“Suçları Ayarlama Enstitüsü”

 

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o harika ironik romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü bir fırsatını bulursam bugünlerde yeniden okumak istiyorum. Bu romanın bir sahnesi hiç aklımdan çıkmaz. Kentte bir “Saatleri Ayarlama enstitüsü” kurulmuştur. Bu Enstitü’nün görevlilerinin görevi kenti dolaşarak saatlerin doğru işlemesini denetlemektir. Aklımda kaldığı kadarıyla, bir gün Enstitü’nün müdürü, gelip görevlilere, saatleri ayarlayan ve denetleyen görevlileri de denetleyecek yeni görevliler ve denetçiler ihdas etmek lüzumunun hasıl olduğunu söyler. Görevlilerden biri, “ama böyle bir göreve gerek var mı” diye sorar safça. Müdür, hiç tereddüt etmeden şu cevabı verir: “ah kardeşim, anlamıyorsun. Görevler gerekli değildir, yaratılır.”

Aslında bu harika saptama sadece görevlerle kısıtlı değildir. Bunu pekâlâ suç ve ceza alanına da uygulayabiliriz:  İlla suçun olması gerekmez, suç yaratılır. Özellikle siyasi alanda suç yoktur, siyasi iktidarlar tarafından yaratılır.

Bütün modern tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur ve günümüzde de bu örnekleri bulmak ya da görmek için fazla zahmet etmemize gerek yoktur. Hatta fazla zeki olmaya da.

Danton suçlu değildi. İdam edilmesi için hakkında bir suç yaratılması gerekiyordu.

Kamenev ve Zinovyev (ve tabii ki, bilcümle akraba-i taallukatları) suçlu değildi. Duvarın önüne dizilmeleri için “halk düşmanı” suçunun yaratılması yeterliydi.

Tukaçevski, Yakir gibi en üst rütbedeki Kızıl ordu generallerinin de tutuklanıp kurşuna dizilmeleri için “Nazi ajanı” suçunu işlemeleri gerekiyordu. Gestapo’nun da sahte belgeler sızdırarak GPU’ya bu imalatta yardımcı olduğu bilinir.

Şeyh Sait ve Seyit Rıza suçlu değildi. İstiklal Mahkemesinin onları idam edebilmesi için, “cumhuriyete karşı ayaklanma” suçunun imal edilmesi icap etti.

Menderes, Zorlu ve Polatkan, “Anayasayı tağyir ve tebdil” etmiş değillerdi ama idam edilmeleri için böyle bir suç imal edilmesi zorunluydu.

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idam edilmeleri de aynı suçun o zamanki iktidarca yaratılmasına bağlıydı.

12 Eylül dönemindeki cunta da suç imalatçılığında oldukça başarılıydı. Bu imalatın sonucunda çok sayıda insan ipe gönderildi, binlercesi de zindanlara atıldı.

İyice göze batsın diye tarihteki, idamla sonuçlanan suç imalatlarına değinmeyi tercih ettim.

 

Günümüze gelecek olursak; bugünkü Ergenekon, Balyoz, KCK, Devrimci Karargâh, Odatv, Andıç vb. davaları da suç imalatçısı bir iktidarın yarattığı suçlar üzerine kurulmuştur.

Dün, CNN Türk’te, Nazlı Ilıcak’ın yönettiği gazeteciler toplantısını izledim. Nagehan Alçı adlı, gazeteci olduğu iddiasındaki genç ve hırslı hanım, emekli Genel kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasının (program sırasında henüz tutuklanmamıştı ama Nagehan hanım kızımız sonuçtan pek emin görünüyordu. Nazlı Ilıcak hanım ablamız da programı kapatırken, sonuçtan o kadar emin olmalı ki, “tutuklanması” diyerek “dili sürçtü”, sonra da “ihtimali” diye ekleyerek durumu düzeltmeye çalıştı) “demokrasinin zaferi” olduğunu ilan ediverdi.

Yüksek rütbelilerin ya da bugünkü moda deyimle “devletin zirvesinin” günün birinde tutuklanıyor olması hiç de “demokrasinin zaferi” falan değildir. Fransa’da Kral tutuklanıp kellesi vurulunca, bu hiç de demokrasinin zaferi sonucunu vermemiş, tersine, kralın sepete düşen kellesi, en fazla kelle götüren Robespierre de dahil, Fransız Devrimi’nin öne çıkarttığı liderlerin kellesinin de gideceğinin habercisi olmuştur.

Rus Çar ailesinin, beşikteki bebeğine varıncaya kadar acımasızca katledilmeleri de demokrasinin zaferi olmamış, bu katliam kararına ortak olan bütün Sovyet önderleri daha sonra kendilerini duvarın önünde buluvermişlerdir.

Keza, Kronstadt ayaklanmasını bastıran Tukaçevski’nin tutuklanıp kurşuna dizilmesi de, 1937-38 Büyük Temizliği’nin zirvesinde meydana gelmiştir. Bu idam da demokrasinin değil, tarihin gördüğü en büyük cellat Stalin’in zaferi olarak tarihe geçmiştir.

Kısaca söyleyecek olursam, zirvedekiler tutuklanınca demokrasi zafer falan kazanmış olmuyor Nagehan hanım kızım. Tabii ki, iktidarın zirvesindekilere yaranarak bir dahaki devre meclise girmeyi düşünenlerin algısı açısından değil, demokrasinin gerçek temsilcisi, ezilen halk açısından söylüyorum bunu.

Aslında ezilenlere de bu konuda fazla pirim vermekten yana değilim. Sovyetler Birliği’ndeki Büyük Temizlikler sırasında, işçiler ustabaşıların yerine geçmek, alttaki görevliler, üstlerinin görevini kapmak için ustabaşılarını ve üstteki görevlileri bol bol ihbar etmişlerdir. Ahlaksızlığın sınıfı falan yoktur.

Yine de demokrasinin zaferi denen şey, ezilenlerin ve aşağıdakilerin bilinçli ve ahlaklı eylemiyle gerçekleşebilir ancak.

İmalatçılıktan geldikleri için suç imalinde de pek fazla zorluk çekmeyen AKP iktidarcılarının ve kaçınılmaz olarak bu iktidarın emriyle hareket eden savcıların ve yargıcıların hukuk diye diye hukuku tepelemeleriyle değil.

 

Gün Zileli

6 Ocak 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

58 Comments

  1. Gün Zileli sevgili generalini savunmadan duramamis, kendini yine açik edip militarist-kemalist karakterini ortaya koymus, aslinda bunlar bilinen seyler de benim anlamadigim Gün Zileli’yi halen anarsist falan sananlarin var olmasi. Zileli ve benzerleri taa 1968’lerden beri ne komünist idiler, ne sosyalist, ne de anarsist. Kendileri 1960 darbesinin çocugu olarak her zaman militarist, her zaman kemalist olmustur. Ha gün Zileli ha ümit Zileli. Ha perinçek ha enistesi. Hepsi ayni kapiya çikar. Hele bir de “ezilenler” lafini agzina almiyor mu? Enternasyonal’de geçen “tufeyli” kelimesinin yasayan örnegi olan Zileli bir de “ezilenlerden” bahsetmekte, ne komik. Haydi git, sevgili generallerinle anarsistçilik yap, sana da bu yakisir.

  2. Yazı bütün olarak çok iyi ama “Ahlaksızlığın sınıfı yoktur” nesnel tespiti çok önemli bir nokta bence. Nagehan Alçı ile kocası ROK eski çizgi filmde olduğu gibi birlikte kötülüğün ve muhbirliğin Voltran’ını oluşturuyorlar. Düzenin verdiği cezalar ve ağır mağduriyet yaratan uygulamaları bu ikilinin ağzında adeta zevk çığlıklarına dönüşüyor.

  3. Yedeğinize aldığınız anarşistlerden olmadığım kesin

  4. Ama zekâları biraz kıt galiba ki, o zevk çığlıklarını gizlemesini bilemiyorlar.

  5. zayıflara karşı güçlüleri savunmalı, güç insanın, sürünün üstün geldiği yerde kendi başına kalmaktan, çoban olarak sürü değerini benimsemekten başka olanağı olmadığı sonucuna götürür. yüksek ölçü hep sürüye uygundur. çünkü her şeyden önce ve tanım gereği tanıtlanabilirliğin tanıtlanmasıdır. bu da böyle bir yorum olsun bari…..

  6. Tutuklanarak Silivri Cezaevi’ne konan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u cezaevi kapısında ellerinde Türk bayraklarıyla bekleyen bir grup slogan atarak karşıladı.
    Başbuğ, Silivri 5 No’lu L Tipi Cezaevine yerleştirildi. Başbuğ’un bulunduğu araç cezaevine giriş yaparken, Silivri Cezaevi önünde ellerindeki Türk bayraklarıyla bekleyen bir grup, slogan attı.

  7. Günün birinde siz de kendinizi Silvire’de bulursanız ziyaretinize geleceğim, söz.

  8. Cok muhabbet tez ayrilik getirir.

  9. Başbuğ gider, Başbuğ gelir
    (Taraf, 28 Ekim 2009)

    İlker Paşa’nın suyu ısındı gibi görünüyor, geçmiş olsun. Kim bilir, belki giderayak birilerinin aklına gelir, senin İstanbul’da Birinci Ordu Komutanı olduğun dönemde düğmesine basılan, Kara Kuvvetleri Komutanı olduğun dönemde tetiği çekilen bir cinayet vardı, o konuda bildiklerini de bir zahmet anlat diye sorarlar.

    Bunca seneden sonra Türkiye’de sanki bir şeylerden ümitli olmak da mümkünmüş duygusuna kapılıyor insan. Allah aklımıza mukayyet olsun.

    *

    Başbuğ gitti diyelim, peki yerine kimi koyacaklar? “Sivil toplum örgütleri, akademik çevreler ve ülke içi medya ulusal birlik ve güvenliği tehdit ediyor” diyen Kara Kuvvetleri Paşasını mı? Taraf’ın haberinde “cuntanın kilit isimlerinden” diye tarif edilen Birinci Ordu Paşasını mı? Al birini vur ötekine!

    Bu noktada artık biraz daha geniş düşünmenin zamanıdır gibi geliyor bana.

    Genelkurmay Başkanlığı diye bir şey neden var biliyor musunuz? Anlatayım. Eski adıyla Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ni 1880’li yıllarda von der Goltz başkanlığındaki Alman askeri heyetinin önerdiği reformlar çerçevesinde kurmuşlar. Ordunun modernizasyonu, eğitimi, donanımı, terfileri, strateji ve taktikleriyle ilgili program üreten bir daire olsun demişler. Başına da genellikle tuğ ya da tümgeneral düzeyinde bir komutan koymuşlar.

    1914’te yeniden düzenlenmiş, bu sefer Enver Paşanın başına buyruk Başkumandanlık “Vekâletine” karşı Alman askeri bürokrasisinin denetim organı işlevini yüklenmiş. 1914’ten 1918’e dek Osmanlı devletinin genelkurmay başkanı Bronsart von Schellendorf Paşa’dır. 1918’de o ölünce yerine General Hans von Seeckt geçer. Sarıkamış, Çanakkale, Kutülamare gazaları sırasında genelkurmayın başında bu şahıslar vardır. Adlarını hiç duymuş muydunuz?

    1924’te Gazi Paşa henüz tam ve nesnel analizi yapılamamış bir nedenle ordu kumandasından elini çekince, Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşa (Çakmak) fiilen silahlı kuvvetlerin tek hakimi olarak kalır. 20 yıl gibi eşine zor rastlanır bir süreyle bu görevi sürdürür. Yerine geçenler de yıldan yıla artan bir özgüvenle padişahçılık oynamaya devam ederler.

    Acaba Genelkurmay dairesini asli görevine döndürmenin zamanı gelmiş midir?

    Her işte Amerika’yı model alıyoruz madem, Amerikan Genelkurmayına bakın. Oradaki adı Joint Chiefs of Staff’tir. Savunma Bakanının askeri konulardaki baş danışmanıdır. Komuta yetkisi yoktur. Yani askeri birliklere emir vermez. O işi Savunma Bakanına bağlı ordu ve harekât komutanları yapar. JCS’ın başında genellikle tuğ veya tüm rütbeli bir subay vardır. Bu işlere özel merakı olanlar dışında kimsecikler adını sanını bilmez.

    “Bize uymaz” diyenler çıkacaktır muhakkak. Sizce Türkiye rasyonel bir askeri düzene ayak uyduramayacak kadar yamuk bir ülke midir?

    http://nisanyan1.blogspot.com/2009/10/basbug-gider-basbug-gelir.html

  10. Cati ustasi, ondulin hastasi.

  11. Bu yorum hakaret içerdiği için kaldırılmıştır.

  12. “…egemen sınıf için iyi olan şey, egemen sınıfın kendisiyle özdeşleştiği bütün toplum için de iyi olmalıdır.” F.Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf, 207

  13. Bu yorum, hakaret içerdiği için kaldırılmıştır.

  14. acıları mı depreşti aklâksız üstinsan…..

  15. “yobazların hükmettiği korku imparatorluğuna hoşgeldin” diyen Miloseviç ve Baasçi Saddam mukallitleri kendilerini sosyalist sanmaya devam etsin, halkin attigi her adim bunlarin maskesini biraz daha düsürüyor. Helal olsun Perinçek’e ki, kivirtmadan, sahtekarlik yapmadan, açik açik ulusalci oldugunu, fasist oldugunu, militarist oldugunu gögsünü gere gere söyledi ve simdi koçlar gibi yatmakta, o kazansaydi biz yatacaktik, o kaybetti o yatmakta. Bir de arada gezip kimil kimil kimldayan ve kasi gözü oynayan bazilari var ki, parlak laflarla, “romantik isyankar” yaveleriyle az okumus bir iki pinokyoyu etkilemeyi basarsalar da aslinda kendilerini hem de yillar ve yillar sûrecek bir dönem için iyice rezil ettiklerinin farkinda degiller. Bunlara her devrin adami derler ki, haciyatmaz gibi bir inip, bir kalkarak ve “ben de yaparim, ben de yaparim” diye kikirdeyerek kulaklari rahatsiz ederler.
    1. Operasyonun baslangicinda “Bu da ne ki , bunlar mi darbe yapacak, erkekseniz sunu, sunu , sunu da tutuklayin ” dediler. Su , su ve su tutuklandi, burun kivirdilar.
    2. ” Alt düzeydekilerle olmaz , üst düzeyler ise tutuklanamaz” dediler, 50-60 general tutuklandi, utanmadilar.
    3. “Bunlar önemli degil, hani 12 Eylül’den hesap soruluyor mu” dediler, Kenan Evren hakkinda müebbet istendi, yine kivirdilar.
    4. Andiç davasinda “Genel Kurmay Baskani disarda gezerken, bu ne çeliski” diyerek davayi sulandirmaya çalistilar, Basbug tutuklandi, karsi çiktilar ve derhal avukatlik yapmaya basladilar.
    5. Bahaneler üreteceginize bastan söylesenize kardesim, “biz askerden, ordudan yanayiz, ergenekoncuyuz” diye delikanlica ortaya çiksaniza. Biz de katilmasak bile sizin fikirlerinize biraz deger verelim.

    Netice: Demek ki neymis? Sen anladin onu. En azindan Dogu Perinçek bir liderdir. Adam gibi adamdir. Hammaddesi adamdandir. Fikirlerine katiliriz, katilmayiz o baska.

  16. Küstahça ve hakaretamiz üslubundan dolayı bu yorum kalkmayı hak ediyordu ama sırf ibretlik olsun ve herkes okusun diye kaldırmıyorum ve bu Fetullah polisine sadece şunu soruyorum: Nerede Tansu Çiller, nerede Mehmet Ağar, nerede Korkut Eken, nerede o bir sürü faili meçhul infazcısı, nerede Hırant Dink cinayetinin gerçek azmettiricileri? Hepsi sizin hükümetinizin himayesi altında. Net bir şekilde söylüyorum: Gerçek Susurluk çetesi dışarda ve AKP hükümetinin himayesi altındadır. Buraya yazan ve hoşgörümüzden yararlanan bu kişiler de eli kanlı polis çetelerinin bir parçasıdır. Kimse yutmaz sizin masallarınızı. Haydi başka kapıya.

  17. Sayın Zileli, son yorumunuz doğru ama eksik. Diyelim ki Çiller de, Ağar da tutuklandı. Onların yerlerini de başkaları dolduracaktır. Ergenekon operasyonundan “bir şey çıkmayacağını” (demokratik hak ve özgürlüklerin anlamlı ölçüde genişlemiş olduğu bir Türkiye’nin çıkmayacağı anlamında) vurgulamak başka şey, Ergenekon operasyonundan rahatsız olmak, feverana kapılmak başka şey.

  18. Sen gel Türkiye’de 1930 modeli Kemalizm’i sosyalizm, hatta anarsizm diye yutturmaya çalis, darbeleri, darbecileri, generalleri, ergenekonculari sa

  19. Yaşar Büyükanıt, yoksa Büyükyanıt mı deseydim. Asli yanıtın gizli olduğu adres. Muhtıra yayınlamış yayınladığı muhtırayı aylarca tsk sitesinden indirmemiş, sırlar üstadı, iyi çocuk babası, paşa var ya hani.
    Naçizane bir de tavsiye : Kontrgerilla ve Ergenekon’u Anlama Kılavuzu
    Müellifler Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu

  20. deniz feneri davası var noldu bileniniz varmı,ilerde tayyip erdoğanın tasfiyesi için hazırda tutuluyor bu dava!

  21. (AKP-militarizm ilişkisi hakkında, eski ama güncelliğini koruyan bir yazı…)

    Orduya cemaatin meşru gördüğü isimler geliyor

    29 Ağustos 2011

    Yüksek Askeri Şura (YAŞ) sürecinde yaşananlar ve önümüzdeki dönemde PKK’ye karşı polis gücünün kullanılacak olması AKP-Ordu ilişkisine dair tartışmaları yeniden gündeme getirdi. AKP’nin orduyla hesaplaşması- yeniden dizaynı, sivilleşme ve yeni savaş konsepti gibi konuları Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve siyaset bilimci Yrd. Doç. Dr. İsmet Akça ile konuştuk.

    – AKP hükümetinin yeni savaş konseptini nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Yeni bir savaş sürecine girdiğimiz çok açık. Ancak bu kez 1990’lı yıllardan farklı olan yanı AKP’nin bu savaşı ordu eliyle, ordunun domine ettiği bir süreç üzerinden değil de daha sivil bir iktidarın domine ettiği bir süreç üzerinden gerçekleştirecek olması. AKP daha doğrudan kendi denetiminde olan devletin şiddet aygıtları üzerinden bu savaşı yürütme kararı aldı. Burada tabiî ki polis çok önemli. Zaten polisi kontrol altına almış durumda. Jandarmayı da aynı şekilde kullanmaya çalışıyor.

    -Niçin polis?
    Türkiye’de biz ordu eleştirisi yaparken, militarizmi konuşurken çok dar bir şekilde sivilleşmeye indirgeyerek tartıştık. Yani bir çeşit liberal paradigma içinden bu mesele konuşuldu. Bu kısmen anlaşılabilir bir şey çünkü Türkiye’de ordunun politik alan gücü vardı. AKP 2002’de iktidara geldiğinde “TSK ile bir çeşit ittifak, mutlu bir evlilik yapabilir miyim?” diye düşündü. Fakat bu beklentisi boşa çıktı. Darbe girişimleri oldu. Bu açıdan AKP her zaman Türkiye merkez sağına göre orduyla daha fazla hesaplaşma, sivilleşme denen şeyi daha fazla yapmak zorunda olan siyasal bir parti oldu. Çünkü ordu için Türkiye merkez sağı öyle ya da böyle her zaman meşru olmuştur. Ama AKP’yi hiçbir zaman meşru görmediler. AKP, bu durumu gördükten sonra farklı bir strateji kullanmaya başladı. Dolayısıyla da sivilleşme dediğimiz o adımları atmak, orduyu politik olarak güçsüzleştirmek zorundaydı. Bugün geldiğimiz noktada da bunu başardı. Bu zaten olması gereken bir şeydi, demokratikleşme diye bir şeyden söz edeceksek eğer… Ordunun elini politik anlamda bağlayana kadar da Kürt sorununu mümkün olduğu kadar askerin müdahale alanına girmeyecek şekilde stabil bir şekilde kalmasını istedi.

    İşte bu nedenle AKP eğer Kürt sorunu meselesini yine ordu üzerinden yürütmeye devam ederse bu her zaman ordunun yeniden politik bir güç kazanması için alan açar. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Eğer bir iç savaş varsa ve orada da sivil iktidarın tam da denetiminde olmayan bir ordu üzerinden bunu yürütüyorsanız, o ordu politik alanda sivil iktidar aleyhine daha fazla yer kaplar.

    – Peki, bir sivilleşmeden söz edebilir miyiz?
    Evet ama sivilleşmenin ne olduğunu belirtmek lazım. Ordunun sivil siyasetten bağımsız hareket etmeyip onun bir çeşit kontrolünde olan bir aygıt haline getirilmesiyse AKP bunu başardı. AKP orduyla hesaplaşırken tartışmalar genellikle sivilleşme paradigması üzerinden yapıldı evet. Fakat orada şu gözden kaçırıldı. Sivilleşme tek başına ne bir demokratikleşmeyi ne de de-militarizasyonu getirebiliyor. Sivilleşme de gayet otoriter, gayet yine devletin şiddet aygıtları üzerinden bir yönetme biçimini muhafaza edebilir. Bu açıdan AKP’nin orduyu politik alanda güçsüzleştirmesi illa demokratik bir siyasal alan siyasal rejim kurduğunuz anlamına gelmiyor. AKP bütün kurumlarda yaptığı şeyi yapmak istiyor. Devlet aygıtını kontrol eden tüm kadroları değiştirmek, kendi kontrolüne almak. Bunu YÖK, yargı, polis ve MİT’de yaptı. Ordu da bundan sonra muhtemelen AKP’ye yakın kadroların daha rahat yükselebileceği bir değişime doğru gidecek. Bunları yaparken de sivilleşmek denilen adımları atmak zorunda kalıyor. Ama bu AKP’nin şiddet kullanımından uzaklaştığı anlamına gelmez. Aslında AKP şiddet aygıtlarını yeniden tarif ediyor, içini yeniden dolduruyor, yeniden yapılandırıyor. Yeni bir çerçeve içinde bunları yeniden kullanmaya kalkıyor, dolayısıyla orduyla olan ilişkiye de böyle bakmak gerekiyor. Burada elindeki en güçlü aygıt polis. Türkiye’de bir iç savaş olduğu için değil dünyanın her yerinde neo-liberal dönemle beraber polis aygıtının dönüşümüne baktığımızda oldukça militarize olduğu görülüyor. Türkiye’de 90’lardaki iç savaş sürecinde de polisin önemli bir rolü vardı. Hem kendi merkezlerinde hem de iç savaşın yoğun olarak sürdüğü bölgelerde. Şimdi AKP bu aygıtı daha da güçlendirerek, aynı şekilde jandarmayı da kullanarak bu savaşı yürütmek istiyor. Bu aslında tarihsel olarak ilginç bir şekilde modern devletin kuruluşuna baktığımız zaman orduların dış, polis ve jandarmanın da iç güvenlikle meşgul olduğu döneme denk geliyor. AKP bu konsepti yerleştiriyor. Ama bunu yerleştirmesi dediğim gibi militarist yöntemlerle sorununu çözmeye çalıştığı gerçeğini değiştirmiyor.

    – Kürt sorununda militarist yaklaşımdan uzaklaşıldığı söylenebilir mi?
    AKP hükümeti’nin polisi, jandarmayı, komando, jandarma tugaylarını, sözleşmeli er uygulamasını yeniden yapılandırması, savaşı sivilleştirmek istediğini gösteriyor. Ancak, savaşın polis ve jandarma ile yürütülecek olması AKP’nin Kürt sorununa bakış açısını değiştirdiğini göstermez. Bu, sonuçta Kürt sorununun bir anlamda militarizasyonu anlamına geliyor. Kürt sorunun terör sorunu olarak tarif edilmesi dolayısıyla da bir çeşit savaş yöntemiyle yönetilebileceği, ele alınması gerektiği yaklaşımı devam ediyor.

    -AKP-Ordu ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
    AKP kendi güdümünde değil ama kendi kontrolünde bir ordu yaratmak, ordunun özerk bağımsız hareket edebilme kapasitesini yok etmek istiyor. Bu anlaşılabilir bir durum, yanlış bir şey değil. AKP bir şekilde darbecilikle hesaplaşıyor ama sadece kendisine yönelik darbecilikle hesaplaşıyor. Ergenekon davalarının açığa çıkardıklarına baktığımızda kabaca üç şey görüyorum.

    -Nedir bunlar?
    Birincisi, 2003-2004 yılları arasında AKP’ye yönelik darbe girişimi olduğunu biliyoruz. Açılan davalar da sadece bununla hesaplaşıyor. Ancak AKP bu davaları dışarıdaki muhalifleri de tasfiye etme aracına dönüştürdü. Tamam, politikayla hukuk arasındaki bağ kopuk değildir hiçbir zaman ama oradaki dengenin nasıl kurulacağı çok önemli. Böyle bir dava zaten politik bir irade olmadan yürütülemez. Ama politik irade, dar ve kısa vadeli politik çıkarlar baskın çıkarsa da orada hukukun asgari evrensel normları, süreçleri, işleyişleri ortadan kalkar. Ergenekon davası bir noktada buna doğru gitti. Devlet alanındaki farklı iki elit grup arasındaki bir mücadeleye döndü.
    Ergenekon davalarının ilk kırılma noktası Türkan Saylan’ın gözaltına alınması oldu. Bunun artık en fahiş ve “Yok artık, olmaz” denilen noktası da Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması olayıdır. Dolayısıyla AKP, kendisine yönelik darbeyle hesaplaşırken ki bu iyi bir şeydi Türkiye’de bir ilkti ama bunu sadece kendi politik gücünü tahkim etmek üzere kullandı. AKP ve Gülen Cemaati bu süreci kendi çıkarları çerçevesinde yürütüyor. Bana göre de çok riskli bir şey yapıyor. Üç gün sonra dengeler dönüştüğü zaman başka şeyler de olur.
    Sürecin ikinci ayağını ise 90’lı yıllardaki savaşın yarattığı faili meçhuller, köy yakmalar, devlet suçları, insan hakları ihlalleri oluşturuyor. Her şey aslında ortaya saçılmış olsa da bu meselelerin üzerine gidilmiyor. Halbuki asıl hesap sorulması gereken nokta bu. AKP bu durumu bir miktar manipülatif bir şeklide kullandı ama şimdi kontrolünde tutuyor. Çünkü bütün bunların ortaya çıkarılması, Mümtazer Türköne’sinden Tansu Çilleri’ne kadar çok büyük yerlere gidecek bir süreci başlatır. Asıl hesaplaşmada böyle olur ki, AKP bunu istemiyor.
    Son ayakta ise 28 Şubat ve 12 Eylül darbesi bulunuyor. Aslında şu an yaşadığımız süreç, 28 Şubat’a kolaylıkla götürebilecek bir süreç. Ama AKP çok büyük alt üstler yaşansın istemiyor. Bu nedenle 28 Şubat ve 12 Eylül ile militarist bir tarihle hesaplaşmayacak. Böyle bir amacı da yok zaten. Orduyu politik olarak etkisizleştirerek istediğini aldı zaten. Derin devlet lafını çok sevmem ama bu tarz devletin legal ve illegal bütün şiddet ve baskı aygıtlarını daha yapısal bir dönüşüme uğratacak bir adım atmak istemiyor. Aksine 12 Eylül’ün getirdiği neo-liberal devletçi devlet yapılanmasını daha da güçlendiriyor. Çünkü onları kendisi kullanmak istiyor. Yeniden tarif ve dizayn ederek. Kendi politikaları çerçevesinde kendi kadrolarını o kurumlar içinde tutacağı biçimde kontrol ediyor. Yoksa onları ortadan kaldırmıyor.

    – AKP orduyu nasıl dizayn ediyor?
    AKP muhtemelen artık atacağı birkaç adımla subayların terfilerine, yetiştirilme süreçlerine bir miktar müdahale edebilir. Daha farklı politikaların farklı politik yönelimleri olan kadroların var olduğu bir ordu ile karşılaşma ihtimalimiz çok yüksek artık. YAŞ toplantılarında yapılan tasfiyeler bunu gösteriyor. Ancak orduda yargıdaki gibi cemaatle daha doğrudan bir ilişki içinde organik bağı olan üst rütbeli kadroların olduğunu düşünmüyorum. Ama alt rütbelilerde kendini AKP çizgisinde tarif eden cemaate yakın olanlar vardır. Yani, yüksek öğrenimdeki veya yargıdaki gibi kurumlarda gördüğümüz çok daha güçlü organik ilişkiden ziyade, politik ideolojik olarak AKP’ye ve cemaate daha meşru olarak kabul eden kadrolar olabilir. Ya da AKP mümkün olduğu kadar bu tarz kişilerin terfi ettirilmesini sağladı. Tek tek isim veremem tabii ki ama Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in Malatya Ordu Komutanıyken Başbakan’ı karşıladığını biliyoruz. (Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Malatya’daki 2’inci Ordu Komutanı görevindeyken Başbakan’ın kente yaptığı ziyaret öncesi “Sayın Başbakan’ın ziyaretinden sadece onur duyarız” demişti). Aynı şekilde Işık Koşener’in konuşmalarının sızmasını da AKP veya cemaate yakın duran askerler tarafından sızdırılmış olabilir.

    -Tüm bu süreçler artık darbeden söz edilemeyeceği anlamına mı geliyor?
    Tarih düz, çizgisel gitmiyor sonuçta. Dolayısıyla bir daha darbe olmayacak diyemeyiz. Ama muhtemelen bunların formları daha farklı olabilir diyebiliriz. Dünyadaki devletlerin yapısına ve stratejisine baktığımız zaman neo-liberal güvenlik devletinin güçlendiğini görüyoruz. Bu güvenlik devleti, ordusuyla, polisiyle, cezaevleriyle, özel güvenlik ve askeri şirketleriyle büyük bir yapılanma ile oluşuyor. Dünya da böyle bir eğilim var. Emperyalist politikalar çerçevesinde askeri gücün yoğun kullanımı Afganistan’la başlayan, Irak, Şile, Suriye ve Libya ile devam bütün bu süreç göz önüne alındığında savaş veya güvenlik siyaseti dediğimiz şey aslında çok daha fazla dünyada olağanlaşıyor. Buradan baktığımızda zaten güçlü bir militarist bir mirasa sahip olan Türkiye’de bu gelişmeden azade olmaz. Belki bildiğimiz klasik anlamda bir darbe kısa ve orta vadede olmayabilir ama Türkiye’de hızla güvenlik siyasetine doğru gidiyor. Ordu, vesayet, sivilleşme gibi görece kolay bir lokmadan daha neo güvenlik dediğimiz büyük ve karmaşık bir yapı var karşımızda. Bunları daha fazla sorusallaştırmak gerekiyor.

    “Durum, 90’lardan vahim olur”
    Şu anki durumu 90’lı yıllara benzetiyoruz. Evet benziyor ama tam da aynı şey değil. Bugün AKP söylem düzeyinde “Demokrasi ve hukuk çerçevesinde kalacağız” diyor. Savaşı meşrulaştırıyor. Kullanılan dil 90’lı yıllarda kullanılan dil ile aynı değil. O dönemde “Her ne pahasına olursa olsun hukuk ve demokrasi askıya alınacak” deniyordu. Ama şimdi her ne kadar hukuk ve demokrasiden söz edersek edelim, bir iç savaş stratejisine girdiğiniz an devletin şiddet aygıtlarıyla orada zaten hukuk da askıya alınır, olağanüstülük de olağanlaşmaya başlar. Dolayısıyla AKP, bunu bir meşruiyet zemini olarak kullanıyor. Yeni savaş ise 90’lardan daha vahim olacak. Öyle ya da böyle Türkiye Kürt sorununun bir çeşit siyasal düzlemde çözüleceği ümidi taşıyordu. Şimdi ise KCK davaları ve BDP’ye yönelik tavırlar bütünsel olarak ele alındığında bu ümit dağılmaya başladı. Bu noktada Kürt siyasal hareketinin direnci sert olacaktır. Hegel ve Marks’ın bir sözü vardır, ‘Bir olay bir defa yaşandığında komedidir ikincisi yaşandığında trajedidir’ diye. İlki de bizde komedi değildi ama bu sefer trajedinin boyutu daha ağır olur. Bu savaş bugüne kadar olmayan bir şeye yol açar. Sivil bir çatışmaya. Türkiye 90’lı yıllarda yürüttüğü savaşı bir coğrafi bölge tutmayı başarmıştı. Ancak şimdi siviller arasında çatışmanın çıkması riski çok büyük.

    Yrd. Doç. Dr. İsmet Akça

    ARAŞTIRMA ALANLARI:

    Siyasal ve Toplumsal Kuram:

    Kapitalizm, Sınıf, Devlet, İktidar, Demokrasi Kuramları

    Türkiye’nin Siyaset Sosyolojisi:

    Militarizm ve Anti-Militarizm ( Ordu-Ekonomi, Ordu-Siyaset İlişkileri…);

    Kapitalist Toplumsal Dönüşüm, Devlet ve Sınıflar, Neoliberal İktidar Tarzı

    ÖNEMLİ ÇALIŞMALARI
    Akça’nın, “Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti”,
    “Ordu, Devlet ve Sınıflar: 27 Mayıs 1960 Darbesi Örneği Üzerinden Alternatif Bir Okuma Denemesi”, “Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti”, “Kollektif Bir Sermayedar Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri” gibi çalışmaları bulunuyor.

    ( http://www.birgun.net )

  22. nedim şener hrnt dink cinayetinden dolyı tutuklandığını söylemişti,hrant için,adalet için demişti.Ahmet şıkın imamın ordusu isimli kitabı,ooo kitap diye basıldı,kitaptaki iddia o dönemde trabzon emniyet müdürü ramazan akyüreğin fetullahın cemaatinden bir trabzon emniyet müdürü.bu kimselere dokunulması ancak deniz feneri davasındaki davada olduğu gibi kamuoyunun baskısı sonucu olabilir.bazen kertenkele taktiğindeki gibi kuyruğunu bırakıp ortadan kaybolabilirler tabi,zahit akmanın durumu şimdilik böyle.

  23. Ahmet Şık ‘İkili Kıskaçta’ Bir Kurban Mı?

    Devletin derin odaklarına karşı yapılan operasyonlarda tutuklananların çoğunun suçlu olduğunu, işledikleri ağır suçlardan dolayı hak ettikleri cezanın çok çok altında ceza talebiyle yargılandıkları bir gerçektir. Ergenekon kapsamında yakalananların Kürdistan’da işledikleri insanlık suçlarından dolayı hâlâ yargılanmadıkları da başka bir gerçektir.

    Siyasi iktidarla birlikte yargıyı, “önüne geleni tutukluyor ve korku imparatorluğu yaratılıyor” diye eleştirenlerin aksine doğru ve haklı eleştiri, ‘neden daha çok suçluya dokunmuyorlar (AĞAR, ÇİLLER, DEMİREL gibi…) ve neden yargılananlar Kürdistan’da işledikleri insanlık suçlarından muaf tutuluyorlar’ şeklinde olmalıdır.

    Yargılananların çoğunun suçlu olması, suçsuz insanların da tutuklandığı ve haksızlığa uğradığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Haksız yere tutuklanıp yargılananlar arasında gazeteci Ahmet Şık ilk göze çarpan insandır. Yazdığı (İmamın Ordusu) kitap nedeniyle Odatv davasında yargılanan Şık, gerek mahkemedeki duruşuyla, gerek verdiği tepkilerle ve gerekse aynı davada yargılandığı tutuklularla olan ilişkileriyle çok farklı bir tablo çiziyor.

    Ergenekon sanıklarıyla birlikte yargılanmaktan rahatsız olan ve onlarla birlikte anılmaktan sıkıldığı gözlenen Şık, AKP’yi eleştirirken militarizmi yüceltenlerin aksine, devrimci kimliğine ısrarla vurgu yapmaktadır. Mahkemede Yalçın Küçük ile girdiği tartışmada, “kendi adına konuş, benim adıma konuşamazsın” sözleri de, derin güruh ile olan farklılığının bir başka göstergesidir.

    Görünen o ki Fethullah Gülen’e dokunmak dışında bir suçu olmayan Ahmet Şık, siyasal iktidar ve yargının “bir taşla iki kuş vurma” politikasının kurbanı olmuş. Bir devrimci ve onurlu bir insan için Yalçın Küçük gibi bir faşistle birlikte anılmak, olabilecek en ağır durumdur kuşkusuz.

    Ahmet Şık’ı haksız yere vuran sadece Türk-İslam anlayışı değildir; ona sahip çıkıyor gibi bir görüntü veren Kemalist sol çevrelerdir de aynı zamanda. Çünkü “korku imparatorluğu kuruluyor”, “düşünce özgürlüğünden dolayı basın mensupları içerde” gibi bir genelleme yapan Kemalist Sol, özünde Ergenekon Davası’nın kirli insanlarına sahip çıkıyor. Yalçın Küçük gibi karanlık, faşist bir kişiliğe sahip çıkanlar, onun yanına Ahmet Şık gibi insanları da koyarak kirliliği hafifletmek istiyorlar.

    Hem Türk-İslam hem de Kemalist Sol tarafından farklı gerekçelerle (biri suçlarken, diğeri sahip çıkarken) vurulan Ahmet Şık, deyim yerindeyse ikili kıskaçta bulunuyor.

    Ahmet Şık’ın mahkemedeki “Neden burada olduğumu hâlâ bilmiyorum. Tahliyemi de talep etmiyorum. Kimseden talimat alarak haber yazmadım. Kitapla gelmedim, patlar falan. Başımıza bir iş gelmesin” sözleri bulunduğu ikili kıskaçta yaşadığı sıkıntıyı yeteri kadar açıklıyor.

    Haber/Yorum

    http://www.nasname.com/tr/10276.html

  24. (Bir başka “AKP vs Ordu” yazısı…)

    Sivilleşme Başta Değil de YAŞ’ta mıdır? – Dünya Ahtem Öztogay

    Cumartesi, 06 Ağustos 2011 12:56

    Hükümet ve TSK’nin beraber organize ettiği Temmuz sonu-Ağustos başı geleneksel YAŞ şenliklerinin sonuna geldiğimiz şu günlerde yine ülkece “askerin nabzını tuttuk”, “Genelkurmayın ışıklarını gözledik”. TSK’nın komuta kademesindeki istifaların ardından yapılan “kritik” YAŞ toplantısındaki oturma düzenine ilişkin verilen fotoğraftan Genelkurmayın ışıklarının sahura kadar yanmamasına kadar ana akım medyada bilhassa altı çizilen birçok enstantane, AKP iktidarı döneminde liberal ve sol liberal cenah tarafından sıklıkla ve coşkuyla dillendirilen “sivilleşme-demokratikleşme-askeri vesayetin son bulması-militarizmin siyaset sahnesinden tasfiyesi” söyleminin yeniden ısıtılıp servis edilmesine neden olmuş durumda. Burada bizi ilgilendiren veya ilgilendirmesi gereken asıl kritik nokta, sosyalistlerin de bu sığ söylemin içinde yüzmeye başlaması veya içine çekilmesidir. Militarizmi siyasi iktidar ve ordu arasındaki ilişkilere, ordunun “sivil siyasete” etkisine indirgemek liberal tahrifatın önemli bir parçasıdır; ancak sosyalist solun militarizmi tarihsel toplumsal kökenlerinden koparma, militarizmin siyasal yapı nezdinde zuhur ettiği diğer alanları görmeme ve militarizmin askeri kamuflaj dışında takım elbiseyle de kendini var edebileceğini yok sayma gibi bir lüksü olmamalıdır.

    Bu noktada militarizmin kapitalist toplumsal ilişkiler içinde kök salıp serpildiğini ve sosyo-kültürel, siyasi-hukuki, ekonomik, ideolojik her alanda bir yeniden üretim içinde olduğunu ve bu sürecin sınıfsal güç ilişkilerinin olmazsa olmaz bir parçası olduğunu akıllardan çıkarmamak elzemdir. Elbette ki militarizm denince ilk olarak şiddetin örgütlendiği aygıtlara bakıyoruz. Ancak tarihsel süreç içinde bu aygıtların özerk bir görünüm elde etmeleri, kurumsal ekonomik-ideolojik yapılarını oluşturmaları ve siyasal sahnede belirlenen olduğu kadar belirleyen de özne haline gelmeleri onları toplumsal ilişki ağının dışına taşımadığı gibi, bizatihi bu ilişki ağında gömülü olarak karşılıklı etkileşime sürükler ve dönüştürür. Bu anlamda militarizmin sonunu ilan etmek için militarizmin tüm veçheleriyle mücadele etmek gerekir ki bu ancak anti-kapitalist geçiş talepleriyle örülü, kapitalizmden nihai bir kopuşu hedefleyen bir toplumsal mücadeleler silsilesiyle mümkün olabilir. Kuşkusuz ki ordunun siyasal sahnedeki rolünün azaltılması bunun önemli bir parçasıdır, ancak burada ihtiyatlı olmak gerekir; zira bu noktayı saldırılması gereken nihai cephe olarak görmek ve mücadeleyi bu noktada yoğunlaştırmak liberal burjuva söylemin yanılgıları içine düşme tehlikesi barındırmaktadır. Kapitalizm en liberal evresinde bile kendisini kurumsal ölçekte baskı ve zora dışsallaştırmadığı gibi, burjuva düzene yönelik en ufak bir tehdit durumunda “kanuni düzenlemesi yapılmış şiddet” siyasal iktidarların ilk başvurdukları eylem biçimi olmuştur. Hele de günümüz neoliberal kapitalizminde ordunun denetime ve “sivil iradeye” tabi olduğu ülkeler dahil siyasal iktidarların emekçi sınıflara topyekun bir savaş açtığını ve sınıf, kimlik, toplumsal cinsiyet eksenlerinde ‘düzen karşıtı’ olarak kodladığı kesimlere karşı dışlayıcı popülizmini otoriter-militer yöntemlerle yürüttüğünü düşünürsek YAŞ’ta verilen fotoğrafın henüz kıştan çıktığımızı anlatan bir yanı olmadığını görmek gerekmektedir.

    “Güçlü Polis, Güçlü Türkiye?” Polisin İşlevine Yönelik Kısa Bir Hatırlatma

    Militarizmin diğer veçhelerini bir kenara koyarak sadece zor aygıtları üzerinden yapılacak bir değerlendirme bile Türkiye’nin “sivilleşmenin” ne kadar uzağında olduğunu göstermek açısından yeterlidir. Tarihsel olarak kapitalist militarizmin belli bir aşamasına tekabül eden şeylerden biri de zor aygıtları arasındaki işbölümü ile bu bağlamda yeni iç güvenlik aygıtlarının oluşturulması ve zorun içeriye yönelik özerkleşmesidir. Bu aygıtların en önemlisi olan polis de liberal burjuva kavramsallaştırma içinde dar bir “kanun ve düzen”in temsilcisi olarak kavranmaktadır. Hâlbuki tarihsel gelişimi içinde polisin toplumsal işlevi değişmiş ve kapitalist toplumsal dönüşüm sürecine uygun bir şekilde ezilen sınıflar üzerinde devletin zor ve rıza yoluyla hegemonyasını sürdürmesinin temel aracısı haline gelmiştir. Burjuva iktidarını kalıcı hale getirme açısından etkin bir idari mekanizma olarak tasarlanan polislik faaliyetleri, sürekli dirsek teması içinde bulunduğu hukuki yapı ile burjuva düzende meşru kılınmıştır. Bu anlamda polisin de siyasal bir duruşu söz konusudur.

    Liberal ve sol liberal kesimlerce iddia edilen AKP döneminde 12 Eylül rejiminin tasfiyesi sürecini bir de polis üzerinden okumakta yarar var. 12 Eylül döneminde, cunta yönetimi altında emniyetin yapısında ordununkine paralellik gösteren bir şekilde Teşkilat, Malzeme, Kadro (TMK) uygulamasına geçilmiş, emniyet tıpkı ordu gibi askeri disipliner bir yapıya büründürülmüştür. Üç yıllık cunta yönetiminin sonunda polis teşkilatının bütçesi darbeden bir önceki yıla göre 10 kat artarken; elinde bulundurduğu silah oranı da %26’lardan %80’lere çıkmıştır. Emniyet Teşkilatının Reorganizasyonu ve Modernizasyonu” (EM-RE-MO) kapsamında da 10 yıllık bir yeniden yapılanma öngörülmüştür. Lojistik (helikopter, deniz botu, mühimmat, bakım ve onarım kademeleri), muhabere (uzak mesafe muhabere sistemi ve otomatik telefon santralleri, komuta merkezleri, kapalı devre TV sistemi) ve diğer teçhizatlar bağlamında polis aygıtının yeni teknoloji ürünü silah ve malzemelerle donatılması tasarlanmıştı. Böylece polis, açık bir şekilde daha militer bir yapıya kavuşturuldu.

    Polisin bir zor aygıtı olarak sınıf ilişkilerinin neresinde durduğunu kolayca anlayabilmek için en önemli yapılanması olan “toplumsal olaylara müdahale” birimlerinin evrimine bakmak yeterlidir. Bu bağlamda Türkiye’deki ilk düzenleme 1965 yılında kurulan “Toplum Zabıtası” idi. 12 Eylül’den sonra oluşturulan Çevik Kuvvet’in de işlevi tıpkı Toplum Zabıtası gibi burjuva düzene tehdit oluşturabilecek unsurların bastırılmasıdır. Çevik Kuvvet’in idari mekanizma içindeki pozisyonu, düzene karşı güvensizlik üreten ve asayişi bozan gruplar ve toplumsal olaylara karşısında baskı ve şiddet yoluyla müdahale edip tahakküm kurmaktır. Bu bağlamda burjuva sınıf iktidarı pozisyonunu korunarak, muğlâk bir genel çıkarlar söyleminin egemenliğinde bu çıkarları zedeleme niteliği olanlar yeni “iç düşman” kategorisi içine sokulmuşlardır. Toplum Zabıtası’nın bulunduğu 1960 ve 1970’lerde birikim stratejisi tek uluslu hegemonya projesine dayanıyordu ve korporatist bir yapı içerisinde tehdit algısı komünizm karşıtlığı üzerinden inşa ediliyordu. Yeni birikim rejimi ise sivil toplumun tüm katmanlarını güvenlikleştirmektedir. Muhafazakâr ve otoriter yönetimler altında özel mülkiyet ve piyasa düzeninin kutsallaştırılmasıyla birlikte neoliberal hegemonya projesinin dışına çıkma olasılığı ve arzusu, doğrudan düzene tehdit olarak kodlanırken; buna yönelik verilen mücadele siyasi iktidarın baskıcı pratiklerinin billurlaştığı alandır. Polis bir yanıyla “toplumsal polis” olarak sivil toplumu denetim altında tutmaya yönelik olarak gündelik hayatın her aşamasına dâhil olurken devlet iktidarını toplumsal alanın içinden yeniden üretmekte, öte yandan da hegemonyanın dayandığı zor kanadını oluşturarak, burjuva düzenin yeniden üretim koşullarını sağlamaktadır. Bu anlamda Çevik Kuvvet, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda toplumsal ilişkilerin militarizasyonunda son derece önemli bir işleve sahiptir. Bu işlevin en çıplak tanımı için ise çalışma hayatının disipline edilmesi ve toplumsal muhalefetin bastırılması açısından son derece kritik bir rolü olan Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Dernekler Kanunu, Sendikalar Kanunu, Toplu, Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu metinlerine bakmak yeterlidir.

    Polis aygıtındaki bu yapısal dönüşüm süreci ve militarizasyon, neoliberal kapitalizmin hegemonya projesinde devletin sosyal hizmet alanlarını terk etmeye başlaması ve güvenlik sahasına çekilmesiyle de doğrudan ilintilidir. Bu süreçte polis tam anlamıyla bir “iç ordu” haline getirilmiştir. Bunun uç noktasını da ilk defa 1983’te kurulan Polis Özel Harekât birimi oluşturmuştur. Daha sonra 1990’lı yılların ortalarında Kürt illerinde PKK’ye karşı yoğunlukla kullanılan bu timlerin ve JİTEM gibi jandarma içindeki yarı-legal / kontrgerilla yapılanmaların ‘kirli savaşın’ otuzu yılı aşkın bir süre devam ettirilebilmesinde son derece önemli bir işlevi vardır.

    AKP Döneminde ‘Sivilleşme’

    Bütün bunarlın ışığında şunu sormamız gerekiyor. AKP döneminde ne olmuştur da militarizasyon azalmıştır? MGK Genel Sekreterliğinin sivilleşmesi, ordu içindeki darbeye meyletmiş ve üsleri tarafından tasfiyeyle tehdit edilmiş kliklerin tasfiyesi gibi askeri yapıya yönelik değişim “sivilleşmenin” bir parçası mıdır yoksa sivil-askeri bürokraside yuvalanmış Kemalist elitlerle AKP’nin siyasal alanda koruyuculuğunu, besleyiciliğini üstlenmiş olduğu muhafazakâr yeni sağ elitlerin mücadelesinin bir tezahürü müdür? Cumhurbaşkanlığının yetkisine dair Sezer dönemindeki itirazların Gül döneminde unutulması ve bugün başkanlık sisteminin konuşulması, keza YÖK’ün el değiştirmesi sonrası önceden yapılan itirazların unutularak YÖK’ün tüm yetkilerini sonuna kadar kullanıyor olması ve üniversite reformu bağlamında konuşulan mütevelli heyetleri bağlamında yeni YÖK’cüklerin oluşturulması ihtimali, yargı meselesi vs. göz önüne alındığında; AKP’nin yaptığı 12 Eylül vesayet kurumlarının tasfiyesi ile demokratikleşme, sivilleşmeden ziyade aslında kamu idaresi üzerindeki gücünü pekiştirmektir. YAŞ’taki tablonun gösterdiği de AKP’nin daha fazla denetiminde olan polisin iç güvenlikte yetkisinin arttırılmasıdır. Yukarıda da belirttiğim üzere kuşkusuz ordunun sivil siyasete etkisinin kırılması militarizmle mücadelede önemli bir basamaktır. Ancak sosyalist sol açısından tehlike, bu noktada kalmak ve militarizmi asker-sivil ilişkilerine indirgemektir. Hiç kuşkusuz daha vahim olan ise bu çatışmada bir taraf olmak ve taraflardan herhangi birine siyaseten yedeklenmektir. Militarizmle mücadele sosyal, siyasal, iktisadi alanda topyekûn sürdürülmesi gereken bütünlüklü bir anti-kapitalist mücadelenin parçasıdır.

    Sadece baskı ve zor aygıtları temelinde bile mesele incelendiğinde AKP döneminde polisin militarizasyonunun artmış olduğu açıkça görülmektedir. Aralık 2000’de Gazi Mahallesi’nde ölen meslektaşlarının ardından “dişe diş, kana kan, intikam” sloganlarıyla tüm üst düzey emniyet yetkililerini ve valilikten İçişleri Bakanlığına kadar olan polisi ilgilendiren bürokratik unsurları da hedef alan eylemleri sonrasında bulundukları il sayısı 33’e düşürülen Çevik Kuvvet, 2007 yılında tüm illerde yeniden kurulmuştur. Basit bir internet taramasıyla emniyetin bütçe kalemlerinde bir önceki yıla göre %20’lere varan artışlar görülebilir. Polisin envanterine giren silah, zırhlı araç, bombaatar vs. ekipmanlarla toplumsal mücadeleyi sürdüren kesimler sıklıkla karşılaştığı bilinen bir gerçek. Ana akım medyada bile Başbakanlık örtülü ödeneğinin polisin gaz alımına tahsis edildiği haberleri yer almakta. Özellikle seçim sürecinde Kürt illerindeki baskınlar ve gözaltıları düşündüğümüz zaman siyasal iktidara karşı yürütülen herhangi bir muhalefet eyleminin “zayiat” bilançosu tutulamaz hale gelmekte. Yine aynı dönemde hükümet polis özel harekât timlerinin sayısının arttırılacağını ve PKK ile savaşta etkin bir şekilde kullanılacağı açıklamasını yaptı. Bu arada 2010 yılında kurulan, hukuki olarak İçişleri Bakanlığına bağlı bulunan, siyasal iktidarın yeni istihbarat kurulu Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı da şu an kanunen bir değişiklik yapılmış olmamasına rağmen Başbakanlığa bağlı sürekli kurullar / bağlı kuruluşlardan biri olarak başbakan yardımcılığı altında görünmektedir. Benzer örnekleri çoğaltabilmek mümkün.

    Dolayısıyla sosyalist solun kafasını kuma gömmeden, militarizm ve sivilleşme üzerine kelam eden liberal ve sol liberallerden ve bu cenahın vagonunda seyahat eden sosyalistlerden kendisini ayrıştırması, militarist zihniyetin bizatihi parçası olan neoliberal bir siyasal iktidardan bu hususta medet ummaması ve bu tartışmaya doğru yerden müdahil olması gerekmektedir. Aksi takdirde emek-sermaye çelişkisini, Ergenekon-AKP çelişkisine dönüştürmeyi başarmış olan dilin içinde daha nice Metin Lokumcu’lar kaybederiz ve “tank öldü, yaşasın TOMA” diye bağırırken buluruz kendimizi.

    ( http://www.sdyeniyol.org )

  25. 600 polisle uyuşturucu baskını
    Konya’da şafak vakti 600 polisin katılımıyla düzenlenen uyuşturucu operasyonunda 70 kişi gözaltına alındı. Bazı zanlılar operasyon sırasında uyuşturucuyu sobaya atmaya çalıştı.

    Güncelleme: 10:01 TSİ 06 Aralık. 2011 Salı
    KONYA – Konya Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü Narkotik Büro Amirliği ekipleri, merkez Karatay ilçesi Yeni Mahalle’de uyuşturucu ticareti yapıldığı bilgisine ulaştı.

    İnceleme ve takiplerini sürdüren ekipler, 9 ay boyunca yaptığı çalışmanın tamamlanmasıyla bu sabah saat 04.30’da Konya Polisevi’nde toplanmaya başladı.

    Karaman, Niğde, Isparta, Ankara’dan da personel ve narkotik köpeği desteği alan Konya polisi, sabah ezanının okunmasıyla operasyon için şafak vakti düğmeye bastı.

    Haberin devamı ↓
    ——————————————————————————–
    reklam

    ——————————————————————————–

    Özel harekat polisi ve panzerinde hazır bulunduğu operasyonda, 600 polis ve yaklaşık 200 araçla belirlenen 35 adrese eş zamanlı baskın düzenlendi.

    Adreslerin bazılarına kapıları kırılarak girildi. Bazı şüpheliler, polisi görünce uyuşturucuyu sobada yakmak istedi.

    Operasyonda gözaltına alınan aralarında kadınlarında bulunduğu 70 kişi, Konya Numune Hastanesi’nde sağlık kontrolünden geçirildi.

    Zanlıların bazı çocukları kurye olarak kullandığı belirlendi.

  26. Yok imam, yok cemaat, yok deniz feneri, gerçekleri ters yüz edip laf kalabaligi ile ancak kendinizi aldatirsiniz da zaten içinde bulundugunuz ölmüs filler mezarliginda virtuel mezar tasiniza (gerçekte mezariniz bile olmayacak belki de) ilerde generallerin avukatligini yapan sahte sosyalistler yazilacaginizi bilin. Her boyaya boyanmis, sonunda anarsist giysileriyle genel kurmay baskaninin avukatligini yapmis bir figür. Acinacak bir son.

  27. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklanmasını ”vahim” olarak nitelendirerek, ”Artık iyice şirazesinden çıkan darbe soruşturma ve iddialarının nerede duracağı ve kimleri kapsamına alacağı belirsiz ve şaibeli bir duruma gelmiştir” iddiasında bulundu.

    Bahçeli, yaptığı yazılı açıklamada, Başbuğ’un tutuklanmasını Türkiye’nin karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi olduğunu savunarak, şunları kaydetti:

    ”Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un internet andıcı isimli darbe plan ve hazırlığı kapsamında tutuklanması Türkiye’nin karşılaştığı en önemli sorunlarından birisi olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesinin zirvesinde iki yıl görev yapan bir şahsiyetin, terör örgütü kurmaktan ve yönetmekten dolayı böylesi bir yaptırıma maruz kalması çok vahim bir hadise olarak gündeme damgasını vurmuştur.

    Elbette suçu kesinleşmeden hiç kimseye suçlu muamelesi yapılamayacağı yürürlükteki hukuk kaidelerinden birisi ve ön önemlilerindendir. Masumiyet karinesi esas alınarak tutukluluğun hak kayıplarına ortam hazırlamaması, peşin hükümler ve ön yargıların sürecin yönünü ve içeriğini tayin etmemesi esas olmalıdır.

    Artık iyice şirazesinden çıkan darbe soruşturma ve iddialarının nerede duracağı ve kimleri kapsamına alacağı belirsiz ve şaibeli bir duruma gelmiştir.”

    ‘Önü alınamayacak kriz ve kaoslara meydan verecektir’

    Bahçeli, yaptığı yazılı açıklamada, Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklanmasıyla ”millet ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin büyük bir zan ve töhmet altına alındığını” öne sürdü.

    ”Uzayan mahkeme safahatlarının hala bir sonuca ulaşamaması, gerçek anlamda darbeci ya da darbe niyetli kişilerin sağlıklı ve tarafsız bir şekilde ayıklanamaması büyük bir karamsarlık ve kargaşa ortamına davetiye çıkarmaktadır” iddiasında bulunan Bahçeli, açıklamasında şunları kaydetti:

    ”Milliyetçi Hareket Partisi, AKP’nin müdahale ve tesiriyle iyice siyasileşen yargı süreçlerinden son derece rahatsız olup, önüne gelenin terör örgütü kurmakla itham edilmesini çok tehlikeli ve marazi bir gelişme olarak görmektedir.

    Bölücü terörle mücadelede eşsiz kahramanlıklar sergileyen TSK’nın en üst mevkilerinde bulunmuş komutanları terör ve örgüt kavramlarıyla ilişkilendirmek ve asıl fail gibi sunmak ayıp ve vebal olarak AKP’nin lekeli siciline eklenecektir. TSK’nın ve mensuplarının terör örgütü kurmanın üssü olarak takdim edilmesi, önü alınamayacak kriz ve kaoslara meydan verecektir.”

    Yargı süreçlerinin bir an önce sonuçlanmasını isteyen Bahçeli, şöyle devam etti:

    ”Türkiye bu sancılı, sisli ve puslu süreçten süratle çıkmalı ve gerçek anlamda bir normalleşmeye kavuşmalıdır. Bununla birlikte aziz milletimiz işleyen yargı süreçlerinin sonuçlanmasını ve adaletin ortaya çıkarılmasını acilen beklemektedir.

    Herkes bundan böyle elini vicdanına koyup düşünmelidir: Terör ürettiği suçlamasına maruz kalan ve hükümeti devirme planlarının merkez üssü haline geldiğiyle itham edilen TSK’nın; milletimizin, son yurdumuzdaki güvenliğini, birliğini ve bekasını nasıl sağlayacağı iyi analiz edilmeli ve ahlaklı bir muhasebesi yapılmalıdır.

    AKP Hükümeti, meseleyi kendi kin ve geleneksel öfkesi çerçevesinde görmekten uzaklaşmadığı sürece ihtilaflar ve ayrılıklar kemikleşecek, Türkiye büyük bir tuzağın içine çekilecektir. Öncelikle bu buhranlı sürece son verilmesi ve geciken adaletin adalet olmadığını herkesin, bilhassa AKP Hükümeti’nin anlaması büyük bir gereklilik ve aciliyet haline gelmiştir.”

    -”Aklıselimin tercih edilmesi”-

    ”Milliyetçi Hareket Partisi, kökleşen sıkıntı ve sorun yumağından çıkılması için aklıselimin tercih edilmesinde ve tarafsız bir bakışın hakim olmasında sonsuz yararlar görmektedir” ifadesini kullanan Bahçeli, açıklamasında şu görüşlere yer verdi:

    ”Unutulmamalıdır ki konumu ve görevi ne olursa olsun, hiç kimsenin Türk Silahlı Kuvvetlerinin şerefli mensuplarını terör örgütü üyesi ya da yöneticisi gibi göstermeye hakkı ve haddi yoktur.

    Etnik terörle başarılı, etkili ve kahramanca mücadele veren TSK’ya aziz milletimiz içtenlikle destek olmakta ve bağrına basmaktadır. Bilinmelidir ki Türk ordusunu terörle aynı kategoriye sokanlar bölücü emellere katkı verdiklerini ve hain hedeflerine hizmet ettiklerini asla unutmamalıdırlar. Şayet terörün kanlı ortakları, işbirlikçileri ve karanlık yüzleri görülmek isteniyorsa Kandil’e, İmralı’ya, siyasi bölücülere ve Irak’ın kuzeyine bakılması yerinde olacaktır.”

    AA

  28. zilelinin çiller ağar ergenekonu neden tutuklanmaz sorusunun cevabı bizzat ağar erdoğan 2002 anlaşmasının açığa çıkmasını engelleme olduğunu ilerde göreceğiz.yinede bütün bu hukuksuzluğu neye göre söyleyip itiraz ediyor zileli mevcet gayrımeşru sistemin hukuğuna göre.bu haliyle bahçeliyle ve bilumum ulusalcı devletçilerle aynı yere düşüp aynı yerden ses veren durumuna düşünce bizim gibi özgürlükçü anarşistlerle arasındaki farkı anlayamıyor.başbuğun tutuklanmasına bu sisteme itirazı olup gayrımeşrudur diyen özgürlükçü anarşistlerin itirazı olabilirmi?olabilirse neden itiraz edebiliriz hiç düşündünmü zileli senin gibi değil bizim itirazımız tutuklanmasına değil işlediği asıl suçların gizlenmesine itiraz etmemiz gerekmezmi?çizmelerimin anarşisti ergenekon devletçi bilimum ulusalcı faşistlerin sandalyesinden aynı itiraz yakıştımı?asıl itiraz 90 lar ve bütün süreçlerde hem siyaseten hemde devletin militarizminde rol üstlenip imha savaşında halkı katledip faili meçhülden köy yakmaya ırkçılıktanda tutuklanmaları gerektiğinin itirazını yapması gerekenlerin düştüğü hale bak bu itirazı yapan özgürlükçü anarşistler aynı suçları onlarla birlikte ve şimdide işleyen bu günün katillerininde tutuklanması gerektiğini söylerken etik seviyede en tutarlı yerden asıl itirazı yapmış olmuyormuyuz hala bu 3. özgürlükçü toplumsal muhalefet dinamiğini göremeyip ya akp-devlet-fetullah ekseninde yada itiatçı-kemalist-ulusalcı-faşist eksenindesin hegemonyasının etkisinde asıl tolumsal muhalefetin özgürlükçü asıl dinamiğini anlamayanların savrulduğu iki cenahında sistemin yanı olup toplumsal muhalefeti bilip bilmeden engelleyene ne dendiğini zileli benden iyi bilir(karşı devrimci) çıracı arkadaş uzun makaleleri ve tahlileri buraya koymak yerine sitesini verirsen site takibimiz ve tartışma bütünlüğüne katkı olur bu tarz fazla kendinden kalkan hegeemonik olmuyormu?

  29. icmihrak.blogspot.com/2011/02/burada-yaplms-var-afis.html

  30. Bolu’nun Gerede İlçesi’ndeki tabakhanelerde çalışan işçiler düşük ücrete, ağır ve sağlıksız çalışma koşullarına karşı isyan etti. Gerede İlçe Merkezi’ne yürümek isteyen işçilere polis saldırdı. Çok sayıda işçi yaralandı ve gözaltına alındı

    Bolu’nun Gerede İlçesi’nde bulunan tabakhanelerde çalışan işçiler sağlıksız çalışma koşullarına ve güvencesizliğe karşı isyan etti. Tabakhaneler bölgesindeki fabrikalarda çalışan işçiler çalışma koşullarının düzeltilmesi ve iş güvencelerinin sağlanması talebiyle iş bıraktı. İşçiler, günde 35 lira kazandıklarını ve geçinemediklerini dile getiriyor.

    500 kadar işçi, kendi aralarında yaptıkları bir toplantının ardından Gerede İlçe Merkezi’ne yürümeye başladı. İlçe girişinde polis barikatıyla karşılaşan işçiler yürüyüşlerini sürdürdü. İşçiler yürüyüş boyunca patronlarını ve Gerede Belediye Başkanı’nı protesto etti. Polis işçilere biber gazı ve cop kullanarak saldırdı. İşçiler polis saldırısı karşısında kendilerini savundu ve çatışma çıktı. 16 işçi yaralandı ve gözaltına alındı. İşçiler polisin saldırısının ardından dağıldı.

    Emniyet: “Yanınızdayız ama basın gelmesin”
    Hayat TV’ye telefonla bağlanan bir işçi çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle yaptıkları eylemlerini cumartesi gününe kadar sürdüreceklerini ve emek dostlarının eylemlerine destek vermesini istedi. Fabrikaların zehirli artıklarının bölgedeki derelere boşaltıldığını ve derelerde balık kalmadığına da dikkat çeken deri işçisi cumartesi günü büyük bir miting düzenleyeceklerini söyledi. Miting konusunda emniyetin kendilerine “yanınızdayız” dediğini aktaran işçi emniyetin bir yandan da kendilerini “Basın gelmesin” diyerek tehdit ettiğini de belirtti.

    Deri-İş Genel Başkanı Musa Servi, herkesi işçilerin eylemlerine destek vermeye çağırdı ve Gerede’deki çalışma koşulları hakkında bilgi verdi. Bölgede 180 tane fabrika var ve bu fabrikalarda 2 bin 500 işçi çalışıyor. Bu işçilerin 800 kadarının sigortası var. İşçiler günde 14 saat çalışıyor.

    Polislerin işçilere saldırmasını kınayan Servi, asıl müdahale edilmesi gerekenin kayıt dışı çalışma, ağır çalışma koşulları ve güvencesiz çalışma olduğunu söyledi.

    Sendika.Org

  31. Beyazıt’ta polis-faşist el ele
    02 Ocak 2012 –

    İstanbul Üniversitesi Beyazıt Yerleşkesi’nde faşistlerin provokasyonu ile çıkan gerginliğin ardından polis solcu öğrencilere saldırdı. Ellerindeki bir listeye göre onlarca öğrenciyi gözaltına alan polis, fakülte koridorlarına yerleşti

    İstanbul Üniversitesi’nde 2 Ocak pazartesi günü sınav bahanesi ile okula toplu giriş yapan ve satır-sopa gibi malzemeler taşıyan faşistler solcu öğrencilere sataştı. Sözlü sataşma gerginliği tırmandırınca okula giren çevik kuvvet polisleri sosyalist ve yurtsever öğürencileri hedef alarak 24 kişiyi gözaltına aldı. Faşistlerden ise gözaltına alınan olmadı.

    Sendika.Org’a konuşan üniversiteliler, gözaltındaki arkadaşlarıyla konuştuklarını ve 20 civarında gözaltı olduğunu öğrendiklerini belirtti. İlerleyen saatlerde bu sayının 24 olduğu öğrenildi.

    Sendika.Org

  32. Fethullah Gülen’in bilinmeyen özellikleri -Dr. Mustafa Peköz
    20 Haziran 2010 – Mustafa Peköz

    İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine yapmış olduğu müdahaleden sonra 9 kişinin yaşamını yitirmesini, AKP hükümeti iç politikada çok daha etkin kullanmayı düşünürken, Gülen’in yaptığı açıklama, gündemi doğrudan etkiledi.

    Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide; “Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak” olarak tanımlamıştı. Peki, Gülen bu mesajla ne demek istemişti? Neden böylesi bir mesaja gerek duydu? Bu soruya çok yönlü yanıtlar vermek mümkündür. Wall Street Journal gazetesi, ABD küresel sermayesi tarafından çıkartıldığı gibi editörlerinin önemli bir kesimi de Yahudi kökenli olması bir yana, uluslararası güçlerin mesajlarını kamuoyuna yansıtan bir dergidir. ABD’nin ve küresel sermayenin İsrail ile Türkiye’ye arasında gelişen bu olumsuz süreçten çok açık olarak rahatsız olduğu biliniyor. Gülen üzerinde yapılan uyarı çok yönlü mesaj özelliği taşıyor. En önemli kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak tanımlıyor. Bu tamamen politik ve ideolojik bir bakış açısı içeriyor. Gülen bütün yaşamı boyunca devlete hizmet etti. Hiçbir koşulda ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istemedi. Tersine, devlete boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsedi. İtaat etmek onun cemaat ilişkilerinin de temelin oluşturuyor. Bunun için, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgaline destek veriyor. Filistin halkının İsrail işgaline geliştirdiği ayaklanmayı desteklemiyor. Kürtlerin özgürlükleri için yürüttüğü mücadeleye kesinlikle karşı çıkıyor. Kürtlere karşı bütün gücüyle devletin yanında yer alıyor. Otoriteye kayıtsız-şartsız uymasını talep ediyor. Bunun için de, İsrail devletinden izin alınmadan gemilerin gönderilmesini doğru bulmuyor.

    ABD, Gülen cemaatinin hem Türkiye’deki ciddi bir ağırlığının hem de AKP üzerinde ciddi bir etki gücü olduğunun farkındadır. Bu bakımda Türkiye’ye uyarıyı Gülen üzerinde yapmayı tercih etti. Böylelikle, AKP’nin gelecekteki politikalarına çeki düzen vermesi, güç dengelerini bozmaması, belirlenen küresel düzeninin dışına çıkmaması için güçlü bir mesaj vermiş oldu. Gülen’in ABD’nin izni olmadan hiçbir adım atmayacağı da biliniyor. Bir bakıma ABD’nin diline tercüman oldu.

    Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerin onda biridir. Kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler incelendiğinde dahi çok önemli sonuçlar çıkarılabilinir. Bu nedenle Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek yararlı olacaktır.

    Gülen’in ‘İsrail otoritesine saygı gösterilsin’ biçimdeki mesajının bir başka önemli arka planı var. İki ülke arasında bir denge unsuru olarak rol oynuyor. Her iki tarafta da ciddiye alınıyor. ABD’deki Yahudi lobisiyle çok yakın bağları var. Görünüşte müthiş bir Türk-İslam sentezcisi ama Yahudi lobisinin gözdesi. Yahudi etiketli bir gazetede, dergide, bir internet sitesinde, Gülen’e dair eleştiri bulamak gerçekten çok çok zor.

    Gülen’in ailesi nereli
    Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor. Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım. Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta Ermeni kökenli olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var.) Daha sonraki baskılarından bunu değiştirir. Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir. Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu nedenle, hayatını anlattığı ‘Küçük Dünyam’ isimli kitabın ilk baskısında baba tarafının Kürt kökenli olduğunu söyler. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.

    Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır. Anneannesi yani nenesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden geldiğini söyler. “Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme.” Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadeler ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleridir. Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabetaylardır.

    Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapar. Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakır. Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizlemeye yöneliktir. Ya da Yahudiliğe duyduğu gizli hayranlıktır. Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, insan hakları sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir. Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyor. Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir. Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.

    Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘şecerenin kaybolduğunu’ söyler. Her iki ailenin seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verir. ‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’ diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaktadır.

    Çok zengin bir ailenin çocuğu
    Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir. Kendi anılarını anlatırken, bunun tersini söyler. “Halil Dede’min çocukları buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.” 80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekirdi. Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da, gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir. Kendi anlatımlarında ortaya çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’ kadar bölgenin zenginleridirler. Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir. Yapmak istediği duygu sömürüsüdür.

    Babası Ermeni düşmanıymış!
    Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık sık vurgular. Örneğin “Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi.” Bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir ailenin Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır. Ayrıca Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Buna benzeri sorulara Gülen’in yanıt vermesi gerekir.

    Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararıdır
    Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi devletin gizli örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyor. Kendi yaşamına dair anlattıkları dahi bunu doğrulayacak düzeydedir.

    Erzurum’da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman’ın yanından gelen Muzaffer Arslan’ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtir. Ramazan nedeniyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verir ve sohbetler yapar. Gittiği her yerde ilk işi devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurması oluyor. Hem de çok kısa sürede bunu başarıyor.

    “’Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem’e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim’ dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil’in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci’dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan’a ‘şark’ı bir dolaş gel’ demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum’u dolaşmaya gelmişti.”

    Bu toplantıya katılan isimlerin ikisi dikkat çekicidir. O dönem yedek subay olarak görev yapan ve Gülen’in yakın dostlarından biri olan Mehmet Şevket Eygi, İslamcı yazar olarak dönemin Amerika’nın ‘anti-komünist stratejisini’ Türkiye’de gündemleştiren ve CIA ile yakın bağları olan biridir. Amerika’yı komünizmle mücadelenin merkezi olarak gören ve İslamcıları Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini söyleyen fetvalar veriyordu. “Bizim en büyük düşmanımız komünistlerdir. Elbette bir İslam devletinde komünistlere fikir yayma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmaz… İslam’ın düşmanları ve komünistler doğrudan karşı çıkmadıkları İslam görüntüsü altında melanetlerini işletmeye devam edeceklerdir…” Hatta Deniz Gezmiş’in de önderliğini yaptığı, Amerika’nın 6 Filo’suna karşı yapılan protesto gösterilerine karşı, camilerde Müslümanlara çağrı yaparak, ‘özgürlüğün temsilcisi ABD’nin yanında yer almaları’ gerektiğini söyler. Eygi, Milli Gazete yazarı olarak, bir Amerikan ajanı gibi yürüttüğü faaliyetler nedeniyle daha sonraları pişmanlığını belirtmiştir.

    İkinci kişi ise, ‘yeni Asyalılar Grubu’nun kurucusu olarak bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet Kırkıncı’dır. Said-i Nursi hareketinden görünen ama Türk-İslam sentezini savunan, Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif destekleyen bir cemaat lideridir.

    Üçüncü kişi ise Yahudi asıllı Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur, Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır. ABD’nin çok özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini toplantılara katılması da çok dikkat çekicidir.

    Gülen askerler tarafından korunmuş!
    İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in bütün yaşamı boyunca yürüttüğü bütün faaliyetlerde mutlaka subaylarla yakın bir ilişkisi bulunuyor. Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım askeri elamanlar var. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkat çekicidir. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. çok yakın ilişkiler kuruyor. “Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım.” Asker kökenli Vali Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyi. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli Albay ile yakın bir ilişki içine gidiyor.

    Gülen’in askerlik yaşamı son derece dikkat çekicidir. Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyor. Daha askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin korunmasına girer. “Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz bey, onun Harbiye’den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti. Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.” Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardım olmayıp, onun yürüttüğü ve yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin içinde yer almasıdır.

    Birinci torpilli, ilk okula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan diploma alıyor. İkinci torpilli görev İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak atanmasıdır. Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu Başkanlığını yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren” devreye girer. Bir gün M. Zeren Edirne Müftülüğünü arar: “Yeğenimin gözlerinde öperim, imtihanı kazandı” torpil müjdesini verir.

    Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıdır. “Dört ay sonra, Özmutlu’nun araçlığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş… Böylece yüksek sürate yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı.” Böylelikle İslamcı görünen Gülen, ordunun laik subayları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevi verilir. Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip oluyor. Bu görevin sıradan birine verilmeyeceği bilinir. Bir de Genelkurmay’da görev alma isteğinin olması da bir başka ilgi çekici bir noktayı oluşturuyor.

    Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınır. Hatta kendisinin deyimiyle mescit dahi kurar. “Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım, Hutbe de okudum” Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması vaazlar vermesi, Gülen’in etkinliğiyle hiçbir ilgisinin olmadığı esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıktır.

    İstihbaratçı Gülen
    Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gider. Her ne kadar, kura çekimi sırasında iki kez üst üste Erzurum çıktığını söylese de peki inandırıcı değil. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılmaz. Üçüncüsünde Diyarbakır’ın çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söyler. İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürür. “Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarlamıştı.” Laik komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele edilmesini, özel yerde kalmasını sağlayacak özelliktedir. İlginç olan bir başka önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camiinde vaaz vermesidir. Geldiği ikinci hafta vaazlarına başlar, peki bir askerin, gidip camilerde vaaz verebilmesi gücü nereden geliyor. Kimler bunu organize ediyor. Kendi söyleminde, verdiği vaazları dinleyen birçok subay varmış. Gülen nasıl bir görev üslenmiş ki, asker olarak, camilerde imamlık yapabilir.

    Askerdeyken özel görevle Erzurum’da
    Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini yürütür. Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verir. Kendisine 3 aylık hasta raporu verilir ve Erzurum’a gönderilir. Öncelikli görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenir. Asker olarak geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneğini kurar: “…Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı… Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi…”

    Bu görevini yerine getirdikten sonra Erzurum ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam eder. Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen,zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır. “Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz. Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim. Yolda iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti.” Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu görmüştü.

    Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha alır. Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlenmeler yapar. Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir. Vaaz sırasında “Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor. Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaybetmişler. Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı.” Bu olay toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerlerin, yine bir başka özel görevli bir askeri tutuklamasıdır. Gülen, tutuklandığı anda, hemen tümen komutanın bildirilir. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi bir insan’mış. Ona gidenler, “Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir, Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik. Ayrıca, derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı paşalarla görüşmüşler.” Gülen’in kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne kadar kıymetli olduğu anlaşılıyor.

    Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest bırakılır ve İskenderun’da birliğine döner. İskenderun’a gelir gelmez, yine merkez camiinde vaaz verir. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik eder ve bir bakıma yeni bir provokasyona hazırlar. “Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum. Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söylemiştim.” Erzurum’dan gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek ve halkı provokasyona getirmenin, Gülen’in cesaretinden kaynaklanmadığı bilinir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, devletin kontrgerilla güçleriyle olan derin bağlarıdır.

    Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci bir kez tutuklanır. Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır. “Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan -Genelkurmay bn- ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş. Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da, ‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın.” Genelkurmay’ın, ordu ve tümen komutanların devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği görevle ilişkilidir. Bu nedenle askeri açından suç görülen hiçbir yasa, kanun Gülen için geçersizdir. Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe giyerek vaazlar vermesi, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir. Peki, neden sorusunu sormak gerekir.

    Gülen, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran general Turan’ın korumasında
    Gülen’i koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2. Ordu Komutanı Cemal Tural’dır. Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli ilişkilerden biri budur. Gülen şunları söyler: “Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu. O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı. Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde.” Gülen’in Erzurum ve çevre illerindeki faaliyetleri çok daha net olarak ortaya çıkıyor. Barzani’nin etkisini kırmaya yönelik Türk-İslam çizgisi ekseninde dini faaliyetleri örgütlemektedir. Yani bir bakıma Kürtlerin tasfiye politikasının çok kapsamlı olarak uygulandığını ve Gülen’in de bunun önemli bir parçası olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor.

    Ancak Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha var: Said-i Nursi’nin mezarını yerinde kaldırıp kaybettiren kişidir. Gülen, bunu çok iyi bilir. Ama hiç bahsetmez. Said-i Nursi’nin Kurdi kimliğini çok bilinçli olarak arka planda tutar ve hatta yok sayar. Bu nedenle Gülen’in, Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir yalan ve aldatmacadır. Tersine, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran generale duyduğu saygıyı vurgular. Bu çok açık bir çelişkiyi ifade eder. Ayrıca Gülen’in Nursi geleneğini takip ettiğine dair hiçbir somut veri yok.

    Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şudur: “Üstad’dan Erzurum’a bir mektup geldi. ‘Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?’ hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem’e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.” Bunun dışında Said-i Nursi için söylediği bir pek bir şey bulunmaz. Nursi’den bahsederken, onun Kürt kimliğini yok sayar, inkâr eder. Kendisini Türk gördüğü gibi, Nursi’yi de böyle göstermeye çalışır.

    Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında yapmıştır. 24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde camilerde verdiği vaazlar geçirmiş veya komünizmle mücadeleyi örgütlemekle meşgul olmuştur. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmiş. “İkinci bölük komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi… Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.” Gülen öyle ki, yaşamın her anı torpillerle geçiyor. Konuşmalarında öyle sözler söyler ki, dinleyen acır, üzülür, efkârlanır. Yaşamını öyle çileli anlatır ki, insan hayranlık duyar. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle olmadığını, bütün yaşamı boyunca devletin önemli güçleri tarafından korunduğun, sahiplenildiğini görürüz.

    Kontrgerilla eğitim kapmalarını kuran Gülen
    Gülen, hemen her dönem devlet gizli gücünü arkasında hissetmiştir. Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü var. Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı süreç, bir bakıma devlet destekli kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktır. Özellikle 1965-1980 yılları arasında, devletin kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve sivil faşist ve İslamcı güçleri kullanarak devrimci harekete saldırmak için, askeri ve politik eğitim kampları kurdurduğunu biliyoruz. Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

    Gülen, Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi tutuluyordu. Kampların amacını şu cümlelerle açıklar: “Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan, Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu. Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamı bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir.” Çok açık olarak belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan ‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir parçasıdır. MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CİA tarafından organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı Kampların’ da birer kontrgerilla faaliyetidir.

    12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına rağmen, kampların faaliyeti kesintisiz olarak davam etti. “Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti. Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı… Ben kaldığımda Avcılarda kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan katılabiliyordu.” Peki bu gücü nereden alabildi. Tutuklu olmasına rağmen, kamp eğitimlerini nasıl örgütledi. Kendi deyimiyle çevresinde çok az kişi kalmasına rağmen, bunu başarması devlet destekli bir politikadır.

    MİT ve CIA desteğinde, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen, Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenir. Zaman zaman tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında paçayı kurtarır. Gülen’in kısa sürelerle cezaevine konulması, onu meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanılmasını sağladığı da çok belirgin olarak ortaya çıkıyor.

    Kürt gençlerine karşı ‘Altın Nesil’ seferi
    Gülen, etnik kökenini inkâr etmekle kalmıyor aynı zamanda düşman bir rol oynuyor. Öncelikli hedeflerinden biri de, Türk olmayan gençleri Türkleştirmektir. Merkezinde ise Kürt çocukları bulunuyor. Gülen’in adına ‘Altın Nesiller’ verdiği İslamcı yeni bir genç kuşağın yetiştirmesi politikasını başarılı bir şekilde uygularken, bunun ilk adamını Malatya ve Diyarbakır’da atar. Bu iki ilde ‘Altın Nesil’ konferanslarını verir. Esas amacı Kürt gençlerini anti-komünist mücadele ekseninde Türk-İslamcı çizgi ekseninde örgütlemektir. “1976 yılında seri konferanslara çıkmıştım… İşin olumlu yanı Malatyalı gençlere ait olmak üzere çok coşkulu olmuştu. Evet, ben en diri dinleyici kitlesini Malatya’da bulmuştum… Erzurum da çok iyiyiydi… Diyarbakır’da da Altın Nesil Konferansı’nı verdim. Güneydoğuda bugün patlak veren hadiselerden, ben o günde endişe içindeydim…” Gülen, Barzani’nin bir lider gibi kabul edilmesini içine sindiremediği gibi Kürtlere yönelik düşmanca tavrı çok belirgindir. Kürtlerin tasfiyesi için belki de devletten çok daha büyük bir faaliyet yürütmüş biridir. Bu çalışmaları bütün Kürt coğrafyasında kesintisizce devam ediyor. Uluslar arası küresel istihbarat ve ekonomik güçlerin kullanım merkezleri olarak bilinen Gülen okullarında yetiştirilen ‘Altın Nesil’ gençler içerisinde Kürt çocukları küçümsenmeyecek bir potansiyeli oluşturuyor.

    Kendisini Hz. Hamza olarak görüyor
    Gülen’in bir başka özelliği de muska yamaktır. “Ben merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor, fakat biz onun hakkında da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım… ‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yayına sokulamazlar’ dedim… Sonra trans halindeki bacımız, ‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.” Gülen’ın insanların psikolojik sorunlarını muskalarla çözmesi bir yana, anlattığı uyduruk hikâyeden görüleceği gibi müthiş bir egoizmi ve kendini beğenmişlik duygusu var. Trans halindeki kadın, Gülen’i Hz. Hamza ile eş değer görüyor. Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı göstermesinin arka planında büyük bir beğenmişlik, bencillik vardır. Dikkat edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslar, onlarla eş değer görür.

    Tüccarlarla özel ilişkisi var
    Gülen bütün yaşamı boyunca ticaretle, parayla çok iç içe olmuştur. Ailesinin zenginliğini bir yana bırakırsak, gittiği bölgelerde devlet yöneticileriyle bağlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla da yakın bağlar kurar. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir. Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de, Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihidir. Burası aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Yahudi kökenli tüccarların ve işadamların yoğun olduğu Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir yer tutar. Örneğin Kamp kurmak için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Yahudi esnaflar vasıtasıyla Kestanepazarında paraya çevirir. Bugün, Gülen cemaatine ait olan uluslar arası şirketlerin çok önemli bir kesimi özellikle Yahudi kökenli dünya kapitalist şirketlere çok yakın ilişkileri bulunuyor.

    Askeri darbeleri destekleyen Gülen
    Şeriat düzenini savunduğunu iddia eden Gülen’i en çok destekleyen ve koruyanlar da laik geçinen generaller oldu. Ordu ile stratejik bir ittifak içinde olan Gülen, hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesini çok aktif bir tarzda destekledi.

    Örneğin, 12 Mart 11971 askeri darbesini desteklemek için vermiş olduğu bir vaaz da, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini merasim yapılmasını dahi eleştirmektedir: ”Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?”

    Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay önce, İzmir’de camide verdiği vaaz da, darbe çağrısı yapıyor: “İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet… Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler Nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır.”

    12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine bir camii vaazında yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında şunları söyler:“Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (…) bir de anadan doğma asker-millet vardır. o, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (…) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam… Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. içtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi (…) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”

    Gülen cemaati ile generaller arasında bir kısım farklılıklar olmasına rağmen ortak bir ittifak kurdular. Birbirlerinin çıkarları korudular. Bu nedenle, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Afişlerle aranan Gülen, İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar verir. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Haydar Saltık’ın koruması altında, faşist darbeyi desteklemek için görevini sürdürdü. İlginç olan Türkiye’nin iç politikasının olağanüstü süreçlerinde, Gülen mutlaka, Ankara’da bir general tarafından korunmuştur.

    Gülen’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkisi kamuoyuna açıklanmalı
    Gülen’in yaşam tarihi tahmin edildiğinden çok daha karanlıktır. Kozmik odaların gizle yerlerinde Gülen’e ait çok büyük bilgiler ve belgeler vardır. AKP hükümeti geçmiş yılların karanlıkları aydınlatmak istemez. Yapılmış onlarca provokasyonları, katliamları hiçbir şekilde açığa çıkartmaz. Çünkü izlerin birçoğu Gülen’in kapısına çıkar. MİT tamamen İslamcıların denetimindedir. Geçmiş yıllara ait arşivleri açabilirler. Ama açmaya hiçbir şekilde cesaret edemezler. Çünkü o arşivlerin her karesinde Gülen’in fotoğrafı vardır. Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbar Dairesi ile olan derin ilişkilerinin bütün belgeleri, CİA ile olan özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı MİT’in dosyalarındadır. İslamcı hükümet, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır. Dürüst olmanın ölçütü budur.

    gokyuzu9@aol.com

  33. Somürgeci zincirin halkaları; Talat, Türkeş ve Fetullah

    Ahmet Yaman

    6
    Kurdinfo:12:57 – 16/11/2011

    ——————————————————————————–

    Talat Paşa ile başlayan; Kürtlerin ya imha edilerek ortadan kaldırılması ya da asimile edilerek eritilmesi konsepti Türkeş’le devam ettirildi ve şimdi Fetullahçılarla sonuçlandırılmak isteniyor

    ——————————————————————————–

    Türkiye’nin türkleştirilmesi projesi ittihatçılar tarafından başlatıldı. Osmanlının Balkanlar’dan çekilmesinden sonra Anadolu’ya gelen ittihatçılar ve onların devamı olan Kemalist kadrolar hayallerindeki türk yurdunu göremediler. Çünkü o zamanlar; bugün adına Anadolu denilen topraklarda yaşıyan Türklerin sayısı çok fazla değildi. Kürdistan’da Kürtler, Ege, Karadeniz ve Kilikya bölgesinde hatırı sayılır derecede Rum ve Ermeni nufus yaşamaktaydı.

    İttihatçı kadrolar Ermenileri katlederek; Rumlarıda mübadele ve asimile etmek suretiyle Anadolu’dan temizlediler. İttihatçıların başlatığı davanın takipçileri olan Kemalistler 1925 , 1928 ve 1938 de Kürtleri seri katliamlardan geçirerek Anadolunun türkleştirilmesi projesinde önemli mevziler kazandılar.

    Tamamen türkleşen Cumhuriyet; 1950- 1960 lı yıllara geldiğinde; Kürtlerin kolay yutulacak bir bir lokma olmadıklarını gördü. Çünkü Kürtler şiddetle sürdürülen katliam ve asimilasyon politikasına teslim olmamış ve milli varlıklarını sürdürmek konusunda kararlıydılar..

    Kürtlerin milli uyanışı, Türkiye Cumhuriyetini yeniden harekete geçirerek, Anadolu’nun türkleştirilmesi projesini yeniden güncelleştirmek zorunda bıraktı. Yani 1800 li yılların son çeyreğinde uygulamaya konulan asimilasyon politikası;1960 lı yıllarda yeniden güncelleştirilerek, yeni metod ve yeni kadrolarla uygulamaya konuldu.

    1960 ta iktidara el koyan askeri cunta, Türk ve Kürt halklarını kontrol altında tutabilmek için görev bölümü yaparak kitleleri bazan sol Kemalist kadrolar, onların yıprandığı zamanlarda sağ tutucu elitler vasıtasıyla denetim altında tutmaya çalıştı. Örneğin Milli Birlik Komitesinde yer alan Ahmet Yıldız, Suphi Karaman gibi subaylar sol yelpazede yerlerini alırken sadece kağıt üzerine yapılan bir operasyonla Alpaslan Türkeş ve Muzaffer Özdağ gibi cuntacılar da sağ yelpazede görevlendirilmişlerdi.

    Bu yüzden 1963’te yeniden yapılandırılan Komünizmle Mücadele Derneklerinin bileşimi ve 1969 yılında CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin) MHP ‘sine dönüştürülmesi ve Alpaslan Türkeş’in siyaset sahnesine girdiği dönemin, toplum bilimcileri tarafından dikkatle incelenmesi gerekir.

    Alparslan Türkeş’le uygulamaya sokulan ‘’yeni’’ türkçülüğün en önemli sebeplerinden biri Kürdistan’da yeniden şekillenmeye başlayan kürtlük bilincinin sindirilmesi ve Kürdistan’da bir türlü taban bulamayan türkçülüğün yaygınlaştırılmasıydı.

    1970 ‘li yılların ortalarında devlet ve güvenlik güçlerinin yedeğinde büyüyen Türkeşçilere Elazığ, Malatya, Maraş bölgesininin türkleştirilmesi, pilot bir proje olarak sunuldu.

    Türkeşçiler; Elazığ’ı sıçrama tahtası olarak kullanarak Maraş ve Malatya gibi Kürt şehirlerinin türkleştirilmesine başladılar. 1978 yılında yapılan Maraş katliamıyla; Maraş şehri Kürtlerden arındırıldı. On binlerce Alevi Kürt aile Maraş’ı terketmek zorunda bırakıldı. Malatya‘daki Kürtler, dizi provakasyonlarla sindirildi. Dikkat ediniz 80 yıl önce Kürt ve Ermenilerin ortak yaşadığı bu şehirlerde; bugün Kürtçe konuşanların oranları oldukça düşüktür. Adını verdiğimiz bu şehirlerde Kürtlerin serbestçe, Kürt gibi dolaşmaları bile risklidir.

    Tabiiki Elazığ’ın bir sıçrama tahtası olarak seçilmesinin sebebi; 1930 ‘lı yıllarının sonunda Bulgaristan ve Romanya’dan getirilen Türk nüfusun bu bölgeye yerleştirilmesidir Bu yöreye yerleştirilen Romanya ve Bulgaristan türkleri; bölgenin türkleştirilmesinde ve Kürtlerin asimile edilmesinde önemli roller üstlendiler.

    Takvimler 1980 leri gösterdiği zaman; Türkiye Cumhuriyeti; MHP vasıtasıyla Kürdistan ‘da sürdürülen türkçülük ve asimilasyon politikasının tıkandığı tespit etmişti. Çünkü Kürtler MHP’nin ve Türkeş’in gerçek amacını ortaya çıkararak devletin maskesini düşürmüşlerdi.

    Kürtlerin diğer şehirlerdeki direnişleri; Türk sömürgecilerini yeni metotları ve elinin altında tuttuğu yeni kadroları oyuna sokmaya yöneltecekti. Kısacası;1980’li yıllara kadar MHP atına binerek ırmağı geçmeğe çalışan Türk sömürgeciliği;1980 den sonra milli görüş olarak organize ettiği MSP atına binmeye hazırlanıyordu.

    İşte tam bu sıralarda ortaya milli görüşün destekçilerinden biri olan Fetullah Gülen devreye girdi. Şimdi buraya bir nokta koyarak, yeniden 1960 lı yıllara dönelim.

    Bilirsiniz tarihin babası sayılan Heredot; Mısır; Nil’in hediyesidir diye bir deyim kullanmıştı.Gerçekten de Nil nehri olmasaydı belkide Mısır’dan bahsetmemiz mümkün olmayacaktı. Eğer bizde; Fettulah Gülen, Türkiye’ye 1960 darbecilerinin bir hediyesidir dersek hiç yanılmış olmayız kanısındayım. Çünkü 1960 cuntacıları olmasaydı belki Fetullah Gülen’de bugünkü gibi siyasetin tepesinde olmayacaktı.

    F. Gülen 1963 yılında; askeri cuntanın sol yelpazesinde yer alan Ahmet Yıldız ve Suphi Karaman’ın (Kemalistlerin) denetiminde olan Halkevlerinin Erzurum şubesinde yöneticilik yapmış daha sonrada MHP’nin ilk kurcularından olan İlhan Darendelioğlu’nun genel başkanlığını yaptığı, Türkiye Komünizmle Mücadele Derneklerinin; Erzurum şubesinin kuruculuğunda bulunmuştur. Bu durum biraz paradoksal görünsede özünde F.Gülen’in işverenlerinin aynı kişiler, yani cuntacı subaylar olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

    1960 cuntacıları; Saidê Nursî’nin oluşturduğu Nurculuk hareketini yeniden şekillendirmek için Saidê Nursî’nin mezarını belirsiz bir yere taşıdıktan sonra hareketin içinde F.Gülen’in yetkili konuma gelmesini sağladılar. İşte Saidê Nursî’nin eserlerindeki tahriflere de o zaman hızlandırıldı; içinde Kürt ve Kürdistan geçen cümleler; eserlerden ayıklandı. Ya da o eserlerin basılması engellendi.

    Türkiyede ki siyaste baktığımızda F.Gülen hareketi devlet içinde bir devlet haline geldi. Şimdi AKP hükümeti ile F.Gülen hareketi arasındaki belirgin çizgilerin ortadan kaldıırıldığını görüyoruz.

    Artık Zaman gazetesinde köşe yazarlarının mı birer bakan yoksa bakanların mı Zaman gazetesinde köşe yazarı olduklarını ayırt edebilmek oldukça zorlaştı. Hele Kürtler konusunda da AKP hükümetiyle F.Gülen hareketinin fikir ve eylemlerinin örtüşmesi, hak ve adalet ihlaleri konusunda ürkütücü sinyaller veriyor.

    Günümüzde;Türk devleti, Kürt milletine karşı topyekün bir savaş açmıştır. Ancak dikkat ederseniz bu savaşta muharebelerin en yoğun geçtiği alan; Batman; Siirt ve Mardin illeridir. Bu da 1970 lı yıllarda Elazığ, Malatya, Maraş illerinin türkleştirilmesi sürecinin bir benzerinin Batman, Siirt ve Mardin’de uygulamaya konulduğunu gösteriyor.

    Görünen odurki, Türk sömürgeciliği Batman, Siirt ve Mardin illerinin türkleştirilmesi projesini F.Gülen hareketine ihale etmiştir. F. Gülen hareketi bu illerdeki bir takım anti-kürt gurupları sıçrama tahtası gibi kullanarak bölgeyi; Kürtlerden temizlemeyi amaçlıyor.

    Geçmişte Türkeş’in yanında yer alan Taha Akyol, Avni Özgürel, Mümtaz Türköne; Şamil Tayyar, Melih Gökçek gibi ağır topların ve binlerce MHP li kadronun hızlı bir biçimde F.Gülen safına geçmeleride, geçmiş oyunlarda baş rolü oynayan aktörlerin yeniden tezgahlanan anti-kürt faaliyetlerde rol aldıklarını gösteriyor. Türkeşçilikten; Fetullahçılığa doğru yapılan bu yatay geçişler, bu iki hareket arasındaki yolun da bir kaç adımdan daha uzun olmadığını gözler önüne seriyor.

    Bütün bunlar Türk devletinin ittihatçılardan miras aldığı Türkiye’nin türkleştirilmesi ve Kürtlerinde imha edilerek yada eritilerek ortadan kaldırılması projesinin değişmediğini gösteriyor.

    Kısacası;Talat Paşa ile başlayan; Kürtlerin ya imha edilerek ortadan kaldırılması ya da asimile edilerek eritilmesi konsepti Türkeş’le devam ettirildi ve şimdi Fetullahçılarla sonuçlandırılmak isteniyor.

    Onun için de AKP ve F. Gülen hareketinden çözüm bekleyen Kürtler bilmelidirki; AKP ve F.Gülen hareketinin kadroları; senaryosu önceden yazılmış bir oyunun baş aktörlerdir. Onlar rolleri icabı sahneye çıkarak bazen Kürtleri ağlatacak, bazende güldüreceklerdir ama Kürt milletinin ihtiyaç duyduğu hak, adalet ve özgürlük gibi taleplerini hiç bir zaman gündeme alıp meşru görmeyeceklerdir..

    Bu oyundan; kurtulup gerçek kurtuluşa ulaşmanın tek yolu safları sıklaştırarak direnmektir. Türkeş’in foyasın ortaya çıkararak onun ırkçı yüzünü deşifre eden Kürtler; AKP’si ve Fetullahıçıların sömürgeci amaçlarını boşa çıkartmak için de el ele vermelidir.

    Çünkü Kürtlerin kurtuluşları kendi ellerindedir.

    16 Kasım 2011

  34. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland, eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklanmasıyla ilgili gelişmeleri izlediklerini belirterek, Türk hükümetine, bu süreçteki davalarla ilgili inceleme ve adli kovuşturmaların şeffaf biçimde ilerlemesi ve tüm sanıkların uluslararası standartlara uygun olarak adil bir sürece tabi tutulması çağrısında bulunduklarını söyledi.
    Nuland, günlük basın brifinginde konuyla ilgili bir soru üzerine, “Bu konuyla ilgili gelişmeleri de tabii ki takip ediyoruz. Devam etmekte olan ‘Ergenekon’ davasındaki epey yüksek profilli bir dava. Türk hükümetine, bu davalarla ilgili inceleme ve adli kovuşturmaların şeffaf biçimde ilerlemesi ve tüm sanıkların uluslararası standartlara uygun olarak adil bir sürece tabi tutulmasının sağlanması çağrısında bulunduk.

    Bu tabii ki, eski Genelkurmay Başkanı (emekli Orgeneral İlker Başbuğ) için de geçerli olmalı” diye konuştu.

    “Türk hükümetine ne zaman çağrıda bulundunuz? Bugün mü?” yönündeki bir soru üzerine Nuland, “Bu davaların ilk başlangıcından beri bu çağrılarımızı yapmaktayız. Spesifik bir detayım yok ama büyükelçiğin (ABD’nin Ankara Büyükelçiliği) bu tür girişimleri son günlerde Türk hükümeti nezdinde yaptığına eminim” dedi.

    Nuland, “Aldığınız yanıtlara ilişkin bir yorum yapabilir misiniz?” sorusunu ise, “Türk hükümetinin, bu konuyu yakından takip ettiğimizi ve Türk anayasasına, uluslararası standartlara uyulduğunu görmek istediğimizi bildiğini düşünüyorum” diye yanıtladı

  35. Sinop’un Gerze ilçesinde Anadolu Grubu tarafından yapılmak istenen kömürlü termik santrala karşı çıkan köylüler üzerine bugün yapılan polis saldırısının bilançosu ağırlaşıyor.

    Bölgeden gelen son haberlere göre polisin gaz bombası ve cop kullanarak yaptığı saldırıda 25 köylü yaralandı, 4 köylünün durumu ağır. Polisin havaya ateş de açtığı, bu arada çevredeki ormanlık alanda da yangın çıktığı haber veriliyor. Ayrıca Köylülerin avukatı Cömert Uygar Erdem’in alana alınmadığı, yaralıların hastaneye götürülmesinde sorunlar yaşandığı bildiriliyor.

    Gerze Yaykıl köylüleri termik santral yapmak isteyen Anadolu Grubu’nun sondaj yapmak için alana girmesine izin vermiyordu. Olaylar halen devam ediyor.

    (Yeşil Gazete)

  36. ahmet şık ceza evinde “deccalin ordusu” diye bir kitap kaleme alıyormuş!

  37. Hint fakiri Prahlad Jani, 8 yaşından beri aç ve susuz yaşıyor. Uzmanların incelemeye aldığı Jani’nin bütün organları normal bir insanınki gibi çalışıyor.Pek çok insanın yemek yemeden, vücudundaki protein stoklarını kullanarak haftalarca yaşaması mümkün. Ancak uzmanlara göre ortalama bir insan su içmeden üç ya da dört gün yaşayabilir. Oysa ki Hindistan’da yaşayan Prahlad Jani yaklaşık 62 yıldan beri hiçbir şey yiyip içmiyor. Doktorları şaşırtan Hint fakiri, yaklaşık 10 gündür Hindistan’ın batısındaki Ahmedabad şehrinde gözetim altında. Hastanenin temsilcisi Dr. Dinesh Desai’nin yaptığı açıklamaya göre, bu süre boyunca da hiçbir şey yemedi, tuvalete de çıkmadı ama zihinsel ve fiziksel durumu gayet iyi. Dr. Desai “Kendisine yaptığımız testler vücut mekanizmasının normal bir insanınki gibi olduğunu gösteriyor” diyor. 70’ini devirmiş olan Jani zamanının çoğunu Gujarat şehrinde Ambaji tapınağında, her şeye boyun eğmiş bir şekilde oturarak geçiriyor. Son 10 gündür ise kendisi için özel hazırlanmış odada yaşıyor. Tuvaleti sımsıkı kapanmış olan bu oda, sürekli video kamerayla gözetleniyor. Jani’nin tek yaptığı şey ise azıcık bir suyla ağzını çalkalamak. “Yemeğe ve suya ihtiyaç duymuyorum” diyen Jani, sekiz yaşındayken ilahi bir güç tarafından kutsandığını ve o zamandan beri böyle yaşadığını söylüyor. Charod köyünde büyümüş olan Jani, görünümüyle de dikkat çekiyor. Kırmızı bir elbisesi, burnunda halka, saçlarında çiçekler var. Bu ilginç görünümlü adamı müritleri ise “mataji” veya “ilahe” diye çağırıyor. Jani bu şekilde nasıl yaşadığının sırrını ise damağında bulunan bir deliğe borçlu olduğunu söylüyor. Bu delik yıllardır yemeden ve içmeden yaşamasını sağlamış.

    BİTKİ GİBİ YAŞIYOR
    Jani gibi hiçbir şey yemeyen ve içmeyen insanlar kendilerini “ototrof” olarak adlandırıyorlar. Bu terim kendi yiyeceğini yapabilen organizmalar anlamına geliyor. Rus bir ototrof olan Irina Novozhilova, bu konudaki görüşlerini şöyle açıklıyor: “Uzun yıllar önce böyle yaşamayı keşfetmiş insanlar var. Başta Vernadsky olmak üzere Rus filozoflar, insanların yemek yemeden yaşayabilmeleri üzerine düşünüyorlardı.”

    Yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ototroflar ve heterotroflar olarak ikiye ayrılıyor. Güneş ışığı ve havadan beslenen yani fotosentez yapan bitkilerin büyük bir kısmı ilk gruba giriyor. İnsanlar ve hayvanlar ise ikinci gruba dahil. Onlar diğer canlıları yiyerek hayatlarını devam ettiriyorlar. Bu nedenle yemeden ve içmeden yaşayan insanlar bitkilere daha yakın.

    BİYOLOJİK YAŞI 20
    Moskova’da da bu şekilde yaşayan bir grup var. Onlar da Konstantin Vasiliev Müzesi’nde bir araya gelerek deneyimlerini paylaşıyorlar. Örneğin bir anne çocuğunu sekiz yaşına kadar emzirirse, ototrof olabileceğini düşünüyorlar. Bu gruptaki yemeyen ve içmeyen kadınların çocuklarına yetecek kadar sütlerinin bulunması da oldukça ilginç. Ototrofların insanlara önerdikleri ise bir anda yemenin ve içmenin kesilmesinin mümkün olmadığı. Rusya’nın en ünlü ototrofu ise Zianaida Baranova. 67 yaşındaki kadın ilk başta et yemeyi bırakmış. Dört buçuk yıldan beri ise yemek yemeden ve su içmeden yaşıyor. Yine de uzmanlar Baranova’nın biyolojik yaşının 20 olduğunu söylüyor. Zaten son derece enerjik ve neşeli bir insan.

  38. deccal yer doymaz insan etini,içer doymaz insan kanını,adam,hint fakiri deccale kafa tutuyor!

  39. özellikle “ahlaksızlığın sınıfı yoktur” sonucu güzel, selamlar.

  40. gün bey, alt sınıflardan bir demokratikleşme atılımı bekliyor musunuz? ezilenlerin bilinçli ve ahlakî eylemi olabilir mi ve ciddi bir ağırlık kazanabilir mi günümüzde?

  41. Bu yorum, şahsıma karşı belden aşağı öğeler taşıdığından çıkartılmıştır

  42. .bekliyorum. olabilir ve kazanabilir.

  43. BDP Milletvekili S.Süreyya Önder , bazi devrimci maskeli kemalist zzevatin aksine Basbug’un tutuklanmasini olumlu buldu
    Önder, “Tutuklama yerindedir. Çıkıp bütün halka yaptığı bu kötülüklerin hesabını vermelidir. Masumsa aklanır değilse mahkum olur.” dedi.
    Önder, memleketi Adıyaman’da gazetecilerin sorularını yanıtladı. Orgeneral Başbuğ’un tutuklanması kararını değerlendiren Önder, ”Bu adam bu lafları hep etti. Bunlar yeni ortaya yeni çıkan şeyler değil. Bu adam elindeki lav silahını boru parçası diye yalnız Türkiye halkına değil hükümete de salladı. Eğer gerçekten demokratik bir siyasi otorite olsa o gün bunu emekliye sevk ederdi. Mahkemeye verilmesi gerekirdi. Bu tamamen geç kalınmış bir karar. Üstelik Uludure, hükümeti tam böyle sıkıştırmışken hiç kimseyi böyle gündemi değiştirmeye yönelik değil diye ikna edemezsiniz. Tutuklama yerindedir. Çıkıp bütün halka yaptığı bu kötülüklerin hesabını vermelidir. Masumsa aklanır değilse mahkum olur. Ama bu adam bunu gizli saklı yapmadı. Hükümetin gözüne soka soka yaptı. Bugüne kadar hiçbir şey yapmayıp hadi o zaman görevdeydi, emekli olduğu zaman yapmayıp, tam böyle bir olay olduğu zaman çıkıp yapmak insanlarda bir sürü kaygı ve güvenlik sorununu ortaya çıkardı.” dedi.

  44. Firat Haber’de yazan Doğan Barış Abbasoğlu 07 Ocak 2012 tarihinde söyle yazmis:

    “Bülent Ersoy hanımefendi Deniz Gezmiş’le ilgili bir anısını anlatınca sol cenah birbirine girdi. Öyle ki şimdilerde soldaki popüler ayrım homofobik olanlar ve olmayanlar şeklinde.

    Neyse ki bu tartışmaların önemli bir kısmı iş sıkıya geldiği zaman direksiyonu hemen Kemalizme kıran yaşı geçmiş solcular arasında geçiyor. Yeni neslin pek böyle dertleri yok.”

    Yazinin bütününde sayin yazar homofobiye karsi çikmis, bu nokta güzel. Ancak escinsellere yapilan ayrimciliga karsi çikarken yaslilara ayrimcilik yapmis. Ne demek yani “yasi gecmis solcular”? Sanki genç solcular arasinda böyleleri yok mu? Bu bakimdan yazari kinamaktayiz. Tipki escinsellere, kadinlara, çocuklara yönelik insan haklari ihlalleri gibi yaslilara karsi olan insan haklari ihlalleri de kinanmalidir. Ayrica bu halkimizin bir gelenegidir, yaslilara saygi lütfen.

  45. Yavuz Sultan Selim’in vakti zamanında Ebu Suud adlı bir müftüden aldığı fetva ile Anadolu’da yaptıkları herkesin malumu.

    Mısır seferi öncesi Doğu’da bir güvenlik koridoru oluşturup ordunun önünü temizlemek maksadıyla binlerce Alevi-Türkmen kadın, çocuk masum sivili kılıçtan geçirtmiştir.

    Tabi bu seferden ziyadesiyle yüksek miktarda haraç ve hazinelerle döndüğü de biliniyor ve ihtimal odur ki o hazinelerin bir kısmıyla sefer öncesi yakıp yıktığı Türkmen-Alevi mahallerinde sebil-hayrat-cami-türbe gibi bazı hayır işlerine de girişmiştir. (Hayır dediysek kimseyi aldatmasın, bu biraz da yetim kalan Alevi-Türkmen çocuklarının devşirilip Müslümanlaştırılmasıdır)

    Şimdi birileri katledilen binlerce canı görmüyor ve diyor ki ”bakınız Hünkar’ımız ne kadar hayırlı, şefkatli ve gönlü bol biri”.

    İktidarın kürtler ve demokrasiyle sınavı da aynen bu şekilde cereyan etmektedir. Oysa birileri halen ”darbe, cunta ve derin devletin” sahiden yargılandığına inanmakta.

    Ben daha radikal bir şey söylemek istiyorum: İktidar 90’ların savaş suçlarıyla 12 eylülü işleyen kliklerin topunu birden içeri attırsa; ortaya çıkacak yeni durumun ”DEMOKRASİ” olacağına inanmak yine mümkün değildir.

    EL CEVAP: Bir BAŞBUĞ’a karşı 35 KÜRT canı alınır çünkü!

    Ortada böylesi bir ”orantısız” hesaplaşma varken ve iktidarın ”demokrasi” iradesi hala hiçbir somut meyve vermemişken;

    Özetle: Tüm yargılama ve tutuklamalar gündelik-siyasal yaşama somut-nesnel bir karşılık bırakmazken bunun adı ne ”hesaplaşma”dır ne de ”demokrasi”.

    Bir BAŞBUĞ 35 KÜRT ediyorsa koskoca 90’lar faillerinin edeceği yekunu varın siz hesaplayın. Galiba o zamana kadar ortada fiili açıdan da ‘Kürt-mürt kalmayacağını ön görmek için kahin olmaya gerek yok.

  46. Zileli’nin yorumlarına ve fikirlerine katılıp katılmamak ya da onun dünya görüşünü benimseyip benimsememek ayrı bir konu. Fakat bir yazıdan içinde barındırmadığı anlamları çıkartmak bambaşka bir konu. Biraz okur yazarlığı olan ve Zileli’nin sadece üç beş yazısını okuyan her insan yukarıdaki yazıda bir ordu sempatisi olmadığını anlar. Tamam yorumlar belki sadece karalama amaçlı yazılıyor ve yazan da neyin ne olduğunun aslında farkında. Fakat yine de ben bu yorumları görmek istemiyorum. Farklı düşüncede oldukları için değil; alakasız oldukları için. Kalabalık ediyorlar ve vakit kaybettiriyorlar. Bence gereksizdir.

  47. Su asagidaki cümleyi hangi objectif yorumcuya gösterirseniz gösterin generallerin savunuldugu anlamini çikarir:

    “…İmalatçılıktan geldikleri için suç imalinde de pek fazla zorluk çekmeyen AKP iktidarcılarının ve kaçınılmaz olarak bu iktidarın emriyle hareket eden savcıların ve yargıcıların hukuk diye diye hukuku tepelemeleriyle değil…”

    Kusura bakmayin ama bu sekilde be uslupla AKP iktidarini “hukuk huk diye hukuk tepelemekle” , “suç imal etmekle” suçlayan biri açik açik eski Genel Kurmay Baskani Emekli Orgeneral Ilker Basbug’un masumiyetini hem de “hukuk(!) adina” savunmaktadir. Tarihin hiçbir döneminde ve dünyanin hiçbir ülkesinde buna benzer bir tutum alan ne bir anarsist , ne de bir devrimci komünist ben duymadim. Zileli orduya sempati duyar, duymaz burada konu o degil zaten. Burada konu Basbug’un masum gösterilmesidir ve bunun yapilmadigini iddia etmek insanlarin aklina ya da mesela benim anadilim olan Türkçe bilgime hakaret etmek demektir. Ya siz okudugunuzu anlamiyorsunuz, ya da kisisel iliskileriniz dolayisiyla sayin Zileli’ye bunu yakistiramiyorsunuz, veya sizin için Basbug’un savunulmasini elestirmek sadece bir zaman kaybidir. Size bol bol zaman dilerim, zaten bu konu açikliga kavusup Zileli Basbug’un masum oldugunu bir kez daha vurgularsa söyleyecek pek birsey de kalmamakta, dikkat sözün bittigi yerdeyiz.

  48. 41 numaradaki Anonim adlı arkadaşın yorumuna katılıyorum. Zileli ile şahsi problemi olan çok insanın -kendisinin tanıdığı, tanımadığı
    onun hakkında anti-propogandasına tanık oldum. Ne zaman bir ortamda ‘Zileli’nin biyografilerini okudunuz mu?’ desem en az bir kişi kendisi hakkında, genelde kitaplarını okumadan esip gürlüyor.
    Kimin ne düşüneceği sorun değil, orada herkes özgür ama bu sitede Zileli’nin yazılarını önemle takip edenlerden biri olarak ben de bu hakaret içerikli ve tartışmalarla alakasız yorumları görmek istemiyorum. Konuya yorum getiren birinin yazdıklarından alıntı yapacağım bir bakıyorum bambaşka, upuzun ve saçma sapan bir yorum girmiş araya, konu dağılıyor ben dağılıyorum. Diyecek sözümü unutuyorum. Siteyi sabote eden bu türden yorumların ‘kaldırılması’, özgürlükçülüğünüze zarar da laf da getirmez Gün hocam. Hem zaten bu tür yorumlar için bir ‘forum’ bölümü de koymamış mıydınız siteye? Ki bence o da gereksiz, neyse.

  49. Ne sisi ne de hocanizi tanimam, etmem siz hocanizla hosça vakit geçirmek için insanlara açik bir siteyi kapali bir klüp haline getirmek isterseniz pasa (!) gönlünüz bilir.

  50. Evet, insanlara açık bir site burası.

  51. Aferin sana göze girdin.

  52. Başbuğ’un masum olduğunu söyleyen bir anlam çıkartamadım ben. Sadece başbuğu hukuksuzca yargılamaya çalıştıkları anlamını çıkarttım ki bu doğrudur. Zaten bu yazının konusu da budur. Bir eylemin sadece sonucuna bakılarak eylemin iyi ya da kötü olduğu yargısına adil bir şekilde varılamaz. Saik de fail de önemlidir. Başbuğ bence suçludur, fakat onu yargılayacak olan hukuk sistemi de, irade de mevcut değildir. Şu anda onu yargılayanlar, daha önce falancayı hukuksuzca yargılayanlarla aynı araçları ve aynı gayrimeşru iradeyi kullanıyorlar. Bu yazıdan benim çıkarttığım anlam budur. Yoksa Başbuğ masum mu ya da suçlu mu mevzusu değil. Yasalarımız ve kanunlarımız, zaten şu an yargılanmakta olan insanların kendi çıkarlarına göre hareket etmek üzere oluşturdukları bir düzenin parçası. Hak olan, değiştirip yargılamaktır, yerse 🙂

  53. Darbe yapmak ayıp mı?

    Yeniçeriye karşı mücadeleyi “darbecilik” iddiası üzerinden götürmenin yanlışlığını senelerdir dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum.

    Bir: Adamları darbeye teşebbüs etti diye suçlamak, sanki zaten iktidarda değillerdi de zorla başa gelmeye çalıştılar gibi bir anlam taşıyor. Halbuki elli yahut yüz seneden beri külçe gibi çökmüşler ülkenin üstüne, zaten onlar yönetiyorlar. Emirlerinde olmasına alıştıkları memurlardan biri biraz haytalık etti, onu görevden atma planı yaptılar, o kadar. Ne darbesi?

    İki: Darbe “suçu” sonuçta devletin başını değiştirme prosedürüyle ilgili bir meseledir; usul sorunudur; mutlak ahlaki anlam taşımaz. Hükümetin demokratik usullerle, yasaya uygun olarak değişmesini hepimiz isteriz elbette. Ama sistem tıkandığında illa bir alternatif yol olmasın demenin fazla mantığı yok. Umarım ki kökten yanılmış olayım, ama darbeciliğe karşı bunca mücadele etmiş arkadaşlarımızın bir bölümü pek yakında “acaba yanıldık mı” ya da “prosedürü bir kerecik delmekle bir şey olmaz” diye düşünmeye başlarsa ben şaşırmayacağım.

    Kibir ve iktidar sarhoşluğuyla raydan çıkan bir lider – mesela 1937’de – bir darbe ile görevden alınsa sizce fena mı olurdu? Kuzey Kore diktatörünü yarın ordu devirse çok üzülür müyüz? Mısır’dakini ordu devirdi; bayram edecek bir şey yok bence, ama kınanacak durum da değil.

    Adamlar cinayeti meslek haline getirmiş, gözlerini kırpmadan işkence yapmış, ırkçılığı ve yalanı ulusal ideoloji etmiş, kendileri gibi düşünmeyen herkesi vatan haini ilan edip temel vatandaşlık haklarına tecavüz etmiş, soygunla zenginleşen bir oligarşi oluşturmuş. Suç bunlardır. Darbe tasarlamak bunların yanında ne ki? Disiplin şeysi!

    İkibuçuk: Darbe meselesinin fazla vurgulanması yüzünden solcuların bir kısmı kaybedildi bence. Solcular müktesep haktan, hukuktan anlamaz; o yüzden darbeyi suç olarak görmekte zorluk çekerler. “Lenin iktidara zorla geldi; Deniz’le Che de silahtan yanaydı; proletarya diktatörlüğünü Meclis tüzüğüyle mi kuracağız yani” diye düşünürler. Oysa darbe teşebbüsü değil cinayetler, işkenceler, yolsuzluklar, yalancılıklar vurgulansaydı belki solun büyük bir bölümü de yeniçeriye karşı mücadelede doğru tarafta yer alırdı.

    Üç: Adli prosedür açısından da darbeye teşebbüs suçu bana sonuç getirecek bir yol gibi görünmüyor. Gerçekleşmemiş darbeyi kanıtlamak imkânsıza yakındır. De ki adamların iş üzerinde ses ve görüntü kaydını aldın. Gene kanıtlayamazsın. Birbirlerini tuzağa düşürmek için öyle konuşmadıkları ne malum? “Paşam sen uçakları şöyle uçur, ben malum kişiyi şöyle tutayım” diye konuştuktan sonra akşam gidip “paşa uçakları uçuracak aman dikkat” diye başbakanlığa rapor vermedikleri ne malum?

    Kıssadan hisse: Darbe soruşturmasından bir şey çıkmaz, sen gerçek suçlara bak. Balyoz peşrevdir, sen esas Hrant cinayetini deşmeye çalış.

  54. Odatv davasının Ergenekon’la birleştirilmesi hukuk garabeti olur

    24.10.2012 11:04

    Odatv davasının, Ergenekon davasıyla birleştirileceğine ilişkin haberin çıkmasının ardından Avukat Hüseyin Ersöz açıklamada bulundu.

    İşte Hüseyin Ersöz’ün açıklaması:

    Odatv Davası’nda Mahkeme, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne müzekkere yazarak dosyanın Ergenekon Davası ile birleştirilmesi konusunda görüş sordu.

    Ancak delilleri tartışmalı hale gelmiş bir yargılama sürecinde bu yazının ne anlama geldiğini sorgulamak gerekiyor.

    TÜBİTAK Raporu, Odatv Davasında yargılanan gazetecilerin, suçlamalara dayanak dijitall dokümanların onlara ait olamayacağını açıkça ortaya koymuştu.

    Bu durumda Mahkemenin önünde iki seçenek bulunmaktaydı. Ya dava dosyasını sonuçlandıracak yani beraat kararı verecek ya da Ergenekon Davası ile birleştirme kararı alacaktı. İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi kendisi için en kolay seçeneği yani davaların birleştirilmesini gündemine aldı. Ancak böyle bir karar verilmesi birçok yönden hukuka aykırılık taşıyor.

    Odatv Davası ek klasörleri incelendiğinde, gazetecilerin Odatv Davası’nda yayınlanan haberler sebebi ile suçlandıkları kolaylıkla görülebilecektir. Odatv Haber Sitesi’nde yayınlanmış yüzlerce haber dava delil klasörlerinde yer almaktadır. Bunlar arasında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden Ergenekon Davası’nda yaşanan hukuka aykırlıklarla ile ilgili birçok haber de bulunmaktadır. Bir başka ifadeyle Odatv Davası’nda yargılanan gazeteciler, bu haberlerle Ergenekon Davası’nı etkilemeye çalışmakla suçlanmaktadırlar. Bu durumda davaların birleştirilmesi gündeme geldiğinde, iddiaya göre Mahkemeyi etkilemeye çalışan gazeteciler, yine iddiaya göre etkilemeye çalıştıkları Mahkeme tarafından yargılanacaklardır. Bu durum bir hukuk garabeti olacaktır.

    Davaların birleştirilmesi yönündeki bir başka engel ise Barış Terkoğlu tarafından kaleme alınan İftar Yemeği Fotoğrafları Haberi nedeniyle açılan davada, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hasan Hüseyin Özese’nin mağdur sıfatıyla yer almasıdır. O haber hatırlanacağı üzere, Ergenekon Soruşturması/Davasına bakan polisler, savcılar ve hakimlerin, dava görülmeye başlamadan çok kısa bir süre önce, 2008 yılındaki iftar yemeğinde bir araya gelmelerini konu etmektedir. Davanın birleştirilmesine karar verildiğinde, Davanın mağduru olarak iddianamede yer alan bir hakimin başkanlığını yaptığı bir Mahkemede, aynı davanın sanığının yargılanması söz konusu olacaktır. Bu durum hakimin tarafsızlığını ortadan kaldıran bir durumdur. Oluşacak ikinci hukuk garabeti de bu olacaktır.

    Odatv Davası’nda sona yaklaşılmıştır. TÜBİTAK, suçlamaların temelini oluşturan dijital dokümanların manipülatif olduğuna ilişkin önemli tespitler yapmıştır. Hukuka aykırı deliller ile bir yargılamanın devam etmesi mümkün değildir. Bu durumda Mahkeme derhal beraat kararı vermelidir. Ancak bunun yerine Savcılık tarafından birleştirme talepli olarak açılmamış bir davada, Ergenekon Davası ile birleştirme kararı verilmesi tarafımızdan, Mahkemenin Odatv Dava Dosyasını elinden çıkarma ve Ergenekon Davası torbası içinde kaybolmasını sağlama düşüncesi olarak değerlendirilmektedir. Mahkemenin bu yaklaşımını kabul etmek mümkün değildir.

    Davaların birleştirilmesi ile ilgili itirazlarımızı en kısa süre içinde Odatv Davası’na bakan Mahkemeye sunacağız. 16 Kasım tarihinde gerçekleşecek duruşmada bu hususun da karara bağlanmasını beklemekteyiz. Ancak bir kez daha ifade etme ihtiyacı hissediyoruz ki Odatv Davası, Basın Özgürlüğü’nün turnusol kağıdı niteliğindedir. Bu davada verilecek karar Türkiye’de Düşünce ve İfade Hürriyeti’nin sınırlarının gerek ulusal gerekse uluslar arası kamuoyunda daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

    Av. Hüseyin ERSÖZ

    Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Sait Çakır, Coşkun Musluk ve Doğan Yurdakul Vekili

    Odatv.com

  55. Yalçın Küçük hoca, KCK hukuksuzluğunu ele almış:
    http://www.yurtgazetesi.com.tr/pinar-ile-busra-kurtlerin-iki-anacigi-makale,2987.html

Comments are closed.