AKP faşist mi, post-faşist mi?
(Troçkist bir arkadaşın yazısını buraya koyuyorum. İmzası saklıdır.)
Kelimeler, sıfatlar o şeye nasıl davranacağımıza ilişkin üstünkörü de olsa bir fikir verebildikleri için tartışılır. AKP’ye faşist denir mi denmez mi ya da post-faşizm tartışması da böyle bir tartışma. Aslında “tartışılır” iddialı bir söz. “tartışılmalı” deseydik daha iyi olabilirdi. Eğer AKP’ye küfür etmek istiyorsak, içimizden ya da dışımızdan küfür edebiliriz. Ama iş ona karşı nasıl davranacağımıza gelince, orada durmak ve bir düşünmek de yarar var.
Faşizmin ayırt edici özelliği, baskı rejimi olması değil. Faşizm kelimesi var olmadan önce de baskı rejimleri vardı. Tarihe dosdoğru bakan birisi şu basit gerçeği görür: Asıl faşist rejimleri, yani faşist İtalya, Nazi Almanya’sı ve Franco İspanyası’nı ayırt eden ana özellik, organik bunalım yaşayan toplumlarda toplumun iki ana sınıfı dışında kalmış kitlelerin (küçük burjuvazi ve Gün Zileli bu sıfatı sevmese de lümpen proleterya) bunalımın nedenini işçi sınıfının partilerinin istikrarsızlık yaratmasında görüp, sokak terörüyle bu istikrarsızlığı ortadan kaldırmaya çalışmasıdır.
Ne ırkçılık, ne savaşkanlık, ne kitle imhası. Örneğin İspanya’da gözle görülür bir ırkçılık yoktu, İtalya’da Nazi Almanya’sıyla ittifaktan sonra onların zoruyla ortaya çıktı. Aynı şekilde İspanya 2. Dünya Savaşına girmedi bile. İtalyanların da aslanlar gibi dövüştüğü iddia edilemez. Ama her üç durumda da işçi sınıfı partilerine karşı sokak terörü vardı ve bu yolu kullanarak iktidara geldiler. Yalnızca İspanya’da ordu direk iktidarı alan bir darbe yapmaya kalkıştı, ki onda da ele geçirilen bölgelerde Falanjistlerin kimlerden oluştuğu ve ne işe yaradığı malum: Sokak terörüyle iktidarı ele geçirmek ve çalışanları aynı metodlarla uzun süre elini kıpırdatamayacak hale getirmek.
Bu bir kez gerçekleştikten sonra, yani Nazilerin Halk devriminin, İtalyanların Romaya yürüyüşünün ve ardından gelen yıllarda yarattıkları terörün -yalancı “hakikat olay”ının- ardından, bir faşist rejimin, klasik bir askeri diktatörlükten farklı yanı, zamanla bürokratikleşen sokak birlikleridir. Ondan sonra içeride daha henüz kana doymamış güçlerin enerjisinin dışarı nasıl yönlendirileceği problemi ortaya çıkar ve bu da Uzun Bıçaklar Gecesi ve ardından çoğunlukla savaş demektir.
Şu ana kadar gördüğümüz en bakıcı rejimler faşist rejimler olduğu için, her baskıcı rejime faşist deme isteği duyuyor olabiliriz. Ama bu o rejimlerin nasıl yenileceklerine ilişkin bilgi vermiyor bize. Belki içimizi rahatlatıyor, o kadar. Ama mesela Şili’deki askeri darbe, bu rejimlerle mükayese edilebilir ölçüde şiddet içerir. Ama askeri bir rejim, elinin altında sokak birlikleri tutmaz pek. Şili’de de bunun örneği görülebilir.
Bu bakış açısıyla Gün Zileli’nin Post-Faşizm kavramında bazı sorunlar olduğunu iddia etmek gerek. İlki şu: Neden “post”? Yani “post-modern iktidarlar” ya da “post-demokratik parti/rejim” sözü varken, neden post-faşizm? Faşizmle ilgisi nedir bütün bu olanların? Baskı mı? Yoksa küfür etme isteği mi?
Bir rejimin evrimi, olsa olsa o capa canlıyken gerçekleşebilir. Burada evrim modellemesinin de kendi içinde problemleri var, ama şimdilik önemli değil. Peki eğer faşizm yokken bile olsa evrimleşmiş ve AKP gibi iktidarlar haline gelmişse, o halde Yunanistan Altın Şafak partisi de nedir? MHP gibi, BBP gibi partiler neden hala sokak birlikleri tutmaktadırlar? Belki de modellememize uygun olarak, hem eski tür ayakta kalıyordur, hem de yenisi. Yine aynı soruya geldik: Peki de o halde neden faşizmin “post”u?
Aslında faşizmden çok stalinizmi andırmıyor mu AKP? Onların tek lideri varsa, bunların da var. Onların bürokrasisi varsa, bunların da var. Onların Büyük Temizliği varsa, bunların da Ergenekon’u, KCK’sı, Devrimci Karargahı var. 1928’de Birinci Beş Yıllık plan ilan edilince, o ana kadar Troçki’yle hareket eden Sol Muhalefetin çoğunluğu Stalin’in sola doğru hamlesinin cazibesine kapılmışlardı. Bir çok sol muhalefet üyesi Stalin’in tarafına geçerken şu sözü söylediklerini duyar gibiyim: Yetmez Ama Evet!
Ama başka bir açıdan, Dersim olaylarını anlatırken, Stalin’in suçlarını sıralayan Kruşçev’e de benzetilebilir. Hatta önce özgürlükleri getirecek gibi davranan Kruşçev’in 1957’de Macar ayaklanmasını ezmesini de bir şeylere benzetebiliriz. O zaman post-Kruşçev mi demeliyiz?
Türkiye’nin egemenlerinin ilerlemecilik yolu şekilsel taklitten geçer. Benzer şekilde AKP’nin ucuz işgücüne dayanan ekonomik yönelimi ya da bunun için gerekli nüfus için gerekli 3 çocuk propagandasından “ileri demokrasi” hikayesine kadar bir çok şeyi, Çin’den ithal ettiği malum. AKP Türkiye’yi Küçük Çin yapmak için durmuyor, yoluna devam ediyor. O halde Post-Maoizm nasıl olur?
Belli ki bu kadar spesifik bir duruma post ön eki koymak yerine, dünyayla daha içiçe ve daha genel geçer bir adlandırma daha yerinde olacaktır.
Sanırım doğru isimlendirme, post-demokratik iktidar olmalıydı. Serbest piyasa rejimleri ile parlamenter demokrasilerin muta nikahları bitiyor. Çin gibi bir ülke, açık tek parti diktatörlüğüyle bir buçuk milyar insanı yöneterek, yalnızca serbest piyasa ekonomisini uygulamakla kalmıyor. Aynı zamanda diğer ekonomileri ayakta tutuyor. Bu da post-demokrasi sorununa getiriyor bizi. Demokrasiler ekonomik olarak zayıflıyor. Çin artık önder ve taklit edilen ülke.
AKP, post-demokratik bir iktidar. Ama Berlusconi gibi, Sarkozy gibi diğer post-demokratik iktidarlardan daha avantajlı olduğu yer, karşısında kendi çıkarlarını dikte edebilecek bir çalışan sınıf muhalefetinin olmaması. E, onlar da bu durumu olabildiğince kullanıyorlar. Zaten iktidarlar ne içindir? Çalışan sınıflardan elde edilen artı değeri toplumun bir bölümüne dağıtarak iktidarlarının daimliğini sağlamak. Adamlar da bunu yapıyor.
“Şu ana kadar gördüğümüz en bakıcı rejimler faşist rejimler olduğu için, her baskıcı rejime faşist deme isteği duyuyor olabiliriz. Ama bu o rejimlerin nasıl yenileceklerine ilişkin bilgi vermiyor bize.”
En önemli mesele de budur zaten. Bir rejimin nasıl geriletileceği veya yıkılacağı hakkında somut bir plan, yöntem, yol haritası belirlenemeyecekse, “rejimin niteliği” tartışması ne işe yarar ki?! Gün Zileli, 6 Temmuz tarihli yazısında, çok haklı olarak AKP-Devlet rejimine karşı antikapitalist yoldan mücadelenin önemine vurgu yapmıştı. İnanıyorum ki, bu coğrafyada bugünün en acil meselesi, bu rejimin antikapitalist yoldan nasıl geriletileceği/yıkılacağının somut planını yapmak, rejimin güçlü ve zayıf noktalarını, açmazlarını, emekçi sınıflardaki (ve diğer toplumsal muhalefetteki) potansiyelleri ve riskleri doğru yorumlamaktır. Tabii, bütün bu sıraladıklarım, “rejimin niteliği” tartışmasını anlamsızlaştırmaz/gereksizleştirmez, tam tersine onu ayakları üzerine oturtur.
Evet de, anti kapitalist muhalefet de yeterince somut bir oneri degil ki. Muhalefet aglarimizi nerede kuracagiz, isyerleri merkezli mi yoksa hali hazirdaki gosteri kulturunun getirdigi sokak tarzi politika mi yapacagiz, sendikalarla ya da partilerle iliskilerimiz ne olacak, karsi tarafin en gucsuz oldugu bizim en guclu oldugumuz alanlar neler, eger fasizmle kiyaslanabilecek bir baski donemiyle karsilasirsak nereye geri cekilecegiz vs.
binlerce soru var cevaplamamiz ve yapip gormemiz gereken. Post fasizm terimi, fasizm “tum halk kesimlerini ezdigi icin” halk cephesi mantigini, yani suya sabuna dokunmadan, calisanlarin etrafinda degil, her ezilene esit davranis ekseninde bir politika cagristiriyor. Bu sebeple post demokrasi terimi daha mantikli. Anti kapitalist hareketi calisanlarin disinda bir retorik,bir soylem olarak kavramiyorsak, somut bir sey olarak kavriyorsak tabi. Aksi halde zaten mahalle bakkalimiz da super marketleri kapitalizm olarak gorup kendi kaziklamalarini unutup anti kapitalist olabilir bir yere kadar.
Bunlarin birsey dedikleri de yok, yapacaklari da, erkek arkadaslari baska yere gittigi için evde masturbasyon yapan kadinlarin zirvalamalari. Eger gerçekten varsan, konu mankeni falan degilsen, bosuna buralara takilma, zamanina yazik.
Aslinda anarsistler icin anlatilmasi gereken bir fikra ama buraya da uydu simdi: Polonya’daki askeri darbe sirasinda saat 22.00dan sonra sokaga cikma yasagi konur. Askerlerin vur emri vardir. 22.00dan sonra sokakta gorulen herkes vurulacaktir. Iki asker tam 21.50’de devriye atarlarken etrafta kosturan birisini gorurler. Askerin biri cikarir silahi cat diye vurur adami. Otekisi bagirir, ne yapiyorsun? Daha 10 olmadi ki saat! Vuran asker de der ki, ben bu adami taniyorum. Buradan yarim saat mesafede oturuyor. Zaten 10 dakikaya varamazdi.
Sizinkisi de buna benziyor. Bir seyler yapmaya gercekten niyetli olup olmadigina gore vurmayin insanlari derim. Niyetten cok, gercekte ne oldugu onemli. Bizim oykumuzde acaba onlara ragmen, onlarin rolu ne olacak? Nerden biliyoruz ki? O halde yapilmasi gerekeni yapmaya devam…
http://www.nasname.com/thumbnail.php?file=esh2193_4_738635464.jpg&size=article_large
Vatandaş neden %60 oy veriyo AKP’ye diye düşünmek lazım..Yoksa böyle uzun teorik tartışmalarla dolanıp dururuz.Az bi sadakaya-yeşil karta fit olan ve de diğer kazananları da ‘çalışıpkazanıyor işte! ‘ gözlüğüyle gören bir millet var …Bu milletin UYANMASI ancak ve ancak filimlerde olur . 4+4+4 ile daha da aptallaştırılacağız ve de bu iş sürüp gidecek
AKP-Cemaat diktası, yeni bir “torba dava” hazırlığı mı yapıyor? Bakınız: http://haber.stargazete.com/politika/isci-partili-baskanin-oglu-orgut-lideri-cikti/haber-704257
http://mustafasonmez.net/?p=2771