Cumhuriyet Kitap ekinde, Nilgün Çağlayan’ın Gün Zileli’yle röportajı: “Roman kahramanlarım çoğunlukla beni de şaşırtır”
21 Temmuz 2016 tarihli Cumhuriyet kitap ekinde yayınlanmıştır.
“Roman kahramanlarım çoğunlukla beni de şaşırtır”
Romanlarınız her zaman politik bir zemin/arka plan içindeki insanı anlatıyor. Bunun nedenini sizin kişisel tarihinizde mi aramalıyız, edebiyata bakışınızda mı? Siyasal bir arka plan olmadığında bireyin de hikâyesinin güdük kalacağını düşünen romancılardan mısınız?
Kesinlikle böyle düşünmem. Gençlik dönemimin öykücülüğü varoluşçu edebiyatla, Franz Kafka’yla, Albert Camus’yle şekillenmiştir. En katı solcu olduğum daha sonraki dönemlerde bile (örneğin 1970’lerde) “olumlu kahramanlar” yaratmayı özendiren “sosyalist gerçekçilik” akımına kuşkuyla bakmışımdır.
Öte yandan, politik zemin, insanın, bireyin hayatının bir parçasıdır. İnsanı, yaşadığı toplumsal ortamdan soyutlayarak anlatmak mümkün değildir. Bireye en fazla önem veren yazarlar bile aslında dönemlerinin toplumsal ortamını dolaylı ya da dolaysız bir şekilde romanlarının zemini yapmış, aslında bireyi toplumsal geri plandan ve onun kurumlarından soyutlamadan anlatmışlardır. Alalım Franz Kafka’nın Şato’sunu. O şato aslında devasa bir toplumsal makineyi, kurumları, bürokrasiyi temsil eder. Hatta bu romanda esas mevzu, Bay K’dan, onun ruh halinden çok, Bay K’nın yaşadıkları aracılığıyla devasa devlet kurumudur. Yani toplumsal olan bu romanda arka zemin bile değil, doğrudan doğruya romanın özüdür.
Romanlarımda (özellikle Mevsimler ve Çanlar’ı ele almalıyım) elbette toplumsal arka plan önemlidir ama bunda tuhaf olan bir şey yoktur. Önemli olan, bu toplumsal arka zeminin önünde yer alan bireylerin karton olup olmadığı, “sosyalist gerçekçilik”te olduğu gibi, “amaca uygun” kahramanlar olup olmadığıdır. Romanlarımda böyle bir şey yoktur. Elbette okuyucu karar verecektir ama her iki romanda da kanlı canlı, ruhu olan, çelişkiler içinde bocalayan karakterler söz konusu.
Benim bir romancı olarak şanssızlığım, aslında bilinçli hayatıma bir edebiyatçı olarak başladığım halde, toplumsal profilimin esasen politik çizgilerle belirginleşmesidir. Beni tanıtan yazılarda edebiyatçılığıma değinilmez de, “1968 hareketinin önemli isimlerinden…”, “sol hareketin tanınmış isimlerinden…” vb. gibi tanımlamalar kullanılır. Bu da okuru veya edebi kamuoyunu ister istemez şartlandırıyor. İnsanlar beni bir türlü romancı, edebiyatçı olarak görmek istemiyor. Kısacası, bu durumdan şikâyetçiyim. Bunu daha önceki söyleşilerimde de birkaç kez belirttim. Sanırım bu duruma, kendi alanında oldukça ünlü olan ve ilgili bir okur kitlesi tarafından epeyce okunan, Yarılma, Havariler vb. gibi, Türkiye’nin toplumsal ve politik elli yılını anlatan otobiyografik kitaplarımın da katkısı oldu.
Üstelik, özellikle Çanlar romanında toplumsal ve politik arka planla bireylerin ya da roman kahramanlarının hayatlarının oldukça başarılı bir bütünlük içinde olduğunu düşünüyorum. Böyle bütünlüklü bir romanı ben değil de, sırf örnek olsun diye veriyorum bu isimleri, Selim İleri ya da Orhan Pamuk yazsaydı, kimsenin aklına bunun “politik bir roman” ya da sizin deyişinizle, siyasal arka plana şu ya da bu nedenle fazlaca önem veren bir roman olduğunu söylemek gelmeyecekti. Sonuç olarak, bu kanaatin benim adımla bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
Roman karakterlerinin “çelişkiler içinde bocalaması”nı karton karakterler yaratmadığınızın bir göstergesi olarak dile getirdiniz. Öyleyse romancının karakterin yaratım sürecinde ne düzeyde müdahil olduğunu düşünüyorsunuz? Karakterlerin yazarın “derdi”ni anlatmasında araca dönüşmelerinden onları ne kurtarır? Bu konuda bir romancı olarak sizin yaklaşımınız nedir? Bir diğer deyişle karakterlerinizin çelişkileri nereden geliyor?
Onlar benim karakterlerim değildir. Kendiliğinden girerler romana. Çelişkileri ise hayatın çelişkilerinden gelir. Ruhu olan her canlı gibi onlar da hayatın getirdiği çelişkiler içinde bocalarlar. Ruhlarının kaotik yapısı içinde farklı tutumlar sergileyebilirler. Benim kendiliğindenci bir yazım tarzım vardır. Hiçbir karakteri önceden tasarlamam. Roman karakterleri olayların seyri içinde nasıl kendiliğinden zuhur ederlerse, kendi ruhsal yapılarına göre şöyle ya da böyle davranırlar. Doğrusu, benim yazar olarak elbette bazı “dertlerim” vardır ama, onlar benim “derdime” göre değil de, gelişmeler içinde kendi ruhsal yapılarına göre bir tutum takınırlar. Bazen ben de inanamam, romandaki karakterin o anda aldığı tutuma, hatta çoğunlukla beni şaşırtırlar da. Kısacası, romanda kendiliğinden ortaya çıkan karakterler, çoğunlukla benim irademden bağımsızdırlar, hatta başlarına buyruk oldukları bile söylenebilir. Örneğin, Çanlar romanındaki Stara karakterinde bu iyice belirgindir. Yaşlı Stara, genç Stara’nın neredeyse tam zıddıdır, üstelik yaşlı Stara’nın bir hali diğer haline de uymaz. Benim böyle bir şeyi tasarlamam imkânsızdır. Metruk Pilgrim apartmanın üst katındaki yaşlı kadın apartmana sığınanları, “buraya gelin” diye çağırdığında bu kadının adını o anda bilmediğim gibi, kimin nesi olduğunu da bilmiyordum. Onu ben de, aynı okur gibi, roman süreci içinde tanıdım.
Çanlar romanının adı, aslında Mevsimler de öyle, zamana, zamanın akışına ve zaman denen mefhum içerisinde (buna tarih de demek mümkün belki) bireyin ve toplumun yaşadıklarına yönelik bir çağrışım yaratıyor. Dört mevsim dönüp duran bir döngüyü, çan ise bir saatlik döngünün tekrarlanışını hatırlatıyor. Özellikle Çanlar romanı için soruyorum; romanın hikâyesinde zaman ve birey arasındaki ilişki nedir? Bireyin zamanla ve tarihle ilişkisi nedir? Stara karakterine gelmişken söz, mesela zamana meydan okurcasına bugün bu karakterin bir anda çıkagelmesi de bu bağlamda değerlendirilebilir mi?
Doğru, zaman ve döngü çok önemli. Romanın başında yer alan, “Nasıl ki Dünya, çevresinde bir günde, Güneşin çevresinde bir yılda dönüyorsa, devrim de dünyanın çevresinde bir asırda döner” epigrafı da buna işaret ediyor. Sadece dünya değil, içinde yer aldığı sonsuz evren de farklı farklı döngülerin bir toplamı gibi. Belki de bütün döngüler daha büyük ve belirleyici bir döngünün parçaları. Birbirine geçen dişlilerin daha büyük döngüleri harekete geçirmesi midir bu, yoksa tersi mi? Birey, bu döngülerin içinde dönenir durur, hatta belki de öğütülür. Akıp giden zaman öğüttüğü bireyleri, toplumları, olayları vb. tarihin çöplüğüne havale eder ve biz onları ancak o zaman geçmişin ya da tarihin prizmasından görüp değerlendirebiliriz. Yaşanan, yaşandığı anda değerlendirilemez. “Ölü zamanla”, yani tarihle anlam kazanır ya da biz ancak o zaman onlara anlam verebiliriz.
Bir de ruhlar vardır, Çanlar’da gördüğümüz gibi. Bir tek onlar kırabilir zamanın ya da tarihin acımasız çarklarını ve geçmişi zamanımıza taşırlar. İşte o zaman “kör talih” belirleyici olmaktan çıkar. Geçmişin hayaletleri ânın sahnesinde bambaşka, hepimizi şaşırtan, özgür, determinizmle, hatta materyalizmle dalga geçen neşeli ama bir o kadar hüzünlü yeni bir oyun sahneye koyarlar.
Roman iktidar kavramını sorguluyor. Muhalif olanın iktidara geldiğinde yıktığına dönüşmesi meselesi. Geçmişin ruhları bu kör talihi ya da döngüyü kırma konusunda genç devrimcilere ne söylüyor sizce? Çanlar bu konuda okurun önüne belli bir fikir mi koyuyor, yoksa sorulardan mükellef bir belirsizlik mi?
Elbette Çanlar’ın bu konuda bir tezi var ama bu ancak bütününden ve biraz da ima yollu çıkıyor sanırım. Yani tez-romanlardan farklı. Tez-romanlarda yazar, daha çok kahramanlarını konuşturur ya da olmadı bizzat araya girip kendisi bile konuşabilir. Çanlar’daki fikir o kadar soruların ardına gizlenmiş değildir ama kendini okurun gözüne de sokmuyor bence. Romanın bütününden, olayların seyrinden ve vardığı sonuçtan okur, sözünü ettiğiniz fikri çıkarabilir.
Geçmişin ruhlarına, özellikle Yelena’nın (Stara’nın) yaşadıklarına gelirsek, onun trajik hayatı bize çok şey anlatıyor. Aslında onun kaderi üzerinden 20. Yüzyıl devrimlerinin kaderini de izliyoruz. Bir aristokratın küçük kızı olarak ailesiyle birlikte 1917 Ekim Devrimi’nden kaçan Yelena, bir de bakıyorsunuz, yetişkinlik çağında (artık otuz yaşlarının başında genç bir kadındır), Çanlar ile ilgili bir tanıtma yazısı yazan Berkay Üzüm’ün belirttiği gibi, İspanya devrimine kaçan bir insan haline gelmiş. Yaşlı Stara ise, devrimcileri kaldığı metruk eve alıp himaye eden, onların kaderini paylaşan bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Bütün bunlar, bir insanın sınıfsal konumuna, bir dönem yaşadıklarına, bir an içindeki tutum ya da konumuna bakarak karar vermemek, onu damgalamamak gerektiğini öğretiyor bize. Ne yazık ki, solda insanları çabucak yaftalamak gibi bir alışkanlık vardır. Oysa insanı belirleyen, daha çok temel karakter özelliklerinin yanı sıra yaşadıkları dönemlerdeki toplumsal gelişmelerdir.
Tabii romandan, devrim hakkında derin düşünceler ve dersler çıkarmak da mümkün. Devrim baskıcı ve emekçi düşmanı bir diktatörlüğe dönüşebilir; nasıl bir devrim karşıtı devrimciye, muhalif fikirlerinden dolayı devrimin ülkesinden dışlanmış biri devrimci kahramana dönüşebilirse. Hiçbir şey sabit, değişmez değildir, her şey gelişme ve zıddına dönüşme halindedir. En önemlisi, geçmişin ruhları bize, ölümsüz olanın, gerçekten yaşayanın, maddi dünyanın insan yapısı projeleri değil, idealize edilmemek ve pürlük arayışına girmemek koşuluyla, merhamet ve iyilik olduğunu öğretiyor. Ancak, kediyi ezdiği için bir taksiciyi Taksim’e kadar kovalayan bir yaşlı Salahattin, daha düne kadar yüzüne bile bakmadığı bir yandaş gazeteciye iktidardan düştüğü an kapısını açardı.
Bourgas Baba romanda ön plana çıkmayan, öte yandan belki de en önemli rolü oynayan karakter. Bourgas Baba vicdanı simgeliyor diyebilir miyiz ve sizin için bütün bu konuştuklarımız bağlamında ve roman özelinde vicdan kavramı nereye oturuyor?
Çok doğru, yaşlı Salahattin, kendine koyduğu adla Bourgas Baba, gerçekten de vicdanı temsil ediyor. Belki de bu yüzden romanda çok az yer alıyor ama kritik yerlerde de vicdanın sesini duyuruyor. Bir arkadaş dikkat çekti; Komün (Yaba, 2007) kitabımda da “Diyojen” adını taşıyan benzer bir karakter var. Gerçi Bourgas Baba, Diyojen kadar konuşkan değil, hatta fazlasıyla içe kapanık, somurtkan bir karakter olduğu bile söylenebilir. Bunun nedeni, dünyamızda vicdanın kendisine çok az yer buluyor olması olabilir mi? Belki de. Vicdan… vicdan diyerek insanların başında boza pişirmek istemem. Vicdan sadece herkesin kendi içinde hissettiği, hissetmesi gereken bir şeydir. Çoğunlukla, bizzat insanlar tarafından bastırılır, kovalanır, dışlanır. Buna rağmen, hiç beklenmedik bir anda yine ortaya çıkar, sözünü söyler. Zaten bunu da yapamasaydı, bu dünya iyice yaşanmaz bir hale gelirdi. Vicdan, romanda da göreceğimiz gibi, ne bir ahlâki vaazdır ne de sızlanma. Bourgas Baba karakteri, Robert Sabatier’in İsveç Kibritleri (çev: Orhan Suda, Sel, 2006) romanından alınmıştır. Daha doğrusu, Sabahattin’in bu kahramanı kendine örnek aldığı anlaşılıyor. Bourgas Baba, vicdan adına sızlanmayı değil, meydan okumayı tercih eden biri: “Bourgas Baba daima cümle kapısından çıkar.” Bourgas Baba, parke cilalamaya gittiği zengin evinin hanımefendisi kendisine arka kapıdan girip çıkmasını söylediği zaman bu cevabı vermiştir. Bizim Bourgas Baba’nın benimsediği ve bir tekerleme gibi her fırsatta tekrarladığı bu cümle çok şeyi anlatır. Cümle kapısının dışında bir kapıdan çıkmayı kabul etmeyen insan onuru yoksa vicdan denen şey de beş para etmez. Vicdan, boyun eğmez bir onurla, gadre uğrayan, haksızlığa uğrayan, acı çeken her canlının karşısında eğilen bir tevazunun kaynaşmasıdır kısacası. Bourgas Baba, çok az rol aldığı Çanlar’da birkaç küçük jestle ve sözle bunu ortaya koyuyor bence.
Büyük bir aşk trajedisine de tanık oluyoruz romanda. Yelena ile Boris’in aşkı, bütün engelleri aştıktan sonra neden böyle trajik bir mecraya girdi? Aşk, kavuşamamak mıdır?
Gerçekten de trajik bir aşk hikâyesidir bu. Sizin de belirttiğiniz gibi, o izlenme, kaçma ve İspanya İç Savaşı hercümerci içinde birbirlerini hiç kaybetmediler. Aşkları onlara yaşama ve mücadele gücü verdi. Fakat o revirde birbirlerine kavuştuklarından kısa süre sonra birdenbire her şey sanki kötüye gitti. Neden? Boris ne yapmak istiyordu? Yelena’nın hayatta kalması için kasıtlı olarak mı öyle davrandı? Yelena’nın onun hemşire Mariya’yla gizli bir ilişkisi olduğu konusundaki kuşkuları doğru muydu? Bunlar romanda sadece soru olarak kalıyor. Cevaplarını ben de bilmiyorum. Tanrı-romancı olmadığıma göre, ben de okurla birlikte bu sorular üzerine kafa yorabilirim ancak. Eğer aşk kavuşamamak olsaydı, daha önceki birliktelikleri sırasında aynı durum ortaya çıkardı. Peki ne o zaman? Bence burada “kör talih” girdi devreye yeniden ve gelecek, şimdiki zamanı belirledi. İç Savaş ve yenilgi ayırdı onları. İç Savaşla devrim yenilgiye giderken aşkları da yenilgiye sürüklendi. Aşk kırgını Yelena’nın o göç girdabına kapılıp bir aşk kırgını olarak yarı ölü bir vaziyette sürüklenişi gerçekten çok trajik. Aşk kırgını Yelena’nın bu sele kapılıp gidişi devrimin de sel sularında sürüklenip yok oluşa gitmesidir bir bakıma. Yelena sonunda bilerek ölümü tercih etti. Ama ruhu yıllar sonra Pilgrim apartmanında yeniden ortaya çıktı. Nasıl, öldü sanılan devrimin ruhu, 2017 Türkiye’sinde bir kere daha ayağa dikildiyse öyle.
Teşekkür ederim, röportaj için…
Ben de güzel ve beni açan sorularınız için teşekkür ederim.
7 Temmuz 2016
Sitenize son yorumlar ve en çok yorum yazılan yazılar bölümlerini koymayı unutmuşsunuz?
becerebilirsem düzeltmeye çalışayım.
Sitenizi kendi başınıza mı tasarlıyorsunuz?
Sizden görece genç 🙂 webden anlayan arkadaşlarınız yardım etmiyor mu?
yardım eden arkadaşlar var. Onlara yazdım zaten