Bunlar Hrant’ın değil, AKP’nin arkadaşları!
Sol Portal’dan alınmıştır. 20.01.14
(250 tıklama hatalı bir şekilde silinmiştir)
Mahkeme Dink cinayeti kararını açıkladı, cinayetin yıldönümünde AKP’ye yönelik öfke bir kez daha haykırıldı. Fakat Hrant’ın Arkadaşları arasındaki AKP yandaşlarının bu 5 yıldaki şeceresini dökmenin de tam zamanı değil mi?
Hrant Dink cinayetinin ardından oluşturulan Hrant’ın Arkadaşları grubunda yer alan kimi isimlerin 5 yılda yaptıkları, bunların Hrant’ın arkadaşı olmaktan ziyade AKP’nin arkadaşı olduklarını düşündürüyor.
Dink davası, tetiği çekenlerle bunu kışkırtan ve buna göz yumanlar arasındaki bağlantıların, çok büyük bir açıklıkla ortaya döküldüğü bir dava oldu. Fakat 5 senenin sonunda bitirilen davada (“suça sürüklenen çocuk” olduğu gerekçesiyle dosyası ayrılan Ogün Samast hariç) sadece Yasin Hayal ve Erhan Tuncel’e ceza verildi. Ancak herkes örgüt suçlamasından beraat ettirildi. Tuncel’e Dink davasından değil, McDonalds bombalamasından bir miktar ceza verildi ve kendisi davanın ardından tahliye edildi.
Davada tetikçilerle ilişkisi bilinen çok sayıda devlet görevlisi vardı. Bunların soruşturulmasını, tek bir odak önledi: AKP. Soruşturulmaları bir yana, bazıları AKP tarafından açıkça ödüllendirildiler. Dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler, AKP’den milletvekili yapıldı. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, şimdi Osmaniye Valisi. Delil kararttığı sabit olan cemaatçi emniyet müdürü Ramazan Akyürek, kendi isteğiyle Ankara Emniyeti Araştırma Planlama Kurulu’nda uzman olarak çalışıyor. İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler aradan geçen 5 senede 4. yıldızını da alıp terfi etti; o da Araştırma ve Planlama Kurulu uzmanı… Cinayete göz yumulmasında ve ardından cinayetin örtbas edilmesindeki rolü gündeme gelen, dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer, Mart’ta İstanbul İstihbarat Şube Müdürü görevinden alındı. Bu görevde yıllarca Ergenekon benzeri siyasi operasyonları düzenleyen dar ekibin başta gelen üyelerinden biriydi. Şimdi Tanık Koruma ve Bomba İmha Şubelerinden sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı. Dink’i makamında tehdit ettiren dönemin İstanbul Vali Yardımcısı Ergun Güngör, Yalova Vali Yardımcısı. Güngör’ün makamında Dink’i tehdit eden iki MİT görevlisi Handan Selçuk ve Özer Yılmaz hakkında ise hiçbir soruşturma yapılmadı.
Liste uzayıp gidiyor. Bir tek, cinayetten haberdar olmasına rağmen en azından buna göz yumduğunu bildiğimiz dönemin Trabzon İl Jandarma Komutanı Albay Ali Öz ile İl Jandarma İstihbarat Şube Müdürü Yüzbaşı Metin Yıldız ve 4 sanık ufak cezalar aldılar.
Ve bu tabloya rağmen, 17 Ocak’taki kararın ardından Hrant’ın Arkadaşları’ndan bazı isimler, hâlâ AKP’ye toz kondurmamakta kararlı. Bu “arkadaşlar”dan Oral Çalışlar, kararın açıklanmasından bir gün sonra yazdığı yazıda “Hrant Dink’in darbecilerle mücadelede AKP’yi hep desteklediğini” söylüyor, “Dink’i öldürenlerin Erdoğan’ı da öldürmeye çalıştıklarını” iddia ediyordu. Dink’in öldürülmesinden sonra bir süre Agos’taki Genel Yayın Yönetmenliği görevinin verildiği Etyen Mahçupyan, tüm yolları AKP tarafından kesilmiş bu davanın böyle bitmesinin faturasını akıl almaz bir zorlamayla PKK’ye kesiyor, “PKK ve Kürt meselesi olmasaydı Hrant Dink davasında daha cesur karar verilirdi” diyordu.
Davanın 5 sene sonra kapatılmasına rağmen sürdürülen bu AKP’ye toz kondurmama halinin arkasında, Türkiye’de yaşanan baskıların odağında Ergenekon denilen bir yapıyı ve askeri vesayeti görmek ve AKP’yi, bununla mücadele eden fakat yeterince gözüpek davranamayan bir demokrasi havarisi olarak algılamak yatıyor. 17 Ocak’ta kararın verilmesinden hemen sonra yaptığı açıklamada Dink ailesi avukatlarından Fethiye Çetin “Daha düne kadar devletin ötekisi ve hedefi olanlar ve bugünün egemenleri, bugün kendilerini ötekileştirenlerle ittifak kurmuş görünüyorlar. Ama bilsinler ki bu ittifak geçicidir” derken, 10 senedir ülkeyi tek başına yöneten ve bürokrasi içerisinde yandaşları dışındaki tüm odakları tasfiye etmiş olan AKP’yi hâlâ muktedir değil, birtakım karanlık kuvvetlerin “müttefiki” gördüğünü ortaya koyuyordu.
Bu tavır, Hrant’ın Arkadaşları’nı “dava Ergenekon’a bağlanmalıydı” tezine götürüyor. “Arkadaşlar”dan Ufuk Uras, dava sonrası yaptığı açıklamalarda bundan yakınıyor, “Hrant’ı tehdit edenler şu anda Ergenekon’dan tutuklu” diyerek, cinayet adresini Silivri olarak gösteriyordu. Uras’ın açıklamalarında, cinayetteki rolü sayısız kanıtla ortaya konmuş olan Gülen cemaatiyle ilişkili Akyürek, Yılmazer gibi polisler hakkında dişe dokunur bir şey geçmiyordu.
Bu kişiler, aslında cinayetin, şimdiye kadar sorumluluğu ortaya çıkmış kesimler arasında tek bir tarafa, “ulusalcı” olarak kodlananlara yıkılmasını planlıyorlar. Oysa özellikle Nedim Şener’in iki kitabında ortaya koyduğu üzere, cemaat yanlısı polislerin aktif olarak cinayete daha fazla dahil oldukları görülüyor, ancak bunlar büyük oranda gözden kaçırılıyor. Cinayet Ergenekon’a bağlanıp Veli Küçük-Kemal Kerinçsiz gibi milliyetçilere bağlansa, Hrant’ın Arkadaşları’nın büyük kısmı bu kampanyayı bitirecekler.
AİHM savunması ve Ali Bayramoğlu
Hrant’ın Arkadaşları arasındaki bu AKP sevdalısı isimlerin sevdalarının boyutlarını algılamak için, o kötü şöhretli AİHM savunması vakasını hatırlamakta yarar var. Dink’in eşi Rakel, kızları Delal ve Sera, oğlu Arat ve kardeşi Hosrof Dink, “Hrant Dink’in polis ve jandarmanın suikast hazırlığını önceden bilmesine rağmen öldürüldüğü” gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurmuşlardı. Hükümet AİHM’e gönderdiği savunmada Dink’in 301. maddeden ceza aldığı yazısını “Nazi propagandasıyla” bir tutan bir savunma yapmış ve cezayı hak ettiğini ima etmişti.
Cinayetin üzerinden 3 buçuk sene geçmişken açığa çıkan bu olay, tam bir rezaletti. Vahim savunmayı, Vatan gazetesi muhabiri Kemal Göktaş haberleştirmişti. Fakat Hrant’ın liberal arkadaşlarından neredeyse çıt çıkmadı. Neredeyse diyoruz, çünkü çıt çıkaranlar da vardı. Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu, bu skandal savunmadan sonra hükümeti değil haberi yapan gazeteci Kemal Göktaş’ı suçlayarak, “10 aydır Dink dosyasında duran AİHM’deki devlet savunması, nedense en kritik zamanda dosyadan çıkartılıyor ve basına veriliyor, bu yolla hükümet Dink cinayetinde tekrar hedefe konmaya çalışıyor” dedi.
Hrant’ın “hükümetin tekrar hedefe konmasını engellemeye çalışan” arkadaşı Ali Bayramoğlu, Hrant’ın Arkadaşları arasında o kadar muteber bir kişiydi ki, Uluslararası Hrant Dink Ödülleri jürisinde de kendisine yer verilecekti.
Bayramoğlu’nun “hükümeti hedef gösteriyorlar” yakınması, birden ağızdan kaçırılmış bir söz falan değil. Basbayağı, “kitabı yazılan” bir argüman. Kitabı yazılan, çünkü Bugün gazetesinin Ankara temsilcisi Adem Yavuz Arslan’ın çıkardığı “Bi Ermeni Var” kitabında aynen bu tez işleniyor, cinayette cemaatçi polislerin rolü örtbas edilip, iş polis içindeki diğer “İstanbul” ekibi, jandarma ve Ergenekoncular’ın üzerine yıkılmak isteniyordu. Zaman gazetesi yazarı Bülent Korucu da kitapla ilgili yazısında misyoner cinayetleri ve Dink suikastinin asıl amacının AKP’yi yıpratmak olduğunu iddia ediyordu.
Bir kere AKP, “birinci cumhuriyeti yıkan demokrasi havarisi” olarak kabul edildiğinde, liberal akıllar ciddi ciddi AKP’ye karşı en ufak eleştiride bir çeşit “Ergenekon komplosu” görüyorlar. Kemal Göktaş’ın blogunda aktardığına göre, söz konusu olaydan sonra Ali Bayramoğlu, Göktaş’ı arayıp “haberi ilk yazanın sen olduğunu bilmiyordum” diyerek özür dilemiş. Ancak tabii bu özrünü, iddiasını yaptığı gibi köşesinde yazmadı ve sonuçta AKP’nin o rezalet savunmasının yapılması değil, haberleştirilmesi günah oldu. Korucu’yla birlikte okuyunca, hani neredeyse Göktaş’ı, Dink cinayetlerini işleyenlerle aynı konuma oturtan bir günah…
Ödül ve Alper Görmüş
Ali Bayramoğlu’nun da içinde olduğu Hrant Dink Vakfı’nın ödül komitesi, 2009’daki ödülü Taraf yazarı Alper Görmüş’e verdi. Görmüş’e ödül verilmesi, Hrant’ın Arkadaşları içerisinde öne çıkan siyasi çizgi düşünüldüğünde aslında çok tutarlıydı. Görmüş, AKP’nin yürüttüğü Ergenekon ve benzeri siyasi operasyonlara verdiği büyük destekle tanınıyordu.
Öyle destek veriyordu ki, cinayetin aydınlatılmasında kuşkusuz en fazla emeği geçmiş gazeteciyi, Nedim Şener’i, cinayeti işlediği iddia edilen Ergenekon örgütünün üyesi olarak yargılayan davaya dahi arka çıkıyordu. Haziran ayında Alman Der Tagesspiegel gazetesinde çıkan yazısında Türkiye’de yüzlerce gazeteci yargılanmasına rağmen, bunların büyük kısmının aslında hükümete değil, darbecilere dair haber yaptıkları için yargılandıklarını iddia ediyordu. Artık sayısı 100’ü bulan tutuklu gazeteciler arasında tek bir tane “darbecileri eleştiren” gazeteci olmamasına, dahası aslında bu eleştirinin bugün Türkiye’de en kolay yapılan eleştiri olduğuna değinmiyordu dahi.
Daha fenası, Ahmet Şık’ın o sıralarda henüz yayımlanmamış kitabının “örgütsel doküman olduğu ve Ergenekon tarafından yazdırıldığı” şeklindeki savcı iddialarını “bulgu” olarak aktarıyor ve kitabın toplatılması kararını, sadece “yasanın katı bir yorumu” olarak niteliyordu. Görmüş, “Bence, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları; Adalet ve Kalkınma Partisi ile Gülen cemaatini ‘iç düşman’ olarak kodlayıp boğmaya çalışma hedefi doğrultusunda araçsallaştırmaya son derece elverişli olduğu için bu kadar büyütüldü” diye ekleyerek, aynı argümanı sürdürüyordu: Hedef AKP’yi zayıflatmak…
Yabancı basına Türkiye’de basın özgürlüğü üzerine yazı yazıp, AKP’ye tek kelime etmeden gazetecileri suçlayan bir “gazeteciye” Hrant Dink Ödülü verilmesi, Hrant’ın değil AKP’nin arkadaşı olanlara yakışırdı doğrusu.
Ödül ve Ahmet Altan
Hrant Dink Ödülü’nün Görmüş’e verilmesi tepki yaratmıştı yaratmasına ama, 2011’de Ahmet Altan’a verilmesi deyim yerindeyse infial uyandırdı. En büyük tepki de, seneler geçmesine rağmen halen ödülün Nedim Şener’e verilmemiş olmasınaydı. Ogün Samast 20 yılla yargılanırken, Dink kitapları nedeniyle 32,5 yıl hapisle yargılanan Nedim Şener yerine, ödül için Ahmet Altan seçilmişti. Altan ve Genel Yayın Yönetmeni olduğu gazetesi Taraf, aksine, Şener’in, Ahmet Şık’ın, Odatv’cilerin Ergenekoncu olduklarını kanıtlamak için var gücüyle çalışıyordu.
Altan’ın Taraf’ı, Dink davasıyla doğrudan ilgili meselelerde bile, AKP’yi kollamayı ihmal etmemişti. Kemal Göktaş’ın yukarıda bahsettiğimiz vahim AİHM savunmasına dair haberi ertesi gün tüm gazetelerde yer bulurken, sadece Taraf’ta konuyla ilgili tek satır çıkmamıştı. Alper Görmüş, bu durumu “Sorumlu arkadaşlarla görüştüm; tahmin ettiğim gibi ‘amatörlük, telaş, disiplinsiz çalışma, yaz tatili kadrosuzluğu, v.b’den oluşan bir paketin azizliğine uğramışlardı ve sonuç onları da üzmüştü” diye savunmaya kalkıştı ama, olaydan iki gün sonra bu defa konuyu “AİHM Savunmasında Dink Ayarı” başlığıyla haber yaptıran Ahmet Altan, haberde “Ankara’nın gönderdiği savunmanın hükümeti harekete geçirdiğini” söyletiyor, suçu ise, kim olduğu belli olmayan “Ankara”ya atıyordu.
Gazete, cinayeti tek bir kesime, Ergenekon’a yıkma politikasının takipçilerinden biriydi. Öyle ki gazete, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun incelemeleri sonucu oluşturduğu raporların jandarmayla ilgili kısımlarını yayınlayıp, polisle ilgili kısımlarına hiç yer vermemişti.
Gazetenin AKP destekçiliği, gerçekten kuvvetliydi. Devletin diğer kurumlarındaki odaklarla mücadelesinde AKP’nin desteklenmesi bir yana, Taraf, emekçilerin AKP’ye karşı mücadelelerini de acımasızca mahkûm ediyordu. 17 Ocak’taki kararın ertesi günü yazdığı yazıda Ahmet Altan AKP döneminin üç büyük cinayeti olarak Hrant Dink ve Behçet Oktay cinayetleri ile Uludere katliamını sayıyor, Metin Lokumcu aklına dahi gelmiyordu. Bu aslında normaldi, çünkü gazetesinin bir diğer yazarı (ve Hrant’ın Arkadaşları’nın birçoğunun fikri lideri) Murat Belge, Metin Lokumcu ve Hopa’daki eylemcileri “Ergenekoncu çevresinden” olmakla suçluyordu.
Taraf, haklılığı tüm Türkiye halkınca teslim edilmiş Tekel işçilerinin direnişini bile görmedi, doğru düzgün haberleştirmedi, yaptığı ufacık haberlerin de AKP’ye zarar vermemesi için çok dikkatli bir dil kullandı.
BBP kollayıcılığı
Hrant’ın Arkadaşları’nın bir kısmının Hrant davasındaki tutumlarının ikiyüzlü olduğunu ve AKP sevdasıyla biçimlendiğini anlamak için en iyi turnusol kağıtlarından biri BBP ile ilgili söyledikleri. Dink cinayetinde kullanılan tetikçilerin büyük kısmının Büyük Birlik Partisi ile ilişkili oldukları biliniyor. Erhan Tuncel’in, eski BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun arkasında fotoğrafı bulunuyor. Mahkemenin “delil yetersizliği” gerekçesiyle davayı sonlandırdığı gün bile Radikal gazetesinde İsmail Saymaz haberinde yeni bir delile işaret ediyor, polisin gizlediği telefon dinleme kayıtlarından, BBP’ye bağlı Alperen Ocakları’ndan kişilerin, 2006 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Papa’ya karşı eylem hazırlıklarının çıktığını belirtiyordu.
BBP ve Alperen Ocakları’nın geçmişi, Türk-islam sentezini ön plana çıkaran ırkçılığı biliniyor. Bu kesimin Ermenileri, hıristiyanları, Papa’yı, misyonerleri namlusunun ucuna koymasında şaşıracak bir yan yok. Dink cinayetinde bu kişilerin tetikçi olarak seçilmesi de tesadüf değil. Polisle muhabbetlerini de gayet iyi açıklıyor.
Ancak BBP’li faşistler, azınlık düşmanlığında tek başlarına değiller. İsmail Saymaz’ın “Zirve Katliamı: Bir Milli Mutabakat Cinayeti” kitabında ortaya koyduğu tablo, olan biteni doğru bir biçimde gösteriyor: Türkiye’deki bu kirli katliamlarda, kendisine ulusalcı diyenlerden TSK’ya, polisten AKP kadrolarına, düzeni temsil eden geniş bir kesimin onayı var. Nasıl ki Dink, ölümünden önce “ulusalcılar” tarafından hedef gösterilip, cemaatçi polisler tarafından ölümüne göz yumulduysa, Zirve katliamı ve benzer olaylarda da böylesi bir durum var. (Fakat Dink cinayetinde şimdiye kadar ortaya konulabilen delillerin, cemaate yakın polislerin cinayetin hazırlanmasında da, karartılmasında da çok daha aktif bir tutum aldıklarını gösterdiğini not düşmek gerek.)
Peki niye bu BBP’liler bu kadar korunuyor? Anlamak için, bir “Hrant’ın Arkadaşı”nın, Etyen Mahçupyan’ın 25 Temmuz 2010’da Taraf’ta yazdığı yazısına bakalım. “Laiklik ve aptallık” başlıklı yazısında Mahçupyan “Kısacası açık bir gerçek var: Referandumda ‘evet’ demeye hazırlananlar demokrasi, hak ve özgürlükler açısından daha ‘ilerici’ olan kesim. ‘Hayır’cılar ise esas olarak bu alanlarda muhafazakâr ve bağnaz bir pozisyonu savunuyorlar. Kimler hangi tarafta diye sorduğumuzda ise modern tahayyülün pek de beklemediği bir tabloyla karşılaşıyoruz: AKP, SP ve BBP paketi destekliyorlar…” diyor, BBP’yi ilerici ilan ediyor, hayırcıları ise “aptal” olmakla itham ediyor.
Bir diğer “Hrant’ın arkadaşı” Baskın Oran, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünün ardından, katıldığı bir televizyon programında, “eğer öldürülmeseydi benim de aralarında bulunduğum bir grup aydınla İzmir’in Şirince ilçesinde bir araya gelecekti” diyerek Yazıcıoğlu’nun tam demokrasi hidayetine erecekken öldürüldüğünü ima ediyordu. Oran, sonrasında Radikal 2’de yazdığı bir yazıda bu görüşmeden söz ederek, Yazıcıoğlu’nu, Mümtaz Soysal, Sabih Kanadoğlu ve Vural Savaş’la karşılaştırıp, “Buyurun, iki tarafı mukayese edin. Kim bu ülke için yeni çözümler araştırıyor, hangi taraf daha ‘ilerici’, karar verin. ‘Ulusalcılık’ nedir, daha iyi anlarsınız “ diye ekliyordu.
Tüm bu tavırlar, bize Hrant’ın Arkadaşları’ndan bazı isimlerin Dink davasının aydınlanması değil, bu davanın bir siyasi mücadele uğruna kullanılması kavgası verdiklerini tekrar tekrar hatırlatıyor. Ve elbette, bu AKP destekçiliğinin yolu, sol düşmanlığından geçiyor. Kemal Göktaş, bu sol düşmanlığına şu örneği veriyor: “Türkiye’de sol önemli bir birikime ve çeşitliliğe sahipken, Dink cinayetine ilişkin en önemli tepki sosyalistlerden gelmişken, Osman Can’ın Agos’taki söyleşisinde ‘Solun Dink davasını sahiplenmesini bekleyemeyiz’ diyebilmesi üzerinde de düşünmek gerekir. Solun bütün tonlarını, solculukla ilgisi olmayan ulusalcılıkla damgalayarak aynı torbaya koymak, başta kendisini “solcu” diye tanımlayan Dink’e haksızlık olsa gerek. Üstelik ‘solun’ bu davaya ilişkin desteğini görmemek için de siyasi kör olmak lazım. Sola karşı dili bu kadar sivri olan Can, aynı söyleşide, hükümetin bu davaya ilişkin bütün günahlarını basit gerekçelerle (AK Parti içindeki kanatlar!) temize çıkartırken ise oldukça ‘naif’ görünüyor.”
Sonuçta karşımızda, liberalizm olarak kodlayabileceğimiz bir ideolojik bütün duruyor. Bunun içerisinde elbette birbirinden farklılıklar taşıyan kişiler, hatta DSİP gibi meczuplar bulunuyor. Ancak “Hrant’ın Arkadaşları” arasında bu ideolojide olanlar, “AKP’nin Arkadaşı” olma ortak noktasında buluşuyor.
(soL – Haber Merkezi)
çok üstünüze gelecekler ama çok iyi yapmışsınız hocam, kral çıplak demişsiniz. sağolun.
hepsi tamamda hrantın kendisi bile veli küçük ve ulusalcı faşistlerin tehdidinden sonra yakınlarına tehdidin ciddiyetini söylemesini neden unutuyorsunuz???akp cemaat ve yandaşlarının cinayetteki işlevini öne çıkarıp ip-MHP-ülkücü-alperen-millici-ulusalcı hezeyan ve tehdit ve linç girişimleri 301 mahkemelerini neden unutuyorsunuz????işinize gelmiyor hepiniz aynısınız????veli küçük.perinçek,ülkücü,alperen,ulusalcı,kemalist,millici sol,neo Kemalist akp ve cemaat hepiniz ermeni ve kürt söz konusu oldumu aynısınız sizin özgürleşip insanlaşmanıza imkan yok????
yazı bana ait değil ama saptamaları destekliyorum.
Yazı mana ait değil Özgürlükçü ama yazıda Veli Küçük’lere değinilmiş, dikkatli oku.
TKP’nin sicili?
Ölü bedenlerin “yenilmesine” ait geleneklerden söz edilir; O’na ait “şeylerin” kendilerine dolması için… Dink cinayetinde bu “mistisizm” de yok… Doğrudan “doymak” için yapılmış anlaşılan!
*
Geçmişe olan öfke mi, sonunda iktidardan nasiplenme umudu mu, kimi sol’cu-demokrat sanılan adamları da birer AKP yalakasına dönüştürmüştü? Bir “entelektüel-liberal demokrat bir aydın” için değil, geldiğimiz noktada sıradan bir “aydın” için bile AKP’lilik en azından kendi vicdanına hesap vermeyi gerektiriyor…
Nasıl da kullanıldılar? Yoksa bu bir “simbiotik” ilişki miydi? Her şekilde utanç verici… (Yine de AKP-Erdoğan’ın Ermeni ve Dink meselesindeki “sessiz” iki yüzlülüğü açıklanmaya muhtaç… Cemaati mi korumak istemişti; aynı politikayı paylaşıyor mu? Bu adamların “ermeni” düşmanlığı , “sarmısağı gelin etmişler 40 gün kokusu çıkmamış’ hikayesi mi; kendilerini sağlam hissedinceye dek… İttihat terakki de Ermeniler’le iktidar öncesi ittifak kurmuştu… Sonra….)
güzel bir tarihi paralellik…
Etyen Mahçupyan: Tayyip Erdoğan’ın son danışmanı
Garbis Altınoğlu
6-8 Eylül 2014
Mahçupyan’ın söyledikleri
Etyen Mahçupyan’ın 3 Ağustos (“Azınlıkların en hakiki sorusu”) ve 26 Ağustos (“Palyaçonun cehennemi”) tarihli yazıları bir tartışmanın başlamasına vesile oldu. 28 Ağustos tarih ve “Üçünün de altına imzamı atarım” başlıklı yazısıyla Halil Berktay da tartışmaya katıldı. Berktay bu yazısının arkasına Mahçupyan’ın 3 Ağustos ve 26 Ağustos tarihli yazılarının yanısıra Ceren Kenar’ın Mahçupyan’ı savunan 28 Ağustos (“Sorumluluk…”) tarihli yazısını da eklemişti. Bunları, Mahçupyan’ın gene 28 Ağustos’ta yayımlanan “Bir Ermeni olarak…” başlıklı yazısı, Berktay’ın 31 Ağustos tarih ve “Etyen anti-azınlık mı? (Hrant da öyle miydi?)”
başlıklı yazısı ile Mahçupyan’ın 2 Eylül tarih ve “Sizleri sahih adınızla çağırdım” başlıklı ve 7 Eylül tarih ve “İslami olanın dönüşümü” başlıklı yazısı izledi. Tabii bu arada Mahçupyan’ın tez ve argümanlarına karşı çıkan bir dizi başka yazı da yayımlandı. Ben burada özellikle Mahçupyan’ın ve dolaylı olarak da onun 3 ve 26 Ağustos tarihli yazılarının altına imzasını atabileceğini söyleyen Berktay’ın yukarda saydığım yazılarına olan itirazlarımı yapacağım. İşimize önce, Mahçupyan’ın dediklerine kulak vererek başlayalım:
“Devletle azınlıklar arasında net bir zalim/mağdur ilişkisi olmakla birlikte, zihniyete dönüp baktığımızda aynı azınlıkların Müslüman kitleye bakışında devletinkine benzer bir aşağılamanın izlerine rastlıyorsunuz. Azınlıklar kendilerini hep daha modern, gelişmiş, medeni buldular ve gerçekte bunun doğruluk payı hiç de az değildi. Azınlıklar genelde kentliydiler, daha iyi eğitim almışlardı ve servet birikimi yapabilmişlerdi. Bu avantajlar onları Batı dünyası ile çok daha erkenden ilişkiye soktu, imtiyazlar elde etmelerine neden oldu ve entelektüel uğraşı siyasetin parçası kıldı. Kısacası azınlıklar kendilerini Müslümanlara kıyasla çok daha Batılı bir konumda buldular ve Batılılığın medeniyet hiyerarşisinin kriteri olduğu bir dünyada, kendilerini Müslümanlardan daha ‘üstün’ gördüler.” (“Azınlıkların en hakiki sorusu”, 3 Ağustos 2014)
“Bugün bu ülkenin önünde yeni bir bahis var. Yüz yıldır dışlayıcı ve reddedici bir ideolojinin sultasında yaşanan tarihsel parantez kapanıyor. Türkiye 1908’in hiçbir zaman çiçek açamayan yeni vatandaşlık ve birliktelik arayışını bir kez daha hayata geçirmeye hazırlanıyor…
“Geçmişin aydınlık yüzü bugün önümüzde Türkiyelilik olarak, bir iradi arayış, bir bahis olarak duruyor. Çoklu ve çoğulcu bir halk yığınından kimlikleri aşan bir birliktelik duygusu ve duruşu üretmek üzere… Başlangıç noktası, tepeden inme ideolojik kibir ve seçkinci zümre utanmazlığıyla aramıza sınır çekmeyi, hepimizin zihnini ve yüreğini yozlaştırmış olan ötekini aşağılama alışkanlığından sıyrılmayı gerektiriyor.… Söz konusu inşa sürecinin başını tabii ki bu ülkenin Müslümanları çekecek.
“Şahsen ben şu anki Ermenilikten çok sıkıldım. Anadolu bütünlüğünün geçmiş ve gelecekte doğal parçası olan, yerliliğin taşıyıcılığını yüklenen bir Ermeniliği özlüyorum.” (“Bir Ermeni olarak… ”, 28 Ağustos 2014)
“Erbakan karşısındaki yenilikçiler ve sonrasında AKP bu açıdan bir devrimin taşıyıcıları oldular. Demokrasiye ve onunla birlikte anılan bütün hak ve özgürlüklere, farklılıklara bakış meselesine yeni bir içerik kazandırıldı. İslami kesimin yeni siyasetçileri ataerkil zihinsel alışkanlıkları sürdürdüler ama demokratik değerleri otoriter zihniyetin tasallutundan kurtararak özgürleştirdiler. ‘İhtilal’ çeperin merkeze yürümesi ile sınırlı kalmadı… Yürürken zihinsel bir dönüşüm de gerçekleşti. Demokratik normlarda sıçrama yaşandı. Dindar kesimin kendisine, dünyaya ve hayata bakışında ‘olması gerekenin’ çıtası çok yukarılara çekildi.” (“İslami olanın dönüşümü”, 7 Eylül 2014)
Berktay ise, “Etyen anti-azınlık mı? (Hrant da öyle miydi?) ” başlıklı yazısında “bir saf Ermeni (veya daha genel olarak gayrimüslim) ultra-radikalizmi icat edilmek isten”diğinden ve ortaya “kalitesizlik unsurları yüzünden saygınlığını yitirmeye teşne bir tür Ermeni neo-nasyonalizminin çık”tığından söz ettikten sonra Mahçupyan’ı eleştiren Ermeniler’de faşist bir damar keşfettiğini açıklıyor:
“Faşizmden söz ettiğiniz oluyor zaman zaman; faşizmi AKP, AKP’yi faşizm sanıyorsunuz. Acaba sizin de içinizde farkına varmadığınız faşizan bir damar mevcut olabilir mi; bu ihtimali üzerinde durmaya değer bulur musunuz? Ya da en azından, faşizmin milleti mutlak yekpareliğe zorlaması hakkında ne düşünüyor; yekpare bir Ermenilik özleminizi bununla ilişkilendiriyor musunuz?” Berktay, ne “faşist”, “faşizm” gibi nitelemeleri ve getirdiği diğer suçlamaları kanıtlamak için bir çaba harcıyor, ne de eleştirdiği kişilerin yazılarından herhangi bir alıntı sunuyor. O, Mahçupyan’ı eleştiren Ermeniler’in üzerine bu tür temelsiz suçlamalar boca etmenin bilimsel ahlak ve entellektüel dürüstlükle bağdaşmadığını, adressiz ve kaynaksız eleştirinin eleştiri olmadığını unutmuş gözüküyor. Tabii o, benzer bir “faşist”, “faşizm” nitelemesini AKP için yapmayı aklının ucundan bile geçirmemektedir.
Berktay’ın burada kullandığı biçim ve üslup, her iki yazarın yazılarına egemen olan demagojik ve provokatif nitelikleri çok iyi sergiliyor. Bu nitelikleri şöyle sıralayabilirim: a) açık olmaktan uzak bir dil ve süslü, ağdalı ve saldırgan terimler yardımıyla okuru korkutma, entellektüel olarak terörize etme çabası, b) beğenmedikleri ve farklı eğilimlerden insanları ve çevreleri “onlar” edebiyatı eşliğinde bir torbaya doldurarak ve adres göstermeksizin saldırgan bir eleştiri, daha doğrusu karalama bombardımanına tabi tutma ve c) Müslümanlar, Hristiyanlar, aydınlar, laikler, İslami kesim gibi çoğu zaman kendi içlerinde çok farklı, hatta karşıt görüş ve çıkarlara sahip insanları barındıran belirsiz, fazlasıyla genel ve fazlasıyla soyut kategoriler kullanmaları. Burada, toplumsal ve siyasal gelişme ve çatışmaları, esas olarak kimlikler üzerinden ele alan Mahçupyan’ın bu yaklaşımının içi boş ve bilimdışı niteliğine değinmek gerek. Örnek olması bakımından “Müslümanlar” kategorisi üzerinde duralım. Bu kategori; Tayyip Erdoğan, bakanlar, milletin anasını bellemekle övünen milyarder Müslüman işadamları, üst düzey Müslüman bürokratların yanısıra sigortasız ve asgari ücretin altında ücretler alarak yaşayan, her gün onlarcası iş cinayetleri ve meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını yitiren Müslüman işçileri ve iki yakasını biraraya getiremeyen Müslüman yoksul köylüleri ve Müslüman işsizleri ve hatta asgari ücretin çok altında ücretler karşılığı çalışan yüzbinlerce Müslüman Suriyeli göçmeni kapsıyor. Bunu herhalde Mahçupyan bile yadsıyamayacaktır. Oysa, siyasal görüşü ne olursa olsun, vicdanını satışa çıkarmamış olan herhangi bir kişi şu çıplak gerçekleri kabul edecektir: Eşit olmak bir yana birinci kategorideki Müslümanlar ile ikinci kategorideki Müslümanlar arasında yaşam standartları bakımından bir uçurum vardır. Birincilerin ikincileri sömürerek zenginleşmekte olmalarına bağlı olarak bu iki kategorideki Müslümanlar arasında uzlaşmaz bir çıkar karşıtlığı vardır. Yoksul Müslümanlara karşı en küçük bir sempati ya da yakınlık duymayan Mahçupyan gibilerinin “Müslümanlar”, “İslami kesim” vb. derken kastettiğinin, sözcülüğüne soyunduğu birinci kategorideki “makbul ve şişman Müslümanlar” olduğu bellidir. Ötekilerin ise canı cehenneme! Her halükarda bu tür kimlik kategorilerinin toplumsal ve siyasal olayları irdeleme açısından son derece elverişsiz, hatta yanıltıcı olduğunu ve toplumun gerçek ekonomik ve siyasal tablosunu görmeyi engellediğini söyleyebiliriz.
Mahçupyan ile Berktay’ın yazılarına dönecek olursak onların yukarda değindiğim bürokratizm ve bilgiçlik kokan yazma tarzının, bu yazarların dürüst ve açık tartışmadan kaçınma eğilimlerinin bir göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Mahçupyan ve Berktay bu metotlar yardımıyla, normal koşullar altında savunulması, aklı başında herhangi bir insanı utandıracak ve hatta yerin dibine sokacak düzeyde gerici ve anti-demokratik tezlerini pazarlayabilme, hatta bazı saf okurların hayranlığını kazanma olanağına kavuşmaktadırlar. En azından bir süreliğine.
Bu yazıların daha önemli olan ve içeriğe ilişkin özellikleri ise şunlar: a) Müslüman-olmayan azınlıkların Müslümanlar’ı sözde küçümseme eğilimlerine ve onların sözde ayrılıkçı ya da milliyetçi tutumlarına saldırı, b) esas tehlikenin hala Kemalist gericilik olduğu tezinden hareketle Tayyip Erdoğan’a/ AKP’ne ve onların yeni (ya da eski) Osmanlıcı hayal, tasarım ve eylemlerine duyulan bir sadakat ve bağlılık ve c) stratejik düzeyde Kemalist gericiliğin düşman ikizinden başka bir şey olmayan İslami gericiliğin ve AKP’nin Ermeniler’e vb. verdiklerini göstererek onlardan Türk devletine şükran duymalarını bekleme.
Şunları da ekleyebilirim: Yazarlarımız bütün bunları, son derece keyfi bir biçimde tanımladıkları ya da tanımlamaya bile girişmedikleri “sol”u karalama girişimleriyle birlikte yürütüyorlar. Onlar Türkiye solunun uzun bir süre Kemalizmin ideolojik etki alanından çıkamamış olmasını, kendi sağcı ve statükocu tutumlarını meşrulaştırmak için kullanıyorlar. Bütün bunlara yer yer maddi olguları açıkça çarpıtma ve tersyüz etme örnekleri de ekleniyor ki bunların sadece bir kaç tanesine, o da geçerken, değinebileceğim. Aslında, AKP hayranlığında birleşen bu iki yazarın yazdıkları insanı bir bolluktan doğan sıkıntı ruh haliyle karşı karşıya bırakıyor. Onların demagojik ve gerici tez ve argümanlarının burada işaret ettiğim bu en önemlilerini kabaca ele almak bile, bir makalenin boyutlarını hayli aşacak ve geniş çaplı bir çalışmayı gerektirecektir. Buna değmediğine inandığımdan dikkatimi Mahçupyan’ın, Müslüman-olmayan toplulukların Müslümanlar’ı küçümsediği ve aşağıladığı savı ve buna bağlı olarak onun Osmanlı’yı idealize etme eğilimi üzerinde yoğunlaştıracağım. Bu arada bir kaç doğruyla bir çok yanlışı harman eden ve en yoksulundan, devlet yönetiminde yer alan ve/ ya da komprador/ işbirlikçi burjuvasına kadar BÜTÜN Müslümanlar’ı bir kaba dolduran ve aynı işlemi Hristiyanlar vb. için de yapan Mahçupyan’ın bu tezlerine Ermeni toplumunun durumu açısından bakacağım.
Kim kimi küçümsedi ve aşağıladı?
Amasya’da doğan ve büyüyen ve 1950’li, 1960’lı yıllarda bu kentte yaşayan Ermeni halkının halini iyi kötü bilen birisi olarak ben, yoksul olsun zengin olsun Amasya Ermenileri’nin “Müslüman kitleye bakışında devletinkine benzer bir aşağılamanın izlerine” rastladığımı anımsamıyorum. Bu gözlemim, 1958-64 yılları arasında Tıbrevank’ta ve 1965-71 yılları arasında Robert Kolej’de yaşadığım süre boyunca rastladığım Ermeniler için de geçerli. Değişik sınıf ve mesleklerden Ermeniler’in devlete ve Müslümanlar’a mesafeli durdukları söylenebilir. Bu da son derece doğal. Bunda belirleyici olanın, Osmanlı Ermenileri’nin 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak hedef oldukları korkunç kıyımlar ve Cumhuriyet tarihi boyunca da devam eden ayrımcılık ve dışlama politikaları olduğu, insaf sahibi herkes kabul edecektir. Evet; değişik sınıf ve katmanlardan Ermeniler’in karakteristik özellikleri; uğradığı en belirgin haksızlıklar karşısında bile sesini yükseltmekten kaçınma, hatta sessiz kalma, Hrant Dink’in anlatımıyla bir güvercin tedirginliği yaşama, ihtiyatlı davranma ve bir ölçüde kendi topluluğu içine kapanma biçiminde tanımlanabilir. Ama, suçlu olan tarafı temsil ettiği halde kendisini “Ermeni saldırganlığının kurbanı” olarak gösteren bir devletin kendilerine karşı düşmanca yaklaşımını sürdürdüğü ve bu davranış biçiminin sıradan Müslüman-Türk yurttaşlar tarafından da sık sık sergilendiği koşullarda bu halktan başka türlü davranmasını beklemek insafsızlık olurdu.
Mahçupyan’a dönecek olursak, onun bu konuya ilişkin görüşlerinin en gerici Türk burjuva yazarlarının görüşleriyle yarışabileceğini söyleyebilirim. Evet; belki, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde yaşayan, büyük burjuvazi kategorisi içinde yer alan ve iyi eğitim almış çok az sayıda Ermeni’nin böyle bir küçümseme duygusu taşıdığı varsayılabilir. Ama Ermeni nüfusunun yüzde biri bile olmayan bu aristokratik katmanın da -varsa eğer- bu duygularını açığa vurabileceğini ve Ermeniler’in hemen hemen tümünün yaşadığı psikolojik atmosferin etkisine uzak olduğunu sanmam. Mahçupyan bu türden bir ruh halinin Ermeniler arasında yaygın olduğu yolundaki hatalı savını somut örnek ve alıntılarla desteklemeye çalışmış olsaydı, kendisini daha inanılır kılardı. Kaldı ki yazarımız Ermeni toplumunun, kökleri tarihsel deneyiminin derinliklerinde yatan, ender rastlanır türden saflığı ve iyi yürekliliğini bilmiyormuş gibi konuşmaktadır.
Mahçupyan’ın azınlıkların genelde kentli oldukları, daha iyi eğitim aldıkları ve servet birikimi yapabilmiş oldukları ve bu avantajlarının onları Batı dünyası ile çok daha erkenden ilişkiye soktuğu ve imtiyazlar elde etmelerine neden olduğu yolundaki savları da çok tartışmalıdır. Burada gene, BÜTÜN Ermeniler’i bir torbaya doldurma türünden bir şark kurnazlığı örneğiyle karşı karşıyayız. Her şeyden önce, Ermeniler’in büyük ölçüde “kentileşmeleri/ kentli bir toplum haline gelmeleri”, ancak jenosit sonrasında ve bu trajik olayın sonucu olarak gerçekleşti. O tarihe kadar Ermeniler’in çoğu kentli değildi. Yves Ternon’un Ermeni Patrikhanesi’nin kayıtlarına dayanarak verdiği rakamlara göre 1912 yılında Osmanlı devleti sınırları içinde yaşayan Ermeniler’in sayısı 2,100,000 idi. Bunların 1,170,000’i doğu illerinde, 400,000’i Kilikya’da ve 530,000’i de Avrupa Türkiyesi’nde yaşıyordu. (Bkz. Yves Ternon, Bir Soykırım Tarihi, s. 249) Vahakn N. Dadrian ise 1890’larda Türkiye Ermenileri’nin yaklaşık yüzde 80’inin “köylü kitleler” olduğunu (Bkz. İttifak Devletleri Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, s. 170) belirtmişti. Bu rakamlardan hareketle o tarihlerde, Türkler’e göre daha fazla kentlileşmiş olmakla birlikte Ermenileri’nin çoğunluğunun kırsal alanlarda yaşadıklarını ve bu kırsal nüfusun en azından yüzde 80-90’ının yoksul ve küçük köylüler olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.
Osmanlı Türkiyesi’nde kentlerde, hatta kırsal alanlarda yaşayan Ermeni nüfusunun eğitim düzeyinin Müslümanlar’a kıyasla yüksek olmasına bağlı olarak bu toplum içinde doktor, eczacı, avukat, sahne sanatçısı, muhasebeci gibi serbest meslek sahiplerinin oranı görece yüksekti. Ancak bu olgu da, Ermeni nüfusunun çoğunluğunun işçi, zanaatkar ve emekçi köylü yani yoksul olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Dolayısıyla Mahçupyan’ın, “Azınlıklar genelde kentliydiler, daha iyi eğitim almışlardı ve servet birikimi yapabilmişlerdi” sözleri gerçeği yansıtmıyor. (Kısmi farklılıklarla bu hususun Rumlar ve Yahudiler için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.) 1915-16 yıllarında yaşananlar Ermeniler’i daha da yoksullaştırdığına göre Mahçupyan’ın, “azınlıkların… servet birikimi yapabilmiş oldukları” yolundaki gerici ve İttihatçı-Kemalist önyargısı, jenosit sonrası dönemin Ermeniler’in durumunu yansıtmaktan daha da uzaktır. Aslında, özelde Ermeniler’in ve genelde Müslüman-olmayan azınlıkların tümünün ya da büyük çoğunluğunun burjuva, hatta komprador burjuva oldukları yolundaki bu ilkel, bayağı ve şovenist önyargı; hem öncesinde ve hem de sonrasında zorunlu mübadele, sürgün, kıyım ve jenosit gibi insanlık suçlarını meşrulaştırmaya hizmet etmiştir. Taner Akçam, İmparatorluğun gerileme, zayıflama ve sömürgeleşme sürecinin sorumluluğunu, sınıf ayrımı yapmaksızın bir bütün olarak Müslüman-olmayan toplulukların sırtına yıkan Osmanlı-Türk gericilerinin zihniyetini şöyle özetliyordu:
“ ‘Türkiye’nin süreç içinde sömürgeleştiği ve emperyalizme bağımlı bir ülke haline geldiği’ üzerine yapılan tüm teorik tesbitlerde, Hristiyan azınlıklar, kapitülasyonlarla beslenen, kompradorlaşan, emperyalizmin uzantıları olarak ortaya çıkarlar. Böylece koca bir İmparatorluk’ta Hristiyan azınlıklar ya ayrıcalıklardan yararlanan, ya da sıkça ‘Galata Bankerleri’ uç örneğinde dile getirilen, zengin kompradorlar olarak olumsuz iktisadi-siyasi fonksiyonlar yerine getiren aktörlerdir. [Bu düşünüş sahiplerine göre- G. A.] Sermaye sınıfı ile Hristiyanlık aynı şeydir.” (Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, s. 63) Bu senaryo, Ermeniler’e ve diğer Müslüman-olmayan azınlıklara karşı uygulanan vahşet ve yağma/ mülksüzleştirme eylemlerini aklamaya, hatta “kısmen ya da tamamen haklı bir sınıf kavgası” gibi göstermeye de yarıyor: “Yoksul ve sömürülen Müslümanlar’ın zengin ve sömürücü Hristiyanlar’a karşı yürüttüğü bir kavga!” Hem İttihatçı-Kemalist gericiliğin ve hem de İslami gericiliğin öteden beri paylaştığı ve yaydığı bu gerici önyargıları yinelemek suretiyle Mahçupyan, Ermeni halkı da içinde olmak kaydıyla tüm Müslüman-olmayan halkları hedef alan saldırı ve cinayetleri meşrulaştırmaya hizmet ediyor.
Bu sözleri söylemekle Mahçupyan’a haksızlık yaptığımı düşünebilecek olan okurların onun, 2005 yılında yayımlanan “Ermeni meselesinin öteki yüzü” başlıklı makalesinde yer alan aşağıdaki tümceleri dikkatle okumaları gerekecek. Mahçupyan burada, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı “uygun” koşullar altında jenosit sürecine girildiğini belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Bu tespite karşılık olayın ne devleti ne de Müslüman/ Türk cemaati mahkum etmeye yeterli olmadığı da apaçıktır.” (Bir zamanlar Ermeniler vardı!…, Birikim 193-194, s. 34) Mahçupyan daha sonra; yerel Osmanlı bürokrasisi içinde jenoside karşı çıktığı için işini, varlığını ve yaşamını yitirenler olduğu, bazı yerlerde Müslüman/ Türk eşrafın Ermeniler’e dokunulmaması için devlete başvurduğu, çok sayıda Ermeni’nin Müslümanlığı seçerek sağ kalmasına izin verildiği türünden dikkate alınması gereken, ama genel tabloyu değiştirmeyen ikincil faktörleri ileri sürmekte ve böylelikle 1915-16 trajedisini önemsizleştirmeye çalışmaktadır. Onun, yukardaki tümcesinde devlet ile Müslüman/ Türk cemaatini birlikte anması da asla kabul edilemez bir metot hatasıdır. Evet; Müslüman-Türk -ve Mahçupyan’ın adını anmadığı Kürt- halkı da yaşananlardan belli ölçülerde sorumludur elbet. Ancak Ermeni jenosidinin esas sorumlusu başında İttihat ve Terakki kliğinin bulunduğu Osmanlı devletidir; bu gerçek hiçbir bahanenin ardına sığınılarak karartılamaz. Mahçupyan Osmanlı devletini aklama çabasını biraz ilerde şu sözlerle sürdürmektedir:
“Osmanlı devlet yapısının kendi iç kurgusuna baktığımızda da, devleti bir ‘bilinçli özne’ olarak mahkum etmek zordur.” (aynı yerde, s. 34) Yıllar öncesinden ideolojik ve aylar öncesinden örgütsel hazırlığı yapılan, 1913’de Ege bölgesindeki 130,000 Rum’un zorla göçertilmesi sırasında bir çeşit provası gerçekleştirilen, devlet aygıtının çeşitli öğelerinin katılımıyla planlı bir biçimde sürdürülen bu insanlık suçundan ötürü devleti bir ‘bilinçli özne’ olarak mahkum etmek neden zor olsun ki? Ne var ki, yazarın derdi jenosidin sorumluluğunu sadece bir kaç İttihatçı liderin sırtına yıkarak devleti aklamaya çalışmak olunca bu gibi hilelere başvurmak kaçınılmaz oluyor. Bununla da yetinmeyen Mahçupyan, arkasından gene birtakım ipe sapa gelmez gerekçeler sıraladıktan sonra İttihat ve Terakki döneminin egemen Türk milliyetçiliği ile ezilen Ermeni halkının milliyetçiliğini şu sözlerle aynı kefeye koymaya kalkışabilmektedir:
“Bu arada unutulmaması gereken nokta Taşnaklar’ın ve genelde Ermeni milliyetçilerinin de zihniyet olarak İttihatçılardan çok farklı olmadıkları; iki tarafın da cemaatçilik üzerine inşa edilmiş bir milliyetçiliğin peşinden gittiğidir.” (aynı yerde, s. 34) İnsana “pes doğrusu!” dedirtecek bu sözcükler Mahçupyan’ın, hem de yıllardır sadece özel olarak AKP’nin değil, genel olarak Türk devletinin savunuculuğuna soyunmuş olduğunu gösterir. Tutarlı demokratizm ve enternasyonalizm açısından 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başının Taşnakları’nın ve Ermeni küçük-burjuva milliyetçiliğinin bir dizi hatasını bulabilir ve eleştirebilirsiniz elbet; ama hangi demokrat, ezilen bir ulusun milliyetçiliği ile ezen bir ulusun milliyetçiliğini, hem de İttihat ve Terakki türünden bir ezen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koyabilir ki? Bütün bu sözleri söyleyebilen bir insanın “Palyaçonun cehennemi” başlıklı yazısında Hrant Dink’in öldürülmesini “malum cinayet” diyerek sıradan ve önemsiz bir olay gibi sunması rastlansal ve şaşırtıcı olamaz kuşkusuz. Gerçekleştirilmesinden doğrudan sorumlu olmasa da Hrant Dink cinayetinin üstünü örten ve bu suçun sorumlularını ortaya çıkarmadığı gibi sanık ve şüphelileri daha üst görevlere yükselten AKP iktidarının ta kendisidir. Belki de Roboski kıyımı ve Soma’daki iş cinayetiyle birlikte AKP’nin gerçek niteliğini en çarpıcı bir biçimde sergileyen Dink cinayetini önemsizleştirmeye çalışmanın ve böylelikle siyasal gericiliğe kalkan olmanın adını koymayı ise okura bırakalım.
Millet-i hakime zihniyeti
Mahçupyan’ın, Müslüman-olmayanların Müslümanları küçümsediği/ aşağıladığı yolundaki yavelerinin görmezden geldiği bir başka gerçek de Osmanlı yöneticilerinin, -bugünkü Türkçede kullandığımız “egemen ulus” ibaresinin tam olarak karşılayamadığı- “millet-i hakime” zihniyetidir. Yani onun savlarının tam tersine Osmanlı yöneticileri ve kendilerini haklı ya haksız olarak ve şu ya da bu ölçüde onlarla özdeşleştiren Müslüman-Türk nüfus, Müslüman-olmayanları küçümsüyor ve aşağılıyorlardı.
Buna karşılık kendisini, oluşmasını özlemle beklediği hayali yeni-Osmanlı devletinin sadık uyruğu sayan Mahçupyan, AKP’nin Osmanlı devletini restore etme çabalarını sevinçle karşıladığını saklamıyor. Ama o Osmanlı egemen sınıfının Anadolu’da, Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da başka etnik gruplara ve dinlere/ mezheplere mensup halkları yüzlerce yıl boyunca kılıç ve darağacıyla yönetmiş ve ezmiş ve özellikle Anadolu’nun yoksul Türkmen halkına karşı da korkunç kıyımlar gerçekleştirmiş olduğunu tek sözcükle bile anmamaktadır. Tabii Osmanlı’nın torunları rolüne soyunan AKP önderliğindeki bugünkü Türk devletinin Libya’da, Irak’ta, Yemen’de, Suriye’de ABD, Suudi Arabistan, Katar vb. ile omuz omuza ve Türkiye’nin nüfuz alanını genişletmek için giriştiği müdahalelerin yüzbinlerce insanın canına mal olduğunu da. Mahçupyan ile Berktay’ın, bu kanlı tarihi ve bu tarih deneyimi zemini üzerinde biçimlenen yayılmacı ve militarist zihniyeti görmemeleri ve bilmemeleri olanaklı olmadığına göre burada, kasıtlı bir görmezden gelme ya da Osmanlı’yı ve AKP’ni yüceltme tutumuyla karşı karşıya bulunduğumuz açıktır.
Engels, 1853’de kaleme aldığı “Türkiye” başlıklı makalesinde bu aşağılama/ küçümseme olgusunun Osmanlı toplumundaki yerini şöyle anlatıyordu:
“Yerine ve duruma göre Türk; işçidir, çiftçidir, küçük mülk sahibidir, tacirdir, feodalizmin en düşük, en barbar düzeyinde feodal beydir, memur ya da askerdir; ancak bütün bu değişik yerlerde olsa da, o ayrıcalıklı bir dine ve ulusa mensuptur – silah taşıma hakkı sadece onundur, en yüksek düzeyden bir Hristiyan, karşılaştığı en aşağı düzeyden bir Müslüman’a yol vermek için kaldırımdan aşağı inmek zorundadır.” (Marx-Engels, DoğuSorunu[Türkiye] s. 19) Kaynağını Kuran’dan alan şeriat hükümlerine göre bir İslam ülkesinde yaşayan Müslüman-olmayanlar, Müslümanlar’la aynı statüde görülmüyor ve “kafir” sayılıyorlardı. Müslüman hükümdarın otoritesini kabul etmeleri, onun reayası olmaları ve devlete haraç ödemeleri karşılığında devlet onları koruyor ve -normal koşullar altında- onların mallarına vb. el koymuyordu. Çağdaş yurttaşlık kavramının bulunmadığı ve bulunamayacağı askeri-feodal Osmanlı devletinde Padişahın otoritesine boyun eğen Hristiyan topluluklar, millet adı verilen bir dinsel topluluk olarak kabul ediliyor ve devlete karşı sorumlu olan kendi din adamları tarafından yönetiliyorlardı. Bu dönemde -günümüz Türkiyesi’nden farklı olarak- Hristiyan kökenli bazı bireyler de önemli yönetim mevkilerinde yer alabiliyorlardı elbet. Ama bu onların, Osmanlı devletinin sıradan ve değersiz hizmetkarları olarak görülmelerine engel olmuyordu. Taner Timur bu konuda şunları söylüyordu:
“Osmanlı yönetici zümresi, kendi tebaasından Müslüman olmayanları ‘zımmi’ sıfatı altında toplamış ve bunları sadece vergi kaynağı olarak görmüştür. Hiç kuşkusuz gayrimüslimler arasında iktisadi gücü ya da herhangi bir alandaki (diplomasi, hekimlik, bazı sanayi dalları vb. gibi) bilgi ve tecrübesiyle Osmanlı devletinde önemli roller oynamış birçok gayrimüslim olmuştur. Fakat bunlar dahi Osmanlı legalitesi içinde, yönetici zümre arasında yer almamışlar ve Osmanlı vakayinameleri bunları yok saymıştır. Kısaca Osmanlılar, kendi tarihlerini sadece ‘ehl-i İslam’ın tarihi olarak görmüşlerdir.” (OsmanlıÇalışmaları, s. 16)
Dolayısıyla, 28 Ağustos tarih ve “Bir Ermeni olarak… ” başlıklı yazısında Osmanlı dönemini idealize eden Mahçupyan’ın yaymaya çalıştığı boş umutların gerçek yaşamda hiçbir karşılığı yoktur:
“Geçmişin aydınlık yüzü bugün önümüzde Türkiyelilik olarak, bir iradi arayış, bir bahis olarak duruyor. Çoklu ve çoğulcu bir halk yığınından kimlikleri aşan bir birliktelik duygusu ve duruşu üretmek üzere…
“Şahsen ben şu anki Ermenilikten çok sıkıldım. Anadolu bütünlüğünün geçmiş ve gelecekte doğal parçası olan, yerliliğin taşıyıcılığını yüklenen bir Ermeniliği özlüyorum.” Yazarımızın burada da kendisini egemen sınıfın bakış açısına iliştirdiğini ve “geçmişin aydınlık yüzü” sözleriyle süslemeye çalıştığı Osmanlı dönemine sultanların, sadrazamların, beylerbeylerinin gözlükleriyle baktığını görüyoruz. Oysa Osmanlı dönemine, boyunduruk altındaki Müslüman ve Hristiyan halkların, değişik milliyet, din ve mezheplerden yoksul ve ezilen emekçilerin gözlükleriyle baktığımızda göreceğimiz manzara hiç de “aydınlık” bir nitelik taşımaz. Keşke Mahçupyan; Osmanlı geçmişini özleyip özlemediklerini Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarına ve onların aydınlarına bir sorsaydı! Ama hayır. O, AKP iktidarının yeni-Osmanlıcı hayallerini ve Türk gericiliğinin -ABD ve ortaklarının üstü örtülü desteğiyle- komşu ülkelerdeki terörist çeteleri beslemesini, bu ülkelerin halklarını katletmelerini ve oraları cehenneme çevirmesini desteklemekte ısrarlıdır. Ve o, AKP iktidarının Suriye ve Mısır’daki duruşunu anlamakta, yani onamaktadır:
“İslamî hafızayı ve kültürel paylaşmayı öne çıkaran bu kendine has millilik, doğal olarak Osmanlıcı bir bakışın ve arayışın da uzantısı. AKP seksen yıllık bir kültürel ‘yabancılaşmanın’ ardından siyasete ve böylece geleceğe yeniden sahip çıkan bir tutumun temsilcisi… Bunu kavramadan örneğin Suriye ve Mısır konusundaki duruşu ve arayışı da anlamak mümkün değil.” (“AKP ve yeni milliyetçilik”, 24 Nisan 2014)
Mahçupyan’ın, “birliktelik duygusu”nu övdüğü Osmanlı toplumunun yapısına dönelim. Acaba bu övgüler gerçek durumu yansıtıyor ve olgularla bağdaşıyor mu?
Düzen yanlısı ve tanınmış bir akademisyen olan M. Şükrü Hanioğlu, Mahçupyan’ın idealize ettiği Osmanlı dönemindeki bu egemen ulus/ millet-i hakime zihniyetinin derin köklere sahip olduğunu kabul ediyor, ancak 18. yüzyılın sonlarından itibaren böylesi bir anlayışın sürdürülemez hale geldiğini belirtiyordu. Hanioğlu, geleneksel Osmanlı toplumunun yüzyıllar süren çokkültürlü bir hiyerarşiye dayandığını belirttikten sonra bu hiyerarşinin en altında bulunan toplumsal katmanların da ondan memnun olduğunu (!) ileri sürmektedir. O daha sonra, Tanzimat reformlarıyla birlikte eşit yurttaşlık anlayışı doğrultusunda atılan ürkek adımları, statükodan çıkarı olan güçlerin bu adımlara karşı direncinin aşılamayışını ve millet-i hakime anlayışının başka bir kılık altında sürmesini şöyle anlatıyordu:
“1856 Islâhat Fermanı ve 1869 Ta’biyet-i Osmaniye Kanunu ile hukukî zemini yapılandırılan ‘hiyerarşisiz’ toplum tasavvuru iki temel sorunla karşılaştı. Asırlar süren hiyerarşik ilişki öylesine içselleştirilmişti ki, yasal dönüşümlere karşın fiilî varlığını sürdürüyor ve uygulama yazılı olmayan bir ‘hakimiyet’ paradigması çerçevesinde gerçekleşiyordu. Ancak daha büyük sorun, bu zihniyet engelini aşarak daha eşitlikçi olacağı varsayılan yeni nesillerin, ‘milliyetçilik çağı’nın ürünü olan değişik bir hiyerarşi ve yeni bir ‘millet-i hakime’ yaratmasıydı…
“Dolayısıyla dinler arası eşitliği sağlayarak ‘hiyerarşisiz’ bir toplum yaratacağını, bununla da zamanın ruhunu yakalayacağını düşünen tanzimat ricâlinin çabaları din temelli bir ‘millet-i hakime’nin yerini etnik temelli bir diğerinin almasıyla neticelendi.” (“ ‘Millet-i hakime’siz toplum tasavvuru”, Sabah, 8 Ocak 2012) Bunun böyle olduğunu 1860’lı ve 1870’li yıllarda II. Abdülhamit’in -33 yıl sürecek olan- istibdat yönetimine karşı çıkan Yeni Osmanlılar’da ve onların ardılı olan ve daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüşecek olan Jön Türkler’in düşüncelerine baktığımızda da görüyoruz. Yeni Osmanlılar’ın öndegelen kişiliklerinden olan ve Osmanlı toplumunun İslam dininin ve şeriatın ilkelerinden uzaklaşmaması gerektiğini savunan Namık Kemal bir makalesinde şöyle diyordu:
“Eğer Hristiyanlar bizim egemenliğimizi isterlerse anlaşırız; pek doğaldır ki, onları hükümete almadığımız için yakınma hakkına sahip olamayacaklardır.” (Aktaran Y. A. Petrosyan, SovyetGözüyleJöntürkler, s. 135) Kemal sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Osmanlılar arasında sayıca da, yeteneklerine göre de ilk sırayı, yetenekleri ve geniş algılama güçleri doğuştan dayanıklılıkları, ılımlılık gibi sıfatları olan Türkler alırlar.” (aynı yerde, s. 135-36) Namık Kemal’in sözleri, daha Türk milliyetçiliğinin bir akım olarak doğmasından onlarca yıl öncesinin koşullarında bile Osmanlı devlet yapısının Müslüman-Türk öğenin egemenliğine dayalı olduğunun bir itirafından başka bir şey değildi. Ancak burada unutulmaması gereken husus var. O da 20. yüzyılın başlarında çağdaş Türk milliyetçiliğinin oluşmaya başlaması öncesindeki “Türk” kavramının bugünkü gibi etnik bir kategori olarak değil, Müslüman-Türk “millet”i ya da dinsel topluluğu biçiminde anlaşılıyor olmasıdır.
20. yüzyılın ilk onyılında millet-i hakime anlayışı, kısmi bir içerik değişikliğine uğramak kaydıyla daha da belirgin bir biçimde dile getirilir hale gelecekti. İttihat ve Terakki Cemiyeti listesinden milletvekili seçilecek ve bu cemiyetin yayın organı olan Tanin gazetesinin başyazarlığını yapacak olan Hüseyin Cahit Yalçın, 1908 devriminin hemen sonrasında kaleme aldığı “Millet-i Hakime” başlıklı makalesinde Osmanlı devletinde yaşayan diğer toplulukların Türkler’den korkmalarını gerektiren bir şey olmadığını belirttikten sonra şunları söyleyecekti:
“… çünkü ne denirse densin, memlekette millet-i hakime Türklerdir ve Türkler olacaktır.” (Ahmet Yıldız’ın NeMutluTürkümDiyebilene adlı kitabından aktaran Ahmet İnsel, “Millet-i hakimeden millet egemenliğine gidiş Türkiye’de gerçekleşiyor mu?”, Birikim, 4 Ocak 2010)
Türkiye, 19. yüzyılda -ve 20. yüzyılda- gerçek bir demokratik devrim yaşamamış ve 1908’deki yarım-yamalak burjuva devrimi, çok kısa bir süre içinde karşı-devrime dönüşmüştür. Ve Türkiye, İttihat ve Terakki çetesinin ülkeyi Birinci Dünya Savaşı’na sokmasından sonra çağımızın ilk büyük jenosidinin gerçekleştirildiği ve ardından bu jenosidin “kazanımları”nın muhafazası için verilen bir sözde ulusal kurtuluş savaşı üzerine yükselen Kemalist burjuva cumhuriyetinin kurulduğu bir ülkedir. Türkiye’de, 19. yüzyılın sonlarından bugüne kadar bir dizi önemli ekonomik ve toplumsal değişimin yanısıra büyük siyasal altüst oluşlar ve savaşımlar da yaşanmış, ancak bütün bunlar Osmanlı’dan devralınan millet-i hakime zihniyetini ortadan kaldırmamıştır. Tersine bu zihniyet, 1915-16 trajedisinin ardından Türk toplumunun kollektif bilinçaltına ittiği suçluluk psikolojisiyle ve Cumhuriyet tarihi boyunca Müslüman-olmayan halklara yönelik gerici uygulama ve saldırılarla birleşerek daha da pekişmiştir. Cumhurbaşbakan Erdoğan’ın “affedersiniz”li söyleminin altında da işte bu zihniyet ve suçluluk psikolojisi yatmaktadır.
AKP’nin sicili ve Ermeni halkı
Tutarlı demokratizm; İttihatçı-Kemalist gericiliğe karşı İslami gericiliğin bayrağı altında savaşmayı ve elikanlı Osmanlı sultanlarının yönetimini özlemeyi değil, Türkiye’de etnisite, din, mezhep, cinsiyet, felsefi inanç vb. ayrımı yapmayan gerçekten demokratik bir cumhuriyetin kurulmasını ve bu herefe erişmek için çaba harcamayı gerektirir. Bu ise, Türk burjuvazisinin ve askeri-sivil bürokrasisinin BÜTÜN fraksiyonlarının siyasal egemenliğinin yıkılmasından geçer.
Tıpkı Berktay gibi, Kemalist kliğin egemenliğini yitirdiğini ve yerini bir AKP diktatörlüğüne bıraktığını unutan ve görmezden gelen Mahçupyan ise, gerçek bir demokratikleşmenin Erdoğan kliğinin egemenliğinin güçlenmesinden geçtiğini ileri sürebilmekte, ama bu kadarıyla da yetinmemekte ve kendisini neredeyse bu klikle özdeşleştirmektedir. Yani o; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde daha önce görülmemiş bir soygun ve hırsızlık çetesine dönüşen, varolan burjuva hukukunu neredeyse her gün ayaklar altına alan, kadınları toplumsal yaşamdan koparıp eve hapsetmek isteyen, doğal çevreyi ve tarihsel dokuyu acımasızca yok eden, basını hemen hemen bütünüyle kendi denetimi altına almış olan, gazetecileri işten attıran ve cezaevlerine dolduran, twitter’ı ve Youtube’u yasaklamaya kalkan, beğenmediği kararlarına açıkça meydan okuduğu burjuva yargı mekanizmasını kendisine bağlamaya çalışan, ülkeyi bir iş cinayetleri cennetine -ya da isterseniz cehennemine- çevirmiş olan, zaten kısıtlı bir nitelik taşıyan yasal gösteri hakkını tümüyle ortadan kaldırmaya girişen, Gezi direnişi sırasında olduğu gibi polis terörünü sıradanlaştıran, Aleviler’i, Müslüman-olmayan toplulukları, Zazalar’ı, ateistleri vb. hedef alan, Sünni İslam’ın bağnaz bir yorumunu öne çıkaran, eğitimi dinselleştirmeye girişmiş olan, kendi gerici yaşam tarzı anlayışını tüm topluma dayatan, özel yaşamın ayrıntılarını denetleme yolundaki eğilimini gizlemeye kalkmayan, siyasal gericiliği güçlendiren, bütün toplumu kendi dünya görüşüne uymaya zorlayan ve İslami-faşist bir rejim inşa etmeye koyulan vb. AKP’nin gönüllü bir avukatı gibi davranmaktadır. Bunu söylerken Mahçupyan’ı karalıyor muyum? Hayır. Zaten kendisi de AKP yanlısı olduğunu yadsımıyor. Yazarımız, Zaman gazetesi sayfalarında boy gösterdiği günlerde, aynı gazetenin bir başka yazarının kendisini hedef alan bir eleştirisini aynen şöyle yanıtlamıştı:
“Not: Ahmet Turan Alkan benim için ‘hükümet yanlısı yazar’ demiş. Bence de öyle… Yanlışlarını söyleyebildiğiniz sürece herhangi bir yanı tutmanın mahzuru yok. Eminim Alkan için de öyledir…” (“AKP ve yeni milliyetçilik”, 24 Nisan 2014)
Bu ülkede ya da herhangi bir ülkede demokrat olmanın en önemli önkoşullarından biri, toplumun yarısını oluşturan kadınlardan ve kadın-erkekle eşitliğinden yana olmaktır. Mahçupyan ise; kadınlara adres olarak evi ve kocaya hizmeti gösteren, onların kaç çocuk doğurmaları ve nasıl doğurmaları gerektiğini dayatan, nasıl giyinmeleri gerektiğini söyleyebilen, kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalmalarına karşı çıkan, merdiven altı işletmelerde yüzbinlerce kadın işçinin çok düşük ücretlerle, sigortasız ve güvencesiz çalışmasını kolaylaştıran ve kadın cinayetlerinin tavan yapmasına ses çıkarmayan Erdoğan’ın kadın-düşmanı tavrını hiçbir biçimde eleştirmemektedir. Ama o, Maaz İbrahimoğlu’na verdiği bir mülakatta, tek ve biricik gündemi, -ne denli ilerici bir nitelik taşıdığı tartışmalı- “başörtüsü özgürlüğü” savaşımı olan Müslüman kadın hareketini şu sözlerle övmeyi de ihmal etmemektedir:
“Şuanda İslami ve laik kesime toplam olarak baktığımızda en demokrat akımlardan birisi başörtülü kadın hareketidir.” (“AK Parti sosyolojik değişimin partisi”, Milat, 18 Aralık 2012)
Bu ülkede, demokrat olmanın bir başka önemli önkoşulu, 12 Eylül 1980 askeri-faşist darbesine karşı olmak ve daha da önemlisi bu darbenin sonuçlarına ve getirdiği yasa ve kurumlara karşı çıkmaktır. Erdoğan ve ortakları ise, durmadan darbelere karşı olduklarını yinelerken pratikte 12 Eylül rejiminin gerici yasa ve kurumlarını sürdürmekte ve onları kendi iktidarlarını pekiştirmek için kullanmaktadırlar. Ama Mahçupyan AKP iktidarının bu alandaki statükocu ve gerici tavrının üstünü örtmekle kalmamaktadır; o AKP iktidarının, zaten öteden beri sınırlı olan demokratik hakları genişletmek için adım atmak bir yana, bu hakları daha da daraltmakta olduğu olgusunun da üstünü örtmektedir. Goebbelsvari propagandada ve AKP dalkavukluğunda bayağı mesafe almış olan Mahçupyan bütün bu gelişmeler için, 10 Nisan 2014 tarih ve “Halk ihtilali” başlıklı yazısında,
“Kısacası karşımızda bir halk hareketi, zamana yayılmış bir halk ‘ihtilâli’ var” diyebilmektedir.
Ama daha da beteri var. Mahçupyan Ermeniler’i de şu sözlerle kendisiyle suç ortaklığı yapmaya ve İslami-faşist bir rejimin inşasına katkıda bulunmaya çağırabilmektedir:
“Ne var ki Ermeni cemaati ne ‘Türk modernliğinin’ dönüşümünden, ne de bu ülkenin yeniden inşasının önünde bir ‘anti tez’ olmaktan sorumlu. “Ermenilerin önünde bir teklif var. Türkiyeli olmak… Bu ‘eşitlikçi’ bir teklif, çünkü henüz kimse Türkiyeli değil ve bu kimlik sadece onu isteyenlerle birlikte oluşturulacak.” (“ ‘Sizleri sahih adınızla çağırdım’ ”, 2 Eylül 2014)
Ben böyle bir teklif görmedim. Aklıbaşında ve dürüst hiç kimsenin de böyle bir tekliften haberdar olduğunu sanmıyorum. Ama Mahçupyan ve Berktay görmüş olmalılar ki, AKP iktidarı döneminde Ermeniler’in bazı haklı isteklerinin karşılanmış olmasından hareketle bu halkın Erdoğan kliğine daha sıcak bakması, hatta ona yedeklenmesi gerektiği kanısındadırlar. Burada, başka bazı Ermeni yazar ve aydınlarının da Mahçupyan’ın ve Berktay’ın bu görüşünü -hiç olmazsa bir ölçüde- paylaştığını belirtmek isterim. Tayyip Erdoğan’ın 23 Nisan 2014’te, 1915 döneminde yaşamını yitiren Ermeniler için bir taziye mesajı yayınlaması da bu hatalı eğilimi güçlendirmeye hizmet etmiştir. Örneğin Murat Bebiroğlu Ağustos 2014 tarih ve “Affedersiniz Ermeni mi dedi…” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Yani iktidarda CHP de MHP de olsa vakıflar kanunun, özel öğretim kanunu değişecek, mallar iade edilecek, inşaat izinleri verilecek, Ahtamar Surp Haç Kilisesi yapılacak, Surp Vortvots Vorodman onarılacak, Karagözyan şehrin göbeğine kocaman bir bina dikecekti. Peki kanunlar çıkarken o kavgaları çıkaran, nasıl bu malları verirsiniz diyenler acaba kimlerdi? İlgilenen dostlara TBMM tutanaklarını okumalarını öneririm.”
Onyıllardır en doğal haklarından yoksun bırakılmış olan Türkiye Ermenileri’nin yaşadıkları acı deneyimler gözönüne alındığında, onların en azından bir bölümünün AKP iktidarına minnet duygusuyla yaklaşmaları, onanmasa da rahatlıkla anlaşılabilir. (Bu saptamayı, iktidarda kim ya da hangi parti ya da klik varsa onunla ne pahasına olursa olsun iyi geçinme felsefesiyle hareket eden hali vakti yerinde Ermeniler’in konumunu bir kenara koyarak yapıyorum.) Fakat burada tartışılması ve açıklığa kavuşturulması gereken noktalar var. Öncelikle şu soru yanıtlanmalı: Bebiroğlu’nun değindiği gelişmeleri, Mahçupyan’ın 2 Eylül tarihli yazısında belirttiği gibi AKP iktidarının Ermeniler’e “ ‘eşitlikçi’ bir teklif” yapması olarak tanımlayabilir miyiz? Bir başka anlatımla Türkiye Cumhuriyeti’nin, Ermeni kökenli yurttaşlarına diğer ve özellikle Türk kökenli yurttaşlarıyla eşit bir statü tanıma yoluna girdiğini söyleyebilir miyiz? Bu soruyu olumlu bir biçimde yanıtlamanın çok zor olduğu açık. Aleviler’e, Süryaniler’e, ateistlere, “laikçi” olarak nitelediklerine, hatta “barış süreci” diye sunulan at pazarlıklarına rağmen Kürt halkına vb. karşı ayrımcı ve düşmanca politikalar izleyen AKP iktidarının sıra Ermeniler’e gelince demokrat ve eşitlikçi olduğu ya da olabileceği ileri sürülemez. Zaten AKP iktidarının başkalarına karşı GERİCİ, ama Ermeniler’e karşı İLERİCİ bir politika izlediğini söylemek, nesnelerin doğasına aykırı olurdu. Türkiye ve Kürdistan halklarının büyük çoğunluğunun çıkarlarına düşman olan bu gerici klik, Ortadoğu’da ve özellikle de Suriye’de Ermeni halkı da içinde olmak üzere Hristiyan halklara, hatta belli bir tarihten sonra Türkiye Ermenileri’ne karşı gerçekleştirilen saldırılardan da doğrudan ve dolaylı olarak sorumludur. Bu koşullarda onun ilk bakışta Türkiye Ermenileri açısından olumlu sayılabilecek bazı işler görmesini alkışlamak ne denli doğru olacaktır?
5-6 Mayıs tarih ve “Erdoğan’ın taziye açıklaması ve tikelcilik: Her koyun kendi bacağından mı asılmalı?” başlıklı yazımda Erdoğan kliği için şöyle demiştim:
“İlerici Ermeni aydınları, yazarları vb., bu taziye açıklamasını, özellikle de önümüzdeki aylarda yapılabilecek ‘daha ileri’ benzer açıklamaları, Erdoğan kliğinin yukarda örneklerini sunduğum sicili ve performansını bir yana atarak/ görmezden gelerek onama ve alkışlama hakkına sahip midirler ya da olmalı mıdırlar? Öyle bir şey yok, ama onlar; diyelim ki Ermeni toplumunun haklı isteklerinin yerine getirilmesi doğrultusunda adımlar atılması karşılığında, Türkiye halklarının diğer bölümlerine yapılan haksızlık, kısıtlama ve baskılar karşısında ilgisiz ve kayıtsız kalma hakkına sahip midirler ya da olmalı mıdırlar? Bence bu soruların da hepsinin yanıtları net ve kesin birer hayırdır.”
Ermeni halkı elbette körükörüne bir AKP karşıtlığı da yapmamalı ve onyıllardır gasbedilmiş kollektif haklarını talep etmeye ve edindiği kazanımları arttırmaya çalışmalıdır. Ancak o, bir ulusal bencillik ruh haline de girmemeli, Erdoğan kliğinin verdiklerine şükretmemeli ve “başkalarının canı cehenneme!” sloganıyla özetlenebilecek bir yaklaşım sergilememeli ve Ermeni halkının İslami-faşist rejimin dayanaklarından biri olduğu izleniminin oluşmasına zemin hazırlamamalıdır. Böylesi bir yol ahlaki ve ilkesel açıdan asla doğru olmayacağı gibi taktiksel açıdan da son derece yanlış olur ve sadece ve sadece Ermeni halkını, Türkiye toplumunun ilerici ve demokratik güçlerinden koparmaya ve izole etmeye yarar.
Şu da unutulmamalı: AKP iktidarı, en azından kağıt üzerinde ve mahkeme önünde eşit haklara sahip yurttaşlardan oluştuğu varsayılan modern burjuva toplum modelinden farklı olarak, Osmanlı devletine özgü millet-i hakime zihniyetiyle hareket etme eğilimindedir. (Tabii ben burada bir eğilimden ve o doğrultudaki çaba ve uygulamalardan söz ediyorum. 21. yüzyılın Türkiyesi’nde bu çabaların ne denli başarılı olup olmayacağı ayrı bir konu.) Böylesi bir zihniyete sahip olan yöneticiler Ermeni ve diğer etnik, dinsel/ mezhepsel, kültürel vb. azınlıkların diğer yurttaşlarla eşit haklara sahip olduklarına inanmadıkları için, onların birtakım haklarını tanımaları da İslami hoşgörü çerçevesinde bağışlanan olanaklar gibidir. Oysa Ermeni halkının olsun, diğer Türk ya da Müslüman-olmayan vb. azınlıkların gereksinim duydukları şey, yukardaki “sultanın fermanlarıyla bağışlanan” ve siyasal hava değiştiğinde geri alınabilecek ödünler ve ayrıcalıklar değildir; onlar tümü de eşit sayılması gereken yurttaşlara tanınması zorunlu olan hakların anayasal güvence altına alınmasına gereksinim duymaktadırlar. Bu da yukarda belirtmiş olduğum gibi, Türkiye’nin sahici ve köklü bir demokratikleşme sürecine girmesinden geçer.
* * * * *
Sözlerime Mahçupyan’a -belki çok da gereksinim duymadığı- bir öğütle son vermek isterim. Zaman gazetesinin 28 Haziran 2014 tarihli sayısında ilginç bir haber yer aldı. Erdoğan’a “402 danışman daha geliyor” başlıklı haberde, başbakana 2’si genel müdür, 20’si daire başkanı olmak üzere toplam 402 yeni kadro açılacağı belirtiliyordu. Mahçupyan’a önerim, ilgili makamlara başvurarak kendisine de bir danışman kadrosu açılmasını talep etmesi. Kendisinin bu görevi kusursuz bir biçimde ve tam bir sadakatle yapacağından hiç kuşkum yok.
http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/81-garbis-alt-noglu/921-etyen-mahcupyan-tayyip-erdogan-n-son-dan-sman
Sevan Nişanyan Gibiler
Garbis Altınoğlu
6 Aralık 2016
Değerli kardeşim Sait Çetinoğlu bundan tam bir yıl önce Sevan Nişanyan hakkında bir yazı (“Sevan Nişanyan gibiler vazgeçilmez olmalıdır!”) kaleme almıştı. (Ekte Sait’in bu yazısını sunuyorum.) O bu yazısında haklı olarak, aldığı cezaların toplamı 17 yılı bulan “Sevan’ın tutsaklığı ile Soykırım’ın 100. yılı”nın “doğrudan ilişkili” olduğunu belirtmişti. Şirince köyünde yaptığı/ restore ettiği yapıların imara uygun olmadığı gerekçesiyle cezaevine konulan Sevan daha sonra da Hz. Muhammed’e hakaret ettiği gerekçesiyle yeni bir cezaya çarptırılmış bulunuyor.
Sevan’ın tarih, kültür, mimarlık vb. alanlarında yaptığı çalışmaları anımsatan Çetinoğlu bu yazısında daha da üzücü bir hususa, Türkiye’deki ve dünyadaki Ermeni kuruluşlarının bu konuya ilişkin duyarsızlığına değinmiş ve bunu şöyle örneklemişti:
“… şimdiye kadar, Armenian Council of Europe ve Belçika Demokratik Ermeniler Derneği dışında Ermeni kuruluşlarından Sevan’a dair bir duyarlılık göremedik.”
Sait’in bu önemli yazısında katılmadığım bazı noktalar da var. O burada önce; Cezayir’in bağımsızlığıyla Küba devriminin aşağı yukarı aynı tarihlerde gerçekleştiğine, bu iki ülkenin yeni liderleri arasında sıkı bir dostluk ve ekonomik yardımlaşma oluştuğuna değiniyordu. Sait daha sonra, yeni Cezayir’in lideri Ben Bella’nın, Bumedyen tarafından askeri bir darbe ile devrilerek cezaevine konduğunu ve Che’nin Bolivya’da öldürülmesini izleyen yıllarda da iki ülke arasındaki dostça ilişkilerin ve karşılıklı ziyaretler devam ettiğini anımsatıyordu. Sait’in anlattığına göre,
“Bunların birinde, Fidel Castro Bumedyen’in misafiridir ve bir devlet çifliğini ziyaret ediyordur. Çiftliğin bitişiğindeki cezaevinde Ben Bella tutsaktır. Castro, Ben Bella’yı değil ziyaret, hatırlamadan oradan ayrılır.” Kastro Ben Bella’yı anımsamıştır mutlaka; Sait’in, Küba liderinin böyle bir ziyareti gerçekleştirmeksizin Cezayir’den ayrıldığı yolundaki savını sağlam kaynaklara dayandırdığından kuşkulanmak için bir neden görmüyorum. Sait Fidel Kastro’nun bu davranışını eleştirirken şunları da söylemişti:
“Bir dostum Yerevan’da tutsakken ben Yerevan’a gitmedim. Zira Castro’nun durumuna düşer, dostumu ziyaret etmeden geri dönmek zorunda kalır, kendimi kötü hissederdim.”
Burada Sait’ten ayrılıyorum. Sait’in davranışıyla Kastro’nun davranışı farklı nitelik taşımaktadırlar; dolayısıyla karşılaştırılabilir değildirler. Sait devrimci bir birey olarak bir dostunun haksız yere cezaevinde tutulduğu koşullarda Yerevan’ı/ Ermenistan’ı ziyaret etmemeyi seçebilir; ama ABD’nin ve Kübalı karşı-devrimcilerin ambargo ve saldırı tehdidi altındaki Küba’nın lideri Kastro’nun böyle bir seçim yapma lüksü yoktu ve olamazdı. 1959 devrimini izleyen yıllarda Küba liderlerinin ve halkının temel görevi yıkılan eski rejimin temsilcilerinin ya da yeni Batistaların ABD süngüleri, bombaları ve yıkıcı etkinliklerinin açtığı yoldan geri gelmesini önlemek ve devrimci rejimin ayakta kalmasını sağlamaktı. Bu da Küba’nın, ABD ve uşaklarının uyguladığı izolasyonu kırmasından geçiyor ve bu ülkeye petrol sağlayan Cezayir gibi bağlaşıklarıyla ilişkilerini sürdürmesini gerektiriyordu. Küba’nın, başında Bumedyen’in bulunduğu Cezayir’le ilişkilerini kesmesi ancak, Bumedyen ve ardıllarının Küba’ya karşı düşmanca bir tutum alması, Cezayir’in ABD ve uşaklarının izolasyon ve ambargo politikasına katılması ve pro-emperyalist bir siyasal çizgi izlemesi halinde gerekli ve doğru olurdu.
Dostum Sait Çetinoğlu’nun bu yazısında, Ermeni halkının yüzkarası Etyen Mahçupyan’ın, “Sevan Nişanyan diye bir adam” başlıklı makalesine göndermede bulunmasını da doğru bulmadım. Mahçupyan kim? O, kalemini ve kişiliğini AKP ve Türkiye gericilerinin hizmetine sunmuş, babasına benzettiği (1) Tayyip Erdoğan’ı yıllardır övüp göklere çıkarmış, ezilen Kürt halkına ve Türkiye ve Kürdistan’daki ilerici ve demokratik muhalefete karşı Türkiye Cumhuriyeti’ni savunmuştu. Bu sefil kişi; Suriye halklarının katili olan İslami terör gruplarını desteklemiş, savaş ve terör yoluyla Suriye’de ve Ortadoğu’da Türk gericiliğinin hegemonyasını, yani bir yeni Osmanlı İmparatorluğu kurmak için çırpınmış olan eski başbakan Ahmet Davutoğlu’nun başdanışmanlığını yapmıştı. Dahası Mahçupyan Osmanlı devletinin Ermeni jenosidinden sorumlu olmadığını bile ileri sürebilmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı “uygun” koşullar altında jenosit sürecine girildiğini belirttikten sonra şöyle diyebilmişti:
“Bu tespite karşılık olayın ne devleti ne de Müslüman/ Türk cemaati mahkum etmeye yeterli olmadığı da apaçıktır.” (Bir zamanlar Ermeniler vardı!…, Birikim 193-194, s. 34) Ve tabii bu kişinin Erdoğan ve Davutoğlu gibi efendileri, basında görev yapan uşakları aracılığıyla Sevan’ın siyasal/ ideolojik lince tabi tutulmasından ve cezaevine konmasından da doğrudan sorumluydular.
Öte yandan bazı okurlarım da benim Sevan Nişanyan’a sahip çıkmamı yadırgayabilir, bunu gereksiz ya da yanlış bulabilirler. Hatta böyle davranmakla benim örtük bir Ermeni milliyetçiliği yaptığımı bile düşünebilirler. (Ve böylece “suç”larıma, Kemalizmin yanısıra Ermeni milliyetçiliği de eklenmiş olur!) Evet, dünya görüşlerimiz ve siyasal çizgilerimiz açısından Sevan’la benim hemen hemen tümüyle karşıt konumlarda olduğumuz doğrudur. Hatta Türkiye’de ezilen sınıfların sömürü ve zulümden kurtuluş savaşımının gelişeceği koşulların Sevan gibi aydınları karşı-devrim kampında yer almaya iteceği kanısında olduğumu da söyleyebilirim. Ama bu onun haksız yere cezaevine konmasına, mimarlık, dilbilim, tarih vb. alanlarında önemli başarılara imza atmış bulunan ve Türkiye’nin kültürel gelişimine daha da büyük katkılar yapma potansiyeline sahip bu seçkin aydının bir susku komplosuna kurban edilmesi karşı sessiz kalabileceğim ya da kalınabileceği anlamına gelmez. Marks’ın en büyük üretici gücün emekçi insan olduğu yolundaki sözlerinin ruhuna uygun olarak bir ülkenin ya da toplumun gerçek gelişmişlik ölçüsünün onun, aydınlarına verdiği değer olduğunu belirtmenin hiç de bir abartı olmadığını söyleyebilirim.
NOTLAR
(1) Mahçupyan, 8-9 Eylül 2014’te internethaber’de yayınlanan mülakatında Erdoğan’a olan yakınlığını şu sözleriyle itiraf etmişti:
“Erdoğan’ın insan olarak sevilebilir bir karakter olduğunu düşünüyorum. Burada başka yerde söylemediğim bir şeyi çok açık olarak söyleyeyim, Erdoğan, karakter olarak babama çok benziyor.
“Benim bildiğim bir yapı bu ve iç dünyasının sağlam ve temiz olduğunu düşünüyorum. Dürüst olduğunu düşünüyorum, kendisi gibi olduğunu düşünüyorum… ”
Mahçupyan, her açıdan eşitsiz koşullarda yapılan ve asla adil olmayan 1 Kasım 2015 genel seçimlerinin ardından kaleme aldığı “Osmanlı tokadı” başlıklı yazısında AKP’nin seçim zaferini kutlamakta hiçbir sakınca görmüyordu. Ve tabii o, “Osmanlı tokadı” metaforunun, Ermeni halkı da içinde olmak üzere, yüzyıllar boyunca Osmanlı zulmü altında yaşayan Balkanlar, Anadolu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının kollektif belleğinde nasıl bir çağrışım yapacağını çok iyi biliyordu.
Sevan Nişanyan Gibiler Vazgeçilmez Olmalıdır!
Sait Çetinoğlu, 5 Aralık 2015
Cezayir ve Küba’yı bilirsiniz. Cezayir’in bağımsızlığı ile Küba Devrimi aynı döneme denk gelir. İki yeni yönetim eski ve yeni kıtaya döneminde büyük bir gedik açmışlardır. Ancak devraldıkları ekonomi çok iyi değildir. Bunu aşabilmek için doğrudan işbirliğine girerek, Diplomasiyi bir yana bırakarak telefonla birbirlerine ihtiyaçlarını sipariş verirlerdi. Örnek olsun: Küba ekonomi bakanı Che, petrol ihtiyacını Ben Bella’ya telefonla bildirir. Ben Bella da, şeker ihtiyacını telefonla Che’den isterdi. Siparişler derhal yerine gelir. Sıkıntılar anında giderilirdi. Kısaca her alanda yardımlaşarak örnek bir dayanışma sergilerler.
Bir süre sonra Ben Bella, Bumedyen tarafından askeri bir darbe ile devrilerek cezaevine konur. Che, Bolivya’da öldürülür. İki ülke arasındaki ilişkiler devam eder. Karşılıklı ziyaretler sıklaşır. Bunların birinde, Fidel Castro Bumedyen’in misafiridir ve bir devlet çifliğini ziyaret ediyordur. Çiftliğin bitişiğindeki cezaevinde Ben Bella tutsaktır. Castro, Ben Bella’yı değil ziyaret, hatırlamadan oradan ayrılır.[i]
Bu girişi yapmamın nedeni bir dayanışmaya dikkat çekerek, hatırlamayı sağlamak olduğu kadar. Soykırımın 100. yılında Türkiye’de, Ermenistan’da ve diğer ülkelerde yapılan toplantılarda ve (neden gerekiyorsa) festivallerde Soykırıma dikkat çekilmeye ve farkındalık yaratmaya çalışılırken, Türkiye’de tutsak olan Sevan Nişanyan’a, değil dikkat çekmek, Sevan’ın adı bile anılmamakta olduğuna dikkat çekmektir.
Denilecektir ki, Soykırımın 100. yılı ile Sevan’ın ne ilişkisi var? Sevan’ın tutsaklığı ile Soykırım’ın 100. yılı doğrudan ilişkilidir. Türkiye “Cumhuriyeti” 100. yıla ilişkin dört yıllık bir inkar projesi yürürlüğe koyduğu an Sevan için “ruhsatsız inşaat yapmak” gibi bir suç icad edilip hukuksal bir kumpas kurulmuş, dört yıllığına demir parmaklıklar ardına gönderilmiştir.
Soykırımın 100. yılında Sevan’ın cezaevinde tutsak olması Türkiye’deki Ermenilerin sesinin boğuk çıkması demektir. Sevan Nişanyan cezaevine konularak Türkiye’deki Ermeniler susturulmuştur.
Sevan direngendir, eleştireldir, inatçıdır ve otoriteye boyun eğmez. Böyle birinin bu “kritik” dönemde ortalıkta dolaşması tehlikelidir. Zira o kendisinde “güvercin tedirginliği” değil devekuşu inadı olduğunu söylemiştir.
Sevan, halkının donuna kadar soyulup ölüm yolculuğuna çıkarılmasına sessiz değildir. O halkının geçen yüzyılın başında uğradığı Soykırımı televizyonda canlı yayında Türk Tarih Kurumu Başkanı ile tartışmış ve Başkan Yusuf Halaçoğlu’nu dilsize çevirmiştir. Televizyonlardaki bir çok yayınlarda Soykırımı tartışmış ve inkarcılara geçen yüzyılın ilk büyük insanlık suçunu gündemden indirmeye fırsat tanımamıştır.
Görsel media’nın yanında gazetelerdeki yazılarında, kitaplarında ve konferanslarında Soykırım üzerinde oturan rejimi, kuruluşu ve kurucu babaları sorgulamış, Emval-i metruke adı altında Ermenilerin el konulan değerlerinin nerelere gittiğini ortaya koymuştur.
O, Halkının acılarının yanında, Ermeni kültürel değerlerine sahip çıkmış ve bir turizm rehberi olarak gözüken Ankara’nın Doğusundaki Türkiye adlı eserinde Ermeni kültürel bir envanterini çıkarmıştır. Bunlar Ermeni halkının kayıplarının görsel kanıtlarıdır.
Sevan, Adını Unutan Ülke adlı kitabı ve İndex anatolicus/Nisanyanmap başlıklı, internette herkesin kolayca ulaşabileceği muazzam çalışması başlı başına bir kültürel hazinedir. Bu çalışma 40 bini aşkın yerleşim yerinin kısa tarihi ile adları değiştirilen yerleşim bölgelerini listelemiş, bu yerleşim bölgelerinin tarihinin silinmesini ve tarihsel adlarının unutulmasını önleyerek, tarihsel hafızasını canlandırmıştır. Sevan çalışmalarıyla bu coğrafyanın adını unutan ülke olmasını önlemeye çalışmıştır. Tarih ile zenginleştirilmiş haritaya/ Nisanyanmap’a ulaşan Ermeni, Elen, Asuri-Süryani, Pontos,… halkı, atalarının köyünü kolayca bulabilme ve atalarının coğrafyasını, atalarının adlandırmasıyla dolaşabilme imkanına kavuşmuş, atalarının hatırasının kaybının önüne geçmiştir. Esenboğa havaalanından inip Ankara merkezine gelirken yanından geçtiği Akyurt İlçesinin Çankırı’ya sürgün gönderilen Ermenilerin gecelediği Ravlı İstasyonu olduğunu anımsarken, ölüm yoluna çıkarılan Ermeni aydınlarını hatırlayarak isimlerini yad edecektir. Coğrafyamızın kadim halklarının çocuklarının için ata topraklarını dolaşmak Sevan’ın turizm rehberi alanına giren çalışmaları eşliğinde bir anlam kazanmıştır.
Soykırım Sürecinde ölüm yolculuğuna çıkarılan Ermeni aydınlardan söz etmişken şunun da altını çizmek gerekir: Sevan’ın 1915’te belirsizliğe yollanan Ermeni aydınlarından farksızdır. Sevan da onlar gibi bir belirsizlik yolcusudur. O, çocuklarını görmek için gittiği Berlin dönüşü, 2.1.2014 tarihinde başlayan cezaevi sürecinde, dört yıllık cezası bugün 17 yıla çıkmıştır. Bu iki yıl içinde 4 cezaevi gezdirildi. Bugün beşinci cezaevi Söke Cezaevinde tutuluyor. Bu bilim insanına bugün askerlik gibi arazide çalıştırılıyor, arazide çukur kazdırılıp, ağaçlandırma yaptırılıyor. Ona, İzmir Torbalı Cezaevindeyken hücre cezası verilerek, İzmir Buca Cezaevine sürgün edilmiş, orada günlerce taş zemin üzerinde yatırılmıştır. Sonrasında gönderildiği yüksek güvenlikli Aliağa/Şakran Cezaevinde tecritten sonra, cinayetten müebbet mahkumlarının arasına konuldu. Ardından gönderildiği Aydın/Yenipazar Cezaevinde bir süre yine tecrit uygulandı. Bütün bunlara rağmen cezaevinde devasa bir Türkçe Sözlük çalışmasını tamamlamış, Türkçenin Tarihi çalışmasına başlamıştır. Şunu rahatlıkla söylemek mümkündür ki; Sevan Türkçeye, yıllarca Türkçe için çalışan ve büyük bir bütçe kullanan Türk Dil Kurumu’ndan daha büyük hizmette bulunmuştur.
Sevan’ın Türkçe ile ilgili çalışmaları aynı zamanda bu coğrafyanın kadim dillerinin canlandırılmasıdır. Sözlerin Soyağacı adlı Türkçenin etimolojisi çalışmasıyla, Türkçenin içindeki kadim dillerin altını çizerek , Asuri, Arami, Süryani, Ermeni Farsi, Elen, Romeika… dillerinin Türkçe içindeki zenginliğini gözler önüne sermiştir.
Canlandırmanın en önemli ürünü, Çağdaş Elen Edebiyatının anıt yazarı Dido Sotiriu’nun doğduğu köyün tekrar uygarlığa kazandırılmasıdır. Kırkıce‘nin, mübadeleden sonra terk edilip Çirkince’ye dönen yüzünü Şirince’ye çevirerek, Dünyanın en önemli turizm merkezlerinden birine dönüştürülmüştür.
Kırkıce/Şirince’nin Elen köylüleri İmparatorluk döneminde Yunanistan’ın Epir bölgesinden Efes yakınlarındaki dağ köyüne sürgün edilmişlerdi. Epirliler burada özgün bir mimari geliştirdiler. Sevan, mübadele ile yeniden sürgünden sürgüne gönderilen Epir sürgünlerinin Şirince durağını/yurdunu yeniden inşa ederek canlandırmıştır. Bugün Yunanistanın Makedonyasında, Katherini yakınlarında inşa ettikleri Nea Ephesus köyünü yurt tutan Kırkıceliler/Şirinceliler, atalarının doğduğu ve yaşadığı evleri görme, konaklama, hatıralarını yaşatma ve yeniden canlanan tarihleri içindeki köylerininin tarihi kilisesinde, atalarının ruhlarına dua edebilme şansına sahipler. Onlar bu şansı, harabeye dönen atalarının köyünde, Epir mimarisini canlandıran, ona yeniden hayat veren Sevan’ın sayesinde bulmuşlardır.
Sevan sadece evleri, konakları, bağevleri’ni değil, hamamına, fırınına… varıncaya kadar tarihi Epir köyünü yeniden canlandırmıştır.
Köyde gerçekleştirdiği deneysel mimari örnekleri ayrı bir şaheserdir. Ödül verilmesi gerekirken yasadışı yapılaşma denilerek cezalandırılmıştır. Oysa Türkiyenin 3/4’ü ruhsatsız inşaatlarla dolu bir kaçak inşaat cennetidir. Türkiyede suç olmayan bu suçtan dolayı Sevan’dan başka kimse cezalandırılmamıştır. Yenipazar Cezaevinde aynı odada tutulan bir yargıç bile şaşırmış, yargıçlık hayatında böyle bir olayla karşılaşmadığı gibi duymadığını söylemiştir.
Sevan kendi arazisinde izinsiz inşaat yaptı gerekçesiyle cezalandırıldı, oysa biz Sevan’ın neden cezalandırıldığını biliyoruz. O, Yanlış Cumhuriyet adlı çalışmasıyla rejimi, kuruluşu ve kurucu babaları nasıl eleştirdiyse, o Hocam Allaha Peygambere Laf Etmek Caiz midir? başlıklı çalışmasıyla İslamı eleştirdiği, Nefret suçlarıyla mücadele etmeli başlıklı yazısındaki “… bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir” sözleriyle nasıl Muhammed’i eleştirdiyse, – Ki bu iki satırlık yazı ile 13,5 ay hapis cezasına çarptırılmıştır- deneysel mimari örnekleriyle de imar hukukunu ve uygulamalarını eleştirmiştir.
Bu eleştiri, hiçbir ülkede olmayan 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun eleştirisinden ve Sansür Yasası ile herhangi bir anti demokratik yasayı ve uygulamalarını eleştirmekten farksızdır.
Sevan’ın saydığımız bu devasa çalışmaları hiç dikkate alınmamış mıdır? Ermenistan Diaspora Bakanlığı, 2014 yılında William Saroyan Edebiyat Ödülü’nü Sevan Nişanyan’a vererek Sevan’ı ödüllendirmiştir. Lakin şunu da söylemeden geçemeyeceğim; ödül bugüne kadar Sevan’a ulaştırılmış değildir.
Şunu özellikle söylemek gerekir ki: Sevan’ın savunulmaya ihtiyacı yok. Yapacağımız şeyler sadece kendi iyiliğimize dairdir. Onun ödüle de ihtiyacı yok. O gönüllerin ödülünün sahibi, O gönüllerin kahramanıdır. Ancak, Ermeni kuruluşlarının kayıtsızlığı düşündürücüdür. Sıradan insanların Sevan’ın Muhammed’e ilişkin sözleri üzerine ekmek almaya markete gidememeleri anlaşılrdır. Ama ortadaki yalancı kahramanların tavırsızlıkları mizah konusu olmalıdır. Ermeni kuruluşlarının kayıtsızlığı yanında, ne yaptığı bilinmeyen kişileri ödüllendirmeleri anlaşılamamaktadır. Eminim ki ödül alan kişiler bile ödülün kendilerine verilmesine şaşırmaktadırlar.
Ermeni dostlar 100. yıl festivallerinden başını kaldırmalı, yasak savmak kabilinden yaptıkları konferanslarda ne oldukları, kim oldukları bilinmeyen insanları ağırlamalara son vermeli, Soykırımın 100. yılında sözünü esirgemeyen en önemli evlatlarına sahip çıkmalıdırlar. 100. yıl konferans turizmini sonlandırmalıdırlar. Bunların hiçbir yararının olmadığını anlamalıdırlar.
Etyen Mahcupyan’ın Sevan ile ilgili yazısındaki; … toplumda ve her zaman ‘delilik’ diye adlandıracağımız ama gıpta ile bakacağımız işlere kalkışanlar çıkar. Zaten eğer böyle insanlar çıkmıyorsa o toplum ruhen ölmüş demektir. Sözleri ile Sevan’ı çok net özetlediği gibi yazının bütünü Sevan’ı en iyi anlatan yazılardan biridir. Mahcupyan, yazının devamında toplumsalın vahim gidişinin altını çizmesi, anlatmak istediğimizin özlü ifadesidir: Öte yandan toplumlar vasatlığı benimser ve beslerler. Böylece kendilerini aykırı olanın cazibesinden ve tehdidinden korumuş olurlar. Sıra dışına çıkanları, aynen bir kaza anında seyrettikleri yaralılar gibi seyrederler. Kazalar kişilikleri önemsizleştirir ve olayın kendisini, magazinel bilgiyi öne çıkarır. Benzer şekilde sıra dışı olan da toplum için ancak ‘kaza anında’ görünür olur ve seyirciler salt yaşananlara bakıp, sonra da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ederler.[ii]
Her alanda, aşılmaz eserler verip insanlığa armağan eden Sevan için vasatların suskunluğu yanında, vasatların kendince düşmanlığını da anlayabiliyoruz. 60 kelime ile roman yazan vasatlar topluluğundan müteşekkil Türkiye Yazarlar Birliği, TürkPEN’inin, international PEN’in Sevan için yapacağı kampanyaya mani olması anlaşılabilir bir durumdur. Buna karşılık ses çıkarmayan Sevan’ın “dostları”nın suskunluğu anlaşılmazdır.
Yukarıda söyledik. Vasatın davranışı budur. Olmaz ama yine de gönül, Türkiye’de ve dünyadaki, Nor Zartonk, Hrant Dink Vakfı, ANCA… gibi Ermeni kuruluşlarından vasatın yanında durma ve vasatı ödüllendirmekten vazgeçmelerini istiyor. Zira, şimdiye kadar, Armenian Council of Europe ve Belçika Demokratik Ermeniler Derneği dışında Ermeni kuruluşlarından Sevan’a dair bir duyarlılık göremedik.
Unutmayalım: Sevan’lar toplumlar için gerekli ve vazgeçilmezdir. Keşke toplumumuzda Sevan’ları çoğaltabilseydik.
[i] Bir dostum Yerevan’da tutsakken ben Yerevan’a gitmedim. Zira Castro’nun durumuna düşer, dostumu ziyaret etmeden geri dönmek zorunda kalır, kendimi kötü hissederdim.
[ii] Etyen Mahcupyan, Sevan Nişanyan diye bir adam, http://www.zaman.com.tr/yazarlar/etyen-mahcupyan/sevan-nisanyan-diye-bir-adam_2195641.html
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/2621-sevan-nisanyan-gibiler