Saint-Imier Toplantısı
Saint-Imier, İsviçre’nin Jura dağlık bölgesinde, küçük, sakin bir kasabadır. 140 yıl önce bu kasabada, I. Enternasyonal’in Lahey Kongresinin kararıyla örgütten atılan Bakunin, Guillaume ve arkadaşları, Eylül 1872’de üç gün süren bir anarşist kongre düzenlediler.
Önce tarihe şöyle bir uzanıp anarşistlerin ihraç edildiği Lahey kongresiyle ilgili bir şeyler okuyalım E.H. Carr’dan:
“2 Eylül 1872’de Kongre, belirlendiği şekilde, Lahey’de, ironik bir vurguyla, Concordia (concord,İngilizcede “ahenk” anlamına gelir) Hall adlı binada toplandı. Bakunin, yolculuk yapmak için çok yoksul ya da çok halsizdi. Fakat Marx ve Engels, durumun önemini takdir ederek, bir Enternasyonal Kongresinde ilk ve son olarak hazır bulunmuşlardı. Kongrenin ilk işi, delegelerin itimatnamelerini onaylamak oldu. Bu görevi üstlenen komitenin işi o kadar zor ve çelişmeliydi ki, tam üç günü aldı… Kongrede bizzat hazır bulunan altmış altı delegeden altmış dördünün delegelikleri kabul edildi. İtalya ve Rusya hariç, her büyük Avrupa ülkesinden delegeler vardı. Delegelerin dördü Birleşik Devletler, biri de Avustralya’dandı. Almanların tümü ve daha belirsiz olmakla birlikte Fransız grubu da dahil delegelerin kırkı sıkı Marksistti. Böylece Genel Konsey, çoğunluğu sağlamış oluyordu. Geri kalanlardan yalnızca Jura’dan iki delege, Guillaume ve Schwitzguébel ve dört İspanyol, söylemek uygun olur ki, Bakuninisttiler. İngiltere, Belçika ve Hollanda grupları da dahil, azınlığın diğer üyeleri Bakunin’in kişiliğine ya da doktrinine öyle pek büyük bir ilgi duyuyor değillerdi. Onların Bakuninistlerle paylaştıkları tek şey, Marx’ın otokrasisine karşı ayağa kalkmış olmaktı. Cenevre ‘Propaganda Şubesi’ni temsilen gelen Zhukovski, delegeliği reddedilen iki kişiden biriydi.” (E.H.Carr, Mihail Bakunin, çev: Gün Zileli-Pelin Siral, Versus-2006; İletişim-2009, s.439)
Bu, Lahey Kongresi’nin başlangıcı, sonu ise şöyle:
“Raporu alan Kongre, derhal oylamaya geçerek büyük bir çoğunlukla Bakunin ve Guillaume’nin Enternasyonal’den ihraçlarına karar verdi. Bu infazlar, kongrenin kana susamışlığını tatmin etti ve Schwitzguébel’in ihracı çok az bir oy farkıyla reddedildi. Kongre – Birinci Enternasyonal’in tarihindeki son önemli olay – kapanışını ilan etti.” (agy, s.442)
Gelelim 1872 Eylül’ündeki Saint-Imier kongresine:
“… Zürih’e Lahey Kongresi’nin kararları ulaştı. Bu kararlar hiç de beklenmedik şeyler değildi. Fakat Bakunin’le Guillaume’nin atılmaları, İttifak’ın suçlanması bazı dramatik karşı darbeler indirme talebini doğurmuştu ve Bakuninist güçler Zürih’te toplanmaya başladılar… 15 Eylül’de, Jura’daki Saint-Imier’de, Guillaume ile Schwitzguébel’in de hazır bulundukları bir kongre toplanacaktı.” (agy, s. 458)
Bu kongreden tam 140 yıl sonra aynı kasabada yapılan toplantının hazırlık komitesinde yer alan Karakök Otonomu’ndan arkadaşların çağrısı ve desteğiyle Saint-Imier Anarşist Toplantısının ilk iki gününde hazır bulundum. Elbette seçilen yer ve tarih sembolikti. 140 yıl önce, Lahey’deki I. Enternasyonal toplantısından atılan anarşistlerin biraz da buruk bir şekilde kurdukları ve aslında ölü doğmuş Anarşist Enternasyonal’e bir atıftı bu. 140 yıl sonra yeni bir Anarşist Enternasyonal’e çağrı mı? Hayır, hayır, kesinlikle değil. Sadece anarşistlerin tarihe ve tarihlerine hakikatle bağlılıklarının bir göstergesi belki.
Bugünün anarşistleri, neyse ki, 140 yıl öncesinden farklı olarak delegeliğe falan önem vermiyorlar. Lahey Kongresi’nde olduğu gibi, delegelerin itimatnamelerinin gerçekliğini tespit etmek için üç gün boyunca uğraşan komisyonlar falan da yok.
Dünyanın neredeyse her ülkesinden beş binden fazla anarşist toplanmış burada: Latin Amerika’dan (Şili, Küba, Venezüella, Arjantin, Kolombiya, Peru vb.); Kuzey Amerika’dan (ABD, Kanada, vb); Asya’dan, (Rusya, Japonya, Çin, Filipinler, Endonezya, Türkiye vb.); Avustralya’dan; Afrika’dan (Güney Afrika, Nijerya, Mısır, Tunus), Ortadoğu’dan (Ürdün, Suriye, Kürdistan); Avrupa’dan (Fransa, İsviçre, Hollanda, İngiltere, Avusturya, Almanya, İtalya, İspanya, Yunanistan vb.); Doğu Avrupa’dan (Bosna, Hırvatistan, Bulgaristan, Macaristan, Çekoslovakya vb.).
İsviçre’nin İtalyanca konuşulan kantonu Lugano’dan bir genç gördüm. Kaykayla gelmiş, elinde geceleri yolunu aydınlatmak için, gazla yanan bir meşale. Çok sayıda bisikletle gelen vardı. Günler önce yola çıkıp gelmişler. Motosiklet, karavan ve arabayla gelenler de az değil. Tren yolunu kullananlar da olmuş. Büyük çoğunluk yanlarında çadırlarını ve uyku tulumlarını da getirmişler. Bazıları çadır yerine uyku tulumlarının üstüne sadece bir tente germişler. Kasabanın içinde ve daha çok da çevresindeki açık alanlarda, yer yer kızıl-kara bayrakların göze çarptığı irili ufaklı on kadar kamp var. Karavanlardan ve irili ufaklı çadırlardan oluşan kamplar. Aşağı yukarı her kampın kendi tuvalet teşkilatı olduğu gibi, çay, kahve ve bitki çayı dağıtılan tezgâhlar kurulmuş. En az beş yerde yemek dağıtım merkezleri var. Burada yemekleri yapanlar gönüllü aşçılar. Bunlar çok pratik sahra mutfakları. Bazı anarşistler buralarda kendi ev yapımı icatlarını da devreye sokmuşlar. Örneğin bir bisikletten ve kıyma makinesinden buğday öğütme aleti yapmışlar. Biri çıkıp pedal çeviriyor ve kıyma makinesinden öğütülmüş tahıllar çıkıyor, yemek ya da vegan tatlısı yapılmak üzere koca kazanlara sevk ediliyor. Ekmek fırınları da var. Buralarda devasa ekmekler üretiliyor. Yemekler tamamen vegan usulüne göre yapılıyor ama isteyen yanında getirdiği etleri ateşte kızartıp yiyebiliyor. Tabii, kokunun büyük çoğunluğu vejateryan olan katılımcıları rahatsız etmemesi için ateş biraz uzakta bir yerde yakılsa iyi olur. Vegan tatlıları, turtaları çok iyi, yemekleri ise o ölçüde lezzetsiz. Galiba Avrupalılarda genelde bu var. Sebzeleri haşlayıp bir kaba koydukları zaman bunun yemek olduğunu sanıyorlar.
Herkes istediği kadar yemek alabiliyor. Yemeklerin malzemeleri çoğunlukla yakın yerlerdeki çiftçilerden bağış. Yemekler paralı değil. Sadece isteyenler oraya konmuş bağış kutularına destek için para atabiliyor. Yemek yapanların dışında hizmet eden kimse yok. Herkes sıraya girip kendi yemeğini alıyor, sonra da bulaşığını, deterjan kullanılmayan üç ayrı kazanda yıkıyor, duruluyor ve temiz kap kacakların içine koyuyor. Yemek almak isteyenler gelip kaplarını buradan alıyorlar. İşte böyle bir devridaim. Para yok, her şey gönüllü. Geleceğin toplumsal projesi en azından burada bugünden pratiğe geçiriliyor.
Yaklaşık beş bin kişilik topluluğun içinde gençler ağırlıkta gibi ama bu mutlak bir ağırlık gibi gözükmüyor. Çok sayıda yaşlı insan da var. Bunlar yaşlı anarşistler, bir kısmı da, 150 yıldır anarşizmin kalesi olarak bilinen Jura bölgesinden, seksenli yaşlarını bile aşmış anarşistler. Yaşlı kadınlar da çok sayıda göze çarpıyor. Orta yaşlarda kadın ve erkekler de oldukça çok sayıda. Düzenleme komitesinin köpeklerin getirilmemesi yönündeki yanlış kararının sonucunda köpeklerini yanlarında getirenler epeyce az. Bir kısmı da kararı protesto edip köpeklerinin istenmediği yere kendileri de gelmemişler.
8-12 Ağustos tarihleri arasında yapılan Saint-Imier toplantısında film gösterimi, resim sergisi, müzik konseri vb. dahil çok sayıda etkinlik, konferans, sunuş, tartışma yapıldı. Dil sorunu önemli bir sorundu. İspanyolca konuşanların, bu dil çok sayıda ülkeyi kapsadığından daha avantajlı oldukları düşünülebilir. Tabii ki, Avrupa dilleri, Almanca, İngilizce ve Fransızca iletişimde en önde yer alıyorlardı. Simultane çevirinin ne kadar zor ve aynı zamanda pahalı bir şey olduğu bilinir. Buna rağmen gönüllü olarak simultane çeviri yapanların çabalarıyla ve oraya sağdan soldan getirilmiş ses cihazlarının yardımıyla en azından bazı toplantılarda simultane çeviri yapıldığı söylenebilir. Bunun ötesinde, kimi toplantılarda bazı gönüllü çevirmenler, en fazla ortak dil olan İngilizcenin de yardımıyla konuşmaları İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca olarak yakınlarındaki dil kümelerine aktarmanın üstesinden gelebildiler.
Toplantıda benim ve Karakök Otonomundan Aylin ve Kaan’ın katıldığı, “Anarşizm ve Marksizm”, “Devlet ve Devrim” , “Anarşizmin ve Marksizmin Ekolojiye bakışı” başlıklı üç sunuş da vardı. Karakök otonomu’ndan bir kadın arkadaş da “Feminizm” konusunda sunuş yapacaktı, ancak rahatsızlığı dolayısıyla hazırlanamadığından bu sunuşu yapamadı. Toplantıya daha çok gençlerden 50-60 kişi katıldı. Aylin, çok dilliğinin avantajını kullanarak, kendisi de “ekoloji” konusunu sunduğu halde Kaan’ın ve benim sunuşlarımızı İngilizce ve Almanca olarak izleyicilere aktarabildi. Katılımcılar arasında bulunan bir kadın arkadaş da Aylin’in Almanca çevirilerini bir katılımcı grubuna İspanyolca olarak aktardı. Burada bizim sunuşlarımıza değinmeyeceğim. Eğer teknik olarak becerebilirsek, bir arkadaşın yaptığı video kaydını bu sütunlara aktaracağım.
Farklı farklı, irili ufaklı birçok salonda, tam sayısını bilemeyeceğim ama çok farklı konularda yüzden fazla toplantı yapıldı: Anarşizmin iç sorunlarından, dünya devrimi sorunlarına; Yunanistan’daki durumdan Suriye’ye; neo-kapitalist uygulamalara karşı mücadeleden komünal örgütlenmelere; özgür eğitimden ekonomiye; işçi sorunlarından sendikalara; dayanışmadan kitle mücadelelerine; Marksizmden liberalizme; sanat, edebiyat ve sinemadan günlük hayatın örgütlenmesine; ulusal sorundan sınırları yok etme hareketine; göçmen sorunlarından sığınmacı sorunlarına; kapitalizmden sosyalizme; ekolojiden hayvanların kurtuluşu hareketine; devrimden reforma vb. vb. her türlü konu sunuldu ve zamanın elverdiği ölçüde hep birlikte tartışıldı. Eski tip kongrelerden farklı olarak bu toplantılardan karar metinleri çıkmadı ama ortak ya da çatışkılı fikirler çıktı. Dondurulmuş kararlar yok, tartışmaya, konuşmaya, fikir oluşturmaya, düşünmeye devam. Bu, olumlu olmakla birlikte programın bu kadar yoğun olması eleştiri konusu olabilir. Eğer toplantılar bu kadar fazla sayıda olmasaydı belki insanlar izlemek istedikleri toplantılardan bir kısmını kaçırmak zorunda kalmayabilirlerdi.
Dört günlük toplantının ancak ilk iki gününe katılabildim. Aslında dört güne de katılmak isterdim ama Jura’nın akşam ve gece soğuğu ile nemi buna engel oldu diyebilirim. Türkiye’nin aşırı sıcağından, akşamları ancak kalın kazak ve paltolarla, ateşin başında oturulabilen bir ortama girince bel ağrılarım had safhaya geldi ve iki gece kaldıktan sonra Zürih’e dönmek zorunda kaldım.
Aslında ayrıldığım günün akşamı yapılacak bir toplantıya katılmayı çok isterdim. Bu, Kürt hareketinin temsilcisi olarak bir sunuş yapacak olan Mordem’in toplantısıydı. Bu toplantıyı arkadaşlardan dinlediğim kadarıyla kısaca aktarmaya çalışayım. Mordem, dünya anarşistlerinin ilgi odağında olan Kürdistan mücadelesi ve bu mücadelenin son yıllarında dikkat çeken bazı paradigma değişimleri üzerinde konuşmuş. Anlattıkları, anarşistlerin son derece ilgisini çekecek nitelikte. Mordem’in sunuşuna göre paradigma değişimi merkeziyetçilikten ademimerkeziyetçiliğe, örgüt hegemonyasından yerel özerkliğe ve inisiyatife, gerilla gücünden, yerel halk gücüne geçiş olarak özetlenebilir. Elbette bunlar tüm özgürlükçüleri sevindirecek gelişmeler, eğer gerçekten hayata geçebiliyorlarsa. Ne var ki, Mordem’in, sorulan bir soruya verdiği bir cevap, anarşistlerin örgütsel paradigmaların değişebilirliği konusunda fazla aceleci ve iyimser olmamaları gerektiğini düşündürecek nitelikte:
Soru: Örgütünüzün geçmişte çok sayıda örgüt içi infazından söz ediliyor. Bu doğru mudur, yoksa burjuva medyasının uydurması mıdır?
Mordem’in cevabı: Sorunuzun cevabı sorunuzun içinde…
Usta bir politikacı cevabı bu ama merkeziyetçiliğin yerine yerel inisiyatifi koyanların dürüstlüğünden ve açıklığından yoksun.
Toplantıyı düzenleyen, anarko-komünistlerin dünya örgütü olan IFA. Bu örgütün İngiltere bölümünden anarşistleri yıllardır tanırım ve bazılarına da Saint-Imier’de rastladım ve selamlaştım. Doğal olarak bütün ideolojik temelli örgütler gibi bu örgütün de kapalı ve hatta bürokratik bir yapısı vardır ama bu tür yapıların böylesi dünya toplantıları düzenlemek gibi bir işlevi olabiliyor. Anarşistler, Marksistlerden farklı olarak, fraksiyon farklılıklarını ve ince ayrıntılara dayanan ayrılıkları pek takmadıklarından, Federasyonun yaptığı davete koşup geldiler, iyi de ettiler. Zaten anarşistler arasında örgütün anlamı fazla kapsayıcı değildir. Bu arada Londra’daki Haringey Solidarity Group’tan Tony Wood’a yıllar sonra orada rastlamanın ve onunla kucaklaşmanın beni çok mutlu ettiğini de belirtmeliyim.
Bence Saint-Imier toplantısı, anarşizmin dünya çapında yükselmeye ve güçlenmeye devam ettiğini ortaya koymasının ötesinde çok daha büyük bir gerçeği ortaya koyuyor. “Batı demokrasisi” ya da “parlamenter düzen” denilen şey miadını doldurmuş. İnsanlar artık bu tür rejimlerden bir şey beklemiyorlar, onun dışında bir şeyler arıyorlar. Kapitalizmin neo-liberal uygulamaları insanları ister istemez yeni arayışlara yöneltiyor ve bu arayış giderek yayılıp fiili komünal uygulamalara bile yer yer dönüşebiliyor. Küçük küçük uygulamalar insana umut veriyor. Örneğin Karakök Otonomu’ndan arkadaşların Zürih’te kurdukları A4 adlı kolektif dükkân bunun örneklerinden biri. Zürih’te yaşayan farklı milliyetlerden katılımcılar açıp kapıyor dükkânı, tamamen gönüllü. Dükkânda baskı işleri yapılıyor ama kahve çay da var. İçtiklerinin karşılığını müşteriler kendileri hesap edip ödüyorlar. Karakök Otonomu, Türkiyeli anarşistlerin başka ülkelerde, Avrupa’da bugüne kadar yapamadıkları bir şeyi başarmış, milliyet ve dil barajlarını yıkan bir kolektif oluşturmuşlar.
140 yıl önce, I. Enternasyonal’den atılınca Saint-Imier adlı sakin kasabada buruk bir şekilde toplanan yirmi kadar anarşistin aziz anısına adıyorum bu yazıyı.
Gün Zileli
20 Ağustos 2012
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
—————–
Ek: Toplantıda yaptığım “Devlet ve Devrim” sunuşuna ek olarak sunduğum ve İngilizcesiyle Türkçesini dağıttığım metin.
Yeni Bir Dünya Çapında Devrimci Dalga!
Yeni Bir Devrimci Dünya Örgütü!
Birinci Enternasyonal’in 28 Eylül 1864 günü, Londra’da St. Martin’s Hall’deki kuruluşunun üzerinden 148 yıl geçmiş. Görüyoruz ki, 150 yıllık bir zaman dilimi sosyal mücadeleler açısından hiç de az bir zaman değil. İnsanlık bu 150 yılda epeyce tecrübe biriktirdi.
Birinci Enternasyonal’de Marx ile Bakunin, Marksistlerle anarşistler bir aradaydı. Aslında bu iyi bir başlangıçtı ve bu iki kesim arasında, henüz, daha sonra yaşanacak acı olaylar yaşanmamıştı. Marksistlerin diktatörlük hevesi her şeyi mahvetti.
Olaylar öyle gelişmeyebilirdi aslında. Eğer Marx ve Engels biraz daha sabırlı, biraz daha yüce gönüllü olsalardı; I. Enternasyonal’de anarşistlerin gelişmesinden korkup örgütü Birleşik Devletler’e taşımasalar ve dolayısıyla ölümüne yol açmasalardı; Bakunin ve anarşistler biraz daha az hırçın olsalardı belki de bu iki akım bir arada aynı örgütte yer alabilirlerdi.
Daha sonraki olaylardan hiç söz etmiyorum. 1917 Devriminden sonraki olaylardan. Bolşevikler, hakikatı tek başlarına ellerinde tuttukları vehmine ve kibirine kapılarak bütün devrimci akımlarla birlikte anarşistleri de baskı altına aldılar ve böylece 20. Yüzyılın başında doğmuş ve tüm insanlığa umut vermiş büyük bir dünya devrimi şansını kendi elleriyle boğmuş oldular.
Bugün dünya devriminden, yalnız, bu yoldan 150 yıl boyunca sapmamış anarşistler söz etmiyor artık. Yeni bir dünya devrimi dalgası dünya çapında ağır ağır yeniden yükseliyor. Bu koşullarda, yeni bir dünya devrimci örgütünün oluşması kaçınılmaz bir görev olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.
• Bu örgütün adı “enternasyonal” olmasın. Ulus öldüğüne göre “uluslar arası” da ölmüş demektir. Bir dünya var ve hepimiz onun üzerinde yaşıyoruz. Dünya Toplumsal Devrim Birliği desek.
• 150 yıl önce olduğu gibi bu örgütte yine anarşistler ve Marksistler bir arada bulunsun ama Marksistlerin başına bir de “devrimci” ekleyelim. Çünkü o zamandan bu zamana Marksizmin birçok reformcu, sistem içi veya Stalinist türü ortaya çıktı. Devrimci Marksistleri ayırt etmek lazım. Devrimci Marksislerle toplumsal devrim davasında birleşebiliriz.
• 150 yıl öncesinden farklı olarak, bugün birçok devrimci ya da sistem dışı toplumsal akım da mevcut. Yeni devrimci dünya örgütü bu akımları da içine alacak bir genişlikte olmalıdır. Ekolojistler, feministler, pasifistler vb. ve elbette anarşizmin bütün versiyonları.
• Toplumsal devrim, özel ideolojilerin yol göstericiliğinde değil, bütün devrimci akımların da içinde yer aldığı büyük bir toplumsal hareketle gerçekleşecektir. Eğer böyleyse, yeni devrimci dünya örgütü, kendini dünya toplumsal devriminin “öncü”sü değil, sadece eşit parçalarından biri olarak görmelidir.
Gün Zileli
29 Temmuz 2012
Yukardaki Metnin İngilizcesi:
A revolutionary wave in the dimension of a new world!
A new revolutionary world organization!
148 years have passed by since the First International was found in London, St. Martin’s Hall on 28th September 1864. It’s obvious to see, that a period of 150 years is not such a little time related to social struggles. Humankind has collected quite a lot of experiences within these 150 years.
In the First International, Marx and Bakunin, the Marxists and the Anarchists, were together. Actually it was a good starting and the bitter incidents between these two sides, which they would undergo later, hadn’t happened yet. The dictatory ambitions of the Marxists have destroyed everything.
In fact the occurences didn’t have to evolve this way. If Marx and Engels would have been a little more patient, a little more generous; if they wouldn’t have feared the progress of the Anarchists within the I. International and carried the organization to the USA -and in so doing paved the way for its death- ; if Bakunin and the Anarchists would have been a little less snappish, maybe these two movements still could act together within the same organization.
I don’t mention the later happenings at all. The happenings after the revolution in 1917. The Bolsheviki, who entagled themselves in their delusion and arrogance, which they actually held in their only hands, opressed all revolutionary movements and with them the Anarchists. Therewith, they strangled the chance of a huge world revolution, which was born in the beginning of the 20th century and gave hope to whole humanity, with their own hands.
However today’s anarchists, who haven’t lost their way during 150 years, don’t speak about world revolution anymore. The wave of a new world revolution is more and more globally breaking. Under these circumstances, the formation of a new global revolutionary organization appears as an unavoidable duty.
• The name of this organization shouldn’t be “international”. As the “nation” has died, the term “between nations” has also died. There is one world and we all live on it. What if we call it “World Social Revolution Association” instead.
• Just as it had been 150 years ago, there shall be Anarchists and Marxists together in this organization, but let’s add also a “revolutionary” previous to the Marxists. Because from then until now, there have evolved a lot of reformist, system-integrated or Stalinist kinds of Marxism. The revolutionary Marxists should be kept apart. With revolutionary Marxists, we can consolidate in the matter of social revolution.
• In difference to 150 years ago, there exist a lot of revolutionary or system-antagonistic social movements. A new revolutionary world organization should be wide enough to include also these movements. The Ecologists, Feminists, Pacifists, etc. and of course all versions of Anarchism.
• Social revolution won’t be realized by specific ideologies showing way, but by a huge social movement, in which all revolutionary currents take part. Thus, the new revolutionary world organization can’t consider itself as “guider”, but only as one of many equal pieces.
Gün Zileli
29 Temmuz 2012
hocam şemzinan da savaş var savaş :((
mordem… zazacada insan demek
http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1275385070&news_code=1345536769&year=2012&month=08&day=21#.UDSYg8R1C68
bu gibi toplantılar kuşkusuz insanı daha özgürleştirdiğini söylemeliyiz.zileliyede faydası olacağı kesin.bir konuda zihnindeki karakoldan hala kurtulamamış ne olabilir o konu kürtler tabiki milli duyguların zehrindenmidir bilinmez kürt anarşistlere övgünün arasında eleştiri sıkıştırmak yakışıksız olmuş hiç olmazsa o cevabı verenlere ne demek istediğini sorup anlamaya çalışılabilinirdi.pkk li olmayan kürt bir anarşiste o soru sorulunca örgüt diye kendi anarşist örgütü anlayarak cevap verebileceği hiç aklına gelmedimi?
Mordem, oraya PKK’yı temsilen gelmişti.
Admin, bu yorumu hakaret ve iftira nedeniyle kaldırmıştır.
Gun abi yazıların arasını çok acmaya başladın 🙂 yaz sıcaklarından performansın düştü gündem bu kadar yogunken senden daha çok yazı bekliyoruz
karakök otonom daki yazıyı da okuyunca aklıma takılan bazı soruları sormak gerekti.
1-anarşizm sol ise sol nedir; anarşizm ne?
2- bazı anarşistlerin kendilerini solda tanımlamalarının, kendilerinin bilecekleri iş olmakla birlikte bunu, anarşizmin olmazsa olmazı saymaları hakkını kimden nerden aldıklarını ifade etmeleri gerkmez mi?
3- Sol bir anarşizmin aydınlanma ve modernizmin bir çocuğu olarak aklın egemenliğine ilişikin düşünceleri nedir? bu da bir iktidar biçimi değil midir?
4- “ne tanrı ne devlet” inanma özgürlüğüne aykırı bir slogan değil midir? asıl anarşist ifadenin “ne iktidar ne tahakküm” benzeri bir cümle olması daha doğru olmayacak mıdır?
5- dinlerin marksizm ve benzer diğerleri gibi, zamanla ideolojikleşip, birer iktidar-devlet “meşruiyet sağlama araçlarına” dönüştükleri doğru olmakla beraber, onların çıkışlarındaki devrimci çıkış görmezden gelinebilir mi?
6- kaldı ki kendini anarşist olarak niteleyen dinsel-inançsal hareketlerin anarşizmin batıcı yorumundan daha eskiye uzanan tarihleri ve günümüzdeki etkilerini görmezden gelmek olanaklı mıdır?
7- ateist olmak bir özgür tercih olarak saygı duyulması gereken bir tavırdır. inanmak söz konusu olduğunda neden o hakkı haiz görülmemektedir? bunun izahı nedir?
8- ben kendi adıma “hakimiyet ve mülkiyet allahındır”dan daha devrimci bir ifade bilmemekteyim.
9-Saint imier biraz da istihza ile anarşizmin doğum yeri olarak nitelenmiş… dinsel- imani geleneğini yoksayan bir anarşizm için (modernizmden sıyrılamadıkça) ölüdoğum yeri olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olmayacak mıdır?
ya bi git inancini camide tekkede yasa da anarsizmi islama orgutlemeye calisma…gun zileli gibiler yetmiyormus gibi bir de sizin gibi truva atlari cikti basimiza, neymis efennim, baska bir anarsizm mumkunmus o da neymis islami zirtapozluk anarsizmiymis.
Hiç şüphesiz dinin kendisi zaman zaman bir toplumsal baskı, hatta zorbalık unsuru olabilmiştir. Buna karşılık tarihte zorba yönetimlere karşı direniş ve özgürlük mücadelelerinin en büyük çoğunluğu da dine dayanarak, dinden güç alarak ve dini kurumlar içinde örgütlenerek yürütülmüşlerdir. Musevilikte, Hıristiyanlığın her iki ana kanadında ve İslamiyette bu olgunun sayısız örnekleri vardır.
http://tufar.com/SanalBaba/Karisik_Icerik_Betikler_Belgeler/Diskilayan_in_Kendini_Avukturdugudur/Soru_18.pdf
Dinin zorbalığa karşı direniş aracı olarak kullanılmasına günümüz Türkiyesinden bir örnek:
http://www.youtube.com/watch?v=12mwsOSzzuI
oğlum bak git klişe modundan çıkıp, konuşmaya başlasak istersen,
sağ ve sol ayrımı mülkün bekçisi olarak devleti merkeze alan mülkiyetçi bir “ayrım” bir fasit diyalektiktir. bu manada sağ bireysel-özel mülkiyeti, sol ise devlet mülkiyetini veri alan iki mülki-yetçi devletçi bakıştır. aralarında derece farkı var desem ne diyeceksin eylem
Eskiden savunurdum bilincin bu türünü. Bana şimdi sürü bilinci olarak görünüyor. Bireyin kendi gerçekliğinden doğan, özgüllüğü, orjinalitesi, karşı çıkma cüreti olan, bireye özgü bir bilince olanak tanımıyor pek, kollektif bilinç. Herkesin savunduğu, inandığı ortak bir bilinçtir o. Kendi varoluşlarının dışında veya içinde gezinen, inanmaya, mırıldanmaya, sayıklamaya ihtiyaç duyan, anlam devşiren, anlamı ipe çeken nesneler dünyasının çimentosudur o.
Din, en köklü ideolojidir ve kollektif bilince dayanır. İlişkiye girdiği her insanın yönelimini, seçiciliğini, anlamını, anlamlandırma evrenini emer, onu iç özgürlüğünden kopararak edilginleştirir, şefaat dilenen kum yığınının bir zerreciği haline getirir. Kollektif din bilincinin cenderesine giren her birey, düşüncelerini, yaşam biçimini, dinin meşrebine uygun olarak ifade eder, uygular. Aklına ve aklını iğfal eden özgürlüğüne dikkat edeceksin. Şakaya gelmez, dindir , cenderedir; öldüğün zaman, ruhuna fırsat vercek ve ona sonsuz yaşam iksiri içirecek olan ölümün bilincidir o. Egemenliğini sırf çıplak inancıyla, cennet cehennem teorisiyle, ölümsüzlük vaadiyle kurmaz o, sahip olduğu güçlü ve köklü kültürle kurar. O cenderenin içinde ona karşı çıktığın an kâfirsin, süzme gudubetsin.
Bütün ideolojiler şu veya bu şekilde dinden nemelendiği için biz de özellikle biçim, yöntem ve vaat olarak tam anlamıyla yakayı kurtaramamışız. Ezilen sömürülen yığınlara cenneti; ezen, sömüren sınıflara da cehennemi vaat ediyoruz. Araçlarımız, kollektif bilinç ve kollektif pratik. Herkesin sosyalizm ve komünizm düşüncesini savunduğu, farklı düşüncelerin gözlendiği, karşı düşüncelerin ise tecrit edildiği, bastırıldığı bir yapı.
İktidara kollektif bilinç ve eylemle geliyoruz. Devlet iktidarını alıyoruz, yani eski devlet makinasının ve kütürünün yerine yeni bir devlet makinası ve kültürü ikame ediyoruz. Toplumu sarıp sarmalayan ve bizi de şu veya bu şekilde etkisi altına alan kültürel egemenlik, yani sanat, edebiyat, gelenek, düşünme ve yöntem, inanç ve yaşam biçimleri vb iktidarını koruyor. Bizi kuşatan bu iktidarı kısa zamanda almak mümkün olmuyor. Köhne kültür ile onun köhne insanını, üretim sürçlerinin ve peş peşe devrimlerin yarattığı, yeni, güçlü ve derin bir kültür ve bu kültürü özümlemiş, yaşam tarzı haline getirmiş ileri bir insanla aşabiliriz ancak. Bu, zaman isteyen, oldukça zor bir iş. İnsanlık, kendi tarihsel kültür birikimini kitlesel bir şekilde kavrayarak ilerlemiyor. İlerleyiş böyle olsaydı, devrimlerin yükü hafiflerdi. İnsanın yarattığı tarih, ya da insani doğa, mücadeleler, deneyimler, bilgiler, dersler, dinamik ilişkiler vs. bütünüdür. Ve ne yazık ki birey bu birikim zenginliğinin özeti değil, basit bir parçasıdır. Birey, gelmiş geçmiş tüm devrimlere, kendi derin tarihsel kültür birikiminin kavranması ve bu kavrayışın kalitesine layık bir özgür düşünce ve irade ile değil, ihtiyaç güdüsü veya cereyana kapılarak katıldı. Devrimin çıplak kollektif bilinci, açları doyurmakla vakit geçirirken, yedi bin yıllık oturmuş tarihsel kültür, kuşatma altında tuttuğu devrimi yavaş yavaş soğurur, teslim alır.
Kültür, şümullü bir kavavramdır. Biraz karikatürize ederek söylersek, siyaset, kültürün bir parçasıdır ve koçbaşıdır; kapı açar, yol açar. Kültür ana güçtür, muharrik güçtür. Siyasetin açtığı kapıdan girer, ya kuşatır, hegemonyasını kurar; ya da girdiği yerdeki kültürün hegemonik kuşatması altında varolma kavgasını sürdürür.
Devrimin kültürü, insanlığın yaşayan en ileri kültürüdür. Ve bu kültürü, sanıldığı gibi sadece ezilen ve sömürülen yığınlar yaratmaz, köle sahibi Heraklit’ten, Fransız devrimine karşı kraliyet ordusunda savaşan ve Fransız romantizminin babası sayılan Chateabriand’a ve giderek Maksim Gorki’ye kadar tüm insanlık yaratır.
Devrim, kendisini kollektif bilince ve proletarya kültürüne hapsedemez. Kollektif bilinci değil, en ileri insanlık kültürüyle donanan, mülksüz, özgür bireylerin, birbirlerine benzemeyen, özgür ve kollektif yaşam ortamında birbirleriyle çatışan, rengarenk bilinçler, düşünceler çeşnisini savunur. “Yüz çiçek açsın, yüz fikir birbirleriyle yarışsın.” Proletarya kültürü, yaşayan, ileri insanlık kültürünün bir parçasıdır. Devrim, parçayı bütünden kopararak, ona taparak ve onu hegemonik bir misyonla donatarak, büyük insanlığın büyük yaşamını inşa edemez.
sesini duymak, kelimelere sinmiş içten öfkeni hissetmek güzel hoca…konuyu da kültür gibi bir ummana dek genişletmişsin, bu da hoşuma gitti. bu konuda eminim daha öğreneceğim çok şeyler de olacak…katkılarının sürmesini tüm kalbimle dilerim!
kestirmeden ve yavaşca diyeceğim ki; din de bir ideoloji…yani müktedir olunmak üzere sistematize edilen dünya algısı/görüşü vs. olabilir; tarih bunu tanığı; eyvallah…ama daha fazlasıdır da aynı zamanda hocam, kültür dediğine en yaklaşan genişlikteki şeydir de din…tüm tahakküm biçimlerine reddiye üretebilecek güçte bir kültürel öge de değil mi?
ironik bir örnek olarak çok iyi bildiğine emin olduğum Hakim bey anarşizmini düşünelim… haniyse “dine karşı din”
İnsanın varoluşunu nasıl anlamlandırdığı beni ilgilendirmez bunu bir yaratıcı varlığa dayandıran dayandırır da yukarıda madde madde anarşizmi din ile bağdaştırmaya kalkan arkadaşın yazdıkları bir dolu tutarsızlıkla dolu.
Reel sosyalizmin bile gerisinde bir şeyi dile getiriyor, “Hakimiyet ve mülk allahındır” diyerek. “Mülkiyet hırsızlıktır”, kalkacak, ondan doğan hakimiyet, tahakküm de son bulacak.
Mülk(iyet) durduğu yerde durup da allahın olunca, var olduğuna inanılan allah mı gelip yönetecek onu?
“mülk ve hakimiyet allahındır” demek, onun, materyalistçe söylemek gerekirse “sanal” bir sahibi var, dolayısıyla kimsenin onu ele geçirmesine izin verilemez demektir. aksi halde “mülksüzlük ve hakimiyetsizliğin” birilerinin arzularını kışkırtıp, iştahlarını kabartmasına neden olmaktadır-olabilir…
ancak bu ifade öznel bir inanç yorumu ve önlemidir. kimse böyle inanıp, düşünmedi diye suçlanamaz, zorlanamaz.
önemli olan mülkiyet ve hakimiyetin “somutta” son bulmasıdır. bunun istenmesi ve bu ikili sarmalı ayırd etmeden ve herhangi bir gerekçeye dayanarak öncelemeden bu yolda mücadele edilmesidir.
“mülk ve hakimiyet Allah’ındır” ….Allah yeryüzüne inip bunları yönetmeyecektir lakin, aynı Allah’ın yeryüzüne somut olarak inmese bile Mülkü ve hakimiyeti somut olarak eline almaması onun somut yaşama buna karşılık müdahale etmeyeceğianlamına gelmemektedir…İbadet, Ahlak dayatması, toplumsal cinsiyet sorunları v.s.nitekim Mülk Alalh’ındır diyen anti-kapitalist müslüman grupta örneğin eşcinsellik konusunda mırın kırın etmekten öte gidememekte çünkü bu dine göre hoş karşılanacak bir şey değildir…dinde (sizinde belirttiğiniz gibi) bir ideolojidir. ve özgürlüğü aramaz kendince bir “özgürlük” tasavvuru vardır ve onu sunar…yani aslında iktidar sunar…örneğin mülk Allah’ındır ,hakimiyet allah’ındır gerisini toplumsal olarak tasavvur edelim demez…zaten tasavvur edilmiştir. dinin değişik yorumlarının olması onu bir toplum mühendisliği yapmaktan kurtarmamaktadır…özgürlük aranırken hiç bir alan bir yerlere teslim edilemez…her alan sorgulanmalıdır…bu bir sarmal gibidir…sonu yoktur bu arayışın…bu bağlamda mülkü Allah’a teslim etmek bir kolaycılık olmayacakmıdır…
Allah kamu vicdanını ifade etmek için bir göndermedir sadece…
başta “reel sosyalizmin bile gerisine düşmekle” itham eden anonim olmak üzere “sol” kavramın kullananlara sorumu açarak yineliyorum. çünkü bence önemli ve yine çünkü kullandığımız kavramları tanımlamak düşüncenin namusu gereğidir.
SOL
sermayeye, piyasaya (mülkiyetten arındığı oranda) metalaşmaktan sıyrılıp asıl işlevine dönen) paraya ve mülkiyete dönüşmesi engellenmiş olsa bile rekabete kategorik karşıtlık mıdır?
bu durumda bir devlet mülkiyeti değil midir?
ekonomik planlama ne demektir? kimler nasıl uygulayacaktır?
buların dışında “amasız ve fakatsız mazlumun yanında olmaktır” benzeri genel ,ifadelerle geçiştirilecek basitlikte bir konu mudur sol?
Zizek bir yerlerde soyle bir seyler diyordu: Sag ve sol fikirler yalnizca toplumun iki karsit gorusunu olusturmazlar, ayni zamanda toplumu da tamamen farkli kurgularlar. Sag “yabanci isgalciler”ce curutulmus organik bir toplum hayal ederken, Sol herzaman bir antagonizma tarafindan yarilmis bir toplum tahayyul eder.
Sag icin “yabanci isgalciler” yerine istediginizi koyun. Bati koyun, ateizm koyun, ahlaksizlik koyun, hatta isterseniz saf koylu toplumunu curuten kapitalizm koyun ya da
emperyalizm koyun. Bunlar bu tanima gore sag.
Sol tanimi da cok keskin.Ama sanirim onun ozelliklerini bir bir ortaya cikarip sol budur demek yerine boyle bir tanim daha yon gosterici olacaktir.
Tabi tanimin problemi farkettiginiz gibi Turkiye solunun cogunlugunu sag fikirlere bulasmis olarak gormesi. Ama fasizmi (Cinliler, Ermeniler, Kurtler eliyle bozulmus organik orta Asya milleti kurgusu), islamciligi (Yahudilik ya da ateizm eliyle bozulmus ummet kurgusu) dusununce, emperyalizm tarafindan somurgelestirilmis ve kendi degerlerine yabancilastirilmis toplum kurgusu da gercekten sag bir fikir oluyor. 🙂
Tanımda pek sorun yok. Türkiye solunun zaten önemli bir bölümü, emperyalizmi dış tehlike olarak görmektedir, ve bu da sağ sapmanın (ulusal sapmanın) yolunu açmaktadır. (Aynı şey Kürdistan solu için de geçerlidir, onlar TC’nin ulusal baskı politikasını salt dışsal bir tehdide indirgiyor iken Kürt burjuvazisinin de TC-işbirlikçisi rolünü göz ardı etmektedirler.) Tabii Türkiye solunda, emperyalizm ile kapitalizm arasındaki kopmaz rabıtayı gören, ayrıca emperyalizmin içselleşmiş bir olgu olduğunu kavrayan gerçekten parlak isimler de mevcuttur, malumunuz.
Ajan “parlak ajanlar” demek istiyor, “piril piril çocuklaré yani, tipik mason agizlari.
anladığımca sağ sermayeyi emeğe önceleyip, onun ekonomik-siyasi mülke dönüşmesini isteyen demektir. ki sağ ve sol herikisi de devletin garantilediği mülkiyet biçimini esas alır. Bu biçimsel değişiklik, solun devlet, sağın da bireysel mülkiyeti arzulamasından ibarettir.
oysa hakimiyet, hay’at (yaşam ve ölüm hakkında karar verme yetkisi-“Allah Hayydir ve Kayyumdur”) ve mülkiyet Allahındır.
bu açıdan batıni-müslüman bir anarşist ne sağcı ne solcu değildir.
Burada bir sorun var. Sonuçta “kutsal” metinlerin ortaya çıktığı zamanlar, henüz sermayenin kendi kendine amaç olmaya başlamadığı, hatta bunun öncüllerinin (varyemezlik, cimrilik) inanılmaz ayıp ve hatta hastalık sayıldığı, büyümeye başladığı anda sahibinin “devlet-i ali’nin yüksek çıkarları” için ortadan kaldırıldığı zamanlar. Dolayısıyla “birikim uğruna birikim, üretim uğruna üretim” çarkı işlemiyor.
Bundan dolayı da emek gücü dışında satacak bir şeyleri olmayan insanlar grubu da henüz yok. En küçük sermaye elde edebilen kişiler ticaret, en küçük toprak elde edebilenlerse köylülük yapıyor. Yani henüz bir sınıf olarak işçi sınıfı yok.
Sonuçta dinlerin ilk metinlerinde ya kölelik ve türevleri, ya da ticaret başat konudur. Hiç bir dinin odağında yalnızca emek gücünü satanlar yer alamazdı. Dolayısıyla o kitaplardan çıkacak düşünceler, hem sağ, hem de sol olarak yorumlanabilir. Mesela yukarıdaki tanımla bakınca, Kuran’da hem sağ düşünceleri (tüm felaketlerin nedeni bir şekilde insan ötesi düzeni kabul etmeme ve çürümedir), hem de sol düşünceleri (inanç ayrımını, gelir ayrımına denk düşen ahlak ayrımına iz düşürme) görebiliyoruz.
Gün’e yazısı ile bizi bilgilendirmesinden ve Türkiyeli bir anarşist olarak oraya katılımından dolayı teşekkür ediyorum.
Gördüm ki yorumcular yazının içeriği hakkında yorumlar yapmamışlar. Bu nedenle yorumlarımı Gün’e mail olarak göndereceğim. Çünkü hem soracaklarım, hemde alabileceğim cevaplar burada kalabalığa gidecek.
Fakat Din üzerine yapılan bu tartışma üzerine bir iki kelam bende etmek isterim. Anarşistler, Primitivistler, Komünistler ve benzerleri amazonlarda medeniyet görmemiş 40-50 kişilik bir topluluk görse bunlardan ballandıra ballandıra bahsederler. Şöyle icat yapmışlar, böyle yemek yiyorlar, çıplak geziyorlar, ayin yapıyorlar, tapınıyorlar vs.. Burada ki durum, karşıdakini aciz görmekten ötürüdür. Kendi gibi olmayanın sayısı artmaya başladığı anda, kendine ne sıfat takarsa taksın, bir kişi gerçek anlamda özgürlükçü değilse, karşıdakini yaftalamaya başlar. Din durumu da böyledir.
Oruçoğlu ; kendi kullandığı kelimesi ile cevaplamak gerekirse, sürüsü ile birlikte geçmişte kalmış bir fotoğraftan ibarettir. Sadece fotoğraftır. Böyle bir makalenin altında, çıkan din tartışmasına metiyeler düzerek, alay ederek, yorum yapmak işlerine girişiyorsa gerçekten eskimiş bir fotoğraftır. İki parargaf yazı içerisinde yüz defa bilinç kelimesi kullanmak, iyiye delalet değildir. Şu kadar söyleyebilirim, Din ile büyük sorunları vardır. Hemen halletmesi gerekir. İnançlı olmayanların bu din meselesine bu kadar dertlenmesi, kederlenmesi beni çok düşündürmüştür. Freud yalancısına bunu bir sormak gerekir. Oruçoğlu yazısını bitirirken bile 99 çiçek açsın ile halen reklam yapmaya çalışmakta, ve beni şaşırtmamaktadır.
Özgürlükçü bir anarşist olarak, dinim kimseyi ilgilendirmez. Kimse de inanmamı veya inanmamamı saçma bulamaz. İster soğana taparım, ister Allaha inanırım. Bulanları tanımam, kaale almam. Hariçten gazel okuyup, “Camiye git kardeşim burda işin ne” diyeni pataklar, faşistlerin yanına tekmelerim.
Son olarak; Sen hangi din’den bahsediyorsun ? Benim inandığım o değil ki !
dinler de felsefe ve ideolojiler gibi tarihselliğin dışında kalamazlar… Kuranın da evrensel olduğu kadar, tarihsel denebilecek döneme özgü okumalara ihtiyaç duyan metinleri vardır; kölelik gibi…O kitap özünde köleliğe karşıdır.
Ancak Kuranın kölelik karşıtlığı tarihsel gerçekliği görmeye ve ona uygun hareket etmeye engel değildir.
Başka bir deyişle o da tarihsellik içerir. Ama bundan geleceğe ilişkin “yasalar” üretme “tarihselcilik” sonucu çıkarılmamalıdır. Kuranın evrensel mesajlarının, doğa yasaları misali “zorunluluğu” o mesaja iman edenler için bir zorunluluktur; özgür irademizle “seçtiğimiz” bir zorunluluk..(Dileyen iman etsin, dileyen küfretsin )Eğer aksini düşünenler varsa bilsin ki bu yorum Kuranın evrensel sosyal mesajlarını bir ideolojiye dönüştürerek ya saftır ya da bundan mülk ve iktidar devşirmek istemektedir. Dolayısıyla onlar için sağ yada sol tabiri uygun olabilir.
Murat 2 arkadas ozgurlukcu anarsist ne demek anarsizm zaten liberter demek aynizamanda, ozgulukcu olmayan anarsit yoktur bu dunya da.
karer arkadaş, dediğin teorik olarak tabii ki doğru. Fakat bugün geldiğimiz noktada özgürlük anlayışını ezip geçen bazı anarşistlerin kürt meselesi, şiddet ve din üzerine tartışmalarını ve tavırlarını gördükçe, bunu bir öntanım olarak kullanma ihtiyacı duyuyorum…
hippilikten sıkılmadınızmı böööggggyy yeter yaa
bu arada muzaffer oruçoglu bi zahmet pyong yang a kadar yolun var