Yılmaz Turan / Metin Çulhaoğlu ve Bingöl Erdumlu’nun Bendeki İzleri…
1968-69 yıllarında “Bilmem şu feleğin bende nesi var” halk türküsünü Ruhi Su’nun sesinden dinlemeyenimiz yok gibidir. 2022’lerde gerçekten de “feleğin bize ettiklerini” görmeye başladık. Aynı haftada iki ODTÜ’lüyü kaybettik. Metin Çulhaoğlu ve Bingöl Erdumlu. Biri son nefesine kadar yazdı. Diğeri metal işkolunda ilk işçi sınıfı örgütlenmelerinde yer aldı.
Metin Çulhaoğlu’nu TİP içerisindeki MDD-Sosyalist devrim tartışmalarından tanırım. Nihat Akseymen (Yürükoğlu) gibi sakin ama kararlı duruşu olan bir insandı. Dev-Genç’li olmama rağmen, o zamanki anlayışlarım çerçevesinde, Aybar’ın “Güler yüzlü sosyalizm” ve “Çekoslavakya’nın İşgaline Hayır” sloganlarına karşı çıktıklarından onlara sempati duyardım.
1975’lerde metal işkolundaki fabrikalarda işçi olarak çalışmamın etkisiyle olsa gerek, Sosyalist Devrimi savunmaya başlamıştım. İkinci TİP’de Sosyalist Devrimin güncelliği ve zorunluluğuna ilişkin bazı tartışmaların olduğunu işitmiştim. Ve Metin, haksız idelojik suçlamalarla partiden ihraç edilmiş, akabinde Yalçın Küçük’le Sosyalist İktidar dergisini çıkartmıştı. 1979 sonlarında dergi bürosunda, dergide çıkan bir yazımın kısa bir değerlendirmesini yapmış ve bu son görüşmemiz olmuştu. 1980 12 Eylül darbesi sonrası ise tutuklanmıştı. Karısı hamileydi. Zor günler geçireceğini düşünüp üzülmüştüm.
Ya koca Bingöl Erdumlu! Yapı İşçileri Sendikası (YİS) başkanı İsmet Demir’den, onun İzmir Aliağa’da, Necmettin Giritlioğlu ile yapı işçileri arasında çalıştığını öğrenmiştim. Dev-Genç’in köy çalışmalarına hazırlandığımdan, bir ODTÜ’lünün alan çalışmasında bulunması ilgimi çekmişti. Ama o Cepheci, biz Orducu’yduk. O şehir gerillasını, biz kır gerillasını savunuyorduk. 69,70 yılları böyle geçti. 12 Mart 1971 askeri darbesi sonrasında yaşanan ağır baskı koşullarında yenilmiştik. Kimimiz vurulmuş, kimimiz kaçak duruma düşmüş, bazılarımız ideolojik olarak düzene boyun eğmiş, geri kalanlar ise yeniden güç toplamak için geri çekilmişlerdi. İşte bu ortamda Cephe hareketinde ayrışmalar ve yapılanları “küçük burjuva aceleciliği” olarak eleştirenler oldu. Bingöl Erdumlu da bunlardan biriydi. Hatta ilklerden biriydi. Daha işin başında bu eleştirel yaklaşımla Mahirlerden ayrılmak kolay değildi. Fakat bu bir kaçış da değildi. Sonradan öğrendim ki, Ereğli Demir-Çelik fabrikasındaki sendikal mücadele ve Zonguldak’taki Sömürüye Yumruk gazetesi yöneticilerinden Ahmet Hamdi ve Sabri Eryılmaz’la olan ilişkilerinin etkisi vardı bu kopuşta.
1977 1 Mayıs. O artık DİSK’in alan güvenlik sorumlusuydu. İlk doğrudan tanışıklığımız o gerilimli ortamda oldu.
12 Eylül 1980 sonrası, Silahtarağa ve Topkapı’daki büyük fabrikalarda ayakta kalan TKP’liler Bingöl’ü doğrudan olmasa da dolaylı olarak tanıyorlardı. Sadun Aren’le birlikte DİSK araştırma dairesindeki çalışmasının da bu tanışıklıklarda rolü vardı.
1983 yılı sonlarında Ankara’da Bingöl’le doğrudan tanıştım. O tarihlerde üzerimde TKP İşçinin Sesi’nin bariz bir ağırlığı vardı. Sosyalist Devrimi savunduğum için TKP’nin Londra kanadıyla bütünleşemiyordum. Merkezcilerse bütün kapıları kapatmışlardı. İ.Bilen’in Yürükoğlu’nu tasfiyesini kabul etmiyor, yeniden birlik için çareler arıyorduk bazı arkadaşlarla.
Bingöl her iki kanadı da eleştirirdi. İzmir Dev-Genç bölge temsilcisi Mehmet Çavuş’tan ve sendikacı Cemal Kıral’dan saygıyla söz ederdi.
1986 Nisan başları. Hâla polis tarafından aranmaktaydım. İki defa Suriye’ye gidip geldikten sonra bu defa herhalde mayın korkusundan dolayı Avrupa’ya geçmeyi hedeflemiştim.
İki kişi birlikte Dikili’den Midilli’ye geçecektik. Diğer kişinin kim olduğunu sordum. Gizlilik nedeniyle söyleyemeyeceklerini ama birbirimizi çok iyi tanıdığımızı belirttiler. İzmir’de beş gün bekledim. 25 Mayıs’ta Dikili’deydim. Adresi verilen kahveye gittiğimde Bingöl’ün tavla oynadığını gördüm. Acaba o mu diye tereddüt ettim önce. Bingöl, beni görünce, “hiç düşünmemiştim, şu işe bak” diyerek sevinçle boynuma sarıldı, kucaklaştık. Tavla oynayan genç, fazla göze çarpmadan tekneye gitmemiz gerektiğini belirtti. Ve teknede geceyi bekleyecektik. Bunlar, oldukça genç, Karadenizli Kurtuluşçulardı.
Bingöl, yanında küçük bir bot getirmiş, onu şişirirken, bota oturduktan sonra çok dikkatli olmamız gerektiğini, eğer bottan düşersek bir daha çıkamayacağımızı özellikle vurguladı.
Devrimci gençlerle vedalaştık ve bota zor bela sığıştık. Midilli’nin sahil ışıkları karşıda tesbih taneleri gibi gözüküyordu. Ben de biraz kürek çekmek istedim. Daha bir dakika geçmemişti ki küreği denize düşürdüm. Küreğe uzanmak istedim ama Bingöl, “Sakın ha, alabora oluruz” diyerek bana engel oldu. “Ben ODTÜ’de kürek takımı kaptanıydım, merak etme, bu işi bana bırak” diyerek kürek çekmeye başladı, küreği kano yapar gibi bir bu tarafa bir diğer tarafa daldırarak çekiyordu. Çok yorucu bir işti bu.
Sabahın alacakaranlığında bir kekik kokusu geldi. “Birazdan karayı görürüz” dedi Bingöl ve öyle de oldu. Uzaktan Yunan balıkçı takalarından balıkçılar el sallıyorlardı.
Kıyıya çıktık. Botu söndürdü, katlayıp çantasına koydu, soran olursa turist olduğumuzu söyleyecektik. Patika yolu takip ettik. Sonunda bir durağa geldik. Otobüs bekleyen köylülerin garip bakışları altında biz de beklemeye koyulduk. Otobüs bizi tam Midilli’nin merkezinde bıraktı. Bot görünümümüzü bozuyordu. Önce bir köşeye bırakmayı düşündük. Tesadüf bu ya, tam karşımızda orak çekiç amblemli bir büro olduğunu gördük. Ben İngilizce konuşarak bu işi hallederim diyen Bingöl, binaya daldı ve botu YKP’lilere verdi.
Atina’ya uçak bileti alıp doğrudan Lavrion mülteci kampına gitmeyi ve oradaki yoldaşlara sürpriz yapmayı düşündük. Bilet alırken denizde ıslanmış franklar dikkat çekmiş olmalı ki, polis peşimize düştü. Tam uçağa bineceğimiz an bizi aldılar. Bingöl’ün küçük çantasından 77 1 Mayıs’ının DİSK gömleği çıktı.
Kırk elli kadar adalı yolcu bizim polis tarafından tutuklanmamızı protesto etti. Bingöl araya girerek onları yatıştırdı. Polisin ilk sorusu neden ve nasıl geldiğimizdi. Özellikle Kürt olup olmadığımızı soruyorlardı. Türküz dediğimizde sanki tuhaflarına gidiyordu. Botu soruyor ve bize pek inanmıyorlardı. Hikâyesini anlattık. Sorguyu keserek bizi beklemeye aldılar. O sırada, birden herkes ayağa kalktı. Yaşlı, sevecen biri gelip doğrudan bizimle tokalaştı. Bir anlam veremedik. Bingöl’ün İngilizcesi yine imdada yetişti. Gelen, Komünist Parti’den Midilli Belediye başkanı Vasili’ymiş. Bot hikâyesini doğruladı. Bu defa bir tutanakla botu ikinci defa YKP’nin çocuk kulübüne bağış yaptık.
Midilli belediyesinin konuğu olarak bizi çalgılı bir restorana götürdüler. Yanımızdaki polisler, Nazım’ın “Ben yanmasam, sen yanmasan nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” şiirini Türkçe ezbere okurken bizim tek kelime Yunanca bilmememiz tuhaftı. Bunu kendi adıma söylüyorum. Bingöl bir şeyler biliyordu galiba.
Lavrion kampında Türkiye’deki tüm sol grupların komünleri vardı. Biz doğrudan TKP’nin komün konuğuyduk. Dışarda çalışanlar tüm ücretlerini komün kasasına bırakıyordu. Artık TKP’lilerin içindeydik. Çoğunluğu merkezci olmalı ki İşçinin Sesi’ne ilişkin ağzımızı yokluyorlardı. Bingöl hiç çekinmeden görüşlerini söylese de saygıda kusur etmiyorlardı.
Bingöl, hesabını yapmıştı çoktan. Aklı fikri Nikaragua’daki mücadeledeydi. Oraya gitmeyi düşünüyordu.
Yine de Lavrion günlerimiz güzel geçmişti. Özellikle bazı günler Lavrion’un ucuz lokantalarında bir iki kadeh şaraptan sonra Dev-Gençli günlerimizde dilimizden düşmeyen “Zahit bizı tan eyleme” türküsünü hasretle ve büyük bir coşkuyla söylerdik. Tükenmeyiz kırmak ile derken, elli yıl sonra sayımızın bu kadar azalacağını nerden bilebilirdik.
Gün Zileli’nin ismini 70’li yıllarda çok işitmiştim ama herhalde politik duruşlarımız çok farklı olduğundan tanışamamıştık. Yıllar yıllar sonra, çok yakın bir zamanda Gün ile Bingöl’ü Büyükada’da bir söyleşide gördüm. Gün’ün politik gelişim ve değişim sürecini bilmediğim için Bingöl’le aynı söyleşide bulunmasına bir anlam veremedim önce. Bir yakın arkadaşım, al oku, içinde kendini bulursun diyerek Yarılma adlı kitabı tutuşturdu elime. Gerçekten de dönemin ruhu olarak hepimiz içindeydik. Tıpkı Karamazof Kardeşler gibi sarsıcıydı. Havariler ve Sapak’ı henüz okumadığım için iyice merak etmiştim.
Bir hafta sonu, yine aynı arkadaş telefonu uzatarak, “Al Zileli’yle konuş” dedi. Gün’e hemen Bingöl’ü sordum. O ise Bingöl’ü nereden tanıdığımı sordu. Ben de Yunanistan’a kaçış hikâyemizden kısaca bahsettim. İsmimiz defalarca değiştiği için ancak olaylarla hatırlayacağını da ekledim. Gün de, Bingöl’le ilk buluşmasında benden bahsedeceğini belirtti. Nasip değilmiş!
Havariler’e yeni başlamıştım ki Gün Zileli tekrar aradı. Bingöl’ün öldüğünü bildirdi. Ona yıllarca ulaşamamıştım. Tam bu olanak doğduğu zaman çekip gitti bizim Bingöl. Ne esaslı bir devrimci ve ne insan bir adamdı!
Fransa/Nice
29.08.2022
.
Çok değerli hatıralar bunlar, emeğinize sağlık. Hayatını yitiren yoldaşlarınızı saygıyla anıyorum.