Foti Benlisoy / Tek din, tek “dincilik” var mı?
12.1.2015
Marx’ın yol arkadaşı Engels, oldukça dindar, Kalvinist bir ailede büyür. Söylendiğine göre Friedrich ilk gençliğinde mütedeyyin, Eski ve Yeni Ahit’i neredeyse ezbere bilen bir gençti. Sonraki yıllarında kararlı bir ateist olmasına rağmen Engels’in Kitab-ı Mukaddes’i düşünce dünyasından tam olarak sürgün ettiğini söylemek güç. Gerçekten de, belki de ilk gençliğindeki yaşantı ve deneyimlerinin etkisiyle Engels din konusunda Marx’tan çok daha fazla yazdı. Almanya’da Köylü Savaşı ve Hıristiyanlığın Erken Tarihi, ilk akla gelen örnekler elbette…
Engels’e göre din, tarihsiz bir “öz” değil, farklı tarihsel dönemlerde, farklı siyasal ve sosyal güç ilişkileri bağlamında dönüşen bir kültürel formdur. Böylece örneğin Hıristiyanlık değişik bağlamlarda feodal ruhban, burjuva Protestanlığı ya da plebyen heterodoksi gibi farklı ve çelişkili güçler tarafından temellük edilip dönüştürülebilen bir sembolik alandır. Dahası Engels, Thomas Münzer örneğinde olduğu üzere, Hıristiyanlığın belli tarihsel anlarda devrimci hareketlerin ideolojik ifadesi haline geldiğini de iddia eder. Engels böylece (bizde birçok solcuyu şoke edecek) şekilde “din” ile “materyalizm” arasındaki çatışmanın daima “gericilik” ve “devrim” arasındaki mücadeleye denk düşmediği sonucuna ulaşır. Michael Löwy’nin Engels’e atıfla hatırlattığı üzere, 17. yüzyılda materyalizm, Hobbes önderliğinde mutlak monarşiyi savunurken Protestanlığın farklı versiyonları, alt sınıfların monarşi karşıtı mücadelesini anlamlandırıyordu.
Yani Engels’e göre tek bir Hıristiyanlık yoktu; onun farklı sınıfsal sosyal güç dengeleri bağlamında birbirine taban tabana zıt değişik “siyasal kullanımları” mümkündü. Gramsci de bir anlamda Engels’in izinden gider (hatta onun biraz “sınıf indirgemeci” denilebilecek konumunu aşar) ve hâkim toplumsal ilişkileri berdevam kılma hedefli kurumsal dinle ezilenlerin, “madun sınıfların” kendi “ortak duyularını” ifade ettikleri din arasında ayrımı önemser. (Gramsci’nin bu husustaki görüşleri ayrıca ele alınmayı gerektiriyor.) Neticede “her din” diye yazar Gramsci, “gerçeklikte farklı ve çelişkili çok sayıda dinler olarak biçimlenir: Köylülerin bir Katolikliği, şehir küçük burjuvazisi ve işçilerin bir Katolikliği, kadınların bir Katolikliği ve aydınların bir Katolikliği vardır.”
Tek bir Hıristiyanlık, tek bir Katoliklik olmadığı gibi, tek bir İslam ve onun tekbiçimli, homojen bir siyasal ifadesi de yok elbette. Tek bir “siyasal İslam”, “İslamcılık” da yok doğal olarak. Lübnan Hizbullah’ına da Taliban’a da, Boko Haram’a da Hamas’a da, Müslüman Kardeşler’e de IŞİD’e de “İslamcı” etiketini yapıştırınca işin içinden çıkmış olmuyoruz. Zamanında Endonezya Komünist Partisi ile yakın işbirliğine giden Serekat İslam ile antikomünizmin bayraktarı olan İslami hareketlerin “İslamcılığı” elbette bambaşka şeyler. AKP de “barikat kardeşimiz” Antikapitalist Müslümanlar da İslam dinine siyaseten atıfta bulunabiliyor. Birbirinden dünyalar kadar farklı siyasal yönelimleri, sınıfsal-sosyal karakterleri, farklı tarihsel birikimleri olan İslamcılıklar var.
İslamcı hareketler sınıfsal-sosyal çelişki ve ihtilafları kültürel-dinsel terimlere tahvil eden sınıflararası-popülist siyasal oluşumlar. Yani İslamcı akımlar alt sınıfları kimi (özcü kültürel terimlerle anlamlandırılan) demokratik ve sosyal talepler etrafında seferber edebildiği kadar (bizde ne yazık ki çoğu zaman) hâkim sınıfın çeşitli bölümlerinin ifadesi haline de gelebiliyorlar. Dolayısıyla siyasal İslam aynı anda hem “halkın (afyon demeyelim) pasiflorası” hem de “kalpsiz bir dünyanın kalbi” olma rolüne soyunabiliyor. Siyasal İslamcılık mevcut sosyal-siyasal düzene rıza devşirilmesinin ya da mezhepçi “faşizan” şiddetin adı olabildiği gibi alttakilerin bir protesto hareketinin ifadesi de olabiliyor. Sermaye sınıfının İslamcılığıyla, mülksüzleşen küçük burjuvazinin İslamcılığı ya da plebyen katmanların İslamcılığı bazen birbirinden bambaşka şeyler anlamına gelebiliyor.
Burada sorun, bizim solda (temelde AKP’ye karşı haklı bir reaksiyonun ürünü olarak) giderek yaygınlaşan topyekûnleştirici bakışın (bkz. son dönemde sola dahi sirayet eden tek – “hakiki” İslam tartışmaları), bizi siyaseten “özcü-kültürel” nitelikli bir kavgaya, bir “yaşam biçimi” mücadelesine mahkûm etme riski. Çünkü AKP’nin muhafazakârlaştırıcı – dinselleştirici hamleleri sadece (o garip tamlamayla) “laik kesimin” yaşam biçimini değil, farklı popüler dindarlık biçimlerini de hedefine koyuyor. Mesela AKP’nin muhazakârlaştırma-dinselleştirme temelindeki hamleleri, yalnızca (amiyane tabirle) “başı açık” kadınların yaşam biçimini tehdit etmiyor. “Başörtülü” kadınların kendi bedenlerini kendi denetimleri altına almaya dönük geliştirdikleri karmaşık ve bazen çelişkili stratejileri de hedef alıyor. AKP dinin nasıl yorumlanıp nasıl anlamlandırılacağı ve maddi yaşama nasıl uygulanacağı üzerine kendi devlet tekelini oluşturmaya ve dayatmaya soyunuyor. Bunu yaparken de dinin farklı sosyal, kültürel ve elbette siyasal yorumlama biçimlerini ya kendine tabi kılıyor ya da bunları elimine etmeye çalışıyor. AKP’nin bunda ne kadar başarılı olacağı, dinin mevcut farklı (ve bazen tutarsız ya da çelişkili) “sağ” ve “sol” yorumlarını, popüler dinin kimi “direnişçi” olabilecek öğelerini kendi tekeline alıp soğurmayı becerip beceremeyeceğine bağlı.
AKP’ye bu çabasında yardımcı olmak bizim işimiz olmamalı. Dini ve dinin siyasal kullanımlarını tekçi bir başlığa indirgeyen, öteleyen ve dolayısıyla da bunları bol keseden AKP’ye hediye eden bir yaklaşım ancak AKP’nin “kendi bahçesi” üzerindeki denetim gücünü artıracaktır. Geçenlerde kendisiyle yapılan bir mülakatta Alper Taş bu hususu oldukça yalın bir şekilde ifade ediyordu, anmadan geçmeyelim: “Bazı solcu arkadaşlar İslam’ın soldan yorumlanmasını yadırgıyorlar. Ben bunu yanlış buluyorum. Biz bu memlekette devrim yapacaksak ‘sağ eşittir dindarlık’ algısını yıkmalıyız. Solun dindarlık karşıtı olmadığını anlatmalıyız. Son dönemlerde Türkiye’de İslam’ı soldan yorumlayan çabalar var. Mesela İhsan Eliaçık’ın çıkışı… Tabii bunlar henüz çok küçük çapta çabalar… Ama bu çabalara olumlu bakmalıyız. Bunlar önemlidir. Bunların büyümesi lazım.”
Dolayısıyla bizim AKP’nin o “arka bahçesi” saydığı kendi “mahallesindeki” kaçış ve ihlal dinamiklerini kışkırtmamız gerek. Bunları yok saymak yerine o dinamiklerle buluşmanın, iletişime geçmenin yollarını aramamız gerek. AKP’nin muhafazakârlaştırıcı otoriter hamlelerine karşı o “mahallede” kadınların, gençlerin, emekçilerin çıkartacağı (belki ilk anda mütereddit ve cılız) sesler, anti-otoriter mücadelenin harcında çok kıymetli bir malzeme olacaktır. Bunun ilk adımı da “özcü” (yani tarih dışı ve değişmez), tek bir din ve “dincilik” biçimi olabileceği anlayışını kırmak ve insanların hangi (seküler ya da dini) referanslar dünyasından konuştuğundan ziyade gerçekten ne dediği ve (en önemlisi) ne yaptığına odaklanmak. Gerisi zaten gelecektir…
Devam edeceğiz…
http://www.demokrathaber.net/kapital-kuran-ve-baska-metinlere-dair-makale,2003.html
Evet, bin türlü İslam düşüncesi olabilir. Zaten vardır da. Örneğin tarikatlar vb. bu bağlamda düşünülebilir.Fakat geleneksel İslam genelde devletten bağımsız olmamıştır ve arkasına devletin de gücünü alarak tüm muhalif unsurları gerektiğinde kolayca etkisiz hale getirmesini bilmiş ve onları kendilerine bağlı kılmıştır. Bu yüzden farklı yorumların çoğu yine geleneksel İslam’a bağlıdır.
Yani geleneksel İslam aynı zamanda devlet destekli dindir. Kemalistler de geleneksel İslam’ın bu rolünü canlı tutmuş, onu daha da kuvvetli hale getirmişlerdir. Diyanet İşleri Başkanlığı ve İmam Hatip Liseleri bu rolü oynamaktadır.
Buna rağmen tüm bu rolllerin dışına çıkan akımlar olabilir. Ama gördüğümüz şudur ki binlerce yıl boyunca geleneksel İslam devletin de desteğini alarak bu aykırı düşünceleri oldukça etkisiz hale getirmeyi başarmıştır.
Bence son derece önemli bir analiz… Din’ler doğuşu ve “arzu” olarak bakıldığında yeryüzünde “adalet” arayışının da bir parçasıdır. Tarihsel sınırları gereği, bugün kabul edilemez önermeleri içerse de “adalet” arayışı önemlidir. Bu arayışta insanın temel doğasına ait olumlu-olumsuz dayatmaları vardır ama… “son tahlilde” İNSANİ yan ağır basar. Yoldaşlarını bile katleden malum ideoloji vahşeti burada yoktur… ayrıntılı bilmiyorum ama erken-iktidar olmadan öldüğü için “masum” kalan İsa bana çok çekici geliyor. Ateist olmasam İsevi olabilirdim!
Merhamet, şefkat, acıma, bağışlama, tevazu… sosyalist ideolojiden ne kadar uzak duygular bunlar; bu olgu bile solun inandırıcılığını zedelemiyor mu?
*** Yine de kadın meselesinin nasıl çözümleneceğini bilen var mı? İbrahimi dinlerin kadına bakışı (elbette bugünden bakıldığında) öylesine ayrımcı, aşağılayıcı ki? Elbette Dinsel inançlar aşağılanmamalı; ama toplumsal hayata müdahil olmamalı… Kişisel özgür seçim dışında hiç bir zaman ne kişiye, ne de toplum-kurumlara dayatılmamalı… Kaldı ki, artık her ideolojinin topluma dayatılmaması düşüncesine ilerlerken… Hayat öylesine karmaşık ve müthiş ki, hiç bir ideoloji tümü ile kabullenilemez… “Sürekli Devrim” gibi.. sürekli “sentez” ile yol alınması zorunlu görünüyor. Her 30-50 yılda sentez…
Onlar da “gerçeklik” iddiasında
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
Charlie Hebdo dergisine yönelik saldırı Siyasal İslâm hareketlerinden Avrupa, özellikle de Fransa’nın çok kültürlülüğe yaklaşımına ulaşan geniş bir yelpazedeki konuların tartışılmasına neden oldu.
Doğal olarak bu olayın farklı açılardan ele alınması ve nedenlerinin tartışılması gerekmektedir. Bunların en önemlilerinden birisi de böylesi saldırıları mümkün kılan düşünsel arkaplanın değerlendirilmesidir. Bu yapıldığında, İslâm dünyasını yakından ilgilendiren ve “gerçek İslâm ile ilgisi olmadığı” savıyla dışlanması mümkün olmayan bir sorunun varlığı ortaya çıkacaktır.
“Gerçek” İslâm
Tüm inançların çok sayıda farklı yorumu olduğu olgusunun ışığı altında, “gerçek” İslâm, Hıristiyanlık ya da Budizmin tanımını verebilmek mümkün değildir. Bunu yapabilmek zannedildiği kadar kolay olsaydı, kendi yorumlarının inancın “gerçek” biçimi olduğunu savunan sayısız mezhep, tarikat ve cemaat yerine özcü (essentialist) yaklaşımların varsaydığı tekil, monolitik yapılar varolurdu.
İnsanlığın binlerce yıllık serüveni bir anlamda kendi yorumlarının “gerçek”i temsil ettiğini ileri süren inanç sahipleri arasındaki çatışmanın tarihidir. Geçmiş bir örnek vermek gerekirse, on sekizinci yüzyıldan itibaren Osmanlı hilâfeti ile Necd’den yarımadaya yayılan Vahhabi hareketinin liderleri kendi yorumlarının “gerçek İslâm” olduğunu savunarak amansız bir çatışmanın içine girmişlerdir.
Bu açıdan bakıldığında Paris saldırısı benzeri eylemler, dünya Müslümanlarının büyük çoğunluğu tarafından benimsenen değerlere aykırı olmasına karşılık, son tahlilde, yaklaşımlarını dinin “gerçek” yorumu olarak gören kişiler tarafından gerçekleştirilmektedir. Bunun İslâmiyet’i bir barış ve rahmet dini olarak gören çoğunluğu fazlasıyla rahatsız edici bir olgu olduğu ortadadır. Ancak bu “gerçek” ile yüzleşerek onu doğuran nedenleri ele almak gerekmektedir.
Günümüz Selefiliği ve Hint yarımadasında yaygın kabûl gören Deobandi hareketinin önemli bölümü radikal, çatışmacı ve saldırgan bir din yorumunu medreseler ve etkin Internet ağı ile yaymaya çalışmakta ve çok sayıda Müslümanı cezbetmektedir.
Batı ülkelerinde yerleşik Müslümanları da etkileyen bu hareketler bir buçuk milyarı aşkın nüfûsa sahip bir camia içinde şüphesiz azınlıktadır. Buna karşılık aktivist karakterleri ve sanal âlemdeki orantısız temsilleri onları, İslâm adına yorum ve tezler geliştirenler sınıflamasında fazla da marjinal sayılamayacak bir konuma yerleştirmektedir. Bu nedenle söz konusu hareketlerin “gerçek İslâmla ilgisi olmadığı” değerlendirmesiyle Müslümanların sorunu olmadığını ileri sürebilmek mümkün değildir.
Tepkiye indirgemek
İslâmiyeti, Müslüman çoğunluğu rahatsız edici biçimde yorumlayan bu yaklaşımların doğuş ve yaygınlık kazanmasında Batı sömürgeciliğinin önemli bir payı olduğu doğrudur (Bu sömürgeciliğin İslâm coğrafyasıyla sınırlı olmadığı unutulmamalıdır). Siyasal İslâm, Batı yayılması, Oryantalizmi ve tahakkümüne verilen “modern” bir cevaptır. Buna karşılık, öze dönüş iddiasıyla kültürel modernliğe karşı çıkan, onun İslâm ile bağdaşamayacağını savunan püriten karakterli yorumlar yerleşik yaklaşımlara da savaş açmıştır.
Gene kendi tarihimizden örnek verecek olursak bu tür hareketler Osmanlı İslâm anlayışının “küfr” olduğu konusunda hemfikir olmuşlardır. En detaylı yorumunu Şeyh Süleyman ibn Sihman’ın Osmanlı ile Hıristiyan ve Yahudilerden hangisinin küfr alanında daha ileride olduğu konusundaki fetvasında bulan bu yaklaşım, yerleşik İslâm yorumlarını en az Batı sömürgeciliği kadar eleştirmiştir.
Batı müstemlekeciliğinin Siyasal İslâm’ın şekillenmesi ve radikalleşmesindeki etkisi gözardı edilemezse de bilhassa yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra gelişen hareketler ona gösterilen tepkiye indirgenemez.
Benzer şekilde konu, sadece “Cumhuriyet değerleri” zemininde çok kültürlülüğe direnen, katı laiklik yorumu çerçevesinde inanç özgürlüğünü sınırlayan Fransa ile Müslümanları “ikinci sınıf” ve güvenlik tehditi oluşturan vatandaşlar olarak gören, bazen bunun da ötesine giderek “canavarlaştıran” diğer Batı ülkelerinin İslâmofobik siyasetlerinin ürettiği bir sorun değildir.
Bunlara ek olarak, Osmanlı pozitivizminin önde gelen simalarından Ahmed Rıza Bey’in daha 1922’de ahlâken iflâs ettiğini savunduğu “Batı’nın Doğu politikasının” günümüzde Oryantalist vurguları güçlü bir ikiyüzlülüğe evrilmiş bulunması, Müslüman coğrafyasına yapılan müdahalelerin istatistik olarak görülen kitlesel can kayıpları doğurması da bu alanda kolaycı bir sebeb-netice ilişkisi kurmamıza neden olmamalıdır.
İslâm ve demokrasi
Batı’nın bu alandaki günahlarının kabarık defteri, Müslüman çoğunluğun sahip çıkmaya çalıştığı demokrasi ve çoğulculuğa bunların “küfr” olduğu savıyla karşı çıkan, öze dönüş iddiasıyla kutsal metinlerden çatışmacı (örneğin Bakara, 2:190’dan gayrımüslimlerin katline cevaz verici) tezler üreten bir yaklaşımın gözardı edilmesi neticesini doğurmamalıdır.
Bu çerçevede ele alındığında Müslümanlar, Batı siyasetlerinde değişim taleplerini dile getirmek kadar, İslâmiyeti demokrasi karşıtı, “gerçek” Müslüman olmayanlarla çatışan ve şiddeti kutsayan bir inanç sistemi olarak kavramsallaştıran akımların tezlerine de cevap vermek zorundadır.
Başka bir ifadeyle Müslümanların, Charlie Hebdo’nun Hz. Muhammed’i seviyesiz biçimde resmeden, örneğin kendi şakalarına gülmekten katılmayanlara yüzer kırbaç vurulmasını isteyen, elbisesini çıkarttıktan sonra vücudunun ne kadar beğenildiğini soran karikatürlerine, benzer aşağılamalara maruz bırakılan diğer dinlerin mensupları gibi cevap verecek demokratik olgunluğu göstermesi gereklidir.
Bu sığ, tahrik edici yayınların dindar Müslümanları fazlasıyla rencide etmesi doğaldır. Ancak Ronald Dworkin’in de belirttiği gibi “bir demokraside kimse aşağılanmamak ya da duygularının incitilmemesi hakkına sahip olmadığı” için bu tür yaklaşımlar eleştirilmeli, demokratik haklar kullanılarak protesto edilmeli, buna karşılık her türlü şiddetten uzak durulmalıdır.
Dolayısıyla sorun Batı siyaset ve uygulamalarının eleştirilmesinin yanı sıra İslâm dünyasının çoğulculukla olan ilişkisinin de yeniden ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. “Gerçek” İslâm’ın bunu mümkün kıldığını düşünen Müslümanların bu yorumun çoğunluğun yaklaşımı olduğunu dile getirmeleri gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki, karşı tezin geçerliliğini savunan çatışmacı ideoloji de “gerçek” olma iddiasında olup çoğulcu yaklaşımları “küfr” olarak yaftalamaktadır. Bu nedenle sorun basit bir “gerçeklik” tartışması olmanın oldukça ötesindedir.
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/01/18/onlar-da-gerceklik-iddiasinda
Nişanyan’ın “Din ve Akıl Semineri”ne Hariçten Gazeller
Neredeyse bundan on yıl önce, 2004 Yılında “Tersinden Kemalizm – İsmail Beşikçi’nin Eleştirisi – Alevilik, Din, Ulus, Bilim ve Politika”[1] başlıklı kitabımızda din konusundaki klasik yaklaşımları alt üst eden ve Din’i bir inanç olarak tanımlamanın, bunun için de bir akıl ve inanç (veya özel ve politik) ayrımı yapmanın[2], bu kategorileri toplumsal örgütlenmenin aracı olarak kullanmanın bizzat kendisinin modern toplumun dini olduğunu keşfetmiştik.
Bu keşfin bütün bilinenleri ve yaygın yargıları alt üst eden sonuçları vardı. Bu sonuçların en önemlilerini “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” adlı kitabımızda ilk kez sistematik olarak açıklamayı denedik. Ayrıca çeştli yazılarımızda konuya tekrar tekrar dönerek, bu sonuçları sistemleştirme çabamızı sürdürdük.
Ne var ki, bu keşif maalesef gerek “Marksistler[3]”, gerek Marksist olmayanlar (Sosyologlar), gerek “Agnostikler”, gerek “Ateistler”, gerek “Materyalistler”, gerek “Aleviler”, gerek “Müslümanlar”, gerek “Laikler” vs. tarafından yok muamelesi gördü ve görüyor.
Sevan Nişanyan bu sene Şirince Köyünde “Din ve Akıl Semineri” düzenliyor. Bu seminere katılıp görüşlerimizi orada dile getirip bilim dışı kaygılardan arınmış olarak tartışmayı çok isterdik. Belki böylece tezlerimizi tartışma ve geliştirme olanağı ortaya çıkabilirdi.
Aynı tarihlerde “Karaburun Bilim Kongresi” diye bir etkinlik daha vardı ve orayı öne almanın daha doğru olacağını düşünmüştük.
Ancak “Karaburun Bilim Kongresi”ne sunduğumuz bildiri reddedilince[4] bunu fırsat bilip “Din ve Akıl” seminerlerine katılmayı aklımızdan geçiriyorduk. Ama sağlık sorunları el vermeyince o da yattı.
Bu durumda hiç olmazsa “Din ve Akıl” üzerine tartışmalara imkan ölçüsünde, dışarıdan gazel okumalarla bir katkıda bulunmaya çalışmaktan başka bir olanak kalmadı.
Belki bir ipucu ve yeni bir perspektif sunar diye, konuya ilişkin yazılarımızı bu bir hafta boyunca yayınlayacağız. Kimbilir belki birilerince tartışmaya değer bulunabilirler.
İlk olarak, bu seminerin en temelinde bulunan yanlışın, yani sosyolojik bir sorunu fiziksel, biyolojik veya epistemolojik bir sorun gibi tartışmanın kendisinin sosyolojik bakımdan nesnel olarak nasıl bir bilim dışılık ve gericilik anlamına geldiğine ilişkin eski bir yazımızı yolluyoruz. Aynı yanlışı Nişanyan ve Dawkins gibileri de yapmaktadır.
Yani soruyu “Din ve Akıl” (bu birçok durumda “İnanç ve Akıl”, “Din ve Bilim” diye de ifade edilmekdedir) diye sormanın kendisinin nasıl bilim dışı olduğu üzerine bir başlangıç.
Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Umarız seminerdeki tartışmalarda görmezden gelinmez ve tartışılabilirler.
01 Eylül 2013 Pazar
Demir Küçükaydın
Yaradılış Teorisi, Tanrı ve Ulusçuluk[5]
Son günlerde Harun Yahya olduğu söylenen Adnan Hoca vesilesiyle yaradılış ve evrim teorileri sorunu gündeme geldi.
Ne var ki, bu sorun kanımızca yanlış tartışılmaktadır. Çok temel bir yöntembilimsel hata yapılmaktadır. Sosyolojik bir sorun, sanki biyoloji veya fiziğin konusu bir sorunmuş gibi tartışılmaktadır. Örneğin bugünkü Radikal’de İsmet Berkan TÜBİTAK’ın çevirdiği bir kitaptan alıntılarla yaradılış teorisine karşı argümanlar getirmektedir. Muhtemelen birçok sosyalist de materyalist olarak bu tür tartışmalara girmeye ve “bilimsel” veya “materyalist” açıklamalar yapmaya çok eğilimlidir.
Biz burada, bu yöntemin yanlışlığını tartışacağız.
Yaradılış teorisi de önü sonu bir teoridir, tıpkı evrim teorisi gibi. Onunla tartışma bizzat olgular ve bunların tutarlı bir açıklaması düzeyinde yapılabilir. Tıpkı, belli bir konudaki iki farklı bilimsel teori arasındaki tartışma gibi olabilir bu.
Yani yaradılış teorisini öne sürenlere karşı, yine onların da kabul ettiklerini söyledikleri olgular ve mantıki çıkarsamalarla cevap verilebilir. Çünkü yaradılış teorisini en son bilimsel verilerle kanıtlamaya çalışanlar, aslında bilimsel düşünce ve kanıtlama yöntemlerini zımnen kabul etmiş olmaktadırlar. Onlar kanıtlarını bu ölçülere uygun olduğu iddiasıyla getirmektedirler. Burada yapılması gereken, yine bizzat olgular ve iç tutarlılığı olan çıkarsamalarla bunun böyle olmadığını göstermektir.
Elbette bir bilim alanında bir parça bilgisi olanlar, ortaya atılan her teoriyi ciddiye almazlar. Çünkü dünya bir sürü otodidakt amatörlerle doludur ve bu tür teorilerin çoğu daha ilk adımda temel eğitim görmüş bir insanın bile yapmayacağı olgusal ve mantıksal hatalarla maluldürler.
Bu problemi şöyle bir örnekle açıklamayı deneyelim: Örneğin Matematikte, Fermat Teoremi gibi çözülmemiş bazı problemler vardır ve bunların çözümü için çeşitli bilim kurumları birçok ödüllü yarışma düzenlerler ve bu yarışmalara yüzlerce çözüm yollanır.
Başlangıçta gelen bütün çözümleri en iyi matematikçiler günlerce tek tek ele alıyorlardı. Ancak bir süre sonra görüldü ki, yollanan çözümlerin çok büyük bir bölümü, temel eğitim almış bir matematikçinin bile yapmayacağı temel ve çok basit hatalarla maluldü. Biçimsel bir eşitlik ilkesine uyup bütün bu yüzlerce en temel kriterlerden yoksun çözümü dünyanın en büyük matematikçilerinin incelemesi, o matematikçilerin büyük bir zaman ve emek kaybına sebep olmaktaydı. Bunun üzerine, çözüm yollamak için örneğin bir bilimsel dergide daha önce bir veya birkaç makalenin yayımlanmış olması gibi kriterler getirilmiştir.
Yani her teori de aynı değerde değildir. Yaradılış teorileri de aslında, amatör matematikçilerinki gibi en sıradan bir bilim adamının yapmayacağı bir sürü temel hatalarla ve mantıki çıkarsama yanlışlarıyla maluldürler ve o amatör matematikçilerinki kadar bile bir dikkat ve enerji harcanmasını gerektirmezler.
Ama bu yaratılış teorileri nedense, bilimin kendi ölçütleri ve ihtiyaçları açısından hiçbir özel dikkati gerektirmeyecek amatörce yargılarla malul olmalarına rağmen, aynı kategorideki diğer teorilerin hepsinden fazla bilinmekte ve tartışılmaktadırlar.
Bunun nedeni çok açıktır? Bu teorilerin böyle çok ve yoğun tartışılmasının nedeni, onların bilimsel değerlerinden değil, toplumsal ağırlıklarından kaynaklanır.
Bu bize otomatikman şunu gösterir aslında. Bu tartışma, bilimsel bir tartışma, ya da belli bir bilime ilişkin spesifik bir tartışma değil, politik ve ideolojik bir tartışmadır. Bu durumda yapılması gerekentartışmanın konusu: o yaradılış teorilerinin yanlışlığı ya da doğruluğu tartışması değil, o yaradılış teorilerinin, niçin böyle toplumda her zaman büyük bir taraftar kitlesi bulduğu olmalıdır.
Yani aslında tartışmanın sosyolojik bir boyutta, sosyolojik kavramlarla yürütülmesi gerekir. Sosyolojik bir tartışmayı ve açıklama gereğini, biyoloji veya fizik biliminin bir tartışması gibi ele almanın kendisi yanlıştır ve sözde bilimi ve materyalizmi savunanlar, yani yaradılış teorilerine karşı örneğin evrim teorilerini savunanlar, materyalizm ve bilim adına aslında sosyolojik bakımdan tam da idealist ve bilim dışı bir tartışma yürütürler. Varlığın düşünceyi değil, düşüncenin varlığı belirlediği; akli argümanların insanların tavırlarını belirlediği gibi idealist bir yaklaşımın bilinçsiz savunuculuğunu yapmış olurlar, doğa bilimlerinden kanıtlarla yaradılışın yanlışlığını kanıtlamaya çalışırlarken. Yani yaptıklarının nesnel anlamı, kendi sandıkları, yaptıkları ve iddialarının tam zıddıdır.
Ne demek istediğimizi açıklama için şöyle bir örnek verelim. Şu uçan daireler ve UFO’ları ele alalım. Uçan daireler ve UFO’lar fiziksel olarak var olmayan varlıklardır, yoktur böyle bir şey. Ama UFO’lar ve uçan dairelerin varlığına ilişkin düşünce ve kabul vardır. UFO’lar değil, UFO’ların gerçeklik olduğu düşüncesi ve kabulü gerçekliktir. Bu anlamda UFO’ların, fiziksel değil ama sosyolojik olarak var olduğunu söyleyebiliriz.
Siz istediğiniz kadar, uçan dairelerin olmadığına dair bilimsel kanıt getirin. Bu kimseyi ikna etmeyeceği gibi, gerçek sorunun, uçan dairelerin fiziksel varlığı değil bunların varlığına ilişkin düşünce ve inancın varlığı, onların sosyolojik varlığı olduğunu örtmüş olursunuz. Böylece bilimsel gibi görünen bütün çabalarınız aslında sosyolojik olarak, ele alınması gereken bir sorunu sosyolojik olarak ele almayarak, yani fizik bilimine ilişkin bir yöntem ve düşünce sorunuymuş gibi ele alarak, en temel bilimsel hatayı yapmış ve bilim dışına düşmüş olursunuz. Yani uçan dairelerin var olmadığına ilişkin fiziki argümanlar, sosyolojik bir olayı fiziki argümanlarla tartıştıkları için, sosyolojik bakımdan bilim dışıdırlar.
Yaradılış teorisi veya Tanrının varlığı da öyledir. Sorun yaradılış teorisi veya Tanrının var olup olmadığı değildir. Tanrıya veya yaradılış teorisine inananlar vardır. Yani yaradılış teorisi veya Tanrının varbığı fizik veya biyolojik değil, sosyolojik bir sorundur. Tanrının fiziksel olarak var olup olmadığı sosyolojinin konusu değildir. Ama tanrı fizik olarak var olmasa bile, sosyolojik olarak vardır, tıpkı UFO’lar gibi.
O zaman şu soru gelir gündeme: Niçin insanlar UFO’lara, Tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanmaktadırlar? Sorun olguları veya bilimsel teorileri bilip bilmeme sorunu değildir. Sorun, bilim karşısında Ortaçağ karanlığını savunma sorunu olarak koyulamaz. Sorunu böyle koyuşun kendisi bizzat sosyolojik bakımdan bir sorundur ve bizzat kendisi de sosyolojik bakımdan açıklanmayı bekler tıpkı Tanrıya veya UFO’lara inancın toplumsal bir gerçeklik olması ve açıklamayı beklemesi gibi.
Süpersonik jet uçaklarını kullanan pilotların nazar boncuğu taktığı bir çağda ve toplumda, (bu öyle ayrıksı bir olay da değil, modern toplumda yaşayan insanların büyük yüzdeleri böyledir) Tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanç sosyolojik bir gerçeklik olarak açıklanmayı bekler. Yaradılış teorisi veya Tanrı inancının belli çıkarları gizlediği, o çıkarları savunmanın bir aracı olduğu gerçektir ve doğrudur da birçok durumda. Ama bu o karmaşık gerçeğin sadece bir yönünü açıklayabilir. Nazar boncuğu takan Jet pilotları veya Windows’ta beş vakit ezan okuma programı yazan programcılar veya bu programları kullananlar ne olacak? ABD’de yaşayan insanların yarısı uzaydan gelen canlıların dünyayı ziyaret ettiğine inanıyor. Bunlar ne olacak?
Bu karmaşık problem açıklanmayı bekler. Bunun birçok farklı soyutlama düzeyinde ele alınması ve incelenmesi gerekir. Belli sınıfların çıkarlarının savunusu bir düzeydir. Bir toplumsal ve tarihsel umutsuzluk ve çıkışsızlık döneminde yaşanıyor olması bir başka düzeydir. Kapitalizmin üstyapısı ve dini olan özel politik ayrımının insan davranışlarına anlam ve düzen verebilecek bir ilkeyi getirme yeteneğinde olmaması bu nedenle kapitalizm öncesinin üstyapısından, özeli, yani politika ve ekonomi dışı insanların toplum halinde yaşayışını düzenlemek için ödünç alması ve onunla simbiyoz bir ilişkiye girmesi böyle bir açıklama teşebbüsünde bir başka düzeydir. Ama kanımızca en önemlisi şudur: kapitalizmin işleyebilmesi için insanların bir inancı veya değeri olması gibi bir ihtiyaç yoktur ama bizzat kendisi kapitalizmin ürünü olan birey ya da insanın tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar buna ihtiyacı vardır. Aslında kapitalizme ve onun üstyapısına derin bir isyanın dışavurumudur bir yaratıcıya veya yaradılış teorisine olan geniş inanç.
O zaman şu sonuç ortaya çıkar. Yaradılış teorisiyle mücadele, onu yaratan ve böyle yaygın kılan sosyolojik koşullarla mücadele olmak zorundadır. Yani yaradılış teorisiyle mücadele evrim teorisinin doğruluğuna ilişkin argümanlarla değil, kapitalizme karşı mücadeleyle olabilir. Bu ise her şeyden önce, kapitalist toplumun siyasi üstyapısına, dolayısıyla uluslara ve devletlere, ulusal sınırlara karşı bir mücadele olmak zorundadır.
Bir yandan evrim teorisi ile yaradılışçılığı eleştireceksiniz, diğer yandan uluslar ve ulusal devletleri savunacaksınız. Bu uluslar, bir yaratıcı veya yaratılış olduğu inancından daha mı bilimseldir?
Lenin, “Militan Materyalizmin Önemi” başlıklı makalesinde, Aydınlanma filozoflarının eserlerini yayınlamaktan söz eder.
Bugünün militan materyalizmi, yaradılış teorileriyle değil, uluslar ve ulusçulukla mücadele etmelidir. Ulusların ve ulusçuluğun nasıl yalanlar üzerine inşa edildiğini ele alan ve gösteren yazınla ittifak etmelidir tıpkı Lenin’in Aydınlanmacı yazarlarla önerdiği ittifak gibi.
14 Mart 2006
[1] Bu kitap ve sonra zikredilenler şu adreslerden indirilebilir: http://de.scribd.com/demiraltona ve http://issuu.com/demir/docs
[2] Kavramların analiz aracı olarak kullanımları ile toplumu örgütlemenin aracı olarak kullanımları farklıdır. Örneğin “politik” kavramı, bir analiz kavramı olarak da kullanılabilir. Ama hukuken, toplumu örgütlemenin aracı olarak politik olan ve olmayan ayrımı tamamen farklı bir anlamdadır. Burada analitik değil normatif kavram söz konusudur.
[3] “Marksist”lerin tavırlarının bir eleştirisi şu yazıda bulunabilir: http://demirden-kapilar.blogspot.de/2013/04/bir-tukenisin-iki-resmi-birinci-resim.html
[4] Neden reddedildiği bildirilmedi bu organizasyonun eleştirisini de ayrıca fırsat bulursak yapmayıdüşünmüyor değiliz.
[5] Bu yazı “Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak – Denemeler” adlı kitabımızda yayınlanmıştır. Uradan indirilebilir: http://issuu.com/demir/docs/demir_kucukaydin_-_denemeler_-_v-3
http://demirden-kapilar.blogspot.co.uk/2013/09/nisanyann-din-ve-akl-seminerine.html
Kısa kısa:
* İslam mutlak olarak “bu toprakların dokusu” değildir. Dinselleşme 1980’den bu yana Türkiye egemen sınıflarının yukarıdan aşağıya sopayla (TSK) dayattığı bir politikadır. İmam hatipler, zorunlu din dersleri, gayrı-sünni kırımları, Nakşibendilik, Nurculuk, Hizbulkontra vs. hepsi AKP’den daha eskidir. AKP bu politikayı sadece hızlandırmıştır. Aydınlanma mücadelesi “kültür ve yaşam tarzı” diye küçümsenecek bir alan değildir; egemen sınıfların, işçi sınıfını itaatkar, tevekkülcü ve düşünemeyen yaratıklar ordusu haline getirme politikasına karşı, sınıf mücadelesinin önemli bir mevzisidir.
* “Emekçilerin çoğunluğu dindardır ve AKP’yi geriletmenin tek yolu dindarlara da ulaşmaktır” önkabulü ağır bir yanılgıdır. RTE, CB seçimlerinde 50 milyon seçmenin sadece 21 milyonundan oy alabilmiştir. Kalan %60 neyimize yetmiyor?
* Velev ki işçi sınıfının çoğunluğu dindar, şovenist, homofobik vs. şu bu. Marksistler işçi sınıfının geri yönlerini taklit etmek zorunda değildir, tam tersine mücadele içinde onların da olumlu yönde değişebileceğine güvenilmelidir.
* İşçi sınıfının dindar kesimlerinin ilelebet dindar kalacağını düşünmek, diyalektiğe aykırıdır. Dindar kitleleri AKP’ye bağlayan temel faktörler, sadaka ekonomisi ve “istikrar” balonlarıdır. Önümüzdeki dönemde her iki balon da patlayacaktır.
* Türkiye dahil olmak üzere bütün müslüman ağırlıklı ülkelerin halkları İslam’ın onlara savaş ve yoksulluktan başka hiçbir gelecek vaat etmediğini göreceklerdir.
* Tıpkı Aydınlanma Çağı öncesinde Kilise’nin olduğu gibi bugün İslam’ın da sadece hırsızlık, yoksulluk ve savaş ile anıldığı bir dönemden geçiyoruz. İhsan Eliaçık gibi insanların girişimleri öznel olarak iyi niyetli olsa da nesnel olarak İslam’ın bir “barbar aşısı” ile kendisini reforme ederek ömrünü uzatmasına yarayacaktır. İslam’ın veya herhangi bir başka dinin ömrünü uzatmak, devrimcilerin görevi değildir. Tam aksine, sınıflararası mücadeleyi yalın hale getirecek olan asgari programımız, bütün dini, etnik, cinsel vb kimlikleri politik alanın dışına def ederek (yani bireysel özgürlük alanı ile sınırlandırarak) insanı sadece “insan” kavramında eşitlemektir. Sosyalistlikten de önce, demokrat olmanın önkoşulu budur. Sosyalizm bunun üzerinde yükselebilir. İnsanların farklı farklı kimlik gettoları içerisinde politize olduğu koşullardan sosyalizm çıkmaz.
birgun.net/news/view/insan-inanmakla-degil-bilmekle-baslar/11787
http://www.yurtgazetesi.com.tr/devlete-tas-isciye-cennet-universiteye-kulliye-makale,9691.html
http://www.yurtgazetesi.com.tr/tehlikenin-farkinda-misiniz-islamofobi-degil-islamofasizm-makale,9734.html
Cok karisti..
Kimse dinle ugrasmiyor..Bizde ugrasmayiz..
Din,dinciler bizle ugrasiyor..Sorun bu..
Dünya kültürünün temellerini olusan dinlerin,dinler icin yaratilmis,müzikten,mimaririye,Resamciliktan mumyaciliga, edebiyatindan tursuculuga kadar tümünün degerini bilmeliyiz..
Bethoven,verdi,hiristiyan müzikte,A.michelengo ressamda Hirstiyanlik icin yaratiklari bizim icinde degerlidir!
Bizim tek derdimiz..Din bilim yerine,siyasi bilimin yerine gecmemesidir! Dini bilimden ayirmak.politikadan ayirmaktir..
Bilimsel din olmaz..Dinsel bilim sizin olsun..
İlahiyatçıdan dinin endüstrileşmesine eleştiri!
Gerçek
Ocak 16, 2015
Bardakoğlu, Türkiye toplumuna da, müminlere de büyük bir hizmet yapmıştır. Dinin bir endüstri haline geldiğini ortaya koymuştur. Kirlenmeyi açıklamıştır. Laiklik artık yeni bir anlam kazanıyor: Sadece devlet ile dinin değil, sermaye ile dinin de birbirinden boşanması gerekiyor!
Önce bir alıntı: “Tarikat ve cemaatlerin, mensuplarının sadece manevi ihtiyaçlarına değil maddi refahlarına da katkıda bulunan yoğun çıkar ağları yarattığını hatırlatmak gerekir.” Sungur Savran yoldaşımız yazmış. (“İslamcılık, AKP, Burjuvazinin İç Savaşı, Neşecan Balkan vd., Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP içinde, Yordam Kitap, 2013, s. 76)
Şimdi bir başkasına kulak verelim: “Dini cemaat ve tarikatlar, bugün itibariyle dünyevi oluşumlardır. Din adıyla topladıklarıyla dünyaya yatırım yapıyorlar.” Bunu söyleyen Marksist bir yazar değil. İlahiyat profesörü. Sadece ilahiyat profesörü de değil, şimdiki başkan Mehmet Görmez’den önce yedi yıl boyunca Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yapmış! Hem de bu göreve 2003’te AKP tarafından getirilmiş. Ali Bardakoğlu, Hürriyet gazetesinden Ahmet Hakan’a verdiği mülakatta söylüyor bunu.
Bardakoğlu’nun Savran’dan daha keskin konuştuğuna dikkat çekelim. Savran, tarikat ve cemaatlerin “manevi ihtiyaçlara” da karşılık verdiğini kaydetmiş. Bardakoğlu dini olma iddiasındaki bu kuruluşların “dünyevi” olduğunu söylüyor. Savran “maddi refaha katkı” gibi dikkatli bir deyim kullanmış. Bardakoğlu “Din adıyla topladıklarıyla dünyaya yatırım yapıyorlar.” Sanki Fakir Baykurt’un romanındaki “hoca” tipi gibi, dini duyguları sömüren ve sonra kendi çıkarına bakan dindarlardan söz ediyor Bardakoğlu.
Bardakoğlu görüşmede bu temaya geri dönüyor. Söylediklerini uzun uzun alıntılamak gereklidir:
Günümüzde tarikatlar ve cemaatler, topluma maneviyat ve güzel ahlak vermek yerine, dünya nimetlerinden alabildiğince pay alma yarışına girmiş durumda. Bugün Türkiye’de dini cemaatler ve tarikatlar, dünyevi ve seküler oluşumlardır. Her biri ekonomik sektördür. Boğazlarına kadar dünyevileşme girdabında Allah diyerek döneduruyorlar. Dinden kazandıklarını dünyaya yatırmaktadırlar.
“Her biri ekonomik sektördür.” Bu ne kadar ağır bir yargıdır. “Boğazlarına kadar dünyevileşme girdabında Allah diyerek döneduruyorlar.” Bu ne kadar ağır bir imgedir! Eski Diyanet İşleri Başkanı tarikat ve cemaatlere neredeyse lanet yağdıracak. Onları yerden yere vuruyor!
Bardakoğlu, aynı zamanda din adına fetva veren ulemanın da bu kirlilikten payını aldığının altını çiziyor. Önce şunu belirtiyor: “Bugün İslam dünyasında tam bir ulema enflasyonu ve dini bilgi keşmekeşliği var. Sorun çözücü olması gereken ulema sorun kaynağı olabiliyor.” Ulemanın neden “sorun kaynağı” olduğunu da, mesela içtihat yolunun kapatılmasıyla falan değil yine gayet materyalist bir yaklaşımla açıklıyor: “Ulema da dünyevileşti. Siyasete ve dünyaya bu kadar yakın duran ulemanın eğilip bükülmemesi, kirlenmemesi de zaten mümkün değildi.”
Bunun nasıl olduğunu merak edenler, adına “İslami bankacılık” ya da “faizsiz bankacılık” denen ucubeye baksın. O piyasalarda işlerin şeriata uygun yürütüldüğü fetvasını veren bu ulemadır. Milyarların, trilyonların kazanıldığı o işlemleri şeriata uygun ilan eden elbette payını alacaktır!
Nihayet, Bardakoğlu siyasetin de nasıl aynı kirli çıkarların emrine verildiğini ortaya koyuyor. Bakın ne diyor:
“Dini görünen cemaatlerin kolayca siyasi manevralara ve işbirliklerine girmesi, adeta kendi borsasını oluşturması da dünyevi karakterleri sebebiyledir. Türkiye’de son dönemde yaşananlar da bunu yansıtmıyor mu?”
“Türkiye’de son dönemde yaşananlar da bunu yansıtmıyor mu?” Çıkar için birbirlerine düşenlerin birbirinin boğazına sarılmasını, AKP-cemaat kavgasını daha iyi nasıl anlatabilirdi?
Bardakoğlu dini, hayatın her alanını düzenleyecek bir şekilde yorumlayanlara karşıt olarak çözüm yolu diye şunu öneriyor:
“Yapacak şey belli: Şablonlar ortaya koymak yerine, bireyi Kuran ve İslam’la zihinsel temas kuracak bir donanıma sahip kılmak. Böylece İslam’ı anlama ve yaşama tercihini ona bırakmak.”
Yani Allah’a inananı inancıyla baş başa bırakın diyor. Yani din bireyin özel dünyasının işi olmalıdır diyor.
Bardakoğlu, Türkiye toplumuna da, müminlere de büyük bir hizmet yapmıştır. Dinin bir endüstri haline geldiğini ortaya koymuştur. Kirlenmeyi açıklamıştır. Laiklik artık yeni bir anlam kazanıyor: Sadece devlet ile dinin değil, sermaye ile dinin de birbirinden boşanması gerekiyor!
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/ilahiyatcidan-dinin-endustrilesmesine-elestiri
Hepimiz Selefî miyiz yoksa
Namık Çınar
Taraf
Belki de asıl sorun, İslâmiyet’in bugünlere kadar hiç değişmeden ve esnemeden gelen o çok övündüğümüz özelliğinde saklıdır; olamaz mı?
Hep demez miyiz?
Efendim işte Hıristiyanlık, iki bin sene önce ilk ortaya çıktığındaki niteliklerinden öylesine uzaklaştı ki, bugünlere gelene kadar bütün orijinalliği bozuldu.
Ama bak, bizim Müslümanlığımıza!
İlk günkü yapısından hiç sekmedi ve zerrece şaşmadı!
Eğer Selefîlik, İslâmiyet’in bin dört yüz sene önceki koşul ve kaynaklarına mutlak bir bağlılıksa, bu anlamda bütün Müslümanlar Selefî’dir.
Günlük hayatımızda hepimiz “şimdiyi” yaşarken, dine geldi mi derhâl bin dört yüz sene öncesinin insanlarına çevriliyoruz.
Kullandığımız tüm araçlar; evler, arabalar, bilgisayarlar, cep telefonları; ya da yediklerimiz, içtiklerimiz; yahut hazlarımız, zevklerimiz, ilişkilerimiz; maddi hayata dair daha ne varsa, her şey ama her şey, bugüne özgü.
Gelgelelim inanç sözkonusu olunca, birdenbire bin küsur sene öncesine gidiyor ve o insanlardanmışız gibi davranıyoruz.
Ne gelişmişlik farkımız kalıyor onlardan, ne eğitim, ne de yüzlerce yıl sonrasının birikimlerinden dünya bakışımıza yansıyan küçük de olsa bir belirti.
Bunda bir tuhaflık yok mu?
Günün gereklerine ve koşullarına dönük bir tavır, bir yorum, bir öneri, koca bir kitleyi çileden çıkarmaya yetiyor.
En derin iç kavganın taraflarından olan muhalif “Şia” dahi, ancak o tarihlerdeki bir “iktidar mücadelesi”ne dayanıyor.
Yani temel meselesi, karşıt göründüğü Sünnilerinkinden pek farklı değil, aslında.
Neticede, o da oralarda geziniyor.
Sorsan, iki göbek önceki öz dedesini bilmez ve bir şey hissetmez; ama bin dört yüz sene öncede yaşananlar yüzünden bedenini zincirlerle dövmekten de kendini alamıyor.
Azımsanamayacak bir zaman diliminde o günlerden bugünlere uzanarak yığılmış devasa toplumsal çelişkilere dair, hiç kimsede ve hiçbir kesimde doğru dürüst bir itiraz yok, anlayacağınız!
Hâlbuki bütün dinler, gerilemiş ve tutuculaşmış yaşam biçimlerini ortadan kaldırmak ihtiyacından doğmuşlardır.
Eski yapıları muhafaza etmek için değil!
O yüzdendir ki, özündeki dinamik, en evvel “değişim” olmak gerekir.
Eğer bir din tutuculaşmışsa, varlık sebebinin sırları da yer yer dökülmeye yüz tutmuş demektir.
Sonradan gelen vahyin öncekilere göre meşruiyeti, hep bu değişim düsturu üzerine bina edilmekten gelmektedir.
Eski yapı dediğimiz ise, halâ o günlerin değil, bizim için bugünün eski yapılarıdır.
Yeniyi yaratmak, eski söylemlerle de olmaz.
Dinsel restorasyon gericiliktir; eskinin tekrarıdır, köhnenin ihyasıdır.
Dünyayı değiştirmek için yola çıkmış bir dini sabitleştirmeye, durağanlaştırmaya çalışmak, onu anlamamaktır.
Çağdaş düşünceler nelerse, devinimci, değişimci ve devrimci bir dine o çıtanın daha altında yer vermeyi, tanrısal vahye sövmekle bir tutmalıdır.
İnsan aklından daha geride bir tanrı kavramı, “aşkın” nitelikte bir değer atfına nasıl olsun da geçit verebilsin ki?
Bütün bunları söylememin sebebi, Müslümanların dini tarih öncesi bir kavrayışla yaşamalarıdır.
Yaptıkları, bireysel olarak kendilerini ilgilendirse de, toplumsal olarak hepimizi etkiliyor ve bağlıyor.
İslâmların başimamı olma yolunda epeyi mesafe kat etmiş bulunan Erdoğan başta olmak üzere, nasıl ki kendilerinden saymadıklarına özgürlüklerin sınırını tarif ederken “bir başkasının özgürlüğünün başladığı yeri” gösteriyorlarsa; madem dine bu kadar çok saygılılar, diğerlerinin inançlarına geldi mi tam orada durmasını asıl onlar bilmeliler.
Esasen azınlıktakiler değildir özgürlükleri tanımaya davet edilecek olan; güç tekelini ellerine geçirmiş çoğunluktakilerdir.
Ama burada sapla saman birbirine karışmış; kime ne anlatırsın ki?
Dinin kötüye kullanıldığı her eylem, ilkin o dinin gövdesine çentiktir.
Bakmayın öyle yükseliyormuş gibi göründüklerine.
Tanrısal sermayeden yiyorlar.
Olmaz olur mu?
Vardır bedeli!
http://www.taraf.com.tr/yazarlar/hepimiz-selefi-miyiz-yoksa/
demirden-kapilar.blogspot.com/2013/10/kyafet-kavgasnn-ilk-anlam.html
Devlet, ekonomik koşullar nedeniyle şuraya-buraya saldırma politikası izler. Ganimetler sağlamak, ya da daha verimli topraklar elde etmek. Temel neden bu. Din de vardır. Ama din etkeni bu temel nedene bağlıdır. İbn Haldun bu örneği şöyle sunup açıklar:
“Tanrı hoşnut olası Ömer’den aktarılagelen sözleri, bu konuda düşünüp değerlendirebilirsin: Ona bîat edildiğinde ve o kalkıp halkı Irak’a kışkırtırken şöyle demiştir: ‘Hicaz yöresi sizin için bir yurt olamaz. Sadece otlak ve av alanı olabilir. Bu yörenin halkı bunun dışında bir olanak sağlayarak güçlenemez. Nerede o, Tanrının verdiği söze dayanarak göçen Kur’an okuyucular! Haydi, Tanrının kitabında, miras olarak alacağınıza ilişkin söz verdiği topraklara doğru, yeryüzünde koşup dolaşın [saldırın]! Tanrı o Tanrıdır ki, dinini tüm dinlere üstün kılsın diye size peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderdi. Putataparlar bunu istemeseler de, demişti Tanrı. (Tevbe suresi, ayet 33)”
Dikkat edilirse düşünürümüzün konuyla ilgili verdiği örnek çok ilginçtir. Fetihler için temel nedenin ekonomik olduğu açık-seçik görülüyor. Burada din de kullanılıyor, ama yardımcı ve kışkırtma (teşvik) aracı olarak. Ekonomik olanakları sağlamak için kullanılıyor. Halkı daha çok coşturmak için. Bundan öteye gitmiyor din etkeni. “Tanrı da sizin şuraya-buraya saldırıp olanaklar elde etmenizi istiyor. Sizi başarılı kılacağına da söz veriyor. Başka toplumlardan miras olarak alacağınız topraklar vardır. Tanrı bunu Kur’an’da açıklamıştır. Haydi koşun da yeni topraklar elde edin, güçlenin. Yoksa bu Hicaz yöresinde güçlenemeyecek, aç kalacaksınız!” demek isteniyor. Ömer’in devlet politikasının ne olduğu açıkça görülüyor burada.
“Felsefeciler, peygamberlik kurumunu akıl kanıtıyla tanıtlamaya yöneldikleri zaman, savlarını, bu kanıta [bir düzenleyici bulunması gerektiği kanıtına] dayandırırlar. Şöyle derler: ‘Bu düzenleyicinin yargısı, Tanrı katından geldiği varsayılan bir şeriatla [bir dinle] oluşur.’ Felsefecilerin bu akıl yürütmeleri, senin de göreceğin gibi, kesin kanıta dayalı değildir. Neden dersen: varlık ve insanlığın yaşamı, öyle Tanrıdan din getiren biri olmaksızın da oluşup gelişebilir. Düşünün: Kitaplılar ve peygambere uyanlar, kitapları olmayan ateşe tapanlardan sayıca daha azdırlar. Gerçekten ateşe tapanlar, dünyada en kalabalık topluluklardan birini oluştururlar. Kitapları, peygamberleri olmadığı halde, onların da yönetimleri ve uygarlıkları vardır. Ve şu bir gerçek ki peygamberlik kurumu akla dayalı bir şey değildir. Onu bildiren, duyuran dindir sadece.”
İbn Haldun “devlet düzeni, dinsel kurallara dayanmak zorundadır” yargısına katılmadığını açıklayabilmiş bir düşünürdür. Adnan Adıvar’ın da İslam Ansiklopedisi’nin “İbn Haldun” maddesinde belirttiği gibi düşünürümüz “Hilâfet” ve “İmamet” konularında da açık, özgür görüşlerle ortaya çıkmış, “hükümet işinde şeriatın ille de gerekli olmadığını” açıklamıştır. Adnan Adıvar, bu tür görüşler bulunduğu için Mukaddime’nin İkinci Abdülhamid döneminde yasak kitaplar arasına sokulmuş, tercümesi ve aslı yasaklanmış olduğunu yazar.
Kısacası: Çağımızda bile ‘ille de şeriat düzeni olsun’ diyenler eksik değildir. Buna karşılık İbn Haldun, ta 14.yüzyılda, hem de ‘kadılık’ eden bir kişi olarak: ‘Hayır, devlet için ille de şeriat gerekli değildir!’ diyebiliyordu.
Peygamberlik kurumunu insanlığın yaşamı için zorunlu görmemek, “din, kabile gücüyle gerçekleştirilebilmiştir, kabilesinin gücü olmasaydı peygamber başarılı olamayacaktı, bu güç olmasaydı hiçbir peygamber başarılı olamazdı” demek, şeriatın devlet kurmak ve halkı yönetmek için şart olmadığını söylemek. Bütün bunlar İbn Haldun’un yaşadığı dönemler için birer devrim niteliğini taşır.
Mukaddime, çeviri: Turan Dursun
Gericilik ile mücadele etmek yerine onunla aynı kulvarda yarışmaya kalkanlar için hazin bir son: http://haber.sol.org.tr/turkiye/diyarbakirda-yasasin-hizbullah-sloganlari-lanet-olsun-biz-charlieyiz-diyenlere-dovizleri
iyi de robespierre nin yeğeni tek islam mı var işine geldiği gibi alıp ahan da bu islam demek kolaycılık değil mi…evet verdiğin linkteki gibi selefici bir islam var bir de ihsan eliaçık gibi ne bileyim abd deki islami vegan müslümanlar gibi mükl allahın diyen anti kapitalist müslümanlar gibi müslümanlar da var…işin kolaycılığı vurun kellesini demektir…kurumsal din ile vicdani dini ayırmak gerekmiyor mu…
mülk olacak…
mesela ben menzilci nakşibendi bir ailede büyüdüm kız kardeşim çarşaf giyer…ama dışarıdan bakıldığında sizin düşüncenizde ki insanlara göre bunlar boş beleş aptal insanlardır ama içine girince hikaye öyle değil…emin olun sözü olan duyguları olan insanlardır…
Gene aynı püsküllü bela
GEÇEN ay, Kahire’de Pyramisa Oteli’nin Piano Bar’ı önündeki lobi masasında oturuyorum. Bizimkileri bekliyorum. İki-üç basamak daha çıkıp içeride oturmak istemiyorum. Çünkü biraz “Arapça tekellüm” ettiğimi bilen garsonlar kendilerini göstermek için bir duble buzlu Jameson getirme yarışına giriyorlar. Biri bitmeden bir başkası!.. “Şükran ya ahi!”
LOBİ SOHBETİ
Lobide bunca yer varken bir adam gelip yanıbaşıma oturdu. Ben gelip geçene bakarken bir süre sessiz kalan adam bana Arapça bir şeyler söyledi. Ben “Mabaarif Arabi”, Arapça bilmiyorum diye cevap verdim. Yüzüme inanmadan baktı.
“İsterseniz Fransızca, İngilizce, Türkçe konuşabiliriz” dedim. “Ben Türküm!”
Adam hemen İstanbul’un güzelliklerini saymaya başladı İngilizce: Beyoğlu, Tarabya, Adalar.
Ne iş yaptığımı sordu.
Edip olduğumu söyledim ve uyduruk Arapçamla ekledim: “Muharrirün ceride!” dedim.
Kendisi de araştırmacı ve tarımcı imiş. Zamane gençlerinde iş olmadığını söyledi hemen, bütün amaçları bir káğıt parçası olan “şahadetname” almakmış. Diploma yani.
MÜSLÜMAN ADI
İş sonunda geldi Arap ülkelerinde karşılaştığım tehlikeli soruya dayandı. Adam adımı sordu.
“Özdemir İnce!” dedim. Adam anlamayarak aval aval yüzüme baktı.
“Sizin bir Müslüman adınız yok mu?”
“Yok!” dedim. “Fakat babamın adı Ahmet Şükrü, annemin adı Nasibe. (Adam “Ahmet” ve “Nasibe”yi benden sonra tekrarladı.) Onlar Osmanlı vatandaşı olarak doğdular, ben laik Cumhuriyet vatandaşı olarak doğdum.”
“İyi de gene de bir Müslüman adınız olmalı eğer Müslümansanız! Peki neden Arapça bilmiyorsunuz, Arapça öğrenmiyorsunuz?”
“Peki siz neden Türkçe öğrenmediniz Osmanlı döneminde, şimdi siz neden öğrenmiyorsunuz?”
“Kuran Arapça olduğuna göre bütün Müslümanlar Arapça öğrenmeli!”
“Kuran’ı Türkçe ve Fransızca tercümelerinden okuyorum. Peki siz Kuran Arapçasını yüzde yüz anlıyor musunuz?” Bu soruyu domuzuna sordum!
“Hayır, ama büyük müfessirlerin tefsirleri var, onları okuyorum” dedi.
“Benim müfessire ihtiyacım yok. Bütün müfessirler felakettir. Kuran tefsircileri de, Marx tefsircileri de, Freud tefsircileri de… Ben kendi kendimin tefsircisiyim!”
“Ama müfessirler álimdir” diye itiraz etti.
“Aziz dostum, karşınızda oturan bendeniz de bir álim sayılırım!”
ZULAYA SAKLAYIN
Tartışma karışık sohbet bu minval üzere devam edecekti ki Titos Patrikios, Ülker ve Tanbey geldiler ve beni bu engizisyon işkencesinden kurtardılar.
Ey AKP’ye oy veren ve verecek Ayça’lar, Tansu’lar, Gülümsün’ler, Ertuğrul’lar, Oktay’lar, Doğaner’ler, Tufan’lar, Yalçın’lar! Kendinize hemen bir Müslüman adı da bulun ve bir zulaya saklayın!
Milliyet ceridesi muharriri Hasan Cemal’in böyle bir mesele-i kebiri yok! Talibani cumhuriyette de dört ayak üzerine düşecek. Gene işi iş!
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11577958.asp
Diyanet neden hedef alınıyor ?
Hatırlarsanız bu ülkede Diyanet’i kaldırmayı vaat etmek parti kapatma nedeni sayılmıştı. Peki şimdi ne oldu da; Diyanet rejimin emrinde, devletin istediği fetvaları verirken ve hutbelerini bile bir albaya imzalatırken bu kuruma ses çıkarmayan çevreler şimdi Diyanet’i ve başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’i hedef alır hale geldiler?
Muharrem Coşkun – Gazeteci – Yazar
Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ve Başkanı Prof. Mehmet Görmez’i hedef alanlar, hem temsil ettikleri mahalle, hem de yaklaşımları itibari ile şaşırtıyorlar. Oysa 91 yıllık tarihi boyunca Diyanet’i daha çok ‘muhafazakar’ ve ‘İslamcı’ çevreler eleştirir, tam tersine Kemalistler, statüko ve rejim yanlıları savunurlardı. Hatta bu ülkede Diyanet’i kaldırmayı vaat etmek parti kapatma nedeni sayılmıştı. Peki, ne oldu da rejimin emrinde, devletin istediği fetvaları verirken, hutbelerini bile bir albaya imzalatırken Diyanet’e ses çıkarmayan çevreler şimdi bu kurum ve başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’i hedef alır hale geldiler?
İsterseniz bugün yapılan tartışmaları daha iyi anlamak için biraz daha gerilere -Cumhuriyet’in ilk yıllarına gidelim. Bilindiği gibi, Diyanet; Cumhuriyetin ilanının üzerinden bir yıl geçmeden, 3 Mart 1924 tarihinde Meclis’te ivedilikle görüşülerek kabul edilen üç kanundan (429, 430,431 sayılı kanunlar) biriyle yasal statü elde etmişti. Aynı gün çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreselerin kapatılması, Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, Halifenin Hal’i emrediliyordu. Evkaf ve Şer’iyye Vekaleti’nin yerine ihdas edildiği belirtilen Diyanet İşleri Reisliği’nin yetki alanı tartışma götürmeyecek derecede de daraltılmıştı.
Rejimi meşrulaştırma
Prof. Bülent Tanör, Diyanet’in, bundan sonra izleyeceği konumu şu şekilde açıklayacaktı: “Diyanet İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu. Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası Diyanet, laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma görevini yüklenmişti. Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı Diyanet’i kullanmaktaydı” (Tanör, Kuruluş Üzerine 10 Konfarans, Der 1996)
3 Mart 1924’de kabul edilen, Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının imzasını taşıyan kanunun gerekçesinde yazanlar ise daha da çarpıcıydı: “Din ve ordunun siyaset cerayanlarıyla alakadar olması bir çok mehaziri dâîdir. Bu hakikât bütün medenî milletler ve hükümetler tarafından bir düstur-i esasi olarak kabul edilmiştir..!” (TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Devre, c.7, s. 23) Kanundan da anlaşılacağı üzere, Diyanet ve Genelkurmay eşit statüde ve ikisinin de siyaset dışı kalması ilkesiyle kurulmuştu. İsmet İnönü de “Biz diyoruz ki, dinler vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, hayata ve dünya işlerine karışmasın, karıştırmayacağız.” ifadeleriyle Diyanet’e biçilen rolü özetliyordu.
Diyanet ve siyaset
Diyanet İşleri Başkanlarının, başbakanın önerisiyle Cumhurbaşkanına atandırılması, teşkilatın üst düzey yöneticilerinin Bakanlar Kurulu tarafından atanması, kurumun, müdahaleye açık olduğu eleştirisini de gündeme getirmekteydi. Osmanlı’da ise Şeyhülislamlık makamı halifelik, padişahlık ve sadrazamlıktan sonra devletin en üst makamı ve itibarlı organıydı. 19.yy ortalarına kadar da eğitim, adliye ve vakıflar bütünüyle ona bağlıydı. 1920-1924 arası dahi Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin statüsü bakanlık düzeyinde bir kurumdu. Bakanlar kurulu listesinde ise Başbakan’dan hemen sonra Meclis Başkanı konumunda zikredilmekteydi. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan kanun ile işte tüm bu etkileri de daraltılmıştı. Hatta ‘Umur-i Diniye Reisliği’ tekliflerine karşı çıkılarak ‘Umur-i Diyaniye Reisliği’ denilmesi benimsenmişti.
Kanun Diyanet’e üç görev ve yetki alanı tanıyordu: 1- İslam Dini’nin inançları, ibadet, ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek. 2- İbadet yerlerini yönetmek 3- Din konusunda toplumu aydınlatmak… Dinin en önemli alanlarından olan Muamelat (hukuk) ve (Ahkam) hükümlerin yürütülmesi ise görevleri arasından alınmıştı. İzleyen yıllarda, 1928’de Anayasadan İslam’ın çıkarılmasıyla da, görünüşte din devletten ayrılmıştı ayrılmasına ancak, asıl sorun bundan sonra başlamıştı. Zira dinin devlete karışmasına müsaade edilmeyeceği, ancak devletin dine dilediği gibi müdahale edebileceği yeni ve uzun bir süreç başlamıştı. Bunun için de işe; dinin madebe hapsedilmesi çalışmalarıyla başlanmış, dili ve özüyle oynanmak istenmiş, bu, ‘Türkçe Kur’an, Türkçe Ezan, Türkçe Tekbir, Türkçe Sela, Türkçe Hutbeyle’ halka yansımıştı. 1932 Ramazanında devlet eliyle uygulamaya sokulan bu talimatlarda dönemin Diyanet Reisi Rıfat Börekçi imzası vardı.
Emredersiniz dönemi
Medreselerin kapatılmasında, Hilafetin kaldırılmasında, Şapka devriminde Diyanet’e görev verilecek ve yapılan ‘devrimlere itaat edilmesi’ hutbe ile anlattırılacaktı. Örneğin Şapka Devrimine tepkileri dindirmek için okutulan hutbede; “Bugünkü Hükümetimizin emirlerini ifada (yerine getirmede) zerre kadar eser-i te’allül (bahane)göstermemeli can-ü yürekten itaat ve riayet etmeli… Cenab-ı Hak Hükümetimizi ve Reisimiz Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini kafee-i umur-i vataniyelerinde, tevfikat-ı sübhaniyesine mazhar buyursun.” denilecekti.
Hilafet kaldırılınca da dönemin İstanbul Müftüsü M. Fehmi Ülgener, verecekleri hutbe hakkında konuşurken, “Başımızda Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) ve onların başında da Reisicumhurumuz Mustafa Kemal Paşa vardır. Onların kararlarını başımızın üstünde tutmaya mecburuz. Eğer heyet, ‘Hilafeti ilga edeceğiz’ derse biz de o karara tabi olarak ses çıkarmayacağız.” (İleri, 4 Mart 1924)
Satılan camiler
Din ve dini kurumlarla ilgili gelişmeler bunlarla kalmadı, örneğin camilerle ilgili yapılacak düzenleme de bir başka tartışma konusu oldu. 30 Kanun-ı Evvel (Aralık) 1928 tarihli gazetelerde şöyle bir haber yer alıyordu: “Memursuz kalacak camiler sedd edilecek ve sedd edilenler satılığa çıkarılacaktır.” İlerleyen yıllarda ise daha da ileri gidilerek, gelir getirmediği için pekçok caminin satılmasına, halkevi, samanlık ve at besleme yeri olarak kullanılmasına karar verilecekti.
“Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi” başlıklı kitabıyla tanınan Dr. Nazif Öztürk’e göre, cami satışlarının, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki para buhranıyla alakası da yoktu. Öztürk satış gerekçesini, “Camilerin satılışı siyasî bir karardır. Devlet kendi egemenliğinden başka iktisadî ve politik bir güç istememiştir” şeklinde değerlendirecektir. Cami ve mescitlerin satışı o kadar yaygınlaşacaktır ki, 1926-1972 yılları arasında satılan cami ve mescit sayısı resmi rakamlara göre üç bini geçecektir. Satışlardan gayr- müslimler de payını almış, altı kilise ve manastırın satılmasına da karar verilmiştir.
Volk İslam
Bu arada dini eğitim verecek kurumların tamamen ortadan kaldırılmasıyla da her geçen gün din adamı yokluğu kendini hissettirecekti. CHPli tek partili yıllardaki baskıların ardından iktidar olan Demokrat Parti döneminde -12 Aralık 1950 tarihinde, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin 16923 sayılı raporu, 1940’lı yılların arzettiği manzarayı gayet açık bir şekilde ortaya koyacaktı: “Başkanlığın da bugüne kadar din adamları yetiştirecek mesleki bir müesseseye sahip bulunmaması, bugün memleketin bir çok yerlerinde hakiki din adamı bulmak şöyle dursun, camilerde mihraba geçecek, halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam ve hatip bile bulunamamaktadır. Hatta bazı köylerimizde, ölenlerin techiz ve tekfini ile ebedi istirahatlarına tevdii gibi en basit dini bir vazifeyi ifa edecek kimseler dahi bulunmamakta ve cenazelerin kaldırılmadan günlerce ortada kalmakta olduğu senelerden beri işitilmekte ve görülmektedir…”
Çok geçmeden de ülkede Şerif Mardin’in de tesbit ettiği gibi, “Volk İslam” denebilecek bir model ortaya çıkarılmıştı. Bugün sorun olarak görülen pek çok cemaat ve tarikat yapılaşması Osmanlı’daki gibi ehil insanlar eliyle değil, yeraltında ve medrese görmemiş isimler vasıtasıyla oluşuyordu.
“27 Mayıs’ın faziletleri”
İlk Diyanet İşleri Başkanlığı görevine atanan Rıfat Börekçi (1924-1941 yılları arasında görev yaptı) tarafından yazılan 1200 sayılı 4 sayfa tutarındaki tarihsiz matbu belge, Diyanet İşleri mensuplarını Teyyare Cemiyeti’ne (Türk hava Kurumu) üye olmalarını, destek vermelerini ve halkı desteğe çağırmalarını istiyordu. 6 Ağustos 1945’te Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki tarafından yayınlanan genelgede de, vaizlerin görevleri arasında Teyyare Cemiyeti de sayılacaktı. 27 Mayıs darbesinin ardından 4 Haziran 1960 tarihli 11467 saylı genelgede de, 27 Mayıs ihtilalinin faziletleri olduğu ve bunun halka anlatılması vaizlerden istenecekti. Aynı istek, 28 Temmuz 1960 tarihli 15811 sayılı ve 29 Haziran 1961 tarih ve 16190 tamimlerle de tekrar edilecekti. Ömer Nasuhi Bilmen’in ardından Diyanet Başkanı olan Hasan Hüsnü Erdem, kendisine yardımcı yapılan emekli general Sadettin Evrin’in hazırlayıp, başkanın adı ve imzasıyla yayınlanmasını istediği, Nurcular aleyhindeki metne karşı çıktığı için, Başkan re’sen emekileye sevkedilecekti. Yine, bir sonraki Başkan İbrahim Elmalı, Devlet Bakanı Refet Sezgin’in, bir tayinle ilgili isteğini geri çevirdiği için jet hızıyla görevden alınacaktı.
Müdahale elbette başkanlarla sınırlı kalmayacak, hutbe ve vaazlara da yansıyacaktı. Örneğin,1960’lı yıllarda dahi halktan gelen binlerce “faiz haram mı” sorusuna Diyanet yıllarca cevap veremeyecekti. 1961 yılında CHP tarafından Meclis’e sunulan ‘doğum kontrolünü teşvik’ için Diyanet’ten ‘olur’ fetvası istenecek Diyanet de ilgili bakanlığa, istenen fetvayı istedikleri içerikte gönderecekti. Kemalist hutbe irad etmek, dualara bile Kemalizmi sıkıştırmak, Türkiye toplumunun Diyanet hocalarında gördüğü olağan hallerden olmuştu. Resmi din hizmeti dışında hizmet veren cemaatler (Süleymancılar, Nurcular.. v.b) hakkında hazırladıkları şikayet raporları da hiç şüphesiz ayrı bir tartışma konusudur.
Rahatsız eden adımlar
Bugün ise, Diyanet tarihinin belki de ender dönemlerinden birine şahitlik ediyoruz. 90 yıllık, dini inkılapların emrine sokma ve ‘devlet yanlış da yapsa buna meşruiyet kazandırma’ gayesi gütmeyen, dinin sadece camilere ve gönüllere hapsedilemeyeceğinin farkında olan, ümmet kavramını gündemine alan ve bu yönde adımlar atan bir Diyanet Başkanlığı söz konusu. Yurt dışında 50 civarında ülkede etkin olması, 87 yıl sonra Afrika’ya yardım götürmesi, Balkanlar’daki ecdat yadigarı eserlerin onarımını gündeme alması, Diyanet Başkanı Prof. Mehmet Görmez’in statükocu – içe kapanık – ‘lokal’ bir Diyanet anlayışını kısmen de olsa değiştirmiş olması, Başkanlığı döneminde Diyanet’in yıllarca ihmal edilmiş misyonuna önemli katkılar sunması birilerini rahatsız etmiş olabilir. Yine bugün ulusal güvenliği tehdit ettiği, daha da önemlisi İslam Dini’ni ‘otorite’ olarak gördüğü emperyalizm ve Siyonizmin hizmetine evirme gayreti içinde olduğu açığa çıkan paralel örgüte karşı duruşu da, hedef haline getirilmesinde itkili olmuş olabilir. Zira çok değil, bundan 15 yıl önce tek merkezden ezan, hutbe ve vaaz uygulamasına, hutbelerin bir albay denetiminden sonra camilerde okutulmasına (28 Şubat süreci) itiraz etmeyenlerin, bugün yaptığı kampanya manidardır.
http://haber.star.com.tr/acikgorus/diyanet-neden-hedef-aliniyor-/haber-1027664
http://www.gazetevahdet.com/diyanetin-luks-ve-pahali-makam-otomobili-2141yy.htm
Müslüman vs. Kuran
(Müslüman sözcüğü ile özellikle Türkiyeli klasik sünni müslümanı kasdetmekteyim amma ve lakin diğer mezhepler de çoğu zaman mizansene uymaktadır diye düşünüyorum.)
Müslüman: Biz Kuran’ı anlayamayız, kapasitemiz yetmez. İşte bu yüzden başka kaynaklarla muhatap olmalıyız. Büyüklerimiz, alimlerimiz, hocalarımız, mezhep imamlarımız, hadis imamlarımız bize doğruyu yanlışı öğretir. Biz onları takip ederiz.
A.L.R (elif lam ra) Bu kitap, ayetleri sağlamlaştırılmıştır (kesinlik kazandırılmıştır), Bilge ve Bilen tarafından açıklanmıştır. (11:1) Allah’tan başkasına kul olmayasınız diye. Ben sizin için, Ondan, bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim. (11:2)
Din bilginlerini, din adamlarını ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan ayrı rabler edindiler. Oysa, yalnız tek Tanrı’ya kulluk etmekle emredilmişlerdi. O’ndan başka tanrı yoktur. O, ortak koştukları kimselerden de çok Yücedir. (9:31)
Kesinlikle bu Kitap’ı biz sana hak olarak indirdik. O halde, dini yalnız Allah’a özgüleyerek O’na kulluk et! (39:2)
Andolsun ki Kurân’ı mesaj için kolaylaştırdık. Düşünen/öğüt alan var mı! (54:17)
Müslüman: Peygamberin hadisleri/sözleri olmasa din eksik kalır. Peygamberin sözleri (hadisleri) ve yaşam tarzı (sünneti) da Kuran’dan sonra ikinci bir kaynaktır.
ALLAH’tan başka yasa koyucu mu arayayım? O, size kitabı detaylı olarak indirmiştir. Kendilerine kitap vermiş olduklarımız onun Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. O halde kuşkulananlardan olma. (6:114)
Rabbinin kelimeleri doğruluk ve adaletle tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek bir şey yoktur. O işiten ve bilendir. (6:115)
Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni ALLAH’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece tahminde bulunup saçmalıyorlar. (6:116)
Bunlar, sana gerçek olarak okuduğumuz Allah’ın ayetleridir. Allah’tan ve ayetlerinden başka hangi hadise inanıyorlar? (45:6)
Doğru sözlüler iseler bunun benzeri bir söz/hadis getirsinler. (52:24)
Rabbinizden size indirileni izleyin, O’ndan başka dost edinip onu izlemeyin. Ne kadar az düşünüyorsunuz! (7:3)
Yoksa, Allah izin vermemesine rağmen, onlar için dinde kurallar ve yasalar ortaya koyan ortakları mı var? Daha önce belirlenmiş bir karar olmasaydı, onların arasında yargı verilirdi. Zalimlere acı bir azap vardır. (42:21)
Müslüman: Kuran’da herşey açıklanmamıştır. Hadislere mezheplere ve rahiplere/hahamlara veya benzerlerine ihtiyacımız var.
… Biz sana bu kitabı, her şeyi açıklayan, bir yol gösterici, bir rahmet ve ‘teslim olanlara / barışçılara’ bir müjde olarak indirdik. (16:89)
Müslüman: Yolum Ehl-i sünnet vel-cemaat yolu, amelde mezhebim hanefi itikatta mezhebim maturidi…
Dinlerini mezheplere ayırıp grup grup olanlarla senin hiç bir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır; sonra onlara durumlarını haber verecektir. (6:159)
Müslüman: Hak mezhep benimki
Onlar dinlerini parçaladılar ve mezhep mezhep oldular. Her grup kendisininkiyle sevinip övünmektedir. (30:32)
Müslüman: Sadece benim dinimden olanlar kurtulacak.
İnananlardan, Yahudilerden, Mandeistlerden (Sabiilerden), Hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe inananlar ve erdemli bir yaşam sürenler için bir korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler. (5:69)
‘Yahudi veya Hristiyanlardan başkası cennete giremez,’ dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: ‘Doğru sözlüler iseniz delilinizi getirin.’ (2:111)
Hayır! Yüzünü/yönünü Allah’a teslim eden ve erdemli olanların karşılığı Rabbindedir. Onlara korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir. (2:112)
Müslüman: Benim dinimden olan biri günahlarının cezasını çektikten sonra cennete girecek.
“Sayılı gün dışında ateş bize değmeyecek” dediler. De ki: Allah’tan böyle bir söz mü aldınız -ki Allah verdiği sözden dönmez- yoksa ALLAH adına bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?’ (2:62)
Müslüman: Ben ecdadımdan/atalarımdan öğrendiğim dine tabiyim. Atalarımın kemiklerini mi sızlatayım? Atalarımın dinini/yolunu sorgulamam.
“Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde bazıları: “Hayır, biz atalarımızdan gördüğümüze uyarız!” diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve doğruyu bulamamış iseler? (2:170)
Bir kötülük yaptıklarında şöyle derler: “Atalarımızdan böyle gördük. Allah da bize böyle emretti.” De ki: “Allah, kötülüğü emretmez. Allah hakkında, bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?” (7:28)
Müslüman: Benim dinim akıl dini değil nakil dinidir. Dinde akıl kullanma ve sorgulama yoktur. Sadece ne duyduysak ne gördüysek ona tüm kalbimizle inanırız, aklımızı kullanmayız. Akıl bizi sapıttırır.
Hiç kimse Allah’ın izni olmadan inanamaz ve O, akıllarını kullanmayanları rezilliğe mahkum eder. (10:100)
….devam edecek…
http://proletarya.blogspot.com.tr/2014/04/musluman-vs-kuran.html
Kuran vs. Müslümanlar – 2
Şimdi müslümanların (ya da hadi diyelim ki müslüman olduğunu iddia edenlerin) nasıl bir çelişki içinde olduklarını göreceğiz.
Müslüman: Bir sürü hayvanın etinin yenilmesi haramdır, Allah bunları yasaklamıştır. Eşek, köpek, kedi, midye, karides, salyangoz vs…
De ki: “Bana vahyedilende, yiyen birisi için şunların dışında haram edilmiş bir şey bulamıyorum: leş, akıtılmış kan, domuzun eti -ki pistir-, Allah’tan başkasına adanmış yiyecekler.” Zorda kalan bir kimse, istekli olmaz ve sınırı aşmazsa kuşkusuz senin Rabbin Bağışlayandır, Şefkatlidir. (6:145)
Ayetlerine inanıyorsanız, üzerinde ALLAH’ın ismi anılanlardan yiyin. (6:118)
Size ne oluyor ki, üzerinde Allah’ın ismi anılanlardan yemiyorsunuz? Halbuki zorunlu haller haricinde size yasaklananları tüm ayrıntılarıyla size açıklamış bulunuyor. Birçokları, bilgiye dayanmayan kişisel görüşleriyle halkı saptırıyor. Rabbin sınırı aşanları en iyi bilendir. (6:119)
Müslüman: Ama… Din bilginlerimizin kitaplarında başka haramlar da var.
ALLAH’tan başka yasa koyucu mu arayayım? O ki size kitabı detaylı olarak indirmiştir. Kendilerine kitap vermiş olduklarımız onun Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. O halde kuşkulananlardan olma. (6:114)
Müslüman: Tamam o anda sadece bunlar haram olmuş olabilir ama sonra belki de Allah’ın fikri değişti veya Peygamber bu hükmü değiştirip başka haramlar getirdi.
Rabbinin sözü hem doğruluk hem de adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir şey yoktur. O en iyi işiten, en iyi bilendir. (6:115)
Müslüman: Peki gelmiş geçmiş bir sürü alim, hoca, evliya ve bir sürü müslüman hep yanlış mı yapmış? Bu kadar insan yanılıyor olabilir mi?
Yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece tahminde bulunurlar. (6:116)
http://proletarya.blogspot.com.tr/2014/04/kuran-vs-muslumanlar-2.html