İktidar ve Burjuvazi
Klasik kapitalist sistemde iktidar burjuvazinin hizmetindedir, onu yönlendiren burjuva sınıfıdır. Burjuvazinin bunu becerebilmesi, iktidarın, burjuvazinin hizmetinde olmaya yatkın olmasından çok, bu sınıfın ekonomik gücünden gelir. Burjuvazinin ekonomik gücü ne kadar zayıfsa iktidarı yönlendirme şansı da o kadar azalır. Hatta burjuvazinin ekonomik gücünün zayıflığı oranında iktidar ekonomik gücü eline geçirir ve burjuvaziyi kendi iktidar amaçları doğrultusunda yönlendirmeye başlar. Özellikle kredi ve vergi mekanizmalarının etkili bir şekilde kullanımı yoluyla yapar bunu. Yeterli ekonomik gücü olmayan burjuva sınıfı iktidarın zoruna boyun eğer ve onun tarafından yönlendirilir.
Türkiye ile batılı kapitalist ülkeler arasındaki temel fark burada yatar. Türkiye burjuvazisi, iktidarlar karşısında oldum olası güçsüzdür. Sadece darbeyle gelmiş iktidarlar karşısında değil, aynı zamanda parlamenter iktidarlar karşısında da. Bu iktidarlar, elbette burjuvazinin uzun vadeli kolektif çıkarları yönünde hareket ederler ama tam da bu yüzden burjuva sınıfının aktüel çıkarlarıyla çatışırlar. Böyle çatışma anlarında (bugün Türkiye’de olduğu gibi) burjuvazi, son tahlilde ekonomik çarkları (özellikle kredi ve vergi mekanizmalarını) elinde tutan iktidara boyun eğmek zorunda kalır ve onun tarafından yönlendirilir.
Türkiye’nin tekelci burjuvazisi, ne zamandan beri AKP iktidarından hoşnut değil. Bu hoşnutsuzluğu, özellikle son beş yıldır TUSİAD’ın tutumlarından ve açıklamalarından okumak mümkün. Bu, aynı zamanda tekelci burjuvazinin AKP iktidarını yönlendirme yeteneğinden yoksun olduğunun açık kanıtı. Bu bir yana, AKP iktidarı kredi ve vergi mekanizmalarını doğrudan doğruya bir yaptırım aracı olarak kullanıp tekelci burjuvaziyi kendi iktidarına boyun eğmeye zorlamakta ve bunda başarılı da olmaktadır. Bununla birlikte, AKP ile tekelci burjuvazi arasındaki çelişki ve çekişme yerli yerinde durmaktadır. İktidar karşısında güçsüz kalan tekelci burjuvazinin iktidarı değiştirmek için başvurabileceği çareler var mıdır?
Bunun seçim yoluyla gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Tam tersine, parlamento gemisi, “çoğunluk oyu” aracılığıyla giderek tek adam diktatörlüğü kayalıklarına doğru sürüklenmektedir. Türkiye gibi ülkelerde, burjuvazinin ekonomik gücünün parlamenter sistem içinde bir çözüm üretemediği koşullarda askeri darbeler gündeme gelirdi. Fakat bugün görüldüğü kadarıyla bu yol da önemli ölçüde tıkanmış gibi.
Gezi ayaklanması, sadece devrimcilere değil, tekelci burjuvaziye ve hatta bu sınıfın güçlü bağlara sahip olduğu ABD yönetimine de umut vermişti. Keza 17 Aralık operasyonu da AKP iktidarına ağır bir darbeydi. Bunlara rağmen, AKP iktidarı, devlet ve medya gücünü elinde bulundurmanın verdiği avantajla bunların üstesinden gelmeyi başardı ve şimdi kendisine bir beş yıl daha kazandıracak parlamento seçimlerine koşuyor. Şimdilik ufukta yeni bir Gezi görünmüyor ve AKP, “barış süreci” aracılığıyla Kürt ulusal hareketini de devrimci bir girişimden uzak tutabilmekte.
Kısaca, AKP iktidarı lehine bir kilitlenme durumu olduğunu saptayabiliriz. Fakat diğer yandan, bu kilitlenmeyi uzun süre kaldırmayacak bir toplumsal hoşnutsuzluk alttan alta kaynamaktadır.
Dünya tarihine baktığımız zaman, toplumsal huzursuzluğun üzerindeki böylesi kilitlerin aşağıdan büyük patlamalarla ve yukarıdan muhtemel askeri darbelerle kırıldığını görebiliyoruz. Toplumsal olaylar, bizim isteklerimiz yönünde değil, kendi mecralarında ilerler.
Gün Zileli
5 Ocak 2015
Hayırdır, nereden çıktı şimdi YAE’ci solun eskiyen kaynak tezlerinden (Brikim çevresi) birini andıran bu tarz bir tez? Onlara göre çelişki Kemalist devlet ile burjuvazi arasındaydı, bu yazınıza göre de AKP devleti ile burjuvazi arasında oluverdi. Hem bu devletin ekonomik gücünü eritmedi mi 80 sonrası neoliberalizm?
Benim gördüğüm kadarıyla TÜSİAD’ın gönlünde yatan yüzü daha Batı’ya dönük ve din/muhafazakarlık dozu biraz daha düşük bir iktidar olmakla birlikte, kesinlikle tekneyi sallamak istemezler. TÜSİAD’ın sorunu, bu kesimin ekonomik çıkarlarını bir takım pürüzlere rağmen oldukça güçlü şekilde kollamaya devam eden AKP iktidarının ekonomik rotayı bir miktar Doğu ile dengelemesi (Rusya ile ilişkiler, Ortadoğu’da Batı ile uyuşmayan siyasi fanteziler), bir de TÜSİAD kesiminin kişisel düzeyde Batıcı ve seküler kültürel kodlarının AKP rejimi ile uyuşmaması. Bu iki küçük sorun, ana ekonomik çıkardaki uyuma kıyasla önemsiz olduğundan, AKP’ye karşı ne bir sermaye boykotu ne de bir darbe komplosu yaşanmayacaktır. TÜSİAD, olabilecek en yumuşak şekilde, AKP yerine parlemento içinden yükselecek ve kendi çıkarlarını tehdit etmeyecek bir alternatif olursa ona destek vermek şeklinde muhalefet etmeye devam edecek, bir yandan da açıklamaları yoluyla Batı kanalından AKP’nin eleştirilmesine yardım etmeye devam edecektir.
Aşağıya konuyla yakından ilgili bir alıntı paylaşıyorum.
http://serbestsiyasa.com/?p=3030
(Korkut Boratav)
“SS: Türkiye’de 2002’de AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana, sermayenin TÜSİAD’dan Anadolu’daki İslamcı/muhafazakâr şirketlere kaydığına ilişkin bir algı var. Hatta bu sürecin Turgut Özal liderliğindeki ANAP’la başladığı da söylenir. Oysa rakamlara bakıldığında TÜSİAD üyesi şirketlerin ekonomideki payında kayda değer bir azalma yok. Dolayısıyla, son 10 yıldır, görünürdeki tüm rejim tartışmalarına karşın, ‘büyük sermaye’nin AKP iktidarı ile – tıpkı geçmişte ANAP iktidarı ile olduğu gibi – bütünleşmekte olduğunu düşünebilir miyiz? AKP’nin son on yılda Türkiye’deki sermaye birikimi ve dağılımı süreçlerine etkisi sizce nasıl oldu?
KB: Sözünü ettiğiniz ayrışmanın sınıfsal içeriği, bence zayıftır; hatta anlamsızdır. Genel olarak sermaye ve özel olarak da Türkiye burjuvazisi için, neo-liberalizmin emek-sermaye ilişkileri için geçerli olan ana çizgisini ödünsüz izleyen bir ‘tek parti’ (AKP) iktidarı, koalisyonlara dayalı (ve bu yüzden ‘popülizm sapkınlığı’ riskleri taşıyan) tüm seçeneklere göre açık farkla ehvendir. Sermayenin kolektif iradesini borsa gösterir. AKP’nin Türkiye üzerindeki hegemonyasının güçlendiği her aşamada borsanın yükselmesi bu bakımdan anlamlıdır. 2011 referandumu sırasında patronların tavrını belirleyen bir listeyi Hakan Gülseven yayımlamıştı. TÜSİAD’çılar dâhil ezici çoğunluk referanduma ‘evet’ oyuyla katılmışlar. Sermayenin toplum üzerinde tahakkümüne bu derecede angaje bir iktidara destek esastır; yaygındır. Bu yaygın destek, aynı iktidara, özellikle rant paylaşımı süreçlerinde iş çevreleri arasında kayırma/dışlama ayrımı yapma hakkını da sağlar. Bu ‘kayırma/dışlama arızaları’, sınıfsal değil, hizipsel ayrışmalardır ve ikincildir.
ben burjuvazi darbe yapacak demedim. Bunu istemezler elbette, gerçekten de kayığı neden tehlikeli bir şekilde sallasınlar ki. Ama toplumsal olaylar onların da isteklerinin ötesindedir. Çelişki, toplumsal huzursuzlukla AKP iktidarının iktidar değişimini olanaksız kılarak kilitlemesidir. Büyük toplumsal patlama ve bir ihtimal askeri darbe, buradan doğar. sanırım ben yazıda derdimi iyi anlatamadım.
Son satırınızın son cümlesi, sondan bir önceki satırınızın son cümlesini geçersiz kılıyor. “Alttan alta kaynama” sizin isteğiniz; mecra ise her türlü baskı ve tertibe rağmen kendi mecrasında ilerleyen asıl gerçeklik. Sadece isteğinize uygun “toplumsal olaylar”ı değil, isteğinize aykırı gelişen “toplumsal olaylar”ı da görün. AKP’ye verilen kitle desteğinin bir kısmını da bu kapsamda değerlendirin.
Bu arada, hükümet ile burjuvazi arasında ciddi çelişkiler söz konusu olduğunda burjuvazinin ne gibi hareketlere girişebildiğini görmek için Venezüela örneğine bakılabilir. Darbe girişiminden ekonomik sabotaja, medyadan aralıksız veryansından sokak hareketlerini desteklemeye kadar elde ne varsa kullanıyorlar. (Bu Venezüela’daki rejimin kendi niteliği hakkındaki görüşümüzden bağımsız bir olgudur).
Yakın zamanda Yunanistan’da SYRIZA’nın hükümet olma ihtimali yüksek. Eğer SYRIZA da ürkek bir orta yolculuk yerine ciddi bir program uygulamaya yeltenirse, hem Yunan hem Avrupa burjuvazisinin nelere kadir olduğunu yakından izleyebileceğiz.
Bu örnek ve muhtemel örnek, TÜSİAD ile AKP arasındaki anlaşmazlığa kıyasla o kadar farklı ki.. Çünkü bunlara burjuvazinin çıkarlarının işçi sınıfı lehine kısmen de olsa tehdit edilmesi ihtimali söz konusu.
Genel bir ilke olarak burjuvazinin faşizm karşısındaki tarihsel sicili de bellidir. AKP gibi otoriter rejimleri, tekneyi devirme riski içeren herhangi bir ihtimale göre her zaman tercih etmişlerdir ve ederler. Ne zaman ki Gezi gibi sistemi somut şekilde tehdit eden bir durum oluşur, mevcut iktidar sürüdürülemez gözkümeye başlar, TÜSİAD’ından ABD’sine kadar tüm düzen güçleri muhalif bir dil tutturup rejim içi alternatifi öne çıkarmaya başlarlar (bu başka bir parti, hareket veya askeri yönetim olabilir.) Arap Baharı’nın gidişatı da yaklaşık olarak böyle cereyan etti.
http://marksist.net/mehmet_sinan/pasalar_cumhuriyetinden_burjuva_cumhuriyetine_tc_nin_sivillesme_sancisi.htm
“Türkiye burjuvazisi, iktidarlar karşısında oldum olası güçsüzdür. ” diye yine cehaletle yazdı. Korkut Boratav’dan “Türkiye burjuvazisi için, neo-liberalizmin emek-sermaye ilişkileri için geçerli olan ana çizgisini ödünsüz izleyen bir ‘tek parti’ (AKP) iktidarı, koalisyonlara dayalı (ve bu yüzden ‘popülizm sapkınlığı’ riskleri taşıyan) tüm seçeneklere göre açık farkla ehvendir” alıntısını kafasına yiyince, “Derdimi anlatamamışım galiba” demeye başladı. Zileli’nin cahillikten başka bir derdi mi var?
http://marksist.net/mehmet_sinan/modernlesen_despotizmin_sivillesme_sancisi.htm
Türkiye’de burjuva devriminin ve gelişimin özgün ve paradoksal nitelikleri bilinmezse, ilk sosyalistlerin burjuva devrimcisi “Jön Türkler”den çıktığı önermesi eksik, giderek yanlış olur ve gerek Türkiye’nin; gerekse solun tarihini anlaşılmaz kılar.
Türkiye’de burjuva gelişiminin özgün ve paradoksal nitelikleri en kısa ve özlü biçimde şöyle ifade edilebilir: Türkiye’nin burjuva devrimleri burjuvaziye karşı ve burjuvazisiz burjuva devrimleridir ve bu nedenledir ki “yukarıdan” gerçekleşmişlerdir.
Modern Batı sermayesinin koordinat sistemine göre “Orta Doğu”daki Antik (prekapitalist) sermaye imparatorlukları ve uygarlıklar zincirinin son halkası olan Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman Türkler siyasi ve hukuki bakımdan üst, egemen, devleti yöneten ulusturlar; fakat tam da bunun sonucu olarak iktisadi ilişkiler bakımından egemen sınıflar, alt Hıristiyan uluslardan çıkmıştır. Zanaat ve ticaret hayatının Hıristiyan ulusların ve azınlıkların elinde yoğunlaşması, Hıristiyan uluslar arasında burjuvazinin ve dolayısıyla da ulusal hareketlerin gelişmesine yol açmıştır. Diğer yandan Batı burjuvazisi de Osmanlı İmparatorluğunu birbiri peşi sıra yenilgilere uğratmaktadır.
Gerek Batının, gerek kendi egemenliği altındaki Hıristiyan ulusların burjuvazisinin tehdidi altında parçalanmaya başlayan Osmanlı İmparatorluğuna egemen olan Müslüman/Türk “Devlet Sınıfları” İmparatorluğu, dolayısıyla aslında kendi egemenliklerini ve varlıklarını koruyabilmek için: modernleşmek; modernleşebilmek için de Batı, yani burjuva dünyasının tekniğini ve kurumlarını edinmek; özetle: burjuva karakterde ama burjuvasız ve burjuvaziye karşı reformlar ve devrimler yapmak yoluna girmişlerdir. Bunun sonucu olarak da, “Jön Türkler” hareketini yaratan, varolan ve gelişen bir Türk burjuvazisinin ihtiyaçları değil, çünkü böyle bir burjuvazi yoktur, Osmanlı “Devlet Sınıfları”nın konumunu, varlığını ve çıkarlarını koruma ihtiyacıdır.
http://blog.radikal.com.tr/politika/turkiyede-sosyalist-hareketin-tarihi-uzerine-yazilar-ve-tanikliklar-i-82705
ben de son paragrafta söylediklerin gibi düşünüyorum zaten. Bugün burjuvazinin muhalefeti son derece düşük düzeydedir. Her şey bir yana kredi mekanizmalarının ve vergi denetimlerinin tehdidi altındalar. Yazıda zaten bunu anlatmak istemiştim. Öte yandan, ABD’nin diplomatik sınırlar içinde olabilecek en olumsuz tutum içinde olduğunu görmek gerekir.
Ben onu Korkut Boratav’la ilgili söylemedim, Mülayim Sert’in söyledikleriyle ilgili söyledim. Korkut Boratv’ın ne demek istediğini ise anlamadım bile. Tabii ki, yine cehaletimin ürünü olarak.
Bildiğim kadarıyla kapitalizm öncesi dönemde askerlik,yöneticilik Statüsü yüksek işlerdir.ticaret ve zanaat da düşük ve orta statülü işlerdir.platonun devletinde de bu böyledir.asker,yönetici ve ruhban-Şeyhülislam önplandadır.osmanlıda ticaret ve zanaat de Hristiyanlar baskındır.avrupada Yahudilerin bankerliğinin kapitalizmin gelişmesine vurgu da yapılır sermaye birikimi acısından.
Hep seçime parti olarak girecek.gün zilleli bulurum Süreci nasıl etkiler?
Klişe. Tüsiad tekelci burjuvazi ise Müsiad nedir. Disk devrimci işçi sendikası ise Hak-iş, Toç-BirSen vs. İktidar yanlısı sendikalar nedir. Klasik bir sınıf mücadelesi yok ki bu ülkede. Sınıf bilinci olmayan işçi sınıfı şu anda bu ülkeye getirse getirse dinci faşizm getirir. Siz her işçiyi ilerici sanıyorsunuz galiba. Mesele şu ki; hiçbir kesim yekpare değil, Ordunun içinde, yargının içinde, eğitimcilerin içinde, kısaca devlet bürokrasisinin içinde az sayıda cumhuriyetten ve laik toplum düzeninden yana olan insanlarla ülkenin totaliter bir din devletine doğru hızla gidişi önlenmeye çalışılıyor. Diğer toplum kesimlerinde de durum farklı değil. Müthiş ve belirgin bir ayrımlaşma var. Ortaya saçılan tüm ahlaksızlıklara ve hukuksuzluklara rağmen dinci iktidarın oy potansiyeli azalmıyor. Tersine, durumun ümitsizliğini gören zayıf karakterlilerin de saf değiştirmesi ile artıyor. Mevcut kilitlenmişlik konusunda size katılıyorum. Bunun nasıl aşılacağı konusunda farklı düşünüyorum. Uzun süreli sistemli örgütlü demokratik Karşı tarafta müthiş bir iEmperyalizmin kıskacında bölünmeye çalışılan ülkenin
Sistemli örgütlü demokratik bir mücadele gerekli diye düşünüyorum. Bunun için de birleşik bir cephe hareketi gerek. (Yorumumun son bölümünü böylece düzeltir, karışıklığın cep telefonu kaynaklı olduğunu belirtirim. Yorum ekle tuşuna yanlışlıkla basınca bir daha geri getirilemiyor.)
HDP demek istediniz herhalde. Acele sonuçlara varmadan durumu izleyelim bakalım.
Toplumsal kargasa hevesiyle umudu dverimcilere,kürtlerden,gezilere,burjuvalara,askerlere bagliyorsunuz.
Ama bu toplumsal krizin temeli olan ekonomik krizde ortada yok. Tersine bu gerici herifler Tr-nin croniklesmis enflasyon gibi bir sorunu cözmüsler..
Askerlerin darbesinidemi destekliyorsunuz yoksa?Akp yi yiksinda..?!!
akp’ye gerici zeminde değil ilerici zeminde muhalefet edilmelidir.
mesela cumhuriyetçilerin aksine ben bunu olumlu görüyorum;
Cumhuriyet Gazetesi: İlla O Resim Olacak!
Cumhuriyet gazetesi, MGK’da duvarda Atatürk portresi bulunmamasını birinci sayfasından eleştirdi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başkanlığındaki ilk MGK toplantısı Cumhurbaşkanlığı Sarayında yapıldı. MGK toplantısında Atatürk portresi olmaması ise Cumhuriyet gazetesini rahatsız etti. Cumhuriyet gazetesi konuyu birinci sayfasını taşıdı.
http://www.haksozhaber.net/cumhuriyet-gazetesi-illa-o-resim-olacak-55764h.htm
Cevap, yazının son cümlesinde.
Ekonomi çok iyi durumdaymış…
Sıcak sermayeye dayalı balon ekonomisi patladığı zaman neyin iyi neyin kötü olduğunu göreceğiz…Yunanistan, Arjantin vb. birçok ülkede bu balon ekonomisinin ne anlama geldiğini, kısa vadede ilüzyon ama uzun vadede büyük bir yıkım oluşturduğunu biliyoruz.
14.Hakli olabilirsin ama suan bu drum yok..Halkin cebine 10 yil öncekinden daha fazla bir seyler giriyor..yarin yarin,bugün bugün..
Tanri hazretleri geometriklestirirmis. GZ.hazretleride büyle buyurur iste..
Simdi ben ne dedim??!…
Gün zilleli hdp nin seçime parti olarak gireceği kesin gibi,neyi bekleyip göreceksin anlamadım?
Burjuvazi ve iktidar … burjuvazi ve iktidar ayri ayri seyler ise ve burjuvazi iktidari ancak ekonomik gucu ile etkileyebiliyorsa, etkileyemezse iktidarin etkisi altina giriyorsa, demekki iktidar burjuva düzenini disindada yani anti Kapitalist egilimlere girebiliyor demektir. Zileli cahilllik fiskiriyor senden. Bizzat burjuva sinifi uzerindede otorite kuran , burjuva sinifin genel konsensusunun saunucusu olan bir burjuva iktidar, tabiiki burjuva sinifindan ayri bir guc olarak , ama burjuva bir iktidar gibi , onun temsili organi gibi organize olabilir. zaten modern toplumda istisnai durumlar haric Boyle olmasi kacinilmazdir. yoksa burjuva sinifin bizzat iktidar olarak orgutlenmesi gerekirdi. feodalizmde oldugu gibi. Zileli anarsist tezleri mertce degil sisnsic savunamak icin cocuklarin soyleyemiyecegi cahillikler yapiyor. iktidar kotü ve ayri bir seydir kapitalizm kötü ve ayri biseydir zileli ye gore ayristirilabilirler. iktidar ozerlesip kendi sinifinin cikarlarini savunmak ge gerceklestirmek icin kendi sinifinin uzerindede disipline edici bir baski uygulayabirlir. Zileli bu durumda iktidarin inifsal bir karakteri olamayan kendinde bir sey olarak gormekte. nedenini biliyoruz, sosyalist iktidar ile varolan iktidar arasinda bir fark yoktur diyebilmek icin bu demagojiyi yapiyor. iktidarin sinifsal kökenini ya gözden kacirtiyor, yada demagoji yapiyor. ne yani türm burjuvalar ayni zamanda hukumet iktidar olarak orgutlenmelerimi gerekiyor zilelinin en Bonapartist iktidarin bile karakterinin burjuva oldugunu anlamasi icin. bu kadar sene oku aydin ol yaptigi safsataya bak..Ayrica bu geri yada burjuva devrimini yapmamis gelismis ulkeler icinde boyledir, kriz anlarinda genel cikarlarin korunmasi önem kazandiginda , istikrar icin burjuva iktidar, burjuva sinifi bile yukaridan disipline eder. boylesi anlarda bazi kaynasmis burokratik yada Militarist kadrolar ile sinifin burjuva sinifin bazi kesimleri kendi hesaplarina bu durumu kullanabilirler. hani nerede siniftan bagimsiz iktidar. AKP hükümetinin tusiad la olan kapismalarindan AKP hukumetinin burjuva olmadigini uyduracak neredeyse Zileli durumdan anarsist tarih Devlet iktidar zirvlarina teorik temel kazandirmak icin. Bide okuyoz bu adami haaaa:)
burjuva sinifinin uzerinde onuda disipline eden bir iktidar,hangi mulkiyet iliskilerinin koruyucusu oldugu baglaminda sinifsal karakterini kazanir. mulkiyet , burjuva mulkiyet iliskilerine dokunmayan ve bu mulkiyet iliskilerinine dayali duzeni korumak amaciyla , burjuva sinifinin dönemsel cikarlarinin da uzerinde davranan bir iktidar, en akkili burjuva iktidaridir.
Iktidar ile egemen sinifin iliskisini ekonomik iliskilerin en kaba haliyle kavramak ve aramak buna göre iktidar egemen sinif tartismasi yapmak, Kaba ekonomik marksit ler icin anlasilir. ama bir anarsist teorisyen icin utanc verici olmali. en durusut burjuva sinifin ekonomik gucunden etkilenmeyen rusvetin hukumetin politikalari belirlemedigi bir siyasal ikidara sadece iktidar olmak icin karsi cikmak gerek Zileli ye göre renkisz bagimsiz bir siyasal guc o iktidar Zileliye göre. Mulkiyet iliskileri uzerine kurulmus bir duzeni korumak gorevinde olan ama burjuvaziden rusvet almayan bir iktidar pekala siniflar ustu Zileli de. Bonapartizm bile bir burjuva iktidadiridir Zileli. Burjuva sinifin gunluk cikarlarinin takibi duzeni sistemi tehdit eder hale geldiginde kendi sinifini bile disipline eden, bir burjuva iktidari. Zilelinin iktidari ve devleti, siniflarda bagimsiz siniflarin yani basinda onunla birlikte ama onlardan bagimsiz doguyor…
eski yunanda kacan köleleri yaklamakla görevli olan kendisi köle sahibi olmayan insanlarin yürüttügü görev siniflar ustu olabilirmi????
Sinif catismasinin ortasinda, sinif catismasinin egemen sinifin duzenini surdurmesi icin ezilenleri baski altina Alan, ezenleride disipline edecek, bir olgu olarak, Devlet ve iktidar, dogumunun tarihsel aninda ekonomik gucun etkisinin tarihsel olarak dogumunda bir onemi vardir. sinif catismasinin ortasinda iktisadi guc ile kaynasmis iktidar, bundan sonra artik , surekli ir ekonomik güc ile etkilenmezse egemen siniftan bagimsizlasabilecek siniflar ustu Devlet olamaz. ekonomik gucun belirleyiciligi devletin tarihsel olarak ortaya cikisinda belirleyici bir rop oynar, bundan sonra her seferinde tekrar ekonomik gucten etkilenme olayi yoktur vs vs, anarsizmin bildik tarihsel olmayan yöntemi.
Bunu ben de biliyorum da, alacağımız tutum açısından acele etmemek gerekir diyorum.
GÜN ;YA HDP Yİ YA AKP Yİ SEÇECEKSİN VEYAHUTTA SIFIRA İNMEYİ
2015’e Girerken Türkiye’nin Hali
Garbis Altınoğlu
1914-1922 yılları arasında çok sancılı ve kanlı bir dönemin ürünü olarak dünyaya gelen Türkiye Cumhuriyeti, özellikle 1970’lerdeki devrimci direniş sürecinde ve ardından PKK’nın 1984’te başlattığı gerilla savaşından bu yana çok ciddi sorunlarla karşı karşıya gelmiştir. Ancak olgular, durumun daha da vahim bir hale geldiğini ve Türkiye’nin 2015’te gerçekten de olağanüstü bir sorunlar demetiyle ve bundan kaynaklanan çok-yanlı bir bunalımla karşı karşıya kalacağını, hatta bir varoluş-yokoluş sorunu yaşayacağını göstermektedir. (Bu konuya 12-13 Kasım 2014 tarih ve “Burjuvazinin İç Kavgaları ve Devrimci Duruş” başlıklı yazımda da değinmiş bulunuyorum.) Onyıllardır birikegelen sorunları çözemeyen Türk büyük burjuvazisinin siyasal miyopluğu/ kabızlığı ve onun farklı fraksiyonlarının, siyasal vizyon ayrılıklarından ve çıkar çatışmalarından kaynaklanan -ve henüz bütünüyle açığa çıkmayan- iç çatışmaları ülkenin siyasal fay hatlarını harekete geçirmiş ve onu parçalanma ve iç savaşın eşiğine getirmiştir. Ülkenin genel tablosunu şöyle özetleyebiliriz:
a) Kasım 2002’den bu yana işbaşında bulunan AKP -yüksek seçim barajının, yaptığı seçim hilelerinin ve devlet olanaklarını pervasızca kullanmasının da yardımıyla- girdiği bir dizi seçimden başarıyla çıkmıştır ve güç yitirmesine rağmen hala kitle desteği en büyük parti olmayı sürdürmektedir.
b) Yasama gücünü elinde tutan, Balyoz, Ergenekon, ODA TV, askeri casusluk vb. davalarını kullanmak ve -son yıllara kadar- Gülen hareketinin de desteğini almak suretiyle askeri kliğin nüfuzunu kıran ve polis ve MİT üzerindeki denetimini pekiştirmeye çalışan AKP iktidarı, adım adım yargı erki üzerindeki nüfuzunu da genişletmiştir.
c) AKP iktidarı, geleneksel sağcı-gerici iktidarlardan farklı olarak İslam’ın fanatik bir yorumunu esas almakta ve Türkiye’yi başında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu İslami-faşist bir diktatörlüğe dönüştürmeye girişmiş ve bu alanda epey bir mesafe katetmiş bulunmaktadır. Bu devletin, toplumsal yaşamın bütün alanlarını İslami kurallara göre yeniden düzenlemeye girişmesi ve özellikle de kadın, aydın ve bilim düşmanlığını uç boyutlara tırmandırması, ciddi toplumsal tepkilere yol açmıştır ve bundan böyle de açmaya devam edecektir. (1)
d) Cumhuriyet tarihi boyunca siyasal iktidarın ve ekonominin kumanda tepelerinin uzağında tutulan ve AKP iktidarı döneminde bu “gerikalmışlığın” acısını çıkartma peşindeki İslami burjuvazinin özlemlerini ve doymak bilmez hırslarını yansıtan Erdoğan kliğinin dengesiz ve ölçüsüz tarzı ve iktidarı olabildiğince tekelleştirmesi ve onu adeta bir aile/ hanedan rejimine dönüştürmesi ve “İstanbul burjuvazisi”ni hedef alması, Türk burjuvazisi ve devlet aygıtı içindeki çelişmeleri alabildiğine keskinleştirmektedir. Bunlara, 19 Ocakta hükümet toplantısına başkanlık edeceğini açıklayan Erdoğan’ın, kaç-Aksaray’da “paralel bir hükümet” kurmuş olması ve Gülen hareketine karşı sürdürdüğü operasyonlar eklenmelidir.
e) Reformist ve ortayolcu çözümlere yer olmayan bugünün Türkiyesi’nin bir başka –ama aslında hiç te tuhaf olmayan- tuhaflığı, en büyük burjuva muhalefet partisi olan CHP’nin ciddi ve etkili bir muhalefet bile yapmaktan aciz olması ve iktidara gelmekten korkmasıdır. Gerici-Kemalist bagajından kurtulamayan CHP bir siyasal felç hali yaşamakta ve bir türlü AKP iktidarı için dolaylı ve pasif bir destek konumunda olmaktan öteye gidememektedir.
f) Türkiye’de –ve Suriye’de ve kısmen de Irak’ta- güçlü bir konuma sahip olan Kürt ulusal hareketi, “Türkiyelileşme” savlarının aksine kendi özel ulusal gündemi olan “barış süreci” üzerinde yoğunlaşmış ve HDK ve HDP’nin çaba ve tersi doğrultudaki savlarına rağmen Türkiye işçi sınıfının ve diğer emekçilerinin temel sorunlarına karşı esas itibariyle duyarsız kalmıştır. (2) Öte yandan, son aylarda Kürdistan’da yaşananlar (YDG-H’nin eylemleri, 50’ye yakın insanın ölümüyle sonuçlanan 6-8 Ekim 2014 olayları, Hüda-Par ile PKK arasındaki çatışmanın kışkırtılması, geçtiğimiz günlerde üçüncü yıldönümünü yaşadığımız Roboski katliamının sorumlularının hala gizleniyor olması vb.) Erdoğan kliğinin demagojik söylem ve eylemlerine rağmen Türkiye Kürtleri’nin Türkiye’den kopma sürecinin geri döndürülemez bir noktaya geldiğini de net bir biçimde göstermiştir.
g) Yeni-Osmanlıcılık hayalleriyle kendinden geçen ve Irak ve özellikle de Suriye’deki iç çatışmalarda Türkiye’yi açık taraf haline getiren AKP iktidarının dış politikası, sadece başarısız olmakla ve yüzbinlerce Suriyeli sivil ve askerin ölümüne yol açmakla kalmamış, bu ülkedeki çatışmanın Türkiye’nin -milyonlarca Suriyeli mülteciden ve Türkiye’de üslenmiş İslami teröristlerden kaynaklanan ve kaynaklanacak- sorunu haline gelmesini sağlamıştır.
Tam da burada AKP’nin, birincisi Kasım 2002’de olmak üzere o tarihten bu yana girdiği bir dizi seçimden başarıyla çıkmasının ve o günden bu yana 12 yılı aşkın bir süre geçtiği halde hala kitle desteği en büyük parti olmasının nedenini sormak gerekir. Geçiştirilemeyecek ve üstünden atlanamayacak olan bu sorunun yalın ve basit bir yanıtı yok elbet. Ancak AKP’nin, Cumhuriyet tarihinin, az-çok serbest seçimlerin ilk yapıldığı 1950 yılından bu yana, hiçbir burjuva partisine nasip olmayan bu başarısının birkaç önemli nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
a) AKP hükümetinin ekonomi alanındaki görece başarılı sicili,
b) AKP’nin, haklı ya da haksız oluşu bir yana, geniş Sünni Müslüman halk kitlesinin etkisi altında olduğu dışlanmışlık ve ikinci plana itilmişlik duygularına hitap ve bu kitleyi seferber edebilmesi,
c) Ülkede, -burjuva ya da devrimci- herhangi bir ciddi muhalefet hareketinin bulunmaması, Buna askeri kliğin, 1980’lerin ikinci yarısı ve 1990’larda sürdürdüğü “kirli savaş” döneminde iliğine değin çürümüş ve bir ölçüde mafyalaşmış ve içinden çok sayıda suç çetesi çıkarmış ve dolayısıyla AKP karşısında adeta kağıttan bir kaplan durumuna düşmüş olmasını ekleyebiliriz. (Aslında güçlü ve kitlesel bir karakter taşıyan Kürt ulusal hareketini, kendini esas olarak kendi özel/ ulusal gündemine hapsetmiş ve çözüm süreci içinde AKP iktidarıyla özel bir ilişki içinde olması nedeniyle bu denklemin dışında tutuyorum.)
Ancak gelinen noktada AKP iktidarının, özellikle ilk iki başlık altında dile getirdiğim avantajları BÜYÜK ÖLÇÜDE ortadan kalkmıştır. Bunları sırasıyla ele alalım:
a) 2008’de dünyada gelişen resesyonun (durgunluk) da etkisiyle ulusal gelirde daha önceki yıllarda yaşanan artış yerini istikrarsız ve inişli-çıkışlı bir seyre bıraktı. 2008’de sadece yüzde 0.9 büyüyen ulusal gelir (=GSYH/ brüt yurtiçi gelir), 2009’da yüzde 4.8 küçüldükten sonra 2010’da yüzde 9.2 ve 2011’de yüzde 8.5 büyüdü. Ancak bu oran 2012’de yüzde 2.2’de ve 2013’de ise yüzde 3.9’da kaldı; 2014’in ilk üç çeyreğinde ya da dokuz ayında ise bu rakam yüzde 2.8 oldu. Yani Türkiye ekonomisi son üç yılda nüfus artışına aşağı yukarı eşit düzeyde büyümekte, bir başka deyişle kişibaşına ulusal gelir yerinde saymaktadır. Buna, gelir dağılımının giderek daha da bozulmakta, işsizliğin daha da yaygınlaşmakta ve mutfak enflasyonunun genel enflasyonun çok üzerinde olduğu olguları eklenince geniş halk kitlelerinin yaşam düzeyinde belirgin bir gerileme olduğu anlaşılır. (3) Zaten yoksulluk sınırının altında ve açlık sınırının altında yaşayanlara ilişkin veriler de bunu doğrulamaktadır. AKP’nin yoksullara yaptığı sadaka kabilinden yardımlar bu acı tabloyu kısmen hafifletmekte, ama esasta değiştirmemektedir.
b) Ekonominin büyümesi yavaşlar, işsizlik ve yoksulluk artar, cinayet terimini hak eden iş “kazaları” patlar ve kadınlara karşı şiddet doruğa çıkarken, başta Tayyip Erdoğan, ailesi ve yakın çevresi gelmek üzere iktidarın nimetlerinden yararlanma yarışına giren yeni İslami burjuvazimiz ve onların devlet bürokrasisi içindeki uzantıları bir skandal batağında debeleniyorlar. Bu gidişatın başyapıtı olarak nitelendirebileceğimiz 17 Aralık ve 25 Aralık yolsuzluk ve hırsızlık olayları, Tayyip Erdoğan’ın 420 milyon liralık lüks uçağı, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in 1 milyon liralık Mercedes marka aracının simgelediği makam aracı patlaması (4) ve maliyetinin 1 milyar 370 milyon TL olduğu ileri sürülen 1000 küsur odalı kaç-Aksaray rezaleti vb. buzdağının suyun üzerinde gözüken bölümünden ibarettir. Devletlu hale gelmiş olan dinin gericilikte hiç te Kemalist rejimin gerisinde kalmadığını ve kalmayacağını, en kör gözlerin bile görmezden gelemeyeceği bir tarzda gösteren bu gelişmelerin AKP’nin, Sünni Müslüman halk kitlesinin, dışlanmışlık ve ezilmişlik hislerini sömürme ve kendi yararına kullanma yetisini büyük ölçüde sınırlandıracağı tahmin edilebilir.
Yukarda AKP hükümetinin, ekonomi alanındaki görece başarılı sicile sahip olduğunu, bu partinin -azalmakta olmakla birlikte- kitle desteğini muhafaza edebilmesinde bunun çok önemli bir rolü olduğunu söylemiştim. Gerçekten de AKP’nin başarısının sırrı iktidara, 1990’lara damgasını vuran ve Türkiye ekonomisini -doğrudan ve dolaylı yoldan- olumsuz doğrultuda etkileyen sorunların, bir ölçüde de olsa çözülmesinden SONRA gelmiş ve geniş kitlelerin yaşam düzeyinde kısmi bir yükseliş sağlamış ve/ ya da böyle bir izlenim yaratabilmiş olmasında yatmaktadır. (AKP’nin bu başarıyı; Kemal Derviş eliyle yürütülen ve bankalara belli bir çekidüzen veren IMF “reformları”, 2000’li yıllarda Türkiye’ye çok önemli bir sıcak para girişi, ülke tarihinde görülmemiş boyutlarda bir kamu malları satışı vb. yoluyla sağlamış olması, bunların bedelini göremeyen seçmen kitlesi bakımından pek bir şeyi değiştirmiyor.) Çünkü hiçbir hükümet 12 yılı aşkın bir süre, kitlelerin yaşam düzeyi yerinde sayar ya da gerilerken az-çok serbest seçimlerde yüzde 40-45 oranında bir oy desteğine sahip olmayı sürdüremez. Kasım 2002 öncesinde kendisini hissettiren bir dizi sorunun, AKP hükümetinin kurulmasından bir süre önce ortadan kalkmaya yüz tutması ya da ortadan kalkması sözkonusu olmasaydı, Erdoğan kliği bu başarıyı yakalayamazdı. Neydi bu sorunlar?
Bu sorunlardan birincisi, Abdullah Öcalan’ın ABD ve İsrail istihbaratının müdahalesi sonucu 15 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanması ve Türkiye’ye getirilmesinin ardından PKK’nın 2004’e kadar sürecek olan bir tek taraflı ateşkes sürecini başlatmasıdır. Bu gelişme, esas olarak AKP iktidarına Türkiye’nin “kirli savaş”a ayırdığı çok geniş fonları başka alanlara aktarmasına fırsat verecekti. İkincisi, AKP’den önce Türkiye’yi yöneten DSP-ANAP-MHP koalisyonu (28 Mayıs 1999-18 Kasım 2002) döneminde gerçekleşen 17 Ağustos 1999 depremi, ülkenin ekonomik ve toplumsal bakımdan en gelişmiş bölgesi olan Marmara bölgesini vurmuş olmasıdır. Türkiye’nin, üçlü koalisyon hükümetinin duyarsızlığı ve beceriksizliğini sergileyen bu depremdeki maddi ve yetişmiş insangücü kaybının parasal değerinin 13 milyar doları bulduğu hesaplanmıştır. Üçüncü olarak da, Cumhurbaşkanı Ahmet N. Sezer’in 19 Şubat 2001’de yapılan MGK toplantısında Başbakan Bülent Ecevit’e bir anayasa kitapçığını fırlatmasının ardından patlak veren krizi belirtmemiz gerekiyor. Bu krizde Türk Lirası değerinin yüzde 40’ını yitirecekti. Kuşkusuz bu krizin asıl nedeni bir anayasa kitapçığının fırlatılması değildi; 1999’da yüzde 4.7 küçülen Türkiye ekonomisi 2000’de yüzde 6.8 büyüdükten sonra 2001’de bu kez yüzde 5.7 küçülecekti. Sezer-Ecevit kavgası, zaten ekonomisi çok kırılgan bir konumda olan ülkenin bir ekonomik krize sürüklenmesinin bir sembolü, bir bahanesi olacaktı.
Bu sorunlardan kurtulan Türkiye ekonomisi 2002-2007 yılları arasında görece yüksek bir büyüme oranı yakalayacaktı. (Merkez Bankası verilerine göre GSYH/ brüt yurtiçi gelir, yani ulusal gelir bu yıllarda yüzde olarak şöyle bir artış gösterdi: 2002: yüzde 6.2, 2003: yüzde 5.3, 2004: yüzde 9.4, 2005: 8.4, 2006: yüzde 6.9, 2007: yüzde 4.5) Bu da aynı yıllarda, ulusal gelirin kişi bazında dağılımındaki adaletsizliğe rağmen geniş kitlelerin yaşam standardında belli bir yükselme olduğu anlamına geliyordu.
* * * * *
Gelinen noktada denizin bittiğini ve Türkiye ve Kürdistan’ın gerçekten de “dönülmez akşamın ufkunda” olduğunu söyleyebiliriz. Ancak tarihsel deneyim, işçi sınıfı ve ezilen halkların, ülkelerinin özgün niteliklerini kavrayabilen, ülke, bölge ve dünya koşullarını hesaba katabilen ve ilkesel sağlamlığı taktiksel ustalıkla birleştirebilen gerçekten devrimci öncülerinin olmadığı koşullarda sömürücü egemen sınıfların kendilerine bir “çıkış yolu” bulabildiklerini gösteriyor. Tarih, değişik milliyetlerden Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halklarına önemli fırsatlar sunuyor; bu fırsatlardan yararlanabilmek artık onlara kalmıştır.
7 Ocak tarihli EK: Süleyman Yaşar, Taraf gazetesindeki köşesinde 7 Ocak’ta yayınladığı “Cumhuriyet tarihinde ekmeğe böyle zam görülmedi” başlıklı yazısında “Peki, ekmek fiyatları ne kadar arttı 2014 yılında?” sorusunu sorduktan sonra şöyle diyordu:
“Bu soruyu hemen cevaplayalım. Ekmek ve tahıl fiyatları geçen yıl tam yüzde 14,83 oranında yükseldi. Yine ekmeğe en yakın yıllık fiyat artışı lokanta ve otellerde yüzde 13,98 oranıyla gerçekleşti.
“Bu arada önemli bir konuyu da unutmadan; 2013 yılında da ekmeğe ve tahıllara tam yüzde 9,71 oranında zam geldiğini hatırlatalım. Dolayısıyla ekmeğin fiyatı iki yılda yüzde 26,63 oranında yükseldi. Durum böyle olunca bu kadar yüksek oranlı bir ekmek fiyatı artışı Cumhuriyet tarihinde hiç görülmedi.”
DİPNOTLAR
(1) Dindar kuşaklar yetiştirme amacını gizlemeyen AKP iktidarı, son yıllarda eğitime giderek daha dinsel bir karakter kazandırmaktadır. Hürriyet’ten Gönül Koca’nın 19 Aralık 2014 tarihli haberine göre, son 11 yılda imam hatip okullarının sayısı 450’den 2000’e yükselirken, 2002 yılında 71, 100 olan imam hatip öğrencisi sayısın da 2013’te 714,135’e çıktı. 2 Ocak 2015 tarihli bir başka habere göre ise, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Türkiye’deki tüm eğitim kurumlarındaki öğrencilere verilecek değerler eğitimi seminerlerinin konularının tamamı Kuran ve hadislerden alıntılandı. (Bkz. “Dersimiz yeni ‘değerler’: Devletin bekası için meşru aileler kur, iffetli ol! ”, Birgün, 2 Ocak 2015)
(2) Zaten, adının da gösterdiği gibi “ulusal” bir hareket olan Kürt ulusal hareketine böylesi bir misyon biçmek ve ondan bu sorunların çözümünde öncü bir rol oynamasını beklemek yanlış olurdu ve ötedenberi de yanlış olmuştur.
(3) Güvenilirliği tartışmalı resmi verilere, yani TÜİK (=Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre 2013 yılı enflasyonu yüzde 7.4 oldu. Ancak, gelirinin önemli bir kısmını besin maddeleri için harcayan emekçiler, yani nüfusun büyük çoğunluğu için mutfak enflasyonu çok daha önemli. Resmi kaynaklara göre yüzde 12.56 ve Türk-İş’e göre yüzde 16.35 olan bu rakam, Türkiye Kamu Sen ve Türk Eğitim Sen İstanbul İl Başkanı Doç. Dr. M. Hanefi Bostan’a göre yüzde 28’i buluyor.
(4) Geçtiğimiz günlerde Samanyolu TV’de yer alan bir haberde bu konuda şunlar söyleniyordu:
“Kamudaki makam aracı saltanatı bitirileceği yerde hızla artmaya devam ediyor. Maliye bakanlığının verileri taşıt kiralama başta olmak üzere bu tür giderlerin ulaştığı boyutlarını gözler önüne serdi. Devletin 2010 yılının Ocak-Ağustos döneminde ödediği taşıt, konut ve lojman kirası 260,9 milyon liraydı. Bu rakam 2014’e gelindiğinde iki kata yakın arttı. Bu yıl aynı dönemde devlet kira için 467,3 milyon TL ödedi. Dört yıl içerisinde yüzde 79 artış gösteren kira giderleri arasında taşıtlar için ödenen para miktarındaki hızlı yükseliş dikkat çekti. Devletin lüks makam araçları kirasında yaptığı israf dudak uçuklatacak cinsten. Devletin taşıt kiralama giderleri dört yıl önce 39.4 milyon liraydı. Bu rakam yüzde 336 artarak 171.6 milyon liraya yükseldi.”
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/1304-2015-e-girerken-turkiye-nin-hali
Başkanlık sistemi çok mu gerekli?
Kemal Burkay
Türkiye’de birhayli zamandır başkanlık sisteminin gerekip gerekmediği tartışılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti içinde Anayasa profesörü Burhan Kuzu gibi bazıları bunu hararetle istiyorlar ve anayasa değişikliğinde bu noktaya odaklanmışlar. Muhalefet ise, parlamentoda olanı ve olmayanı ile buna karşı, hatta bu çabadan tedirgin.
Bu konuda kişisel görüşümü daha önce zaman zaman dile getirdim. Ben Türkiye için başkanlık sisteminin gerekli olduğu kanısında değilim, hatta yararlı olacağını düşünmüyorum.
Başkanlık ve yarı başkanlık denen sistemler ABD, Fransa gibi bazı ülkelerde var ve normal bir işleyişe sahipler. Buna karşılık böyle bir sistemin demokrasi açısından ve tüm ülkeler için çok gerekli ve yararlı olacağı söylenemez. Hele hele demokratik geleneklerin yeterince güçlü olmadığı ülkelerde bu tür sistemler, kolaylıkla tek adam rejimine, diktatörlüğe dönüşebilir.
Latin Amerika ülkelerinde bunun örnekleri görüldü. Kolombiyalı ünlü yazar Gabriel Garcia Marques’in “Başkan Babamızın Sonbaharı” adlı eseri bu türden, tüm yetkileri kendi avucunda toplamış, kendisini olağanüstü bir konuma yükseltmiş bir “Başkan Baba”yı anlatır.
Demokrasi konusunda çoğu daha emekleme aşamasında olan, bir bölümü ortaçağ düzenlerini sürdüren Ortadoğu ülkelerinde ise başkanların kolayca Şah, Padişah, Sultan türünden bir “başkan baba”ya dönüşmesi hiç şaşırtıcı olmaz. Irak, Suriye, Mısır, Libya bunun somut örnekleri. Bu ülkeler sözde cumhuriyet idiler ve birer parlamentoları vardı.
Türkiye’ye gelince, coğrafi konumu gibi demokratik birikimi, gelenekleri bakımından da Ortadoğu ile Avrupa arasında bir yerde yer alan bu ülkede durum pek parlak sayılmaz. Cumhuriyet kendisiyle birlikte hemencecik “halk idaresini” getirmedi. Ülke 1923’ten 1950’lere kadar tek parti ve “Ebedi Şef” ile “Milli Şef” tarafından yönetildi. 1946’da sözde çok partili hayata geçildikten ve 1950’de iktidar seçim yoluyla el değiştirdikten sonra da demokrasi serüveninin nasıl korku filmlerini andıran maceralı bir yol izlediğini, askeri darbelerle, faşizan dönemlerle kesintiye uğradığını biliyoruz.
Türkiye, daha Osmanlı döneminden, 1830’lardan başlayarak yüzünü Avrupa’ya dönse ve bazı reformlarla insan hak ve özgürlükleri alanında bazı mesafeler sağlamış olsa bile, kökleri ve gövdesi asıl olarak Ortadoğu’da olmayı sürdürdü. “Padişah efendimiz”in işlevini, kutsallığını başa gelen birileri sürdürdü. Yurttaşların ise kulluktan özgür yurttaşlığa geçebilme serüvenleri tamamlanmış değil. Öyle ki, bunu salt köylülükte, muhafazakâr kesimlerde değil, kendisini sosyalist ve devrimci sanan kesimlerde bile görmek mümkün.
Yüzyılların patriyarkal ilişkileri içinde kullaşmış kişinin özgür kişiye dönüşmesi kolayca gerçekleşmiyor. Demokrasi, hatta sosyalizm geri kalmış toplumların yaşamında ve örgütsel yaşamda çarpık ve iğreti biçimler kazanıyor. Bakıyorsunuz devrimci geçinen biri baş olduğunda, güce kavuştuğunda kendisinde olağanüstü güçler vehmedip dediği dedik bir “diktatöre”, ülkenin halkı ise çeşitli araçlarla, daha çok da zor ve ideolojik propaganda ile, bir kullar yığınına dönüşebiliyor. Baş eğmeyen eziliyor, baş eğenler ise güdülüyor…
Demokrasinin bir ölçüsü insan hak ve özgürlüklerinin, bir başka deyişle siyasi ve sosyal hakların düzeyidir. Buna bakınca, ilginçtir, bu alanda en gelişkin olan ülkelerin bir bölümü, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, İngiltere, İspanya krallıkla yönetiliyorlar. Ne var ki bu krallıklar semboliktir. Yasaları parlamento yapıyor, hükümet yönetiyor ve yargı denetliyor. Demokrasinin bu üç temel bileşeni bu ülkelerde dengeli bir varlığa sahipler.
Öte yandan Finlandiya, Almanya, Avusturya, İsviçre, İtalya gibi demokrasi bakımından istikrarlı diğer Avrupa ülkeleri ise birer cumhuriyetler, ama bunlarda da başkanlık sistemi yok.
Bu örneklere ve daha başkalarına, örneğin Kanada’ya, Avustralya’ya bakarak şunu diyebiliriz: Demokratik ülkelerin tümü, tornadan çıkmış gibi tek biçimde değiller, her birinin siyasal yapısı, devlet biçimi kendi tarihsel yolculuğu içinde, koşullara bağlı olarak şekillenmiş. Kimi krallık, kimi cumhuriyet; kiminde başkanlık sistemi, kiminde parlamenter sistem geçerli; ülkenin etnik yapısına bağlı olarak birçoğu federal, bazısı değil.
Bu tespitten şu sonuca varabiliriz: Bir ülkenin demokratik olması için ille de başkanlık sistemi ile yönetilmesi gerekmiyor.
Konumuzun başına dönersek, bugün başkanlık sistemini isteyenler, ne için istiyorlar? Daha fazla hak ve özgürlük için mi? Ülkenin yüz yüze olduğu sorunları daha kolay çözmek için mi?
Eğer bunun içinse, başkanlık sistemine gerek yok, daha geniş, ileri bir demokrasiye gerek var. Böyle bir demokrasi parlamenter sistemle de pekala olur. Bunun için yapılması gereken ise çağdaş, gelişkin demokrasileri örnek alarak reformlar yapmaktır.
Bazıları, başkanlık sisteminin ülkeye federalizmi getireceğini söylüyorlar. Özellikle MHP bu alanda tehlike çanları çalarak şovenizmi gıdıklıyor ve böylece başkanlık sistemine karşı kitleleri etkilemeye çalışıyor.
Eğer başkanlık sistemi otomatik olarak ülkeye federalizmi getirecekse ne iyi! Bu Kürt sorununun çözümü olur.
Ama hem başkanlık sisteminin böylesi otomatik bir sonucu yok, hem de federal yapı için başkanlık sistemi şart değil. Yukarda saydığımız birçok ülke (Belçika, İsviçre, Kanada, Almanya, İspanya) federaller, ama bu ülkelerde başkanlık sistemi yok. Fransa’da ise yarı başkanlık sistemi var, ama bu ülke federal değil.
Kaldı ki bizzat Erdoğan ve onun gibi düşünenler, başkanlık sistemini bunun için istiyor değiller. Onlar Türkiye için federal yapıya karşılar, ısrarla üniter yapıyı savunuyor ve bunu her vesileyle dile getiriyorlar; “tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek resmi dil” vurgusu dillerinden düşmüyor. Hatta Türkiye şurda kalsın, Irak’ın federal yapısından ve Kürtlerin Suriye’de özerk bölgelere sahip olması gibi bir ihtimalden bile rahatsızlar.
Bütün bunlara bakarak şu sonuca varabiliriz: Sayın Erdoğan’ın ve başkanlık sistemini isteyenlerin hedefi hiç de bununla ülkeye geniş bir demokrasi getirme, Kürt sorununu ve ülkenin yüz yüze olduğu diğer sorunları çözme değildir. Eğer öyle olsa bunu açıkça söyler, demokrasi ve sorunların çözümü konusunda ne düşündüklerini, ne yapmak istediklerini açık biçimde bir bir sayar ve bu amaçla, parlamentoda anayasayı değiştirecek bir çoğunluğu elde etmek için halktan destek isterlerdi.
Örneğin devletin siyasi yapısını ademi merkeziyetçi bir şekilde değiştirip Kürt halkına federal veya otonom bir statü tanımak için mi?
Türkçeden başka dillerde eğitimi yasaklayan Anayasa maddesini değiştirmek, böylece Kürtçenin yanı sıra, ülkede var olan, konuşulan Arapça, Lazca ve diğer dillerde eğitimin önünü açmak için mi?
Diyanet İşleri Teşkilatını resmi bir kurum olmaktan çıkarıp, bir vakfa dönüştürmek için mi? (Bu yapılmadan ve din dersi zorunlu olmaktan çıkarılmadan laiklikten, diğer bir deyişle inanç alanında gerçek bir demokratikleşmeden söz edilemez. Oysa AK Parti hükümetinin böyle bir niyeti yok. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve bizzat Danıştay’ın kararlarına rağmen, din dersini zorunlu olmaktan çıkarmadı. Aksine, açık açık “dindar bir gençlik yetiştireceğiz” deyip belli bir inanca dayalı eğitim sistemini kurup pekiştirme hedefleniyor).
Türkiye’nin gerçekten de bütün bu köklü değişiklikleri içerecek yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Bugünkü darbe anayasasının yerine bir an önce yeni, çağdaş, demokratik bir anayasa yapılmalı. Hükümet ve muhalefet, eğer ülkenin ve halkın iyiliğini istiyorlarsa bunu yapmaları gerek.
Oysa böyle bir durum yok. Sayın Erdoğan böylece, daha geniş başkanlık yetkileriyle ülkeyi daha kolay yönetebileceğini düşünüyor. Bu sistemde bugünkü Başbakanlık kurumu ya tümüyle devreden çıkacak, ya da etkisizleşip bakanlarla birlikte doğrudan Başkan’a bağlanacaktır. Bunun yanı sıra kararnameler yoluyla istenen yasal düzenlemelerin yapılması, atamalar yoluyla ise yargıya istenen biçimin verilmesi, onun başkanın denetimine alınması amaçlanmaktadır.
Bu ise özgürlük alanının genişlemesine, ülkenin demokratikleşmesine ve sorunların çözümüne hizmet etmez. Böylesine bir başkanlık sistemi, başta da belirttiğim gibi, Türkiye gibi demokratik geleneklerin zayıf olduğu bir ülkede tek adam rejimine yol açar, ortaya “Başkan Baba”lar çıkarır.
Devlet, Demokrat ve Herkesin Değilse : Başkan, Nasıl Demokrat ve Herkesin Olur?
İbrahim GÜÇLÜ
Üçüncü dünya ülkelerinin en temel sorunlarından biri de, kopyacı olması, kendisini başkasına benzetmeye çalışması,, evrensel sorunları doğal ve belli bir birikime dayalı olarak kabul etmemesidir. Türkiye de 3. Dünyanın orta gelişmişlikteki bir ülkesidir. Bu nedenle Türkiye de evrensel değerleri, hep ikameci bir anlayışla kendi bünyesine geçirmeye çalışmıştır.
Türkiye’nin “demokrasiyi” bünyesine almaya çalışması da ikameci bir anlayışla pragmatik yaklaşım, dönemsel çıkarlar, zorunluluklar gereği olmuştur.
Günümüzde de Türkiye’de “Başkanlık Sistemi” aynı ikameci anlayışla tartışılıyor ve ötesinde “Başkanlık Sisteminin” Türkiye’de oluşması için gayret gösteriliyor.
Türkiye’de “Başkanlık Sistemi” sadece Ak Partinin ve özellikle Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın gündeme getirdiği bir sorun değildir. Özal döneminde de altı kalın çizgilerle belirtilerek gündeme geldi. Süleyman Demirel’de bu tartışma ve istekten payını aldı.
“Başkanlık Sistemi”, Türkiye’de yoğun olarak ve hemen hemen her gün televizyonlarda tartışma konularından biridir. Bu tartışmalara taraf olan kesimlerden biri, AK Parti ve Cumhurbaşkanının yandaşları. Bunlar, “Kermenşah’da halı dokunur, ama eni boyu nedir, kalitesi nedir” bilmeden, gözleri kapalı bir şekilde “Başkanlık Sistemini” kabulleniyorlar. Türk şovenleri, ırkçıları, Kemalistleri ve darbeci solcuları da, yine kayıtsız şartsız “Başkanlık Sistemine” kategorik olarak karşı çıkıyorlar. “Başkanlık Sistemini” demokrasi dışı bir sistem olarak nitelendiriyorlar.
Her iki kesimin de “Başkanlık Sistemine” yaklaşımları, “benmerkezci” yaklaşımlar. AK Parti ve Cumhurbaşkanı taraftarları, Türkiye’de her şeye egemen olmak ve hükmetmek, tekçi sistemi yeni koşullarda yeni bir tarzda yapılandırmak için savunuyorlar. Türk ırkçıları, şovenleri, Kemalistleri, solcuları, Kemalist otoriter sistemin AK Partileşmesini engellemek, R. T. Erdoğan’ın hegemonik yapısının önüne geçmek için karşı çıkıyorlar.
Genel olarak “başkanlık sistemi”…
İdeal “Başkanlık Sistemi” denildiği zaman akla ABD gelmekte. “Yarı Başkanlık Sistemi” denildiği zaman da akla Fransa gelmektedir. Elbette başka ülkelerde de “başkanlık sistemi” var. Ama o başkanlık sistemlerinin fazla örnek alınması durumu yok. Çünkü Türkiye’nin ilişkili olduğu yakın devletler, ABD ve Fransa’dır.
ABD ve Fransa demokratik ülkeler. ABD’de demokrasi, sosyolojik çoğulculuğa göre, tabandan desantralize bir şekilde gelişmiştir. ABD, 52 devletin birliğine dayanmaktadır. 52 Devletin tam anlamıyla demokratik temsili vardır. Her devletin, başbakanı, hükümeti, meclisi var. Her devletin valileri, emniyet müdürleri halkın seçimiyle tespit edilmektedir. ABD’de Temsilciler Meclisi ve Senato var. Bu nedenle güçlü, yaygın, genel, herkesi kapsayan bir temsil ve egemenlik yapısı var. Bağımsız ve tarafsız güçlü bir yargı var. Bürokraside sıkı bir demokratik denetim var. Kuvvetler ayrılığı çok somut. Hiç bir kuvvet diğerine müdahale edecek durumda değildir. Özellikle Devlet Başkanı hiçbir zaman yargıya müdahale edemez. Yargı, hukuk dışı davranan kişileri, kurumları, Devlet Başkanını bile yargılama hakkına sahiptir. Devlet Başkanı, çok sıkı demokratik bir denetime tabidir.
ABD, Anglo-Sakson demokrasisinin en güçlü temsilcisidir. Anglo-Sakson demokrasisi en sivil demokrasidir. İngiltere’de Anglo-Sakson demokrasi kuşağında. Ama hem monarşik ve parlamenter sistem, hem de güçlü bir demokrasiye sahip.
Fransa’da jakobenizmin etkileri taşıyan ve daha merkezi, yukarıdan aşağıya yapılanan bir demokrasi.
Avrupa Birliği üyesi ülkelerin çoğu, parlamenter sisteme sahip. Monarşik ve parlamenter sisteme sahip ülkeler de var. İsveç, Hollanda, Danimarka gibi.
Dünya demokrasi tecrübesi ve özellikle ABD demokrasi tecrübesi, “Başkanlık Sisteminin” de demokrasiye uygun bir sistem olduğunu gösteriyor.. Gerçek anlamda demokrasiyi yapısal hale getiren ve hayat tarzı olarak benimseyen sistemlere uygun bir sistem. Yoksa sıkıntılı ve sorunlu bir sistem.
Bu nedenle kategorik olarak “Başkanlık Sistemine” karşı olunmamalı.
Başkanlık Sistemi niçin Türkiye için uygun değil?
Türk Devleti demokrasisi, demokrasi kuşağının en alt sıralarında ve en geri yerlerde olan bir demokrasi tanımlaması içindedir.
Türk Devleti, yapılanırken, otoriter, üniter, tekçi, devlet ulusu olarak yapılandı. Bu yapıyı değiştirmeden demokrat olunacağı düşünüldü.
Türk Devletinde, 1946 yılında çok partili sistemi benimsenmesiyle demokrasiye adım atılsa da, hiç bir zaman demokrasi yapılanmadı.
Türk Devletinde, demokrasi, bütün milletler, bütün azınlıklar, dinler ve mezhepler, farklı düşünceler için olmadı. Kürtler ve diğer etnik gruplar, azınlık dinleri ve mezhepleri için hiç olmadı. Demokrasi Türk halkı için de olmadı. Bir elit dışında, azınlık dinleri ve mezhepleri devlette temsil edilmediler. Egemenlik hakları gasp edildi.
Türk Devleti, demokrasiyi yapılandırmadığı için, devlet de hiçbir zaman Kürtlerin, etnik toplulukların, İslam olmayan dinlerin ve suni olmayan mezheplerin devleti de olamadı. Devlet, üniter, tekçi, faşist, küçük bir elitin devleti oldu.
Türk Devletinde demokratik anlamda bir kuvvetler ayrılığı sistemi de yok.
Yargı bağımsız ve tarafsız değil.
Bunun yanında bulunduğumuz aşamada, “Başkanlık Sistemini” hararetle savunan ve çok isteyen AK Parti ve özellikle R.T. Erdoğan için demokrasi bir siyasal, sosyal, ekonomik, haklar, hukuk düzeni olarak benimsenen bir sistem değil, bir araç.
Bunun anlamı, AK Parti ve R. T. Erdoğan da demokrat değil. O zaman, AK Parti nasıl demokratik bir “Başkanlık Sistemi” yaratır. R. T. Erdoğan nasıl demokrat bir devlet başkanı olur?
Ayrıca, Devlet, demokrat olmadığına, bütün milletlerin ve etnik toplulukların, dinlerin ve mezheplerin devleti olmadığına göre: Bu devletin benimseyeceği “Başkanlık Sistemi” nasıl demokrat ve herkesi temsil eden bir temsil kurum olur.
Bu nedenlerden dolayı, Türkiye’de “Başkanlık Sistemi”, çoğunluğun otoriterliğini ve diktatörlüğünü perçinleyen bir sistem olur. Zaten Türkiye’deki parlamenter sistem de demokratik değil ve herkesi temsil eder durumda değildir. Otoriter, tekçidir.
Amed, 10 Şubat 2015
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/1434-devlet-demokrat-ve-herkesin-degilse-baskan-nasil-demokrat-ve-herkesin-olur
Öncelikli sorun “sistem” mi?
M.Şükrü HANİOĞLU
Sabah GAZETESİ
Yeniden canlanan “sistem” tartışmasının uzun süre ana gündem maddesi olacağı şüphesizdir. Bu geçmişi oldukça eskilere giden, gerçekte ise hiç gündemden inmeyen bir tartışmadır. Ancak bu süreklilik nedeniyle “sistem”in Türkiye’nin “öncelikli sorunu” olduğunu varsaymak yanıltıcı olabilir.
Saray-Bâb-ı Âlî tahterevallisi ”
Vak’a-i Hayriye” olarak kavramsallaştırılan Yeniçeri Ocağı’nın ilgası (1826), Osmanlı siyasetinin geleneksel denge ve fren mekanizmalarını darmadağın etmiştir. Yeni ordunun bürokrasi kontrolü altına girmesi ile vurucu gücünü kaybeden ulemânın sistem dışı kalması sonrasında iktidar mücadelesi “Saray-Bâb-ı Âlî tahterevallisi”ne dönüşmüştür.
II. Mahmud sonrasında Bâb-ı Âlî güçlenerek, genişleyen bürokratik örgütlenme ve Şûra-yı Devlet gibi idarî kaza müessesesi olmanın ötesinde kanun yapıcılık niteliği kazanan bir yapı üzerinden Saray’ı kuşatmış ve diktatörlüğünü hayata geçirmiştir.
Saray 1871 sonrasında iktidarı tedricen geri almaya başladığında, Said Halim Paşa’nın ileride vurgulayacağı gibi bürokrasi, evvelce şiddetle karşı çıktığı, anayasacılığı sahiplenerek “millet”i tahterevallinin kendi tarafındaki ağırlığı artıracak bir unsur olarak kullanma girişiminde bulunmuştur.
1876 sonunda tahterevallinin dengelendiği ve “millet” adına hareket eden istişarî bir temsil kurumunun da katkısıyla Saray’ın etkinliğinin yeniden sınırlandığı düşünülmüşse de II. Abdülhamid kısa sürede “neo-patrimonyal” bir yapılanma inşa ederek iktidarı Saray’a taşımış ve Bâb-ı Âlî’yi “iş takipçisi” konumuna indirgemiştir.
Önemli kararların nezaretler ve sadarette değil, Yıldız Sarayı’nda toplanan komisyonlarda alındığı, bir kısmı istizan olmadan re’sen sudûr eden, değişik konulardaki iradelerin doğrudan uygulandığı bir yapıda Bâb-ı Âlî cılız protestolar dışında direniş gösterememiştir.
1895 Krizi’nin en kritik günlerinde Sadrâzâm Kâmil Paşa’nın İngiliz ve Fransız desteği ile iktidarı yeniden Bâb-ı Âlî’ye transfer edecek “sorumlu hükûmet” projesiyle ortaya çıkması bürokrasinin son karşı hamlesi olmuştur.
Kâmil Paşa’yı Aydın valiliğine başlamak üzere “muhafaza altında” İzmir’e götüren vapur, Bâb-ı Âlî’nin iktidarı paylaşma hayâllerini taşıyan bir tabut işlevi görmüştür.
Cemiyet tekeli
“İnkılâb-ı Azîm” sonrasında siyaset yeniden düzenlendiğinde çok kutuplu bir dengenin oluşacağını bekleyenler yanılmışlardır. Oyuna iki yeni aktör, iktidarı millet adına kullanmak isteyen yasama meclisi ve denkleme girmeye çalışan ordu katılmış, böylece 1826 öncesindekine benzer bir dengenin oluştuğu düşünülmüştür.
Ancak bir kurum daha siyasete ağırlığını koymuştur. Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti Saray’dan Bâb-ı Âlî’ye, ordudan meclise tüm yapıları ikinci plana iterek “yasama-yürütme” dengesiyle dilediğince oynamıştır.
İhtilâl sonrasında Saray’ın yeniden güç kazanabileceği korkusuyla Meclis’i alabildiğince güçlendiren Cemiyet, 1909 Kanun-i Esasî değişiklikleri ile konvansiyonel karaktere yaklaşan bir yasama yaratmıştır. Bunu tetikleyen Saray’ın II. Abdülhamid benzeri bir sultan elindeki gücünden duyulan korku olmuştur. Daha sonra kolayca yönlendirilebilecek bir sultanla çalışma durumunda kalan Cemiyet, bu kez, ne yapacağı belli olmayan meclise karşı Saray’ı güçlendirmeyi hedeflemiştir.
Kanun-i Esasî’nin 7 ve 35. maddelerinde bu çerçevede yapılacak değişiklikler kapsamlı bir çatışmanın başlamasına neden olmuş, 1911’de başlayan girişimler ancak 1914’te neticelendirilebilmiştir.
Bu tarihte tek parti iktidarını kurmuş ve “yok kanun, yap kanun” hizmeti sunan meclisi de tamamen kontrolü altına almış olan Cemiyet’in güçlü Saray’a ihtiyacı kalmamıştır.
Çankaya egemenliğinden vesayete
İstiklâl Harbi, konvansiyonel karakterli, tüm erkleri tekeline alan bir meclis ile onun yetkilerini şahsen kullanmak isteyen bir lider arasındaki mücadeleye sahne olmuştur. Askerî zafer sonrasında Mustafa Kemal (Atatürk) karizmasına dayanarak iktidarı Çankaya’ya nakletmiş ve süreç içinde hükûmet ve göstermelik seçimlerle göreve getirilen meclisi “iş takipçisi” ve “gerekli görülen düzenlemelerin yapıcısı” statüsüne indirgemiştir. Bu düzen, Çankaya’nın sınırlı güç kaybı dışında, İsmet İnönü’nün Millî Şefliği süresince de devam etmiştir.
Çok partili yaşama geçiş fiilî başkanlık sisteminin de sonunu getirmiş ve parlamenter sistem tecrübesine dönülmüştür. On yıllık bir parantez sonrasında ise Tanzimat dönemi Bâb-ı Âlî’sinin rolünü oynamak isteyen bürokratik vesayet örgütlenmesi ile yasama ve yürütmeyi kontrol altında alan siyaset çatışması gündeme gelmiştir. Bu dönemde Çankaya bir vesayet kurumu işlevini görmüştür.
Son dönemde vesayetin geriletilmesi ve cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesi hiç gündemimizden çıkmayan “sistem” tartışmasını yeniden canlandırmıştır.
Sorun nedir?
Toplumumuz iki asra yaklaşan bir süredir iktidarın nasıl paylaşılacağı ve kullanılacağı alanında kıyasıya bir çatışmaya sahne olmuş ve düşünülebilecek her türlü “sistem”i tecrübe etmiştir.
Saray ve cumhurbaşkanının siyaseti tamamen kontrol ettiği II. Abdülhamid (1878-1908) ve Egemen Tek Parti (1925-1945) rejimleri dönemlerinde lider yönetimi, Tanzimat’ın büyük bölümünde ise Bâb-ı Âlî diktatörlüğü yaşanmıştır. Parlamentarizm tecrübeleri 1908-1912, 1950-1960 ve 2007-2014 dönemlerinde gerçekleşmiştir. 1871-1876 döneminde Bâb-ı Âlî-Saray, 1960 sonrasında ise siyaset-vesayet arasında paylaşılan iktidar, 1913-1918 arasında tüm kurumları ikinci plana iten bir örgütlenme tarafından tasarruf olunmuştur.
Burada farklı lider ve siyasal örgütlerin aynı kanunlara tabi olmalarına karşılık fiilen değişik rejimler geliştirmiş olmalarının öneminin altı çizilmelidir.
Örneğin, 1924 Anayasası altında de facto başkanlık ve parlamenter rejimler uygulanmıştır.
İlginç olan değişik sistemlerin uygulandığı bu dönemlerin hepsinde kısa aralar dışında “otokratik siyaset” üretilmiş olması ve hukuk devleti idealine erişilememesidir. Bu açıdan bakıldığında toplumumuzun öncelikli sorununun “sistem” meselesi olmadığı yorumu yapılabilir.
Bu, değişik sistemlerin alternatifler olarak tartışılmaması anlamına gelmez. Ancak Türkiye’nin öncelikli sorunu kuvvetler ayrılığı ile hukukun üstünlüğünü gerçek anlamda hayata geçirmek, otonom yapıları güçlendirmek ve siyasal alanın hegemonik kontrolünün önüne geçmektir. Dolayısıyla yeni anayasa “sistem”den ziyade bu öncelikler üzerine odaklanmalıdır. Geçmiş deneyimler bunlar gerçekleşmedikçe “sistem” ne olursa olsun demokrasi ve hukuk devleti alanlarında arzulanan hedeflere ulaşılamadığını göstermektedir.
Orhan Pamuk’tan hükümete sert eleştiri
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, AFP’ye verdiği röportajda, Türkiye’de ‘otoriter askerlerin dışarı itildiğini’, onun yerine ‘otoriter ve İslamcı bir hükümetin’ geçtiğini öne sürdü.
AFP muhabiri Philippe Alfroy’u İstanbul Cihangir’deki boğaz manzaralı evinde ağırlayan Pamuk, “(Cumhurbaşkanı Recep Tayyip) Erdoğan’ın seküler muhalifliği”ne indirgenmek değil, romancı olarak algılanmak istediğini söyledi.
ÖLDÜRÜLEN YAZARLARA GÖRE ŞANSLIYIM
“Sadece hükümetle mücadelede pozisyon almak değil, insanların taleplerini de duymak istiyorum” diyen Pamuk, şöyle devam etti:
“Bir bakıma başı dertte olan ya da hükümetin icraatlarının kendileri için iyi olmadığını hisseden herkes haklı olarak benden onların sorunlarını dile getirmemi bekliyor.”
Nobel Edebiyat Ödülü’nün hayatını kolaylaştırmadığını anlatan Pamuk, “Tabii elbette tüm bu sorunlarla da uğraşmaktan ötürü mutluyum” dedi.
Pamuk, “hapse atılan, sürgüne gönderilen ya da öldürülen yazarla kuşağı”yla kıyaslandığında ise kendini çok şanslı hissettiğini dile getirdi.
SEÇİMLER YAPILIYOR AMA…
Ak Parti’nin demokrasinin olmazsa olmazı kuvvetler dengesini yerle bir ettiğini savunan yazar, “Türkiye, sadece seçimlerin yapıldığı fakat insan haklarına saygının, ifade özgürlüğünün her gün ihlâl edildiği bir demokrasi” dedi.
Türkiye’de ‘otoriter askerlerin dışarı itildiğini’, onun yerine ‘otoriter ve İslamcı bir hükümetin’ geçtiğini iddia eden Pamuk, şunları söyledi:
“Bir bakıma, siyasal İslam’ın gizemi, yolsuzluk suçlamalarının inandırıcılığından dolayı kayboldu.”
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28200234.asp
Aydın kehaneti!
Orhan Pamuk’un 3 Mayıs 2003 tarihinde NPQ dergisinde yayımlanan demecindeki sözleri şöyleydi:
“Tayyip Erdoğan başarılı olsun istiyorum ve ordu siyasetin dışında kalsın istiyorum. Erdoğan şimdi bu doğrultuda bir patika açıyor. Eğer bu patikadan dikkatlice geçilirse, Türkiye ister istemez daha açık, daha liberal bir toplum haline gelir…”
Aynı Orhan Pamuk, AFP’ye verdiği ve 14 Şubat’ta yayımlanan demecinde ise diyor ki:
“Türkiye, sadece seçimlerin yapıldığı fakat insan haklarına saygının, ifade özgürlüğünün her gün ihlâl edildiği bir demokrasi. Otoriter askerler dışarı itildi, onun yerine otoriter ve İslamcı bir hükümet geçti…”
Tipik entel… Demokrasi getiriyor diye savundukları ve kalkan oldukları parti otoriter rejim getirdi. Ve bunu ancak anladılar!
http://www.milliyet.com.tr/kadikoy-e-cami/gundem/ydetay/2015436/default.htm
http://marksist.net/okurlarimizdan/milletvekili-olmak-icin-yaris-basladi.htm
http://www.haksozhaber.net/devlet-baskanligi-cumhurbaskanligi-baskanlik-28858yy.htm
Koçlar yine ağlıyor
Gerçek
Şubat 26, 2015
Mustafa Koç’un “Daha ne vereceğiz bir tek gömleğimiz kaldı” açıklamasının ardından bu sefer de Ali Koç basına verdiği bir demeçte, çocuklarının geleceğinden endişeli olduğunu söyledi.
Türkiye patronlar sınıfının sembol ismi Koç Holding yönetim kurulu üyesi olan Ali Koç, reel ücretlerin düşüklüğünden ve işsizliğin artışından şikayet etti. Genç işsizliğinin giderek arttığını ve yetişkin işsizliğinin üç katına çıktığını belirten Koç, “6 ve 8 yaşında iki çocuk babası olarak söylüyorum, çocuklarımızın geleceğinden endişe duymamak mümkün değil” dedi.
Herhalde geleceğinde işsizlik endişesi taşımayan 2 çocuk varsa onlar da Ali Koç’un çocuklarıdır. Ali Koç’un endişesi tabii ki çocuklarının gelecekte iş bulamaması değil. Artan işsizlik ve gelir eşitsizliğinin sosyal gerilimleri arttırması. Ali Koç sermaye sınıfının bilinçli bir temsilcisi olarak işsizlik ve yoksullukta kendi sorumluluğu olduğunu biliyor. Emekçi sınıflardan yükselecek hoşnutsuzluğun ve ortaya çıkacak gerilimlerin hedefinin de kendisiyle birlikte tüm sermaye sınıfı olacağını biliyor. Özetle Ali Koç bal gibi işçi sınıfından korkuyor.
Çocuklarının parlak geleceğinin milyonlarca emekçi çocuğunun yoksulluğu pahasına olduğunu biliyor. Ali Koç’un ve diğer patronların gelir eşitsizliği ya da işsizlikle bir derdi yok. Eğer öyle olsa topluca işçiyi işten atmayı zorlaştıran tek faktör olan kıdem tazminatını kaldırmaya çalışmazlardı; TÜPRAŞ’ı aldıktan sonra işçi sayını 4 bin 700’den 3 bine indirmezlerdi. Her yere taşeron sokmazlardı.
Koçların, Sabancıların, Ülkerlerin, Boydakların sisteminde birileri sömürür birileri çalışır, sömüren çalışanı işsizlikle tehdit ederek boyunduruk altına alır. Koçların korktuğu bu çarkın bozulmasıdır. İşlerini değil kârlarını kaybetmeleri ve milyonlarca gencin çalınan geleceklerinin hesabını sormasıdır. İşsizlikten korkmalarına lüzum yok çünkü işçilerin düzeni sosyalizmde herkese iş de aş da var.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/koclar-yine-agliyor
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/patron-partisi-patron-surasinda
İktidar=RTE Burjuvazi=Defne Halman
–
Erdoğan tiyatrocu Defne Halman’ı hedef gösterdi: Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ATO Congresium’da düzenlenen TİKA toplu açılış törenine katıldı. Erdoğan konuşmasında Rumelihisarı’nda inşa edilen mescitle ilgili ”Bir ödül töreninde sanatçı olduğu iddia edilen birileri “Biz buraya mescit yaptırmayız” diyor. Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz. Orası zaten ibadet mekanı” dedi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 4 Mayıs’ta yapılan 20. Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri törenindeki konuşmasında, “Rumelihisarı Sahnesi’ne mescit yapmak isteyenlere izin vermeyelim. Hep beraber sesimiz yüksek çıkıyor. Beraber direnelim” diyen tiyatro oyuncusu Defne Halman’a tepki göstererek,
“Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz ya. Orası zaten ibadet mekanı” dedi. “Fatih’in emaneti olan Rumeli Hisarı içerisindeki bu mescit tekrar inşa ediliyor” diyen Erdoğan, “İnşallah, ramazana değilse de bayrama yetişecek ve ibadete açılacak. Ne güzel bir hizmet değil mi?” ifadelerini kullandı.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/271299/Erdogan_tiyatrocu_Defne_Halman_i_hedef_gosterdi__Siz_kimin_bagindan_kimi_kovuyorsunuz.html
Mustafa Armağan bununla ilgili bir yazısında şunları yazmış;
Öncelikle şunu hatırlatalım:
Yakınlara kadar tiyatro veya konser sahnesi olarak kullanılan alanda bir cami inşa edilmeyecek, yanlış biliyorsunuz. Yıllardır çığlıklarınızla bir caminin üzerinde kendinizden geçiyordunuz ve burası hukuk dışı yollarla zaptedilmişti. Şimdi Fetih’ten daha yaşlı olan bu kayıp caminin yerine yeni bir cami yapılıyor! Hepsi bu.
Hak sahibine iade ediliyor
Az buçuk mevzuat okumuş olsaydınız cami yapılan yerin, hele bir vakıfsa kesinlikle başka bir amaçla kullanılamayacağını bilmeniz gerekirdi. Üstelik burası adıyla sanıyla bir vakıf. Kurucusu da Fatih Sultan Mehmed. Onu siz konser veresiniz veya oyun sahneleyesiniz diye yaptırmadı. Yalnızca 1950’lerden beri işgal altında tutulan, üzerinde çılgınca eğlenilen bu kutsal alan yine ecdadımızın arzusuna uyularak cami yaptırılıyor. Hak sahibine iade ediliyor.
Peki neden bu cami ürküntüsü? Neden bu ibadet fobisi? Geçmedi mi hâlâ ‘Aman barbarlar geliyor, bizi kesecekler’ paniği? Yeter artık. Bir zamanlar milletin değerlerini alaya alanların halinden de mi ibret almıyorsunuz?
İşin ilginç yanı, 1990’lardan beri caminin ihyası için defalarca girişimde bulunulup geri adım atılmış olması. 14 Ağustos 2006 tarihli “Cumhuriyet”te şunları okuyoruz:
“Rumelihisarı’ndaki Boğazkesen Camisi’nden geriye kalan yıkık minarenin restore edilmesi ve yeniden yapılması için Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı röleve restorasyon ihalesinde son aşamaya gelindi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Boğazkesen Camisi’nin yeniden yapımı için açılan ihaleyi alan firma caminin aslına uygun rölevesini hazırlayarak Anıtlar Kurulu’na sunacak. Kurulun onaylaması halinde restorasyon çalışmalarına başlanacak. Büyükşehir Belediyesi 28 Haziran 2005’te de yazılı olarak sanatçıların platform olarak kullandıkları yerin cami alanı olduğunu ve platformun kaldırılması gerektiğini bildirmişti.”
5 gün sonra bu defa “Hürriyet”in haberi “Hisar’a cami tartışması” başlığını taşıyor. Habere göre arkeolog Erdem Yücel caminin yeniden yapımı için yeterli bilginin olmadığını söylemiş. Doç. Kemal Kutgün Eyüpgiller de onu desteklemiş; caminin özgün halini gösteren ‘hiçbir belge olmadığını’ iddia etmiş. Topkapı Müzesi Başkanı İlber Ortaylı ise şu görüşteymiş:
“Camisiz hisar olmaz. Yedikule’nin ortasında da cami var. Buranın orijinal halini rölöveyi üstlenen bulacak ve yapacaktır. Bulmanın çok zor olduğunu sanmıyorum. Benim neslim bu camiyi hatırlıyor.”
Ebu’l-Feth Camii, Fatih’in vakfı
2015’teyiz ve hâlâ tartışıyoruz. Neyi? Tek cümleyle: Caminin cami olup olmamasını…
Gelin biraz da hakkında hiçbir belge olmadığı söylenen caminin mazisine bakalım.
Fatih Sultan Mehmed’in Fetih’ten bir yıl önce inşasını emrettiği Rumelihisarı, kuşatmada kritik bir rol üstlenmiş, ilk şehitler de hisarın arkasındaki sırtta bulunan bir zamanların Nafi Baba Tekkesi’nin olduğu yere (Dua Tepesi) defnedilmiştir (“Şüheda Kuyusu”). Burada 855 (1451) tarihli bir mezar taşı dikkat çeker.
Fatih Yedikule Hisarı’na olduğu gibi Rumelihisarı’na da bir cami yaptırıp vakfetmiştir. Uzun süre bir askeri garnizonun barındığı Hisar’ın içine 17. yüzyıldan sonra evler yapılıp mahalle haline gelince mahalle camii işlevini kazanmış ve bu asırlarca böyle devam ettikten sonra bir yangında harap hale gelmiş, minaresinin külah kısmı yanmış, zamanla sadece kaide ve gövdesi ayakta kalmıştır.
Mimarlık tarihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi’ye bakılırsa vakfiyesinde “Cuma Mescidi” diye zikredilir ki adı Fatih Camii’dir. Muhasebe defterine göre hatibi, müezzini, kayyımı vardır. Temelleri eski bir sarnıcın içine atılarak zemine kadar yükseltilen caminin “duvarları toprağa kadar mevcud”du. Ne zamana kadar? Fethin 500. yıl kutlamalarının yapıldığı 1953’e…
O yıl kutlama hazırlıkları sırasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle temel ve duvarların üzeri taş döşenerek bir sahne yapılmış ve “Yunan trajedilerine lu’biyat (komedi) yeri olmuştur. Bundan daha hazîn bir manzara tasavvur edilemez. Bir gün cami olarak ihyâsı bu milletin kurtuluşuna işâret olacaktır.”
Yıkılan caminin yerine 1956’da mimari proje yarışması açılmış. Kazanan üç mimar (Doğan Tekeli, Sami Sisa ve Metin Hepgüler) temellerinin üzerini kapatarak tiyatro sahnesi ve tribün yapılması teklifinde bulunmuş ve projelerini gerçekleştirmişler. Sonradan tiyatro cazibesini yitirince konser sahnesi olarak yıllarca ‘sallanacak’ olan caminin ruhu ve boynu bükük yadigârı minare yakında asli işlevine dönecek, ihya edilmiş olacak. Birilerini ürkütmüş olsa bile yapılan doğrudur. Camiye camilik yaraşır.
İstanbul camileri denilince ilk akla gelen kaynak olan Ayvansarayî’nin “Hadikatü’l-Cevâmi”sinde cami hakkında şunlar yazılı:
“Hisar Cami-i Şerifi: Hisar’ı yaptıran Ebu’l-Feth Sultan Mehmed Han Gazidir ki İstanbul fethinden bir sene evvel bina edilmiştir. Yapılış tarihine ‘Bünyân-ı Mehemmed Han’ ibaresi tarih düşürülmüştür. Kalenin ortasındaki cami-i şerif Fatih hazretlerinin hayır eserlerindendir ve hademesinin görevleri Ayasofya Cami-i Şerifi vakfına bağlıdır.”
Demek ki, hem Fatih’in İstanbul’daki ilk camisi, hem de hademeleri Ayasofya’dan vazifeli gönderilen bir ibadethane var karşımızda. Fethin 562. yıldönümünün yaklaştığı şu günlerde Ebu’l-Feth Camii’nin ihyası bir yandan Fatih’in emanetine sahip çıkıldığını gösterecek, öbür yandan da Yedikule’deki yetim kardeşinin yanık feryadını işitmemizi sağlayacaktır.
http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/rumelihisarindaki-cami-yikilip-yerine-tiyatro-sahnesi-yapilmisti_2293518.html
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/tusiad-burjuvazisinin-resmidir
İktidar ve Burjuvazi:
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29042781.asp
http://marksist.net/elif_cagli/turkiyede_burjuva_duzenin_kurulus_bicimi.htm
İktidar – burjuvazi kavgası yerine sistem içi kavga demek daha doğru olur.
Nasıl ki, iktidar yandaşı holdinglere ve onların medyasına saldırılması özgürlüğe saldırı değilse, kapitalist TC devletinin diğer bir önemli ayağı olan Doğan holding ve medyasının veya Sözcü gazetesinin sistem içi kavgada iktidar ve yandaşlarının saldırılarına uğraması da bir özgürlük sorunu değildir.
Sistemin bütün ayaklarının kırılması gerekliyorsa o zaman birinin kırılması da yanlış değildir.
Siyasi iktidar-ekonomik iktidar çelişkisi AKP ve ondan önceki vesayet rejimiyle sınırlı olmayan genel bir yasa gibi görünüyor.
Türkiye’de kapitalist ulus-devletin kuruluşu, siyasi iktidar olan Osmanlı-TC devleti/bürokrasisi ile ekonomik iktidar olan gayrimüslim burjuvazi arasındaki çelişki sonucu bu kesimin ekonomik iktidarının ele geçirilmesiyle gerçekleşti.
Osmanlı/Türkiye’nin geç kapitalistleşmesinin ve bürokratik egemen sınıfın burjuvazinin de üstünde olmasının nedeni bu.
Buna benzer bir diğeri İspanya. Bir dönem dünyanın en büyük sömürgeci imparatorluğu olan bu devlet [Osmanlı/TC’nin gayrimüslimleri tasfiyesine benzer bir biçimde] ekonomik sınıfları oluşturan Arap ve Yahudileri ülkesinden çıkardı ve bunun sonucunda kapitalist gelişme sürecinde Batı Avrupa ve ABD’nin gerisinde kaldı.
Bizde saltanatın ve İslam dininin ilerlemenin önündeki engel rolünü orada da monarşi ve Katoliklik yerine getirdi.