Ernest Mandel / GERİ ÜLKELERDE SOSYALİST DEVRİMLER
Geleneksel Marksizm, genel olarak göreceli olarak geri olan ülkelere -Doğu ve Güney
Avrupa ve hatta daha fazla Asya ve Latin Amerika ülkeleri- Marx’ın çok iyi bilinen şu
formülasyonu ışığında bakıyordu: daha ileri ülkeler daha geri olanlara bir büyüteçten
bakarcasına, onların gelecekteki hayalini gösteriyorlar. Bu formülasyonun vardığı sonuç şu
oldu: sosyalist devrimler önce en ileri ülkelerde gerçekleşecek, proleterya buralarda iktidarı
geri ülkelerden çok daha çabuk alabilecekti. Geri ülkelerde ise -sadece yarı sömürgeler değilfakat Rusya ve İspanya gibi ülkelerde, geçmişin klasik burjuva demokratik devrimlerinin
tamı tamına bir tekrarı olmayan ‘demokratik devrimler’ olacaktı. Bu ise, işçi hareketinin,
kapitalizmin hızlanan gelişmesine dayanarak sadece gerekli gücü biriktirmeye başlayacağı,
yönetici burjuvaziyi siyasi iktidara davet edeceği burjuva demokratik cumhuriyetlere
götürüyordu.
Hiçbir Marksist, temelde yatan hipotezi, yani göreceli olarak geri ülkelerin çözümlemek
zorunda kaldıkları objektif görevlerin, klasik burjuva demokratik devrimlerin karşılaştığı
görevlerle aynı olmasa bile benzerlik göstereceğini düşünmek gereğini duymadı. Klasik
burjuva demokratik devrimlerin karşılaştığı görevler, mutlakiyetçiliği ya da otokrasiyi
devirmek ve genel demokratik özgürlükleri güvenlik altına almak, evrensel yurttaşlık hakları
ve siyasi partilerle sendikaların engellemelerle karşılaşmadan gelişmeleri; feodalizmin
kalıntılarının ve tarımda yarı-feodal kuruluşlarla vergilendirme sisteminin ve özellikle toprak
rantı ve asalate dayalı büyük kuruluşların tasfiyesi; iç pazarı birleştirmek (gerek bu görev ve
gerekse tarım devrimi, sanayiin hızla gelişmesi ve ülkenin tam olarak modernleşmesinin bir
ön koşulu olarak görülüyor); yabancı sermayeye bağımlı şartların kaldırılması (biçimsel
ulusal bağımsızlığın olmadığı durumlarda bunun bir numaralı görev olduğu açıktır) ve
tarihsel olarak varolan devletin içinde yaşayan azınlık milliyetlerinin sorunlarını çözmek.
Bu görevlerin çözümüne giden yol konusunda marksistler arasında bir sürü ayrılıklar vardı.
Fakat bu tedbirlerin devrimin derhal baş etmesi gereken yakıcı acil görevler -ve örneğin
sanayinin tüm ölçüde sosyalizasyonu değil- olduğu konusunda genel bir görüş birliği vardı.
Bununla beraber, yaklaşan devrimin görevlerinin böyle tanımlanması, bununla ilgili olan
siyasi sorunlara genel olarak çizgisel ve daha çok mekanik bir yaklaşım içinde
birleşilmisti.Bu tür düşünce yöntemi ile, yukarıda sözü edilen verilerden mantıksal ve
dosdoğru olarak bir dizi sonuçlara varılmış olması gerekmekteydi: yaklaşmakta olan
devrimin burjuva demokratik görevlerinden, onun karakterinin burjuva demokratik devrimi
olduğu çıkarılıyordu. Devrimin burjuva demokratik karakterinden, burjuvaziyi ve onun
partilerini devrimin başından atmanın olanaksızlığı kanalize ediliyordu; devrimin burjuvaziyi
başından atmasının olanaksızlığından, proleterya partisinin (o zamanlar genellikle Sosyal
Demokrasi denirdi) taktikleri çıkıyordu: sekiz saatlik işgünü ya da grev ve sendika kurma
hakkı gibi işçi sınıfının özel taleplerini savunurken, burjuvaziyi korkutarak karşı-devrim
kampına itecek ve böylece devrimi kesin yenilgiye uğratacak aşırı davranışlardan dikkatli bir
biçimde uzak durmak gerekiyordu.
Bu mekanik yaklaşımın en açık seçik temsilcisi Rus marksizminin başı Plekhanov idi. 1905
Rus devrimimden hemen sonra, Rus, Polonya ye bazı Alman Marksistlerince gittikçe artan
bir bombardımana maruz kaldı. Bizzat Marx’ın kendisinin daha 1848’ler de, Alman
burjuvazisinin gerçek bir burjuva devrimini yönetebilme kapasitesi konusundaki şüpheleri
hatırlatıldı. Bu kapasite, 60 yıl sonra daha da kısıtlı değilmiydi? Ve devrimci sürecin
başından burjuvaziyi atan Jakobin küçük-burjuva önderliği, 1789 Fransız devriminde zaferin
önkoşulu değilmiydi? Rusya’da, Polonya’da ya da İspanya’da Fransız Jakobinlerinin karşılığı
kimlerdi? Silahlı ayaklanmayı yönetmeyi bırakın, tutuculuğa kapılmış ve barikatlar kurmada
ikircikli olmanın da ötesindeki geleneksel liberal burjuva siyasetçiler kesinlikle değildir.
Parvus, Kautsky, Lenin, Rosa Luxemburg, Franz Mehring ve Trotsky tarafından yukarıda
söylenen türden itirazlar yapıldı. Ancak Trotsky yapısal üç gerekçe ekleyerek, göreceli olarak
geri kapitalist toplumun ve ekonominin niteliğine ilişkin şaşırtıcı bir kavrayış gösterdi. Her
şeyden önce, yabancı sermayenin göreceli etkisi altında, modern proleteryanın orantısal
olarak ‘ulusal burjuvazi’ denen sınıftan daha güçlü olduğuna, çünkü proleteryanın aynı anda
hem ‘ulusal’ ve hem de yabancı sermayece çalıştırıldığına işaret etti. ‘Ulusal’ burjuyazi, sosyal
ve siyasi güçlerin elverişsiz ilişkisinden haberdardı ve bu objektif neden yüzünden,
devrimden ölümcül bir korkuya kapılacaktı. Trotsky, burjuvazinin korkuya kapılıp karşıdevrimin safına geçeceği endişesiyle proleteryanın kendi taleplerine büyük sınırlamalar
getirmesinin anlamsız olacağı sonucuna vardı. Proleteryanın taktiklerinden bağımsız olarak,
ülkenin siyasal evrimine egemen olan güçlerin karşılıklı özgün ilişkileri nedeniyle,
kapitalistler bunu nasıl olsa yapacaklardı.
İkinci olarak, yirminci yüzyıl koşullarında, büyük tarım işletmelerinin sermaye ile ilişkisi 16.
, 17. ve 18. ve hatta 19. yüzyılın ilk yarısındaki tipik ilişkiden çok farklıydı. fiimdi tarım
işletmeleri, sermaye ile krediler, bankalar, tefecilik yollarıyla tamamen iç içe geçerek
kaynaşmıştır. Önemli sayıda burjuvaların tarım işletmeleri ya da tarımsal alandaki mülklerde
kendi hisseleri oldukları için, gerçek bir tarım devrimi, modern bir jacquerie* bir yanaradikal bir toprak reformu, burjuva sınıfının sosyal ve politik çıkarlarına olduğu kadar,
ekonomik çıkarlarına karşı da doğrudan bir darbe olacaktır.Toprakta özel mülkiyete karşı
herhangi bir atak, genel olarak üretim araçlarının özel mülkiyeti uğruna acil kavga çağrısının
kendiliğinden harekete geçiricisi olacaktır: böylece sosyalizme karşı duyulan dehşetli
korkuyu ortaya çıkaracaktı. Sonuç olarak, bu tür göreceli geri ülkelerin burjuvazisinin gerçek
radikal bir tarım reformunu gerçekleştirecek bir kapasitesi ya da arzusu yoktur. Ve bu tür
ülkelerde burjuva önderliği altında kalan herhangi bir devrim kesin yenilgiye mahkum
olmuştur bile.
Son olarak, yabancı sermayenin büyük ağırlığı altında (o zamanlar esas olarak İngiliz,
Alman, Fransız, İtalyan, Hollanda, Belçika ve Avusturya sermayesi, fakat marjinal derecede
Amerikan ve Japon sermayesi) ve dünya pazarında yabancı sanayinin muazzam üstünlüğü
altında, emperyalist çağda o pazarda Brezilya Hindistan, ya da Çin’i bırakın, Rusya, Polonya
ve Türkiye gibi ülkelerde tam ölçüde kapitalist sanayinin gelişmesi için yer olup olmadığı
tereddütlerin çok ötesindeydi. Kapitalizm çerçevesi altında kaldıkça, bu ülkelerin tam bir
sanayileşme ve modernleşmeden geçmeleri olanaksız görünüyordu. Emperyalizm çağında
kapitalizm çerçevesi, yabancı sermayenin baskısı ve ileri kapitalist ülkelerde üretilen malların
rekabetine dayanır.Böylece radikal bir toprak reformunun olmayışı ve yabancı
egemenliğindeki bir dünya pazarına tabi olma, başarısızlığa mahkum etmese bile, ülkenin
köklü bir sanayileşmeye gitmesi yolundaki her çabaya ciddi olarak sınırlama koyacak bir
bileşime ulaşacaktır.Rusya, Türkiye, Brezilya, Çin ve Hindistan, Almanya, İtalya, Avusturya
ya da hatta Japonya’nın izlediği kapitalist yolu tekrar etmeyecekti, çünkü kapitalist dünya
pazarında yeni ve büyük sanayi güçleri için artık yer yoktu.
Bunu Trotsky’nin kendi sözleriyle ifade edelim: “Tarihi sürecin en genel yasası olan
eşitsizlik, kendini en keskin ve karmaşık haliyle geri ülkelerin kaderinde göstermektedir. Dış
gereksinmenin baskısı altında, onların geri kültürü atılımlar yapmaya zorlandı. Böylece,
evrensel eşitsizlik yasasından, bir başka yasa ortaya çıkıyor ve daha uygun bir ad olmadığı
için bu yasaya birleşik gelişme (combined development) yasası diyebiliriz. Bununla, uzun bir
gidişin ayrı asamalarının bir araya toplanmasını, ayrı adımların birleştirilmesini, eski ile daha
çağdaş biçimlerin bütünleştirilmesini kastediyoruz.”1
Lenin, popülistlerle olan polemiklerinin baskısı altında Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ni
yazarken, bu gelişmedeki ‘klasik’ ve organik olanlara yoğunluğu verdi. Oysa ki Trotsky,
tersine, kapitalizmde eşsiz olanda ısrar etti. Rus kapitalizminin ‘organik’ gelişmesinin hala
çocukluk döneminde olduğu, meta üreticisi el sanatları emekçileri ve küçük kapitalistlerin
hafif sanayide ortaya çıktığı bir zamanda, devletin ve yabancı sermayenin birleşik eylemi,
geri Rus ekonomisine bir dizi geniş ölçüde ağır sanayi dallarını aşılayarak, ücretlilerin
çoğunluğunun yoğunlaşmasını sağladı. Rusya’da, özellikle 19O5 ve 1917’de ne olduğunu
anlayabilmek için ekonomik gelişmenin geri ve ultra modern biçimlerinin bu birleşik
gelişimini kavramak zorunludur.
Lenin ve Rosa Luxemburg (Kautsky ve Franz Mehring de), Rusya’da burjuva önderliğinin
neden muzaffer bir devrime götüremeyeceğine ilişkin ilk ve ikinci gerekçeler konusunda
Trotsky ile aynı görüşteydiler. Bununla beraber, Lenin bu gerekçelerden üçüncüsü konusunda
aynı görüşte değildi ve Rosa Luxemburg (Kautsky de) görüş belirtmek konusunda tereddüt
içindeydi. Farklılığın önemli bir siyasi sonucu vardı. Lenin’e göre görev, devrimci sürecin
önüne , potansiyel olarak karşı devrimci burjuvazinin, yerine, Fransız devriminde
Jakobenlerin oynadığı role benzer bir rol oynayacak olan sosyal ve siyasi güçleri geçirmekti.
Ancak bu devrimci güçler, burjuvaziyi kenara iterlerken ve hatta siyasi olarak ezerlerken bile,
daha henüz Rusya’daki kapitalist gelişmenin önünü açacaklardı. Bu, tarımda Prusya tipine
değil, fakat (sanayi malları için muazzam bir yerli pazar sağlayacak olan bağımsız serbest
çiftçilerden oluşan) Amerikan tipi bir kapitalizme dayanacaktı. Bu tür bir kapitalizm Rus
sanayisini dünya pazarında rekabete zorlayacaktı, oysa ki o pazar çok kalabalıktı.
Siyasi pratiğin terimleriyle ifade edilecek olursa, bu, işçi sınıfı partisinin devrimci bir köylü
partisiyle devrimci önderliğe (hükümet) girişmeleridir. İşte hem proleterya diktatörlüğünden
ve hem de burjuva diktatörlüğünden farklı olan ünlü işçilerin ye köylülerin demokratik
diktatörlüğü.
Yaratıcı ama henüz düzensiz ve stabile olmamış Parvus’un kafası bu düşünceyle pek tatmin
olmadı. Modern tarih boyunca köylülüğün kendi merkezi siyasi partilerini kurma yeteneğinde
olmadığını farketti. Genellikle, ‘köylü partileri’ olarak sayılan partiler gerçekte her zaman,
köylülerin oylarını toplayan fakat kriz baş gösterdiğinde onların özgün sosyal çıkarlarına
ihanet eden burjuva partileri (kırsal alanda aydınların ve tüccarların partileri) olmuşlardır.
Bundan ötürü Parvus, sadece Sosyal Demokrat bir hükümetin devrimin başına geçebileceğini
ve Jakobenlerin Fransa’da yaptıkları görevi yerine getirebileceğini düşünüyordu. Fakat
Trotsky’nin tersine ve Lenin gibi, böyle bir hükümetin demokratik bir burjuva devleti ve
kapitalist bir ekonominin alanı içinde kalacağını gözlemledi; buradaki model, Avustralya’da
tam o sıralarda kurulan ilk ‘işçi hükümeti’ydi.
Genç Trotsky parlak bir cesaretle bu pozisyonların çelişkileri ve tutarsızlıkları arasından
geçip ilerledi. Devrimde köylülüğün anahtar bir rol oynayacağı konusunda Lenin’le birlikte
ısrar ederken, köylülüğün her şeyden önce devrim sırasında proleterya ve burjuvaziden
bağımsız bir rol oynayamayacağı konusunda Lenin’e güçlü bir biçimde karşı çıktı. Bu
koyuşun esas olarak nedeni, köylülüğün bu yeteneksizliğini, onların sermaye ile ücretli emek
arasında küçük mülk sahipleri ve üreticiler olarak dalgalanmaları ve yalpalamalarıdır.
Köylülüğün aşağı kesimleri sosyal heterojenliklerinin bir sonucu olarak, sürekli olarak
proleterleşme, ya da yarı proleterleşmeye doğru inerken, üst kesimleri sürekli olarak emek
sömürücüsü kır kapitalistlerine dönüşüyordu. Bütün modern devrimlerin tarihi, sanayi
kapitalizminin ortaya çıkışından bu yana tüm siyasi deneyler tamamen bu tahlili
doğrulamıştır. Köylü partisi denen partiyle koalisyon, her zaman burjuvazi ile koalisyon
oluşturmak tehditini taşımıştır ve bu da, Menşevik taktiklerin bir belirtisi olan ve Lenin’le
Bolşeviklerin kaçındıkları böyle tuzaklara düşmek olur.(‘Liberal’ burjuvazi ile bir blok
oluşturmaktan kaçınma gereksinmesi konusunda Lenin’le Trotsky arasında elbette ki tam bir
uyum vardı). Yalnızca, devrimci süreç Sosyal-Demokrasiye proleterya partisi köylülük
üzerinde siyasi hegemonya kurma, onu harekete geçir me ve ayaklanmalarını işçi sınıfı
önderliği altında merkezileştirme olanağı tanısaydı, ancak böylece devrimin tarihsel amaçları
tam olarak yerine getirilebilirdi. Bir başka deyimle ifade edecek olursak, göreceli olarak geri
kalmış ülkelerde devrimci süreci karakterize eden siyasi ve toplumsal güçlerin korelasyonu
öyleydi ki, devrim sadece proleterya sosyalist önderlik altında zafere ulaşabilirdi. Rusya’da,
Çin’de, Türkiye’de, Hindistan ya da Brezilya’da, Jakobinlerin Fransız Devriminde oynadıkları
rol ancak işçI sınıfı partisi tarafından yerine getirilebilirdi. Parvus ve Lenin’e karşılık Trotsky,
devlet iktidarını ele geçirmiş olan işçilerin, kendi özgün çıkarlarının savunulmasına,
demokratik ve acil talepler için mücadeleyle yetinilebilecek bir sınırlama koyabilmelerinin ve
aynı zamanda da kapitalistlerce sömürülmeye izin vermelerinin hiç de gerçekçi olmayan bir
girişimde bulunmak olduğuna işaret etti. Trotsky kendi pozisyonuna en yakın olan fakat
henüz daha tüm kesin sonuçları çıkarmayı reddeden Parvus ve Lenin’e durumu iyice
gözlemlemelerini söyledi. Karşımızdaki işçi sınıfı, sadece otokrasiye karşı değil, kendini
sömüren burjuvazi de dahil, siyasi olarak tutucu tüm güçlere karşı büyük bir zafer kazanmış
durumdadır. Bu işçi sınıfı devlet gücünü ele geçirmiştir.Devrimci bir hükümet
kurmuştur.Devleti yönetmektedir, silahlıdır, siyasal ve sosyal olarak kendine güvenin tam
zirvesindedir. Ve hemen ertesi günü, sakince fabrikalara ve işyerlerine -ve göreceli olarak
geri ülkelerdekiler ne de yaman işyerleriydi ve şimdi de öyledirler- geri dönecektir. İşçi
sınıfı, silahsız kapitalistlerce sömürülmeye yumuşakça boyun eğecek; yaşamının en geniş ve
enerjik kesimini yaşadığı fabrika kapılarının içinde değil, fakat sadece dışında yönetmeyi
kabullenecek. Bazı ideologlar, ülkenin sosyalizm için olgun olmadığını söylediği için de işçi
sınıfı böyle davranacak!!! Bu tür bir kendini sınırlandırma, bu tür kendine acı çektirme, siyasi
olarak muzaffer olan bir sosyal sınıf açısından tamamen olasılık dışı değil midir? Trotsky’nin
vardığı sonuç berraktı: göreceli olarak geri olan ülkelerdeki yaklaşan devrimlerde ‘aşamalar’
olmayacaktı. Eğer proleterya köylülüğün üzerinde siyasi hegemonya kurmayı ve devrimci
süreçte önderliği ele geçirmeyi başardıysa, devrim zafere ulaşabilirdi. Fakat bu durumda
devrim, hiçbir kesintiye uğramadan burjuva demokratik devrimlerinin geleneksel
görevlerinin üzerinden, herşeyden önce hala kapitalist sınıfın elinde olan üretim araçlarının
toplumsallaştırılmasının başta geldiği Sosyalist devrimin ana görevlerine geçecektir. Bu, daha
1905-06 yıllarında Trotsky’nin formüle ettiği sürekli devrim teorisinin ilk ve en önemli
teziydi. Rusya ve benzeri ülkelerdeki devrim ancak köylülüğün desteklediği proleterya
diktatörlüğünün kurulması ile zafere ulaşabilirdi. Ve böyle bir devrim ’ulusal’ ya da
’uluslararası’ kapitalizmin boyutları içinde kalamazdı: devrim, bir an önce sosyalist bir
toplumu inşa görevine başlayacaktı. Ama eğer proleterya tüm ulusun önderliğini
sağlayamadıysa, devrim yenilgiye ve karşı devrim zafere ulaşacaktır. Ve karşı devrimin
zaferi altında, ülkenin tam bir sanayileşme ve modernleşmesi hayal olarak kalacaktır.
Trotsky’nin, proleteryanın kendini sınırlanmasının olasızlığı konusundaki düşüncesinin, daha
sonra, önceden bilinmeyen koşullar altında doğrulandığını da söyleyelim. Ekim 1917’de
Bolşevikler iktidarı ele geçirince, dikkatle formüle edilmiş adım adım millileştirme planını
Rus sanayisine, sermayesine, ulaşım ve geniş bir ticaret alanına uygulama amacındaydılar.Bu
tedbirlerin önüne, bir işçi denetimi dönemi koydular ki, işçiler bu arada işletmeleri kendi
üzerlerine almadan önce bunları nasıl çekip çeviribileceklerini öğrensinlerdi. Bu dikkatlice
hazırlanmış plan, sadece burjuvazi Sovyet iktidarına karşı iç savaş sürdürdüğü için değil,
fakat herşeyden önce kendine üstün derecede güvenen işçiler, kapitalistlerin sömürüsüne,
tahakkümüne, kumandasına tolerans göstermedikleri için paramparça oldu. Kendiliğinden
fabrikalara el koyuşlarının boyutları gittikçe genişlemeye başladı ve yaşam -sınıf mücadelesi-
, önceden akıllıca hazırlanmış geniş planlarla denetim altına alınamayacağını göstermiştir.
Göreceli olarak geri olan ülkelerde, işçi sınıfının burjuvaziden ’önce’ ve burjuvazinin
’yerine’ iktidarı ele geçirebileceği düşüncesi, Rus ve diğer ülke Marksistlerinin büyük
çoğunluğunca bir düş görmek gibiydi. Bu durum, Rus işçilerinin muazzam bir devrimci arzu
ve enerji gösterdikleri ve cesaretlerinin Komün günlerindeki Parisli işçilerinkine yaklaştığı
1905 ayaklanmasından sonra da böyle sürdü. Sürekli devrim teorisi, Trotsky ’nin yakın yol
arkadaşları ve dostlarının küçük çemberi dışında çok az bir yankı uyandırdı. Rosa
Luxemburg, Trotsky’nin pozisyonlarının en yakınına gelmiş olmasına rağmen, o büyük
devrimci bile, kendi düşüncesinin mantıki sonucunun gerilerine düştü. Ve Rusya’daki
sosyalist siyasetlere sunulmaya başlanan proleterya diktatörlüğü perspektifini kucaklamayı
reddetti. Lenin, özelde bu anlayışı kabul etmedi. Menşeviklerin, devrimci süreçte burjuvaziyi
eleştirisel olarak destekleme tasarısına ateş püskürürken, zaman zaman sürekli devrim
teorisiyle alay etti. Sosyalist aşama sorunundan önce zorunlu olan burjuva demokratik devrim
aşaması ve kapitalizmin gelişmesine yol açacak olan tarım devrimi düşüncesine sımsıkı
yapıştı. Lenin ,gelecek olan devrimin, sadece varacağı siyasi biçim (demokratik cumhuriyet)
bakımından ötürü değil, fakat aynı zamanda sosyo-ekonomik içeriği açısından da, burjuva
devrimi olacağını açık seçik tanımladı. Devrimin sosyo -ekonomik içeriği de özgür kapitalist
çiftçilere dayanan kapitalizmin önünde bir ayak bağı olmadan gelişmesiydi. Bolşeviklerin
1905-16 döneminde uğrunda savaştıkları proletaryanın ve köylülüğün demokratik
diktatörlüğünün amacı bu kombinasyonu geliştirmekti. Bolşevik kadro bu ruhla eğitildi;
yirmilerde ve daha sonraları geri ülkelerdeki genç komünist partileri arasında bu ruh yıkıntı
yaratacaktı.Trotsky kendisi bile, Rusya’ya özel bir, durummuş gibi bakma eğilimindeydi ve
proleteryanın siyasi iktidarı ele geçirmesinin gerçek bir olasılık olduğu ve bunun için
proleteryanın yeterli güce sahip olduğu göreceli olarak geri bütün ülkeleri kucaklayan sürekli
devrim tezini genelleştirmeden önce, 1927 Çin devrimi deneyimine kadar bekledi.
Lenin ve Rosa Luxemburg’un bir önceki on yıllık tereddütlerini gidermelerine yardıcı olan,
1917 Şubat Rus devrimi oldu. fiubat sonrası ilk Bolşevik önderlik (Kamenev, Molotov ve
Stalin), eski formüllere sımsıkı sarılma eğilimi göstererek, hem Menşeviklerle birleşme ve
hem de geçici hükümeti eleştirisel destekleme hayaline kapıldı. Ama Lenin, örncü Bolşevik
işçilerin şevkli desteğiyle, ‘Bütün iktidar Sovyetlere’ amacına, yani proleterya
diktatörlüğünün kurulmasına doğru yöneldi. Rus devriminin dinamiği sorununda Lenin bir
“Trotskyist” ve aynı anda, örgüt sorununda da Trotsky bir ”Leninist” oldu.
Eski yoldaşlarını inandırabilmek için Lenirı’in bazı muğlak formülasyonlar kullandığı
doğrudur. Ve bu durum daha sonraları Lenin’in sözde takipçilerinin Rus devriminde şu iki
aşamanın olduğunu iddia etmelerini sağlamıştır: otokrasinin yıkıldığı ve burjuva demokratik
cumhuriyetinin kurulduğu 1917 şubat aşaması; ve işçi sınıfının iktidarı ele geçirdiği1917
Ekim aşaması. Lenin’in sürekli devrim teorisini reddetmeyi sürdürdüğünü ileri sürerken, bu
muğlak formülasyonlardan medet ummak kesinlikle yanıltıcıdır.
Hiçbir biçimde Şubat devriminin ciddi olarak burjuva demokratik devriminin tarihsel
görevlerini, en başta da radikal bir toprak reformunu gerçekleştirdiği iddia edilemez.Bu
yapılmış olsaydı, Ekim Devrimi asla zafere ulaşamazdı, çünkü işçi sınıfı ulusun
çoğunluğundan tecrit edilmiş olurdu.Ekim’in zaferi sadece şu nedenden dolayı olanaklıydı:
Trotsky’nin önceden gördüğü gibi, köylüye toprak dağıtabilecek olan muzaffer burjuvazi
değil, muzaffer proleterya idi. Sadece bu sağlam temel üzerinde, bir işçi devleti içinde
proleterya ile köylülüğün ittifak kurma olanağı vardı.
Rusya’da (ya da başka hiçbir yerde) ‘proleterya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü’nün
yaşama geçemediği de ileri sürülebilir.Geçici hükümet kesinlikle bu türden bir şey değildi:
burjuvazi ile sosyal-demokrat yalpalayıcılar arasındaki bir koalisyonun klasik Menşevik
projesiydi. Ve Ekim devrimi de bu türden bir şey değildi: proleteryanın diktatörlüğüydü.
Tarih, Rus devriminin itici güçlerine ilişkin olarak Trotsky’nin tüm hesaplarının doğru
çıktığını ispat etmiştir.
Mart-Nisan 1917’den sonra, Lenin en azından iki teme konuda hiç muğlak değildi, tersine son
derece berraktı.Trotsky’nin 1905-06’lardaki öngörüleriyle aynı çizgiyi izleyerek, Bolşevik
hedefi proletarya diktatörlüğü, ve iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi, işçi
devletinin yaratılması olarak çizmekten bir an için bile tereddüte düşmedi. Lenin,
Trotskyt’nin sadece şehir küçük burjuvazisinin değil, fakat aynı zamanda kır küçük
burjuvazisirıin (köylülük) de tarihsel olarak burjuvaziden ya da proletaryadan bağımsız
olarak rol oynayamayacağı konusundaki eski konumunu da şimdi açıkça onaylıyordu.
Köylülük, ya burjuvaziyi ya da proleteryayı izlemek zorundaydı.
Sonuç çok açıktı: proleterya köylülükle ittifak halinde, ya iktidarı ele geçirerek bir işçi devleti
kuracaktı, ya da karşı-devrim zafere ulaşacaktı. İmkansız görünen hayal dünyasının doğru
olduğu ispatlandı: proletarya, göreceli olarak geri bir ülkede burjuva devrimi aşamasını
atlayabilir ve iktidarı ele geçirebilirdi. Proleterya, sadece bunu yapabilecek durumda değil,
yapmalıydı da. Yoksa ülke azgelişmişliğin bataklığında gömülü kalırdı.
ERNEST MANDEL
Türkçesi: Ersen Olgaç
•Ernest Mandel’in bu yazısı ”Trotsky, A Study in the dynamic of His Thought” adlı
kitabınndan alınmıştır.
1992