürüz!
Halepçe vahşetinde insanlık sınıfta kalmıştır. Irkçı Arap diktatörü Saddam Hüseyin’in yapmış olduğu bu vahşete bütün dünyaca sanki vize verilmiştir.
Halepçe vahşetinden çok kısa bir süre sonra yapılan uluslararası Nükleer ve Kimyasal Silahların Yasaklanması toplantılarına katılan Iraklı heyete herhangi bir tepki de gösterilmemiştir. Aksine, kürsüde konuşan zamanın Irak Dışişleri bakanı Tarık Aziz alkışlanmıştır!
Bu insanlık vahşetinden sonra bile, Latin Amerikalı popüler solcu liderler adeta faşist Saddam Hüseyin ile kan kardeşi oldular, Fidel Castro ve Hugo Chavez gibi…
Latin Amerika’nın bu popüler solcu liderlerinin acaba, Saddam Hüseyin’in yaptığı Enfal Kürd Soykırımı ve Halepçe Katliamı’ndan hiç mi haberleri olmadı?
Dünya, Saddam Hüseyin’in uyguladığı asimilasyoncu ve soykırımcı, Kürd politikasına karşı üç maymunu oynamıştır. Kapitalist ve sosyalist ülkeler adeta Saddam’a silah satmak için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Kürd Soykırımı’na karşı sessiz kalan kapitalist ve sosyalist sistem adeta Kürdlerin efsanevi ve ölümsüz lideri Melle Mustafa Barzani’nin “Bir varil petrol, bin adalete üstün gelmiştir” sözünü doğrulayıp, teyit etmiştir!
Arap ırkçısı diktatör Saddam Hüseyin’in Kürdlere uyguladığı Soykırım ve insanlık dışı politikalarını petrol gizliyordu. Çünkü Irak’ın petrolden kazandığı paralar, silah tüccarı kapitalist ve sosyalist ülkelerin kasalarına akıyordu!
Saddam’ın bu insanlık dışı vahşet dolu, soykırımcı politikasına dünya sessiz kalırken, Türkiye’de ne oldu?
Türkiye, kuruluşundan beri Irak devletinin Kürdistan politikalarına karşı hep Irak’ın saflarında olmuştur.
Bilindiği gibi Kürdlerin yaşadığı Kürdistan coğrafyası, ilk olarak Osmanlı ve İran devletleri arasında 1639’da yapılan “Kasr-ı şirin Antlaşması” ile ikiye bölünmüştür. Türkiye ve İran sınırı bu anlaşmayla belirlenmiştir. Ancak, 1927/1930 yılları arasında Kürd Xoybun Cemiyeti’nin başlattığı Kürd ayaklanmasını bastırmak amacıyla, Doğu Beyazıt’ın verimli ovaları İran’a verildi ve Küçük Ağrı Dağı da Türkiye sınırları içersine alınarak bir düzenlemeye gidilmiştir!
Birinci Dünya Savaşı’nda da İngilizler ve Fransızlar arasında 29 Nisan 1916’da yapılan ve kamuoyundan gizlenen Sykes–Picot anlaşmasıyla Kürdistan coğrafyası tekrar ikiye bölünüyor!
Kürd Sorunu konusunda dış güçler paranoyasına kapılanlar, kendileri bir dış güç olarak Kürdistan’ı parçaladılar. Yine Kürd Sorunu konusunda, emperyalizm edebiyatı yapanlar, Kürdistan’ın batılı emperyal güçlerce, nasıl parçalandığını görmezden geliyorlar!
Kısacası, Sadabat Paktı’ndan günümüze kadar, Kürdistan’ın bölünmüş coğrafyasını elinde tutanlar; kendi aralarındaki çelişkiler ne kadar çok olursa olsun, Kürdlerle ilgili bir sorun olunca, hemen birbirlerini desteklemeye başlarlar. Başka parçanın Kürdlerini de kendi Kürdlerine karşı da kullanmaya çalışırlar!
Bu Kürdlere karşı, yani “Anti Kürd” strateji ve politikaları üzerine Türkiye sonuna kadar Saddam Irak’ını desteklemiştir.
İşin en acı tarafı da Kürdleri ezen, inkâr, asimilasyon ve soykırım politikaları uygulayanlar da, Kürdlerin kendi Müslüman din kardeşleridir!
Türkiye’de dindar geçinen kurum ve cemaatler, Filistin, Bosna, Azerbaycan ve diğer Müslümanlar için çok duyarlılar. Buralarda baskı gören Müslümanlar için, camilerden çıkıp protesto ederler ve gıyabı cenaze namazı kılarlar!
Konu Müslüman Kürdler oldu mu, hiçbir dindarın sesi çıkmaz. Halepçe için hiçbir dini kurum ve cemaatin sesi ve soluğu çıkmadı. Zamanın dinci geçinen gazeteleri bu vahşete küçük bir olaymış gibi baktılar.
Konuştuğum bazı dindarlar da, Irak Kürdleri savaşta Irak’ı arkadan vurdular, İran’la birlik oldular gibi gerekçelerle, bu vahşete meşruiyet kazdırıyorlardı!
Saddam’ın Kürd Soykırımı’na meşruiyet kazandıranlar, günümüzde de Federal Irak Kürdistan Devleti’nin kaymağını yiyorlar. Bunlara her türlü ekonomik imkânlar Kürdlerce sunuluyor!
Türkiye’nin, Türk-İslam Sentezci Müslüman Cemaatleri’nin tavrı budur.
Peki, Türk solcularının tavrı nasıldı?
Saddam’ın Enfal Kürd Soykırımı ve Halepçe Katliamı konusunda, Türkiye’nin dincileri kadar solcuları da sınıfta kalmıştır. Anti emperyalizm ve ezilen halklar konusunda ahkâm kesen ve meydanlarda bağırıp çağıran, feveran eden Türkiye solcuları, Halepçe vahşeti konusunda gıkını bile çıkarmadı!
Bu vahşete karşı çıkıp göğüs geren ve meydanlara çıkan polisin coplu saldırılarına maruz kalan Kürd devrimciler, bu vahşet olayına sahip çıkıp savundular. Kürd devrimcilerinin bu olaya sahip çıkmasıyla; Türkiye Solu da uzun bir zamandan sonra, sahip çıkmaya başlayıp, bu konuda forumlar düzenlediler!
Yukarıda da açıkladığım gibi başta Amerika olmak üzere Halepçe vahşetine ses çıkarmayan batılı devletler, ne zamanki Saddam 1990’da Kuveyt’i işgal etti ve Suudi Arabistan sınırına askerlerini yığdı, birdenbire aradan iki yıl geçmesine rağmen Halepçe olayı sanki yeni olmuş gibi dünya gündemine girdi! Saddam kendi vatandaşı Kürdlerin üzerine kimyasal silahlarla saldırıyor gibi; dünya televizyonları, Halepçe’yle ilgi resimleri göstermeye başladılar.
Batılı devletlerin bu tavrı bana Muş dolaylarında söylenen “Bıldır yanmış, bugün kokuyor” sözünü hatırlatıyor.
Aslında batılı devletlere Halepçe konusunda, “İki sene niye sessiz kalıp beklediniz de, Kuveyt’in işgalinden sonra, ancak hatırlayabildiniz” diye sorulmalıdır.
Kimyasal silahlar, Birinci Dünya Savaşı’nda kullanıldı, ağır onarılmaz tahribatı görülünce, Milletler Cemiyeti’nce yasaklandı. İkinci Dünya Savaşı’nda hiçbir cephede kullanılmadı. Sadece Nazi toplama kamplarında, Yahudi Soykırımı’nda kullanılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nda yasaklanan kimyasal silahlar, Kürdistan’da kullanılmıştır. 1937/1938’de Dersim’de kullanılmıştır. Dışişleri eski bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında, “Kürdlerin saklandığı mağaraların ağzına fare zehiri gazı bırakıp içerdekileri zehirleyerek öldürüyorduk” gibi açıklamalar mevcuttur! Teyyarelerle yani uçaklarla da gaz bombası atılmıştır. Dersim katliamına katılan, Türkiye’nin ilk kadın pilotu ve 1915 Ermeni Tehciri yetimi Sabiha Gökçen (Hatun Sebilciyan’e), bizzat M. Kemal tarafından madalya verilmiştir!
Aradan elli yıl geçti, bu defa Güney Kürdistan’da Irkçı Baas Partisi yönetimince 16 Mart 1988’de Halepçe’de kimyasal silahlar kullanıldı. Beş bini aşkın çoğu kadın ve çocuklardan oluşan masum sivil Kürd katledildi!
Baas Partisi diktatörü faşist Saddam Hüseyin de, kendi kuzeni Halepçe katili Kimyasal Ali lakaplı, Ali Hasan El Mecit’e madalya taktı!
İronik olarak her ne hikmetse Kürdleri kimyasal silahlarla katleden katillere madalya veriliyor! Sabiha Gökçen (Hatun Sebilciyan) ve Kimyasal Ali (Ali Hasan El Mecit) bunun açık kanıtıdır.
Halepçe konusunda maalesef BDP de sınıfta kalmıştır. BDP’li Belediyeler neden kendi şehirlerinde birer Halepçe Anıtı yapmıyorlar?
Diyarbakır başta olmak üzere, acaba hangi Kürd kentinde Halepçe Anıtı var?
Sonuç olarak, hiçbir mazlum halkın ve insanlığın çile çekmesini istemiyorum. Sadece insanlığın değil, diğer canlıların da yaşama hakkına saygı gösterilmesi bir insanlık gereğidir. Başta Halepçe olmak üzere, insanlığın yüzkarası olan soykırımlarda, yaşamlarını yitirenleri sevgi, saygı ve rahmetle anıyorum…
Erkan ARSLAN
15.03.2013
izmirizmir.net
Nasname
http://www.nasname.com/a/halepce-12
Castro, ölmeden, öldürülmeden mükemmeli başarmış ve Küba’ya sol değerlerle yaşama olanağı getirmiş yüce bir kişidir.Yeryüzü tarihinin muhteşem devrimcisidir. Anadolu’da Bedrettin denedi bu yolu, öldürüldü. Celali isyankarları öldürüldü. Mahirler, İbolar, Denizler öldürüldü. Gençler çocuklar düşündü bunu, sokaklarda alanlarda öldürüldüler. Devrimini başaramamış bu topraklarda Castro’ya laf edenlerin ya faşist, ya cahil; ya da deli olması muhtemel. Castro, büyük duygu, büyük düşünce ve yiğit eylemdir.
Ooooo ne yaptın sen hemşerim… Tabloyu tamamen pembeye boyadın ve böylece gerçeğin kendisi de görünmez oldu. Neyse, Fidel Castro’nun cenaze töreni bitsin, ondan sonra konuşuruz bunları.
Bu arada şu sorular üzerinde düşünmeni öneririm:
1. Küba’da parti gazetesi Granma’dan başka gazete var mı?
2. Tek parti dışında parti var mı?
3. Söz ve eleştiri özgürlüğü var mı? İktidar partisinin uygulamaları sözlü ve yazılı olarak eleştirilebilir mi?
4. Küba’ya seks turizmi var mı?
5. Küba’da yerli halka ayrı para birimi, dışardan gelenlere ise dolar uygulaması yapıldığı doğru mu?
Hasan Aslan arkadaşın isteği üzerine yazısını burada yayınlıyorum (G.Z.):
YAZILMASA DA OLURDU!
Minimalist bir yazı:
Alper Taş şunları söyledi: “İmam Hatip’te hocalarımız Hz Ömer’in ne kadar adaletli olduğunu anlatırdı. İslam’da adalet duygusunu hep Hz Ömer ile anlatırlardı ama ben dışarıya çıktığımda alakası yoktu. Devrimcilerde, solcularda, sosyalistlerde ben Hz Ömer’de anlatılan adalet anlayışının tecelli ettiğini görürdüm ve doğal olarak sosyalistlerden etkilendim.’’ ( 22 Kasım 2016 ) KRT – Basın.
“Castro’nun Batista’yı deviren, ABD’ye kafa tutan devrimciliğini de, anti-emperyalizm adına Kürt katillerine olan sevgisini de unutmayacağız.” ‘Fehim Işık, Twitter’den
Soldan, Sosyalizmden referansla söylenilen sözün sınıf, proletarya-burjuvazi, emek-sermaye, kapitalizm-emperyalizm, sömürge, hegemonya, ideoloji… vb. kavramlara dayanmasına ve bütünlük göstermesine, genel teoriyle çelişmemesine, özen gösterilir.
Meramınızı başka bir Dil üzerinden de aktarabilirsiniz: Din-Mezhep-Tarikat, Etnisite-Irk, Millet-Ulus, Kültür, Moral Değerler (Etik-Ahlak),Coğrafi Bölge, Aidiyet…
Tercih edip kullandığınız Dil, sizin toplumsal konumlanışınızın işaretlerindendir. Görülmeyen ama orada duran iskeletiniz gibi. Sadece yaşanılan anın değil genel olarak zamanın ve mekânın mutlak bilinciyle topluma söz söylemenin güçlüklerinden biridir bu: Bilinçdışının bilincinde olmak!
Toplumun iskeletindeki farklılığın farkında olmak/olmamak Dil’inizi etkiler. Kol’a şirin görüneceğim derken Bacak’ı üzebilir hatta kırabilirsiniz. ‘’Gövde niçin uyumlu/birlikte hareket etmiyor, ’bir’leşemiyoruz…’’ , ‘’ Söz maksadını aştı.’’ ,‘’ Çarpıtma var, algı operasyonu yapılıyor.’’ veya ‘’Yanlış anlaşıldım.’’ gibi serzenişlerde bulunma sözün ağızdan çıktığı gerçeğini de toplum karşısındaki yerinizi de değiştirmez. Toplumu düşündüğünüz yönde, hiç ‘değiştirmez’!
Sosyalist teori her derde deva bir hap değil; olmadı olamaz da! Toplumsal yaşam için malzemesi Tarih ( sınıf mücadelesi) olan bir yöntem bir kılavuzdur. Düşünce sistematiği, referansları, jargonu… bellidir. Yine bu savaşın kimi zaman din, mezhep, kültürel kimlik/aidiyet ya da Milli Mesele üzerinden yürütüldüğü bilinir. Bugün genel olarak Orta-doğu’da özel olarak da Türkiye’de böyle bir durum söz konusudur. Sosyalistlerin çoğu da Kürt mücadelesinin birleşenidir.
Dört Halife devrine, bin yıllık İslam kardeşliğine referansta bulunmak: Bu ülkenin sol mücadele tarihine uzaktır; a y ı r ı c ı d ı r! Şu anda 40-45 yaşına ulaşmış birçok sosyalist yoldaşımızın gözünde Fidel Castro’nun saygın-ölümsüz şahsında Küba (canınızın istediği olumsuzlukları sayabilirsiniz!) sömürünün minimalize edildiği, eğitimde, sağlıkta… paylaşımın, toplumsal adaletin olabildiğince gerçekleştirildiği bir ‘ada’dır. Saygısızlık; i t i c i d i r, b ö l ü c ü c ü d ü r!
‘’Yılmaz Güney’in izindeyim!’’ demişti ölüm döşeğinden değerli sanatçı Tarık Akan. Densiz ( toplumsal mücadelenin dönüştürücü gücünden habersiz) bazı yazılar yayımlanmıştı ardından. Bu, 10 Ekim Ankara Katliamının ardından yazılan yine densiz bir yazıyı hatırlatmıştı : ‘’ Bizimkiler çalıştı (isim isim) , sizinkiler sıvıştı!’’ ( Sen. Org.17 Ekim 2015) (mealen!) Önce kısa bir yazı yazmayı düşündüm sonra bu kadar ‘ana sorunun’ içinde ‘mini bir iç yazı/konu’ ‘yazılmasa da olur’ ağır bastı herhalde! Yazılmalıymış!
Cehenneme giden yol(lardan sadece biri) iyiniyet taşlarıyla döşelidir! Cehalet, mazeret olamaz!
Hasan aslan
halkın gücü tankın gücünü yendi.
halkın oyuyla iktidara gelenleri 15 temmuzda indirmeye kalkışan darbeci hainleri yine halk yendi, hatta hainler mezarlığına gönderdi.
15 temmuzda başaramadıklarını şimdi ekonomik darbeyle başarabileceklerini sanıyorlar.
sıkılan kurşunlara kafa atan, vücudunu siper eden bu cengaver türk milleti, bu necip türk milleti, ekonomik darbe kalkışmasından mı korkacak.
yerliliğimize güveniyoruz, milliliğimize güveniyoruz, imanımız tam.
elinizden geleni ardınıza koymayın, 15 temmuzda sıktığınız kurşunlar, attığınız bombalar bizi ezemedi, şimdi dolarlarınızla mı bizi ezeceksiniz bre mendeburlar.
2008de teğet geçti demiştik, yine söylüyoruz, ekonomik kriz yine teğet geçecek.
iç güçler daima zinde.
şimdi, dış güçler düşünsün.
vız gelir tırıs gidersiniz.
[Küba’da] Sosyalizm Yok Devrim Yalan [Mı?]
(Devrim olmuş olsa da “X Yok Y Yalan” cümlesine uyan başka kelime olmadığından bu şekilde sorulabilir herhalde?)
Sayın Gün, Kastro güneşi, anarşistleri de ışıtır ve ısıtır. Bir anarşist, sığ ve sağ sorularla bir devrimci kimliği kolayca karartacak yaklaşımlara düşmeli mi? Böylesi soruları lümpen sağcı üniversite ortamlarında, düzenci kafa medyada, onların yandaşı magazinde buluruz. Küba seks turizmi, tek gazete, zorbalık, dolar molar… Şehir efsaneleri! Bu sayılanların bin katı en demokrat etiketli ülkelerde. Küba örneğin Türkiye gibi mi olsun? Birsürü boktan düşünce, bir yığın paçavra gazete, çoluk çocuğa tecavüz. rezil bir turizm dizaynı… Küba’ya atılan iftiralar, bulaştırma etkinliği. Çok şaşırtıcısınız Gün ağabey
Evet, anarşistleri ısıttığını biliyorum. Hepsi, 1960’tan sonra Küba hapishanelerinde ısındılar ve ömürlerini bu hapishanelerde tamamladılar. Troçkistler de öyle.
“Demokrat etiketli ülkeler” kendilerinde fuhuş olduğunu reddetmiyorlar ya da “şehir efsanesi” iye geçiştirmiyorlar. Fark burada.
Görüyorum ki, fena korkmuşsunuz. Bu hamasi edebiyatı başka türlü izah etmek mümkün değil. 🙂
Necip sen misin?
Korkarım ki dış güçler [“kapitalizm”,”emperyalizm”] iç güçleri [ATÜT’ü, Asya despotizmini] yenecek.
Daha önce de hep yendiği gibi.
Kendini yeniden üretme yeteneğine sahip üretim tarzları ile iç dinamikleri nedeniyle buna sahip olamayan üretim tarzları arasındaki mücadeleyi her zaman birinciler kazanmıştır.
Necip TC’nin (ve dostları Necip Suud ve Katar’ın) sonu Necip Osmanlı-Timur-Selçuklu-Gazneli-Emevi gibi olacak.
geldiysen üç kere vur hahahahahah
Dolar büyük bir şaka reis, ama ona ne kadar gülebiliriz?
Bir ada varmış. Adanın sakinleri geçimlerine ilişkin faaliyetlerini takas esası üzerinden sürdürürlermiş. Yani ürettikleri, hizmete sundukları herhangi bir ürünün fiyatını, yine, üretilmiş ve/veya hizmete sunulmuş bir başka ürünün fiyatından hareketle belirlerlermiş. Mesela, bir elmanın yumurta cinsinden fiyatı olduğu gibi, bir çift ayakkabının da elma cinsinden, bir canlı tavuğun, tabanı delinmiş bir ayakkabının tamir bedeli cinsinden oluşurmuş fiyatı. Bir elma alabilmek için üç yumurtadan, filan özelliklere sahip bir çift ayakkabı alabilmek için yüz elmadan vazgeçmeniz icap edermiş. Böyle sürermiş hayat.
Günün birinde bu adaya (rivayet odur ki) bir takım elbiseli beyaz adam gelmiş. Piyasayı incelemiş ve piyasa her nedense karmaşık gelmiş kendisine.
Adanın ileri gelenlerini toplamış ve onlara bir teklifte bulunmuş. Demiş ki; “Bakın bu elimde görmüş olduğunuz kâğıt parçasının adı ‘dolar’dır. Her şeyin fiyatını bununla belirleyebilirsiniz ve tüm ödemelerinizi bunu kullanarak yapabilirsiniz. Üstelik, bütün dünya bunu kullanır. Bu sizi dünyaya entegre eder, sizi içine kapalı bir ekonomi olmaktan kurtarır. Hesaplamalarınızı, kazancınızı, borcunuzu, alacağınızı, biriktirdiklerinizi, yatırımlarınızı bunun üzerinden hareketle belirleyebilirsiniz. Mesela bir adet yumurtaya bunun üzerinden bir fiyat belirleyecek olursak, 1 adet yumurtanın 1 dolar ettiğini kabul edebiliriz. Böylece 1 adet elma için 3 dolar fiyat belirleyebiliriz. Bu, mevcut sisteminize göre daha kolay değil mi sizce de? Üstelik diğer memleketlerle yapacağınız alışverişlerde de bunu kullanabilir ve böylece dünyaya açılabilirsiniz.”
Adanın ileri gelenleri oturup bu teklifi düşünmüşler. Kullanım kolaylığı açısından makul gelmiş kendilerine. Fakat akıllarına bir soru gelmiş; “Peki biz bu doları nasıl üretebiliriz?” “Üretmenize gerek yok” demiş takım elbiseli beyaz adam. “Bunu size ben temin edebilirim.” Arkasından bir soru daha sormuşlar; “Peki bize dağıttığınız bu dolarlar karşılığında size ne vereceğiz?” “Ben bunun karşılığında bir şey istemiyorum sizden, yine bana dolar olarak ödeyebilirsiniz size dağıttığım dolarların karşılığını” demiş. “Şimdi ben sizlere şu kadar dolar dağıtacağım, bir yıl sonra geldiğimde, siz, o kadar doları, ve şu kadar da o dolarları size kiralamamın bedelini bana ödeyeceksiniz, hepsi bu.”
Oturmuşlar tartışmışlar, orasından bakmışlar burasından bakmışlar, dünya ile uyumu, dışarıya açılma imkânını ve dolayısıyla zenginleşme ihtimallerini değerlendirmişler. Ve teklifi kabul etmişler. Takım elbiseli beyaz adam, önemli miktarda parayı ada sakinlerine bırakmış, bir yıl sonra gelmek ve geldiğinde alacaklarını tahsil etmek üzere adadan ayrılmış.
Al 1 doları, ver yumurtayı, ver şuradan 1 elma al şu 3 doları, komşu adaya ayakkabı sattım şu kadar dolar geldi, ayakkabı satmaya gittiğimde orada pek güzel elbiseler gördüm, şu kadar dolara aldım derken hayat kolayca ve elbette hızlıca akıp gitmiş ve bir yılın sonuna gelmişler.
Ve tabii ki, adam görünmüş adanın limanında. Oturmuşlar evvela, hoş beş derken, adam “Getirin bakalım dolarlarımı” demiş. Ada sakinleri seferber olmuşlar, elde avuçta olanı getirmişler adamın önüne. Saymışlar bakmışlar tüm parayı, bir yıllık ticari faaliyetlerin sonucunda, aldıklarının çok az altı mı desem, biraz üstü mü desem bilemedim, ama şöyle ifade edebiliriz herhalde, neredeyse başlangıçta var olan paraya denk bir tutar var elde. Hani tabir yerindeyse ne artmış ne de azalmış dolar.
Ahali sormuş “Eee, peki şimdi n’olacak?” “Kolayı var” demiş adam. “Şimdi ben sizden, 1 yıl önce dağıttığım paranın kira bedelini tahsil edip gideceğim, siz bana, dağıttığım anapara kadar hâlâ borçlu kalacaksınız, onu da bir sonraki yıl geldiğimde masaya oturur konuşuruz nasılsa” demiş ve ayrılmış adadan. Herkes, paranın kira bedelinin hissesine düşen kısmından vazgeçerek kalan paralarını almışlar geriye.
Bu yıl biraz daha farklı olmalıymış onlar açısından. Daha fazla dolar getirecek işler düşünmüşler. Öyle ya, adam yeniden çıkıp geldiğinde, onun önüne daha fazla dolar koymalılarmış. Bu yüzden, daha fazla ihracat yapmak, ya da elinde dolar bulunan başkalarının ülkelerine (adalarına) gelmelerini temin etmek ve onların dünyanın herhangi bir yerinden yapabilecekleri alışverişlerini buradan yapmalarını sağlamak, almayı düşündükleri hizmeti buradan sunmak durumunda olduklarını düşünmüşler. Buna dair politikalar geliştirmişler aralarında. Al şunu ver doları, ver doları buyur istediğin malı, filan ülkeden falan mal gelmiş, buradan öte memlekete şu cins ürün gitmiş derken geçmiş bir yıl daha.
Adam yine gelmiş, yine toplamışlar tüm parayı, eh işte biraz da olsa geçen yıla göre işler fena değilmiş, koymuşlar adamın önüne parayı, saymışlar bakmışlar, adam dolara ait kira bedelini almış, geriye kalan anapara bir hayli azalmış, yine aynı usulle herkes hakkı olan tutarı almış ve dönmüş hanesine.
Böyle böyle yıllar geçmiş ve sonuç olarak ada sakinlerinin elindeki avucundaki dolar miktarı gittikçe düşmüş. Hesap edemedikleri bir şey varmış ama ne? Hani o çok meşhur twite uyup da dolar basıp, ödeme imkânları da yokmuş ada sakinlerinin, ne yapacağız diye düşünürken bir yıl daha geçmiş, çıkmışlar adamın karşısına, koymuşlar tüm parayı. Bakmışlar ki, tüm parayı adama vermeleri halinde bile adama hâlâ borçlular. Ve böylece kimi evinden olmuş, kimi bahçesinden, kimi tezgâhını kaybetmiş, kimi işini, kiminde hiç para yokken, kiminde para birikmiş, parayı biriktiren başlamış borç vermelere filan, ortalık karışmış anlayacağınız. Adam adada söz sahibi de olmuş üstüne üstlük.
Ada sakinlerinin iki seçenek varmış önlerinde, ya bu sahte ama anlık olarak düşünüldüğünde güzel hayata devam edecekler, ya da bir başka sisteme doğru yöneleceklermiş. Ama gel gör ki, elinde hatırı sayılır miktarda doları bulunup da artık tıpkı adaya gelen o adam gibi ikincil piyasalar oluşturup dolar borç verip dolardan dolar kazanmaya başlayanlarla, ada sakinlerine borç vermesiyle bilinen o ilk parayı dağıtan şahsın işbirliği yeni piyasanın tesisini imkânsız kılıyormuş her seferinde. Tartışmalar, çatışmalar, kamplaşmalar filanla geçmeye başlamış koca ömür. Ne tat kalmış adada ne huzur. Ne derlerse olan, her şeye istikamet veren, kararları alma konusunda belirleyici, parayı toplamayı, biriktirmeyi başarmış bir mutlu azınlık oluşmuş adada. Ve işin tuhafı, adanın çoğunluğu da bunlara mecbur ve mahkûm olmuşlar.
İşte şimdi gelelim o soruya; “Ne olacak bu memleketin hali?”
İşte böyle, bir zamanlar dinlediğim, epeyce bir köpürterek lakin çatısı, omurgası itibarıyla zedelemeden aktarmaya çalıştığım hikâye. Yukarıdaki hikayeyi bize, faizin ne menem bir şey olduğunu anlatmak için anlatmışlardı zamanında. Kim anlatmıştı, neredeydik emin olun hatırlamıyorum.
Tuhaf kavşaklarda dolaşıp duruyoruz bu aralar. Eskiye mi dönülecek? Mevcut sisteme devam mı edilecek? Yoksa yeni bir dünya mı kurulacak?
Hangi istikamete devam edilecek olunursa olunsun böyle bir durumda “nasıl” sorusu duracaktır karşımızda.
Şimdi gelinen bu noktada, mevcut düzeni önce kutsallaştırıp sonra vazgeçilmesi imkânsız mertebesine konumlandırmak ve buradan hareketle diğer tüm önerilere kapı kapatarak sıkıntılara karşı iyileştirmeler yolu ile mesafe kazanılmasını önermek insan aklını reddetmekten başka bir şey değildir.
Oysa daima başka bir dünya mümkündür.
Nitekim bunun ipuçlarını (sadece ekonomiye dair bir örnek vereyim) ABD’nin 2008 yılında yaşadığı kriz sonrası dünyanın düştüğü hallere alternatif üretmek adına, Türkiye’nin, uluslararası sistemin İran’a uyguladığı ambargo ile kendisinin zorunlu olarak İran’la yapması gereken ticaret arasında ürettiği para sistemini devreye aldığında görmüştük. Dünyanın ve dünyanın geriye kalanının ilgisini çeken bu sistem çok kısa bir sürede bizi ekonomik anlamda bir yerlere taşımaya yetmişti.
Sonrasında başımıza gelenleri biliyorsunuz, tüm yönleriyle ülkenin tehdit edilme süreçlerini yaşadık hepimiz. Tehdidin de ötesinde, gezi kalkışması, 17-25 Aralık süreci, teröre maruz kalışımız, komşularımızla çetin imtihanlarımız, FETÖ’nün taşeronluğunda işgal denemesi, şimdi de Avrupa’nın aldığı pozisyon, ekonomik darbe teşebbüsleri vs…
Tüm bu darbelere karşın, çıplak elleriyle direnenler aslında bir başka dünyanın mümkün olduğunu haykırmaktaydılar tüm dünyaya. Zaten biz Müslümanlar hayatın en fazla “bu dünya”dan ibaret bir şey olduğunu düşünüyorsak yok olup gitmenin de zamanıdır.
Bilmem yanılıyor muyum?
Yusuf Armağan, 28 Kasım, gercekhayat.com
Pekala. Bravo size. Sizin gibi o kadar çok böyle yüksek düşünceli kişi var ki. Masa örtüsünden filan kefenlerle. Size vesileli, açık ve netli, eeyy’li reisli hayırlı başarılar. Karşı devrim safları kaliteli adamlarıyla durmuyor, yola devam!
Daha tartıştığın kişinin kim olduğunu, görüşlerinin ne olduğunu bile bilmiyorsun. Zahmet edip buradaki bir iki makaleyi okusaydın yukarıdaki saçmalıkları yine yazar mıydın, bilmiyorum. Her konuda bu kadar savruk ve özensizseniz çok kötü çok.
Evlendirme programlarındaki kadınlar… belki daha uygar ve bilinçli. (Karşınızda ruhunu pazarlamış birisi yok.)
Borcun özelleştirilmesi, zararın toplumsallaştırılması…
Dövizdeki hareketin sonucu belli: Kâr garantisi verilen şirketlerin kârı devam edecek, zarar, halkın sırtına yüklenecek.
Son haftalarda TL’nin hızlı değersizleşmesi ile Türkiye ekonomisinde 2000’li yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının çelişkili yönleri daha da belirginleşti.
Dövizin hızlı yükselişi, diğer etkilerinin yanında “özel sektörün döviz borcunun çevrilmesi sorunları”nı gündeme getirdi.
O zaman soralım:
Özel sektör neden bu kadar borçlu?
Bu artan borcun 2000’li yıllarda izlenen ekonomi politikası ile bağlantıları nelerdir?
Yanıtlar aşağıda.
Geldiğimiz noktayı baştan söyleyeyim: Türkiye’de 2000’li yıllar boyunca izlenen birikim modelinin sonuna geliyoruz.
DIŞ BORCUN “ÖZELLEŞTİRİLMESİ”
Uluslararası kurumların verilerine* göre Türkiye, reel sektör şirketlerinin borçları/GSYH (Gayrisafi yurtiçi hasıla) oranı, Çin hariç tutulduğunda, gelişen dünya ortalamasının üzerinde. 2016’nın ilk çeyreğinde bu oran %56,3’e ulaştı. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) son açıklanan “Finansal İstikrar Raporu**”na göre (FİR), şirketlerin döviz açık pozisyonunun “TCMB döviz rezervlerine oranı %200 ve bir yıllık toplam mal ve hizmet ihracatına oranı %100’e yaklaşmıştır” (sayfa 26).
* http://www.businessht.com.tr/forex/haber/1331038-reel-sektorun-doviz-acigi-sadece-kendi-sorunu-mu
** http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Yayinlar/Raporlar/Finansal+Istikrar+Raporu/2016/Sayi+23/
Kamunun dış borcu ise özel şirket borçluluğunun çok altında. Raporda değinilmiyor ama şirket borçlarının, özellikle de döviz biçimindeki borçlarının artmasının temelinde, 2000’li yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının bir sonucu olarak “dış borçların özelleştirilmesi” süreci yatmaktadır. Yani bu sorun, uygulanan ekonomi politikasının dolaysız bir sonucu olarak ortaya çıktı.
PARA POLİTİKASI
Bildiğiniz gibi TCMB’nin yasal olarak görevi “fiyat istikrarını sağlamak yani enflasyonu kontrol altında tutmak.” Politika faizi ise, bu amaca ulaşmak için kullanılan araçların başında geliyor. Enflasyonu kontrol etmek için faiz aracının kullanılması, uluslararası fon girişi ile sonuçlanıyor. Yani Türkiye’de döviz bollaşıyor ve fiyatı düşüyor. Ulusal paranın değerlenmesi anlamına gelen bu sürecin iki temel sonucu var: (1) ithalatın kolaylaşması, (2) döviz biçiminde gerçekleşen borçların artması.
(1)
İthalatı kolaylaştıran bu ekonomi politikası, bir yandan ekonomik büyümenin (economic growth) sağlanmasına, diğer yandan da cari açığın artmasına neden oluyor. Bunun nedeni, “Türkiye’deki üretim yapısının ithalata bağımlı olması.” Gerek iç tüketim gerekse ihracat için yapılan üretim için “ithal malların kullanılması bir zorunluluk (hammadde, aramalı, yarı-işlenmiş mamûl vb. ithalatı)”
(2)
Bu politikanın ikinci sonucu, şirketlerin döviz biçiminde borçlarının artması. Enflasyonu kontrol altına almada kullanılan faiz politikasının ulusal paranın değerlenmesi ile sonuçlanması, şirketler için döviz biçiminde borçlanmayı cazip hale getiren bir işlev gördü. Gerek bankalar aracılığıyla, gerekse doğrudan yurt dışından borçlanan şirketler, izlenilen para politikası sonucunda daha ucuza finansman sağlama olanağına kavuştular.
ULUSLARARASI KONJONKTÜR
Bu ekonomi politikasını mümkün kılan ise küresel ekonomik konjonktür. Türkiye ekonomisi 2008 krizine kadar “küresel kredi genişlemesi”nden yararlandı. 2009 sonrasında merkez kapitalist ülkelerde (en başta ABD ve İngiltere) krizden çıkış için uygulanan politikalar (örnek: Quantitative easing – Niceliksel gevşeme – FED’in tahvil alımı yoluyla piyasalara Dolar vermesi. Bu uygulama 29 Ekim 2014’de bitti.) ise Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının ortaya çıkmasını bir süre daha erteledi. Ancak, 2012 sonrasında küresel kredi olanaklarının sıkılaşması, özellikle son yıllarda da piyasalardan net çıkışların yaşandığı ayların çoğalması, sorunların açığa çıkmasına neden oluyor. Önümüzdeki dönemde ise küresel konjonktür, Türkiye ekonomisinin mevcut yapısını sürdürerek yüksek tempolu bir büyüme eğilimini yakalamasını giderek zorlaştıracak bir yolda şekilleniyor.
HAZİNE GARANTİLİ ŞİRKET BORÇLARI
Özel sektör borcunun hızla artması, uygulanan ekonomi politikası yanında, son yıllarda sayısı artan büyük ölçekli kamu yatırımları (esasında Kamu Özel İşbirliği – KÖİ) ile de ilgili. TCMB’nin açıkladığı son FİR’de bu eğilim şöyle dile getirilmiş: “Uzun vadeli ve büyük miktarlı finansman gerektiren KÖİ yatırımlarının neredeyse tamamının YP (yabancı para) cinsi kaynakla finanse ediliyor olması da açık pozisyondaki artış eğilimine önemli ölçüde etki etmiştir” (sayfa 26).
Yani, son dönemde artan büyük yatırımlar (örnek: 3. köprü, İstanbul’a 3. havalimanı vb.) ve bunlarla ilgili anlaşmaların döviz üzerinden yürütülmesi, şirket borçlarının artmasına neden olmuş. Ancak, hükümetin dolardaki artıştan çok rahatsız olmaması, kur riskinin büyük oranda KÖİ projelerinden kaynaklanmasına ve bu yatırımların kamu garantisi kapsamında olmasından kaynaklanıyor. Bunun anlamı şu: Şirketler, kur riski nedeniyle zorlandığında, bunu kamu, yani “hepimiz üstlenmiş olacağız.” Şirketler kâr etmeye devam edecek, potansiyel zararları bize aktarılacak. Karşılaştığımız tablo, bir yanıyla bu tip yatırımların neden özel sektör eliyle yapılmaması gerektiği ile ilgili bir örnek niteliğinde. Yine FİR’e dönersek bu husus şu şekilde ifade edilmiş:
“Genel olarak enerji, ulaştırma, sağlık ve inşaat sektörleri yatırımlarının dövize endeksli fiyatlar üzerinden kamu hizmet alım garantisi olan yenilenebilir enerji santralleri ve dağıtımı, havalimanları, köprü, otoyol ve şehir hastaneleri gibi projelerde yoğunlaşması yüklenici firmaları uzun vadede kredi ve kur risklerine karşı korumaktadır.” (sayfa 27)
“Örneğin yenilenebilir elektrik enerjisi santrallerinde satılamayan veya beklenmedik durumlarda kapasite altı kalan üretim miktarı kamu tarafından önceden anlaşılan ve dövize endekslenmiş fiyatlar üzerinden satın alınmaktadır. Benzer şekilde, köprü ve otoyollardan geçen araç sayısı ve havaalanlarını kullanan yolcu adetinin belli değerlerin altında olması durumlarında kamu sektörü eksik kalan miktarı dövize endeksli fiyat üzerinden şirketlere ödemeyi taahhüt etmektedir. Böyle bir garanti, firmalara talep şoklarına karşı koruma sağladığı gibi YP kredi geri ödemelerinde de yüklenici firmaların döviz riskini azaltmaktadır.” (sayfa 35)
KÂR ŞİRKETİN,
ZARAR HALKIN
Dövizdeki hareketlenmeler, 2000’li yıllarda küresel konjonktürün elverişli olması sayesinde Türkiye ekonomisinin sürdürebildiği ekonomik modelin sonuna gelmemizin neticesinde yaşanıyor. Riskin en çok “özel sektörün döviz borçları” üzerine yoğunlaşması, şans eseri ortaya çıkmış bir sonuç değil. Uygulanan ekonomi politikalarının dolaysız bir sonucu.
Bu politikalar arasında para politikasının payı var. Ancak, son dönemdeki artış, doğrudan KÖİ projeleri ile yapılan büyük yatırımlardan kaynaklanıyor. TL’nin değersizleşmesi, bu projelerde bir sorun yaratırsa “Hazine garantisi devreye gireceğine göre”, artık bu payı bütçeye yazarak hesaplama yapmalıyız. Yani, kamu borcunun düşük olarak görünmesinde, Hazine garantilerinin buna dahil edilmemesi de etkili. Bundan sonra garantilerin devreye girmesi durumunda Hazine’nin borcu artacak.
Kısacası, dövizdeki hareketin yaratacağı olumsuzluklar ile yaşanacak olan, kâr garantisi verilen şirketlerin kârlarına devam etmesine karşın, zararların halkın sırtına yüklenmesi olacak.
Ümit Akçay, Atılım Üniversitesi İktisat öğretim görevlisi, 2 Aralık, gazeteduvar.com
peki, benim açımdan tartışma bitmiştir (daha başlamadan üstelik).
değerli , gün zileli,heybeliden castro ya bir selam.silahlı, külahlı mücadeleye türkiyede karşı olan biri olarak ,ernestoya bin selamdan bu gün bir selamın bile önemli olduğuna inanıyorum.sandığının aksine anarşist hareket diktatörlükten yanadır.ablanquie,l blanc, bakünin vs.hatta şehirlerin diktatörlüğünü savunurlar parisin diğer şehirler üstünde,. zaten faşizmden önce rus devrimine küfür etmenin aracıydı, anti sovyetizmin bir malzemesiydi zaten bak kendileride kabul ediyorlar proleterya diktatörlüğünü, trocki de farklı düşünmez.lenin bunu marxtan çok plehanovdan almıştır.lenin in küfrettiği kautsky nin kitabının adı proleterya diktatörlüğüdür, marxta da vardır bu kavram anarşistlerden farklıdırkomün e bakar vs. iktidarın fethedilmesi vs vs.kübada olsaydım sanırım muhalif olurdum burdan bakınca farklı tabi,geçen sene içinde iki kere iki parmağım kesildi , sosyal bir güvencem yok , toplam 4 ay yattım, ikinci ameliyatta dört gün önceye ameliyatın çekilmesini istedim , diğer parmaklara hızla yayılıyordu bunu kabul ettilerameliyat parasının iki katını yatırınca oldu bu,.adamızda deniz lisesi kapatıldı bu okul 1777 lere dayanıyor , burdan bir çok amiral vs çıkmıştır , adamızda birçok evlilikler omuşturvs bir kişi protesto edememiştir görüyorsun ki korku dağları bekliyor.che nin çantasında nutuk varmış , bu bir şehir efsanesidir milli mücadelenin anti emperyalistliğide bir şehir efsanesidir. bugün atatürk eleştirisini doğru bulmuyorum daha geri bir konumdayız bugün. che nin oğlunuda gördüm bende uyandırdığı etki montofon ineği kadar olmuştur.baba ile oğul farklı olabilmektedir. bizde bir takım parmakların rolü olmuştur bizimde dağlarımız var che diye şiirler yazılmıştır tabi yapılanlar faşizmdir her zaman lanetliyorum. iktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlak yozlaşır. son satırdaki dileğinize katılıyorum, didik didiketsekte , eleştirsekte yazın , sevgiyle kalın
castro sağcı bir diktatördür. özgürlükçü solun böyle kişilerle işi olmaz. her ne kadar asi bir figür gibi görünse bile che de aynısının laciverdidir. leninizm stalinizm sağcı ideolojilerdir.
Bu tip yazilari siradan bir kisi yazsa sorun degil –gerci hepimiz siradaniz, ama–; cikip yazinin altina bir de akademik bir titr eklemek gercekten gicik ediyor beni.
“Kısacası, dövizdeki hareketin yaratacağı olumsuzluklar ile yaşanacak olan, kâr garantisi verilen şirketlerin kârlarına devam etmesine karşın, zararların halkın sırtına yüklenmesi olacak.”
Vay be.. ne buyuk gizemli hikmeti kesfetmis ‘Ümit Akçay, Atılım Üniversitesi İktisat öğretim görevlisi’ beyimiz.
Keske biraz daha arastirsa ve 93 senedir (2016 – 1923) senedir, mesela, neden Istanbul-Izmir arasinda, bugun yapilan gibi, yuksek hizli bir karayolu ulasimi yapamamis olusumuzun sebeplerine cozum bulsa..
Ama, yok.. Kahvehane muhabbeti cinsinden populist yavelerden baska bir sey yok.
Tabii ki, bu buyuklukteki bir yatirimi yapmak icin bazi garantiler isteyecek. Ve, eger o yatirimin yapilmasini istiyorsaniz, o garantileri verecek ve yerine de getireceksiniz.
Neymis.. “yenilenebilir elektrik enerjisi santrallerinde satılamayan veya beklenmedik durumlarda kapasite altı kalan üretim miktarı kamu tarafından önceden anlaşılan ve dövize endekslenmiş fiyatlar üzerinden satın alınmaktadır.”
Eee.. Aniden buyuk miktarlarda enerji ihtiyaci oldugunda bunu nereden temin edeceksiniz? Her evin altina jeneratorler mi kuracagiz; bunlar bedava mi? Onlarin yakitlari, bakimlari vs bedava mi? Yol acilacak olan cevre kirliligi onemsiz mi?
Ya da “Benzer şekilde, köprü ve otoyollardan geçen araç sayısı ve havaalanlarını kullanan yolcu adetinin belli değerlerin altında olması durumlarında kamu sektörü eksik kalan miktarı dövize endeksli fiyat üzerinden şirketlere ödemeyi taahhüt etmektedir.” imis..
Birincisi, yeni devreye alinan her ‘urun’ –eger pazar hazir degilse– belli bir promosyon sureci gecirir. Bedava numuneler verirsiniz, tanitima para harcarsiniz.. Bu projeler de, bu surecte tabii ki –promosyon milasi– para kaybedeceklerdir.
Akli basinda bir uretici, promosyon doneminde kaybettigi parayi, daha sonra urun tuttuktan sonra, fiyatlara yansitir ve kaybini geri alir.
Bahsedilen projeler boyle degil tabii ki. O yuzden, iki yolu var promosyon maliyetini geri almanin. Ya ihalede daha yuksek fiyat verilecek, ya da (bugun yapildigi gibi) promosyon maliyetini birileri (devlet ya da halk) karsilayacak.
Birinci cozumde, risk daha yuksek olacagi icin, devlet (ya da halk) daha yuksek bir ihale bedeli ile karsilasir. Ikincisi ise, genllikle/cogunlukla daha ucuzdur.
Gelelim daha onemli olan meseleye: Bu yapilan yatirimlarin yerinde (lazim miydi, degil miydi) tarafini –gerekirse– ayri konusmak mumkun; ama, ‘lazimdi’ dediginiz andan itibaren, bu yatirimlarin hayata gecis anindan itibaren yaratacagi ek istihdam ve bundan bagimsiz olarak yol acacagi ekonomik faaliyetler sonucunda elde edilecek olan sosyal faydayi da dikkate almak gerekiyor.
Benim baktigim erden, bu faydalar, bunlar icin –doviz artisindan dogacak farklar anlaminda– yapilacak olan ek odemelere fazlasiyla deger.
Tabii ki derdimiz mizikci solculuk degilse.
Ekonomik krizin açılış perdesinde olduğumuza ikna oldum. Ekonomik krizin derinleşmesi durumunda, FETO’cu sermayeye yapılan el koymaların gittikçe daha geniş “vatan haini” kesimlere uygulanması ihtimalini nasıl görüyorsunuz? Mesela “dolar spekülatörleri”, “pkk ile bağlantılılar”, ve “%100 yerli ve milli olmayan” belki laik sermaye… Faşist bir ilkel birikim ile çıkmayı deneyebilirler mi? Rejimin yandaş medyadaki sivrileri (Dilipak vs.) bu yönde çığırtmaya başladı bile.
Aslında TR kapitalizminde bu illiberal dönüşüm, yeterince yandaş olmayan sermayenin disiplin altına alınması, eş dost kapitalizminin özellikle inşaat sektöründe (politik merciden izne dayalı rant) çılgınca uygulanması yeni değil. TMSF’nin elindeki veya TMSF eliyle tekrar satılmış sermaye hatırı sayılır bir toplam ediyor. FETO’cu sermayeye el koyulmasıyla bu eğilim bir eşik daha atladı.
Ekonomi üzerindeki siyasi, ekonomi-dışı zor, burjuvazinin belli kesimlerinin mülksüzleşmeye varan ezilmesi ve buna popülist, adeta halkçı hatta sol çağrışımlı bir demagojinin eşlik etmesi faşizmin kitabi ve ayırt edici yönlerinden biri. Bu beni endişelendiriyor. Yeterince kural yıkarsan her ekonomik krizin bir çözümü vardır en nihayetinde.Memnuniyetsizlikten gelen spontan halk tepkisi hiç bir şeye yetmez, hatta daha beter uygulamalara kanaliz edilebilir. Bilinçli, programlı bir sol muhalefetin hiç yoksa memnuniyetsizliğe doğru anlamı yüklemesine ihtiyaç var. Kur krizi sadece ilk perde, bu gidişat ithal mallara bağımlı sektörlerde kar edememe, işten çıkarmalara döndüğünde, kuru kontrol edicem diye faizi arttırırlarsa başta inşaat olmak üzere durgunluk ve dolayısıyla yine işsizlik olarak hayata geçtiğinde toplumsal tepki kabaracak.
Öte yandan, kimileri de diyor ki biz fazlasıyla dış sermayeye entegre bir ekonomiye sahibiz, bu kadar kural yıkmak sermaye kaçışı, yatırımların daha da durması ve herşeyin iyice felç olmasına yol açar. Bunu göze alamazlar diyorlar. Fakat ülkede ve de dünyada “bu kadarı da olmaz” denilen her şeyin olduğu günümüzde endişeliyim.
Eduardo Galeano gitti…
David Bowie gitti…
Umberto Eco gitti…
Prince gitti…
Halil İnalcık gitti…
Tarık Akan gitti…
Leonard Cohen gitti…
Fidel Castro gitti…
Erdal Tosun gitti…
Spartaküs’ün Hikayesi:
“Spartaküs’ün çocuğu yok. Çünkü, kendisi gibi bütün kölelerin kurtuluşunu hedeflediği için, Sulhi gibi kişisel dünyasıyla ilgilenmiyor.”
https://www.youtube.com/watch?v=eC7-619kYK0
Bütün bu insanlar, üreten, bizleri düşünmeye sevk eden insanlardı, tespitleriyle, eserleriyle, müzikleriyle, kahkahalarıyla, mücadeleleriyle, sanatlarıyla…
Sizin de gitmenizi istemiyorum, ama sormadan da edemiyorum:
Eğer ölürseniz, bu sitenin akıbeti ne olacak?
Tipik —daha fazla daha fazla daha fazla kâr etmek iştahlısı—, Charles Darwin’den ve Herbert Spencer’dan [survival of the fittest] seçmece yaparak kendi beyni içindeki sömürü zehrini pekiştiren, Turgut Özal hayranı, mühendisliğini —sadece ama sadece kâr odaklı— kullanan, doğanın içinde var olan sömürü mekanizmasını insan hayatına da ikame ederek kapitalizmi meşru göstermeye çırpınan ama beceremeyen, lafazanlık alanında uzman, kapitalizmin müstahdemliğini yapan Necip mahlaslı şahsın serzenişleri 51 no’lu metninde devam ediyor.
Niccolò Machiavelli’nin, Thomas Hobbes’un, John Locke’un, Adam Smith’in, Murray Rothbard’ın, Ludwig von Mises’in, Ayn Rand’ın, Friedrich Hayek’in, Robert Nozick’in, Walter Edward Block’un, Milton Friedman’ın ve türevlerinin beyinlerinden akan zehirleri, burada yaymaktan başka misyonun yok senin zirzopluk cambazı, libertarian-capitalist Necip.
Kapitalizm seni DE ezecek, bunun farkında olduğun hâlde savunmakta ısrarcısın.
Geçmişte yapılan hataların aynısını, bugün de, yarın da tekrar etmeye mahkûm değiliz.
—Devletler— ve —Şirketler— birbirini besleyen iki devasa organizasyondur. İkisi de birbirine mecburdur.
İkisini de ortadan kaldıracağız.
Bu arada sen DE kurtulacaksın Necip. —Teşekkür etmemi beklemeyin benden.— diye zırıldaman mühim değil.
Libertarian-capitalist Necip ve muadillerinin yaptığı kuru gürültüler:
===== 1 =====
===== 2 =====
===== 3 =====
Eskinin tartismalarini animsiyorum. Arnavutluk cular, ve Maositler, Fidel Castro ve Ernesto Che yi, Sovyet Sosyal Emperyalizminin Parali askeri olarak suclarlardi. Simdi Rojavada Amerikan Emperyalizmi ile birlikte Esad rejimine karsi devrim yapiyorlar. Ve yakiniyorlar neden ABD ve Avrupa bizi Turkiyeye karsi desteklemiyor diye. Denecek ki, mesele Pyd saflarinda savasan bati , amerikan kokenlilermi?. Hayir mesele bati yalakaligi, reel politikcilik, mesel Black Water( ebu gureyb iskencecileri )ile birlikte, amerikadan cok amerikaci olmak, Pyd yi anladik, kurt hareketinide bir yere Kadar anladik peki , THKO; THKPC; TKP/ML kökenlilere ne oluyor… sizde hicmi utanma yok. Sizin Perincekten farkiniz ne ahlak anlaminda?
Fidel Castro rejimi, belki de bu çürümenin en ağır ilerlediği rejimlerden biridir. Bunun Küba’ya özgü bazı nedenleri vardır, bu nedenlerin en başında da küçük bir ülke olan Küba’daki halkın oldukça farklı özellikler barındıran kültürel yaşamı gelir. Elbette incelenmesi gereken başka nedenler de vardır ama bu yazının çerçevesini aşar.
Yirminci yüzyılın devrimci liderler kuşağının son temsilcisi Fidel Castro’yu uğurlarken, bu vesileyle tüm devrimcilerin bu tür meselelere daha fazla kafa yormasını dilerim.
Bunu yazan Zileli nin yazdiklarinin altina bazen imza atasim geliyor, bazende bazi yazilarina sövesim. Mesele meseleye kafa patlatmaktir, mesele retorik slogan degil. Simdi CHE nin Cezayir konusmasi felan diyecegim ama, odaya yazan kendini solcu, ozgurlukcu solcu, anarsist sanan kürt milliyetcilirenin hafsalasini asar. Perincekgillerin ulusalciliklarini elestirmek benim isim zaten degil . Onlarla problemlerini bir zamanlar gül alip gül veren, buyuk onderlik görsün, ki o Zaman gazetecilere , kikikkiii , ay bi gun gelirde biz anlasiriz, siz bunlari nasil Adam edeceksiniz kikikii diye gülen buyuk onder. Al sana TC al sana Perincek, Al sana Esme ruhu. sen bu halki coook daha kullanabilecege benzersinde? sol a ne oluyor?
Castro nun Stalini pek sevmedigini, Hruschowu nedense pek sevdigi türkiye Maoistleri ve Enver Hocacilari tarfindan dile getirilirdi, Che nin ise hicte söylenildigi gibi Trocki den Anarsizmden hoslanan biri olmadigi tersine acik Stalin savunulari yaptigi bilinir.
bunu ara sıra ean de düşünürüm. Herhalde eşim ve yakın arkadaşlar sürdürürler. Elbette benim yazılarım olmayacaktır ama bazen eski yazılarımı güncellerler. yorumları yayınlarlar ve başka ilginç haber ve yazıları yayınlarlar.
https://www.youtube.com/watch?v=lX4VmFYn1kg
fidel,che ideolojik anlamda ciddiye alinacak bir yani yokki..
Kuba bugün yerlerde yatmaktadir.Bitiktir. ABD belki yardim ederde ayaga kalkar.. Son zamanlarda ABD yle iliskisi düzeltmesi umut vericidir.
Ne diyelim Kuba ,fidel,che nin bir olumlu yani vardiysa oda, nostaljik bir devrim fantazi yaratmasiydi..Ama sirf fantazi.. baska bir sey degil–
Diktatörler giderse halkda canlanir..57 yillik uykudan,fantaziden kurtulur..
Levent Gültekin, Castro üzerine 27 Kasım’da bir yazı yazdı. Her yazısını son derece samimi bulduğum için, bunu da o gözle okudum. Castro’nun Kübası’na dair, ‘Erdoğan rejimiyle’ karşılaştırma yaparak ‘sola’, daha doğrusu ‘muhaliflerin’ Castro sevgisine eleştiri yöneltiyor. Katıldığım yerler oldu, katılmadıklarım da. Felaket olduğunu düşündüğüm satırlar da.
Yazılarını beğendiğim, çok içten-dürüst bulduğum bir insanla sert polemik yapma tutkusuyla yanıp tutuşmuyorum. Ayrıca yazısı o kadar çok konuyu bir arada içeriyor ki, bütünlüklü bir eleştiri yöneltmem tek bir yazımla mümkün gözükmüyor. Buna mukabil, yalnızca bir-iki hatırlatma yapmak gereği duydum. Diyeceksiniz ki, ‘Üzerine vazife mi?’ Değil kuşkusuz, ama demek ki biraz da kızgınlık hissettim. Değerli Gültekin’in, olabildiğince yumuşatmaya çalışacağım üslubuma kırılmayacağını düşünüyorum.
Kızgınlık, Gültekin’in tüm düşüncelerine, ya da yalnızca onun yazısına yönelik değil; Türkiye’de ‘sağ’ siyaset dilinin ve ‘solu itibarsızlaştırmak’ eğiliminin ‘fırsat kollamasına’ dair. Söz konusu dilin herkesi şu ya da bu ölçüde esir almış olmasıyla ilgili.
Geçenlerde Kılıçdaroğlu’nun kendi örgütüne yönelik eleştirisinde kullandığı ‘rakı masası’ örneğini hatırlayın. İçine Hasan Celal Güzel kaçmış gibiydi! Eh sen düzgün muhalefet yaparsan insanlar da rakı masasında ülke kurtarmak zorunda kalmaz. Rahat sandalyesinde oturup ukâlalık yapan enteller, boğazda viski yudumlayan kodamanlar, rakı masasında ülke kurtaranlar. Bunlar ‘malûm sağ klişe’ler…
Her neyse, bu bir ‘dil’. Son derece bilinçli bir tercih. ‘İçki’ yerine ‘alkol’ sözcüğünü tercih etmek gibi. Sizin hiç sohbet masasında ‘kolonya’ içen bir arkadaşınız oldu mu? Benim olmadı. Bir yanda çile çeken ve hayatı bilen masum yurttaş kitleleri, diğer yanda onları anlamamakta ısrarlı ve herhalde ana tarafından Mars’lı solcular, enteller.
Dil, en önemli iletişim aracımız. Her birimiz, dağarcığımızda her ne varsa o kadar ilişki kurabiliyoruz. Kavgamız da, sevgimiz de, hırçınlıklarımız da, övgümüz de sözcük sayımız ve onları nasıl yan yana getirebildiğimizle sınırlı. Yazan insanlar zaman zaman hakikaten dilleri, elleri sürçse de, kullandıkları her sözcüğün, o sözcüğün gideceği yerin, kime ne ifade edeceğinin farkındadır. Herhalde Gültekin de, bu denli deneyimli bir yazar olarak, farkındadır.
Önce Gültekin’in bir ‘saptaması-ithamına’ değinip Küba’ya geleyim.
Gültekin yazısında belli ölçütler eşliğinde Erdoğan’ı eleştirip Küba’yı övenler için epey sert ifadeler sarf etmiş: ‘Ne korkunç bir aşağılık kompleksi, ne büyük bir sakillik. Düşünce, akıl, değer yoksunluğu ve ilkesizlik her tarafı teslim almış.’
Her ne kadar homojen bir sol ya da muhalif kitle olmasa da, ben de kendimi Gültekin’in ‘siz’ kategorisinde gördüğüm için sanırım, bir anda düşünce, akıl, değer yoksunu ve ilkesiz mertebesine ermiş oldum. Sağlık olsun. Eleştiri eleştiridir. 2010’da Cengiz Çandar’ın, benim gibi 2010 değişikliklerini eleştirip ‘yargıyı ele geçirmeyi hedefliyorlar’ diyenlere yönelik ‘zarif’ eleştirileri geldi aklıma ister istemez. ‘Ruh sağlığını yitirmiş’, ‘kafası fosilleşmiş’, ‘bağnaz,’ vs. buyuruyordu Çandar, AKP’nin hacetinde boncuk aradıkları zamanlarda, yıllar önce.
Konuyu dağıtmayayım.
Gültekin, bu tavrın AKP seçmeni tarafından ‘ideolojik saplantı’ olarak görüldüğünü ve Erdoğan çevresinde daha da kenetlenmelerini sağladığını iddia ediyor. Doğrusu, muhalefetin bazı söylem ve yöntem tercihlerinin böylesi sonuçlar doğurduğunu ben de düşünüyorum. Görüyorum. Buna mukabil, bir kesimin ‘Castro’yu sevip takdir etmesinin’ AKP kitlesini etkilemediği, böyle bir gündemlerinin olmadığı kanısındayım. Bir de, hani Cem Yılmaz’ın bir gösterisinde dediği gibi; ‘Benim filmlerimi seyreden çocuklar beni örnek alıp küfürbaz oluyormuş, oysa beni örnek alıp film çekmek de isteyebilirlerdi. Belki sorun bende değil, sizin çocuklardadır!’
AKP seçmeni, başka pek çok konuda, solun ilke ve değerlerinden de etkilenebilir değil mi? Maşallah hiçbirini tınmayıp ‘Bak gördün mü, bu muhaliflerin ideolojik saplantıları var, hadi, biz partimize biraz daha yapışalım’ diyorlarsa da, eh onların sorunu. Daha önce de yazmıştım, sevdiklerimizin cenazelerine sövmesinler yeter.
Benim takıldığım yer, şu ‘ideolojik saplantı’ konusu. Çünkü, yine berbat bir laf edeceğim ama, ideolojik saplantılarım var:
Ben bir masa değilim.
Elma değilim.
Tavuk değilim.
İnsanım.
İnsan, erkek, yurttaş, aile ferdi, akademisyen vb. olmaktan kaynaklı farklı kimliklerim, yetiştiğim dünyadan, yaşadığım ortamdan, ezcümle ‘koşullarımdan’ kaynaklanan düşüncelerim ve bir ideolojim var. Dünyaya o pencereden bakıyor, olup biteni o pencereden değerlendiriyor ve yolumu çiziyorum. Her insan gibi.
Kişisel olarak Gültekin’in de aksi yönde düşünmediği kanısındayım. Ancak sorun şu ki, ‘ideolojik saplantı’ son derece ‘sağ-liberal’ ve bıkkınlık veren bir dil. Buradaki ‘liberallik’ iktisadi rota, ‘sağ’ ise siyasi rota. Türkçesi, ‘Özalcılık’. Rahmetli Özal, bir yandan ‘serbest piyasa ekonomisi’ni savunur, diğer yandan cezaevindeki gazeteciler için ‘onlar gazetecilik faaliyetinden girmedi’ diyerek 12 Eylül faşizminin yasakladığı siyasetçilerin dönmemesi için halkoylaması düzenlerdi.
İşte insanın içine ‘Hasan Celal Güzel kaçması’ derken de işaret ettiğim bu. Örnek, ‘Taha Akyol’ da olabilirdi! Artık hangisi daha fena siz karar verin! Türkiye sağı, uzun yıllardır azgın kapitalizme ve onun sonuçlarına karşı alınan ve hâlihazırda zaten cılız olan sol tavrı, aynı ‘dil’ ile itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Türkçesi: Sağcılara göre (tabii çoğu CHP’liyi de katıyorum) doğru dil, doğru iktisadi yönelim, doğru hukuk, doğru zihniyet; serbest piyasanın savunulması ve sınırlarını onun çizdiği alanda oynanmasıdır.
Ola ki bir insan bundan rahatsız-mutsuz ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu savunursa; ya ‘hayalcilik’le, ya ‘ideolojik saplantı’larla, ya ‘gençlik düşleri kurmak’la itham edilip, hafif tabirle küçümsenir. Oysa, ne başka bir dünya düşlemek, ne kapitalizmin ahlâksızlığını ifşa etmek, ne de hayal kurmak; o kadar da kötü bir şey. Herkes aynı pislik içinde debeleniyor olmaktan zevk almak zorunda değil ki!
Gelelim şu Küba ve Castro meselesine.
Castro yalnızca ulusal bir kahraman değil, dünya sosyalistleri için ‘başarmanın’ örneği. Başka bir zamanın, iki bloklu dünyanın, farklı siyasi-ekonomik koşulların ürünü.
İnsanını ‘Batista faşizmi’nden kurtarmış, küçücük ülkesinde (tabii ve doğal olarak Sovyet desteğiyle) ABD’ye direnmiş, başarmış biri. Buradaki ‘başarı’ sözcüğü de diğerleri gibi ideoloji yüklü kuşkusuz. Dünyanın neresinden baktığınıza bağlı.
Sosyalist rejimler, bizim derslerde anlattığımız ve II.Mahmut’tan bugüne ulaşmaya çalıştığımız ‘klasik (liberal) demokrasi’nin kimi ilkelerini gerçekleştirme konusunda ‘başarısız.’ Klasik haklar içinde yer alan ‘sosyal haklar’ konusunda son derece başarılılar. Ancak, kişi hakları ve siyasal haklar alanında, işte o anlattığımız ‘demokratik sistemi’ benimsemediler.
Tek parti gerçeği var. Devleti yöneten, kaynaşan da o parti. Bunlar büyük ölçüde ortak noktalar. Yoksa bu rejimler de bir şablon değil: ‘SSCB sistemi’yle, ‘Tito Yugoslavyası’, ‘Enver Hoca Arnavutluğu’ birbirinden farklı. Kuşkusuz farklılık da bir yere kadar. Örneğin Çekler, Alexander Dubček önderliğinde rotayı biraz kırmaya kalkınca, Sovyetler tepesine çöküverdi. Ya da günümüzdeki Çin’e bakın: Üretim araçlarının mülkiyeti büyük ölçüde özel sektöre geçti, ama siyasal yapıda hâkim olan Komünist Parti! Bu matrak durumun sonu ne olur bilinmez.
Neyse, konu bu örnekler değil. Farklı uygulamalar olsa da sosyalist rejimler, liberal demokrasilerin bazı hak demetlerini üst seviyede sağlarken, bazılarında çuvalladı.
Muhalefet ve ifade özgürlüğü meseleleri, biraz ‘özgürlük’ ve ‘yönetime katılma’ kavramlarına klasik demokrasilerden farklı anlamlar vermeleriyle, ama kabul etmek gerekir ki biraz da çuvallamış olmalarıyla ilgili. Yoksa örneğin tek partili siyasal yaşam kuramsal bir ‘zorunluluk’ filan değil.
Ayrıca zaten liberal demokrasilerin sinirini bozan da, Küba gibilerinin tek partili oluşları değildi! Küba ve benzeri ülkelerin başka bir dünyanın mümkün olabileceğini kanıtlamaya çalışmaları ve bunda uzun süre başarılı olmaları, liberal demokrasilerin sinirlerini bozuyordu. Tabii bir de iki bloklu yapıda ‘SSCB-ABD rekabeti’ var. Örneğin ABD Castro’ya 600’ün üzerinde suikast girişiminde bulundu. Takdir edilebilir ki bunun nedeni, ‘Yahu şu Küba da çok partili yaşama geçse ne iyi olur’ diye düşünmesi olmadı. İki büyük partili (The Democrats & The G.O.P.) ABD’nin!
Ya da; Şili’de mucizevî biçimde ‘seçimle’ iktidar olmuş Salvador Allende’yi, Pinochet eliyle katleden ABD’nin kaygısı Şili’deki ifade özgürlüğü müydü? ‘Genel oy ilkesi,’ 1848’den o güne nadir biçimde burjuvazinin isteği hilafına birinin yani Allende’nin seçim kazanmasını sağladı, onu da katlettiler.
Demem o ki, sosyalist rejim deneyimleri klasik haklar demetinin bir kısmını yurttaşına sağlamadı ve bazı özgürlüklerden mahrum bıraktı. Bu doğru. Ancak eğer Küba üzerinden gidersek, yurttaşlarına parasız ve nitelikli sağlık, eğitim, barınma haklarını sağladı. Küba Anayasası’nın dokuzuncu maddesi, ülkede hiç kimsenin asla mahrum bırakılmayacağı hakları tek tek sayar. Ve bunlar gerçekleştirildi. Tıp alanında dünyanın önde gelen ülkelerinden biri oldu. Keza spor gibi başkaca alanlarda da.
Sosyalist rejimler, tüm sorunlarına karşın birer umut oldu insanlığa. İnsanın insanı sömürüsü olmaksızın, eşit bir yaşam kurma umudu. Üstelik günümüzde umut ve amaç olma niteliklerine belki de eskisinden daha fazla sahip sosyalizm. Castro, o umudun sembollerinden biriydi.
Ne Küba’nın ne de diğer sosyalist rejimlerin, liberal demokrasinin ilkelerini onların yöntemiyle gerçekleştirme gibi bir dertleri oldu. O demokrasilerin ‘gerçek’ demokrasi olmadığı varsayımıyla, farklı bir dünyada, farklı yollar benimseyerek ‘özgürleştirmeye’ çalıştılar insanlarını. Oldu ya da olmadı, ne ölçüde oldu, bunlar başka meseleler.
Konu uzun.
Ben olsa olsa değerli Levent Gültekin’i satırları, tercih ettiği sözcükler ve yaptığı karşılaştırmalar üzerine bir kez daha düşünmeye davet edebilirim. İkisi de canlı ve yürüyor diye nasıl keçi ile fili karşılaştırmıyorsak, tümüyle farklı iki dünya, dönem ve ideolojinin mensuplarını da bu denli kolay karşılaştırmamakta yarar var sanırım. Aksi takdirde, müteahhit kapitalizminin din soslu versiyonunun Batı’ya attığı ‘Sana ne ya!’ fırçalarını, anti-emperyalizm olarak adlandırma hatasını yapabiliriz.
Unutmadan, (eski bir garson olarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim); Levent Gültekin’in arkadaşının garsona verdiği 100 dolar bahşiş Küba’yı geçtim, her yerde her garsonu çok etkiler! Ne müşteriler var…
Kitap önerisi: İsmail Saymaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Fıtrat’ adlı kitabını hararetle öneririm. Sosyal hakların anlatıldığı derslerde, rahatlıkla bir yardımcı ders kitabı olarak okutulabilir…
Doç. Dr. Murat Sevinç
Ankara Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
28 Kasım
Levent Gültekin’in yazısını buraya alıyorum:
LEVENT GÜLTEKİN
acikcenk@gmail.com / @acikcenk
Sabah akşam demokrasi, özgürlük, insan hakları, evrensel değerler, bağımsız yargı, bağımsız medya diyenlerin, ölümü üzerine Fidel Castro’ya düzdükleri övgüleri görmemiş olsaydım böyle bir yazıya ihtiyaç duymayacaktım.
Amacım Castro’yu yermek değil.
Emperyalizme kafa tutmuş, onların çarkına yem olmamış bir lidere, yenilmiş dünyanın çocukları olarak hepimiz duygusal bir yakınlık hissediyoruz.
İşte bu duygum beni Küba’ya kadar götürdü.
2.5 yıl önce önce dünyaya meydan okumuş bu liderin neler yaptığını, bu meydan okumanın ardından nasıl bir ülke yarattığını görmek için Küba’ya gittim.
Size uzun uzun Küba’yı anlatacak değilim.
Çünkü o günlerde “Küba’dan bildiriyorum!” başlıklı bir yazı yazmış, izlenimlerimi anlatmıştım.
Ülkede, Erdoğan’a muhalif olup; Castro, Chavez gibi sosyalist otoriter yönetim anlayışına sahip liderlerden büyük övgüyle bahseden, onları göklere çıkaran sözüm ona kimi solcu demokrat zevatın yaşadığı derin çelişkiye dikkat çekmek istiyorum.
Önce Küba’da yaşadığım bir olayı anlatayım, sonra esas meseleye geçeceğim.
Küba’da kaldığımız evden ayrılırken bize hizmet eden garsona, arkadaşım 100 dolar bahşiş verdi.
O çocuğun yüzünü görmeliydiniz.
“Niçin bu kadar şaşırdın?” diye sordum “Ben doktorum, aylık 20 dolar maaş alıyorum. Akşamları buraya gelip size hizmet ediyorum. Ay sonunda 30 dolar da buradan alıyorum, 100 dolar benim için çok büyük rakam” dedi.
Ülkedeki yoksulluğun boyutunu görüp ve bu çocuğun söylediğini duyunca “Eşitliği yoksullukta sağlamışlar” demiştim.
Neyse dediğim gibi sosyal medyada aklı başında görünen insanların Castro’yu göklere çıkaran, onu kutsayan mesajlarını görmeseydim belki ben de yanlışlarıyla, doğrularıyla tarihe adını yazdırmış bu lidere bir kaç güzel cümle eder konuyu kapatırdım.
Fakat ülkemizdeki “bizden olanı” kayırma hastalığından, aklı değil duyguyu ön plana koyan bu yaklaşımlardan artık tiksinti geldi.
Bu ülkenin niçin iflah olmadığının, olmayacağının bir kez daha görülmesi için yaşadığımız bu sefalete neden olan hastalığın kaynağına dikkat çekmek için yazıyorum bu konuyu.
Castro için söylenecek elbette çok olumlu cümleler var. Ama yanlışlarına vurgu yapmadan sadece övmek bizi savunduğumuz değerleri önemsemez durumuna düşürüyor.
O nedenle sormak istiyorum:
Biz Erdoğan’ı niçin eleştiriyoruz? Demokrasiyi yok ettiği, özgürlükleri askıya aldığı, ifade özgürlüğünü kısıtladığı, bağımsız medyayı, bağımsız yargıyı ortadan kaldırdığı, dış politikada aklı selimi bir tarafa bırakıp dünya ile ilişkileri kesmeye çalıştığı için eleştirmiyor muyuz?
Bütün bunları yaptığı için kimileri Erdoğan’a diktatör demiyor mu?
Dış politikada diplomasiyi bir tarafa bırakıp, akılla değil duyguyla hareket etmesinin bu ülkeyi bir felakete sürükleyeceğini söylemiyor muyuz?
“Boyun eğmemek başka, hamasetle meydan okumak başka” demiyor muyuz? Bütün bunları yaptığı için Erdoğan’ı eleştirmiyor muyuz?
Peki Erdoğan’ın yaptığı neyi Castro geçmişte yapmadı?
Bağımsız medya mı bıraktı Küba’da? 3 gazete, 2 TV var hepsi devlet kontrolünde. TV, gazete açmak yasak Küba’da. Bağımsız yargı mı var? Özgürlük mü var? Muhaliflerine ifade özgürlüğü mü tanıdı?
İnsan hakları mı var? Gece gündüz Erdoğan’ın ensesinde boza pişirip “kopma, uzaklaşma” dediğimiz o evrensel değerlerin tek bir tanesi uygulanıyor mu Küba’da?
Erdoğan Twitter’ı iki saat kapatıyor diye diktatör ilan ediyoruz. Küba’da bırakın Twitter’ı bu çağda doğru düzgün internet bile yok. İnternete bağlanmak izne tabi. Evinde bilgisayar olanların oranı yüzde 3.
Türkiye’de demokrasi yok ediliyor diye Erdoğan’a kızıyor, eleştiriyoruz.
Peki Castro’nun ülkesinde demokrasi var mı?
Ne demokrasisi seçim bile yok. 50 yıldır ülkeyi kafasına göre yönetiyor.
Erdoğan damadını bakan yapınca bu hareketi yakışıksız, sakil bulduk.
“Bunu ancak diktatörler yapar” dedik. Peki 50 yıldır halka görüş sormadan ülke yönetmiş giderken de yerini kardeşine bırakmış bir lidere sırf ideolojik yakınlıktan dolayı hayranlık duymak, onu göklere çıkarmak entelektüel sefalet değilse nedir ki?
Bu anlayışa sahip bir lider özlemi mi çekiyorsunuz? O zaman Erdoğan’a niçin muhalifsiniz Allah aşkına? Niçin?
Bir Ak Partili “Castro’yu sevdiğinize göre Erdoğan’ı niçin sevmiyorsunuz?” diye sorsa ne cevap verirsiniz?
Anti-emperyalist olmak, dünyaya meydan okumak bir lideri sevmek, hayran olmak için yeterli gerekçeyse Erdoğan da meydan okuyor, herkese kafa tutuyor.
Böyle yaptığı için peki ona niye kızıyorsunuz?
“Ama Castro halkı için yaptı tüm bunları, halk da onu çok seviyor” diyorsunuz. Halk seviyor da olabilir. Fakat 50 yıldır seçim olmamış, baskının hüküm sürdüğü bir ülkede halkın ne düşündüğünü nereden biliyorsunuz?
Kaldı ki halkın takdiri yeterli bir veriyse, Erdoğan 14 yıldır girdiği bütün seçimlerde halkın desteğini almış.
Siz Chavez, Castro gibi liderlere hangi gerekçelerle hayransanız bu halk da aynı gerekçeyle Erdoğan’a hayran.
O zaman Erdoğan’a olan hayranlık niye zorunuza gidiyor? Niye burada halka hakaret edip duruyorsunuz? Bu durumda sizin onlardan ne farkınız kalıyor ki?
Amerika’nın kumar üssü haline gelmiş bir ülkeyi bu girdaptan kurtarmak için Castro belki de iyi niyetle bir devrim yaptı. Fakat Küba’yı çeşitli nedenlerle yaşanabilir bir ülke yapamadı. Bu başarısızlığını da 50 yıldır hamasetle, ideolojik kılıfla örtmeye çalıştı.
Bunun sonunda ülke adeta yok oldu. Yetişmiş insanları ülkeyi terk etti.
Yoksulluk o ülkeyi çürüttü. Tek bir değer bırakmadı.
“Ama emperyalistler Küba’ya ambargo uyguladı o yüzden böyle oldu” diyorsanız, Erdoğan’ı bahane eden Batı, yarın Türkiye’ye ambargo uyguladığında bunun suçunu da Batı’ya atarsınız. Öyle mi?
Gidin o çok hayran kaldığınız liderin ülkesindeki kadının durumuna, statüsüne bir bakın. İnsanlığınızdan utanırsınız.
Demokrasi, özgürlük, insan hakları, eşitlik gibi değerlere dikkat etmeyip ilkelere göre değil, insanlarla kurduğunuz ideolojik yakınlığa göre hareket edebilirsiniz.
Bu yakışıksız durum sizin sorununuz.
Fakat hem böyle yapıp hem de bu halk bizi niçin duymuyor, bize niçin güvenmiyor, demokrasi, özgürlük diyoruz, bize niçin inanmıyor diye yakınmanız çok tuhaf.
Tarafgirlikle tutum belirlediğinizde toplum sizin esas derdinizin özgürlükler, demokrasi, insan hakları gibi değerler değil ideolojik bir saplantı olduğunu düşünüyor.
Böyle gördüğü için de bunca defosuna rağmen Erdoğan’ı terk etmiyor.
Eminim ki Castro’ya düzdüğünüz o övgüleri gören AK Partililer demokratlığınızın sahiciliğine gölge düşüren bu tavrınızdan sonra Erdoğan’a olan bağlılıklarını bir kez daha tazelemişlerdir.
Diğer taraftan başta ana muhalefet partisinin kimi mensupları olmak üzere “içerideki diktatörden” yakınanların bir kısmı da Castro’ya Atatürk’le ilgili olumlu sözlerinden dolayı hayranlık duyuyor.
Sevdiğimiz, beğendiğimiz birine övgü düzdüğü için yaptıklarına, ettiklerine bakmadan birine hayran olmak, onu göklere çıkarmak…
Ne korkunç bir aşağılık kompleksi, ne büyük bir sakillik.
Düşünce, akıl, değer yoksunluğu ve ilkesizlik her tarafı teslim almış.
Herkes hatasına, yanlışına rağmen kendinden gördüğüne sahip çıkacak, hayran olacaksa biz neyin mücadelesini veriyoruz ki?
Bu yazıyı ben de Murat Sevinç’in yazısı üzerine okudum. Bence Levent Gültekin eleştirilerinde temelde haklı. Bir iki nokta hariç. Yazısına garsona 100 tl. dolar bahşiş vermekle başlaması hata olmuş. Garsona bahşiş vermek aşağılayıcı bir şeydir. 100 dolar gibi yüksek bir miktarı vermek ise iyice aşağılayıcıdır. Levent Gültekin’in verdiği bu örnek Küba’nın yoksulluğunu değil, sadece kapitalizmin şımarıklığını anlatıyor. Gültekin’in yazısındaki bir diğer hata ise, Erdoğan’ın batıya kafa tutuşuyla Castro’nun emperyalizme karşı duruşunu birbirine karıştırmasıdır. İkisi hiç benzer şeyler değildir. Batı ile Erdoğan’ın çatışması demokrasi eksenlidir. Castro ile Batı’nın çatışması ise sömürü eksenli.
Bu iki noktanın dışında Levent Gültekin’in eleştirileri haklı ve yerinde. Dolayısıyla Murat Sevinç’in karşı çıkışı pek anlamlı olmamış. Murat Sevinç’in yazısında olumlu bulduğum nokta ise tek parti rejimini tartışmaya açık bir tutum takınmasıdır. Bu konudaki katılık solda halen çözülebilmiş değil.
Doğru yol diye bellenmiş bir düşüncenin boyunlara vurduğu tasma, geçmiş hataların kabullenilmesine engel oluyor. “La Déconnomie*” adlı kitabında, Jacques Généreux, anlamsız seçimlerle yolundan saptırılmış bir dalı yerli yerine oturtmaya çalışıyor.
* Fransızca’da “déconner” (zırvalamak) ve “économie” sözcüklerinden türetilmiştir. “Fiktisat” dense belki bir şey çağrıştırır (mânâsızlığıyla).
Vittorio De Filippis: “Déconnomie” lafıyla neyi kastediyorsunuz?
Jacques Généreux: Ekonomik sistemimiz, yani “hissedar kapitalizmi”, sadece işe yaramaz değildir. Cânidir de; insanları çalıştırırken öldürür, gezegeni tahrip eder, kansere yol açan ürünlerle havayı ve besinleri zehirler. İktisat politikalarımız bizi krizden çıkarma gücünde olmadıkları gibi, daha da batırırlar!
Günümüzde hükmeden ekonomik teoriye gelince; 2008’de ABD’li yatırım bankası Lehman Brothers’ın çöküşüyle patlayan krizin (bu çöküşe giden bir evveliyat da var elbette) başlattığı durgunluğun imkânsız olduğunu “kanıtlamak”la meşgul! Bütün bunlar düpedüz “zırvalamak”tır; yani mânâsız, salakça ve berbattır. Elitlerimizin geniş bir kesiminin, aynı kara cahillikleri rahat rahat benimsediklerini görünce insan hayret ediyor. “Déconnomie” işte bu “salaklık salgını”nın adı.
Vittorio De Filippis: Bu sistem nasıl yerleşebildi?
Jacques Généreux: Finansın mevzuatsızlaşması ve tüm gücü para sahiplerine vermiş olan küresel arazi rekabetinden alıyor kökünü. Sermayenin serbest dolaşımı, onu idare edenlere sürekli bir “çeker giderim buralardan, dımdızlak kalırsınız!” şantajı yapma olanağı verdi. Kapitalizm sadece mali randımana yönelik bir idareciliği işte böyle dayatıyor ve çıkarlarına hizmet eden bir vergi ve toplum düzeni elde ediyor. Tabiat kanunu değil bu. 1980’li yıllarda ABD’de ve İngiltere’de başlatılan muhafazakâr bir “karşı-devrim”in sonucu. Warren Buffett’ın deyişiyle, “sınıflar savaşında zenginlerin bir zaferi.”
Ama her şeyi açıklamıyor.
Mali mevzuatsızlaştırma ve serbest ticaret için bütün sol da, sağ kadar çalıştı. Bu büyük liberalleşmeyi desteklemiş olan bütün sol seçilmişlerin ve de bütün ekonomistlerin ve gazetecilerin; eşitsizlikleri patlatmaya ve kâr sağlamak adına emekçileri tüketmeye kararlı sermaye uşakları olduğunu düşünmüyorum! İçlerinden çoğunun, başka bir alternatif kalmadığı minvalli o asrın salaklığına hakikaten inanmış olmalarını ciddiye almak gerek. Siyaset, artık, âdetâ küresel ekonomik savaş ne kadarına izin veriyorsa o kadarla sınırlıymış gibi akıl yürüttüler. Kavanozdan bir çıksa neler yapabileceğini kendine sormayan bir kırmızı balığın düşüncesi bu.
Vittorio De Filippis: Bizzat siyasetçilerin imal ettikleri bir kavanoz…
Jacques Généreux: “Küreselleşmeye bağlı olarak” siyasî manevra paylarının yok olduğu iddiası, hükümetlerin kararıyla kendini sakatlamaktan ibarettir ve bütçe aracını etkili biçimde kullanmalarını yasaklayan anlaşmalara imza atmış yöneticileri olan Avrupa’da vahimleşmiştir. Düzgün akıl yürüten ilerici bir sol, mali mevzuatı yenileyebilir ve bütçe politikasının kullanımını tekrar ele alabilir. Ama 19990’lı yıllardan beri, sosyal-demokratların çoğunluğu aksi yönde akıl yürüttüler. Kendi kendilerine, “toplumsal hedefimiz nedir ve buna ulaşmak için hangi araçları seferber edebiliriz?” diye sormak yerine; “herhangi bir hedef tasarlamadan önce, rekabete dayanabilmeliyiz; günümüzde sol politika yürütebilmemiz için ödenecek bedel bu” diyorlar.
Vittorio De Filippis: O meşhur “üçüncü yol” mu bu? (The Third Way, https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9C%C3%A7%C3%BCnc%C3%BC_yol)
Jacques Généreux: Evet, aynı zamanda kapkara bir cahillik de bu. Şayet her sosyal ilerlemenin önkoşulu, küresel ekonomik savaşta cephe alma olanağı veren uygulamalara kendini uydurmak ise, o zaman, ülkeyi toplumsal gerileme ve savaş alanına çevirirsiniz. Freni patlamış bir rekabeti, toplumsal dayanışmayı yeniden canlandıracak yol gibi takdim etmek saçma! Oysa bu mugalata siyasî düşünceyi ve entelektüel kesimleri geniş ölçüde kangrene uğrattı. Bu salakça fikri teşvik etmekte zenginler sınıfının bulabildiği çıkar anlaşılır bir şey. Ama, bir kez daha, hem sağdan hem soldan seçilmişlerin, ekonomistlerin ve gazetecilerin bir kuşağının, sermayenin çıkarlarına daha iyi hizmet etmek amacıyla bu kara cahillikleri benimsemiş oldukları gibi garip bir varsayım ileri sürülemez.
Vittorio De Filippis: Yanlış nerede, kimde?
Jacques Généreux: Akla hayale sığmaz bir salaklıkta. Tek bir örnek alalım. Kafası ekonomiye pek çalışmayan herhangi biri bile, ekonomik durgunluğun tam göbeğinde kamu harcamalarının azaltılmasının, mevcut krizi vahimleştirdiğini anlayabilir. Kanaması olan bir hastayı hacamat etmekle aynı şeydir bu. Pekâlâ; Euro bölgesindeki 18 hükümetimiz ve onların binlerce uzmanı bunu hâlâ anlamadılar, ekonomi medyası bunlara neredeyse hiç itiraz etmedi, üniversite profesörlerinin çoğunun da desteğini alıyorlar.
Vittorio De Filippis: Ama bir kamu borcu sorunu yokmuş gibi davranamazsınız?
Jacques Généreux: Hakikati tahrif etmeyelim! 2008’de başlayan büyük kriz, sun’î bir büyümeye ve spekülasyon balonlarına para kaynağı sağlayan kredilerde ifrata kaçılmasının tetiklediği, “özel finansın krizi”dir. Ve bu ifrat, “hissedar kapitalizmi”nin çıkmazını gösterir. Hissedar için değer yaratılması, büyümenin iki temel motorunun, yani “emeğin ücretlendirilmesi”nin ve “üretken yatırımlar”ın içini boşaltır. O zaman, faaliyete destek olmak için kredi ve spekülasyon yoluyla arkasına bakmadan kaçış kalır ancak. Fakat, elbette, finans felaketi önümüzde ve ekonomik krize dönüşüyor, durgunluk ve bankaları kurtarma planları sebebiyle kamu açıkları patlıyor. Yöneticilerimiz budalaca sertlik politikalarını haklı göstermek için Devlet’in iflas edeceği korkusunu araçsallaştırdılar, çünkü en borçlu devletlerin borçlanmasını daha da vahimleştirdiler! Ama krizin hakiki sebepleri, yani şirketlerin idaresinde sermaye sahiplerine haddinden fazla iktidar bırakılması ve spekülasyona dayalı finansın mevzuatsızlaştırılması hâlâ devam ediyor. Üstelik, yöneticilerimiz bu aynı sebeplerin yakında yeni bir finans felaketine yol açmasına engel olmak için de hiçbir şey yapmadılar.
Vittorio De Filippis: “Merkez bankaları”, finans sistemini kurtarmak için nakit sağladı. Bugün faiz oranları sıfırda…
Jacques Généreux: Sonuç da sıfır. Bankaların nereye koyacaklarını bilmedikleri, yeni finans balonlarını besleyecek aşırı bir nakit birikimi var şu anda. Yatırımcılar kendilerini zayıf bir büyümeye ve bütçede sertlik politikalarına hazırladıkları müddetçe, krediyi bedava bile verseniz, ekonomiyi tekrar şahlandırmaya gücü yetmiyor. Sadece kütlesel kamu yatırımı planları; hem etkinliği tekrar şahlandırabilir, hem de yatırımcılarda güveni tekrar tesis ederek ekolojik geçiş etrafında desteklenmeye layık bir geleceği tekrar telaffuz edebilir. Bunun yerine, hükümetlerimiz ve uzmanları, kemer sıkmanın faziletleri üzerine 1920’lerden kalma kara cahillikleri tekrarlayıp duruyorlar.
Vittorio De Filippis: Siyasetçilerin aptallığını anlamak için, dolaylı bilişsel yolları, beynimizin meyilli olduğu “akıl yürütme hataları”nı zikrediyorsunuz. Somut bir örnek verebilir misiniz?
Jacques Généreux: Tam da kriz zamanında bütçelerdeki “kemer sıkma politikaları”ndan (austerity measures) akıldışı biçimde, sihirli çözüm beklenmesini ele alalım. Bu stratejiyi îmâ eden akıl yürütme, çoğu zaman, bireysel (ya da iktisatçı jargonumuzda “mikroekonomik”) düzeyde isabetli olan ile, ülke düzeyinde (ya da “makroekonomik” düzeyde) olup biten arasında bir karışıklığa dayanır. Eknomik durgunlukla yüzleşen bir girişimcinin üretim maliyetlerini azaltmaya uğraşması makûldür. Ama bu bireysel akıl yürütmeyi genelleştirerek “ulusal politikanın tüm ekonomik aktörlerin harcamalarını kısmalarına yardım etmesi gerektiği” değerlendirmesinde bulunursak; ulusal ekonominin intiharı olur! Yani, ülke bir şirket gibi idare edilmemeli, fakat bu salak gerekçeyi kullananların hepsi çoğunlukla kabul görüyor. Neden? Çünkü beynimiz, karmaşık hâdiseleri bireysel niyetlerin sonucuymuş gibi, ya da, herhangi bir bireysel aktörün akılcı hesaplarıymış gibi yorumlamaya kendiliğinden meyyaldir. Dünyayı kendi kişisel tecrübesinden yola çıkarak yorumlamak çok çekicidir.
Vittorio De Filippis: Peki entelektüeller ve uzmanlar nasıl böyle dolaylı bilişsel yolların elinde oyuncak olabiliyorlar?
Jacques Généreux: Entelektüel elitlerimizin geniş bir kesiminin tamamen saçma ekonomik akıl yürütmeleri desteklemesi bir vâkıa. Bundan sonra, ya onların kamuoyunu manipüle etmek için yanlış akıl yürütmeleri kasten desteklediklerini varsayarsınız; ya da, benim yaptığım gibi, anlattıkları salaklıklara hakikaten inanıyor oldukları varsayımını daha ciddiye alırsınız. Nobel ödüllüler bile hatada inat edebiliyorlar. Bunun sonucu, zekilerin salaklığını anlamamız gerek.
Vittorio De Filippis: Bilişsel bilimlere dayanarak mı?
Jacques Généreux: Tam olarak da “ekonomi uygulamalı psikoloji”ye ve “evrimsel biyoloji”ye dayanarak. Bu dallar, iyice düşünülüp taşınılmış akılcı düşüncenin hiç de kendiliğinden oluşmadığını öğretir bize. Beynimizde en büyük zekâya yetecek bilişsel kapasite vardır, ama biyolog Thomas Durand’ın dediği gibi “düşünmek için yapılmamıştır*”. Varkalmak, üremek ya da toplumsal rekabet için bir avantaj sunan bilişsel tertibatın ayıklanıp seçildiği uzun bir evrimin sonucudur. Bu bakış açısıyla, hâdiselerin akılcı bir bilgisinin sabırla araştırılması hiçbir avantaj da sunmaz. Kahneman’ın (2002 Nobel Ekonomi ödülü sahibi) ayrımına tekrar dönersek, iki vitesli bir düşünce sistemimiz vardır. Aklın ağır düşüncesini harekete geçirmeye kararlı bir çaba olmaksızın, hakikati pek umursamayan ve bizi korumak, ya da rakiplerimizi cezb veya alaşağı etmekten başka hedefi olmayan anlık bir refleks düşüncesinin yönlendirmesindeyizdir.
* Thomas Durand, “l’Ironie de l’évolution”, éd. du Seuil tarafından yayımlanacak.
Vittorio De Filippis: “Déconnomie”ye ne bakımdan etki ediyor bu söylediğiniz?
Jacques Généreux: “Refleks” düşüncemiz fiziksel ve ruhsal güvenliğimiz için ya da toplumda rekabet için yararlı bir sürü dolaylı bilişsel yollarla doludur; fakat mantıksal problemleri çözmemiz ya da karmaşık hâdiseleri düşünmemiz gerektiğinde bizi yanlışa sevk ederler. Davranış ekonomisi, ekonomik seçimlerimizin çoğu zaman “akıldışı olduğunu” böylece kanıtlayabilmiştir. Ekonomi biliminde hâkim olan akımın, bireylerin (sözümona) “akılcı!” hesabından yola çıkarak tüm makroekonomik hâdiseleri açıklama iddiasında bulunmasına engel olmuyor bu. Ekonomistlerin bu kusuru ise, her olayın ardında sorumlu bir aktörün niyetli eylemini görmeye iten dolaylı bilişsel yolları bizzat yansıtıyor; oysa sonucunu bireysel iradelerin kavrayamadığı “karmaşık toplumsal etkileşimleri anlamaya uğraşmalıyız.” Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de, refleks düşünce tüm zihinleri (en parlaklarını bile) kendi hatalarını inkâra ve sadece başkalarının hatalarını görmeye yatkın kılıyor. Zira toplumda ayakta kalmak ve başarmak için en önemlisi inandırıcı olmaktır; hakikati bulmak değil.
Vittorio De Filippis: Yöneticilerimiz ciddi bir biçimde düşünmeye zorlanmıyorlar mı?
Jacques Généreux: Hiç kimse zeki olmaya mecbur değil. Bu bir refleks değildir; otomatik düşüncenin tuzaklarını bozmak için sürekli bir irade göstermektir, hakiki bir emektir. Dolayısıyla, bu tuzaklara karşı uyarılmamışsanız ve hakikate derin bir düşkünlüğünüz, düşünmek için lüzumlu zamanınız ve serinkanlılığınız yoksa, o zaman bu kusura düşme riskiniz yükselir. Yöneticilerimizin ekonomi bahsinde yaşıyor göründükleri tecrübe de tam budur. Düşünme zamanı bulduklarında bile, siyaset yarışının öyle koşulları vardır ve öyle yoğundur ki, öncelikle kazandıracak gerekçeleri ararlar, ki çoğu zaman, hakikatin ya da adaletin akılcı arayışıyla hiçbir alâkası yoktur kazanmanın. Ve gerçekler önümüzde: 2008-2017… Sekiz yıllık krizden sonra bile, kaba hatalarını hâlâ kabullenmediler. 1930’lu yıllardaki gibi, başka türlü düşünmeyi ve harekete geçmeyi akıl etmeleri için büyük bir küresel felaket bekliyor gibiler.
Vittorio De Filippis: “Kamusal tartışma”, kolektif zekâya, aptallığın aşılmasında niçin yardımcı olamıyor peki?
Jacques Généreux: Zekânın serpilip gelişmesinin elzem şartlarını yok eden “umumîleşmiş aşırı rekabetin kusuru” bu. “Ağır düşünce”nin, zamana ve huzura ihtiyacı vardır. Oysa, mevcut ekonomi “düzeni”, düşünmeye elverişli zamanı yok eder ve işyerindeki stresi, rekabeti, işsizlik ya da sınıf düşme korkusunu umumîleştirir. “Aşırı rekabet” refleks düşünceyi, yani sürünün içinde varkalmak ve baskın çıkmak için mücadele veren hayvanın düşüncesini ön safa yerleştirir. Tek başına yarışmak, kelimenin gerçek anlamıyla “hayvan”laştırır. İnsanı zeki kılan, ortakça işbirliği içinde müzakeredir. Kendi hatalarımızdan ziyade ötekilerin hatalarını görmede daha yetenekli olduğumuza göre, hatalarımızı anlamak için ötekilerle gerekçelerin konuşturulduğu tartışmalara ihtiyacımız var.
Vittorio De Filippis: Ama politika da, tam olarak, gerekçelerin konuşturulduğu tartışmanın dayanağı değil mi?
Jacques Généreux: Öyle olmalı. Ama “sahte-demokrasimizin” işleyiş tarzı, kamusal tartışmayı aydınlatmak yerine sersemleştirmeye yönelik. Çünkü iletişim tekniklerinin gelişmesiyle; önce televizyon, daha sonra da internet ve sosyal ağlar yoluyla bilhassa azgınlaştırılan, makamlar için umumî bir yarış sistemi bu. Bir anlık görüş demokrasisindeyiz; “her konuda derhal bir görüşümüzün olması gereken” bir demokrasi. Kamusal tartışmada varolmak için, aydınlatmaya ihtiyaç yok; yerini kaptırmamak için her gün kılıç kuşanmak yeterli.
Vittorio De Filippis: “Sınıf mücadelesi”nin yerini “yer kapma mücadelesi” mi aldı?
Jacques Généreux: Evet, böyle düşünüyorum. Oy pusulaları için yarışmak, ortak yarar arayışında en yetkin ve en istekli olanları eleyip, “yer kapma mücadelesi”nde en yetenekli olanları seçen bir oy pazarı gibi işliyor artık.
Vittorio De Filippis: “Déconnomie”nin siyasî alternatifi nerede peki?
Jacques Généreux: “Büyük gerileme” diye adlandırdığımı insanlara izah edip mâkul çıkış yolları önererek, onların zekâsına çağrıda bulunan, Mélenchon’un vücut verdiği ilerici bir söylem kalıyor. “Kurumlarımızı tekrar temellendirerek yurttaşların kolektif zekâsını tekrar seferber etmek” diye bir derdi olan tek söylem de bu. Ama korkunun esinlediği refleksleri teşvik etmekle yetinerek salaklığa çağrıda bulunan “yabancı korkulu milliyetçi tepkinin (Xenophobia & Zenofobi)” söylemini alt etmek için daha yapacak çok iş var.
Vittorio De Filippis: Bütün bunlara nasıl zekâ katılabilir?
Jacques Généreux: Başlı başına bir program bu! Ama önce salaklığımızın bu sorunun bir parçası olduğunun bilincine varmak gerekiyor…
[Jacques Généreux: Fransız ekonomist ve siyasetçi. 35 yıldır “Paris Siyasal Bilgiler Fakültesi”nde ekonomi öğretiyor. “Les économistes atterrés**” grubu mensubu, “La France Insoumise (Boyun eğmeyen Fransa)” programını ve bu programın adayı Jean-Luc Mélenchon’u takdim edenlerden. “La Déconnomie” adını verdiği kitabı yeni çıktı.
** Les économistes atterrés, (“İnfial İçinde İktisatçılar”): Ekonomi dalında araştırmacı, akademisyen ve uzman bir grup solcunun 22 Şubat 2011’de kurduğu dernek. “Neo-liberalliği doğru yol belleyenlerin hükmetmesine tevekkül göstermedikleri”ni bildiren iktisatçıların kolektif düşüncesini ve kamu önünde ifadesini canlı ve ayakta tutmak için çaba göstermektedir.
Hazırlayan: Vittorio De Filippis, gazeteci, “Libération”
Çeviren: Haldun Bayrı
30 Ekim 2016]
“Garsona bahşiş vermek aşağılayıcı bir şeydir. 100 dolar gibi yüksek bir miktarı vermek ise iyice aşağılayıcıdır.”
100 USD tabii ki abes. Hatta, gorgusuzluktur –tabii ki, sisesi 2,000 USD’dan sarap ictiginiz bir restoranda degilseniz (ki, bu daha da buyuk bir gorgusuzluktur; o ayri).
Fakat, kategorik olarak “Garsona bahşiş vermek aşağılayıcı bir şeydir” demek de dogru degil.
Bahsis, nihai analizde, alinan hizmete yonelik bir takdirdir –rusvet degil.
Ve, bazi ulkelerde –ozellikle de ABD’de– garsonlarin asil geliri bahsislerden kaynaklanir.
O kadar ki, cogu eyalette, ismi konulmamis (zimni) bir kanun gibi, %15-20 civarinda bahsis vermeniz BEKLENIR.
Aksi halde, garson sizinle acikca munakasa edebilir (basima gelmisligi vardir; gelenekleri bilmiyordum).
Bazi yerlerde de, bahsis orani acikca menude yazilidir; ve, dolayisiyla, zorunludur.
Daha detayli bilgi icin suraya bakilabilir:
https://www.tripadvisor.com/Travel-g191-s606/United-States:Tipping.And.Etiquette.html
Yani, demem o ki, kendi ahlaki/kulturel kodlarinizi her yerde ve her zaman gecerli sanmak pek de dogru degil.
Bu boyle de, bizim uyanik aydinlarimiz apayri bir alemde yasadiklari icin, ‘Resit, sen de, sen isit’.. 😉
İsmi bende mahfuz bir öğretmen İzmir’den mesaj çekmiş, “Ben de Aralık ayı maaşımı bağışlamak istiyorum. Ama nereye göndereceğimi bilmiyorum…” diyor.
Bir başkası Trabzon’dan mail atmış; anlaşılan o ki dolarınızı TL’ye çevirin çağrısını yanlış anlamış.
Diyor ki; “850 dolarım vardı bozdurdum. Para bende, gelsin devlet alsın onu benden…”
Bu millet böyle bir millet.
Sayın Cumhurbaşkanımız geçen gün “yalnızım” dedi (ona bu duyguyu yaşatanlar utansın, ayrı konu) ama bu millet “ölümüne” onun arkasında.
Tanklara çıplak ellerle karşı koyan bu millet ekonomik ablukaya karşı da koyacaktır.
Paniğe hiç gerek yok; 2001’de, repo piyasasındaki faizlerin 7500’leri gördüğü Türkiye’den bu günlere geldik.
Başardık, yine başaracağız.
AK Parti 2002’de iktidara gelir gelmez müthiş bir aşkla geceli gündüzlü çalıştı; “diklenmeden dik durarak” kuşatıcı bir politika izledi; İstanbul’u finans merkezi yapmak için gerekli reformları yaptı.
Her şeyi son derece planlı programlı yürüttü. Dostları arttırmaya çalıştı; köprüler yıkmak yerine, köprüler kurmayı seçti.
Bugün de öyle yapmak mecburiyetimiz var.
Ülkemiz 15 Temmuz gecesi çok ağır, çok kahpe bir işgal saldırısına maruz kaldı ama biz bunu dış çevrelerde hâlâ hakkıyla anlatamıyoruz.
Duyarlığı diri tutmak için iç kamuoyuna yönelik söylemlerde makul miktarda hamaset olması gayet normaldir; lakin, dış piyasada hamaset zerre miskali çalışmaz.
FETÖ’nün ne menem bir örgüt olduğunu daha içerdeki şebeleklere anlatamadık, elin Hans’larına nasıl anlatacağız?
Terör örgütü dediğinde, adamın aklına sadece konvansiyonel terör örgütleri geliyor.
Hem Kürtçü hem Türkçü, hem Kemalist hem anti-Kemalist, hem dindar hem dinsizin aynı örgütte (FETÖ) yer alabileceğini aklı almıyor ki?!
Ne ki, akıllarının alacağı şekilde anlatmamız lazım.
Şayet biz TSK’daki generallerin yarısını ve tüm polis teşkilatını ele geçiren, yargıyı, eğitimi ve iş dünyasını kontrol eden dünyada eşi benzeri olmayan bir örgütü (FETÖ) tasfiye etmeye çalıştığımızı adamakıllı anlatamazsak, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek şekilde 500 şirkete el koymamızın gerekçesini de anlatamayız.
Anlatamayınca da yabancı yatırımcı gelmez, gelenler de elini ayağını çekmeye koyulurlar.
“Biz anlatsak da anlamazlar, anlamak istemezler; ümüğümüzü sıkmak istiyorlar zaten, neden anlasınlar…” yollu itirazları duyar gibiyim.
Her şeyden evvel şunu söyleyeyim, bu tarz itirazlar sadece çözümsüzlüğün ifadesidir.
Dünyadaki “değişimi” biz belirlemiyoruz. Liberal sistem dairesinde onca yıldır yelken açıyoruz. Madem öyle alın misketlerinizi gidin, biz oynamıyoruz, diyemeyiz.
Bir de unutmayalım: Yatırımcı nihayetinde kârına bakar.
Yabancı sermaye güven ister, belirsizliğe hiç tahammül göstermez. Hülasa, yarınlardan emin olmak ister. (Dünyanın finans merkezi Londra’da en son kanun değişikliği 1937’de gerçekleşmiş.)
Güven verecek işler yapalım.
Mesela, çağıralım ülkemize en büyük yatırım yapanları konuşalım; ne istiyorsunuz, diye soralım. Samimiyetle dinlendiklerini hissetmeleri bile çok olumlu sonuç doğuracaktır.
Yurtdışı piyasalarında güven oldukça azaldı ve iç tüketim de bir hayli daraldı.
Risk almamak için gördüğünü söylemeyen ama arkadan lagaluga edenler, her gün kutsal kripto avcılığına çıkan sosyal medya şovalyelerinin gözüne girmek için popülist çıkışlar yapanlar var ya, Sayın Erdoğan’ı “yalnız” bırakanların en sinsileri bunlardır. Neyse…
Kısa, orta ve uzun vadede neler yapılması gerekiyor:
Kısa vadede yapılması gerekenlerden, yabancı yatırımcıyla diyalog kurmak ve güven ortamı inşa etmek olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
Devam edelim: Öncelikle piyasaya likidite vermek lazım. Bir de, ekonomiyle ilgili her kafadan ses çıkmamalı; mesajlar tek bir elden ve güven verecek şekilde verilmeli. (Bu arada, faizle ilgili en önemli sorun mevduat kapma kavgasıdır. Fakat bankalar hiçbir şekilde kredi portföylerini menkul kıymetleştirme çalışması yapmıyor. Oysa bunu yapsalar hem mevduat kadar cazip getirili bir ürünü piyasaya sunmuş olurlar hem de likidite ile sermaye yeterliliğinde rahatlamış olurlar.)
Orta vadede, uzun yıllardır konuşulan ve birçok programa girmiş yapısal reformlar için yasal değişiklikler behemehal yapılmalıdır…
İhracatçılar modern zamanların akıncılarıdırlar. Bir birim döviz için gitmedikleri coğrafya, almadıkları risk yok. Maliyeden vergi iadesi sürecinde “banka teminat mektubu” istenen ihracatçılarımıza kesin kolaylıklar sağlanmalıdır.
Bir de vergiler azaltılmalı. AB ülkelerindeki vergi emsal gösterilmesin. AB ülkelerinde sermaye birikimi tamamlanmış, biz henüz gelişmekte olan ülkeyiz.
Uzun vadede, ekonominin dışa bağımlılığı azaltılmalı, tüketime dayalı büyümeyi değiştirmek üzere üretimi teşvik eden uygulamalar hayata geçirilmeli. Bunun için de üretime kolaylık sağlanmalıdır. (AVM’ler 1-2 yılda bitirilip faaliyete geçerken bir fabrikanın sadece izinlerini almak 2-3 yıl sürüyor. Böyle olmaz.)
KOBİ’lerde istihdamın arttırılması için destek olmalı.
Uzun lafın kısası, daha az tüketip, daha çok tasarruf etmeliyiz. Tasarruflarımızı da yatırımlara dönüştürerek üretimi ve istihdamı arttırmalıyız.
Aklımızdan çıkarmayalım: En büyük, en çetin savaş şu an ekonomik alanda sürüyor.
Hiç kuşkunuz olmasın; yeryüzündeki tüm mazlumların 15 Temmuz direnişini gıptayla izlediği bu millet, yine başaracaktır.
Ve, sen yine ağlayacaksın, ey bu şanlı millete musallat olan Pensilvanya iblisi.
Salih Tuna
Yeni Şafak
7 Aralık
*
Diktatörlüğünüz ve İslamcılığınız el ele, kol kola devam ettiği sürece, ağzınızla kuş tutsanız da, deveye hendek atlatsanız da, ekonomideki ateşi söndüremezsiniz.
FETÖ diye mimlediğiniz güruhla ikiz kardeşsiniz, aynı b*kun öteki yüzü, yok farkınız birbirinizden.
1. RTE ve AKP, iktidardan düşmediği sürece,
2. ‘Bilim’ tekrar merkeze koyulmadığı sürece,
ekonominin düzelmesi rüyaları görmeyin.
Aşağıda söylenenlerin aynısını bazen Türkiye sakinleri için düşünüyorum, bu yüzden alıntılamak istedim:
“Elimden gelse Shire’ı kurtarmak isterim – gerçi zaman zaman Shire sakinlerinin kelimelerle anlatılamayacak kadar ahmak ve sıkıcı olduğunu, burayı ancak bir depremin veya ejderha istilasının paklayacağını düşünmedim değil.”
Gün abi yastık altında kötü günler için sakladığın dolarını bozdurdun mu?
Dış mihraklar askeri darbeyle yapamadığını ekonomik krizle yapmaya çalışıyor ama biz bu oyunu da bozacağız hayırlısıylan abi.
Sen de vatansever bir anarşist olarak dolarını bozdurdun mu abi?
Şükürler olsun yarrabim bir diktatör daha öldü .yıllarca zenglinlik içinde yaşamış halkı 2 dolara çalışan yıllarca kendi ülkseisnde farklı düşünen insanları zindanlarad yıllarca hapis tutmuş eşitlikci sosyalist bir önderimiz daha yitirdik darısı tüm dikratörlerin başına
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2016/12/meleklerin-cinsiyeti.html
açikcasi okudugum yazilarinizdan sizin siyasi yelpazenin ne tarfinda oldugunuzu anlamis degilim, acaba anarsist mi? troçkist mi yoksa maoist mi diyorum, neyse bu okadar da önemli degil, bir iki sorum olacak size cevap verirseniz sevinirim, mesela eger castro ülkesinde fuhus oldugunu kabül etmis olsa idi onun hakkindaki dusunceniz de herhangi bir degisiklik olurmuydu ? Küba nin içinde bulundugu sartlarda amerika nin bütün baskilarina ragmen direnmelimiydi yoksa pes mi etmeliydi? veya siz onun yerinde olsaydiniz ne yapardiniz? veya günümüzde devrimini basarmis bir ulke varmi? Gördügüm kadari ile hariç ten gazel okumak kolay görünüyor, sizin gibi hiç bir tarafin savunmasini yapmamak risk almaktan korkmak anlamina gelmiyormu? alternatif olarak ne gosteriyorsunuz, troçkism mi?
sorularını tek tek cevaplayayım:
1. Anarşistim;
2. Castro, ülkesinde fuhuşun devam ettiğini açıkça kabul etse bu onun açısından dev bir adım olurdu. Gerçekleri halkla paylaşan bir lider özgürlükçü bir liderdir;
3. Elbette direnmeliydi. Değerli yanı da budur.
4. Günümüzde devrimi başarmış bir ülke yok ve zaten olamaz da. Çünkü devrim başarılamaz, sadece gerçekleşir.
5. Tersine, hiçbir tarafın savunmasını yapmamak, her taraftan tecrit edilmek anlamına gelir. En büyük risk budur.
6. Alternatif diye bir şey yoktur ya da alternatifi toplumlar kendileri yaratırlar. Hiçbir ideoloji bunu sağlayamaz. Anarşizm de aslında bunu söyler.
Küba’ya düşman insanlar yetiştirme çabası coni patentli ve geniş bir atlasta geçerli kültürel bir dizayn etme olayı. Küba’da bir tek dilenci yok. Açgözlü tavır yok. Fuhuş yok. Bunlar zaten Küba’da sosyal programlarla eğitim sistemiyle yok ediliyor. Bir kişiye bahşiş veremezsiniz, almazlar. Bacakta puro sarılması yalan ve fantezi. Bedenini satmak büyük bir ahlaksızlık sayılır ve genelev, pavyon vb. yok. Coni patentli zihin, bu konuda algı çalışmasıyla yalancılık yapıyor. Yönetimin yolsuzluğunu hiç görmedim. Özgürlük sorunu yok. Hapishanelerde düşünce suçlusu yok. Sadece faşist ve ajan satılık kişilere yaptırımlar var ve bunlar da kaçıp uzaklaşıp coni güdümüne giriyorlar. Troçki yandaşlığı yok ülkede ve hiç olmamış. Olsa, zaten bir sorun olmaz. İftira sağanağı altındaki bu güzel ülkede halkın bilincini de görmeniz gerekli.