En Büyük Tüketici Güç: Üretici Güçler Teorisi!
Devrimi bırakan, üretici güçler teorisine sarılır. Bazıları ise, devrim diye başından beri bu teoriye sarılmıştır.
Üretici güçler teorisini başımıza bela eden Marx ve Engels’tir. Marx ve Engels’in teorisinde toplumsal gelişmeyle devrim tam birbirinin üzerine oturmaz, biraz ayrı ayrı yerlerde durur. Kapitalist ekonominin tahliline gömülen Marx ve toplumların gelişme trendlerine yoğunlaşan Engels, elbetteki birbirlerine danışarak ve fikir alışverişinde bulunarak, toplumların gelişmesindeki en önemli faktörün üretici güçler olduğu sonucuna varmışlardır. Onların alanı buydu. Çağları da zaten gelişmeci ve ilerlemeci, bilimi kutsayan bir çağdı. Düşünce ufukları birçok bakımdan çağlarını aşsa da, bu temel noktada çağın damgasını taşıyordu. Marx ve Engels, daha çok bilim insanı olma özellikleriyle üretici güçlerin ilerlemesini kutsama hatasından kurtulamadılar. Demin, devrim teorilerinin, toplumsal gelişme teorileriyle tam üst üste oturmadığını söylemiştim. Bu, devrim teorilerinin, pratik yoksunluğu nedeniyle gelişmemişliğinin işaretidir aynı zamanda ama yine de devrime ilişkin görüşlerinin, üretici güçleri geliştirme mantığına tam olarak oturmaması nedeniyle, devrimci kalmasını sağlamıştı.
Bu ikisini tam olarak üst üstü oturtan, II. Enternasyonal’de, Engels’in öğrencisi Bernstein oldu. Bernstein, kendine yakıştırıldığı gibi, teoriyi “revizyondan” geçiren bir “revizyonist” miydi, yoksa Marx ve Engels’in üretici güçler teorisinin varması gereken doğal sonucu vazeden bir tilmiz mi? Bence ikincisi. Esas “revizyonist” olan, Lenin ve Troçki idi. Çünkü onlar, üretici güçler temel teorisini değiştirmemişlerdi ama bu “nehrin” akması gereken doğal yatağı değiştirip, bunu devrim teorileri yatağına eklemlemeye çalışmışlardı.
Lenin ve Troçki bunu neden yapmıştı? Çünkü, teoriyi, Marx ve Engels’in koyduğu şekliyle bırakmanın doğal sonucunun Bernstein’ın öngörüleri olduğunu görmüşlerdi ve teori böylece, dokunulmadan bırakılırsa, iktidarı sittin sene ele geçiremeyeceklerini anlamışlardı. Marx ve Engels’in üretici güçler teorisinin doğal sonucu, Menşeviklerin ve II. Enternasyonal Partilerinin çoğunun yaptığı gibi, burjuvaziyi desteklemek, üretici güçleri geliştirecek reformları desteklemek, proletaryayı ve devrimci güçleri, burjuva düzeninin yedek güçleri haline getirmekti.
Evet ama Lenin ve Troçki, Marx ve Engels’in üretici güçler teorisini hiçbir zaman temelden eleştirmemiş, redddetmemişlerdi. Bunu yapsalardı, Marksist olmaktan çıkarlardı. Bu teori, Marksizmin amentüsüydü. Onlar, bu teoriyi, sadece iktidarı bir an önce ele geçirmelerini sağlayacak şekilde kendi devrim teorilerinin temeli olarak kullanmış ve iktidarı ele geçirinceye kadar fazla vurgulamamaya özen göstermişlerdi. Marx ve Engels’in devrim teorilerinin zayıflığı ve temel teorilerine tam olarak oturmamış olması da yardımcı olmuştu onlara.
İktidarı ele geçiren Lenin ve Troçki, iktidarın mantığına uygun olarak, daha ilk günden devrimi bir yana bıraktılar. Hatta “tehlikeli” devrimci unsurları tasfiye etmekte bir an bile tereddüt etmediler. Devrimi tasfiye ederken en büyük yardımcıları, üretici güçler teorisiydi. Sosyalizm, ileri üretici güçler temelinde inşa edilebilirdi. O halde, üretici güçleri ilerleten her türlü önlem “devrim” adına kutsanmalı, bunu önleyen her şey (başta devrimin bizatihi kendisi) tasfiye edilmeliydi. Kronstadt’ın bastırılması, fabrikaların askeri kışlalar haline getirilmesi, Taylor sisteminin uygulanması vb. hep bu mantığın ürünüdür.
Stalin, başından beri devrimci değildi. Evet, Lenin’in takipçisiydi ama iktidarın alınması konusunda Menşeviklere çok daha yakındı. 1917 Şubat devriminden sonra, Kamenev, Zinovyev ve Bolşevik Partisi Merkez Komitesinin çoğunluğuyla birlikte, aynı Menşevikler gibi, Geçici Hükümetin desteklenmesinden yanaydı. Üretici güçlerin geliştirilmesi klasik mantığı bunu gerektiriyordu.
Lenin’in ölümünden sonra Kamenev ve Zinovyev’le işbirliği yaparak Parti iktidarını ele geçiren Stalin, Troçki’yi de tasfiye ederek, Lenin ve Troçki’nin başlattığı yolda dev adımlarla ilerledi. Yani, Rusya’nın üretici güçlerini geliştirme yolunda. Bunu, “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle de besleyen Stalin, kendi döneminde yalnızca devrimi değil, Rus köylülüğünü de, ölüm, sürgün, hapis ve çalışma kamplarıyla tasfiye etti, işçileri iç pasaport nizamına bağlayarak serf-işçi konumuna getirdi. Üretici güçler teorisinin pratikteki bu en kararlı uygulayıcısı, aynı zamanda karşıdevrimin de en kararlı önderiydi.
Mao zedung, Çin devrimini, Stalin’e karşı direnerek gerçekleştirdi. Üretici güçler teorisinin en azılı savunucusu Stalin, başından itibaren Çan Kay Şek reaksiyonerlerinin desteklenmesinden yanaydı. 1920’lerde uygulanan bu politika, Çan Kay Şek’in on binlerce komünisti katletmesi sonucunu verdi. Canlarını kurturanlar dağlara çekildi ve Mao zedung, Yenan dağlarında yeni bir devrimci pratik başlattı. Bu pratik, Stalin’in Çan kay Şek’le ittifak önerilerini açıktan ya da üstü örtülü bir şekilde reddede reddede, komünistleri 1949’da iktidara getirdi.
Bundan sonra, Rus devriminin başına gelen Çin devriminin de başına geldi. İktidar partisi, en büyük hedefi olarak Çin’in üretici güçlerinin geliştirilmesini benimsedi. Bu geliştirme çabası, özellikle, 1950’lerin sonundaki “büyük ileri atılım” kampanyasının başarısızlığıyla bozguna uğrayınca, partiye karşı tabandan ayaklanmalar başladı. Mao zedung, Partinin üretici güçleri geliştirme politikasını terk ederek, devrimci bir yönelimle bu ayaklanmanın başına geçmeyi tercih etti. Ne var ki, “kültür devrimi” adı verilen bu ayaklanma dönemi de çok geçmeden yozlaştı ve kaotik bir suçlama ve ihbar dönemini açtı. İktidardan asla vaz geçmeyen Mao zedung, yeniden, Parti içindeki, Çu en lay gibi muhafazakâr unsurlarla birleşti ve devrimi tasfiye edip üretimi kamçılama döneminin başlatılmasına cevaz verdi. Çin bugün hâlâ bu yolda ilerlemektedir.
Sovyetler Birliği çöktükten sonra komünist partilerin çoğu sosyal demokrat partilere dönüştü. Böylece sosyal demokratlarla komünistler arasında önemli bir farklılık olmadığı ortaya çıktı. Buna liberalleri de katabiliriz. Sonuç olarak, komünistler de, sosyal demokratlar da, liberaller de ilerlemecidir. Yani hepsi birlikte, devrimin has düşmanlarıdır.
Çünkü devrim, teknolojinin ya da “üretici güçlerin” gelişmesinden önce, insanın, insan ilişkilerinin, üretim ilişkilerinin, kültürün değişimini, eşitliği vazeder. Bunlar ise, azami eşitsizliğe, uzmanlaşmaya, toplumun sağlam hücrelerini ve ruhunu öldürmeye dayanan insansız ilerlemeciliğin kesinlikle karşı olduğu şeylerdir. Çünkü üretici güçlerin ilerlemesi, genelde insanı ve toplumsal ilişkileri tahrip ederek gerçekleşir.
Seçim serbest! Devrimle insanlaşmak mı, ilerlemeyle insansızlaşmak mı?
Gün Zileli
13 Mart 2009
katılıyorum
…ama gülmekten.
Marx ve ilerleme konusu marxizmin ‘çöküş’ sonrası (en azından benim bildiğim kadarıyla) en çok eleştirilen yönlerinden biri. Bunun böyle olmasında her ne kadar yılgınlık (ideolojilerin sonunu hatırlayın) vs. gibi başka şeyler de yer alsa, önemli ve dikkate alınması gereken bir eleştiri…
Ancak;
Sosyalizm dediğimiz kavramın ayakları maalesef yere basmak zorundadır. Olmayan koşulları kendimize referans alamayız. Misal ben Alec Nove’nin ‘Uygulanabilir Bir Sosyalizmin İktisadı’ adlı kitabını ilk elime aldığımda kendi adıma çok şaşırmıştım. İskoçyada iktisat profu olan bu şahıs marksizme ütopik olduğu gerekçesiyle saldırıyordu. Kitaptaki iddialardan biri marxın sınırsız bolluk olan (kıtlığın olmadığı) bir dünya için tasarlanmış bir ütopya olduğuydu. Ama benim marksizmden anladığım üretici güçlerin (ve emek üretkenliğinin) geliştiği bir dünyada eşitlikçi iddiaların geçerlilik kazanabileceğiydi.
Bir de;
Son iki paragrafta yazılanlar fazla toptancı gibi geldi bana. Bir kere devrim dediğimiz şeyin monolitik bir yapı olduğunu düşünmüyorum. Devrimin de ruhu vardır, aynı zamanın ruhu gibi. Yani devrimler her zaman aynı (üstyapısal) temellerde yükselmezler. Ve de teknoloji, üretici güç vs. kavramların yapısındaki değişimler emin olun kültürel değişimlerde de rol oynarlar ve hatta belirleyicidirler. Kıtlığın kol gezdiği bir dünyada eşitlikçi ve özgürlükçü tahayyüller maalesef gerçekleşemez (hem içsel hem dışsal sebepler dolayısıyla).
Son olarak
‘Seçim serbest! Devrimle insanlaşmak mı, ilerlemeyle insansızlaşmak mı?’ demişsiniz. Ancak önümüzdeki çatallanmaların bu kadar basit ve yanlış (ifadey biçimini mazur görün) önermelerden fazlası olduğunu düşünüyorum…
yorum bana aittir…
Efendim, dünyada kıtlık olduğuna inanıyor musun gerçekten. Her gün milyonlarca tonlyiyecek dökülüyor. Mağazalar ağzına kadar satılamayan giyeceklerle dolu, depolar da öyle. “kıtlığı” yaratan sadece ve sadece kapitalist piyasa mekanizmaları, üretim fazlasını da öyle. Kapitalizm kalksa, insanlar bugün çalıştıklarının yüzde onuyla bir bolluk toplumunun içinde yaşayıp giderler diye düşünüyorum. Ne derziniz acaba?
Fazla üretim olgusunun kapitalist üretim ilişkileri ile bu düzeye geldiğini kabul edersiniz herhalde. Ayrıca ekolojik problemleri de hesaba katarsak bu bolluğun ne pahasına elde edildiği önemli bir soru… Sonuçta kapitalizm bütün dünyada ortadan bilinçli bir hareketle ortadan kaldırılmadıkça yarın kıtlıktan kırılmayacağımızın hiçbir garantisi yok – varlık içinde yokluk!!! –
Ancak, alternatif bir toplumsal düzen nasıl yaşayabilir? Dünyanın belirli bir bölgesinde yapılmaya çalışan devrimlerin çarptıkları ‘reel politik’ sınırların farkındasınızdır herhalde. Netekim kapitalistlerin eli armut toplamıyor. Devrim sonrası bir sistem dış ticarette (ve daha birçok alanda) yeterlilik gösteremediği zaman neler yaşanabildiği gayet açık (SSCB ye bakılabilir). Yani mesele basitçe sosyalizmin, kapitalist üretim koşullarının geliştiği düzeye bel bağlaması olamaz. Çünkü yukarıda da değindiğim gibi başta çevresel kısıtlamalar bu tarz üretimin sürdürülemezliğine kanıttır. Ancak sosyalizmin temel amacını gerçekleştirebilmesi için ‘ilerleme’yi kendi lehine zaptetmesi gerekecektir. Benim demek istediğim temel olarak böyle. Yoksa şu şu olursa dünyanın bütün fakirleri doyar gibi bir yaklaşımda bulunmam mümkün değil. Devrimciler için kapitalizmi aşma iddiası temel çıkış noktası olmalıdır. Bu noktada da mevcut koşulları göz ardı etmeden hareket etmek elzemdir.
Anton bey, ilerleme konusunda size katılıyorum ancak benim demek istediğim şu ki, gerçekte bir kıtlık yok. Bunu yaratan da kafalarımıza sokan da kapitalistler. Ne yazık ki, reel sosyalizm argüman da bunu benimsemiştir, çünkü onlar da üretici güçlerle bağlı. Oysa dünya kapitalist ve bürokrat kapitalist üretim ilişkilerinden kurtulsun, bakın ortalıkta kıtlık falan kalıyor mu. Bugünün sorunu kıtlık değil, fazla ve gfereksiz üretime yol açan kapitalizmdir. Bugünkü haliyle bile dünya bolluk içindedir. Kıtlığı yaratanlar bizzat kapitalistler. Kullanım değerlerini, kapitalist değer haline getirirseniz sonu böyle olur.
Kıt kaynaklar maalesef dünyanın pek çok yerinde büyük sorunlara yol açıyor. İstenildiği kadar çok üretim fazlası verilsin, ABD’de ortalama yaşam düzeyine sahip bir ailenin bu koşulları sürdürebilmesi için dünyanın başka yerlerindeki insan emeğini ve kaynaklarını sömürmenin zorunluluk olduğu ortada (Bu durum haliyle Türkiye gibi ülkeler için de geçerlidir). Sosyalizm dediğimiz olay pat diye bütün dünyada ortaya çık(a)madığına göre yeni sistem için kıtlık varsayımları yapmanın yanlış olduğunu düşünmüyorum. Yani kıtlık meselesini basitçe şu an dünyadaki üretimi dünya insanlarına dağıtarak çözemediğimiz sürece, (sömürü dolayısıyla) kıtlık dünyanın önemli problemlerinden biri kalacaktır.
Ayrıca kıt kaynak dediysek sosyalizmin herkese eşit koşulları sağlayabilme kapasitesinden bahsettiğimizi de açıklayalım. 6 milyar insanın yaşamı sömürüsüz bir ortamda nasıl sürdürülebilir. Bu iş o kadar kolay değil…
Sayın Zileli, konuyla ilgili olarak Malthus’un nüfus teorisi hakkındaki fikrinizi merak ediyorum. Sizce günümüzdeki gelişmeler, bu konuda Marksizmin yanıldığı anlamına mı geliyor?
Doğrusunu söylemem gerekirse malthus’un teaorisinden haberdar ollmakla birlikte bu konuda fikir ileri sürecek konumda görmüyorum kendimi. siz bir şeyler yazabilirsiniz elbette.
Küresel Âfetlerin motoru: Düzensiz nüfus artışı
Nüfus artışı insan sayısının artması demektir. İnsan sayısının artması ise belli bir yoğunluktan sonra, sadece makul ihtiyaçların değil, doğayı tahrip eden hırs, israf gibi olumsuzlukların artması olacaktır. Bu artışların sonucunun, doğanın tahribinde bir ilerleme olacağı ise tartışmasızdır.
O halde, doğa tahribinin, deyim yerinde ise motorunu frenlemek, düzensiz ve hele hele niteliksiz nüfus artışını durdurmakla âdeta eşanlamlıdır.
Unutmayalım ki, bugünkü 6 milyarlık nüfusu beslemekte yetersiz olmaya başlayan yerküre, 2020’de 9 milyarı aşacak olan dünya nüfusunu besleyemeyecektir.
O halde, buna bugünden çare aramamak, insanlığın intiharı demektir.
Nüfus artışının insanlığı bir felakete doğru götürdüğünü açık ve kesin biçimde ilk kez söyleyen, İngiliz düşünürü protestan Robert Malthus (Rabırt Maltüs) oldu. Malthus’ü eleştirenler konuyu hep ekmek, ev, giysi meselesi olarak gördüler.
MALTHUS’UN KEHANETİ
Bilindiği gibi Malthus (ölm.1834), insan nüfusundaki artışın geometrik, tarımsal maddelerdeki artışınsa aritmetik bir artış olduğunu ve bunun sonunun insanlığın aç kalması olacağını söylemiş ve nüfusun azıltılması için her türlü çareyi önermiştir. Bu çarelerin çoğu insanlık dışı, zalim çarelerdir.
Malthus, nüfusun azaltılması için ölümleri, salgın hastalıkları, kanlı kavgaları âdeta teşvik etmiştir. Onun bu tezlerini işleyen ‘Essay on the Principle of Population’ adlı eseri, önerilen bu ‘çareler’ açısından bir insanlık suçu belgesi gibidir. Bunun içindir ki Malthus, sadece dine bağlı çevrelerce değil, materyalist-sosyalist çevrelerce de ağır biçimde eleştirilmiştir.
Malthus’ü birçok bakımdan biz de eleştirmekteyiz. Ancak, onun, nüfus artışının arz ettiği tehlikeye ciddî biçimde ilk dikkat çeken düşünür olarak anılmak, hatta takdir edilmek gibi bir hakkının olduğunu da inkâr edemeyiz.
Malthus’ün bazı isabetsizlikleri, bazılarının “Nüfus sınırsızca artabilir” yolundaki tezinin isabeti anlamına gelmiyor.
Gerçek şu ki, nüfusun frensiz artışı, sadece aş ve iş problemi açısından sıkıntı çıkarmakla kalmıyor, insan denen varlığın genetiğini, amaçlarını, özünü, doğanın dengelerini ve sonuç olarak da ideal bir dünyanın oluşumunu tehlikeye atıyor. Bu tehlike, gen şifrelerinin çözülmesiyle bile aşılamaz. Tam aksine, gen şifrelerinin çözümünden beklenebilecek yararları tehlikeye atacak bir numaralı sıkıntı da niteliği garanti edilmemiş nüfus artışıdır.
İnsan, yaratıcı ve sorumlu bir varlıktır. Nüfusun sınırsız-başıboş artışı insanı insan yapan bu iki değeri (yaratıcılık ve sorumluluk) yozlaştırıyor yahut yok ediyor.
Karnı doyurulabilen kişileri Yaratıcı’nın idealindeki insan olarak görme zaafı, insanlığa büyük kayıplar verdirmiştir.
Biz şuna inanıyoruz:
İnsanlığın bugün en büyük meselelerinden biri, nüfus artışıdır. Bu mesele, insanlığın geleceğine yönelik tehditlerin de en büyüklerinden biridir.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10871165.asp
“Çünkü devrim, teknolojinin ya da “üretici güçlerin” gelişmesinden önce, insanın, insan ilişkilerinin, üretim ilişkilerinin, kültürün değişimini, eşitliği vazeder. Bunlar ise, azami eşitsizliğe, uzmanlaşmaya, toplumun sağlam hücrelerini ve ruhunu öldürmeye dayanan insansız ilerlemeciliğin kesinlikle karşı olduğu şeylerdir. ”
Gün Zileli bu paragrafı ve genel olarak yazının kendisiyle beraber üretici güçler teorisi hakkında bir şey bilmediğini göstermiştir. Üretici güçler, sayın Zileli, yalnızca teknoloji ve üretim araçları değildi fakat Marx ve Engels tarafından şüphe götürmez bir şekilde, üretim araçları, teknoloji, işçi sınıfı, burjuvazi, ideoloji ve kültürün bir toplamı olarak görülür.
Teknoloji ve üretim araçları gelişir ve toplum da değişir/ilerler gibi teknolojik/ekonomik bir belirlenim sıkıntısı yoktur Marx’ta.
Daha da önemlisi, Marksizmin amentüsü sınıf mücadelesidir.
Yine toptancı, yine her şeyi düzleyici bir yazı.
Belli bir yüzdeyle sürekli biçimde, feci bir biçimde (exponential) artan dünya nüfusunun ve sanayi toplumları tüketiminin yerkürenin taşıma kapasitesini çoktan aştığı, artık geriye dönüşün imkansız olduğu, 20-30 yıl zarfında büyük felaketlerin kaçınılmaz olduğu bir aşamada dil, kültür ve etnik kimlik yüzünden birbirlerini öldürüp duran insanlar İdi Amin’den de daha ilkel, daha çirkin, daha akılsızdırlar. İnsanoğlunun dil kullanma yeteneği onun rasyonalizminin kanıtıdır. Kongo gorilleri entelektüel olarak dil kullanan insanoğlundan bir bakımdan geri sayılırlar. Ancak Kongo gorillerinin hemcinsine ve cinsinden olmayanlara gösterdikleri hoşgörü itibariyle günümüzün pek çok “medeni” ulusundan veya halklarından daha ileride oldukları ampirik olarak kanıtlanmıştır.
http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=14668&mehmet_yildiz-abdullah_ocalan_ve_baris_
Marksizmde tekniğin öne çıkarılması şeklinde bir yanlışlık yoktur. Zaten üretici güçler 4 parça olarak sayılmıştır. Marksizmin üretici güçler teorisi ile toplumun gelişimini izahı -eksik yanlarıyla da olsa- doğrudur. Komiklik tarih görüşüne sahip olmadan Marksizm eleştirisine kalkışılması …
Ben de katılıyorum.
Ama gülmüyorum.
Öyle bile olsa, rica etsem dikkate alır mıydınız, birazcık olsun. belki de içinde bir gerçek kırıntısı vardır. Bu ne kibir!
Sayın Zileli; sanırım “sezdiğiniz” bir şeyi anlatmaya çalışmışsınız; “anlatmak istediklerinizi” anladığımı düşünüyorum… Katkı amacıyla yazıyorum…)
Benim de benzer sorunlar aklıma takılıyor ve verdiğim yanıtların ne kadarı “literatüre” uygun bilemiyorum. (Bunu umursamaktan vazgeçmemiz gerektiğini de düşünüyorum…)
“Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı” gerçekten dahice bir özet… Bu insanlık tarihinin olağanüstü, kesinlikle dahice, inanılmaz yoğun ifadesi belki de yazılmış en müthiş bir şiir! Şiir, çünkü böylesi bir derin gerçkelik, bu denli bir söz ekonomisiyle başka türlü yazılamazdı… Hatta belki Marks’ın diğer bir çok açıklamasıyla, kendiyle çelişen bir özet olduğunu da düşünüyorum. “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz…” Kapitalist üretim tarzının “üretici güçleri”, sürekli “kesintisiz devrimlerle” geliştireceğini kestirememiş ama temel bir gerçekliği de ifade edebilmiş…
Bu “Katkı’dan iki cümle alıyorum…
“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar…”
*
Biz 150 yıl önce yaşamış ve her insan gibi önünde sonunda kendi tarihiyle sınırlı birer “dahi varlıklar” olan bu insanlara büyük haksızlıklar ediyoruz. Çünkü biz “korkular” içinde yaşayan “zavallı” insanlar olarak mutlak hakikati gösteren; binlerce yıldır yürüdüğümüz uçurumlar kıyısında patikalaşmamış belirsiz bir yolun haritasını bize verecek bir “peygamber” arıyoruz! (1400 yıl önce yaşamış bir başka ‘fani’ varlıktan süregelen beklentiler de ‘insan türüne’ ait bu benzer ve derin zayıflığın dışavurumu olarak görülebilir!) Marks-Lenin’e de tüm bir insani-evrensel, değişmez mutlak doğru-hakikatleri bize iletmek gibi hiç bir “fani varlığın” sahip olamayacağı bir misyonu yüklüyor ve kendi “budalalıklarımızla” yüzleşmek yerine onları suçluyoruz…
Şunu kabul etmeliyiz; Marks bir “dolunay” gibi önümüzü aydınlatıyor; bir güneş gibi değil! Ama biz “karanlıkta” ve ama “tarihin ve bilgelerin”, “dolunay ve yıldızların” aydınlattığı bir coğrafyada kendi yolumuzu bulmak, “arkadan geleceklere” bir patika yapmakla yükümlü “fani” varlıklarız! “Marks-Dolunay da” zaman zaman bir bulut arkasında kalabilir; önümüzü aydınlatmayabilir! Öyledir de! O zaman “durup” düşünmeliyiz…
*
Marks “toplumun maddi üretici” güçleri derken neyi kast ediyordu… Tamam, bu yolda ayrıntılı açıklamalar da yapmış olabilir ama “maddi üretici güç” insandan başka ne olabilir ki? Tabiat, toprak, fabrikalar, makineler… Tabiat bile insan ihtiyacı ve aklı temelinde dönüşeceğine göre… “Üretici güç” olarak öncelikle insanın-toplumun kendisi, organizasyonları, aklı kabul edilmesinde temel bir yanlış olmadığını düşünüyorum.
Böylece, “üretici güçlerin gelişmesinden” öncelikle insanın “gelişmesi” de anlaşılamaz mı? (Sonuçta tabiat dahil araçları da kullanan-var eden insanlar değil mi? ) Bu anlamda KONUMUZ, üretimi ARTIRAN bir “üretici güç” değil, “üretici güçlerin” yani İNSANLARIN GELİŞMESİ değil mi!’
İşte burada Marksizmin “aşırı pozitivizmi” ile karşılaşabiliriz. Marksizm açısından “insani gelişme”, “üretici güç” gelişmesi yalnızca “birim zamanda yapılan üretimin artışı” olarak mı anlaşılıyor? Ama “adam” yazmış! “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz…” Hayır! “Gelişme” deniliyor. Bu anlamda “gelişme” nedir?
Moda deyimle söyleyelim… “Velev ki”, ” üretici güçlerin gelişmesi” de “fazla üretim” yapabilen insan olsun! Bu da Marks’ın “yanlışı” değil, yaşadığı döneme ait bilimsel buluşların, insan aklının inanılmaz başarılarına ve Sanayi Devrimine ait “esrimenin” kaçınılmaz “ukalalığı” sayılamalı! O zamanlar henüz antropoloji, evrim, bilinç altı, psişe bilinmiyordu! Makinelerin “büyülü” üretim gücü, seyredenleri büyülemiş, insanı da bir “makine” olarak görmek aşağılayıcı değil, “yüceltici” bir bakış-değerlendirme sanılmıştı…
*
“Üretici güç İnsan’ın” gelişmesi kavramı, “gücünün” meta üretmekte artan becerisiyle değil, bu metaların birer ürün haline getirilerek, öncelikle kendine-insana “mutluluk” olarak döndürebilme süreci olarak anlaşılmasının Marksizmle çeliştiğini sanmıyorum.
Bugün için GELİŞME, kapitalizm koşullarında bir çalışanın ürettiği metaların-şeylerin, sonunda kendine bir “düşman” olarak dönmesi, ürettiği ürünlere-hayata karşı “yabancılaşma” doğuran sürecin tam zıddı olmak zorundadır.
Bugün biliyoruz… İnsan temel bir üretim gücüdür ve “üretim gücünün gelişmesi”, insanın bir makine gibi yalnızca meta, mal üretimini artırabilmesi değildir! “Üretici güç” olarak insanın da gelişmesi, kendinin bir “tür” olarak vazgeçilemez gereksinmeleri olduğunu kavramış olmasıdır. Adaletli, özgürlükçü, eşitlikçi; dünya-toplum-tabiatla barışık bir hayat…
“Gelişmiş insan” her bir insanın özel otomobile ihtiyacı olmadığını bilen insandır. Gelişmiş bir üretici güç olarak insan, zamanını-hayatını para kazanmak-harcamak için değil, üreterek ve zamanının çoğunu dostları-sevdikleriyle, kitaplar, sanat, sporla ve tabiat içinde birlikte olmaya ayırmasını bilen insandır.
Gelişmiş bir “üretici güç”, kendine kirli denizler, çorak topraklar, zehirlenmiş, kirletilmiş bir tabiat olarak dönecek “üretim artışının” salaklığını anlayan bir güçtür! O. Gürsel
Bu Marksizmin bir yorumudur ve tabii ki olumludur. Böyle bir Marksizm anlayışına hiçbir itirazım yok.
Daryuş Şayegan ile söyleşiden;
Gelecek için ne düşünüyorsunuz?
Şayegan: Kısa vadede karamsar, uzun vadede iyimserim. Çünkü İran’da ciddi bir bilinçlenme var. Genç kuşaklar modernliğe çok açıklar.
Tüketim toplumunun köleleri olmasınlar?
Şayegan: Zamanın akışına karşı duramazsınız. Evet Batı’da bir dizi sorun var. Ama reddederek onlarla baş edemezsiniz. Ne kadar lanetlerseniz o kadar kurbanı olursunuz. Dünyanın gerçeklerini kabullenmek, onları benimsemek ve aşmak gerekir; ama kapınızı kapatamazsınız. Tüm kapıları, ancak baskı yoluyla kapatabilirsiniz. Burada gençler çok sindirilmiş, çünkü en doğal ihtiyaçlarını gidermeleri engellenmiş.
Planlı Eskitme
Selim Fuat
Nisan 2014, no:109
Teknolojinin gelişmesi ile birlikte, üretilen ürünlerin daha kaliteli olması, bununla birlikte de daha uzun ömürlü olarak kullanılabilmeleri umulur. Ne var ki, kapitalistlerin piyasaya sürdüğü ürünlerin durumu bu beklentinin ne denli naif olduğunu ortaya koyar.
Garanti süresi henüz yeni dolmuş olmasına rağmen çürüğe çıkan çamaşır makineleri, buzdolapları, televizyonlar; sapasağlam görünüyor olmasına rağmen birdenbire çalışmamaya başlayan ve tamirat, parça değişikliği bedeli yenisinin fiyatından daha fazla olan yazıcılar; sürekli yapılan güncellemelerin ardından iki yılın sonunda artık yeni çıkan hiçbir programı düzgün çalıştıramadığı için ıskartaya ayrılan “akıllı” telefonlar; ilk giyişte kaçan çoraplar; bir yıl bile dayanmayan ayakkabılar… Tüm bunlar hiçkimsenin sakınamadığı “yaşamın acı gerçekleri”dir.
Bütün bunlar elbette tesadüfî değildir. Çünkü kapitalist üretim genelleşmiş meta üretimidir ve kapitalistler bu metaları bir tek motivasyonla üretirler; daha fazla kâr elde etmek ve böylece sermayelerini büyütmek için. Dolayısıyla onların amacı insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere daha uzun süreler boyunca kullanılacak daha kaliteli ürünler üretmek değildir. Onlar sermayelerini büyütecek ve bu büyümeyi sürekli kılacak üretim stratejilerine ve taktiklerine yoğunlaşırlar. Bunun sonucunda da daha kaliteli ve uzun süreli kullanılabilecek ürünler üretmek yerine, ürünlerini satın alanların onlara kısa süre sonra yeniden müşteri olmalarını sağlayacak şekilde bir üretimi yeğlerler. Kapitalizmi ayakta tutan seri imalatın sürdürülebilmesi kitlesel tüketimin sürekliliğine bağlıdır. Bu yüzden ürünler daha uzun süreler kullanılabilecekken belirli ve ayarlanmış bir kullanım ömrünün ardından işlevlerini yitirecek biçimde üretilirler. Bu durum kapitalistlerin bilinçli bir seçimini ifade eder ve “planlı eskitme” adıyla bilinir.[*]
Tüketime konu olan neredeyse tüm metaların tasarımında 1920’lerden bu yana giderek artan biçimde “planlı eskitme”nin çeşitli yöntemleri kullanılır. Bunu hayata geçiren endüstriyel tasarımcılar eskitme yöntemlerini ürünleri tasarlarken sistematik olarak uygularlar. Örneğin teknik ya da fonksiyonel eskitme olarak anılan yöntemde, ürünün tasarlanan ömrünü tamamlamasının ardından tekrar kullanılması için yapılacak tamirat maliyetinin yenisini alma ile neredeyse denk olması sağlanır. Yedek parça, tamir ve bakım hizmetlerinin ücretlerinin yüksek tutulması ile ürün sahibi elindekini tamir ettirmek yerine yeni ürün almaya yönlendirilir.
Sistematik eskitme ise periyodik olarak ürünlerin daha üst versiyonlarının üretilmesi ve yeni ürünün eskisine olan üstünlüklerinin vurgulanması ile yapılır. Bu durumda belirli bir dönemde kullanılamaz hale gelen bir ürün söz konusu değildir. Ama uzun süre kullanılabilmekle beraber gelişen ihtiyaçları karşılamaktan bilinçli olarak yoksun kalacak şekilde tasarlanmış ürünler yüzünden yeni ürünler satın almaya zorlanırsınız. Özellikle teknoloji geliştiren firmalar uzun dönemde piyasaya sürecekleri ürünleri önceden tasarlamakta ve en düşük özellikliden başlayarak belirli periyodlarla piyasaya kademe kademe yeni versiyonlarını sürmektedirler. Böylece piyasaya sürülen her yeni ürünle birlikte bir önceki ürün daha vasıfsız, yeni ihtiyaçları karşılamaktan daha yoksun ve daha demode hale gelmektedir. Örneğin bilgisayarınızda kullandığınız yazılımları sürekli olarak değiştirmek zorunda kalmanız bu eskitme yöntemine maruz kalmanız ile ilgilidir.
Stil eskitmesi olarak adlandırılan yöntemde ise ürün tasarımı sürekli olarak yenilenir. Otomobillerin kasalarını kısa aralıklarla yenileyen otomotiv üreticilerinin yaptığı uygulamalar bu yöntemin en çok bilinen örnekleridir. Ya da tekstil sektöründe her yıl değişen “moda” ile ürünler daha yıpranmaya fırsat bulmadan gardropların diplerine atılırlar. Ürünün çalışması için ekstra bir başka ürüne ihtiyaç duyduğu durumlarda ise tüketerek eskitme yöntemi kullanılır. Örneğin bilgisayar yazıcılarının kartuşları tükendiğinde, kartuş fiyatları yüzünden eskisi sapasağlam durduğu halde yeni bir yazıcı almak daha “makûl” olabilir.
Planlı eskitmenin etkileri de çok boyutludur ve sadece satın alınan ürünlerin kalitesizliğinin yarattığı sorunla sınırlı değildir. Bu ürünlerin sürekli olarak satın alınması için yürütülen reklâm ve propaganda kampanyalarının toplum üzerinde çok yönlü etkileri vardır. Planlı eskitmenin işleyebilmesi için kapitalistler tarafından üretilen yaygın propagandalar insanların psikolojilerini de yaşam biçimlerini de belirler. Kapitalizmin ihtiyacı olan ama toplum için akılcı olmayan bir tüketim anlayışı herkesi esir alır. Kafalarını tüketmeye takmış insanlar, burjuva medyanın bombardımanı altında, mutluluğu ve özgürlüğü, daha fazla ürünü satın alarak, ürünlerin en son modellerine sahip olarak elde edecekleri şeyler olarak algılar. Emekçiler, kapitalizmin ihtiyaç olarak benimsettiği ürünleri satın alarak tüketmek için, ömürlerini tüketir hale gelir. ABD’li bir analistin dile getirdikleri tüm sistem için bir normdur artık: “Müthiş verimli ekonomimiz, tüketimi hayat biçimimiz haline getirmemizi, alışverişi ve tüketimi kutsal törenlere dönüştürmemizi, ruhsal tatmini ve ego tatminini tüketimde aramamızı talep ediyor. Etrafımızdaki şeylerin giderek artan bir hızla tüketilmesine, yerine yenilerinin konmasına ve çöpe atılmasına ihtiyacımız var.”
Planlı eskitmenin tarihi
Birinci emperyalist paylaşım savaşından sonraki dönemde, ardı ardına yaşanan buhranların ekonomiyi çökme noktasına getirmesi, kapitalistleri ekonomik alanda yapısal dönüşümleri gerçekleştirmeye yöneltmişti. Ekonominin çarkları dönmüyor, işsizlik inanılmaz düzeylerde seyrediyordu. Gerçeklere takla attırıp kafaları karıştırma konusunda mahir burjuva ideologların “talep yetersizliğine” bağladıkları, ama kapitalizmin döngüsel bütün büyük ekonomik krizlerinde olduğu gibi bir aşırı üretim krizi olan 1929 buhranı ile birlikte çözüm arayışları hız kazandı. “Eksik talebi” ortadan kaldırabilmek için kamusal ve bireysel harcamaları arttıracak politikalar uygulanmaya başlandı.
Planlı eskitmeye dair radikal bir öneri, Bernard London tarafından 1929 Büyük Buhranından sonra ortaya atıldı; ama uygulanmadı. London, ekonominin sürdürülebilir olması için her ürünün ömrünün kanunen belirlenmesini öneriyordu. Böylece insanlar sürekli satın almaya teşvik edilecek, “eksik talep” sorunu olmayacaktı. Ekonominin çarklarının dönmesi talebin artması ile birlikte sağlanınca istihdam sorunu da ortadan kalkacaktı. Bu öneri London’un dile getirdiği gibi yasalar zoruyla hayata geçirilemeyecekti belki ama burjuvalar ilerleyen yıllar boyunca yasalardan daha etkili yollarla bunun gerçekleşmesini sağlayacaklardı. London’a ilham veren çalışmalardan en önemlisi bir ampul kartelinin 1920’lerin başından beri sürdürdüğü çalışmalardı.
Bugün, ABD’de bir itfaiye merkezinde bulunan bir ampulün 1902 yılından bu yana kullanıyor olduğunu duyan herkes haklı olarak şaşırır. Sonuçta, teknolojinin bunca ilerlemesinden sonra bile birkaç yıl çalışandan daha kaliteli ampul bulması imkânsız insanlar için, 110 yıldan fazla süredir çalışan bir ampulün varlığına inanmak güçtür. Oysa bu durum bütünüyle gerçektir. Kabullenmesi ne denli güç olursa olsun 100 yıl önce üretilen ampuller bugünkülerden çok daha dayanıklıdır. Çünkü 20. yüzyılın başlarında üretilen ampullerin kullanım ömrü 2500 saat civarında iken, aralarında Philips’in de bulunduğu çokuluslu şirketler bir araya gelerek bir kartel oluşturmuş ve ampulün kullanım ömrünü kısaltmak için uzun süreli bir faaliyete girişmişlerdir. Phoebus Karteli denen bu oluşum kademeli olarak ampullerin ömrünü kısaltarak 1940 yılında, hedefledikleri süre olan 1000 saate düşürmüştür.
Yani, Edison’un piyasaya sürdüğü ilk ampullerin bile ömürleri 1500 saat civarında iken, kapitalizmin akıldışı sisteminin gerekleri yüzünden, mühendisler yememiş içmemiş daha kalitesiz bir ampulü nasıl üretiriz diye uğraşıp durmuşlar ve 1000 saatte çalışamaz hale gelen ampulleri insanlığa kazandırmışlardır! Bugün 100 bin saat çalışabilecek ampullerin patentleri büyük şirketlerin kasalarında saklı durmaktadır. Ama bizler sistemin selameti için 1000 saatlik ampulleri kullanmaya mahkûm ediliriz. Aslında bir tek bu örnek bile kapitalist üretimin insanlık için ne denli akıldışı hale geldiğini gayet iyi anlatır.
Planlı eskitme uygulamalarının sistematik hale getirilmeye çalışıldığı yıllardan bir çarpıcı örnek de ilk naylon çorapların başına gelenlerdir. Dupont firması 1950’lerin başında ilk naylon çorapları üretip piyasaya sürdüğünde bu çoraplar kadınlar tarafından çok beğenilir. Çünkü bu naylon çoraplar o kadar sağlamdır ki bir kadın bir çorabı ömür boyu giyebilir! Sağlamlığını göstermek için üreticiler reklâmlarında bu çorapları arabaları çekmek için kullanırlar. Ama Dupont naylon çorabı piyasaya sürdükten sonra sağlamlığı ve uzun ömrü nedeniyle kazancının sınırlandığını anlayınca ampullerin başına gelenler naylon çorabın da başına gelmeye başlar. Firma, mühendislerinden çorabı daha kısa sürede işe yaramaz hale gelecek şekilde yeniden tasarlamalarını ister. Mühendisler tasarımı değiştirirler ve firma çabucak kaçan çoraplar üretmeye başlar.
Bu örnekler özellikle 1950’li yıllardan itibaren yaygınlaşır ve sistematik hale gelir. Metalar hiçbir zaman, class=apple-converted-space> “döngüsel tüketimin” devam etmesi için dayanabilecek olandan daha uzun ömürlü üretilmez. Kapitalist ekonominin çarklarının dönmesi için her şeyin belli bir zaman dilimi içerisinde bozulması gerekir. Bugün bu durumun en ileri örnekleri ile karşı karşıyayız. Elektronik cihazlar bir yazılımla belirli bir süre çalıştıktan sonra devre dışı bırakılabiliyorlar. Yazıcılar 18000 adet çıktı aldıktan sonra işlev görmesini engelleyen bir çiple birlikte piyasaya sürülüyor ve bu sayıyı geçtikten sonra sapasağlam yazıcıyı kullanamıyorsunuz artık.
Bunların örnekleri sayısız çokluktadır ve kapitalistlerin sözcüleri bu durumu normalleştirmeye, “akılcılaştırmaya” çalışırlar. Onlara göre birkaç yılda bir otomobilleri değiştirmek, buzdolaplarını, çamaşır makinelerini, elektrik süpürgelerini yenilemek yerinde bir davranıştır. Çünkü yenilenen teknolojilerle birlikte ihtiyaçlarımız da değişir! Bunun için evde tıkır tıkır çalışan ama nedense görünümü bize artık eski gelmeye başlayan elektrik süpürgesinden kurtulup birkaç farklı özelliğe sahip olan yenisini alarak buna uyum sağlamamız gerekir. Üstelik onlara göre, ürünlerin daha çok satılmasını sağlayan her yöntem yeni istihdam olanakları da yaratacağı için “toplumsal refahı” da arttıracaktır! Bu yüzden insanların yeni ürünleri satın alması için kışkırtılması mubahtır!
Ortaya çıkan durum her yanıyla akıldışıdır. Bir tarafta işçilerin suyunun çıkarılması pahasına ortaya çıkarılmış eskitilmesi planlanmış ürünler, diğer tarafta eskitildiği için çöp haline gelmiş süresi dolmuş ürünler. Yani her yönüyle israf! Kapitalizmin “döngüsel tüketimi” sürdürme ihtiyacının aptalca sonuçları! Peki, modası geçmiş ya da süresi dolmuş ürünler çöp haline geldiğinde bu çöplere ne olur? Örneğin birkaç yılda ıskartaya çıkan bilgisayarlar, cep telefonları, kullanım dışı kalmış türlü elektronik aletlerden oluşan devasa çöp yığınları nereye giderler?
Elbette buharlaşıp yok olmazlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki bu çöpler genellikle dünyanın çeşitli yoksul bölgelerine gönderilirler. Bu ülkeler oraları çöplüğe çevirerek bu dertten kurtuluverirler. Meselâ bilgisayar parçaları ve elektronik devrelerin atıklarının çok büyük kısmı Gana’ya ikinci el ürün diye “ihraç” edilir. Ancak kullanılamaz durumdaki bu ikinci el ürünler atıldıkları yerleri çöp dağlarına çevirerek tam anlamıyla bir doğa tahribatına neden olurlar. Gana’nın birçok bölgesinde nehir yatakları gibi doğal alanlar bu çöpler yüzünden geri dönülemez biçimde yıkıma uğramıştır. O bölgelerde yaşayan insanların geçimlerini sağladıkları balıkçılık benzeri faaliyetler de ortadan kalktığı için insanlar daha da yoksullaşmışlardır. Unutmamak gerekir ki bu ürünler tüketildikten sonra da devam eden insana ve çevreye yönelik tahribat aslında daha fazlasıyla bunların üretilmesi sırasında başlamaktadır. Yani aslında kapitalizmin bekası için, insanların ortaklaştırılmış kararlarıyla ve onların gerçek ihtiyaçları göz önüne alınarak üretilmemiş olan ürünler yüzünden üretimin ve tüketimin her aşamasında insanlar ve doğa tahrip edilmektedir.
Planlı eskitme türü yöntemlerin yarattığı bu sonuçları düşündüğümüzde kapitalizmin neden tarihin çöp sepetine fırlatılıp atılmasının zamanının gelip de geçtiğine dair uzun boylu sözler etmeye gerek kalmaz. Üretimi ancak insanın ve doğanın yıkımı pahasına sürdürebilen bu sistem artık her yönüyle çürümüştür. Oysa gelinen noktada üretim faaliyetinin hiç de bugün olduğu gibi akıldışı biçimde sürdürülmesi gerekmez. İşçi sınıfının üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyeti kaldırıp onları kendi devletinin mülkiyeti haline getirmesiyle başlayacak bir süreçte, üretim işçi sınıfının yönetiminde planlı hale getirilebilir. Bu plan tüm üreticilerin inisiyatifiyle oluşacağı için kapitalizmde olduğu gibi kör bir tüketim iştahıyla da sakatlanmayacaktır. İnsanlığın kapitalizm tarafından doludizgin sürüklendiği uçurumdan kurtulmasının tek yolu da budur. Bu yüzden kapitalizm insanlığı yok etmeden kapitalizm yok edilmelidir.
[*] “Planlı eskitme”yi konu alan “The Light Bulb Conspiracy” (Ampul Komplosu) adı belgeselde bu durum çarpıcı biçimde ortaya koyulmaktadır.
http://marksisttutum.org/planli_eskitme.htm
http://marksist.net/node/3471
Matbaanın gecikmesi, Osmanlı devletinin Batılılaşmaya karşı tutumunun göstergesi midir?
Gutenberg’in 15.ci yüzyılda icat ettiği matbaanın Türkiye’ye (daha doğrusu Türkçe’ye) ikiyüzyetmiş yıl gecikmeyle girmesi, Osmanlı devletinin Batı kaynaklı gelişmelere karşı olumsuz tutumunun bir simgesi olarak sıklıkla anılır. Osmanlı devleti, hiç şüphesiz varlığının ve öneminin bilincinde olduğu halde, matbaa gibi önemli bir yeniliğe yüzyıllarca direnmiştir. Lale Devrinde kurulan basımevi bile Patrona Halil isyanında etkinliğini yitirecek, ve matbaa Türk toplumuna kalıcı olarak ancak 19.cu yüzyıl başlarında girecektir. Kemalist devrim, yaygın kanıya göre, işte bu bağnaz yapının kırılmasını sağlamıştır.
Halil’den Hamit’e
Gösterilen örnek hakikaten çarpıcıdır. Ancak aynı derecede çarpıcı olan husus, Osmanlı devletinin 1826’dan sonra geçirdiği değişimdir. Batı dünyasına yüzyıllarca sırtını çeviren Osmanlı devleti, 19.cu yüzyıldaki reform atılımıyla, başka pek çok ülkeden – bu arada Japonya’dan – daha önce ve daha hızlı bir şekilde Batı’ya yönelmiştir.
Değişimin küçük fakat ilginç bir örneği, kuduz aşısı konusunda izlenebilir. Fransız hekimi Louis Pasteur kuduz aşısını keşfettiğini 26 Ekim 1885’te bilim dünyasına ilan etmiştir. 8 Haziran 1886’da II. Abdülhamid, insanlığa yararlı keşfinden ötürü kendisine birinci rütbeden Mecidiye nişanı ve 10.000 Osmanlı lirası ödül ile birlikte, staj için bir Osmanlı hekim heyeti gönderir. İstanbullu bir Rum olan Zoeros Paşa başkanlığındaki heyet, altı ay Pasteur’ün yanında eğitim gördükten sonra İstanbul’a dönerek yeryüzünün üçüncü kuduz hastanesi olan Dâülkelb ve Mikrobiyoloji Ameliyathanesini kurar. Türkiye’de ilk kuduz aşısı 3 Haziran 1887’de uygulanır.
Olayda dikkati çeken nokta, aşının ithalindeki sürat kadar, Pasteur’e verilen nişandır: Osmanlı hükümdarı, bir yabancı tarafından insanlığa yapılan bir hizmeti ödüllendirme yetki ve sorumluluğunu üstüne almıştır. Dar anlamda Osmanlı çıkarlarının ötesinde, genel olarak insanlığın refahıyla ilgilenme gereğini duymuştur. Bu tavrın bir adım sonrası, evrensel uygarlığa hizmet arayışının bizzat Osmanlı toplumu içinde yankı bulmasıdır. Türk toplumu, yerel kimliğin dar bencilliğinden evrensel uygarlığın geniş ufkuna açılma yönünde yüzyıllardır atamadığı adımı belki tam bu noktada atmış, veya atmanın eşiğine gelmiştir.
Aynı yıllarda yine padişahın inisyatifiyle donanmaya denizaltı alınmıştır. 1880’den itibaren İngiliz Garret ve İsveçli Nordenfeld’in geliştirdikleri ilk buhar motorlu ve otomatik torpito atabilen denizaltısıyla ilgilenen ikinci devlet – Yunanistan’ın peşinden – Osmanlı imparatorluğu olmuştur. 1885’te Osmanlı devleti Garret’in bir denizaltısını finanse eder. 1888’de Garret’in tasarladığı iki denizaltı Haliç tersanesinde monte edilerek denize indirilirler. Oysa Fransız donanması ilk modern denizaltısını 1893’te, ABD 1900’de, İngiltere ise ancak 1901’de satın alacaktır.
1897 Yunan harbinde yaralanan askerlerin röntgen cihazı yardımıyla ameliyat edilmeleri ise, savaş yaralıları üzerinde yapılan ilk röntgen uygulaması olarak dünya tıp tarihine geçmiştir. Conrad Röntgen’in kendi adıyla anılan ışınları 1895’te keşfetmesinden kısa bir süre sonra, İstanbul askeri tıbbiyesinde Dr. Esad Feyzi kendi imkânlarıyla bir röntgen cihazı imal etmeyi başarır. Cihazın harp yaralıları üzerinde kullanılmasına önayak olan da bu kişidir.
Yazık ki bu adımların devamı gelmeyecektir.
Uygarlık treni nasıl kaçırıldı?
Aşağıdaki tabloda, bazı keşif ve icatların Batı ülkelerinde ortaya çıkışları ile Türkiye’ye gelişleri arasında geçen süre görülmektedir. Listelenenler, benimsenmesi önemli bir siyasi kararı veya ciddi bir organizasyon ve sermaye yatırımını gerektiren yeniliklerdir. Her iki halde siyasi iradenin – devletin – inisyatifi ya da en azından onayı gerekir. “Fakirlik”, “imkânsızlık” veya “kaynak sıkıntısı” bu süreçte tali bir rol oynarlar; örneğin demiryolu yapımı veya elektrik şebekesi kurulması gibi kararlarda sözkonusu olan mutlak anlamda kaynakların varlığı değil, olan kaynakların nereye tahsis edileceğidir. Belirleyici olan, siyasi tercih ve önceliklerdir.
Benimsenmesi ciddi bir siyasi kararı gerektirmeyen yenilikler liste dışı bırakılmıştır. Otomobil, caz müziği, bikini, çamaşır makinesi, kişisel bilgisayar gibi icatlar, maliyeti düşük bireysel kararlarla ithal edilebilecek şeylerdir. Türk toplumu geçen yüzyıl sonlarından bu yana bu tür yeniliklere uyum sağlamakta önemli bir sıkıntı çekmemiştir. Sıkıntı, siyasi iradeyi – devleti – ilgilendiren konulardadır.
Bu alandaki sıkıntının, yirminci yüzyıl başlarından beri ürkütücü bir artış gösterdiği tabloda izlenmektedir.
Tablo I. Bazı keşif ve icatların benimsenme hızı
Türkiye’de Batı’da Fark (yıl)
Matbaa 1727 1455 272
Günlük gazete 1831 1702 129
Kâğıt para 1841 1716 125
Köle ticareti yasağı 1847 1807 40
Buharlı gemi 1827 1807 20
Telgraf 1855 1837 18
Demiryolu 1856 1829 27
Denizaltı 1885 1880 5
Kuduz aşısı 1887 1885 2
Maxim makinalı tüfek 1907 1883 24
Elektrik santralı 1902 1881 21
Telefon santralı 1908 1885 23
Askeri uçak 1912 1908 4
Radyo yayını 1927 1920 7
Tank 1936 1916 20
Çelik sanayii 1939 1856 83
Televizyon yayını 1971 1935 36
Asma köprü 1973 1883 90
Kredi kartı 1984 1959 25
Otoyol 1987 1933 54
Balistik füze 1944 51+
Nükleer santral 1956 39+
Listenin en sonunda yer alan altı kalemden her birinin Türkiye’de kabulü, hatırlanacağı üzere, ciddi siyasi direnişlere konu olmuştur veya olmaktadır. Direnişin başlıca kaynağı kamuoyunun “Kemalist” veya “ilerici” olarak bilinen kesimleridir. “İslami irtica” bünyesinde bu konularda önemli bir muhalefete rastlanmamıştır.
Osmanlı devletinin geçmişte matbaayı kabulünü yüzyıllarca engelleyen Patrona Halil zihniyetinin işlevini, günümüzde, Kemalist ideoloji yüklenmiş gözükmektedir.
http://www.nisanyansozluk.com/book/book_33.pdf
Cangıla Dönüşen Kapitalist Kent İnsanlığı Boğuyor
Utku Kızılok
İnsanın uygarlaşmasının sembolü olan kent, kapitalist sistemde tam anlamıyla bir cangıla dönüşerek insanlığı boğuyor. Çoğunlukla dikey bir şekilde büyüyen, yeşil alanların saksıda çiçek gibi kaldığı, karmaşanın hüküm sürdüğü beton bloklu labirentlerde milyarlarca insan ömür tüketmekte. Yalnızca Tokyo’da 35 milyon insanın balık istifi gibi üst üste yaşadığı düşünülürse, gelinen noktada kapitalist kentin insanı nasıl bir darboğaza soktuğu ve nasıl nefessiz bıraktığı daha iyi kavranacaktır. Tokyo’yu 23 milyonla Karaçi, 20 milyonla Mexico City, 18 milyonla New York ve Sao Paulo izlemektedir. Dünyada ilk 20 büyük kent içinde yer alan İstanbul’un nüfusu ise, resmi rakamlara göre 12 milyonu çoktandır geride bırakmış bulunuyor. Hem cangıla dönüşen bu kentler hem de dünyadaki diğer yüzlerce kent sağlıksız, plansız ve çarpık bir şekilde büyümektedir.
Meselâ Çin’de şimdiki süratle yapılaşma devam ederse, 13 milyon metrekare alan daha kapitalist kentleşme anlayışının kurbanı olacak. 1950-2000 yılları arasında, kentsel olarak kabul edilen alanlar tüm dünyada %171 oranında artmıştır. 2030 yılına kadar bu oranın %150 oranında daha artacağı öngörülmektedir. An itibariyle, ön görülen bu oranın yarısı gerçekleşmiş olmalıdır. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası artık kentlerde yaşamaktadır ve bu oran her geçen gün hızla yukarı doğru tırmanmaktadır.
Kapitalist üretim biçiminin doğrudan bir sonucu olan ve dizginlenemeyen bu tarz bir kentleşme olgusu, Türkiye’yi de esir almış durumda. Ekonominin sürekli bir şekilde büyümesini ve çoktandır alt-emperyalist bir konuma yükselmiş olan Türkiye’nin daha üst basamaklara tırmanmasını arzulayan burjuvazi, inşaat sektörünü bu büyümenin lokomotifi olarak kullanmaktadır. Ne pahasına olursa olsun ekonominin büyümesini sağlama arzusu, AKP iktidarı altında, sonradan görmelik ve sınırsız bir açgözlülükle birleşmiştir. Dini kavramlar, muhafazakâr üslup ve davranış kalıplarıyla örtülen bu siyasetin sahipleri; doğanın canına okumakta, her boş bulduğu alana beton döküp bina yükseltmekte, kurallar hatırlatıldığında son derece keyfi ve kaba bir yaklaşım sergilemekte, kendisi için tehdit algıladığında ise rejimi alabildiğine otoriterleştirerek kendini ve icraatlarını garanti altına almaya çalışmaktadır. “Çılgın proje”lerle İstanbul’un akıl almaz bir çılgınlıkla büyümesinin önünü açan AKP, bir taraftan kentleri kendi arzusu temelinde dönüştürürken, öte taraftan da çevreyi ve insanları düşünmeden madencilik, baraj ve santral yapımlarının önündeki her türlü engeli kaldırmaktadır.
Dünyanın en ileri ülkelerinden en geri ülkelerine kadar, on milyonlarca insanın dar bir alana yığıldığı, sefahat ve korkunç bir sefaletin, ihtişam ve çürümenin bir arada olduğu, trafik çilesinin ve çevre kirliliğinin toplumu delirme noktasına getirdiği megapoller, kapitalizmin insanlığı nerelere sürükleyebileceğinin de bir göstergesi. İnşaat sektörü ve kentleşme burjuvazi için sermayenin yeniden üretildiği çok önemli bir alandır. Tarihsel bir krizle boğuşan burjuvazi, bu alana daha fazla yüklenmekte, doğayı ve toplumu hesaba katmayan plansız yapılaşma dizginsizce sürüp gitmektedir. Gerek İstanbul gerekse dünyanın diğer merkezi kentlerinde konut inşası üzerinden kapitalist pazar derinleştirilirken, kentin merkezi noktalarında yaşayan emekçiler “kentsel dönüşüm” adı altında kentin dışına sürülmektedirler. İstanbul’dan biliyoruz ki, kentin tarihi mekânlarında kıymetli araziler üzerine kurulu emekçi mahalleri burjuvazinin ağzını sulandırmaktadır. Burjuvazi emekçileri buralardan atarak lüks konutlar yapmak ve yüksek fiyatlara satarak kârını arttırmak istemektedir. İstanbul’daki Sulukule bunun en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Tarihi yarımada sınırları içinde kalan Sulukule “kentsel dönüşüm” kapsamına alındı ve burada yaşayan Romanların evleri ucuza kapatıldı ya da istimlâk yoluyla el konuldu. Yeni inşa edilen ve 400 ilâ 500 bin liradan satışa çıkartılan “Osmanlı havalı” konutlara bir daha geri dönemeyen Romanlar buradan fiilen sürülmüş oldu.
Yalnızca Sulukule değil, İstanbul’un merkezinde kalan, emekçilerin yaşadığı eskimiş ve çökmüş binalarla dolu mahalleler de –meselâ Cibali, Fener, Ayvansaray, Dolapdere gibi– tasfiye planlarına dâhildir. Keza burjuvazi Küçük Armutlu ya da Aydos’un denize nazır tepelerinde emekçi mahallesi görmek istemiyor. Mekân olarak oldukça kıymetli olan ve yüksek rant imkânları sunan bu bölgelere, zenginler için ihtişamlı villa kentler yapılmak isteniyor. Burjuvazinin kentsel dönüşüm dediği şey fiiliyatta emekçilerin aleyhine bir süreç olarak işlemektedir. Oysa emekçilerin ve doğanın lehine bir kentsel dönüşüme gerçekten ihtiyaç vardır. Kentler dönüştürülmeli ve emekçilere sağlıklı yaşam alanları oluşturulmalıdır. Ancak burjuvazi “kentsel dönüşüm” sloganıyla emekçileri kentin tarihi merkezlerinden, denize nazır ve rant getirisi yüksek bölgelerinden kovuyor ve buralara kendisi yerleşiyor.
Sermayenin kendini üretme alanı olarak kent
Kapitalizm kenti geniş ölçekli üretimin merkezi haline getirerek insanlık tarihinde bütünüyle farklı bir dönemin de kapısını açmış oldu. Yüz binlerce insanın köylerde, birbirlerinden kopuk yaşamı ortadan kalkmaya başladı. Marx ve Engels kır-kent arasındaki ilişkiyi Komünist Manifesto’da şöyle dile getiriyorlardı: “Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla büyük ölçüde arttırdı ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı.”
Kapitalizmin temel özelliği üretimi, pazarı ve nüfusu merkezileştirerek kentleri toplumsal yaşamın odak noktası haline getirmesidir. Bu, kırsal dağınıklık ve izolasyonun ortadan kalkması ve insanlığın kaderinin tek bir çizgide birleşmesi anlamına da gelmekte, bu nedenle tarihsel açıdan devasa bir adımı temsil etmektedir. Modern sanayinin gelişmesi ve fabrikaların kurulmasıyla kitleler kentlere akmış, kentlerdeki ticaret sanayi üretiminin ihtiyaçları tarafından belirlenmiş ve bununla birlikte kentler büyüyen nüfuslarıyla devasa kapitalist pazarlar haline gelmişlerdir. Kapitalizmin üretimi, ticareti ve pazarı kentlerde toplaması, basitçe bir araya getirme değildir. Kapitalist kent, her geçen gün büyüyen devasa kompleks bir sistemdir. Üretim için makineler, hammadde ve işgücü kentlerde yoğunlaşır; işgücünün yeniden üretimi için gerekli tüm ihtiyaçlar kentteki ticareti canlandırır; bu durum yeni iş alanları yaratır; çok büyük bir sektöre dönüşen sanat, müzik, sinema ve edebiyat gibi faaliyetler kentleri bir çekim merkezi haline getirir, kapitalistleşme ilerledikçe kır daha fazla çözülür ve kentlere akar. Böylece kentler yalnızca nüfus olarak değil sermayeye yeni yatırım alanları açması bakımından da giderek daha çok büyür.
Bu süreç tarihsel açıdan ilerici bir işlev görmüş olmakla beraber, emekçiler açısından büyük acılar pahasına gerçekleşmiştir. Tarımın kapitalistleşmesiyle birlikte milyonlarca insan işsiz ve çaresiz bir şekilde sanayi kentlerinin yolunu tutmuştur, tutmaktadır. Kapitalist gelişmenin ilk dönemlerinde bu durumun nasıl korkunç bir manzara doğurduğunu görmek için İngiltere’ye bakmak yeterlidir. Marx Kapital’de, sermaye birikiminin genel yasalarını anlattığı bölümde, köyden kopup kitleler halinde kentlere akan yüz binlerce insanın nasıl onmaz acılar çektiğini betimlemektedir. Tarım alanları ellerinden alınan ve sefalete terk edilen yüz binlerce insan, başta tarihi kent Londra olmak üzere, sanayinin gelişmesiyle bir endüstri kenti haline gelen Manchester benzeri kentlere akmışlardı. Meselâ Londra’da bir işte çalıştığını belgeleyemeyen yüz binlerce işsiz, kulaklarına ve yüzlerinin çeşitli yerlerine damgalar vurulduktan sonra kentin dışına atılıyorlardı. Damgalanmış olanların bir daha kente girmesi oldukça zordu. Ne var ki milyonlar kentlere yığılmaya devam etti. Özellikle de tarihsel kökleri olan ve aynı zamanda sanayinin yoğunlaştığı bazı kentlerin nüfusu önce birkaç milyonu buldu ve ilerleyen sürede bu kentler 15 ilâ 30 milyon arasında insanın yaşadığı megapollere dönüştüler.
On milyonlarca insanın kentlere yığılması kapitalist işleyiş yasalarının doğal bir sonucudur. Bugün dünyanın birçok kentinin varoşlarında milyonlarca emekçi ya derme çatma kulübelerde ya da gecekondu tarzı izbelerde işsizliğin ve yoksulluğun pençesinde kıvranmaktadır. Daha da önemlisi milyonlarca insan, içine düştüğü sefalet koşullarından ve umutsuzluktan ötürü derin bir travma ve yabancılaşma yaşamaktadır. Kapitalist kentleşmenin giderek artan ölçüde aldığı sağlıksız biçim, insanı her geçen gün daha fazla doğadan uzaklaştırıyor ve insan doğaya daha fazla yabancılaşıyor. Bu haliyle kentin boğucu yapısı insanların psikolojisini bozuyor ve toplumu hasta ediyor.
Şüphesiz hızla büyüyen kapitalist megapollerin insanı zıvanadan çıkartan en temel sorunlarından biri de trafiktir. On milyonlarca insanın dar bir alana yığıldığı, buna karşın sermayenin doymaz bir iştahla otomobil satışını kışkırttığı, milyonlarca aracın trafiğe çıktığı megapollerde trafik meselesinin içinden çıkılamamaktadır. Bu durumdan dolayı, dünyanın hangi gelişmiş kenti olursa olsun, ne kadar metro ve toplu taşıma aracı devreye sokulursa sokulsun, burjuvazi trafik sorununu çözemiyor ve kapitalizm yıkılmadığı müddetçe de bu sorun çözülemeyecektir.
Plansız ve çarpık yapılaşma hızla ormanları ve yeşil alanları yok ederken, yeraltı suları ya kirleniyor ya da kuruyor, denizler kullanılmaz hale geliyor. Aşırı nüfustan dolayı kanalizasyon ve su sistemleri yetersiz kalıyor. Meselâ İstanbul’da çok ciddi su sorunu olmasına ve pek çok kez su krizi baş göstermesine rağmen, AKP hükümeti Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havaalanı gibi “çılgın proje”lerle ve ayrıca devasa konut projeleriyle hem su kaynaklarına darbe vurmakta hem de kent nüfusunun sıçramalı yükselmesinin önünü açarak suya olan ihtiyacı daha da arttırmaktadır. On milyonlarca insanın kentlerde balık istifi vaziyette yaşaması ve bunun paralelinde artan yakıt tüketimi, trafik vb., hava kirliliğini de beraberinde getirmektedir. Geçmişten günümüze kentlerin en temel sorunlarının başında hava kirliliği gelmiştir. Fabrika bacalarından çıkan zehirli duman hâlâ ölüm saçmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, her sene 2 milyon insan hava kirliliğinin tetiklediği sağlık sorunlarından ötürü yaşamını kaybediyor.
Ormanların ve yeşil alanların yok edilerek betonlaşmaya açılması korkunç bir doğa tahribatına yol açmaktadır. Çarpık ve plansız yapılaşmanın sonucu olarak ortaya çıkan çevre kirliliği çok sayıda hayvan türünü ortadan kaldırırken, hayvan popülâsyonunu da düşürmektedir. Kapitalist kentleşme öylesine boyutlara varmış durumda ki, meselâ Afrika’da fillerin binlerce yıldır kullandığı göç yolları kentleşmeden dolayı kapanmıştır. Keza ABD’de yaban geyiklerinin göç güzergâhları yapılaşma ve arazilerin etrafına çekilen dikenli tellere kurban gitmektedir. Aslında bu kapitalizmin yarattığı bir doğa trajedisidir. Kapitalist kentleşme ekolojik dengeyi bozarak altüst etmektedir.
Yerleşik hayata geçen insanın uygarlaşmasının ifadesi olan kent, henüz sınıfsız bir topluma geçilemediği için, kapitalizm altında insanlığı çürüten devasa bir beton çöplüğüne dönüşmüştür. Kapitalist kent, tümüyle kapitalist üretim anlayışı üzerinde yükselmektedir. Kentin inşası toplumun doğayla iç içe, sakin ve sağlıklı bir yaşam sürmesi amacıyla değil, tümüyle kâr üzerine kurgulanmaktadır. Kapitalist üretimin plansızlığından dolayı sanayinin belirli kentlerde yoğunlaşması, gayet tabii olarak nüfusun söz konusu kentlere akmasını doğurmaktadır. Kapitalist kentleşmenin sürüklediği darboğazdan insanlığı ancak meta ekonomisine dayanmayan, amacı kâr değil toplumun çıkarları olan, üretimi merkezi olarak planlayan bir toplumsal örgütlenme kurtarabilir. Kapitalizm yıkıldığında, onun belirlediği toplumsal düşünme biçimleri, insan ile insan arasındaki ilişkiler, kent anlayışı ve yaşam biçimleri de değişmeye başlayacaktır. Yeni bir toplum ve yaşam ancak yeni ilişkiler üzerinde kurulabilir. Böylesi bir toplumun adı sosyalizmdir ve işçi sınıfı kapitalist kâr düzenini yıktığında yeni bir yaşamın da yolunu açacaktır.
http://marksisttutum.org/cangila_donusen_kapitalist_kent_insanligi_boguyor.htm
Maggotlaşan İnsanoğlu ve Yerel Dar Kafalılık (1)
Mehmet YILDIZ
Sosyal dünyanın problemlerini analiz etmekte, özellikle siyasi yazılarda sık sık dar kafalılık sergilendiğini biliyoruz. Bendeniz her seferinde “yerel yazarlar” grubuna dahil olmaya çalıştım. “Bizim sorunlara kafa yoruyor, bizden biri,” desinler diye yaptım bunu. İnsanlar yazılarımı okuduklarında “Ne alakası var şimdi bunun?” demesinler diye. Bu koşullar altında dar kafalılık kaçınılmaz oldu.
Böylece kimliğini yitiren Dersim toplumu, Apo, Tayyip Erdoğan üçlüsü yazılarımın ağırlıklı konularını teşkil etti. Halbuki insanoğlunun en büyük sorunları üzerinde düşünmek, tüm yerel sorunları bu çerçevede ele almak bana daha doğru geliyor. Ağırlaşan küresel sorunları objektif olarak incelemenin araçları ortaya çıktığı halde bu araçları kullanmamak ve yerel sorunlar içerisinde boğulmak bir yarar getirmeyecektir. Örneğin seçmenin yarısının desteklediği corrupt ve despot Erdoğan’ı eleştirip durmanın bir anlamı yoktur. Bu eleştiriler ne kadar makul olurlarsa olsunlar asla aydınlanma çağının yazarlarının eserlerinin rolünü oynayamazlar. Keza Apo ve PKK hakkında yazılanların da bir yararı olmayacaktır. Apo öldürdüğü Mahsum Korkmaz’ın heykelini diktirerek rasyonel ve özgürlükçü eleştirilerin önünü kesmekte dev bir adım daha attı. Bırakın Kürtleri, Türk Harrylerin ve Oliviaların sayısı ve inatçı çabaları bile insanı derin bir umutsuzluğa itmeye yetiyor.
1950’li yıllardan bu yana ikiye katlanma yılları giderek kısalan ve günümüzde 7 milyara ulaşan insanoğlu dünyanın besleyemediği mevcut sayısı yüzünden en temel insani hassasiyetlerini kaybediyor. Barbarlık cephesinin en önünde IŞİD’in, El Kaide’nin, soykırımcı İsrail devletinin, Taliban’ın olduğunu söyleyebiliriz. Barbarlık en temel insani hassasiyetleri yitirme şeklinde tüm ülkelerin halklarını etkiliyor. Örneğin yeryüzünün en kriminal devleti olan İsrail’in 2000’in üzerinde Filistinli çocuğu öldürmesini Norman Finkelstein’den başka kimse protesto etmedi. New York’un en kalabalık ve en büyük caddesinin trafiğini neredeyse tek başına kesen Norman Finkelstein yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı. IŞİD’in konvoyunu bombalayan ABD’nin hümanizm cephesinde görülmesi problemlidir. Aynı ABD Filistinli çocukların gerçek katilidir çünkü. ABD bombaları bir tek Ezidi çocuğunun kurtulmasına sebep olmuşlarsa hedeflerine ulaşmış sayılırlar. ABD’nin insanlık karşısındaki pozisyonu ise değişmedi.
Öte yandan kapitalizm ve çok uluslu şirketlerin barbarlığı yerkürenin fiziki sonunu getiriyor. İnsanoğlunun yerkürenin taşıyamadığı sayısı hem bu süreci hızlandırıyor, hem de sona doğru giderken tüm medeniyetin günlük olarak daha hızlı bir biçimde yok olmasını sağlıyor. Büyük kalabalıklar halinde savaşa, hastalıklara, açlığa esir düşen insanlara artık kimse acımıyor. Merhamet Antep’te, Maraş’ta, Hatay’da olduğu gibi tamamen yok oluyor. Çıldırmış güruhlar sığınmacılara saldırıyorlar. Akdeniz’de her gün büyük gruplar halinde Avrupa’ya sığınmaya çalışan insanlar ölüyorlar. Ölümcül Ebola virüsü nüfus yoğunluğunun en çok olduğu ve çevre tahribatının en çok yaşandığı ülkelerde yayılıyor.
Demografik Analizin Önemi
Sınırlı bir yerkürede sınırsız bir ekonomik büyümeyi öngören kapitalist sistemin irrasyonalizminin yanında sınırlı bir yerkürede exponential olarak büyüyen nüfusun yarattığı irrasyonalizm daha önemsiz değildir. Bu sorun her türlü sosyoekonomik sistemden bağımsız olarak incelenmelidir. Kendi başına duran bu büyük sorunu sistem tartışmaları içinde ikinci plana itmek yanlıştır.
Demografi nüfus verilerinin istatistiki analizidir. Dünya nüfusu 1804’te sadece 1 milyar iken 123 yıl sonra (1927) 2 milyara ulaştı. 33 yıl sonra (1960) nüfus 3 milyara ulaştı. 14 yıl sonra (1974) 4 milyar oldu. 1987’de (13 yıl sonra) 5 milyar oldu. 13 yıl sonra (1999) 6 milyara ulaştı. 2011’de (12 yıl sonra) 7 milyar oldu. (Kaynak: BM)
Yapılan nüfus projeksiyonuna göre dünya nüfusu 2050’de 10 ile 10.7 milyar arasında olacaktır.
Yıllık %1 büyüme oranıyla bir ülke veya yerküre toplam nüfusunu ancak 70 yılda 2 katına çıkarabilir. Büyüme oranının %3 olması halinde ise nüfusun 2 katına çıkması için sadece 23.3 yıl gerekmektedir.
Demografik Geçiş (Demographic Transition)
Demografik Geçiş konsepti Avrupa ve ABD’deki nüfus artış tarihinin incelenmesi sırasında oluşturuldu ve nüfus analizlerinde her yerde geniş olarak kullanılmaktadır. Demografik Geçiş yüksek orandaki doğum ve ölüm oranından düşük orandaki doğum ve ölüm oranına geçişi ifade eder. Belli başlı 4 aşaması vardır:
1. Aşama: Yüksek orandaki ölüm, yüksek orandaki doğumu dengeler. Nüfus artışı ya hiç yoktur ya da çok yavaştır. Hatta azalma söz konusudur.
2. Aşama: Ölüm oranları düşmeye başlar. Doğum oranı yüksek kalarak nüfusun artışını sağlar.
3. Aşama: Doğum oranları düşerek nüfus artışını yavaşlatır.
4. Aşama: Doğum ve ölüm oranlarının her ikisi de düşer. Nüfus artışı yavaşlar, hatta artış tamamen durur ya da nüfus azalır.
Demografik Geçiş çerçevesinde Avrupa ülkeleriyle gelişmekte olan ülkeler arasında bir kıyaslama yaptığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:
Avrupa Ülkeleri
Tüm periyod boyunca doğum ve ölüm oranları düşük kaldı. Ölüm ve doğum oranlarında 200 yıl boyunca tedrici bir düşüş yaşandı. Nüfus artış oranı 19.yy’da en yüksek noktasına ulaştı. Artış yıllık olarak %1-2 arasında gerçekleşti.
Gelişmekte olan ülkeler
Demographic Transition öncesi yüksek doğum ve ölüm oranları (2. Dünya Savaşı öncesinde) söz konusu oldu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ölüm oranlarında ani sert bir düşüş yaşandı. Nüfus artışı 20.yy’ın 2. Yarısında zirveye ulaştı. Yıllık olarak %2.5-3.5 arasında gerçekleşti.
Demografik Geçiş bakımından Batı Avrupa, ABD, kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya ve Çin’in esasen 4 aşamayı tamamladıklarına inanılmaktadır.
Doğu Asya, Latin Amerika, Orta Doğu ve Güney Afrika’nın çoğunlukla 3. Aşamada oldukları tespit edilmiştir.
Güney Asya (Pakistan, Hindistan) ve Sub-Saharan Afrika’nın hâlâ 2. aşamada olduğu gözlemlenmektedir.
Nüfus Değişimi
1800 öncesi nüfus değişimine baktığımızda aşağıdaki karakteristikleri görüyoruz:
a- Oldukça yavaş olan bir büyüme oranı,
b- Yüksek doğum oranlarını etkisiz kılan savaşlar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar yüzünden meydana gelen yüksek orandaki ölümler,
c- 1800’de 1 milyara ulaşan toplam dünya nüfusu.
1800-1900 yılları arasındaki nüfus değişimine baktığımızda şunları görüyoruz:
a- İlk sanayileşmeyle birlikte Avrupa nüfusundaki ölüm oranının düşmeye devam etmesi,
b- Avrupa nüfusundaki büyümenin uluslararası göçü güçlü bir biçimde arttırması,
c- Gelişmekte olan ülkelerin nüfusundaki büyümenin çok yavaş biçimde seyretmesi,
d- Dünya nüfusunun 1900’de 1.7 milyara ulaşması.
1900-1950 yılları arasındaki nüfus değişimine baktığımızda göze çarpan karakteristikler şunlardır:
a- En gelişmiş ülkelerdeki ölüm oranındaki düşüşe doğum oranındaki düşüşün eşlik etmesi,
b- Her ne kadar bazı ülkelerde ölüm oranları düşmeye başlasa da Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin çoğunluğunun hala yüksek doğum ve ölüm oranlarıyla karşı karşıya kalmaları,
c- Yüzyılın ortalarında nüfusun 2.5 milyara ulaşması.
1950-2000 yılları arasındaki nüfus değişimine baktığımızda en gelişmiş ülkelerle (EGÜ) az gelişmiş ülkeler (AGÜ) arasındaki en belirgin farklılıklar şunlardır:
EGÜ: Düşük ölüm ve doğum oranlarına geçişin tamamlanması.
AGÜ: 2. Dünya Savaşı’nı takiben ülkelerin büyük çoğunluğunda ölüm oranlarında hızlı düşüş ve 20 yıl boyunca yüksek düzeyde gerçekleşen doğum oranının dramatik nüfus artışına yol açması.
Özetle, dünya nüfusu özellikle Sub-Saharan Afrika ülkeleri, Güney Asya ve Orta Doğu’da olmak üzere artmaya devam edecektir. Az gelişmiş ülkelerdeki doğum oranı gelişmiş ülkelerdekinin iki katıdır. Az gelişmiş ülkelerdeki genç nüfus yapısı onlarca yıllık nüfus büyümesi için bir momentum oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, yakın gelecekte gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler bakımından nüfus dağılımı ağırlıklı olarak değişecektir. Nüfus artışı en çok Hindistan ve Sub-Saharan Afrika’da gerçekleşecektir.
Nüfustaki değişim üç temel demografik bileşenin ürünüdür: Doğum, ölüm, göç (dışarıdan göç almak veya ülke nüfusunun dışarıya göç vermesi).
Sub-Saharan Afrika ve Hindistan’dan Avrupa, ABD ve Kanada’ya doğru giderek büyüyen bir göç dalgasını beklemek kaçınılmazdır*.
(Devam edecek)
* Bu makalenin yazılmasında Johns Hopkins Üniversitesi’nin “Population Change and Public Health” adlı dersinin materyallerinden yararlanılmıştır.
http://www.duzceyerelhaber.com/Mehmet-YILDIZ/27678-Maggotlasan-insanoglu-ve-Yerel-Dar-Kafalilik-1
Wuppertal’de bir süre önce ortaya çıkan ve kendilerini ‘Şeriat Polisi’ olarak nitelendiren Selefi grup akşam saatlerinde kent sokaklarında dolaşarak gençlere propaganda yapıyor. Kimi zaman üzerinde ‘Şeriat Polisi’ yazan turuncu yelekler de giyen Selefiler, propaganda için özellikle eğlence mekanlarının önlerini tercih ediyorlar. Burada gençleri İslamiyet’e davet eden Selefiler gençlerden içki, kumar, uyuşturucu, müzik, konser ve sigaradan uzak durmalarını istiyorlar. Grup daha sonra çektikleri bu görüntüleri paylaşım sitelerine yüklüyor.
http://www.radikal.com.tr/dunya/seriat_polisi_almanyada_endiseye_neden_oldu-1211354
Yaptıkları aslında doğru ve bu konuyla yakından ilgili değil mi?
Maggotlaşan İnsanoğlu ve Yerel Dar Kafalılık (2)
Mehmet YILDIZ
Nüfus ve Gelişme İlişkisi Üzerine Teoriler
Ülkelerin ekonomik gelişmesiyle nüfuslarının artışı arasındaki bağlantı üzerine ileri sürülen teoriler çok çeşitlilik arz ederler. En eski teoriler Karamsar Teoriler olarak adlandırılır. Bunlar Ortodoks görüşler olarak da addedilir. Karamsar (Ortodoks) Teorilere göre yenilenemeyen doğal kaynaklar ve kapital her zaman sabittir. Bunların arzı nüfus artışından her zaman daha yavaş artar. Dolayısıyla nüfus artışı yukarı tırmandıkça ekonomik gelişme aşağıya iner. Malthusian teoriye göre, nüfus geometrik bir oranda artma eğilimindedir. Yiyecek ise yalnızca aritmetiksel olarak artabilmektedir. Artan nüfus bütün artı-ürünü tamamıyla tüketir. Çalışan sınıfın gelirinde gerçek bir yükselme mümkün değildir. İnsanoğlunun önünde nüfusun aşırı artışını önlemek için iki seçenek vardır: İnsanoğlu beslenmesi imkansız aşırı sayısını ya kendi kontrol altına alacak ya da bu işi doğa yapacaktır.
1940-1960 yılları arasında dünya nüfusu daha önce hiç rastlanmayan bir oranda arttı. 1958’de Coale-Hoover, Neo-Malthusian bir teori geliştirdiler. Bu teoriye göre, yüksek nüfus artışı sosyoekonomik gelişmeyi ciddi oranda zayıflatıyor. Bundan çıkan siyasi sonuç: Hükümetler nüfusu kontrol altına almak için müdahale etmek zorundadırlar.
Akademik çevrelerde Coale-Hoover teorisinin aşağıdaki sınırlılıklara sahip olduğu ileri sürülüyor:
1- Farz edilen ekonomik büyümenin yalnızca kapital büyümesinin bir fonksiyonu olarak görülmesi,
2- Teknolojideki gelişmelerin ve iş gücü kalitesindeki iyileşmenin (yeni jenerasyonun daha iyi sağlık ve eğitim koşullarına sahip olması aracılığıyla) hesaba katılmaması,
3- Nüfus artışıyla ekonomik gelişme arasındaki ilişkinin her yerde tutarlı bir biçimde negatif bir nitelik taşımaması; negatif ilişkiye dair ampirik kanıtların zayıflığı.
Karamsar Teorilerin yanı sıra nüfus artışıyla ekonomik gelişme arasındaki ilişki üzerine ileri sürülen İyimser Teoriler de söz konusudur(Boserup, Julion Simon). Bu teorilere göre nüfus artışı ekonomik gelişme üzerinde olumlu bir etki yaratır. İnsan zekası ve yaratıcılığı sayesinde yaratacağı teknolojiyle doğal çevrenin taşıdığı sınırlılıkları aşarak gelişmeyi sürdürecektir.
Marksizm’e göre ise “fazla nüfus” kapitalizmin bir ürünüdür ve kapitalizmin egemenliğini sürdürebilmesinin mutlak ön koşuludur. Kapitalizm sömürülebilecek hazır insan gücüne ihtiyaç duyar. Bu insan gücü zirai toprağın ele geçirilmesi ve topraksızlığa ve işsizliğe mahkum edilmiş kalabalıkların şehirlere sürülmesi suretiyle yaratılır.
İlk kez 1974 yılında toplanan Uluslararası Nüfus Konferansı yukarıdaki teorilere alternatif olarak yeni teoriler (“Revizyonist Teoriler”) geliştirdi.
1. Revizyonist Teoriye göre azgelişmişlik hızlı nüfus artışının sebebidir. Bundan çıkarılması gereken politik sonuçlar, “ekonomik aktivitelere yatırım yapmak ve ekonomik sistemi iyileştirmek” olmalıdır. 1984’te Meksika’da toplanan Uluslararası Nüfus Konferansının geliştirdiği 2. Revizyonist Teoriye göre ise nüfus ile ekonomik gelişme arasında bir nedensellik bağı yoktur. Nüfus ekonomik gelişme sürecinde neutral bir rol oynamaktadır. Bundan çıkan sonuç şudur: Nüfus planlaması yerine ekonomik reformlar, serbest piyasa ekonomisi, demokrasi vb. konular öncelik taşımalıdır.
1986 yılında ulaşılan düşünceye göre, konuyla ilgili bilimsel kanıtların yetersiz olduğu, nüfus artışı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin ulusal/bölgesel düzeyde bir netlik taşımaktan ziyade kişisel/hane düzeyinde açık olduğu ifade edildi. Az gelişmiş ülkelerdeki hızlı nüfus artışının, ekonomik, kültürel, kurumsal ve demografik farklılıklara bağlı olduğu ve ülkeden ülkeye değiştiği ileri sürüldü.
Yeni paradigmaya göre nüfus artışı az gelişmiş ülkelerdeki problemlerin her zaman başta gelen sebebi değildir. Buna rağmen diğer problemlerin yol açtığı zararın bu yolla daha da arttırıldığı söylenebilir. Sadece nüfustaki artış sorununu çözmek suretiyle bütün sorunları çözmek mümkün değildir. Fakat bu sorunun çözümü diğer sorunların çözümüne bir katkı sunabilir.
1994 yılında Kahire’de toplanan BM Uluslararası Nüfus ve Gelişme Konferansı yukarıda adını andığımız 2. Revizyonist Teorinin yerine yeni bir paradigmayı koydu. Yeni paradigmaya göre insan hakları temel alınmak zorundadır. Cinsiyetler arasında eşitliği sağlamak, ayrımcılık yapmamak, kadınları iş alanında ve sosyal hayatta daha etkin bir rol oynamaya teşvik etmek anahtar konuları teşkil etmektedir.
Teoriler ve Hakikat
Teori belli doğal olayları izah eden ve çok sayıda ampirik kanıta dayanan bir genelleme ise yukarıda adını andığımız teorilerin hiçbiri bu vasfa sahip değildir. Buna rağmen gerçeğe en yakın teorilerin Malthusian ve Neo-Malthusian teoriler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu teoriler sınırlı bir sahada sınırsız bir tür(specie) artışının gerçekleşemeyeceği gerçeğini ifade ediyorlar. Örneğin Kalahari Ulusal Parkı’nda azami olarak kaç filin yaşayabileceği bellidir. Söz konusu ulusal parkta sayısız bir fil nüfusu için yaşama şansı yoktur. Aynı yalın gerçek biyolojik bir tür olarak insanoğlu için de geçerlidir. Teknoloji hiçbir zaman bu sınırlılığı aşamaz. En ileri teknoloji yeni toprak, su ve hava yaratamaz. Malthus ve Neo-Malthusçular bu gerçeği görmek suretiyle diğerlerinden ayrılıyorlar.
Öte yandan nüfusun ve yiyeceklerin artış mekanizmasıyla ilgili Malthus’un yaptığı açıklamalar basit bir analojiden ibarettir. Nüfus geometrik olarak değil, exponential olarak artar. Dolayısıyla nüfusun ikiye katlanması yıllık büyüme oranıyla ilgilidir. Örneğin yılda %2 oranında büyüyen bir nüfus kendisini ancak 35 yılda ikiye katlar. Malthus’un öne sürdüğü gibi her nüfus artışı ikiye katlanma anlamı taşımaz. Başka bir deyişle buradaki çelişki geometrik artışla aritmetiksel artış arasındaki bir çelişki olmayıp, sınırlı bir fiziki alanda sınırsız bir büyümeyi olanaklı gören teoriyle, sınırlı bir alanda hiçbir türün sınırsız bir biçimde exponential olarak büyüyemeyeceği gerçeği arasındaki çelişkidir. Malthus daha 1798 yılında bu gerçeği görebilmiştir. Teknolojik ilerlemenin ve petrole dayalı tarımın Malthus’un öngördüğü doğal kontrolü ertelemiş olması teorinin zayıflığına işaret etmez. Petrole dayalı yoğun tarım gıda üretiminde görülmemiş bir bolluk ve ucuzluk yarattı. Bu sayede exponential artış mümkün hale geldi. Ancak bu geçici bir durumdur. Petrol rezervleri tükenince ucuz gıda da tükenecektir. Kaldı ki teknoloji ve petrole dayalı modern tarım yaşam kaynaklarına onarılması olanaksız bir zarar vermiştir. Ne tahrip edilen doğal kaynakları onarmak ne de petrolün yerine bir başka enerji kaynağını idame etmek mümkündür.
Kimyasal maddelerin kullanılmasına dayanan, onlara mutlak suretle bağımlı olan modern tarım metotları toprağı uzun vadede tahrip etmektedir. Öncelikle topraktaki besinler yok oluyor. Keza topraktaki yararlı mikroplar da imha ediliyor. Yerkürenin çölleşmesine ve küresel iklim değişikliğine yol açıyor. Tarım alanında kullanılan zehirli böcek öldürücüleri, istenmeyen ot öldürücüleri ve suni gübre yeraltı sularına, nehirlere, göllere ve okyanuslara karışıyor. Modern suni gübre değişen oranda nitrojen, potasyum ve fosfordan oluşuyor. Bitkilerin büyüyebilmesi için bunlar şarttır. Fosfor ve potasyum suni olarak üretilemiyor. Madencilik yapılmak suretiyle topraktan çıkartılan bu elementlerin rezervi büyük ölçüde Rusya ve Kanada’nın elindedir. Tarımda kullanılan Nitrojen ise doğal yaşama, canlılara ve yeraltı su kaynaklarına en büyük zararı vererek çevre felaketine yol açıyor. Makineleşmiş yoğun tarımın yarattığı su kirliliğinin en önde gelen sebebi kullanılan Nitrojen ve fosfordur.
BM’nin sözde teorileri tamamen absürt olup sorunu ifade etme cesaretinden yoksun teorilerdir; maddi hiç bir temelleri yoktur. BM kendi kendini yalanlıyor. BM verilerine göre bir milyar insan açlık sınırının altında yaşıyor. Bir milyar insan da (aynı bir milyar değil, ikinci bir grup) içilebilecek temiz sudan yoksundur. BM’nin temiz su, ekilebilir toprak ve solunabilir bir hava yaratma yeteneği olmadığına göre yukarıdaki savları öne sürebilmesi gülünçtür.
Sonuç ve Türkiye Gerçeği
Türkiye nüfusu en hızlı artan ülkelerden biridir. 1980’li yıllarda 50 milyon civarında olan toplam nüfus bugün 80 milyona dayanmıştır. Aynı hızla yeşil alanlar kaybolmakta, ülke çölleşmekte ve su kaynakları kurumaktadır. Aileler büyük, ortalama yaşam beklentisi kısadır. Nüfus genç olduğu için daha hızlı nüfus artışının koşulları mevcuttur. Bu durum AKP’nin çok tercih ve teşvik ettiği bir durumdur. AKP İslam adına söz konusu durumu kutsuyor. AKP iktidarı nüfus kontrolünü dini gerekçelerle reddediyor.
Nüfustaki hızlı artış AKP iktidarının toplumsal zeminini oluşturur. Eğitimsiz yoksul kalabalıklar mezhepçi bir iktidar aracılığıyla zenginleşmenin umudunu taşıyorlar. Ekonomideki bazı göstergelerin pozitif gözükmesi bu umudun sürekli canlı tutulmasını sağlıyor. Türkiye gibi hukukun üstünlüğünü tanımayan, oturmuş hiçbir hukuki kurumu bulunmayan, şeffaf olmaktan uzak bir ülkede her şeye seçim zaferleriyle karar verilir. Kimin zengin olup olmayacağına da hükümetler karar verir. Devletin süreklilik arz eden kalıcı kurumları ordu ve derin devlettir. MİT ve polis teşkilatı bile hükümetler tarafından yeni baştan dizayn edilir. Yargı bütünüyle hükümetin otoritesi altında şekil alır ve faaliyet gösterir. Hukuk yoktur, kimin yargıç kimin suçlu olacağına da hükümetler karar verir. Örneğin AKP hükümeti 17-25 Aralık operasyonlarından sonra yargı ve polis kuvvetini kriminal ilan ederek kriminalleri mağdur ilan etti. Son 12 yılda kimin zengin olacağına tamamen AKP hükümeti karar veriyor. Kamu arazisini kendi aralarında paylaştılar. İhaleleri bütünüyle yandaş firmalara veriyorlar. Gazete patronları iflas etmemek için Tayyip Erdoğan’ın karşısında telefonlarda ağlıyorlar. Gazete patronlarının kimi çalıştırıp kimi işten atacağına da Tayyip Erdoğan karar veriyor. Koca şirketler, holdingler vergi denetimi aracılığıyla Tayyip Erdoğan tarafından batırılmaktan korkuyorlar.
Genç Türk seçmeni bütün bu olup bitenleri normal görüyor. Küresel maggotlaşma fenomeni yerel düzeyde böyle zuhur ediyor. AKP sonuç olarak IŞİD zihniyetine sahip bir hanedanlık kurdu. Zorbalığa, hukuksuzluğa, rüşvetçiliğe, kayırmacılığa, yağmacılığa, yolsuzluk yapmaya dayanan bu sistem seçmenin ezici çoğunluğunun desteğini almaya devam ettiği sürece rasyonel tartışmaların bir ağırlığı olmayacaktır. Mevcut seçmeni hukuk devleti ve demokrasi kavramlarına sahip bir kütle gibi görmek ve sadece propagandaya ağırlık vermek suretiyle bir yere varılamaz. Türkiye’nin sadece siyasal gerçeklerini değil, aynı zamanda sosyobiyolojik gerçeklerini de görmek gerekir.
http://www.duzceyerelhaber.com/mehmet-yildiz/28039-maggotlasan-insanoglu-ve-yerel-dar-kafalilik-2
Bundan Sonra İstanbul Düzelir mi?
Mehmed Şevket Eygi
İstanbul düzelir mi?.. İstanbul kurtulur mu?.. Bence bugünkü nüfusuyla ve haliyle ne kurtulur ne düzelir…
İstanbul’da yaşıyorum, trafik bazı saatlerde içinden çıkılmaz bir halde. Birkaç yer dışında ne devlet var ne belediye ne zabıta. Düzeleceği de yok, her gün daha kötüye gidiyor.
Düşünebiliyor musunuz bütün trafik ışıklarına “yeşil ışık yandığında klakson çalmayınız” diye bir levha koydular. Demek ki sürücüler, halk bitmiş.
İstanbul trafiğinin düzelmesi için Singapur disiplininin ve ahlakının geçerli olması lazım. Singapur ahlakı yürürlükte olsa trafik cezalarından toplanan paralarla bütçe açığı kapatılır.
Siyasi iktidarlar yaygın suçların üzerine gitmiyorlar. Trafiği ihlal edenlerin hepsinden ceza alsalar gelecek seçimlerde oy değil hava alacaklarını biliyorlar. O zaman da trafik düzelmiyor.
İstanbul’da asayiş her geçen gün bozuluyor. İki türlü mafya var: Büyük mafyalar, mahalli küçük mafyalar. Bu küçük mafyalar İstanbul’u adım adım istila ediyor ve teslim alıyor.
Son on gün içinde bir fotoğraf gördüm, geceleyin çekilmiş; Eyüp’te bir mahalle halkı ellerinde baltalar, bıçaklar, hırsızlara karşı nöbet tutuyorlar.
Daha okullarla üniversiteler açılmadı. Daha yazlığa gidenlerin hepsi dönmedi. Hele bir dönsünler, trafiğin ne hallere gireceğini siz o zaman göreceksiniz.
Geçen gün öğleden sonra saat 4’te ziyaretime liseli bir genç geldi. Avrupa yakasının uç taraflarındaki evinden gelebilmek için tam iki saat yolculuk yapmış. Akşam dönerken iki saat daha, etti dört saat. Yahu, bu trafik çekilir mi?
Boğaza dördüncü beşinci köprüyü yapsalar, Marmara’nın altından ikinci üçüncü tüp geçidi inşa etseler trafik yine düzelmeyecektir.
Bütün haysiyetli üniversite profesörleri İstanbul’un alarm verdiğini beyan ediyor.
Yüksekten raya benzeyen bir yol üzerinde giden vasıtalar yapacaklarmış. Metrobüsü yaptılar da ne oldu?
İstanbul’a 1939’da küçük bir çocuk olarak gelmiştim. Nüfusu bir milyonun altındaydı. Boğaziçi Boğaziçiydi… Kadıköy tarafında Kızıltoprak’tan sonra köşkler başlardı. Bebek’e, Bostancı’ya, Çamlıca’ya tramvayla gidilirdi. Erguvanların açtığı günlerde boğazda buharlı Şirket-i Hayriye gemileriyle seyahat etmek meğerse ne büyük bir zevk ve mutlulukmuş.
Boğaziçi, Marmara üçyüz çeşit balık doluydu. Kırklı yılların başlarında bir kış günü lapa lapa kar yağmış, balıklar soğuktan baygın düşmüşler, elle kepçelerle balık tutulmuştu. Bunu gözümle gördüm. Yatılı okuduğum ilkokul Ortaköy’deydi. Dünyanın en lezzetli kalkan balıkları Beykoz’da tutulurdu.
İstanbul zaten şerefli bir şehirdir. Orada yaşayan faziletli, kültürlü, medeni insanlar ona bir kat daha fazilet katıyordu.
Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn demişler. Sesleri pek çıkmazdı ama, Osmanlı’dan kalma icazetli ulemâ, fukaha, meşâyıh vardı. Kırklı yıllarda Kadıköy vapurlarını hatırlıyorum; ne efendiler, hanımefendiler, küçük beyefendiler, küçük hanımlar vardı.
Yedikule’de bundan üç dört yıl önce Kayserili bir emlakçı ile görüşmüştüm, bana satılık bir evi göstermişti. Yirmi yıldır orada yaşıyormuş. Bir ara laf arasında eskiden burada hayli Rum yaşıyordu dedim, derin bir ah çekti “Rumlar gitti, medeniyet bitti” dedi. Bunu söyleyen, bir Müslümandı. Rum sever bir kimse de değildi. Rum nüfusun İstanbul’dan kaçırılması gerçekten büyük bir kayıp oldu, boşluk meydana getirdi.
Her zaman yazarım, İstanbul’un kaldırabileceği nüfus dört beş milyonu geçmez. Siz bunu 25 milyona çıkarırsanız olacağı budur…
Bundan yüz sene önce sur içi İstanbul’unun her yerinde pınarlar, kuyular, sarnıçlar varmış. Onları bile kurutup, yok ettik.
İstanbul, kaldırabileceğinden çok otomobile, motorlu vasıtaya sahiptir. Bunlar çekirge sürüleri gibi huzuru, sükûnu, rahatı bozuyor.
1999’da İzmit taraflarında büyük zelzele olunca İstanbul’da birtakım tedbirler alınmıştı. Birtakım meydanlar, parklar, alanlar, muhtemel bir depremden sonra kazazede halkın barınmasına ayrılmıştı. Onlar da yok artık.
İstanbul’da bundan sonra nasıl insan gibi yaşayacağız? İşte mesele burada…
İstanbul’u bu hale getiren aç gözlü rantçılar, sizin yatacak yeriniz yok.
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Bundan_Sonra_Istanbul_Duzelir_mi/21428#.VBIoYqMfx90
Abbas Paşa, I.ABBAS olarak da bilinir (d. 1813- ö. 13 Temmuz 1854, Banha, Mısır), Osmanlı egemenliği döneminde Mısır valisi (1848-54). Yönetimi sırasında yeniliklere, örneğin büyükbabası Mehmed Ali Paşa’nın (1805-48 arasında vali) başlattığı Batılılaşmaya kararlı bir biçimde karşı çıkmıştır.
Avrupalılara ve Avrupa’da eğitim görmüş Mısırlılara güvenmeyen Abbas Paşa, devlet okullarını, askeri okulları ve fabrikaları kapatarak ya da ödeneklerini keserek, Mehmed Ali Paşa’nın reformlarına karşı çıktı. Ayrıca askeri birliklerin sayısını azalttı, Delta Barajının yapımını durdurdu ve Süveyş Kanalının açılmasını isteyen Fransızların önerisini kabul etmedi. Buna karşılık, İskenderiye-Kahire demiryolunu İngilizlerin yapmasına izin vererek, Tanzimat reformlarını Mısır’da da uygulamaktan yana olan Osmanlı yönetimiyle arasındaki anlaşmazlıklarda İngilizlerin desteğini sağladı. Gene de, reformlar konusundaki uzlaşmazlıklarına karşın, Kırım Savaşı’na (1853-1855) yardımcı birlikler göndererek ve Avrupa devletleriyle yaptıkları anlaşmalarda Osmanlıları güç durumda bırakan devlet ticaret tekellerini kaldırarak Osmanlılara bağlılığını kanıtladı.
Abbas Paşa, reformlara düşmanlığı yüzünden gerici sıfatıyla damgalanmış olsa da, yönetimi sırasında hükümet harcamalarını kısması yoksul halkın yararına oldu. Vergiler hafifledi, zorunlu çalışma ve askerlik yükümlülükleri azaldı. İçe kapanık yaratılışta olan Abbas Paşa, gözden uzak bir yaşam sürdüğü Banha’daki iki hizmetkârı tarafından boğularak öldürüldü.
İsrafa Helal Diyen Kâfir Olur
Mehmed Şevket Eygi
İSRAF için caizdir, helaldir diyen kâfir olur.
Bugünkü lükslerin çoğu israfa girer.
Küçük Lüksemburg dükalığından sonra dünyanın en zengin ülkesi olan Norveç’te halk genellikle ikinci el Volvo otolarına biniyormuş.
Bizde zenginlerin, eline imkan ve fırsat geçirenlerin bir kısmı sanki kuduruyor. Lüks lüks lüks… İsraf israf israf… Şatafat, gösteriş, gurur, kibir, azamet…
En büyük israf bu memlekette her gün beş milyon aziz ekmeğin çöpe atılmasıdır.
Ülkemiz yakın zamana kadar dünyanın sayılı tahıl ambarlarından biriydi ve dışarıya buğday ihraç ediyordu. Şimdi ise her yıl üç milyon ton buğday ithal ediyor. Üstelik günde beş milyon ekmek de çöpe atılıyor.
Böyle nankörlük, böyle küstahlık, böyle nimet düşmanlığı nerede görülmüştür.
Nankör fasıklar, yemekleri lezzetli de olsa, ucuz ve mütevazı lokantalarda yemek yemeyi zül addediyor, pahalı restoranlarda tıkınıyor.
Meskenlerdeki lüks, israf, şatafat, gösteriş akıllara ziyan verecek bir sınıra ulaşmıştır.
Jakuziler, Brezilya graniti döşeli mutfaklar, banyolar, koridorlar… Sanat tarafı olmayan aşırı pahalı mobilyalar… En pahalı giysiler…
Şu Müslüman geçinenlere bakınız: İçkili, fuhuşlu, beş yıldızlı otellerde kalmaktan gurur duruyorlar.
Haram, kara, necis, kirli gelirler, zenginlikler, kazançlar, rantlar ile sarhoş olanlar lüksten lükse, israftan israfa, beyinsizlikten beyinsizliğe koşuyor.
Tâğutî güçler, tağutî medya, tâğutî eğitim lüksü ve israfı alabildiğine teşvik ediyor.
Lüks ve israf büyük bir azgınlıktır.
Lüks ve israf kurbanları en azından beyinsizdir.
İstanbul Osmanlı İslam terbiye ve görgüsüne sahip bir kimse lüks ve israflı eviyle, yazlığıyla, otosuyla, mobilyalarıyla övünmez. O, yediği lüks yemeklerle hava atmaz. Zaten o israf etmez.
Tevazu İslam’ın temel değerlerindendir.
İsraf eden kişi fasık, facir ve beyinsizdir… Mütevazı kimse yüksek ahlak ve fazilet sahibidir.
Nefs-i emmaresi, gururu, kibri, beyinsizliği yemekleri lezzetli ucuz ve basit bir esnaf lokantasında yemeyi kabul etmeyen kimse ne kadar düşük, âdi ve alçak bir kimsedir.
Böyle bir beyinsizliği dinsizler yapabilir ama bir Müslüman asla yapamaz.
Âhiret haktır ve insan âhirette, dünya hayatından sorguya çekilecektir.
Niçin o lüks içkili ve israflı otelde konakladın?
Niçin o lüks ve içkili restoranda yemek yedin?
Niçin o lüks ve israflı şeytanî otomobile bindin?
Niçin marka fetişizmi yaptın?
Niçin doyduktan sonra yedin?
İsraf genelleşirse, israf haram olmaktan çıkartılıp helal haline getirilirse, israf yaygınlaşırsa; devlet batar, ülke batar, halk batar.
Kur’an müsrifler=savurganlar için onlar şeytanın kardeşleridir buyuruyor.
Şeytanın kardeşi olmaktan utanmayanlar, korkmayanlar, tevbe edip pişman olmazlar, kendilerini ıslah etmezlerse ileride belalara ve azaplara uğrayabilir.
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Israfa_Helal_Diyen_Kfir_Olur/22192#.VGD8S2f-K8s
özür dilemek yerine seni anlamamı sağlayacak şu soruyu yanıtlasan daha iyi bir iş yapmış olursun…nihal atlı murat….
hep ışİD zulmüne maruz kalan Türkmenleri hatırlatıyorsun. insanı ve doğayı hiç aklına getirmeden…
Peki ama, Telaferde, dakukta Şİİ TÜRKMENLERİ KATLEDENLER DE SÜNNİ TÜRKMENLER, desem…bana Türklüğün bir tanımını yapar mısın?
Ama dikkat et, sonra birilerinden (töreyi) “bozduncu” ilan edilme riskine de girme…
http://marksist.net/okurlarimizdan/teknoloji-kimin-icin-gelisiyor.htm
Şu yazıda görüldüğü gibi bazı ülkelerin bu tüketicilikten geri kalması bu açıdan iyi değil midir?
Sevan Nişanyan İran’ı yazdı
Memleketi biraz tanıyınca anlıyorsun. Alışık değiller. Piyasada kitap diye bir şey yok. Urumiye 400.000 kişilik şehir, Kermanşah 700.000, Hamedan 300.000 ama bir sürü üniversitesi var. Allah için bir tane kitapçı dükkânı yok. Ders kitapları okulda fotokopi olarak verilirmiş, din kitapları da camide. Başkaca kitap yok. Tahran’ı bilmem, ama taşrada görülmüş şey değil.
Doğubeyazıt çarşısında 100 metre dahilinde üç tane kitapçı/kırtasiyeci. Üçünde de güncel çoksatanlar, bir sürü Kürt propagandası, aşk romanları. Ama sonuçta seviyesi yerlerde sürünse de, kamu fikriyatını ilgilendiren bir sürü kitap var, ve anlaşılan satıyor da. Soner Yalçın’ın boktan kitabının bile bir memleket için ne büyük lüks olduğunu idrak ediyorsun.
Buradaki kasvetin sosyalist rejim kasvetinden tek farkı, küçük girişimciyi yok etmemişler. Aksine, memleket bir baştan bir başa küçük dükkâncı, küçük tamirci, küçük taksici, küçük pazarcı, küçük imalatçı ile dolup taşıyor. Esnaf Cumhuriyeti. “Küçük kapitalist sosyalizmi” desek uyar mı acaba?
Küçük sermayeyi serbest bırakırken, büyük sermayeye nefes aldırmamışlar. Büyük işletmelerin tamamına yakını devlet tekelinde. Hayır, devlet demek yanlış, molla mafyasının tekelinde: siyasi sadakat ve korku üzerine kurulu dev bir çıkar çarkı. Eski Sovyetlerdeki parti mafyasının eşdeğeri.
Büyük üretim durmuş, çürümüş. Taşıt araçlarının hepsi 1970’ler modeli ve dökülüyor. Beyaz eşya sektörü Türkiye’nin kırk yıl önceki seviyesinde: kaba, ilkel, özensiz. Benzin istasyonları çöplük görünümünde; her birinin önünde yüzlerce araçlık kuyruk. İnşaat sektörü kasaba taşeronluğu seviyesinin ötesinde hayat belirtisi göstermiyor Tahran belki farklıdır, bilmem; Tebriz’deki yeni binalara bizim Selçuk belediyesi dönüp bakmaz.
Televizyon beş yahut yedi kanal; hepsinde aynı içi geçmiş molla propagandası, devlet bültenleri, ilkokul müsameresi tadında diziler, çiçekli fonda Kuran ayetleri. Reklam sektörü taş devrinde, çünkü reklamı yapılacak marka yok. Doğru dürüst büyük mağaza yok. Starbucks yok. AVM yok. Turizm yok. Her şehirde Şah zamanında yapılmış bir iki otel, Tusan otelleri tadında, belli ki o günden beri tamirat görmemiş. Çoğunda o günden beri çarşaflar da pek değiştirilmemiş.
Kredi kartı ile daha tanışmamışlar. Oto kiralarlar mı diye araştırdım, henüz öyle bir şey duyulmamış.
Büyük kapitalizm olmaz olsun, peki. Ama o olmayınca, o kapitalizmin ve onun getirdiği gelir ayrışmasının gölgesinde büyüyen özgürlük adacıkları da hak getire – ne sanat galerileri, ne özgün butikler, kaçık kafeler, sıra dışı lokantalar, duyulmamış müzikleri çalan radyolar, alışılmamış fikirleri söyleyen yazarlar. Her yerde aynı sıradanlık, aynı ucuzluk, aynı uçsuz bucaksız ve çıkışsız vasatlık. İlk bir iki gün sempatik gelebiliyor doğrusunu istersen: Yozgat çarşısı da sevimlidir, bir yere kadar. Ama hayat boyu buna mahkûm olduğunu düşün!
Doğubeyazıt’ta MM Migros vardı. Tavaf eder gibi dolaştım, rafları okşadım. O bolluk, o ihtişam, o emek! Bir sürü alacalı bulacalı işe yaramaz mal belki, evet. Ama başka ve uzak bir dünyaya açılan bir kapı. İnsanları o sefil kasaba yaşantısının ötesine çağıran bir siren şarkısı.
Dünyadan çok kopuklar.
Resmi televizyon içler acısı. Sanırım başörtüsüz kadın göstermek yasak olduğundan, hayvanlar alemi belgeselleri dışında yabancı film oynatamıyorlar. Basın beş on sayfalık propaganda bültenlerinden ibaret. Kitap yok. Yabancı basına ulaşmak imkânsız ötesi. İnternette bildiğin büyük sitelerin hepsi (face, twitter, blogger, youtube) yasak. Türk basınının çoğu yasak. Aradıklarımdan sadece Taraf serbestti nedense; o da paralı olduğundan, kredi kartının duyulmadığı bir ülkede kimseye faydası yok.
Turizm yok: 15 günde, bir iki Türk kamyon şoförü ile Suriyeli bir üniversite öğrencisi dışında tek yabancıya rastlamadım. Yabancı dil bilen yok gibi bir şey. Pasaport almak çok zor değilmiş. Ama herhangi bir ülkedeki fiyat düzeyi İran’ın ortalama beş ila on katı olduğundan, servet sahibi olmadıkça yurt dışına seyahat etmek zor.
Herkeste uydu varmış gerçi. Batıdaki Türk vilayetlerinde millet sadece Türk televizyonu izliyor. Oradan bakınca Türkiye refahın, zenginliğin, uygarlığın, özgürlüğün adeta Kâbesi. Reklamlara bak, ağzın açık kalır. Ne mutlu insanlar! Ne kibar bankalar! Özgürlüğün güvencesi, esnek ve emici pedler!
http://www.timeturk.com/tr/2012/06/05/sevan-nisanyan-in-iran-i-yazdi-kim-daha-dindar.html
IŞİD gibiler çürüyen uygarlığa barbar aşısı yaparak üretici güçlerin gelişmesine engel olmuyor mu?
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Israf_Cilginligi/28210