Mahmut Alınak / ŞEHİTLİK YALAN, O GENÇLER SARIKAMIŞ’TA KENDİLERİNİN OLMAYAN BİR SAVAŞTA ÖLDÜLER
Devlet bugün 100 yıl önceki Sarıkamış katliamı için tören düzenliyor. Ölen o gençlerden ve ailelerinden özür dilemiyorlar, düpedüz şov yapıyorlar. Hükümet yetkilileri sıcacık kürkleri içinde nutuk çekerek, bize yutturulan o tarihi yalanı bir defa daha cilalıyorlar. Oysa o katliamın faili kendilerinin de temsil ettikleri bu devlettir.
12-13 yaşlarındaki çocukların da içinde olduğu 90 bin yoksul halk çocuğu, 100 yıl önce aç ve çıplak bir halde, tıpkı Çanakkale savaşı ve benzer savaşlarda olduğu gibi kendilerinin olmayan bir savaşa, egemenler arası bir savaşa sürüldüler; “Din, bayrak ve vatan savunması,”yalanları ile Sarıkamış Allhuekber Dağ’ında apaçık ölmeye mahkûm edildiler.
Emperyalistler azgın bir pazar kavgasına tutuşmuş, Kürt, Türk… her milletten yoksul gençleri o kanlı savaşa zorla sürerek bir birlerine karşı üstünlük sağlamaya çalışıyorlardı. İşte o dondurucu kış günlerinde Enver Paşa adlı bir canavar o körpe gençleri insan boyundaki karların içine sürerek katletti.
Şimdi aynı devlet, bakanlarını Sarıkamış’a göndererek devlet töreni düzenliyor ve timsah gözyaşları döküyor. Bunu, devletin kudretini göstermek, şovenizmi körüklemek ve eğitimsiz insanların ruhunu şovenizm zehriyle ele geçirmek için yapıyor. Bu tören, o canım çocukların anısına küfretmek gibi bir şeydir. Katilin kurbanı için gözyaşı dökmesidir. Bunda şimdilik başarılı oldukları da görünüyor. Oysa biz daha önce halkın o törene katılmaması için çağrıda bulunmalıydık; ne yazık ki geç kaldık. Zamanın yenilmez gücü tembelleri affetmiyor!
Sonuç olarak, o zavallı çocuklar vatan için ölmediler, militarist egemenlerin işgal altında tuttukları vatanlarında egemenler arası pazar (zenginlik) savaşında, başkalarının mal mülk hırsı için boşu boşuna can verdiler.
Devlet ve onun kiralik tarihçileri bugüne kadar hep yalan söylediler ve halkı da kendi yalanlarına inandırdılar.
Artık yalana ve şehitlik edebiyatına son! Söz konusu olan, devlet eliyle işlenmiş toplu bir katliamdır.
Bugün o canım çocukların anıları önünde saygı ile eğiliyoruz. alinakmahmut@hotmail.com
http://marksisttutum.org/birinci_dunya_savasindan_bu_bizim_savasimiz_degil.htm
Mustafa Armağan
Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolü abartıldı mı?
Çanakkale’nin 100. yıldönümüne birkaç gün kaldı. Ancak ‘Çanakkale zaferi’ denilince Seyit Onbaşı ve Kınalı Hasan gibi birkaç figür haricinde herhangi ismin akla gelmemesi tuhaf değil mi? Enver, Cevad, Esad, Vehib Paşalar ile Selahaddin Adil Bey ve nicelerinin Çanakkale ile alakaları ya hiç olmamış veya ‘olmasaydı da olurdu’ tarzında yansıtılmış olması hakikaten utanç vesilesidir.
İsterseniz birkaç tarih ders kitabına bakarak aydınlanabiliriz.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 8. sınıflar için yazdırdığı “TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük” (Ank. 2007) adlı kitapta 18 Mart’tan hemen sonra İngilizlerin karaya çıkarma yaptıkları söyleniyor ve ardından asıl kahraman sahneye sokuluyor:
“Düşman kuvvetleri, silah ve teknik bakımdan üstündü. Fakat Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal’in komutasındaki Türk askerlerinin üstün mücadele gücü karşısında, ağır bir yenilgiye uğramaktan kurtulamadılar.” Çanakkale Zaferi, Mustafa Kemal’in; ‘Size ben taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum…’ emriyle bütünleşen Türk askerinin eseridir.”
Böylece ‘Türk’ten ve ‘o Türklerin babası”ndan başkasına zırnık koklatılmayan bir ‘millî’ zafer karşısındayız. Gelibolu’ya gidip de o kadar farklı etnik kökenden şehidin kucak kucağa yattığını görmesek ve Yarbay Mustafa Kemal’in pek çok tümenden birinin komutanı olup üstünde ordu ve kolordu komutanları olduğunu bilmesek inanacağız bu kuyruklu yalana.
Kemal Kara’nın yazdığı “Lise Tarih 2” (İst. 2006) adlı kitapta ise 18 Mart sonrası şöyle anlatılır:
“Türk kuvvetleri karadan atılmadıkça Boğazların geçilemeyeceğini anlayan İngilizler (…) karşılarında Mustafa Kemal’i buldular. (…) Bu bölgede 19. Tümen komutanı olarak bulunan M. Kemal emrindeki askerlerle savaş tarihine örnek zaferler ekledi. Çanakkale Savaşları, üstün düşman kuvvetleri karşısında M. Kemal’in dünya çapında büyük bir komutan olduğunu ve Türk askerinin yenilmeyeceğini bütün dünyaya göstermiştir.” (s. 155-6)
Yüzlerce örnek vermek mümkün. 18 Mart deniz zaferi inkâr edilemiyor ama kara muharebelerine tek bir komutanın ismi tartışmasız damgasını vuruyor: 19. Tümen Komutanı Yarbay (Mirliva) Mustafa Kemal. Başka hiçbir komutanın ismi ısrarla zikredilmiyor.
Bilin ki böyle bir komedya okutuyoruz çocuklarımıza.
Oysa yine aynı Mustafa Kemal’in 19 Mayıs taarruzundaki başarısızlığı neredeyse hiç görülmüyor. Başarı kazanınca ismini verdiğiniz tümen komutanını başarısız olduğu zaman buharlaştırıyor, kabahati üst düzey komutana havale ediyorsunuz. Bu nasıl bir tarihçiliktir?
Nitekim Avustralyalı askerî tarihçi Robin Prior “Gelibolu: Mitin Sonu” adlı kitabında buna isyan ediyor (Akılçelen Kitaplar: 2012). Wall Street Journal tarafından 2009’un En İyi 10 Kitabı’ndan biri seçilen “Gallipoli: The End of the Myth”, Çanakkale’de Mustafa Kemal mitine çomak sokmaya cesaret eden nadir kitaplardan.
Gerçek öykü
Prior 25 Nisan Anzak çıkarmasında çıkarma haberini alan Mustafa Kemal’in tepkisinin “söylendiği gibi hızlı olmadı”ğını, kesin emir almak için “üç saat üst komutayla bağlantı kurmaya çalıştı”ğını ve ancak sabah 8’de inisiyatifi aldığını yazar.
Anafartalar mitine de dokunur. Güya “Suvla’da komutayı yeni eline almış olan dinamik Mustafa Kemal’in tümenlerini son güçlerine kadar kullanarak İngilizleri durdurduğu” yazılmaktadır. Oysa Prior farklı görüşte. Beraberce okuyalım (s. 286 vd.):
“Gerçek öyküde ise Mustafa Kemal’e pek yer yoktur.” 5. Kolordu Komutanı Tuğgeneral Fevzi Paşa, 7 Ağustos’un erken saatlerinde iki tümeni (7. ve 12.) harekete geçirmişti. Ancak birlikleri mükemmel durumda değildi. Sayıları azdı, yürümeleri gereken yol uzundu (40 ile 56 km arasında), hava sıcaktı ve yorgundular. Bu nedenle çok yavaş ilerleyebildiler. Zorlukla Anafarta Tepesi’ne doğru ilerlerken, Fevzi (Paşa) da planını geliştirdi. Tümen komutanları kendisine askerlerin 8 Ağustos’ta saldırabilecek durumda olmadıklarını anlattı. Emirlerini değiştirdi: Saldırı 9 Ağustos’ta şafakla birlikte yapılacaktı. Ancak Liman Paşa 8 Ağustos gecesi yapılmasında ısrar etti. “Aynı görüşte olmayan Fevzi Paşa komutanlıktan alındı.” Yerine M. Kemal geçti. 9 Ağustos sabahı Suvla’ya geldi ve Fevzi’nin planlarını doğruladı. Saldırı Fevzi Paşa’nın öngördüğü gibi şafakta yapılacaktı.
Yıkacağı birkaç tabu daha vardır Prior’un. Peş peşe sıralıyor:
“O saldırı, söylencenin (efsanenin) tersine, kargaşadan başka bir şey değildi. (…) Gene de Türkler sayıca İngilizlerden çoktu ve yüksek bir yerden komuta ediliyorlardı. Şaşırtıcı olmayan biçimde İngilizleri geri püskürttüler. Şaşırtıcı olan, çok geriye atamamış olmalarıydı. Makineli tüfeklerle iyi desteklenen hazırlıksız bir İngiliz ateş hattı, Türkleri durdurdu. Saat 06.00’da Mustafa Kemal “Dur!” emri verdi ve kuvvetlerine siper kazdırdı. Gene bir açmaz durumu söz konusuydu.”
Hep söylendiği gibi İngilizler Anafartalar’ı geçselerdi savaş biter miydi? Buna da itirazı var. Şöyle diyor:
“Bir an düşünelim: Yüksek yerler ele geçirilseydi, sonra ne olacaktı? Kuşkusuz üssün mutlak güvenliği sağlanmış ve Türkler bazı yüksek arazilerden atılmış olacaktı. Ancak Anafarta Tepesi’nin ötesine uzanan bir hedef belirtisi olmadığı gerçeği değişmeyecekti. Bu birlikler tepeden ne kadar ileriye giderlerse Sarı Bayır’dan da o kadar uzaklaşmış olacaklardı. Ayrıca haritaya göz atıldığında Anafartalar’dan ilerleyen her kuvvetin, seferin gerçek hedeflerinden -Eceabat, Kilitbahir Platosu ve Boğaz- daha da uzaklaştığını gösterir.” (s. 291)
Prior’ın M. Kemal hakkındaki kanaatini toplu halde kitabın sonunda buluyoruz. Propagandalardan uzak soğukkanlı bir tespit yumağı bekliyor bizi:
Hataları var ancak abartılmamalı
“Mustafa Kemal’in birinci dereceden bir subay olduğuna kuşku yoktur, ancak yaratılan mit, belki de Türkiye’deki siyasal koşullar, onu kuzeydeki saldırıları tek başına önlemiş gibi göstermiştir. Bütün bunlara gerek yoktur. M. Kemal’in 25 Aralık’ta ortaya çıkışı, Anzakları Düztepe gibi yüksek yerlerden yoksun bırakmıştır. Ancak Sami Bey’in eylemleri de olasılıkla o kadar önem taşımaktadır.”
Türkiye’deki şartlar gereği M. Kemal’in Çanakkale’deki rolünün abartıldığı açık. Ders kitaplarında yazıldığı gibi Anzakları tek başına durdurması diye bir şey yok ama ‘diğer kahramanlar’ tablodan temizlenince -zaten gaye de buydu- meydanın ‘tek adam’a kalması kaçınılmazdı. Ancak “Mitin Sonu”nu getirmeye kararlıdır yazarımız:
“Mustafa Kemal’in -en iyi saatleri olmayan- 19 Mayıs’taki feci karşı saldırının başında olduğunu (ama bu saldırının kendisinden kaynaklanmadığını) da anımsamamız gerekir. M. Kemal 7 Ağustos’taki ilerlemenin engellenmesinde de önemli olmuştur; ama bu olayda Esat Paşa ile Kanengiesser de önemliydiler. 9 Ağustos’ta İngilizlere yönelik büyük karşı saldırının planlarını Fevzi Bey’den almıştır. İzleyen kötü harekâtın sorumluluğunun ne kadarının Mustafa Kemal’den kaynaklandığı, Türklerin savaş günlükleri açıklanıncaya kadar meçhul kalacaktır.” (s. 344-5)
Tarihçilerimizin ağızlarına alamayacakları şu dengeli cümle de aynı tarihçiye ait:
“Özetle Mustafa Kemal Gelibolu’da hatalar yapmıştır; ancak bunların abartılmaması gerekir.”
Hata yaptı diyemeyen bir tarih olur mu? Elbette başarılar yazılacaktır, yazılmalı da ama hataların üzeri örtülürse günün birinde elin Avustralyalısı çıkar ve gerçeği yüzünüze çarpar. Siz de ona kızdığınızla kalırsınız.
Oysa asıl kızılması gereken kimdir? Gerçeği söyleyen mi saklayan mı?
http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/mustafa-kemalin-canakkaledeki-rolu-abartildi-mi_2283298.html
‘Resmî İdeoloji İkonu’ Yontmak İçin ‘Ulusal Kutsal Savaş’ mı?-1
Selahaddin E. Çakırgil
Bu yazı, resmî ideoloji ikonuna dönüşen-dönüştürülen bir Osmanlı subayının savaştaki hizmetlerini yok saymak gibi toptan inkar edici bir kasd taşıyor sanılmaya..
Elbette ki, savaş ateşinin olduğu yerde, karşı tarafın yok edilmesi esastır ve ‘ölme ve öldürme’ işini üstlenenler ise, askerlerdir ve onlar savaşacaklardır. Keza, ateş binayı sardığı zaman, itfaiye erlerinin vazifesi de, o yangını söndürmektir. Ama, bu ağır işleri bir meslek veya bir ideal uğruna yapanlara teşekkür ederiz, lakin, onların hiçbirisine sınırsız ve sonsuz bir minnetdârlık besleyemeyiz. Hele de, onlar kendilerini bulunmaz ni’met durumunda gösterirler ve vazifelerini yapmış olmanın ötesinde ensenizde boza pişirmeye kalkışacak olurlarsa..
O itfaiye erlerinden birisi, daha sonra ortaya çıkıp da, ikide bir evinize gelip başköşeye kurulur ve ‘Bu ev benim sâyemde yanmaktan kurtuldu..’ diyerek, evdekilere emirler yağdırmaya, kurallar koymaya kalkışır ve yapılan hizmetlerle hiç ilgisi olmayan bir tasalluta, tahakküme dönüşürse..
İşte o zaman.. Külahların değiştirilmesi noktasına doğru yaklaşılmış olunur.
*
Bugünlerde Çanakkale Savaşı’nın ya da muharebelerinin 100. yıldönümü münasebetiyle öyle yayınlar yapılıyor ki, özel ve resmî tv. kanallarında.. Zannedersiniz ki, Çanakkale Savaşı’nı filanca binbaşı ya da yarbay durumunda bulunan kişi tek başına kazanmıştır.
Halbuki, yok böyle bir şey..
Gerçekte ise, Çanakkale Savaşı, o savaşın kazanılmasında etkili olduğu söylenen, yarbay rütbesindeki ve 35 yaşlarındaki kişinin daha bir büyütülmesi için daha büyük bir önemle anılmaktadır.
O kişi o büyük savaşın değişik muharebe cebhelerinden sadece-1-2’sinde bulunmuştur, elbette…Ve, elbette ki, bir siperde yenik düşülürse, bazen bütün siperlerin düşmesi sonucu da ortaya çıkabilir. Ama, bu böyledir diyerek bir takım kimseler kendi etkilerini büyütmek ve hele de içine düştükleri bir megalomania / kendisini büyük görmek duygusuna kapılırsa.. İşte orada dur denilmesi gerekir.
Bu açıdan, filan muharebenin kazanılmasında etkisi olan herhangi bir askerin hakkı yenilmemeli, kadirbilmezlik yapılmamalıdır; ama, hiç bir askerin..
Ve hele de, o muharebeler, bir takım üstün liderlik profili oluşturmak için kullananların nefsanî emellerine fedâ edilecek olursa, o zaman, o yolda can veren onbinlerin, yüzbinlerin hayat ve hâtırâsı hiçe sayılmış olur. Ve böyle bir saygısızlık, bonapartist anlayış taşıyanlar için hiç de önemli değildir. Çünkü o kitleler için Bonapart’ın emrinde savaşmış olmaktan daha büyük şeref yoktur.
Napolyon, bir savaşta kaybedilen onbinlerce askerinden sözedildiğinde, ‘Onlar ne için gelmişlerdi ki savaş meydanına? Şeref ise, bizim safımızda ölmekten daha büyük şeref mi olur ?’ demiştir.
Girizgâh maiyetindeki bu cümlelerden sonra dönelim yine Çanakkale Savaşı’na..
*
Önce ‘Çanakkale’ye nereden, nasıl ve niçin gelindi?’yi ve savaşın asıl mahiyetini anlayabilmek için bir durum muhakemesi yapmak gerekiyor.
Tarihimizde Hicrî-1293’deki ağır yenilgimiz üzerine, kısaca ‘93 Harbi’ diye bilinen 1877-78’lerde 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Bosna-Hersek diyarı, Bismarck’ın ‘himmet’(!?)iyle Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’na ‘hediye’ edilmiştir. Ve bu ‘hediye’ edişten 35 sene sonralarda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdi Arşiduk Franz Ferdinand ve eşi, büyük tantanalarla geldiği ve gösterişli törenlerle karşılandığı Saraybosna’da, 28 Haziran 1914’de günü Gavriel Princip isimli bir sırb genci tarafından öldürülmüştür.
Hemen arkasından Avusturya- Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a savaş açmış, o da Rusya’ya sığınmış ve Rusya Sırbistan’ın yanında savaşa girmiştir. Bunun üzerine öteden beri dünya emperyalizminin liderliği üzerine İngiltere ile açık bir yarış halinde bulunan ve yüksek teknolojisiyle ağızları sulandıran Almanya da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yanında yer almıştır. İngiltere ve Fransa da Rusya’nın yanında..
Osmanlı Devleti ise henüz Balkan Savaşları’ndan aldığı ağır yaraları saramadan, kendisini o zamana kadar örneği olmayan bir değişik savaş türü ile, bir dünya savaşı tehlikesiyle karşıya bulmuştur.
Sürgünde bulunan eski Sultan Abdulhamîd, yakın çevresine, böyle bir savaşla karşılaşılacağından hep endişe ettiğini ve savaşa girilmemesi için diplomasinin bütün ince hünerlerini kullanmak gerektiğini söyler.
‘İttihad-Terakkî’ iktidarını elinde tutan kadro ise, (bu kadronun A takımı Enver, Cemal ve Tal’at Paşa’dır..) kaçınılmaz gördükleri bu savaşa girmek düşüncesindedirler. Belki böylece kaybedilen yerleri kurtarmak hayalindedirler.
Ve henüz 35 yaşlarında olan ve sırf Saray’ın damadı olduğu için Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili sıfatıyla en yüksek karar merkezinde bulunan Enver Paşa, 1914 Ağustosu’nda 20 gün sürecek bir Londra ziyaretine gider.
Silah ve maddî yardım alabilirse, İngiltere’nin safında yer alınabileceğinin işaretleri verilmiş olur.
Ama, Osmanlı’nın, yakın geçmişteki siyasetiyle Almanya’yı tercih ettiğinden hoşnud olmayan İngiltere ilgi göstermez Enver Paşa’ya; o da eli boş döner. Üstelik Osmanlı tarafından parası ödenmiş olan savaş gemilerini bile vermez. (Ki, hâlâ verilmemiştir.)
Bu durumu iyi değerlendiren Almanya, Osmanlı’yı yanına çekmek için her ‘fedakâr’ (!)lığı yapar, Goben ve Breslau isimli iki savaş gemisi Osmanlı bayrağını çekerek Karadeniz’in kuzey sahillerindeki Rusya şehirlerinden Odesa ve Sivastopol gibi limanları topa tutar.
Rusya bir yanlışlık sözkonusu ise derhal özür dilenmesini ve tazminat ödenmesini, aksi halde savaş açacağını bildirir. Sadrâzam Said Halîm Paşa savaş istemese de, İttihad -Terakkî’nin merkez kadrosu savaşa girmeye karar verir ve Osmanlı da Eylûl -1914’ün son günlerinde Almanya’nın yanında savaşa girer.
Ve.. Sondan bir önceki Osmanlı Padişahı Sultan Reşad, Halife-i Muslimîyn sıfatıyla Cihad-ı Ekber ilan eder. İngiltere ve müttefikleri Çanakkale’yi geçmek isterler.
Cihad-ı Ekber ordularının Çanakkale cebhelerindeki en üstün komutanları ise, ünlü alman generalleridir.
Goltz Paşa, Liman von Sanders Paşa.. Souchon Paşa, Falkenhein Paşa.. diye anılan ve başlarına kalpaklar geçirmiş alman generalleri..
Enver Paşa ise, bütün Osmanlı Ordularının Başkomutan Vekili..
Karşı tarafta ise en ünlü ingiliz generaller..
Yani, Çanakkale muharebeleri gerçekte ingiliz ve alman generallerinin savaş taktik ve hünerlerini sergiledikleri bir zaman ve mekan dilimidir.
Pekiy..
Çanakkale Savaşı anlatılırken, oradaki yüzlerce subaydan birisi olan ve binbaşı veya yarbay rütbesindeki bir kişi neden öne çıkar da; yenilgide de, başarıda da asıl muhatab kişi durumundaki sorumlu Enver Paşa, ya da Padişah niye yoktur?
Onu da, inşaallah yarınki yazıda anlamaya çalışalım..
http://www.haksozhaber.net/resmi-ideoloji-ikonu-yontmak-icin-ulusal-kutsal-savas-28909yy.htm
‘Resmî İdeoloji İkonu’nu Yontmak İçin, ‘Ulusal Kutsal Savaş’ mı? -2
Selahaddin E. Çakırgil
Dünkü yazıda.. Bugünlerde 100. yıldönümü dolayısiyle, bilen-bilmeyen herkesin sunduğu tv. proğramlarında hurafelerle dolu yığınla lafları toplumun hâfızâsına boca ettikleri Çanakkale Savaşları’nın meydana gelişi ve orada hangi uluslararası güçlerin savaştığı ve gerçekte Çanakkale’de asıl savaş beyninin ingiliz generalleriyle alman generallerinin beyni olduğu ve savaş taktik ve hünerlerini çok daha iyi kullanan alman generallerinin zaferiyle noktalandığı anlatılmaya çalışılmıştı.
Ama günlerdir, ekranlarda Çanakkale üzerine tv. proğramlarına tarihçi diye takdim olunan bazı kişilerin anne-annelerinden aktardıkları rüyaları bile tarihî gerçeğin delili (!) olarak kullandıkları sözleri çerçevesinde anlatılanlara bakıyorsunuz ki, asıl mes’ele, savaşı anlatmak ve vatan toprağını korumak için candan geçen insanları rahmetle ve saygıyla anmak ya da, o savaşta binbaşı -yarbay rütbesinde bulunmuş yüzlerce subayı da hatırlamak değil; sadece bir ismi öne çıkarmak kaygusunun olduğu âdetâ sırıtmaktadır.
O sistemde, herkes Sultan’ın emrindedir ve bütün zaferler de, mağlubiyetler de onun hesabına yazılır. Özel bir takım üstün başarılar göstermiş komutanlar varsa, onların kimler olduğunu açıklamak da Sultan’ın, Padişah’ın takdirindedir.
Padişah’ın Osmanlı Ordusu üzerindeki en yetkili temsilcisi ise, ‘damad-ı şehriyârî’ Enver Paşa’dır. (Enver Paşa, İttihadçı kadronun yine de en iyilerindendir.)
1915’lerdeki kartpostallarda siyah zemin üzerine çizilmiş, gümüşî bir beyazlıkla resmedilmmiş, at üzerindeki bir kumandan figürü vardır, altında arabça olarak ‘Batal-ul’Hurriye (hürriyet savaşçısı) Enver Paşa’ yazısını okunur.
Yahu, bu kadar yoğun proğramlar yapıyorsunuz, maksadınız, Allah aşkına, hakikati anlatmak, gerçeği kitlelere, özellikle de yeni nesillere aktarmak mıdır; yoksa, daha sonra kendisinin kurduğu fiilî sultanlık sisteminin resmî ideolojisinin ikonu haline getirilecek olan bir kişiyi daha bir cilâlamak mıdır?
Hani, Osmanlı padişahlarına yazılan kasidelerde, Allah’a hamd, Peygamber’e salat’u selâm edilip, mükevvenâttaki güzellikler de uzun uzun anlatıldıktan sonra.. Kâselîs/ çanakyalayıcı şairler, asıl hedeflerini ‘Maksûd heman, ol Hazret-i Padişahî’yi övmektir..’ şeklinde ifade ederler. Çünkü, ondan ulûfe / yem alacaklardır.
Bugünlerdeki hemen bütün proğramlarda anlatılanlar da, böyle olup, Çanakkale Savaşı’ndaki rolü, kendi beyanlarından veya çoğu ingiliz subayı olan birkaç ‘özel kişi’nin beyanından aktarmadır.
Bizde ekranlarda tarih adına proğram yapanlardan niceleri de, keşke hedeflerini o çanaklayıcı şairler gibi, açıkça söyleyebilseler, ‘bizim bütün bu sözlerimizin hedefi, resmî ideolojinin ikonu olarak yontulan bir ismi daha bir yüceltmektir..’ diyebilseler..
*
Sahi, Çanakkale Savaşları üzerine yıllardır, o kadar filmler, belgeler, yayınlanırken, siz bütün bu yıllar boyunca, Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili olarak askerî açıdan en üst derece sorumlu ve yetkili isim olan Enver Paşa ile ilgili tek bir fotoğraf veya film karesi gördünüz mü?
Ben hatırlamıyorum.
İnanıyorum ki, Genelkurmay’ın elinde birçok filmler ve fotoğraflar vardır. Bunlar, birilerinin lehine veya aleyhine olabilir gibi kaygulara prim vermeden, itibar etmeden, 100 yıl geride kalan o günlerin dürüst şekilde yansıtılmasına yardımcı olmak üzere aktarılmalı değil midir? Yoksa, kemalistlerin, Enver Paşa’nın kemiklerinin yurda getirilmesine ancak 75 sene sonra izin vermelerinin anlaşılmaz korku ve düşmanlığı orada da mı etkili, hâlâ?
Tekrar edelim ki, Çanakkale, gerçekte ingiliz ve alman generallerinin savaş san’atını tatbik kabiliyetini sergiledikleri bir savaş alanıdır.
*
Bu vesileyle, gereksiz gibi görülen bir ince noktayı da burada aktarmakta fayda olsa gerek..
Daha o yıllarda.. Henüz lise çağlarında olan Yakub Kadri, ölümünden önceki yıllarda anlattığı hâtırâlarında, ‘savaşlarda Padişah’dan başka kimsenin adının yazılmaması ve orduya bir bütün olarak teşekkür edilmesi âdet olduğu’ şeklindeki uygulamayı hatırlattıktan sonra, daha o sıralarda, geceleri gizlice dağıttıkları bildirilerde, kendisinin de ömrü boyunca, ‘resmî ideoloji ikonu’ haline gelmesinde bir hayli emeğinin geçtiği ismi, İstanbul’da halka heyecanla duyurduklarını söylerdi.
Düşünebiliyor musunuz, daha 1915-16’lar..
Birilerinin ismi, gencecik çocukların yayınladıkları ‘şebnâme’ dedikleri ve gizlice yayınladıkları ‘gece beyannameleri’nde planlı şekilde cilâlanıyor; gelecekte kutsanacak ve ‘resmî ideoloji ikonu’ olarak görülecek ‘bir kişi’nin adını daha o zamandan, gelecekte oluşturulacak ikon olarak yontmaya çalışıyorlar.
Bunda düşünülecek bir tarafı yok mudur?
Herhalde, öyle bir hassas zaman diliminde, bu tür bir propaganda fikrini nereden aldıklarını da söyleyecek değildi ya..
Ancak biliniyordu ki, Enver Paşa, savaşta Almanya’nın müttefiki durumunda olduğu için, ingilizler tarafından tabiatiyle sevilmiyecekti ve ingiliz emperyalizmi ona rakib bir ismin büyütülmesi için gereken hazırlıklara daha o zaman girişmişti.
Enver Paşa evet, o şartlarda ‘almanophile / alman sempatizanı olarak öne çıkacaktı. Ona karşı yüceltilmeye çalışanların ise, ‘anglophile’/ ingiliz sempatizanı’ olmalarına da şaşmamak gerekir.
Ve dahası, Çanakkale Savaşları, hâlen de, sırf ‘ikon’un büyüklüğünün anlatılması için, özel bir maksadla parlatılıp kutsanmıyor mu? Ve âdetâ, bir ulusal kutsal savaş, ulusal cihad anlayışı halinde aktarılmıyor mu?
Geziler tertib ediliyor, bir takım öğretmenler- rehberler öncülüğünde, yeni nesiller o savaş alanlarında gezdiriliyor. O genç nesillere öyle şeyler anlatılıyor ki, âdetâ büyüleniyorlar.
Tabiatiyle, bunda merhûm Mehmed Âkif’in de Çanakkale Savaşları üzerine yazdığı şiirlerin de büyük etkisi var.
Ama, yine de ilginçtir ki, Âkif, evet, o savaşta Almanya safında yer alınmasını istiyor ve hattâ almanların diğer halklardan farklı ve mazlum milletlere analık yapabilecek bir özellikte olduklarına dair şiirler yazıyor.
Ama, yine de Enver Paşa övülmez. Çünkü, övülecekse, Padişah övülecektir.
Daha sonraki dönemin ilginç övgücü kalem erbabından birisi olacak olan Y. Kadri ise, geleceğin fiiilî sultanını övmenin hissî ve fikrî hazırlıkları içinde olmuştur hep.. Ve her ne yapılmışsa, bütün olumlu işleri ‘resmî ideoloji ikonu’na mal etmek, yanlışları ise ise diğerlerine yüklemek geleneğinin öncülerinden olmuştur.
Bu gerçekleri yansıtmayan Çanakkale övgücülüğünün artık makul bir çizgiye oturtulması ve onun ‘ulusal bir kutsal cihad’ anlayışına basamak oluşturulması oyununa son verilmesi gerekmektedir.
*
Bir diğer nokta ise,, ekranlarda Osmanlı askerlerinin sadece ve ısrarla türk askerleri olarak anlatılması ne çarpık bir zihniyeti yansıtıyor.
O Müslüman askerler, Bosna’dan, Kırım’dan, Baku’dan, Bağdad’dan, Diyarbekir’den Medine’den, Kahire’den, Bingazi’den, müslüman coğrafyalarının bir çok köşesinden gelen inanç erleri iken, onları tek bir etnik unsura mal etmek..
Henüz 100 yıl öncesinde böylesine bir ırkçı, kavmiyetçi anlayış yoktu..
Şimdi ise…
Ekran bülbülü olan bazı tarihçilerin, Yeni Zelanda’dan gelen anzak askerlerinin ‘savaş gazisi’ diye anmaları, bütün mânâları alt-üst etmekte değil midir?
Ama, Anzak askerlerini, ‘onlar da bu topraklar için öldüğüne göre, artık bu milletini misafirleridir, rahat uyusunlar..’ diye acaib humanist duygularla, saldırganı da, mütecavizi de kutsayan, saygıyla anan bir ‘resmî ideoloji ikonu’nun saçma-sapan beyanları övülerek verilirken.. Hayatta kalan Yeni Zelanda’lı işgalci askerlere ‘gazi’ denilmiş, çok mu!?
http://www.haksozhaber.net/resmi-ideoloji-ikonunu-yontmak-icin-ulusal-kutsal-savas-mi-2-28913yy.htm
http://marksist.net/oktay-baran/sarikamis-felaketinden-kahramanlik-cikartma-gayretleri.htm
Kut’ül Amare: AKP’nin Yeni Menkıbesi
Suphi Koray
Geçtiğimiz ay billboardlarda, televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde belki de çoğu insanın daha önce hiç duymadığı bir Osmanlı “zaferi” bir hayli yer kapladı: Kut’ül Amare. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşında Çanakkale ile birlikte kazandığı iki muharebeden biri olan Kut’ül Amare, 100. yıldönümü vesilesiyle şişirilerek iktidar tarafından gündeme sokulmuş durumda. 1916 yılında Osmanlı ordusunun İngilizlere karşı kazandığı bir muharebe olan Kut’ül Amare’nin bu kadar çok parlatılmasının tek sebebi 100. yıldönümü olması değil elbette. Muharebenin yapıldığı coğrafya AKP’nin dış politikasıyla birlikte düşünüldüğünde, biraz elden geçirilmiş bir Kut’ül Amare AKP’nin emperyalist maceracılığını meşrulaştırmak için bulunmaz Hint kumaşı. Önce Kut’ül Amare’de ne olduğuna, sonra AKP’nin bu hadiseyi nasıl abarttığına ve kullandığına bakalım.
İttihat ve Terakki, Osmanlı’yı Almanların yanında Birinci Dünya Savaşına sokmuştu. Dağılma sürecinde olan Osmanlı’nın geçmişteki parlak günlerinden uzak ordusu geniş bir coğrafyada farklı cephelerde savaşmak durumundaydı. Örneğin, günümüzde Ortadoğu olarak adlandırılan topraklarda açılan cephelerde Fransız ve İngiliz ordularıyla savaşıyordu Osmanlı askerleri. Bu cepheler Osmanlı’nın kaderi ve savaşın gidişatı açısından önemliydi. Ancak henüz Balkan savaşlarının yaralarını sarmadan, asker sayısı, teçhizat, lojistik vb. bakımından zayıf bir orduyla savaşa giren Osmanlı için işler pek yolunda gitmiyordu. İngiliz birlikleri, Osmanlı’nın esareti altında olan Arapların da desteğini alarak Mezopotamya’daki önemli bölgeleri ele geçirmeye başlamıştı. 7 Kasım 1914’te İngiliz-Hint birlikleri Şattülarap’tan kuzeye doğru saldırıya geçmişti. Bir ay içerisinde Basra ve el-Kurna ele geçirilerek güney Irak’ın işgali tamamlanmıştı.
İngiltere’nin amacı Bağdat’ı ele geçirerek Mezopotamya cephesinde önemli bir üstünlük kazanmaktı. Çünkü Bağdat gibi bölgenin en önemli şehirlerinden birinin İngilizlerin denetimine girmesi, Afganistan’dan İran’a kadar birçok cephede muazzam bir etki yaratacaktı. Ancak İngiliz birliklerinin ilerleyişi Osmanlı ordusu tarafından 1915 yılının sonlarında durduruldu. İngiliz ordusu, etrafı Dicle nehri ile çevrili Kut kasabasında kuşatıldı. Hintliler ve İngilizlerden oluşan 12 bin kişilik ordu kuşatmanın uzamasıyla birlikte gıda ve sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldı. Kuşatmayı yarmak için taarruza geçen yüzlerce askerse öldü. Ancak ölümler daha çok açlıktan ve açlığın zayıflattığı bünyelerin hastalıklara dayanamamasından gerçekleşiyordu. Son çare olarak Halil Paşa’ya İngiliz birliklerinin serbest bırakılması karşılığında bir milyon sterlin teklif edildi. Bu da kabul edilmeyince sonunda 29 Nisan 1916’da kuşatmanın 146. gününde İngiliz ordusu teslim oldu. Kuşatma esnasında İngiliz ve Hintli askerlerin 1700’ü ölmüştü. Esir alınanların 4 binden fazlası ise yollarda ve esir kamplarında ölecekti.
Osmanlı ordusu Kut’ül Amare’de İngiltere’yi yenmişti ancak bu galibiyet savaşın sonucunu değiştiremeyecekti. İngilizler kısa sürede toparlanarak tekrar saldırıya geçtiler ve üstünlüğü yeniden ele geçirdiler. Buna karşılık Osmanlı ve Almanya’nın Arapları kendi taraflarına çekmek için yaptıkları cihad çağrısı ise karşılık bulmadı. Araplar, Fransız ve İngilizlerin kendi çıkarlarını düşündüklerini ve onlara güvenilmemesi gerektiğini bilseler de, bağımsızlık ve özgürlük taleplerine karşı Osmanlı’nın katı tutumu ve Arap liderlerinin cezalandırılması yüzünden Osmanlı karşısında İngilizleri destekliyorlardı. Araplardan oluşturduğu birliklerin de desteğini alan İngiliz ordusu kısa sürede Mezopotamya’yı ele geçirdi. Aralık 1916’da taarruza geçen İngiliz birlikleri önce Kut’ül Amare’deki mevzileri yardılar ve Osmanlı’nın nehir filosunu dağıttılar. Yaklaşık bir sene önce yarım kalan Bağdat seferi bu defa başarıyla sonuçlandı ve Mart ayında Bağdat’a girdiler. 1917’nin sonunda ise Mezopotamya’nın neredeyse tamamı İngiliz denetimine girmişti.
Kut’ül Amare, her sene çeşitli törenlerle anılan Çanakkale Savaşı kadar Cumhuriyet’in takdirine mazhar olamadı. Bunun birkaç temel sebebi olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi ilk safhada Osmanlı ordusu İngiliz ordusunu yenmiş olsa da, sonuçta Osmanlı bu cephede yenilmiş ve İngilizler bölgeyi ele geçirmişlerdi. Ayrıca Dünya Savaşının sonucunu değiştirmeyen bu muharebenin gerçekleştiği bölge de Cumhuriyet sınırlarının dışında kalmıştı. En önemlisi ise Mustafa Kemal’in “Anafartalar komutanı” olarak Çanakkale cephesinde yer almasıydı. Resmi tarihe göre Mustafa Kemal’in üstün askeri dehası ve kahramanlığı sayesinde Çanakkale’de düşman askerlerine geçit verilmemiş ve böylece Birinci Dünya Savaşının kaderi değişmişti. Daha Çanakkale’den nasıl bir lider olacağı belli olan Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşını başlatacak ve vatanı düşmanlardan kurtaracaktı! Böylece bir “tek adam” kültü yaratılacak ve Milli Mücadele içinde yer alan önemli kişiler tasfiye edilecekti. (Detaylı okuma için bakınız; Selim Fuat, Çanakkale Muharebelerine Dair Yalanlar ve Gerçekler, MT, Mart 2014)
Resmi tarih yalanları
Her iktidar kendi politikalarına ve çıkarlarına uygun bir resmi tarih yazar. Bütün kapitalist ülkeler için geçerlidir bu. Osmanlı’nın Anadolu’da kalan toprakları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti de hemen kendi tarihini yazmaya girişti. Osmanlı’yı reddeden kurucu kadro, Türk milliyetçiliğiyle bezeli bir dil ve tarihe ihtiyaç duyuyordu. Bu anlayışa göre, her millet ve medeniyet Türk kökenli, bütün dillerin atası ise Türkçe idi. Kemalist ideolojiyi temellendirmek için kurulan Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu safsatalara “bilimsel” kanıtlar üretiyordu. Özellikle uzak tarihe ilişkin, gerçek olması mümkün olmayan absürt tezler üretiliyordu. Konfüçyüs, Buda gibi ünlü isimlerin Türk olduğu iddia ediliyor, Kanuni’ye kadar Osmanlı padişahları övülürken, ondan sonra gelenlerin bozulduğu söyleniyordu.
İktidarın pekişmesi için yakın tarihin de revize edilmesi gerekiyordu. Bu revizyona bakılırsa, son padişah ülkeyi ve milleti satmış, devleti bu durumdan Atatürk kurtarmıştı. Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşını başlatan Mustafa Kemal yedi düveli dize getirerek Türk milletinin gücünü tüm dünyaya göstermişti. Özü itibariyle çok büyük değişikliğe uğramayan bu tarih, ilkokuldan üniversite sıralarına kadar halen okutuluyor. Kurtuluş Savaşının anti-emperyalist olduğu, kahraman Türk askerinin başarısı ve kahraman ve fedakâr Türk köylüsünün desteği sayesinde zaferle sonuçlandığı anlatılıyor. Oysa Kemalizmin bu resmi tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Ne Kurtuluş Savaşı anti-emperyalist özelliklere sahiptir ne de Anadolu halkı savaşı bu derece sahiplenmiştir. Tersine savaşlardan bıkmış olan halk yeniden asker olmak, savaşmak istemiyordu. Meselâ Kurtuluş Savaşı boyunca toplam kayıp sayısı 36.239’dur. Üstelik bunun 22.543’ü çeşitli hastalıklardan hastanelerde ölenlerdir. Çarpışarak ölenlerin 8505’i savaşta ölmüşken, geri kalan 2838’i askerden kaçarken vurulmuştur. Sabahattin Selek’in Anadolu İhtilali adlı kitabından bu rakamlar, Kurtuluş Savaşının resmi tarihin sunduğu gibi bir kahramanlık destanı olmadığını gözler önüne seriyor.
“M. Kemal’in önderliğindeki düzenli ordu, sanılanın aksine emperyalist güçlerle doğrudan bir askeri çatışmaya girmemiştir. Çünkü 1921 Londra Konferansından sonra Batılı işgalci güçler askeri birliklerini Anadolu’dan çekmeye başlamışlardır. Sonuç olarak, Kurtuluş Savaşı denilen şey, gerçekte doğuda Ermenilere ve en çok da batıda Yunan işgaline karşı yürütülen bir savaş olmuştur. Ne İstanbul ve çevresini işgal eden İngilizlere karşı, ne Ege ve Akdeniz bölgelerini işgal eden İtalyanlara karşı, ne de Anadolu’nun güney ve güneydoğusunu işgal eden Fransızlara karşı bir savaş yürütülmüştür. Fransız kuvvetlerine karşı küçük çaplı bir silahlı direniş olmuşsa da, buradaki Fransız kuvvetlerinin gerçekte Ermenilerden oluşturulmuş birlikler olduğu unutulmamalıdır.” (Türkiye’de Kapitalist Gelişme Sürecinin ve İşçi Hareketinin Kısa Tarihi, marksist.com)
“Kurtuluş Savaşı”nın çapı, Cumhuriyeti kuranların egemenliklerini güçlendirmeleri ve kalıcı hale getirmeleri için yeterli değildi. Bu yüzden Türkiye burjuvazisinin resmi ideolojisi olan Kemalizm, bu tarihi çarpıtarak, tahrifatlar, abartılar yaparak “Kurtuluş Savaşı”nı bir destana çevirdi. Bugün iktidarda olan AKP ise Kemalist resmi tarih yerine kendi tarihini yazıyor. Kemalist resmi tarihin mihenk taşlarından Çanakkale Savaşı AKP’nin tarih yazımının en önemli bölümlerinden birisi oldu. 18 Mart, AKP iktidarı ile birlikte Şehitler Günü olarak anılmaya başlandı. “Anafartalar komutanı” mitinin yıkılması için çalışmalar başladı. AKP’nin ideologları Mustafa Kemal’in aslında Çanakkale Savaşında önemli bir rolü olmadığını, tersine askeri açıdan yetersiz bulunduğunu, ondan daha üst düzey komutanların olduğunu fakat Kemalistlerin bu gerçekleri yıllarca sakladıklarını ve bir mit yarattıklarını yazıp çizmeye başladılar. Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolüne dair bu söylenenler doğru olmakla birlikte AKP’nin niyeti tarihi efsanelerden arındırıp gerçekte ne olduğunu anlatmak değildi kuşkusuz. AKP de, tabanını sağlamlaştırmak için kendi resmi tarihini yazmak istiyordu. Erdoğan bu yüzden bu seneki törenlerde “Çanakkale ruhunu” kavramanın ne kadar önemli olduğundan dem vurarak ilgili bakanlıklara bu konuyu öncelikli olarak görmeleri talimatını verdi.
Şimdi, AKP’li ideologlar, Kut’ül Amare muharebesini de tıpkı Çanakkale Savaşı gibi ideolojik bir araç haline getirmeye çalışıyorlar. Bunun ilk adımı olarak 29 Nisan 2016’da 100. yıl kutlamaları yapıldı. Törende yaptığı konuşmada Erdoğan “Biz ne yapmışız, kendi tarihimizi gömmeye çalışmışız. Kut’ül Amare zaferi bunun en çarpıcı örneğidir. Bizim okullarda okutulan tarih kitaplarında Çanakkale Savaşı biraz işlenir. Ama bunun dışındaki olaylar görmezden gelinmiştir… Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini neredeyse 1919 yılından başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum. Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 200 yılımızı, hatta son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa biliniz ki o kişi milletimizin de devletimizin de hasmıdır.”
Erdoğan’ın tarihe dair bu sözleri elbette doğrudan bugünle alâkalıdır. AKP/Erdoğan iktidarı geçmişte Osmanlı’nın egemenlik sürdüğü Ortadoğu üzerinde kendilerini hak sahibi olarak görüyor. Erdoğan/Davutoğlu ikilisinin projesi olarak başlayan “komşularla sıfır sorun” politikası Türkiye’nin Ortadoğu’nun ağabeyi olmasını sağlayamadı. Adeta Türkiye’nin dış politikası bu “stratejik derinlikte” boğuldu. Fakat bir ölüm-kalım savaşımına giren Erdoğan iktidarının emperyal heveslerinden vazgeçmesi mümkün değildi. Rus uçağının düşürülmesine kadar ilerledi bu maceracılık. İşte AKP bu emperyalist maceracılığını kitleler nezdinde meşrulaştırmak için Kut’ül Amare’ye referans yapıyor. AKP’nin önemli ideologlarından İbrahim Karagül, Erdoğan’ın Kut’ül Amare’den bahsetmesini “tarihin kendi akışını bulması” olarak değerlendirerek “Kut’ül Amare’yi niye şimdi hatırladık?” sorusunun cevabını açık açık yazdı: “Katar’daki üs yetmez. Türkiye, bir an önce S. Arabistan’da, Lübnan’da, Yemen’de ve Suriye’nin her bölgesinde askeri olarak varolma yoluna gitmelidir. Bölgesel savaş hazırlığı varsa, bölgesel savunma hazırlığı da hızlandırılmalıdır.” (İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 29/04/2016)
Hem Erdoğan hem de Davutoğlu 100. yıl kutlamalarında yaptıkları konuşmalarda Türk tarihinin bugüne kadar yeterince anlatılmamış olmasından, Kut’ül Amare’nin sistemli bir şekilde unutturulmaya çalışılmasından şikâyet ettiler. Ders kitaplarında 1919’dan başlatılan tarih anlayışını reddettiğini söyleyen Erdoğan aslında AKP’nin emperyal hedeflerine uygun olarak Osmanlı tarihinin ön planda olduğu bir resmi tarih istiyor. Tıpkı Kemalist rejimin resmi tarihi gibi Erdoğan rejiminin tarihi de menkıbelere ve yalanlara dayalıdır. Tarihi gerçekleri dile getirenler veya Erdoğan’ın istediği Osmanlı tahayyülünü bozacak girişimlerde bulunanlar Erdoğan’ın hışmına uğruyorlar. Çünkü tarihi gerçekler Erdoğan rejiminin bölgesel politikaları için ihtiyaç duyduğu ideolojik tarih anlayışına zarar veriyor. Mehmet Sinan 2012 yılında kaleme aldığı makalesinde, Erdoğan’ın Osmanlı hakkındaki gerçek dışı iddialarına dair şunları yazmıştı:
“Tarih konusunda devirdiği çamların yüzüne vurulması umurunda bile olmadı Erdoğan’ın. Çünkü onun amacı, tarih bilimine sadık kalmak falan değil, kendi tarih algısını, hitap ettiği kitleye gerçekmiş gibi yutturabilmekti. Evet, Erdoğan’ın yaptığı aslında bir ideoloji oluşturma gayretiydi sonuç olarak. Yüksek bir kürsünün üzerine çıkıp, oradan «ecdadımız» hakkında nutuk serdeden Erdoğan, tarihçilerin ve tarihle ilgilenen aydınların başlarının üzerinden arka sıralara bakarak, orada toplaşmış olan ahaliye hitap ediyordu aslında. Gerçek bir tarih bilincinden ve bilgisinden yoksun olan bu ahaliye Erdoğan kendi ideolojik tarih anlayışını, yani fetihçi bir büyük devletin ideolojisini benimsetmeye çalışıyordu. Kemalizm, misak-ı milli sınırları içerisinde inşa edilmeye çalışılan bir ulus-devletin ideolojisiydi. Bugün Erdoğan ve ekibinin yapmaya çalıştığı ise, bölgesinde büyük güç olmayı amaçlayan ve yayılmacı emeller taşıyan bir devlete ideoloji oluşturmaktır. Birincisinde içe kapanmacı, korunmacı, güvenlikçi politikalar («yurtta sulh cihanda sulh» söylemi) belirleyici olurken, ikincisinde dışa açılmayı, bölgesinde emperyal bir güç olmayı hedefleyen politikalar belirleyici olmaktadır. Nitekim Erdoğan’ın bu son dönemdeki Osmanlı sevdası ve «ecdadımız» söylemi de işte bu yayılmacı politikaların bir gereği olarak anlaşılmalıdır.” (Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP/3, 27 Kasım 2012, marksist.com)
2012’den bu yana çok şey değişti. AKP’nin yayılmacı politikasının kılıfı olan “komşularla sıfır sorun” politikası çöktü. Türkiye dış politikada attığı maceracı adımlarla giderek yalnızlaştı. Fakat AKP iktidarı ve Erdoğan yayılmacı emellerinden vazgeçmedi. Osmanlı’nın geçmişte hüküm sürdüğü Müslüman coğrafya iktidarın iştahını kabartmaya devam ediyor. Bu yüzden tarihin tozlu sayfalarından yeni destanlar çıkartılıyor veya eski destanlar yeni politikalara uygun biçimde revize ediliyor. Fakat unutulmasın ki ne Kut’ül Amare, ne Sarıkamış, ne de Çanakkale Osmanlı’yı ve o dönemin maceracıları olan İttihat ve Terakkicileri kurtarabildi.
http://marksist.net/suphi-koray/kutul-amare-akpnin-yeni-menkibesi.htm