Yeni Bir İvme…
Toplumların ya da kitlelerin ruh halinin aniden zıddına dönüşmesini, bugüne kadar ne bir sosyolog, ne bir politik lider, ne de bir müneccim tam ve doğru bir şekilde saptayabilmiştir. Bu anlamda toplumlar ya da kitleler, onları harekete geçiren saiklerin ne olduğunun tam anlaşılamadığı gizemli varlıklardır. Hatta diyebiliriz ki, toplumlar ve kitleler, doğadan bile daha gizemli ve anlaşılmaz fenomenlerdir.
Büyük devrimler, genellikle toplumların ve kitlelerin korkunç bir sessizliğe büründüğü dönemlerde patlak vermişlerdir. Lenin, Şubat 1917 Devrimi’nden daha bir ay önce, İsviçre’de, yakın çevresine, “bizim kuşak devrimi görecek kadar yaşamayacak” demişti. Tarih, karanlık ve durgun bataklıkların, bir anda muazzam patlamalarla hareketlendiğinin çok sayıda örneğine tanıktır.
Bugün de Türkiye’de böylesi bir sessizlik ve karanlık söz konusu. Toplumsal muhalefet, Gezi patlamasının ardından gerileye gerileye en dip noktasına varmış, neredeyse varlığıyla yokluğu ayırt edilemez hale gelmiş bulunuyor. Karamsarlık, duyarlı yürekleri kor gibi yakıyor. Her yanda bir çaresizlik, bir içine kapanma söz konusu. Yasal muhalefet, bir buçuk yıl önceki büyük Adalet yürüyüşünden sonra tamamen duraklamış ve içine kapanmış durumda. Kürt muhalefeti de öyle. İktidar partisi, tek kale maç yapan bir futbol takımının rehaveti içinde. Bu koşullarda yerel seçimler yaklaşıyor.
Ne var ki, hiç beklenmedik bir olay belki de bir anda olaylara bir ivme kazandırabilir ve bu ivme toplumsal hareketi yeniden canlandırabilir, hatta bugünkü durumun tersi bir ruh halini harekete geçirebilir. Çünkü toplumun temeldeki yapısı ölmüş değil, hatta belki de görünmeyen bir hareketlilik içinde.
Yaklaşan yerel seçimler neden böyle yeni bir ivme için fırsat oluşturmasın? Ne var ki, ne yasal muhalefetin siyasi partisi olan CHP’nin yönetimi ne de Kürt muhalefetinin yasal parti olarak görülebilecek HDP yönetimi böyle bir umut vaat ediyor.
Oysa ortada ne büyük fırsatlar var. Örneğin İstanbul Büyük Şehir Belediyesi seçimlerinde AKP-MHP’nin yenilgiye uğratılarak toplumsal hareketin büyük bir ivme kazanması şansı hiç de azımsanacak bir şey değil. İktidar partisinin “metal yorgunluğu” dediği olay aslında iktidar yorgunluğudur. İktidar, partilere kanat takıp onları havalandırdığı gibi, o kanatların yorulmasıyla yere çakılmak da mümkün. Yeter ki, bu yorgunluk görülebilsin ve onun karşısında toplumsal muhalefet, yukarıya doğru hamle yapacak gücü kendisinde bulabilsin.
Bu ise ancak şu anda olanaklar elinde olan yasal muhalefetin alışılmış muhalefet şekillerinden ve alışılmış aday gösterme tarzından sıyrılmasıyla mümkün. Örneğin ben olsam, İstanbul adayını, geniş kitle toplantıları düzenleyerek ve bu toplantılarda açıktan el kaldırma yoluyla saptardım İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin adayını. Bu, insanlarda yeni bir canlanma yaratırdı ve hiç kuşku olmasın, ortaya en uygun adaylar çıkardı. Yine eminim ki, İstanbul’a aday gösterilseler, hem CHP’lilerin, hem solun, hem Gezicilerin, hem Kürtlerin, hem Kemalistlerin, hatta bir kısım sağcının bile oylarını alarak % 60’a varan bir oy oranıyla seçimleri kazanacak olan bir Eşber Yağmurdereli ya da Canan Kaftancıoğlu seçilirdi bu toplantılarda. Bazı insanlar, durdukları yer itibariyle, aslında geniş tabanlı bir toplumsal muhalefet koalisyonunun simgesi gibidirler. Örneğin Eşber Yağmurdereli, gerçek özgürlük yolunda ilerlemenin tek yolu olan geniş bir toplumsal koalisyonu, Türk ve Kürt özgürlükçü toplumsal koalisyonunu temsil eder bulunduğu yerle. Ne var ki, toplumsal muhalefetin, yasal muhalefetin de boyunu aşacağını çok iyi bilen parti yöneticileri böyle bir şeye yanaşmayacaklardır. Evet ama onları buna zorlamak neden mümkün olmasın?
Yeni bir toplumsal ivme, tabandaki doğal toplumsal olayların bir kanal bulup kendini dışa vurmasıyla mümkündür ancak. O zaman, bugünden, her yerde “adaylar genel toplantılarda seçilsin” talebini yükseltmek çok mu hayalci bir davranış olur?
Diyelim ki “hayalci” olsun. Denemek, hayallerin geçersizliğinin de, gerçekliğinin de denek taşıdır.
Gün Zileli
6 Kasım 2018
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
‘Yeniden canlanma emareleri var mı, neler yapabiliriz?’ sorusuna katkı sunan Gün Zileli’ye mühim bir öneri:
Tarihsel Süreç İçinde Dünya Ekonomisi
Mahfi Eğilmez
Remzi Kitabevi
208 sayfa
(http://www.remzi.com.tr/kitap/dunya-ekonomisi)
Sayın Zileli,
Bu kitabı okur musunuz?
Okurum.
ABD’deki ara-seçimlerde, 1989 doğumlu Alexandria Ocasio-Cortez, Demokrat Parti’nin ‘Progressive’ler kanadına mensup bir siyasetçi olarak Temsilciler Meclisi’ne seçildi.
Ocasio-Cortez, Bernie Sanders’ın de-facto önder olduğu ‘democratic socialism’ görüşünü savunduğunu her zaman dile getiriyor. Zaten seçim öncesi kampanya boyunca, en büyük desteği Sanders’tan gördü.
29 yaşında, Temsilciler Meclisi’ne seçilen en genç siyasetçi olarak tarihe geçti.
Bu kadın, Türkiye’de ‘Cihangir solculuğu’ olarak mimlenen, pahalı kıyafetler giyip, ABD’deki yoksul emekçilerin hakkını savunmak iddiasıyla fabrika fabrika dolaşıp oy devşirmeye uğraşan bir tip olarak lanse ediliyor.
Soru 1: Sizin yorumunuz nedir Gün bey?
Soru 2: Canan Kaftancıoğlu’ndan beklentilerinizde hakikaten samimi misiniz?
Neden samimi olmayayım, samimi olmadığım hiçbir şey yazmam zaten. Öte yandan, Turmp’a karşı her gelişmeyi olumlu bulmakla birlikte, Demokrat Parti-cumhuriyetçi parti tahterevallisinden pek bir şey ummamak gerektiğini düşünüyorum. Amerika, ancak yerel örgütlenmelerle bir değişime uğratılabilir.
‘Yeni bir ivme’ çabanıza küresel ölçekte destek verenler de var Gün bey.
Aşağıdaki analizi dikkatle okursanız, yerel muhalefet örgütlenmeleri ile küresel dayanışmalara doğru evrilme üzerine önemli tespit ve öneriler var.
Varoufakis and Sanders: How to organize a progressive international? A contribution
Written by Alphan Telek and Seren Selvin Korkmaz
opendemocracy.net
6 November 2018
The ‘precariat’ is a new global class. However, this class needs political representation and social power. Can the Progressive International be one way to do this?
“It is from the champions of the impossible rather than the slaves of possible that evolution draws its creative force.” (Barbara Wootton)
In September, Yanis Varoufakis, leader of ‘DiEM25 – Democracy in Europe Movement 2025’ and ‘MeRA (for Greece)’, made a declaration in which he called for establishment of a new international. Soon after that, Bernie Sanders (symbolic leader of progressives and democratic socialists in the US) supported that declaration by underlining the need for an international movement that will fight against injustices emanating from late-capitalism and rising neo-fascism. Both of them emphasized that this new international front is a must for all progressives around the world because neo-fascists are very well organized and on the verge of grasping political power everywhere that there is an absence of a strong response from left.
The argument of the declaration is clear: As progressives we need an urgent response and the international could be one way to do it! It is apparent that this joint manifesto by Varoufakis and Sanders came at just the right time. But are progressives ready for this international movement? How can we, disorganized progressives, fight against organized capitalism and neo-fascism?
We believe that progressives need an agenda committing us to action and to organising ourselves for a fightback against the establishment. This article aims to contribute to this agenda and the discussion around what further steps are needed to establish a progressive international.
Worldwide social and political injustice
We argue that the world entered a stage where the crisis of the different geographies has a common root: Social and political injustice. That is why, the call for a new international is extremely necessary in today’s world. On the one hand, people are exposed to the increasing anxiety, anger, isolation and the precarity in their everyday life; on the other hand, they suffer from the lack of mechanisms to participate in the decision-making process and political freedom. Even in the advanced democracies, people are now exposed to the increasing authoritarianism accompanying the rise of right-wing populism and emergence of autocratic leaders.
Here, a need for political action emerges. As an important tool of this political action, a progressive international can energize the left and progressives around the world.
But the question is what should be done to mobilise this?
In what domains could this progressive international seek to intervene?
How can progressives be organized?
What are the limitations?
Whose demands and what functions will be articulated and represented by this new international?
First of all, we need a diagnosis. The program and discourses of the new international have to respond to the changing relations of production of the twenty-first century. The class structure is not the same as in the twentieth century. Now, throughout the world, as Yanis Varoufakis outlined in his manifesto, a new class is burgeoning: The precariat. Hence, we can argue that the global conditions and demands of the precariat have to be represented by this new progressive international.
Today, precarity is a global phenomenon across borders, from the US to China, from the UK to Sudan. In each part of the world people suffer feel more precarity than ever, leading to a sense of aimlessness in life and uncertainty about the future. The same questions arise:
“Why do I work?”,
“Why do I try to find a work?”,
“Do I work all day and then relax with Netflix in the remaining hours left to me?”,
“Will I be fired if I do not agree with my boss?”,
“How can I pay my debt without a proper job and a home?”…
These kinds of questions plague people, leading to anxiety, fear and anger. As Paul Virilio put it in Libération in 2010 (https://www.liberation.fr/societe/2010/07/03/la-vitesse-reduit-le-monde-a-rien_663490), all these feelings are globally common.
We, as Turkish political scientists, observe the same phenomenon in Turkish society as well. Thus, the violence of uncertainty in everyday life strongly affects our capacity for humanity. Furthermore, the fate of individuals and societies around the world are becoming increasingly common. Precarity does not recognize borders, nationalities, religions or deep-seated ethnic and racial prejudices. Precarity and its consequences are global. This makes the precariat a new global class. However, this class needs political representation and social power. Can the Progressive International be one way to do this? But enough diagnosis. What global action can be expected to emerge from all these global feelings?
Think and act globally as well
Political-economist Wolfgang Streeck (http://kingsreview.co.uk/articles/farewell-neoliberalism-interview-wolfgang-streeck/) argues that the institutions that can act at the global level are those like the CIA and Goldman Sachs. Therefore he urges progressives and leftists to “think globally and act locally”. However, we need more than that.
In the first phase, the progressive international may be prevented from acting at the global level, due to its lack of organizational capacity. However, from the beginning it has a serious responsibility to increase the awareness and visibility of our common fate and feelings. This awareness and international solidarity would help progressives around the world to challenge neoliberals and neo-fascists. In the lack of alternative ideals and future, ordinary people lose hope and may be prone to supporting neo-fascist movements. But if the progressive international reminds all these people that they are in fact experiencing the similar conditions of a social class, the precariat, an alternative ideal and future can emerge.
Secondly, the progressive international has to strive for the social empowerment of precariat members around the world. If precariat members were socially empowered, the precariat would have the potential to transform the unjust and unequal relations of the system. But for this, it needs a political programme galvanized by persuasive symbols and the ideal of justice. The ideals of political and social justice are concrete symbolic forms of the claims of both the precariat and progressives everywhere.
Allies and enemies
Thirdly, we believe that this international movement cannot limit itself to western Europe and north America. Precarity and the precariat are global and people are bound to each other everywhere. Even if this international proves successful in western Europe and north America, its gains will always be at vulnerable to the extreme inequality and injustices experienced in more remote parts of the world.
It should be underlined that neo-fascism is strengthened from the flow of immigrants escaping from unjust and unequal conditions. The problem is neither solely neoliberalism nor neo-fascists, but both. This is why the Varoufakis-Sanders international recognizes as its enemy the alliance of neo-liberals and neo-fascist governments around the world everywhere.
The world needs both political and social justice to effect progressive change. However, the precariat cannot transform the world on its own. It needs support from the members of other social classes including plutocrats, political and financial elites. Karl Polanyi says the determining factor of the success of a social class is the support coming from other social classes. We accept that it is not simple to get support from others. Though, the more power the precariat gains, the more support they will get from other classes too. The Progressive International has to strive for this.
Furthermore, the Progressive International should provide a multi-strategy for different contexts. Although social and political injustice is a global phenomenon, different countries suffer from these in varying degrees. In the middle of Europe, populist governments violate the principal institutions of democracy: Freedom of the press, freedom of expression, the rule of law, even fair and free elections are under threat. Thus, people cannot find a space to raise their voices especially if they are ruled under authoritarian governments.
So in this global movement, progressives have to consider the historical, political and social contexts of specific countries to mobilize the masses. Putting social justice claims forward by shadowing political justice issues in countries such as China, Turkey, Hungary and India may be the most effective way for progressives to operate in these countries thanks to the high degree of political polarization.
Finally, how can members of the precariat organize themselves? The answers to this question do not come easily and this makes the calculations of the Progressive International necessarily a long shot. It is a topic for a future article. But let us explain as clearly as we can: There is no victory without sacrifice. Every one of us, the precariat, already pays a high price in political and economic sufferings. In this time that is coming, at least let our suffering be for an ideal: The transformation of the world into a just place.
In a nutshell, the Varoufakis-Sanders joint initiative is a very timely move. It needs global support especially but not exclusively from progressives around the world. While neo-fascism continues its shadow boxing with neoliberal capitalism, progressive ideas need to make their own argument at the global level and fight for ageless ideals: Equality and freedom!
Alphan Telek is doctoral researcher in Sciences Po Paris and continues his doctoral studies in Boğaziçi University, Istanbul. He is the academy director of İstanbul Political Research Institute (İstanpol). He is producer and presenter of “Religion, State and Society” TV program at Medyascope.tv.
Seren Selvin Korkmaz is a lecturer and doctoral researcher at Stockholm University, executive director of İstanbul Political Research Institute (İstanPol), former Fox Fellow at Yale University. Twitter: @selvinkorkmaz
Kadir Mısıroğlu’nun fikirleri ile ilgili yorumlarınız nedir?
ne demiş?
Eşber Yağmurdereli ile Canan Kaftancıoğlu’nun İstanbul’da %60 oy alabileceklerini gerçekten düşünüyor musunuz kötü bir espri mi yapıyorsunuz? İyi misiniz?
Çok iyiyim. umarım siz de iyisinizdir.
“Yeni bir ivme”… mümkün değil..
1. CHP muhalefet partisi değil.. “Devletin Bekası” adlı oyunda bu rolü oynayan. Ve yüzde 50 muhalefetin yarısını paralize etme görevini üstlenen yapı.
2. Sosyalist sol darmadağın. Ortak bir aday bile gösteremezler. Birbirine muhalefet asıl görevleri,
3. 1917 savaşın yıktığı Çarlık Rusyasının enkazı üzerine kuruldu.Burada da enkaz sonrası ne yapılacağı konuşulsa daha gerçekçi olur.
4. Legal muhalefet dönemi artık kapandı..
Gün abi Tuğrul Eryılmaz anı kitabında maocuları hiç bir zaman çözemedim hemen adapte olup devletin etrafında birleşmeyi beceriyorlar ve eğer perinçek 68-69 da ölseydi Deniz gibi ikon olurdu demiş sen ne dersin…
Henüz okumadım. İkon meselesine gelince. Deniz gibi ölmezdi, ölse bile onun kadar ikon olmazdı. Henrkesin toplumsal konumu ve işlevi farklıdır.
Eryılmaz: eğer bana 68’i bir kişi ile anlat desen Hüseyin cevahir derim. Şiir yazardı edebiyatcıydı ve aynı zamanda net devrimciydi,hepimiz bir şekilde Bohem kültürden gelip kendimizi SBF kantininde bulduk. Buna katılırmısınız 68 in farkı neydi
Tabii o,yakın çevresindenr Hüseyin Cevahir’i tanıdığı için öyle demiş. Gerçekten de sözünü ettiği gibi bir arkadaştı. Bohem kültürden ne kastettiğini anlayamadım. Sanırım kitabı bir an önce okusam iyi olacak.
Gün bey
Anarşistsiniz ama nostalji müptelası ve hayalci değilsiniz.
‘Hayal kurmak kötüdür’ demiyorum, yanlış anlamayınız.
Gerçekçi birisiniz (yine, ‘realizm’ falan demiyorum). Hayattan kopuk değilsiniz yani.
Doğu Perinçek’in tavırlarını kıyasıya eleştirseniz de, geçmişle ilgili sorular geldiğinde objektif olmayı becerebiliyorsunuz.
Keşke sizin gibi objektif olabilenler çoğalsa…
buna gaydet ediyorum. Her zaman başarabildiğimden emin değilim. İnsan, dünyanın en kusurlu canlısıdır.
Zileli hayalcinin önde koşanı, halâ anlayamadınız galiba..
Sokaktaki vatandaşa sorsan ‘Eşber Yağmurdereli kim?’ diye, ‘Film artisti mi, kim?’ diye sorar.
‘Canan Kaftancıoğlu kim?’ diye sorsan, ‘Hani şu PKK sempatizanı kadın var ya, kocası da domuz eti yiyormuş’ der, CHP İl Başkanı olduğu bile ilk anda aklına gelmez.
Bu site ne kadar garip bir site yahu.. Zileli ve okuyucuları, körler sağırlar birbirlerini ağırlar misali, boş boş hayallerle kendilerini tatmin ettiklerini zannediyorlar…
Yararlı oldu.
Siz de hayalci olduğunuzun, boş hayaller peşinde koştuğunuzun farkındasınız ama yaşınızın ilerliyor oluşu nedeniyle bunu açıkça dile getirmiyorsunuz.
‘Nasılsa hayattan çekip gideceğim gün yakındır, en iyisi, boş hayal pompalamaya devam edeyim… En azından arkamdan, romantik ve hayaller kuran bir adamdı, derler…’
Acınacak haldesiniz sayın Zileli, kusura bakmayın…
Acımanıza sevindim. en azından böyle bir duygunuz var. Ya acımak yerine kızsaydınız!
yok yok, hiç kusura bakmam. Ben kusura değil, kusursuzluğa karşı biriyimdir.
Sorun kisilerde degil Sorun sistemin turkcu islamist gelegenenden kaynaklaniyor yani bu hayat tarzinda sekuler gorunen cumhuriyet ama aslen fikir ve felsefe olarak hic bir Zaman turkcu anlaysindan cikmamazitir. TV cikip davet edilenlere bakin hepsi konu Dunya olunca hepsi bir olup turkcu kesiliyor en iyi ornegi erol mutercimler! Adam resmen koyu bir turkcu yunan ve Kurt dusmani, sistem oyle olunca kisiler onem kazanmiyor. Onemli olan orgutlenmedir birlesmedir! Sistem hala solu tavsiye etme capasindadir ve onunu kesme, but un kavga budur. Bu ulkede kurtulus ancak karali bir birlesme icinde olan Sol hareket dir.
En büyük tehlike: “Devlet”
Bir süredir Ortega y Gasset’in “Kitlelerin Ayaklanması” isimli kitabından bahsediyorum. Nedir “Kitle İnsanı”, bu terim neyi ifade ediyor? Birey kimliği olmayan, kendi ahlakı ve normları bulunmayan, ancak bir kitlenin içerisinde, sıradan, herhangi biri olarak var olabilecek, çoğunluğun bir parçası olmakla anlamlı ve bu çoğunluğu dayatan insandır kitle insanı. O bizimle aynı çağda yaşar, çağın nimetlerinden yararlanır, iPhone veya Samsung kullanır, arabalara meraklıdır, sinemaya gider ancak bütün bu nimetlerin mümkün olmasını sağlayan kurallara yabancıdır. Hiç bilmez bunları. Herhangi bir değeri yoktur. Herhangi bir hukuku bulunmaz. Kitle insanı aynı çağda yaşadığımız barbardır. Değeri de barbarlık değerleri ile aynıdır, kendisinden olmayanı yok etmek, kendisini her alanda hakim kılmak ve bunu düz fiziksel güç ile yapmak. Bu kitabın yazıldığı 1930 yılında Avrupa bu barbarlık ile karşı karşıyaydı. Naziler ve Faşizm yükseliyordu. Kitle insanının umursamazlığının bedeli ağır oldu. Milyonlarca insan savaşta öldü. İnsanlığın bundan gereken dersi almasını beklerdik. Bugün dünyanın her tarafında ve Türkiye’de yükselen sağ populizm bu dersin hala alınmadığını gösteriyor. Kitapta yer alan aşağıdaki bölümü okurken bugün yaşadığımız ülke ile çarpıcı benzerlikleri görüp şaşırmamak imkansız. (Gürman – Helmuth von Moltke)
* * *
Kamusal düzenin iyi kurulmuş olduğu durumlarda, kitle kendi başına eylem koymayan varlıktır. Misyonu öyledir. Dünyaya yönetilmek, etkilenmek, temsil edilmek, başkalarınca düzenlenmek için gelmiştir; kitle olmaktan çıkıncaya ya da hiç değilse çıkmayı amaçlayıncaya değin. Ama tüm bunları kendi başına yapmak üzere gelmemiştir dünyaya. Yaşamını üstün bir mercie dayandırmak gereksinimindedir. Üstün nitelikli insanların kimler olduğunu dilediğiniz kadar tartışabilirsiniz; ancak onlar (ister falancalar olsun, ister filancalar) var olmasaydı, insanlık en temel varlığından yoksun kalırdı, bu noktada hiçbir kuşku kalmamasında yarar var; gel gelelim yüz yıl var ki Avrupa böylesine açık seçik bir gerçeği görmemek için devekuşu misali kafasını kuma gömmekte. Çünkü sıkça rastlanan ve olası olgulara dayanan bir görüş değil bu, toplumsal “fiziğin” bir yasası, hem de Newton fiziğininkilerden çok daha şaşmaz bir yasa. Avrupa’ya yeniden sahici bir felsefenin hâkim olduğu gün (onu kurtarabilecek tek şeydir bu), şunun farkına varacağız: İnsan, istese de istemese de, yapısı gereği bir üst merci aramaya zorunlu bir varlıktır. Eğer onu kendi başına bulmayı başarırsa, olağanüstü biri demektir, yok eğer bulamazsa kitle insanıdır ve üstünlüğe öbürünün sayesinde erişme ihtiyacındadır.
Kitlenin kendi başına etkinlikte bulunabileceğini iddia etmek, kendi yazgısına karşı ayaklanmak demektir, şimdi yaptığı da bu olduğu için ben kitlelerin ayaklanmasından söz ediyorum. Çünkü sonuç olarak özünde ve sahiden ayaklanma diye adlandırılabilecek tek şey herkesin kendi yazgısını kabullenmemesi, kendi kendine karşı ayaklanmasıdır. Bu bağlamda, başmelek Lucifer eğer Tanrı olmaya kalkışmaktansa (yazgısı o değildi) meleklerin en sonuncusu olmaya kalkışsaydı, yine aynı ölçüde başkaldırmış olacaktı. (Eğer Lucifer Tolstoy gibi Rus olsaydı, herhalde bu ikinci başkaldırı biçimini yeğlerdi, ama o da yine ününü borçlu olduğu öbür biçim kadar Tanrı’ya karşı gelmek olurdu.)
Kitle kendi başına harekete geçtiğinde bunu tek biçimde yapar: Linç eder
Kitle kendi başına harekete geçtiğinde, bunu ancak tek biçimde yapar, çünkü başka biçim bilmez: Linç eder. “Lynch” yasasının Amerikan olması pek de rastlantısal değil, öyle ya, Amerika bir bakıma kitlelerin cennetidir. Şimdilerde, kitleler zafere ulaştığında, bunun şiddetin zaferi olmasının ve şiddetin tek mantık biçimi, tek öğreti sayılmasının da hiçbir şaşılacak yanı yok. Bu şiddeti kural olarak benimseme sürecine ben çok önceleri dikkat çekmiştim. Bugün artık gelişiminin doruk noktasına ulaşmış bulunuyor, bu da hayırlı bir belirti, çünkü kendiliğinden inişe geçmeye başlayacak demektir. Günümüzde çağın retoriği artık şiddet oldu; laf cambazları, beceriksizler benimsiyorlar onu. Bir insanlık gerçeği kendi tarihini tamamladığında, bir deniz kazasına uğrayıp öldüğünde, dalgalar onu safsatanın sahiline vurur, artık orada ceset halinde uzun zaman varlığını sürdürür. Safsata insan gerçeklerinin mezarlığıdır; ya da olsa olsa sakatlar hastanesidir. Gerçek ölünce geriye adı kalır, sözden ibaret olsa bile, sonuçta dört dörtlük bir sözdür, tılsımlı gücünden bir şeyler korur her zaman.
Ama inançsızlık sonucu kural haline getirilmiş şiddetin nüfuzunun zayıflamaya başlamış olması pekâlâ mümkün de olsa, başka biçimde, yine de onun düzeninde yaşamayı sürdüreceğiz.
Bugün Avrupa uygarlığını tehdit eden en büyük tehlikeden söz ediyorum. Bu uygarlığı tehdit eden tüm diğer tehlikeler gibi o da şiddetin evladı. Dahası var: Onun şanlı eserlerinden birini oluşturuyor; “çağdaş devlet”tir o. Yani geçen bölümde bilim üstüne söylediklerimizin bir yenisiyle karşı karşıyayız: İlkelerinin doğurganlığı, onu, akıl almaz bir ilerlemeye doğru itiyor; ne var ki o “ilerleme”, “uzmanlaşma”yı dayatıyor ve “uzmanlaşma”, bilimi boğma tehdidinde.
Devlette de aynı şey oluyor.
18’inci yüzyıl sonlarında “Devlet” az şeydi
18. yüzyıl sonlarında tüm Avrupa uluslarında devlet neydi, hatırlayınız! Pek az şeydi! İlk kapitalizm ve ilk kez tekniğin, yeni, akılla düzenlenmiş tekniğin zaferi olan kapitalizmin endüstri örgütleri toplumda ilk genişlemeyi sağlamışlardı. Böylelikle daha öncekilerden sayı ve güç bakımından daha kuvvetli, yeni bir toplumsal sınıf ortaya çıktı: Burjuvazi.
Bu yeni dünya burjuvazisinin her şeyden çok, her şeyden önce sahip olduğu bir şey vardı: Yetenek, beceri. Çabayı örgütlemeyi, disiplin altına almayı, sürekli kılmayı ve düzenlemeyi biliyordu. O düzenin ortasında, bir okyanusta gider gibi seyrediyordu “devlet gemisi”. Devlet gemisi burjuvazinin yeniden icat ettiği bir eğretilemeydi, öyle ya, burjuvazi kendini okyanus misali engin, her şeye kadir, fırtınalara gebe hissediyordu. O gemi fındık kabuğu gibi bir şeydi: Bir avuç askeri, bir avuç bürokratı, birazcık parası vardı. Ortaçağda burjuvalardan çok farklı bir insan sınıfı tarafından üretilmişti: Hayran olunası bir cesarete sahip soylular tarafından. Onlar olmasaydı, Avrupa ulusları da olmazdı. Gel gelelim, yüreklerindeki tüm erdemlere karşılık, soyluların akılları tamam değildi, hiçbir zaman da olmamıştır zaten. Öteki organlarına bağlı yaşıyorlardı. Zekâları pek sınırlıydı, duygusaldılar, içgüdüseldiler, seziseldiler; sözün kısası: “Akıldışıydılar”. Bu yüzdendir ki hiçbir teknik geliştiremediler, çünkü bu, işleri akla vurmaya zorlar. Barutu icat etmediler. Ondan rahatsız oldular. Yeni silahlar icat edecek yetenekten yoksun olduklarından burjuvalara meydanı boş bıraktılar (o silahları Doğu’dan ya da başka bir yerden alarak) barutu kullansınlar diye; onlar da böylece soylu savaşçıyı, aptal gibi demir zırhlara bürünmüş, cenk sırasında yerinden kımıldayamayan “şövalye”yi yendiler: Öteden beri savaşın sırrının savunma araçlarından çok, saldırı araçlarında olduğunu akıl edememişti ki (o sırrı Napolyon yeniden keşfedecekti).
Devlet bir teknik iş (kamu düzeni ve yönetim tekniği) olduğundan, “eski rejim” 18. yüzyıl sonlarına ulaştığında, geniş ve kargaşalı bir toplumun darbelerini dört bir yanından yiyerek hayli zayıflamıştı. “Devlet gücü”yle “toplum gücü” arasındaki orantısızlık o dönemde öylesine büyüktü ki, durumu Charlemagne zamanındakiyle karşılaştırınca 18. yüzyıldaki devlet bir yozlaşma örneği olarak görünüyor. Karolenj devletinin gücü 16. Louis’ninkine kıyasla elbette ki çok daha daha azdı, ama buna karşılık onu çevreleyen toplumun gücü sıfırdı. Toplumsal güçle kamu gücü arasındaki muazzam düzey farkı devrimi, devrimleri olanaklı kılmıştır; ta 1848’e değin.
Kendine devrim havası veren her şey artık bir hükümet darbesinden ibaret
Ama devrimle birlikte kamu gücüne burjuvazi sahip çıktı ve kendi inkâr kabul etmez erdemlerini devlete uyguladı, böylece bir kuşağı biraz aşan bir sürede gücü her şeye yeten bir devlet yarattı, o da devrimlerin hesabını dürdü. 1848’den sonra, yani burjuva hükümetlerinin ikinci kuşağı işbaşına geldikten sonra Avrupa’da gerçek devrim kalmadı. Elbette ki devrim yapmak için neden kalmadığından değil, olanak kalmadığındandı bu. Devrimlere sonsuza değin elveda! Artık Avrupa’da yalnız bunun tersine yer vardı: Hükümet darbesine. Ve ondan sonra kendine devrim havaları veren her şey maskeli bir hükümet darbesinden başka hiçbir şey olmadı.
Zamanımızda ise devlet mucizevi biçimde işleyen dört dörtlük bir düzenek, araçlarının niceliği ve kesinliği bakımından harika bir yeterlikte. Toplumun orta yerine lök gibi oturmuş, bir zembereğine dokundunuz mu muazzam manivelaları harekete geçtiği gibi, toplumsal bedenin herhangi bir parçasına yıldırım hızıyla yetişiyor.
“Çağdaş devlet”; uygarlığın en görünürdeki, en bilinen ürünüdür. Ve kitle insanının onun karşısında benimsediği tavrın üzerinde durup düşünmek aydınlatıcı olur. “Kitle insanı”, devleti görür, ona hayrandır, onun orada olduğunu, yaşamını güvence altında tuttuğunu bilir; gel gelelim onun birtakım insanlar tarafından icat edilmiş, dün insanlarda var olmuş olan bazı erdemler ve ilkeler tarafından ayakta tutulan bir yapıt olduğunun, yarın buharlaşıp uçabileceğinin bilincinden yoksundur. Öte yandan, kitle insanı devlette adsız bir güç görür ve kendi kendini de adsız (halk) olarak gördüğünden, devleti kendi malı sayar. Herhangi bir ülkenin kamusal yaşamında herhangi bir zorluk, bir çatışma ya da sorun çıktığını düşününüz: Kitle insanı onu derhal doğrudan doğruya devletin üstlenip, karşı durulmaz devasa araçlarıyla çözümlemesini bekler.
Uygarlığı tehdit altında tutan en büyük tehlike, “yaşamın devletleştirilmesi”dir
Günümüzde uygarlığı tehdit altında tutan en büyük tehlike budur işte: “Yaşamın devletleştirilmesi”, devletin her şeye burnunu sokması, toplumun içinden geldiği gibi yapacağı türlü işi devletin yutması; yani sonuçta insanların yazgısını ayakta tutan, besleyen, ileri doğru iten tarihsel doğaçlamanın yok olması. Kitle bir üzüntü ya da yalnızca herhangi bir güçlü istek duyduğunda, her zaman ve güvenli bir olanağa el atma eğilimine düşer: Her şeyi sadece bir düğmeye basıp (çabasız, uğraşsız tarafından, kuşku duymaksızın, tehlikeye atılmaksızın) o müthiş düzeneği işleterek elde etmek. “Devlet benim” der kitle, ki düpedüz yanlıştır bu. Devlete ancak şu anlamda kitle denebilir: İki adama hiçbirisinin adı Juan olmadığı için aynıdırlar denebildiği anlamda. Çağdaş devletle kitlenin tek ortak yanı “adsız” olmalarıdır. Ama şu da var ki, “kitle insanı”, gerçekte kendisini devlet sanıyor ve devleti kendi rahatını kaçıracak her türlü yaratıcı azınlığı ezmek üzere kullanmaya olan eğilimi giderek artmakta; rahatsızlık hangi bağlamda olursa olsun: Politikada, düşüncelerde, endüstride.
Bu eğilimin sonucu çok kötü olacaktır. Toplumun doğaçlama davranışları, devletin duruma el koymasıyla defalarca bastırılacaktır; hiçbir yeni tohum filizlenemeyecektir. Toplum devlet için, insan hükümetin düzeneği için yaşamak zorunda kalacaktır. Ve devlet, eninde sonunda varlığı ve bakımı çevresinde onu besleyen yaşamsallığa bağlı bulunduğundan, toplumun iliğini emip kuruttuktan sonra, sıskası çıkıp iskelete dönecek, makineler misali paslanarak ölecektir, kadavra imgesini canlı organizmanınkinden çok daha fazla akla getiren bir ölümle.
Eski uygarlığın yürek sızlatan yazgısı böyle olmuştu. Hiç kuşkusuz, Julius ve Claudius gibi imparatorların yarattıkları imparatorluk devleti hayranlık uyandıran bir makineydi, düzenek olarak patrici ailelerinin eski cumhuriyet devletinden katbekat üstündü. Ama ne garip bir rastlantıdır ki, gelişiminin doruğuna eriştiğinde toplumsal beden çökmeye başladı. Daha Antoninus’lar döneminde (2. yüzyıl), devlet boğucu bir hâkimiyetle toplumun üzerine abanmıştı. Toplum köleleştirilmeye başlanmıştı, artık devlet hizmetinin dışında bir yaşamı kalmamıştı. Yaşamın bütünü bürokrasiye bağlanmıştı. O zaman ne olmuştu? Yaşamın bürokrasiye bağlanması bütünüyle cılızlaşmasına yol açmıştı; ama her düzlemde mi, her düzlemde. Servetler küçülmüştü, kadınların doğurganlığı azalmıştı. O zaman devlet kendi gereksinimlerini karşılayabilmek amacıyla insan yaşantısını bürokrasiye daha daha sıkı bağlamanın yolunu tuttu. İkinci aşamadaki bu “bürokratlaştırma”, “toplumun askerleştirilmesi” oldu. Devletin en büyük gereksinimi “savaş düzeneği”ydi, “ordusu”ydu. Afrika kökenli Severus sülalesinden gelen imparatorlar “dünyayı askerleştirdiler”. Fakat beyhude bir uğraş oldu bu! Sefalet arttıkça arttı, rahimlerin verimliliği düştükçe düştü. Askere alınacak kimse bile bulunamaz oldu. Severus’lardan sonra orduyu artık “yabancılar”dan toplamak gerekiyordu.
“Devletçilik” denilen çelişkili ve trajik sürecin ne menem bir şey olduğu görülüyor, değil mi? Toplum, kendisi daha iyi yaşamak amacıyla bir araç olarak “devlet”i yaratıyor. Ardından devlet onun üzerine abanıyor ve topluma artık “devlet için yaşamak” düşüyor. Ama sonuçta devlet henüz o toplumun insanlarından oluşmakta. Ne var ki çok geçmeden devleti ayakta tutmak için onlar yeterli olmuyor ve “yabancılar”ı çağırmak gerekiyor: İlkin “Dalmat”ları, ardından “Cermen”leri. Ve yabancılar devleti ele geçiriyorlar, toplumdan, ilk baştaki halktan artakalanlar onlara, yani kendileriyle hiçbir ilişkisi olmayan halklara köle olarak yaşamak zorunda kalıyorlar.58 Devletin her şeye burnunu sokması bu sonucu verir: Halk, “devlet” denilen ve aslında bir düzenekten, bir makineden ibaret olan şeyi besleyen ete, una dönüşür. İskelet, onu sarmalayan eti kemirir. İnşaat iskelesi, evin sahibi, sakini olur çıkar.
Mussolini devleti eline ayağına sahip olamadan kullanmakla yetiniyor
İnsan bunları bildikten sonra, Mussolini’nin ibretlik bir çenebazlıkla bugün İtalya’da yapılmış mucizevi bir keşifmişçesine şu formülü vazettiğini işitmek üzücü oluyor: “Her şey devlet içindir; devletin dışında bir şey olamaz; devlete karşı bir şey olamaz.” Faşizmin tipik bir kitle insanı hareketi olduğunu keşfetmek için yeterli bu. Mussolini hayran olunası biçimde yapılandırılmış bir devletle karşılaşmıştı; kendi tarafından değil, tam da onun karşı çıktığı güçler ve fikirler tarafından, liberal demokrasi tarafından yapılandırılmış. Mussolini o devleti eline ayağına sahip olamadan kullanmakla yetiniyor; (ben şimdi eyleminin ayrıntılarını yargılamaya girişmeyeyim ama) bugüne değin siyasal ve yönetimsel işlev bakımından ulaştığı sonuçların liberal devletin başardıklarıyla kıyaslanamayacağı tartışma götürmez. Şayet herhangi bir sonuç elde etmişse de, öylesine ufacık, belli belirsiz ve yüzeysel ki, o makineyi gücünün son haddinde çalıştırmasına fırsat veren olağandışı güçleri kendi elinde toplamasını hiç dengelemez.
Devletçilik, kural düzeyine yükseltilmiş şiddetle doğrudan eylemin aldığı en üst biçim. Kitleler, adsız makine devleti araç gibi kullanarak bildiklerini okumaktalar.
Avrupa uluslarının önünde iç yaşamlarında büyük zorluklarla, ekonomik, hukuksal ve kamu düzeni açısından sorunlarla dolu bir dönem var. Kitlelerin hâkimiyeti altında devletin bireyin, grubun özgürlüğünü ezerek, geleceği hepten tüketmesinden korkmayalım da ne yapalım?
“Güvenlik kuvvetleri”, kendi yararlarına işleyen düzeni dayatacaktır
Bu mekanizmanın somut bir örneğini son otuz yılın en kaygılandırıcı olgularından birinde buluyoruz: Tüm ülkelerde polis güçlerinin pek büyük ölçüde artmış olmasında.
Toplumsal büyüme kaçınılmaz biçimde o noktaya getirdi. Ne kadar alışılmış bir şey olursa olsun, günümüzde bir büyük kent halkının sokaklarda rahat yürümek ve işinin başına gitmek için, çaresiz, bir polisin trafiği yönetmesine gereksinim duyması, bu durumun ruhumuza dehşet verici bir çelişki gibi gelmesini engellememeli. Ama düzeni sağlamak üzere oluşturulmuş bulunan o “güvenlik kuvvetleri”nin hep onların istedikleri şeyi dayatacaklarını düşünmek “düzen insanları”nın safdilliğidir. Eninde sonunda, dayatacakları düzeni kendilerinin belirleyip kararlaştırmaları kaçınılmazdır; o da elbette ki kendi yararlarına işleyen düzen olacaktır.
Hazır konuya değinmişken, bir kamu gereksiniminin karşısında farklı toplumların gösterebilecekleri farklı tepkilere dikkat çekmekte yarar var:
1810 yılına doğru, yeni endüstri geleneksel tiplerden daha çok suça yatkın bir insan türü (endüstri işçisi) yaratmaya başlayınca, Fransa alelacele kalabalık bir polis örgütü kurar.
1810’a doğru aynı nedenle İngiltere’de suç oranında artış görülür, o zaman İngilizler fark ederler ki, polis örgütleri yoktur. Muhafazakârlar iktidardadır. Ne yapacaklardır? Polis örgütü mü kuracaklardır? Hiç de değil. Suça dayanabildikleri kadar dayanmayı yeğlerler. “Halk kargaşaya yer bırakmaya razı olur, özgürlüğün bedeli sayar onu.” John William Ward şöyle yazar: “Paris’te dehşetli bir polis örgütü var, ama yararları pahalı ödeniyor. Polisin evimi ziyaret etmesindense, gözetlenmektense, Fouché’nin tüm düzeneklerindense, her 3, 4 yılda Ratcliffe Road’da yarım düzine kişinin boğazlandığını görmeyi yeğlerim.”
Bunlar iki farklı devlet kavramı. İngiliz insanı, devletin “sınırlı” olmasını istiyor.
Gürman – Helmuth von Moltke
4 Haziran 2017
Önsöz:
1970 başlarında Ortega y Gasset’in eleştirisini ilk okuduğumda hayran olduğumu belirlemeliyim ve hâlâ şahane bir eser olduğuna inanıyorum. Hatta bu sitede okunmamış olduğunu hissedip defalarca ayna önünden ayrılmayan narsisist kitle veya yalnızlar kalabalığına tavsiye ettim. Sitedeki araba satıcıları, kafa emeği orta sınıf ücret köleleri bilgiçler, hızlı sağ/sol anarşistler, marksistlerin dertleri başka: Erdoğan, Lenin, Troçki, Mao, Marks gibi yıldızlar; eski ve asıl devrimci günler hatıraları, günah çıkartma ve yeniden doğma; yerel medya dedikodularla gıdıklanma… Bu büyük çok büyük beyinlier, haklı olarak, bir küçük beyinli, yeşil ot yemeyi, elektronik yerine dumanla haberleşmeyi, kalbe stent yerine kamış takmayı savunan karşı-Medeniyetçiyi ibişi cidiye alamazlardı.
“13 Ortega y Gasset” yazısının aklıma getirdiği ilk soru:
Kapital’e tapan Batı ve Doğu Marksistleri, Gün ve bu sitedeki endüstri-emek-üretim anarşisleri; faşistler, Naziler, totaliter komünist rejimeri; Uygarlık Aşıkları; Devlet aşıkları, Ortega y Gasset VE din rahipleri arasındaki en derin ortak görüş ne?
Gökte düzen var, yeryüzünde yok. Olmaz ama, bunu düzeltmek lazım.
Yazılı belgeler arasında, bilimin yer ve gökyüzü bilimi (geometri ve geometrik astronomi) olduğu bir yerde, ilk faşist düzenin tasviri olarak bilinen ‘Republic’i yazan koca kelle Plato bu aynı düşünceden ilhamını aldı.
İlginç ama önemsiz bir ek: Daha sonra Avrupalılar öldürecekleri yerlileri daha iyi görmek için taşıdıklar ateşi, özür dilerim, aydınlık meşalesini Plato’nun hemşerilerinden aldıklarını ileri sürdüler.
Müslümanlar, aynı hızlı anarşist Gün efendi gibi daha bilimsel düşündüler: Okuma-yazma bilmeyenleri “cahiliyya” ilan edip kılıçtan geçirdiler.
Ne var ki, kitapın sınırları var. Ortega y Gasset de mavi gözlü sarışın Gürman – Helmuth von Moltke de paha biçilmez bebekleri AVRUPA MEDENİYETİNİN o eski güzel günleri nostaljisi içindeler.
Aynı nostalji “but Newton is an honorable man”e kadar bile uzanır.
İkisi de, hürmetle adı geçen ölçme-(ölüm orağıyla) biçme uzmanı, bilim adamı, yeni yeni doğan dinin rahibi, dahi, süt ineği, sarışın mavi gözlü Newton’un, çoktan (Rönesans’ta) yer yüzüne inen düzenin (cennetin veya zamanımız laikler cennetinin) o yeryüzünü ele geçirme dakavukluğu yaptığını görmezler. Devletlerin neden gittikçe daha güçlü oldukları sorusu, bu site bilim-teknoloji müritleri gibi, allahın işi olmalı. Alahın işine de karışmamamlı.
Gasset, İspanyolların Amerikalardaki gaddarlıklarını unutmuş. Daha da vahim bir sorun daha var. Gasset, salak Gürman – Helmuth von Moltke ve kes-yapıştıran, devletsiz uygarlık olmadığını bilmeyen enayiler.
Kitlelerin doğuşu, nitelikleri ve Devlet ile ilişkileri hakkında sayısız şahane kitaplar var ama bu sitenin sağ/sol marksist anarşist narsisistlerin aynaya bakmaktan zamanları kalmaz okumak için.
İşte en çok sevdiklerimden biri:
“Somewhere there are still peoples and herds, but not with us, my brethren (brothers): here there are states.
A state? What is that? Well! open now your ears unto me, for now will I say unto you my word concerning the death of peoples.
A state, is called the coldest of all cold monsters. Coldly lieth (lies) it also; and this lie creepeth (creeps) from its mouth: “I, the state, am the people.”
It is a lie! Creators were they who created peoples, and hung a faith and a love over them: thus they served life.
Destroyers, are they who lay snares for many [benim notum: kitleler, yalnızlar kalabalığı, facebok ve twat müdavimleri, sağ/solun bol şekerli laflarla avladıkları enayiler, bu sitenin %99’u] , and call it the state: they hang a sword and a hundred [benim notum: solun bitip tükenmez nakaratı: ‘bekle eşeğim yaz gelsin’] cravings over them.
Gasset eski günlerin hasreti içinde gününü şahane eleştirdi ama unutmayın, eski günlerin nostaljisi içinde yaptı. 1979’da ipin ucunu çekenlerin yeni yeniliklerini aynı nostalji içinde Christopher Lasch şahane bir kitapla inceledi. Kitap: ” The Culture of Narcissism: American Life in an Age of Diminishing Expectations.”
Ben bu sitede bu “narcissism”in ne kadar derinler gittiğini defalarca gördüm. Kara cahil marksist ve anarşistler, lafları birleştirip müritlerinin enayiliklerine güven içinde bana hakaret üstüne hakaret yağdırdılar. Başta aynanın önünden ayrılmayan sağ/sol anarşistlerle marksistler.
Yazıda en ilginç nokta:
Gürman – Helmuth von Moltke ve kes-yapıştırcı, nedense, bu siteye en yakışan salak ve yobaz bilim-teknoloji müminliği hisleriyle, Gasset’in kitabında kitle kişisinin somut örneğini aktarmayı görmeyevermişler. “Kitle kişisi”nin en mükemmel örneği: BİLİM ADAMI (ve şimdi de ‘politically correct’ BİLİM KARISI).
Benim katkılarım:
14. yüz yılda orta Afrika’da yaşamış bir kurbağanın arka ayağı perdelerinin molekül yapılarını avucun içi gibi bilir, geri kalan tek bildiği b*k, aylık maaşı ve süpermarketlerde tüketicilik avcılığı.
Ama konuyu anlayan ve çok sevdiğim fizikçi Erwin Schrödinger es geçmez. Gasset’in haklı meydan okumasına yanıt getirmek ister.
Not: Schrödinger, kitabın başında bilimi kendilerine ıvır zıvır veren olarak anlayan bu site hödüklerini kitabından siler. Ben yapamadım çünkü başta koca ve azılı anarşist devrimci, büyük beyinli, her yapay-sanal devrime katılmış Özgür Üniversite Devrim Fakültesi profesörü Zileli ardında eşit cahillikte bir güruh başıma çullandılar. Kuran’da yazılıysa doğrudur yobazların laik klonları.
Bak:”Physique quantique et représentation du monde”
Kitap, iki makalenin birleşmesiyle oluştu:
1. La Situation actuelle en mécanique quantique (1935)
2. Science et humanisme – La physique de notre temps (1951)
Bilim adam (ve karıları) önce endüstri ve devletlerin k*larını yalamak, hayır öyle değil MERAK ve İNSANLIK İÇİN dünyayı harabe ettiler. Şimdi aynı enayi formülü İNSANLIK İÇİN temizmeye koyulmuşlar. Bu arada, ne olur ne olmaz diye, başka bir gezegen arıyorlar, gen kes-yapıştırmayla kendi b*kunu yiyecek “sustainable (durable)” sağcı/solcu mahluklar ekonomisi yaratmak, Transhumanizm ile salt elektronik chip beyinli sosyal medyanın her yerinde ve her zaman olacak her yerde hazır ve nazır allahlar falan filanlar yapmayı da ihmal etmiyorlar. Tabii, maksistlerin gururu materyalist felsefe simgesi, sarışın Newton’un sarışınlar sarışını Çin en başta. Bu sitede Hortlak adlı sapığın övdüğü, anarşist Zileli’nin katıldığı için ses çıkarmadığı ÇİN.
Bu bilm adam-karıarı bana daima Arşimet’i hatırlattı. Herif, ülkenin en büyük dolandırıcısı olan krala, dolandırılacağını nasıl önleyeceği güzel haberi hamamdan çırıl çıplak koşarak yetiştirir.
Ondan iki bin yıl önce bir yerde, halk kralları olsun ister. Aralarından biri sorar:
– Kral kızlarınızı alır harem yapar, oğullarınızı alır asker yapar, malınızı vergi diye alır, neden kral istiyor sunuz?
– Olsun, herkesin kralı var, bizim de olsun.
– İyi hakkettiniz. Allah belanızı versin.
Bu sitede felsefe, felsefe tarihi, bilim, bilim felsefesi, bilim tarihi, bilim-teknoloji, antropoliji ve en önemlisi mitleri bilmeyen kaç kara cahil bana bu konuda bebek konuşmaları yaptılar. İlaç, stent, sosyal medya, uçak, buz dolabı, orta okulda öğrendikleri bilim artistlerinin ağız sulandıran becerileri, saç kurutma makinesi ve enayi şerbeti ortalama yaşam süresi ile ömür süresi arasındaki farkı bile bilmeyen hödükler vırvırlarıyla kafamı şişirdiler.
Bir filozoftan alıntı.
“Eskiden, belirsizlik ilkesini tartışan fizikçiler arasında sesimi çıkarmaya utanırım düşünürdüm. Felsefe yapan bilim adamlarını işiteli hiç utanmam kalmadı.”
Bu süt ineklerini inceleyen sayısız kitaplar var. Ben kendi tecrübemi anlatacağım. Bu süt inekleri, doğa bilimleri ve matematikte insanın allaha bile inanacak kadar aklını durduracak zekaya sahipler. Bu ineklerle hayli zaman geçirdim. Şaka olsun diye söylemiyorum. Bu sitedekilerin belki de seksten bile daha çok istedikleri şey bunlardan biri olmak. Yani, sizler bunu benden çok daha iyi biliyorsunuz.
İşte profesörler odasında tipik bir sahne ve idiot süt ineği.
“Televizyonda dün gece başkanımız Vietnam’da yer ve hava güçlerinin takviyesi, komünizme karşı… falan filan” hödük konuşmaları.
Aynı bu sitede olduğu gibi orada da bir hata yapıp, “başkanımız ne demek?” diye sordum. Yanıtlar, bu site kabaklarının güvenliği içinde, sorumun ne kadar cahilce olduğunu kanıtladı, – yani, “ignorance is bliss”i.
Son olarak da kısaca Amerikalı olmuş Avrupalı tight ass*ler ve Türkiye gibi Amarikalı olmuş ama olmamış gibi davranmayla kafayı bulanlar arasında günah keçisi Amerika “business”e bakacağım.
Önce bir anekdot. Bir Avrualı ile çalışıyorum. Elinde matkap duvar deliyor. Bana döndü ve aklı sıra Amarika ile alay etti. “Amerika’da ‘Time is money’ derler” dedi. İdeoloji, matkapla yapılan işin “time is money” olduğunu görmeyecek kadar aptallaştırıyor insanları. Ivır zıvırları yapma “know how”ı, katı ırkçılığı, paraya tapmayı Amarika’ya taşıyanların kişisel terapisi.
Aynısına bu sitedeki sağ/sol devrimcileri arasında rastlanır. Kapital’e taparlar ama “başka” Kapital sanarlar.
Amerika sadece kitlelerin cenneti değil tüm dünyanın cenneti. Aristokratları taklit eden (aynı komünist rejimleri ve solcu enayilerin Kapital’e kapitalistsiz tapma taklidi) Avrupalılar gibi aristokratlık numaraları yapmadan, apaçık asıl allahın KAPİTAL olduğunu ilan ettiler. Avrupalıların bazıları şimdi bile eski oyuna devam etme oyunu oynuyorlar. Macron-Merkel-May gibi pez*venk ve or*spular kan emmeyi kibarca yapma ilahileri okumaktalar. Bakın bir de kendi ülkelerinde bile kan kusturdukları halka ve tarihte en alçakça sömürü ve kıyımlarına. Avrupalılar son 400 yıl salt ilkeller ve aşiret toplumlarına karşı yaptıkları savaşlarda günde 400 kişi öldürdüler.
Şu an, bazı hesaplara göre bir yılda, başta Avrupa ve Amerika zengin (şimdi artık orta sınıflılarını tavşan gibi arttığı fakir ülkelerde de), makyaj, güzellik ürünleri sanayisi, güzellik ve jimnastik salonları, estetik ameliyatları falan filan, özellikle özgürlük kazanmş kız ve kadınların her gün değişen elbise modaları, eğlence endüstrisine harcanan para, yaşam kalitesi gibi ölçülmez bir şeyi bir yana bırakırsak, kendi kedilerini kandıran solcuların 2 yüz yıldır istediklerini başarmaya rahatça yeter. Dünyadaki yiyecek, giyecek, barınak, sağlık ve eğitim sorunlarının kökü kazılır.
Varoufakis and Sanders: How to organize a progressive international?
https://www.opendemocracy.net/can-europe-make-it/alphan-telek-seren-selvin-korkmaz/varoufakis-and-sanders-how-to-organize-progress
What a wonderful and uplifting article!
It only lacks some catchy slogans.
“Precariat of the world unite!”
“Say yes to Europe!”
“Make Europe Great Again!”
Only thing that remains vague is that I do not see what Varoufakis and Sanders are offering that differs from what Trump et al are offering to same precariat class.
In any case it reminded me of an unemployed friend in France who to keep his unemployment benefits from being cut had to accept to work as an animator to pep up people who were unemployed. He told the functionary who obliged him to work that these people needed jobs and not being animated.
It seems that these two men are good animators but offering no jobs except perhaps to people like Gün Zileli, Alphan Telek and Seren Selvin Korkmaz.
It is quite possible that you perceive the names like Yanis Varoufakis, Bernie Sanders, etc., as the ‘holy chiefs’ who bring the eternal solutions for every aspect of life. You think that these people — aforementioned above — are like magicians trying to bend the reality of everyday-man, comfort their brains spreading the ‘fake’ hopes.
Perhaps you are not aware, your friend in France is one of the supporters of DiEM25 and several other organizations. And please don’t worry, they — including your friend — are not aiming to revitalize the Stalinist-like rubbish..
Your friend just told you a ‘fake’ job because he didn’t want to make you sad. And currently, he has been giving a great deal of thought whether he will invite you to the cause or not. He also knows very well that it’s a hell of a big process to convince you that there is not such a thing called ‘holy moly, chiefs mhiefs’; there are only people who try to help, that’s it.
It seems that you are on the edge of being a pathological jerk who is running away from the modern practices of medicine. For years, you happily inculcate in your very mind that these practices are just pathetic civilized efforts and make no sense. What a pity…
If you genuinely intend to fight against the global hegemony of pharmaceutical industry and the outbreaks of pandemic diseases created in high-end labs; first and foremost, you should give up acting like a pathological jerk.
Trust Gun Zileli, trust Alphan Telek, trust Selen Selvin Korkmaz and trust many others.. They are not enemies, and they are not ‘holy chiefs’ either. They are ready to help you and the jerks like you, and at the same time, they are open to any help which the jerks like you are hiding to share.
14 ve 15 anonimleri yazandan “10 Zileli hayalci değil mi?” hayal kurmayan beyefendiye meydan okuma.
“Zileli ve okuyucuları, körler sağırlar birbirlerini ağırlar misali, boş boş hayallerle kendilerini tatmin ettiklerini zannediyorlar…” demişsiniz sayın bilgiç kokan beyefendi.
Bu site, aynı senin gibi, anarşist diplomalı Zileli ve diğer baş artistler de dahil, birkaç lafla işi halleden, yerel seçim-oy verme dedikodularıyla entelektüellik terapisi yapan medya müptelası sayısız cahiller sitesi.
14 ve 15 yazlıarımda gönderme yaptıklarımdan bazıları:
“Yazılı belgeler arasında, bilimin yer ve gökyüzü bilimi (geometri ve geometrik astronomi) olduğu bir yerde, ilk faşist düzenin tasviri olarak bilinen ‘Republic’i yazan koca kelle Plato bu aynı düşünceden ilhamını aldı.”
Neden “yazılı belgeler” eklenmiş?
Neden Plato, geometri ve düzencilik bağlanmış? Bu gönderme ile Çin’in teknojide ve ticarette 18. yüzyıla kadar siz yavşak Türkleri göz bebeğiniz Batı’nızdan daha ileri olduğu “kaotik veya ‘anarşik’ aritmetik ve algebra” ile Mao ve Maocuların günümüz sarışınlar Çin’i bir türlü olamadıklarına gönderme yaptığını anladınız mı?
‘Republic’ neden faşist? Hatta bunu hiç duydunuz mu?
Atlayacağım, çünkü başta kara cahil ve aldatılmış Zileli gibi okumaya tenezzül bile etmeme numarası ile paçayı kurtaracağından eminim.
Dünyanın gelmiş geçmiş en zeki ve en hızlı düşünen adamı – yani, mükemmel süt ineğini – fabrikada gezdirmişler. Bu sizlerin taptığı süt ineği hemen çalışırken bu senin gerçek anladığın kabustan kurtulma hayalleri kuran zavallı insanlar yerine “autamation”, senin gibi hayal kurmadan yaşayan robotlar ve günümüz bilgisayarın temeli teorisini yumurtlar. “Dr. Strangelove”da her gördüğü kral-başkanı hâlâ Hitler sanan süt ineği. Nato hâlâ onun teorisinden geliştirilen sarışın algoritmayla savaş oyunları oynar.
Türk aydınlarının taptığı aynı süt ineğini baş ağrısına bir çare bulsun diye hastaneyi gezdirsen inek trene bakar gibi bakar.
Kuantum fizikde hâlâ denklemleri kullanılan Schrödinger farkı bilen ve ilk defa dikkati bu düzen meraklısı kral-imparator biliminde – yani ve sizler gibi bilim-teknik allahla peygamberlerine tapan müminlerini cambazları uyarır.
Palto’un üstünlüğü, senin gibi son 7-10 bin yıldır kral-imparator ve bir avuç dalkavuklarının hayal dünyasında yaşayanların gafletini görmesi: g*t kadar küçük Atina’da bile insanların kendi gölgelerini, senin gibi, gerçek sanıyorlar dedi.
Chuan Tseu daha güzel şeyler söyledi, düzensiz dünyayı şahane anladı ama senin gibiler için ‘Chuan Tseu’ şimdiki sarışın Mao Çinlilerin ürettikler ve salı pazarlarında satılan bir “sex toy”un adı.
Yukarıda sen ve bu sitedeki dünyayı düzenlemeye çalışanlar arasında fark görüyorsan çık göster bakalım senin gerçek dediğin şey neymiş.
Unutma sayın bilgeç:
“Çocuklar için dünya oyuncak, senin gibi tight as*ler için dünya alış-veriş gerçek dünyası”
VEYA
Tek gerçek dünya, makineler ve robotlar dünyası; tek hayal dünya, zavallıların kabustan uyanma ümidi.
VEYA
Dünyada en salakça şey bu kabustan kurtulma hayalleri, diğer her şey daha salakça.
VEYA
Eğer insanlığı salt, senin gibi sivri kellerin mantar bittiği son %0,25’e indirmezsek, dünyamızın tümü rüya ve hayal kurma dünyası. Aksi halde, ki ben sizler gibilere tercih ettiğim, hâlâ 4 ayaklılar dünyasında yaşardık.
VEYA
Son yıl ABD’de “Fentanyl in cocaine”den ölen sayısı, ABD’nin Irak, Suriye, Afganistan ve daha önce Vietnem’da öldürdüklerinden daha çok. Bu kabus mu, gerçek mi, GERÇEK EFENDİ?
En şahane ideoloji tanımlarından biri.
İdeoloji, benimsyeni, dünyasının gerçek, doğal ve en iyisi olduğuna inandırır.
En dürüst ve Endüstri-Devlet dalkavukları olmayan fizik, kimya, biyoloji, astronomi, sosyoloji, anroploji bilimciler hâlâ bir b*k bilmediklerini itiraf ederler. Önünüzdeki Müslümanlar allahın bu bilginin tümün mağarada bir tüccara açıkladığına inanırlar ve bunlar Er-Doğan gibi bir cambazı başa getirdiler.
Siz laikler “gerçek” tüccarlar, bilim teknisyenleri ve endüstrilere inanırsınız.
Anlat bakalım senin yuttuğun “GERÇEK” neymiş?
Yayınlanmama nedeni İngilzce mi?
What a pity that you insult one who would perfectly qualify being a member of precariat class. I am unemployed right now and have been so more or less all my life, getting by doing all kinds of odd jobs. When I was 4-5 years old, I sold, at the time considered ‘exotic’, bananas in what was called ‘family casinos’ at night and citrus fruits during the day in a hand drawn carriage. I continued to work even after another do-gooder, like you and your senator and finance minister unholy chiefs, Atatürk dispatched from his pyramid a police who forced my family to send me to an obligatory mind in-forming prison, called school. I even lived through a modernization comedy since no one in the family could remember my birth day, my father, to satisfy the requirement, made one up. Even worse, since he hadn’t been thoroughly domesticated like you and your rational idols, had the functionary put another name in my “Kimlik”, i.e. that which makes me, me. So I had to go through an incredible rigmarole later to be real ‘me’.
In fact, my hate of organizations, institutions and organizers started very early.
You accused me of disparaging one of tours de force of your wonderful world: the ‘modern practices of medicine’. For many years now, I have heard innumerable people praising innumerable similar gadgets received from gift bearing Greeks that make their miserable lives bearable. When, due to total ignorance, they get nowhere in their defence; they pull out their last (president?) trump card: modern medicine. Yet some precariat people know better, they say, “your wallet cures you”.
In any case, this business of modern medicine is a big lie, or an alibi, to make idiots feel superior. People became very unhealthy after they started to live sedentary lives. And that lasted more or less, with variations depending on the geography and the date, until 19th century in Europe. China avoided it a little (that is why it always had a large population) by being an exemplar racist. Secondly you are probably confusing the life expectancy with the life span. Even among the civilized people those who did not die as a child lived as long as people of today. The life expectancy is a soporific fed to domesticated sheeps to admire their shepherds.
There is something even more serious about you gadgets accountants, called cheerful robots. You have inadvertently fallen into a trap. You mentioned a gadget called ‘modern practices of medicine’ and swept under the rug the most important question, the quality of life. Even your rescued Marxist mission cannot achieve that. As you know qualities cannot be measured, that is one reason why civilized death squads cannot stand naked snobs, people who do not even know what free means since they do not have the opposite and free animals. They must be killed or like you domesticated.
If I am not mistaken those who brought to the world these ‘modern XYZ gadgets’ are the most respectful and most intelligent people that ever existed in every field of knowledge in astronomical numbers without improving the quality of life even an iota. Most humans are turned into work&consume-morons. Perhaps good for the economy but not for humans.
In my comment I imagined myself rather as Benjamin (one of my favorite animals) of ‘Animal Farm’. I wanted to wait to see if your Greek ex-finance minister and American senator would actually improve the lot of people like me. I am, even if infinitesimally modest, compared to people like you and your idols, more than satisfied with my quality, what I need is a job and some money. I am willing to work but no more than 10-15 hours a week. Others have families and children to feed and shelter.
Also, when I wrote my comment about the good news you were spreading, I simply wanted to encourage you to be more vigilant about sweet discourses and see if these secular Mages do bring some real gifts. I hate all politicians and will not follow the out and out vicious fascists who do effectively deliver real gifts. But even if I did, they would much more prefer domesticated, highly intelligent and talented people like you and your unholy idols.
Moreover, you cheer modern medicine without knowing that skepticism is the most important motor of scientific knowledge. Science as you know is the only true knowledge worthy of respect, the knowledge of things that can be weighed, measured and counted as: more drugs, more machines, more hospitals, more doctors, more nurses, more insurance companies, more medical researchers, more pharmaceutical companies, in short, more the better.
If you let simply deliver unbridled “good days are at hand” promises with no real thing, we may end up hearing Marx inspired, rehabilitated old “Workers’ self-management” glib talk.
Here are some literatures about it to start:
1. Workers Manage Factories in Yugoslavia: https://www.marxists.org/archive/tito/1950/06/26.htm
2. Workers of the world unite and take over – their factories
https://www.theguardian.com/world/2015/may/01/may-day-workers-of-the-world-unite-and-take-over-their-factories
3. Citing Dignity, Greek Workers Take Over Factory
https://www.npr.org/sections/parallels/2013/07/26/205164682/citing-dignity-greek-workers-take-over-factory
4. Une usine grecque autogérée lutte contre la crise
En Grèce, d’anciens salariés ont monté une coopérative autogérée de production de savons bios.
Au plus fort de la crise financière, la société Philkeram Johnson, l’un des principaux producteurs de carrelage en Grèce, faisait faillite. Brusquement licenciés, les anciens salariés de l’usine Vio.Me, au nord de Thessalonique, ont décidé de ne pas baisser les bras. Après s’être réapproprié les lieux, ils se sont organisés en coopérative ouvrière, et produisent désormais en autogestion des savons biologiques. Sans chef ni hiérarchie, les travailleurs prennent toutes les décisions en commun et se versent tous le même salaire. Mais les créanciers de Philkeram Johnson agitent le spectre d’une vente forcée de l’usine. Cette expérience sociale pourra-t-elle se poursuivre encore longtemps ?
And finally,
5. Failure of Yugoslavia’s Worker Self-management: Kardelj vs. Friedman
http://www.slobodaiprosperitet.tv/en/node/870
I highly recommend the last because you will find yourselves in it personified mainly by Friedman but by the others too, for whom there really is one and only one human living: civilized. They even go further, I think and unbeknown to themselves, they mean civilized and modern.
The truly genius Friedman, after having been in Yugoslavia for a few days, diagnoses the reason for the failure. He borrows yet from another incommensurable brain:
“That which nobody owns nobody will care for.” – Aristotle
Simply put, the nature wouldn’t be nature if it is not owned by somebody!
Your logic is even more audacious. People are not people if not organized by their superiors. This is yet another instance of thousands upon thousands self fulfilled prophecies.
You should also read about truly admirable Greeks who occupied Vio.Me factory. I hope they are still functioning and not destroyed by cheaper “bio” soaps coming from Marxist- Confucianist China.
Perhaps it will help you to remove, if possible, universe thick lies by reading some critical works but I doubt you will. You are burning the change the world like the kings, the emperors, the politicians, the businessmen, the generals, the industrialists, the bankers and the scientists.
The problem seem to be is that though I belong to the precariat class, I seem to know more than you the cage analyzers, i.e, you, your unholy chiefs and the other unholy idols.
Here is a very short but very intense reading to help you to go even further.
Read Sima Qian who compares Chuang Tzu with Confucius and bitterly complain how useless Chuang Tzu is. Chuang Tzu could imagine a world without middlemen Confucius who was a middleman par excellence, like you eople are. Then ask yourself why modern Marxist-Communist China is Confucianist and promotes Confucianizm world over. Maybe there is a connection between Chinese Confucianism and your idols.
Perhaps you will also understand that the world does not need your acrobat stunt man Marx or you highly intelligent superior people to change. It changes with or without you middlemen. And that is more than 99% of human existence on earth!
I realize that we are talking two different languages. I believe that I understand you very well. Your story is as old as the civilization, since when the first cage was built. Therefore, I do have an advantage vis-à-vis you. But that is why I also believe you haven’t the slightest notion of what I am talking about except to write me off as a raving maniac.
But it is true that I am not highly intelligent like you and your idols. Yet I am very happy that you seem have found an evangelic job that satisfies you. You must explain to the miserable people that it is not enough to be miserable; one must have the knowledge of it! I often wonder how humans managed to keep going for the 99% of the time without your precious science. Just keep in mind that you face a very stiff competition. There are countless do-gooders ready to help THE PEOPLE, THE HUMANITY with their blueprints and wonderful projects.
“Precariat” sınıfının bir üyesi olmak için mükemmel adaya hakaret etmeniz üzücü. Şu an işsizim ve hayatım boyunca, ara sıra bulduğum ayak işleri hariç, öyle yaşadım. 4-5 yaşında, geceleri aile gazinolarında, o zamanlar ‘egzotik’ olarak nitelendirilen muz, gündüzleri elle çekilen arabayla mandalin ve portakal sattım. Sizin şef-değil şefler senatörünüz ve maliye bakanına benzer diğer bir iyiliksever Atatürk’ün polisi kapı olmayan kapımıza geldi ve ailemi, beni akıl verici akıl hastanesi, okula göndermelerine mecbur etti. Tabii, gece gündüz çalışma devam etti.
Ailede kimse doğum günümü bilmediği için bir modernlik komedisi de yaşadım. Bana ilk defa “kimlik” çıkaran babam, yaş gereğini tutturmak için bir doğum günü uydurmuş. Hem de, daha henüz sizler gibi tam evcilleştirilmiş olmadığından beni ben yapan kimliğe aklına esen bir isim koydurmuş. Yıllar sonra, benim ben olmam için, akıl almaz kırtasiyecilikten geçtim. Siverekler ve Mardinlere gidip kütüklerde değiştirmeler yaptırdım.
Kısacası, kurumlar, örgütler ve örgütleyicilerden nefretim çok eski. Ama mezarlıkları ve mezar yapıcılarının sinemalarını çok daha sonra anladım.
Beni başarılar dolup taşan dünyanızdaki ‘ modern tıp’ becerilerini küçümsemekle itham etmişsiniz. Uzun yıllar boyunca, sefil hayatlarını katlanılabilir hale getiren ‘gift bearing Greeks’lerin zımbırtı saymalarını sayısız insandan duydum ve dinledim. Aynı sayıda zararları da ben saydım. Nihayet göz bebekleri doğdu: modern tıp! Uyanık asıl “precariat”lar farklı ifade ederler: “cüzdanınız iyileştirir”.
Her halükârda, bu modern tıp masalı yalan dolu. Asıl amacı enayi müminlerini zeki ve ileri olduklarına kandırmak. İnsanlar yerleşik yaşamaya başladıklarında anatomik, fizyolojik ve metabolik; nüfus yoğunluğundan dolayı bulaşıcı hastalıkların daha etkili ve hızlı yayılmasından dolayı çok daha sağlıksız bir yaşam yaşadılar. Coğrafyaya ve tarihe göre farklar arz etse de, bu sağlıksız yaşama 19. yüzyıla Avrupa’sına kadar devam etti. Çin, katı ırkçı olduğundan daha şanslı oldu; sürekli büyük nüfuslu oluşu bu nedenden. Hindistan daha karışık ve aşağıdaki biraz açıklar. İkincisi, muhtemelen yaşam beklentisini yaşam süresiyle karıştırıyorsunuz. Medeni ve yerleşik toplumlarda bile çocukken ölmeyenler bugünkü insanlar kadar yaşadı. Yaşam beklentisi, evcilleştirilmiş koyunların çobanlarına hayranlık melemeleri için bir soporific.
[Bakınız: https://www.bbc.com/news/world-46301059: ” What we could learn from remote tribes”
“There’s one catch: it involves becoming an anarchist. No government, no state, only the individual and their will to do as they please.”]
BBC’den fazla beklenmez. Makale şahane ama sonlara doğru kıvırmlar ve ‘recuperation” başlar. Medenilerin bitmez tükenmez kıvırmaları: ” eat one’s cake and have it too!”
İşte kıvırmalar, benim gözümde sizlerinkinin aynısı:
[ “A 2015 study examined a number of Yanomami villagers and revealed the most diverse collection of bacteria ever found in people, including some that had never been detected in humans before, scientists said.”
“They said it showed how modern diets, antibiotics and hygiene could be reducing the range of bacteria in our bodies.”
“Perhaps even minimal exposure to modern practices… can result in a drastic loss in bacterial diversity,”
“With each step in Westernisation, we seem to be losing an amount of diversity.”
“This study found that the Yanomami villagers had unique antibiotic-resistant genes, despite the fact they had never taken the drugs before.” ]
Siz ve diğer coşkunluk dolu robot muhasebecilerin çok daha vahim bir kör noktası var: her zaman, her yerde ve her savunucu muhasebecinin farkında olmadan düştüğü meşhur tuzağa düştünüz. “Modern tıp pratikleri” nicelikle ölçülen bir beceri. Daha önemli olan yaşam kalitesi, bilerek veya bilmeyerek, hasıraltı edilmiş. Yeniden devreye soktuğunuz Marksizm bile insanlara nitelik kazanması konusunda ihtiyatlı konuşur. Nitelikler ölçülemez. Bu becerilerle alay eden burnu havada züppe çıplaklar, yerleşik ama tersinin ne olduğunu bilmedikleri için özgürlüğün ne olduğunu bilmeyen dolayısıyla özgürlükle kafayı yemeyenler ve nihayet özgür hayvanlar ya medeni ölüm mangaları tarafından cehennemi boyladılar veya bizler gibi evcilleştirildiler.
Eğer yanılmıyorsam, özellikle son 2 yüz yıl tavşanlar gibi astronomik sayıda artan sizler gibi ve hatta sizlerden ışık yılları daha üstün zekalıların ‘modern XYZ aletleri’ne rağmen insanların kalitesinde zerre kadar bir ilerleme olduğu iddia edilemez. İsterseniz deneyin. Düzeni sizin gibi savunanları karşı gelin. Yüzde yüzü hemen nicelikler âleminde kaybolur. Nitelik âleminde tam tersi oldu: hem sizler gibi ileri zekalıların hem de kaderlerine razı olan sıradanların büyük bir kısmı “çalış-tüket” robotu oldular. Belki ekonomi için iyi ama insan için acınacak bir durum.
Size yazdığım yorumumda, kendimi, ‘Hayvan Çiftliği’nin, en sevdiğim hayvanlardan biri ve bana benzeyen eşek, Benjamin olarak hayal ettim. Yunan eski finans bakanı ve Amerikan senatörün benim gibilere gerçek, yani maddi, yararı olup olmayacaklarını beklemenin daha temkinli olacağını düşündüm. Kalitem, siz ve idolleriniz kadar yüksek değil ama ben son derece alçakgönüllüyüm. Kalitem düşük de olsa memnunum. Bana az iş ve az para lazım. Büyük laflar etmeme kulak asmayın. Çalışmaya hazırım ama haftada 10-15 saatten fazla değil. Diğer ‘precariat’ların besleme ve barındırma zorunda oldukları çoluk çocukları var. Karım ve ben, nasıl olsa çocuğumuz sizler gibi Devlet-Okul-Televizyon çocuğu olacak diye çocuk yapmadık. Yani, arada bir kafa çalışıyor.
Ayrıca, yaydığınız iyi haberler hakkındaki yorumumu yazdığımda, sizlere tatlı söylemler konusunda daha uyanık olmanızı ve bu laik Müneccimlerin gerçek hediyeler getirip getirmediğini görmenizi teşvik etmek istedim. Bütün politikacılardan nefret ederim. Özellikle hediyeleri gerçekten dağıtanlar. Şu an bunların çoğu kırıcı, faşist ve asıl yüzlerini apaçık sergileyenler. Onlara katılmak istesem de, onlar beni tekme tokat dışarı atarlar. Enayi değiller, siz ve sizin yiğit putlarınız gibi tamamıyla evcilleşmiş, yüksek zekalı ve yeteneklileri tercih ederler.
Cevabınızda bir gaflete daha düşmüşsünüz. Şüpheciliğin sizlerin en büyük tanrısı bilim ve teknolojinin önemli motoru olduğunu bilmeden ‘modern tıp’ biliminin şakşakçılığını yapmışsınız. Ama aynı zamanda benim kuşkum sizi rahatsız etmiş.
Eğer sizin mantıkla konuşursam, saygıya değer tek gerçek bilgi nicelikler bilgisi, yani modern bilim: daha fazla ilaç, daha çok makine, daha fazla hastane, daha fazla doktor, daha fazla hasta bakıcı, daha fazla sigorta şirketi, daha fazla tıp araştırmacısı, daha fazla ilaç şirketi… Daha, daha, daha…
Dikkatli olun, “iyi günler köşe başında” vaazları verenler eninde sonunda yine medeti Marks’dan esinlenen eski “Workers’ self-management” dilbazlığa çevirip, açıkça söylemeden, sadece çalışıp insanlığa yaralı olanları “precariat” sayabilirler. Şef değil şeflerinizden birine göre geri kalanlar lümpenler.
Fransa’da ‘Sarı Yeleklilerin protestoları’ olarak adlandırılan akımın, aslında, Macron’un ‘Avrupa ordusu’ söylemine karşı bir uyarı işareti olması için Soros-benzeri güçlerin organize ettiği bir akım olduğu söyleniyor.
‘Sarı Yeleklilerin’ kendiliğinden bir araya gelip protestoları başlatmadığı, en başından beri Soros-benzeri güçlerin yönlendirmesiyle stratejik olarak kurgulanıp uygulanmaya sokulduğu, Macron’a ‘ayağını denk al’ uyarısı yapıldığı söyleniyor.
Sizin yorumunuz nedir sayın Zileli?
şu Soros söylemini bırakılım bir kere. Bu, ulusalcıların ve AKP’nin söylemidir. Gezi’yi bile Soros’a bağladı Tayyip Erdoğan, biliyorsunuzdur. Öte yandan ister sarı gömlekli olsun, ister başka bir renk gömlekli, iiktidarlara karşı her hareketi desteklerim.
Kalbinizin durumu nasıl Gün bey? Ekonomi sallanıyor, ilaçlarınızı tedarikte sorun yaşıyor musunuz?
Bacağınızdan ameliyat olduğunuzu söylemiştiniz. Şimdi nasıl? Yürürken aksamıyorsunuzdur umarım?
ayakta hâlâ biraz aksama var ama idare ediyor yine de
“hem CHP’lilerin, hem solun, hem Gezicilerin, hem Kürtlerin, hem Kemalistlerin…”
böyle yazınca çok görünüyor galiba. oysa, chp=sol+kemalist+gezici hdp=kürt+sol+gezici
chp+hdp’nin istanbul’da solcu bir adayla seçimi kazanmaları imkansız (maks %40). eşber yağmurdereli veya canan kaftancıoğlu akp karşıtı sağın (iyip) oyunu alamaz.
chp hdp iyip merkez demokrat geçmişi temiz bir aday bulabilirlerse %50’yi zorlarlar. yine kesin değil.
İvme, kendinden çok büyük güçler yaratır.
Sayın Mahfi Eğilmez,
“Oysa benim ekonomiye yaklaşımım, devlet müdahalesinden arındırılmış bir piyasa ekonomisi çerçevesinde biçimlenirken, yaşamın geri kalan sosyal bölümlerine yaklaşımım Marksist analizle iç içe geçmiş bir biçim taşıyor. Yani ne siyah ne de beyaz, daha çok gri bir ton taşıyor. Bu söylediklerim yalnızca Marks’ın değerlendirmeleriyle değil; Darwin, Freud ve Gordon Childe’ın düşünceleri çerçevesinde oluşan yaklaşımla ilgili.”
Bu site eski adı burjuva, yeni adı orta sınıf dahilerin hayranları orta sınıf dahilerle dolu. Mahfi Eğilmez, iktisatçı bunlardan biri.
En mükemmel bir burjuva düşünür Marks, the God Father; the “useful idiot” Childe, the child. Ve bir sürü diğer müritler, yeryüzü cenneti vaazlari veren laik rahipler.
Allah bu iyilik severleri başımızdan eksik etmesin.İnsanlar bunlarsız 4-6 milyon yaşamış ama o devredeki insanlara da insan denilemez. Belki son 7-10 bin yıl yaşayanlar biraz ama tam hakkıyla son 4-5 yüz yıl ve özellikle AVRUPALI (BATILI) sarışın mav gözlüler GERÇEK İNSAN. Trkler de hemen hemen oalacaklar.İnşallah. Maymunlar bile insan oldular, Türkler neden sarışın mavi gözlü tam insan olmasınlar.
İVME ve DEVRİMLE HER ŞEY MÜMKÜN!
Neolitik devrimin materyalist bir devrim olmadığı kanıtlandı. J. Cauvin et al. Marks, Darwin’i kesip sosyal dünyaya yapıştırdı ve karın doyurma kavgası sınıf kavgası oldu. O da yetmez gibi, 19. yüz yılı Avrupa’sı hem tüm Avrupa tarihi hem de dünya, evren, kainat tarihi oldu. Her neyse, Darwin’den Marks’a geçen açlık masalının da bir peri masalı olduğu ispat edildi. Antropolog M. Sahlins et al. Marks’daki burjuva saplantısı veya sapıklığını görmemek için Marks gibi devasa büyük beyinli olmak şart. Hatta ünlü bir Marksist bile “Marks dünyayı devasa bir fabrikaya çevirmek istiyor!” dedi. Ama bu, Lenin ve diğer sapık ruhlu Marksist öcüleri daha henüz köpeklerini etrafa salmadan önce söylendi.
Neolitik çağda sonsuz daha önemli bir devrim oldu: Merdiven devrimi. Irkçı Marks ve ırkçı müritleri, insanları bir “Great Ladder of Being” merdivenindeki basmaklara koydular. En altta çıplak vahşiler, en üstte süper ırk sarışın beyazlar, bir üstte fırsatçı Lenin falan filan gibi politikacı fırlamaların partileri ve en en üst üstte MyAsster Marks ve MyAsster Engel.
MyAsster Marks’ı biraz yanlış, biraz doğru anlayanların ülkelerinde iktisatçı diploması olmayan zavallılar arasında dolaşan bir espiri:
– Bilimsel sosyalizmi kim keşfetti?
– Marks ve Engels!
– Yahu neden bizim üzerimizde denemeden önce fareler üzerinde denemediler?
Childe, Marks’ın merdivenini bilimselleştirdi. Bu herifte zerre kadar utanma olsaydı sarışın mavi gözlü İngilizlerin kırımına uğrayan aborijenleri görür, yuttuğu materyalist komünist uyuşukluk afyonundan uyanır, iğrenç-bilim hastalığından kurtulurdu. Zamanının akıntısına yüzen her canlı ölü gibi tüm insanlığı nihilizme sürükleyen göz bebeği Avrupa’nın bolluğa erişme sevdasına kapıldı.
Marks bakmadı sen bak itisatçı efendi: Kierkegaard, Nietzsche ve Dostoevsky ve eşsiz W. Blake nihilizmi görenler. Marks ve Freud kafes tamircileri.
Bu ‘born again bakire Marksizm’ yoldaşı Mahfi Eğilmez aynı dinlerde kökenciler gibi ama saygı değer akademik huu huular çekerek kökü çürük ağaca sarılmış, ayakta tutmak istiyor. Hiç belli olmaz, belki başarır. Gerçi Wallerstein gibi diğer bir akademisyen bile ekonomik krize saplanan düzencileri inceledeğinde, “eğer 50-60 yıl önce olsaydı, krizden çıkmak için Marksizm’e sarılırlardı” dedi. “Born again Marxizm”i satmaya çalışan Mahfi Eğilmez biraz geç kalmış ama sosyal medya gibi dedikodulara vesile olabilir.
Sayın Eğilmez, Rönesans’tan beri dünyada iki çeşit insan kaldı. Kafestekiler, kafese koyanlar.
Bir de, kafesi inceleyen uyku gezer süt inekleri bilim adamlar ve karıları var. Bunlar kafesin yapısını inceler dururlar.
Bunları en güzel, Childe’in görmemezlikten geldiği aborijenlere benzeyen ve siz ve Childe gibi sarışınların ölüm manglarının gözünden kaçanlardan bir Eskimo tanımlar: “Bize sorularıyla işkence ediyorlar!”
Bilgi güçtür, efendim.
Childe üstelik mezar kazıcısı. Bulduklarını sergileyip vır vır edenlerden. Bunlar salt kendilerinin kim olduklarını ele veren “artık insanlar”.
Sayın Eğilmez, işte size kısa bir çeşitli insan listesi. Tabii, başta bizi kuyruğumuzdan yakalamış olan, Homo economicus. Kapağı attığınız işi, Allah’a şükür, bu hilkat garibesine borçlusunuz. Keep talking, keep writing. Çok münasip bir kapı çalmışsınız. Eski Marksist-Leninist –Stalinist yeni 19. yüz yıl endüstri veya “çalış-ye” anarşisti Zileli sizi pompalamak zorunda. Aksi halde son dininden de vazgeçmek zorunda kalır.
Homo economicus’tan sonraki homolar çok maşallah: Homo sapiens, homo reciprocans, Homo sociologicus, Homo faber, Homo insipiens (size en çok benzeyen), Homo turisticus,. omo agens, Homo erectus (aman aklınıza ayıp işler gelmesin), homo habilis, homo poeticus, Homo religiosus, Homo hierarchicus … liste çok uzun. Nihayet en çok sevdiğim Homo Ludens.
Kropotkin’in bir cümlesi binlerce sayfa Darwin zırvalamasından daha derin, daha doğru ve daha önemli.
Aynı teoriyi bulan Wallace, sarışın Darwin’in kitabını okuduktan sonra Darwin’e yazıp evrim teorisinde insana gelince daha temkinli olmalı der. Wallace, “şu an çıplaklar arasında yaşıyorum ve her biri bizim İngilizler kadar zeki!” der.
Allah bizi yalandan, fesattan korusun! Ne yani, bu vahşi çıplaklar yüksek zekalı iktisatçı Eğilmez ve bu site dahileri kadar bile zekiler mi? Ne günlere kaldık Kapital’im!
Darwin cevap verir:
“Eğer yazının senden geldiğini bilmeseydim çöp tenekesine atardım”
Şu doğru ki, başta Marks ve müritleri, dünyayı “dog eat dog” görenler, Darwin’i tercih ederler: modada olan Socibiology ve Evolutionarz Psychology mesela.
Medeniler tarihinde, Teknolojik-Endüstriyel devire kadar dünyayı sırtında taşıyan tarımcı köylülerdi. Burjuvalar dizginleri ele alalı başımıza bela olan bu üstü zekalı yavşakların hiç aklından bile geçmiyor nasıl oldu da, bu geri zekalı köylüler 7-8 bin yıl işi idare ettiler? Nasıl oldu da, bu geri zekalı çıplak vahşiler insanlığın yeryüzündeki yaşamının %99’u kadarını Marks, Newton, Einstein, Trump, Atatürk, Erdoğan, Lenin, Troçki, Mao ve diğer büyük beyinli salaklar olmadan yürüttüler?
Freud kendi başına bir baş belası. Daha altın yumurtasını yumurtlar yumurtlamaz dürüst bilim adamları yanlış ama hoşa giden cambazlıklarına dikkat çektiler. Diğer yandan, medeni ve modern insanın sapık ruhunu bu kadar güzel gören birine hayran olmamak zor. Herif modern insanın tek huzuru ölümde bulduğunu bile gördü ve “ölüm içgüdüsü” adıyla her kapıyı açan anahtar bilim etti.
T. S. Eliot’un dediği gibi,
Burada ne oturulur,
Ne uzanılır,
Ne de ayakta durulabilir.
Dağlarda bile sessizlik yok,
Sadece yağmursuz gök gürültüsü.
Fakat Kapital etrafta dolaştığı sürece solcu dırdırlarına, özellikle gıda-barınak biliminin cici bici ismi ekonomi işgüzarları meşgul eder. Hele devrimci solcuları, hiç sormayın, nerde b*k, orda sinek. Bu enayi solcular, Franasızlara kendi ve arkadaşları gibi zenginlik vaadinde bulan Macron’u seçenlerin şimdi sokaklara dökülüp aldatıldıklarına dert yanmalarında bile devrim koklarlar.
The show must go on! Dikkat! Dikkat! Barikatlar kuruluyor. Devrimlerle ne köşeler döndük! Bakın Fransa’ya! Bakın Rusya’ya! Bakın Çin’e! Veya hiç bakmayın mideniz bulanabilir. İnsan harabeleri, makine cennetleri!
Size tavsiyem bu sitede diğer “born again” bakire Marksizm hak yolunda huu huu çekenlere katılmak. Bunlar bayağı ciddi. Bunlar sadece baş belası Marks’I güncellemekle kalmamışlar. Marksizmden dili yananlar veya benim gibi nefret edenler uyuz olmasın diye yeni bir isim bulmuşlar: PRECARIAT. Onlar da sizin gibi homo iktisatuscu ve sizin gibi hayli yüksek zekalı. Bunlar anarşist oldukları için şefli şefsizler.
Saadede gelinmez,sadede gelinir. ayrıca kelimlerin bazı harflerine yıldız koymak kurtarmaz. Bu düzeltmeleri yapıp yazınızı yeniden gönderin.
Sayın Zileli,
“iktidarlara karşı her hareketi desteklerim.” lafınız şaşırtıcı. İktidarı ele geçirmek için iktidara karşı olanları da destekler misiniz?
gereçekten anlayamadım sorunuzu. İktidarı ele geçirmek isteyen iiktidar karşıtlarını mı demek istediniz. Eğer onu kastettiyseniz, cevabım şudur: Onların iktidar arzularını desteklemem ama iktidara karşı mücadelelerini desteklerim.
Sayın Gün Zileli,
“Yeni Bir İvme…” yazınızla sadece iki şeyi kanıtlamışsınız.
Yine bilim ve bu özel bağlamda fizik bilimi alanında ne kadar kara cahil olduğunuzu ve ne kadar denerseniz deneyin gençlik yıllarınızda sizi biçimleyen Marksist-Leninist-Stalinist-Maoist- Perinçekist ideolojisinden kurtulamadığınızı. Sizi biçimleyen epigenetik, ve çevre pisliği. İLERİCİLİK ruhunuza, genlerinize girmiş. Bir mutant, bir hilkat garibesi, bir markso-leinino-stalino-anarşizo hibrid olmuşsunuz.
İvme hıza hız katar. Kitle ivmeye direnir. İvme kavramı hareket, ilerleme çağrışımı yapar. Kitle kavramı direniş simgeler. Direnen, “HAYIR!” der. İvme savunan, ölü balık gibi, akıma katılır, “EVET!” der.
Bakın bu İLERLEME beyin yıkaması ne kadar derinlere inmiş.
Anarşistlik falan filan hayallerinden vazgeçin, olmuyor.
Siz devrim hakkında çok atıp tutmakla devrimci olmuşsunuz.
Varsa sizde cesaret verin bize somut devrim örnekleri; verin bize bu devrimlerin insan niteliklerine katkılarını.
Ben eminim ki, her kara cahil gibi başlarsınız “eskiden bir yere gitmek için yürürdük, şimdi arabayla daha çabuk yetişiyoruz” gevezeliklerine. Eğer sizde sandığınız kadar beyin gücü olsa bu cümleyi söyleyenlerin dünyanın en şapşal insanları olduklarını hemen görürsünüz. Çünkü arabayla gitme sizin laik allahlarınızın pis ağızlarında yere düşmedi! Yüzlerce farkında olmadan varsayılan sosyal etkinlikleri kapsar, kara cahillik ve aciz salaklık kusar, konuşanı beyinsiz bir tüketici olduğunu açıklar. Lastik lastik toplayan ve lastik fabriksında çalışan, cam ve cam atölyelerinde çalışanlar, maden ve maden çıkaranlar, petrol ve petrol çıkaranlar ve petrol için öldürülen insan sayısı, makinist ve makinisti yetiştiren okullar, okul, fizik, matematik… Sizin için iş çok basit: “devrim efendim, devrimle bu işler kendiliğinden hallolur”.
Böylece farkı düşünmektense ileriye zıplarsınız ve fark sorunu önemini kaybeder.
Bir yere yürürken koklanan kokular, işitilen sesler, görülen çiçekler, akan sular, dağlar, tepeler yerine eşek gibi çalış, al arabanı, al sigortanı, sür sinir içinde, küfür et önüne geçenlere, kork bir kazaya uğramaya… Nihayet insanlar sizler gibi olurlar. İlkokulda duyduklarını tekrarlarlar. Yobazlık sadece dincilerin tekelinde değil!
“Gün Zileli/Aralık 4th, 2018
ayakta hâlâ biraz aksama var ama idare ediyor yine de”
Precariat müminleri ve endüstri anarşizmi mümini Zileli ivme kazanmış devrim İVME’sine ivme katmak için geçici olarak birleşmeyi düşünüyorlar. Devrimden sonra feshedilme şartıyla geçici olarak Arı Sanal Sosyal Medya Partisi (ASSMP) kuracaklar. İlk etkinlikleri, seçilmeden önce bütün sarışın Fransızları kendi ve arkadaşları gibi milyoner etmeyi vaat eden Macron’dan kazık yiyen zavallı PRECARIAT sarışın sarı yeleklilere yardıma koşup İKİNCİ BÜYÜK FRANSIZ DEVRİMİ’NİN barikatlarına Türk taşları götürmek.
Doğrusu, dünyada ve her alanda hızla artan DEVRİM artık saymakla bitmez. Bir devrim daha can incitmez.
Gelelim daha somut bir soruna: PRECARIAT bilimsel devrimcilerin bilimsel, yani belgelerle kanıtlanmış “modern practices of medicine” devrimin yarattığı bazı ufak tefek pürüzlere.
Zileli önce Marksizm masallarına kandı ve hatta bir Türk yerli mal marks Doğal Pirinç’i godfather edindi ama sonunda ona da pişman oldu. Her şeye genç gözlerle pozitif bakan Zileli bu kandırılmayı, “Biz Nasıl Kandırıldık?” kitaplarıyla ilelebet enayi potansiyel mürit gençlere ders verme hocası oldu. Marks-Pirinçi-Lenin falan filandan kazık yiyince, boşluğunu veya boşaltmayı, bakire kız oğlan kız (pek bakire olmayan 1930’lar İspanya, 1871 Paris falan filan hariç) endüstri anarşizmi ile doldurdu. Galiba en son Precariat “modern practices of medicine” mavalını da aynı hevesle yutmuş.
Türkiye’de bile kes-dik şarlatan doktorlara karşı-şarlatan doktorları duymamış bu zavallı Zileli. Karşı-şarlatanlar, aynı Zileli ve Precariatlar gibi, “mağdur halkı uyandırma” devrimine ivme kazandırmak amacıyla, ameliyatların %90’nının gereksiz olduğunu özgür medyada ilan ettiler. Here is that MEDIA stars again!
Bu Precariat-Zileli ivme devrimcileri yardan da serden de geçerler ama İLERLEME peri masalından asla vazgeçmezler. Aksi halde, hem kendileri hem yoldaşları yollarını kaybeder, sevgilileri bilimsel doğa ana yasası yerçekimine uyarak uçurumdan aşağı uçarlar.
Tabii, bu allahlar allahı İLERLEME inancı yanı sıra kişisel gaflet de var. Dolandırıcıların tatlı dillerine hayran olup onlara benzemek hayalleriyle coşan Zileli, dolandırıcıların küçük yazılarını okumamış. Dolandırıcı numunesi politikacının ünlü “biz arpa ambarı deriz, aç tavuklar hayal kurup doyarlar ” ilkesinden tiksineceğine kendi ustası olmuş.
Çiçekten çiçeğe devrim
dolaşır Precariatlarda, Günlerde,
Fransız-Rus Devrim’i geldi gitmez oldu,
Gözleri ileride,
Gözleri tüketimde.
Wa’allah-i, Bi-allah-i hiç belli olmaz, bir bakarsın, dünyaya silah satmada üçüncü gelen Fransa sarışınları sarışın yelekliler, satılan silahları ele geçirip, Fransa’ya gelen veya uzaktan sattıkları petrolle sarışın Fransızlara sorun yaratan terörist Araplara karşı kullanır, ilk BÜYÜK devrimlerini, McDonald “bigger the better” modeline uyarak, daha da BÜYÜK yapabilirler. Ve diğer bir hokkabazlıkla, faşistliğin hızla artmakta olduğu faşist Avrupa’sına İVME kazandırıp, bu defa faşistliği dünya ülkelerine yayabilirler. Peki, sloganları ne olacak? “ÖNCE BİZ!”. İşin en kötü tarafı, Zileli ve Precariat’çılar gibi “cheerful robots” profesyonel devrimcilerin ağızlarına 1-2 yüz yıl daha çiğneyecekleri sakız veya emecekleri emzikler koyacaklar.
Sadede geleyim.
Aynı peri masalları devrimlere inandığı gibi, bilim-teknik ve “modern practices of medicine” peri masallarına inanan Zileli, küçük harfli yazıları okusaydı, diz ameliyatları yaptıranlar ile yaptırmayanlar arasında, “modern practices of medicine” dinciliği ve inanç hariç, hiç bir fark olmadığının kanıtlandığını öğrenirdi.
Her solcu devrimci hızlı gerçek “materyalist” , zerre kadar anlamadan Berkeley’e güler ama;
“Ormanda düşen ağacı görmeyen olursa, ağaç düştü mü?”
Hödük, bilimin insanlığı kendisi gibi içi dışı boş hiçliğe sürüklediğinden habersizse, “Kapital’siz bilim olmaz”ı duyar mı?
İnsan din tarihinde rastlanmamış bu laik yeryüzü solcu katı sofular, bu profesyonel devrimci Marksist-endüstriyel anarşistler, müritlerini Rus ve Çin cambazlıklarının teferruatlarıyla meşgul ederler. Böylece ne kendileri ne de müritleri, sağcı/solcu olsun tüm dünyanın asıl tanrısının Kapital olduğunu görmez. At gözlükleriyle sadece düşman ilan ettikleri kapitalistleri görürler ve gösterirler. Aslında bu çok eski bir yöntem. Kapital solcuların allahı, kapitalistler günah keçisi.
SOLCU-DEVRIMCI IKI AYAKLILAR IYI, DÖRT AYAKLI GÜNAH KEÇILERI KÖTÜ.
Not:
Sayın Zileli, Eğer ben de sizin gibi medeni, evcil, büyük beyinli, uslu, terbiyeli orta sınıflı falan filan olsaydım, sizin gibi insan haklarına inansaydım, aşağıdaki gibi okunmaz Türkçe yüzlerce yazıları sizin son hatanıza ekler İNSAN HAKLARI falan filan teşkilatına gönderir dert yanardım.
“27 Eskici 14 Kasım 18/
-“kar di sim”ler birliği- ile muhatap olmak bile utandırıyor beni. Hoşçakalın kar diş ler. Sizleri bu hale getiren şeylerin hiçbiri benim dunyamda yok.”
Ve okunmaz yazıları yanı sıra cahillikte sizin tıpkınız Hortlak ve Necip altın yumurtaları.
Gelelim siz sayın “second class” gossip writer yazar çizerin yazı hatasına:
“Aralık 3rd, 2018
şu Soros söylemini bırakılım bir kere. Bu, ulusalcıların ve AKP’nin söylemidir. Gezi’yi bile Soros’a bağladı Tayyip Erdoğan, biliyorsunuzdur. Öte yandan ister sarı gömlekli olsun, ister başka bir renk gömlekli, iiktidarlara karşı her hareketi desteklerim.”
‘şu’ büyük harf ‘Ş’ ile yazılır. ‘iiktidarlara’ değil, ‘iktidarlara’. Yeteri kadar iktidar var, iktidarların sizler gibi yeteri kadar imla ve ahlak polisleri de var, ek ‘i’ ile arttırmaya gerek yok!
“ayakta hâlâ biraz aksama var ama idare ediyor yine de”
‘ayakta’ kelimesindeki ‘a’ sizin gibi büyük ‘A’ olmalı. Cümlenin sonunda nokta olamalı.
Biliyorum yalanlara inanmak sizin için yaşam/ölüm sorunu olmuş. Taktığınız maskeleri tek tek çıkarmak asırlar alır. Bu konuda size yardımcı olamam. Zaten medeni sıradan çoğunluk, her zaman yalanı tercih eder. Ne var ki, sıradanlar yalanı mecburen seçerler, siz büyük beyinliler seve seve seçersiniz.
Bir dahaki sefer tekrar bilimsel şarlatanlara kanıp bedeninize yedek parçalar taktırmadan önce bana yazın. Size sempatim olduğundan değil, bu sahtekârların sizi aldattıklarını ispat etmek için, sizi, çok basit yöntemlerle daha fazla yedek parça taktırmaktan kurtarırım. Benim size vereceğim yeşil otçuluk, koca karı ilaçları, üfürükçülük, dua etmek falan filan daha henüz Türk bilimsel ivmesi kazanmamış olabilir. Siz her modaya hemen uyduğunuz için daha henüz oralara gelmediği belli.
Her hâlükarda, Yaşasın Kapital’siz Bilim-Teknik! Kahrolsun Kapital’li Bilim-Teknik
Sevdiğim bir eleştirici bir ara en iyi makale gazete yazılarından parçaları birleştirmekle (collage ile) yazılır demişti. Yeteneğim yok ama bu fikir çekici.
Şimdilik Doğa’nın bir Batı icadı olduğunu bir tarafa bırakacağım. Merak eden hayvanlarla hayvanat bahçesini karşılaştırsın yeter. Tüm dünyanın artık Batı olduğu bu devrimizde bu çılgınlığı görmek imkansız. Hele 4 yüz yıldır Batılı olmak için yanıp tutuşan Türklerin görmesi, well forget it!
Climate Change
1988 a US ship dumped 4,000 tonnes incinerated ash.txt
Humans just 0.01% of all life but have destroyed 83% of wild mammals
Cars and coal help drive ‘strong’ CO2 rise in 2018.rtf
Climate change_World at crossroads warning
Warming made UK heatwave 30 times more likely
Five things we have learned from the IPCC report
Hothouse Earth
Le Roundup devient allemand, et après
Guillaume Pitron – 28 minutes [Bu video, dünyanın dört bucağındaki “cheerful robots” temiz ve evcil orta sınıf enayilere yutturulan temiz enerji masalını ifşa eder.]
Premier accident nucléaire de l’Histoire
Pollution is the largest environmental cause of disease LANCET
Pollution linked to one in six deaths Lancet BBC
Climate change – How 1.5C could change the world
Sir David Attenborough – Climate change is proceeding ‘so much faster’ than the last Ice Age did
İvmecilere devrim çene düşüklüğü sağlayabilecek sarışın sarı yeleklilier ile ilgili acı bir hakikate ön not.
Fransızlar, Fransa’nın dünya silah satışında baştan üçüncü geldiğini ve Fransız şirketlerinin silah satışını arttırmak için etrafta savaşları körüklediklerini de ‘bilmezler’!
Bu cinayet mekanizmasına karşı gelmezler ama dünyayı zehirle doldurup daha da kirli edecek aile başı bir ile üç arası arabalarını sürmek için Macron’a karşı gelirler.
[Örneğin sarı yeleğini gururla taşıyan bir kadın üç arabalarının masrafının artmasından korkuyor. Derdi çok bu hanımın.Kilometrelerce sürmek gerekiyormuş televizyon kadar eğlence sağlayan alış-veriş merkezlerini bulması. Evinin salonu bizim dairenin 2-3 misli ve cincik boncuk dolu.]
Müjde! Müjde! Türk solcuları! Devrim ivme kazandıkça kazanıyor, oldu olacak!
Macron, seçilmeden önce, Fransızlara, kendi ve diğer milyoner dost ahpapları gibi, milyoner olabileceklerini ima ile vaat etti. Kendine şimdi karşı gelen sarı yelekli sarışınların ağızlarını sulandırıp seçildi.
Ülkesindeki savaştan kaçıp Fransa’ya gelen, Balzac, Flaubert, G. Sand gibi yazarların kitaplarıyla büyüdüğünü söyleyen bir yabancıyı duyan Charlie Hebdo, birkaç yıl önce “(sarı yeleki) bir Fransız için bunlar sokak ve cadde isimleri ” yazmıştı.
Yani, sarışın yelekliler ne arabaya, ne araba sahbi olmaya mecbur edildiklerine, ne Fransanın silah satmak için savaşları körüklediğine, ne arabaların dünyayı felakete sürüklediğine, ne…, ne…, ne “kaza olması imkansız” sayısız nükleer enerji merkezlerine, ne Devlet’in nükleer atıkları kendileri gibi para için herşeyi yapan Devlet adamlarına rüşvetle fakir ülkelere atıp sayısız hastalıklara neden olmalarına karşılar ne de bütün ülkeleri “biz yapmasak X, Y, Z yapacak” çılgınca rekabete zorlayan sapıklığa karşılar.
Bu savaşları körükleme rezilliğini aşağıdaki belgeler ve videolarda izleyebilirsiniz.
Patrie et profit – Le business de la défense
Markus Bickel, rédacteur en chef d’Amnesty Journal, le journal des droits de l’Homme.
Patrie et profit : Le business de la défense : Reportage choc & complet en français
https://9docu.com/regarder-et-telecharger-le-documentaire-patrie-et-profit-le-business-de-la-defense-gratuitement/
Sunny-Side-DP-2016-BD.pdf
EĞİTİM EFENDİM, EFENDİM, EĞİTİM, FRANSIZLARA ve HER TAŞ ALTINDA DEVRİM İVMESİ BULANALARA EĞİTİM LAZIM!
bu tür gevezelikler için gereken enerjiyi nasıl buluyorsunuz? Tek merak ettiğim nokta bu.
sanki biraz telaşlanmış gibisiniz bu sarı gömlek meselesinden dolayı!
Fransa’da sarı yeleklilerin iyice ivme kazandığı artık inkar edilemez. Sarı yelekliler ikinici Büyük Fransız Devrimi’ni başaramasalar bile Macron’ı alaşağı edebilirler.
Precariat arkadaşlar, Avrupa’yı kurtarma hareketiniz politik bir bunalıma girmiş gibi.
Çünkü başınızı çekenlerin en başındakilerdenbiri olan Yanis Varoufakis, Fransız solunu Macron’u desteklemeye davet etmişti.
“Macron came to Greece’s aid during our crisis. The French left should back him
Yanis Varoufakis”
Siz solcusunuz ama Fransız olup olmadığınızı bilmiyorum. Her halükârda, solcular sınır tanımazlarmış, hatta sınır geçerken pasaport falan bile göstermezlermiş. Ama belki bu sadece AB solcuları için geçerli. Neyse, bu önemsiz bir ayrıntı. Dedikodu bile olabilir. Ben bu işlerde biraz yeniyim kusura bakmayın.
Avrupa’yı kurtarma derneğiniz açısından sarı yelekliler Precariat mı? Eğer sarı yelekliler Precariat ise, Macron’u mu destekleyeceksiniz yoksa sarı yeleklileri mi?
Not: Aranızda Zizek’i görmek beni şaşırttı. Ben onu ıslah olmamış Stalinci sanmıştım. Ve hatta Amerikallara “ulan bu kadar gücünüzle neden yavşak yeni solculara uyup gölgenizden korkar gibi davranıyor sunuz? Çıkarın koca bombalarınızı, bakın dünyayı nasıl yola getirirsiniz” diyen biri olarak tanımıştım. Şimdi muradı yerine geldi ama kendisi muhalfete geçmiş. Ne oldu? Nihayet Amerika kıçına tekme falan mı attı?
Ama resimde eski Stalinci Gün abiniz yok. Neden? Yoksa din ve milliyet farkı önemli mi? Gerçek Avrupalı falan filan olmak ve Stalincilikten uçup anarşistliğe konmak gibi.
Sayın Zileli
“Onların iktidar arzularını desteklemem ama iktidara karşı mücadelelerini desteklerim.” demişsiniz.
Şematik olarak seçimle iktidara gelen ülkelerde oy verenler iktidarı ele geçirmek isteyen partileri desteklerler, oy verenlerin iktidar arzusu olması gerçek politika dünyasında ‘imkansız’ ve sonucu da pek değiştirmez. Sizin için önemli olan hisler veya psikoloji. İnsanların çoğu paranın hayatı zehir ettiğinden dert yanar ama para hayatı zehir etmeye devam eder.
Bütün insanlar beraberce iktidarı ele geçirmek arzusuna kapılırsa, arzularını desteklemeyecek misiniz?
Hayatta hiçbir şey saf değildir. Bir şeyi yaparken aynı zamanda olumsuz bir şeye de yol açabilirsiniz.
“Gün Zileli / Aralık 8th, 2018,
bu tür gevezelikler için gereken enerjiyi nasıl buluyorsunuz? Tek merak ettiğim nokta bu.”
Çok basit sayın devrim mütehassısı ve üstadı Zileli bey: sizlere gülmekten. Gülmeyi sonsuz sevdiğim gibi siz orta sınıf evcil, iyi kalpli hayır severlerin cahilliği ve kasılması, kendinizi sonsuz ciddiye almanız sonsuz komik. Düşenen insan var olduğu gibi, solcu-devrimci insan her şeyi bilir olur!
Aynısını yaşadığım her ülkede gördüm. Türklerin hep elden düşme bilgilerle beslenmiş olması ve dolayısıyla daha çok konuların adlarıyla sevdaya düşmeleri bizim gibi televizyon seyretmekten nefret edenler için canlı televizyon. Sosyal-ekonomik, sosyal-politik, paradigma, teori ve praksis…
Benim tahminim siz gülme yeteneğini kaybetmişsiniz. Jelotolojik sarışın mavi gözlü bilim araştırmalarına göre, hayat boyunca sizin gibi baston yutmuş ‘tight asterisk’li bir hayat sürdüren devrimcilerin beyninde bazı tahribatlar oluyormuş. Multifaktoriyal bilimsel analizler gülmede beyinin tümünün interaksiyonel bir sürece girdiğini gösterdi.Regressiyon ve korrelasyon analizlari de %95 güvenlik aralığı çerçevesi içinde sonçlara katılır.
Örneğin denekler bir elektroensefalografiye (EEG) bağlandı ve güldüklerinde beyin aktiviteleri ölçüldü. Her durumda, beyin düzenli bir elektrik paterni üretti. Frontal lob yanı sıra, beynizinde korteksin sağ yarıküresi (sosyal-politika haritasında devrime ve ivmeye en müsait fakirler bölgesi), oksipital lobun duyusal işlem alanı (devrimciler haritasında başkalarının acılarını paylaşma duygular bölgesi)… falan filan çok sayıda bilimsel Grek ve Latin beyin coğrayası yani.
Bilimselliği son dereceye ciddiye alan sizler için bilgi seviyenizi göstermede işe yarıyabilir ama benim açımdan tıpkı sizlerin tatsız tuzsuz devrim vır vırları ve yerel Türk politikasının toplumsal seyircilere gösterilen manzaraları.
Ama arızanıza sarışın mavi gözlü bilim adam ve karıları bir çözüm buldular. Aynı diziniz gibi beyninizin bir parçasını çıkarıp yerine bir yedek parça takabiliyorlar. En ucuzunu Çinliler yapmakta. Eğer Çin’i seçerseniz Maocu komünist günlerinizin bir CV’sini mutlaka yanınıza alın. O zamanlar, Mao’dan size giren İVME ile hareket geçip, kırlara giderek ivmenizi “sloth” veya ” paresseux” köylülere aktardğınızı, onların da bu ivme ile şehirlere akarak proleter sayısını arttırdığını, böylece devrimci güçleri daha da güçlendirdiğinizi, devrime ivme katkısında bulunduğunuzu falan filan belgelerle ispat edersiniz. Avrupa’ya götürdüğünüz kağıtlar gibi yani.
Bir öğüt daha. Bilimsel Türk doktorlarınız, sizler gibi özveri ve çalışkanlıkla, Medeniyet’inizi ve İNSANLIĞI ilerletmede de İVMELENMİŞLER. Suriye mağdurlarının bedenlerinden bazı yedek parçaları keserek İNSANLIĞIN diğer insanlarına yapıştırmaktalar. Bu yedek parçalar Çin’dekilerden daha ucuz ve kapı komşu olduğunuz için genomlar da daha samimi ve yakın. Giderken bir yedek parça alıp götürün.
Unutmayın Sayın Devrimcilik Uzmanı Zileli Bey,
Gülmeyen ciddi olamaz.
Comedy is simply a funny way of being serious.
A day without laughter is a day wasted.
If I had no sense of humor, I would long ago have committed suicide.
Siz şanslısınız Türkiye’de sizin yerinizi alan, yeni yalanları yutan çok sayıda enayiler sizi pompalayıp ayakta tutmuşlar.
“Gün Zileli / Aralık 8th,
sanki biraz telaşlanmış gibisiniz bu sarı gömlek meselesinden dolayı!”
Kapitalistler yetmez gibi sizin gibi meslekleri devrimcilik olanların dır dırlarına ve komünistlere model olup başımıza bela açan BÜYÜK FRANSIZ DEVRİMİ’NİN “new and better” İKİNCİ BÜYÜK FRANSIZ DEVRİMİ ha oldu, ha olacaktı, ha olabilirdi, ha yoldan çıkarıldı, ha özümlendi, ha bakireliğini kaybetti, ha X, ha Y, ha Z gibi devrim uzmanları “cheerful robot”, gönüllü “useful idiotların” vır vır, dır dır artacak korkusu.
Komünistler, ışığı görüp vır vırlarından vazgeçtiler ama bakire komünistçiler ve sizin gibi, üretim-tüketim endüstrisini, yani aynı şeyi başka bir adla isteyenlerler yeni bir İVME kazanacak, horoz gibi ötmelerine devam edecekler. Bu birbirini pompalayan orta sınıf salakları “herkes bizim gibi orta sınıf olsa ne iyi olur” iyi kalplilikleriyle kendileri gibi tatsız tuzsuz bir dünya hayalini yeniden ateşler diye korktum.
Herkesin bildiği bir gerçeği bu enayileri bilmemezlikten geliyorlar: alış-vriş ve tüketim gücünü arttırma dışında kimse ne istediğini bilmiyor.
“SEE … HOW CRUEL THE WHITES (TURKS)LOOK. THEIR LIPS ARE THIN, THEIR NOSES SHARP, THEIR FACES FURROWED AND DISTORTED BY FOLDS.THEIR EYES HAVE A STARING EXPRESSION; THEY ARE ALWAYS SEEKING SOMETHING; THEY ARE ALWAYS UNEASY AND RESTLESS. WE DO NOT KNOW WHAT THEY WANT. WE DO NOT UNDERSTAND THEM. WE THINK THEY ARE MAD.”
Words of an old Pueblo Indian related to Carl Gustav Jung
“Eğer allah ölürse, her şey mümkün” den “eğer utanma kalmamışsa her şey mümün”e geçtik.
Bu yeni “cheerful robot”laar sizin gibi yedek parçalardan oluşmuş, aldatıldığı günlerin hatıralarıyla yaşasa belki zarar az olur ama bakın şu Precariatçılara. Aynı tas aynı hamam. Yeni buldukları sahtekarların heyecanı içinde yanıp tutuşuyorlar.
İşte “Manifesto”ları:
“Yapacağımız reform veya değişiklikler insanları her zaman olduğu gibi daha da kötüye sürüklese de, bize meşguliyet sağlayacak, hayatımıza anlam verecek, medyada bizi de artist yapacak etkinliklere ihtiyacımız var. İçimiz boş ama dışımızla dolu gibi görünsek yeter.”
Üstelik utanmadan hemen bir şantj da ekliyorlar. Bizim liderler hoplayıp zıplıyor. Siz neden muhabbet tellalığı yapmıyorsunuz?
Ulan insan utanır be! Düzenin sizler gib “useful idiot”lara sonsuz ihtiyacı olduğnu bildiğiniz halde bu oyunları oynamanız insanlığın ne kadar alçaldığını çok açıkça kanıtlar. Maşallah mantar gibi bitiyorsunuz.
Sizden insanlara yararlı olmuş olan devrimlarin adlarını kısaca yaraları yazmanızı istedim. Ne oldu? Kaytardınız! Bırakın şu atıp tutmaları. Hic Rhodus!
Yunan mitolojisinin en ilginç öykülerinden birisidir Kassandra’nın öyküsü.
Kassandra, Troya kralı Priamos ve kraliçe Hekabe’nin kızı, Hektor ve Paris’in kız kardeşidir. Tek isteği, geleceği görebilen bakire bir rahibe olmaktır.
Zeus ile Leto’nun çocukları olan Apollon, mitoloji kaynaklarında, tüm sanatların, müziğin, güneşin, şiirin ve ateşin tanrısı olarak geçer. Ayrıca kâhin özelliği taşıyan Apollon, geleceği görme yetisine ve bu yetiyi insanlara geçirebilme gücüne sahiptir. Homeros’un ‘İlyada’sında Apollon, Troya’nın koruyucu tanrısı olarak yer alır ve Troya’da adına inşa edilmiş bir tapınak vardır.
Apollon, bir gün Kassandra’yı görür ve çok beğenir. Konuşurlarken kızın isteğini öğrenir ve kendisiyle birlikte olursa ona geleceği görme yeteneğini vereceğini söyler. Kassandra rahibe olmak istediği için bu teklifi kabul etmesi mümkün olmasa da, Apollon’a, bu yeteneği kendisine verirse onunla birlikte olacağı yalanını söyler. Apollon kabul eder, Kassandra’nın ağzına tükürür ve geleceği görme yeteneği böylece kıza geçer. Kassandra, rahibe olmak istediği için verdiği sözü tutamayacağını öne sürerek Apollon’la birlikte olmaz. Buna çok kızan Apollon kızı lanetler, geleceği görse de kimseyi inandıramamasını ve bir kadın olarak aşağılanarak rahibe olamamasını diler.
Troya savaşı öncesinde Kassandra, bu savaşı ve savaşın varacağı sonuçları görür, babasını ve ağabeylerini buna inandırmaya çalışır ama Apollon’un laneti engel olduğu için kimseyi inandıramaz. Ve bir köşede geleceğin getireceği bütün kötülükleri bilerek, hissederek savaşın gidişini ve sonunu izlemek durumunda kalır Kassandra.
Troyalılar aslında savaşı kazanırlar, Sparta kralı ve Yunan ordusunun komutanı Agamemnon ve Akalılar geri çekilip gözden kaybolunca Kassandra yanılmış olabileceğini ve kehanetin tutmamış olabileceğini düşünür. Ama Achilleaus ve askerleri tahta bir atın içinde girdikleri Troya kentinin kapılarını gece açarak Yunanlıların Troya’yı ele geçirmesini sağlar ve kehanet gerçek olur. Aias adında bir Yunan askeri Kassandra’yı Athena tapınağında kıstırır ve tecavüz eder. Apollon’un bütün lanetleri bir bir tutar. Troya’nın bu duruma düşeceğini görmüş ama kimseyi inandıramamış olan Kassandra, kadın olarak aşağılanmış ve rahibe olma umudunu tamamen kaybetmiştir. Troya savaşında Yunan güçlerine komuta eden Sparta kralı Agamemnon, Kassandra’yı savaş esiri olarak Sparta’ya götürür ve kendisine cariye yapar. İkisinin yakınlığını kıskanan Agamemnon’un karısı bir süre sonra Kassandra’yı öldürür.
Bazı gerçekler vardır ki kâhin olmayı gerektirmeyecek kadar açık ve seçik ortadadır.
Mesela ‘yapısal reformlar’ı yapmadan Türkiye’nin ve benzeri ülkelerin, ‘gelişmiş ülkeler’ arasına giremeyeceği gerçeği bunlardan birisidir.
Türkiye:
Güçler ayrımına (separation of powers) dayalı bir hukuk sistemini kurmazsa,
Yargı bağımsızlığını sağlamazsa,
Tümüyle bilimsel bir eğitim düzeyine geçmezse,
Teşvik sistemini ‘ekonomik’ amaçlı değil ‘siyasal’ amaçlı kullanırsa,
Vergi sistemi düzeltmezse;
Orta gelir tuzağından da (middle income trap) çıkamaz, ‘gelişmiş ülkeler’ arasına da giremez.
Ben bunları söylemeye başlayalı yirmi yıldan fazla olmuş. Ve yalnız değilim. Bunları söyleyen birçok iktisatçı, sosyal bilimci var.
Ne söylersek söyleyelim; siyasetçiler, ‘yapısal reformları’ yapmadan durumu devam ettireceklerini ve hâttâ iyiye götüreceklerine inanmaya devam ediyorlar.
‘Kassandra laneti’, günümüzde iktisatçıların üzerine yapışmış gibi duruyor.
[Mahfi Eğilmez, iktisatçı]
Sayın Zileli,
Benim telşım başka, başkanınız Erdoğan’ın telaşı başka diye size bir Fransız gazetesinden okuduğumu kısaca çevirdim.
“Erdoğan, Fransız yetkililerin “şiddet” ini kınadı.”
“Erdoğan’a göre, Avrupa “demokrasi, insan hakları ve özgürlükler açısından başarısız” oldu.”
“Erdoğan Cumartesi günü Fransız makamlarının ‘sarı yelekler’ gösterilerine karşı ‘aşırı şiddetini’ eleştirdi. Durumu ‘telaşla ve endişeyle’ takip ettiğini ekledi.”
“Polislerimizin yaptıklarını eleştirenlerin polislerinin yaptığına bakın”
Ne var ki, bazı dedikodulara göre, son zamanlarda, bir zamanlar koyu komünist, sonra hızlı anarşist olup daha sonra diğer 68’liler gibi yaşlanınca aklı başına gelip Doğu hikmet kaynaklarına, özellikle Zen Budizme, dönen Gün Zileli adlı biri Erdoğan’a akıl danışmanlığını yapıyormuş. Erdoğan, Zileli’nin sitesinde “her şeyin hem iyi hem kötü tarafı olur” derinlik dolu irfani Zen deyişinden aldığı ilhamla sarı yeleklileri de kınadı.
“Türkiye “aynı zamanda göstericilerin kışkırttığı kaos sahnelerine ve onlara karşı olan aşırı şiddete aykırıdır”
Zileli’nir diğer hikmet dolu deyişleri:
1. “Doğmak iyi. Fakat doğayım derken, ölüme doğru yolculuğa çıkarsınz. Hayat iyi/kötü’den oluşur!
2. Her yukarı giden taş, döner yere!
3. Modern tıp bilimi hem hasta azalttı hem hasta çoğalttı.
Eğer Jerzy Kosinski’nin “Being There” kitabını okudunuz veya filmini gördüyseniz, Erdoğan’ın akıl danışmanı o rolü oynayan Peter Sellers.
Başbakan Aleksis Çipras’ın ‘AB kutsal şefleri’nin boyunduruğu altına girmeye hevesli olduğunu anladığı an, Yanis Varoufakis, seçimle iş başına yeni gelmiş Yunan hükümetinin ‘maliye bakanı’ statüsünden 2015’te istifa etti, bir saniye bile beklemedi.
Varoufakis gibi ‘kutsal olmayan şef olmayan’lar, yıllar boyu yoldaşlık yaptığı Çipras gibi kişilerle bağını tek çırpıda koparıp, geleceğe yürüyecek kadar dirayetli, tutarlı insanlardır. Makam, mevki, kutsal olan/olmayan şeflik ve benzeri meraklısı değildir.
Varoufakis ve Bernie Sanders gibi kişiler, ‘Marxçı köleler’ değildir. Hele ‘Stalin(izm)’ gibi bir gaddarla temasları, referansları, öykünmeleri hiç yoktur. Venezuela’daki, Çin’deki, Kuzey Kore’deki küflenmiş solcu zırvaları ile, ‘DiEM25’ gibi, ‘Progressive International’ gibi dayanışma ağlarını birbirine karıştırıyorsunuz, çünkü bilgi eksikliğiniz var.
Bu ‘dayanışma ağları’nın:
Kutsal olan/olmayan şefliklerle, küflenmiş solcu zırvaları ile, ‘ladder of being’ hiyerarşi dayatmaları ile uzak-yakın ilgisi yok. Poponuzdan komplo uydurmayın, okuyun, öğrenin:
‘DiEM25’ nedir? Okuyun, öğrenin:
( https://diem25.org/ )
‘Progressive International’ nedir? Okuyun, öğrenin:
( https://www.progressive-international.org/ )
DiEM25, Macron’un seçim kampanyası boyunca dile getirdiği planları gözlemledi, sorguladı. Macron iktidara geldikten hemen sonra ‘iyi niyet temennisi’nde bulundu. Macron’un iktidara gelişinden günümüze yaptığı yegâne şey ise; ‘precariat’ın haklarını gasp etmek, ‘precariat’ın öfkesini daha da arttırmak oldu o kadar. Çipras’ın Yunan ‘precariat’ı için bir facia oluşu ile Macron’un Fransız ‘precariat’ı için bir facia oluşu; aynıdır. DiEM25, Macron’a yönelik beslediği ‘güven’i sonlandırdığını epey zaman önce açıkladı, ‘Sarı Yelekliler’ henüz doğmamıştı bile, bundan sizin haberiniz yok.
Özellikle geçtiğimiz 2 haftadır, sesleri, haykırışları, protestoları daha hissedilir hâle gelen ‘Sarı Yelekliler’in mücadelesini organize eden, çağrılarını yayan, bizzat ‘Sarı Yelek’ giyip ‘devlet’e ve onun ‘polis’ine karşı dayanışmayı büyüten DiEM25’in Fransa bölümündeki destekçileridir, bundan sizin haberiniz yok.
Bernie Sanders: ‘Where We Go from Here’, Part 1
( https://www.youtube.com/watch?v=eTkkgix4bfo )
Bernie Sanders: ‘Where We Go from Here’, Part 2
( https://www.youtube.com/watch?v=KxEIZEP5Ptw )
“Who are these ‘Yellow Vests in France’ we hear so much about? They are the children of austerity!” (James Galbraith, iktisatçı)
“The ‘Yellow Vests’ show how much the ground moves under our feet” (David Graeber, antropolog)
Fransızca:
( https://www.lemonde.fr/idees/article/2018/12/07/les-gilets-jaunes-montrent-a-quel-point-le-sol-bouge-sous-nos-pieds_5394302_3232.html )
İngilizce:
( http://news.infoshop.org/europe/the-yellow-vests-show-how-much-the-ground-moves-under-our-feet/ )
Sayın doğru yolun yolcusu muhasebeci-iktisatçı Mahfi Bey,
Cassandra masalları Grekler arasında dolaşırken, mit dediğiniz, halk arasında siz kendinizin önünde büyüdüğünüz televizyon dizileri olmuşlardı. Tek ciddi olarak inanılan ezilenlerin tabi oldukları “mystery religions”lerdi.
Doğa spekülasyonlarına geçişin nedeni eski mitlerin artık maskaralığa dönmüş olmasıydı. Biraz felsefe bilginiz varsa ilk “her şey X’dir”, “her şey Y’dir”, “her şey Z’dir” gibi kurguların mitsel kökenlerden geldiği apaçık olurdu. Daha da apaçık ipucu, hakkında yapılan bu spekülasyonlarda doğanın adaletsizliği cezalandırması. Ama sanırım bu, sizin gibi yüksek zekalıları çok aşar.
Bu konuyu işleyen kitaplar var. Hatta büyük bir tarihçi Paul Veyne, “Les Grecs ont-ils cru à leurs mythes ?” adlı bir kitap bile yazdı.
Bir de bu sitede ve modernlerin çoğunda ideolojik inançlarını kendilerine tıpkı benzeyenlere aktarma heyecanı içinde mantığın unutulması sorunu var.
Cassandra’nın asıl özelliği rasyonel ve modern bilim yöntemlerle bilinemeyecek ileriden haber vermesi. Şimdi en katı doğa bilimlerinde bile ancak ihtimal ve istatistiksel desteklerle ilerisi tahmin edilir. Hele sosyal bilimlerde, forget it! T. Kuhn’u okusaydınız keşke.
Siz kendinizi Cassandra’ya benzetmişsiniz ama sizin kehanetleriniz “belli şartlar altında, belli bir yükseklikten bırakılan bir taş, şu kadar zamanda yere düşer” veya “belli şartlar altında, su 100 dereceye kadar ısıtılırsa, kaynar” cinsinden. Veya Atatürk’ünüz gibi “monkey see, monkey do” cinsinden. Kısacası, kehanetiniz “geçmişte olanı aynen tekrarlarsan, aynı sonucu alabilirsin” gibi bir her gün rastlanan banal bir tahmin: “Yere basarsan, dünyanın öbür ucundan çıkmazsın”a benziyor.
Değişik ideolojilerin dalkavukları arasındaki anlaşmazlığı Grek mitolojisiyle uzun uzun boşuna süslemişsiniz. Hiç alakası yok. Tabii, daha da vahim olan ideolojinin ne olduğunu bilmemeniz: İdeolojinin ana amacı, inanana, ideolojisinin doğru, gerçek, doğal ve en iyi olduğuna inandırması.
Belki, Hindistan başbakanı Narendra Modi, bir iktisatçı, muhasebeci ve geliştirici arıyordur Mahfi bey, size iş verebilir.
Ama aynı yerde Monsanto, Mahfi ve benzeri binerce “development” çılgınlarının suratına en güzel serinletici yağmuru yağdıran Vandana Shiva var: “Halkımız development değil, yaşamak istiyor.”
Sizin gibi muhasebecilik işinde uzman olup dışında sıfır olanlara yağmur yağdıran diğer bir şahane alıntı daha var:
“ … We leave behind us the world of historical ironmasters and banker-historians, geological divines and scholar tobaconnists, with its genial watchword : to know something of everything and everything of something : and through the gateway of the Competitive Examination we go out into the Wasteland of Experts, each knowing so much about so little that he can neither be contradicted nor is worth contradicting.
Young G. M. Young : Victorian England, Portrait of an Age
Only mindless cheerful robots would want development which has destroyed the world and continues to do so even at a higher speed.
Humans just 0.01% of all life but have destroyed 83% of wild mammals.
Sayın Eğilmez,
Türkiye’nin ilerlemesi ve gelişmesi için önerdiğiniz model ile gelişen ülkeler olduğu gibi gerekli yapısal reformları yapmadan gelişen, ilerleyen ve zengin olan diğer ülkeler var.
Hatta modelinizin kaynağı Avrupa’da bile, önce ilerleme, gelişme ve zenginlik sonra ve uzun bir süre içinde yapısal değişiklikler yapıldı. Montesquieu, John Locke, Jean Bodin ve diğer güç ayırımının ilk düşünürlerini gelişme ve zenginlik yarattı. Tersi anlamsız ve akıl almaz.
Çok örneklerden en göze çarpanı ABD. ABD, İngiltere’den bağımsızlığını, gelişmiş ve zengin olduğu için istedi ve elde etti. Hitler Almanya’sı diğer bir örnek. Avrupa ülkelerinde genellile 1848’den sonra, yani çoktan gelişmiş olanlar arasında dediğiniz yapısal reformlar oldu. İlk ve kısmi yayılma Napolyan ile oldu.
Diğer örnekler: Singapur, G. Kore, Birleşik Arap Emirlikleri ve özellikle Abu Dabi, günümüz Çin’i ve Rusya’sı, Taiwan, Hong Kong ve benzerleri.
Tarihte Antik Yunan, Eski Mısır, Babil ve Çin ve Pers ve Roma ve Osmanlı İmparatorlukları, Abbasiler; Aztek, Maya, Inca imparatorlukları ve yüzlerce benzeri diğerleri; yakın tarihte en fazla göze çarpan Amerikaların buluşundan en fazla yararlanan İspanya ve benzeri yüzlerce diğerleri.
Diğer bir model de günümüz Türkiye’sine benzeyenler. Önce diktatörlükle engeller ortadan kaldırılır. Böylece, iyi eğitimli, çalışkan, disiplinli, yaratıcı ve üreticiliğe yardımcı amaçlı orta sınıflılar hızla artar, çoğunluğu teşkil eder. Ardından da bu orta sınıfları temsil eden iktidarlar yönetimi ele geçirirler.
Bunların bazıları sizin modele uyar bazıları uymaz ama asıl amaca, gelişme ve zenginliğe erişilir.
Bunlara başlıca örnekler: Franco İspanya’sı, Mao Çin’i, Sovyetler, Hitler ve Mussolini girişim ve etrafı temizlemeler, şimdi Modi.
“People’s Action Party”nin 1959’dan beri iktidarda olduğu Singapur, “Flawed democracy” olarak nitelendirir ama dünyanın en zengin ve gelişmiş ülkelerinden biri. Halk sonsuz memnun, her türlü sosyal yaşam indekslerinde başlarda gelir.
Erdoğan, günümüzde, etrafı temizlemenin en son safhalarının birini gerçekleştiriyor gibi. Beslediği, filizlenmesine ve büyümesine yardımcı olduğu orta sınıflar iyi eğitimli, çalışkan, disiplinli, yaratıcı ve üreticiliği amaçlayan orta sınıflar sizin mensup olduğunuz orta sınıflardan farklı olabilir ama sizin modelinizde ve yukarıda verdiğimiz örneklere bir göz atarsanız asıl önemli olan gelişme, gelişmeye öncülük edenlerin özyapıları, öncülük eden orta sınıfların ideolojik eğilimleri değil.
Türkiye’nin gelişmesi için neden tek bir model seçtiğinizi lütfen açıklarmısınız?
EUROPEAN HUSTLERS, LET’S UNITE THE SUCKERS!
Aşağıdakiler Avrupa’yı kurtarmak isteyen kahraman askerlerin kendi savaş naraları veya reklamları.
What is DiEM25 ? (And I add, to know who the hustlers are.)
DiEM25 is a pan-EUROPEAN, cross-border movement of democrats.
We believe that the EUROPEAN Union is disintegrating. EUROPEANS are losing their faith in the possibility of EUROPEAN solutions to European problems. At the same time as faith in the EU is waning, we see a rise of misanthropy, xenophobia and toxic nationalism.
If this development is not stopped, we fear a return to the 1930s. That is why we have come together despite our diverse political traditions – Green, radical left, liberal – in order to repair the EU. The EU needs to become a realm of shared prosperity, peace and solidarity for all EUROPEANS. We must act quickly, before the EU disintegrates.
The vision Europe is currently suffering from five crises: debt, banks, poverty, low investment and migration. DiEM25 is the infrastructure which European democrats of all political persuasions will use in order to develop common answers to these crises.
We also demand more fundamental change: EU institutions,which were initially designed to serve the industry, need to become fully transparent and accountable to European citizens. Our long-term vision is for Europeans to write a democratic constitution for the EU.
End of the publicity by DiEM25 hustlers.
MUST READ: Russel Means, “For America to Live, EUROPE MUST DIE”
It was said, “If god is dead all is possible!”
Note: You ignaremuses are formed and deformed and turned into babbling idiots by Erdoğan, would not know that this was the outcry of the prophets who foresaw the coming nihilism in the wildernes desert of EUROPE and the world over. And Erdoğan is as fanatically religious as you about the famous PROGRESS!
Surely some revelation is at hand ;
Surely the Second Coming is at hand.
The Second Coming ! Hardly are those words out
When a vast image out of Spiritus Mundi (DiEM25 charlatans)
Troubles my sight ; somewhere in sands of the desert
A shape with lion body and the head of a man (EUROPE)
A gaze blank and pitiless as the sun,
Is moving its slow thighs, while all about it
Reel shadows of the indignant desert birds (the prey of hustlers).
The darkness drops again ; but now I know
That twenty cenuries of stony sleep
Were vexed to nightmare by a rocking cradle,
And what rough beast, its hour come round at last,
Slouches towards Bethlehem to be born (as the same old shit)?
Now we have,
If no shame, all is possible!
II. Nebukadnezar, Babil’in en ünlü krallarından biridir (M.Ö. 605 – 562).
Onun zamanında Babil bir süper güç olarak Ortadoğu’da yükseldi. Babil kenti, kentin kralı Hammurabi zamanında öteki kentleri yenerek hepsine egemen oldu ve Babil krallığı kuruldu. Krallığın Ortadoğu’da bir süper güç olarak yükselişi Nebukadnezar zamanında gerçekleşti. Nebukadnezar, Med kralının kızı Prenses Amytis ile evlenerek Med krallığının gücünü de arkasına aldı ve rakiplerini dize getirdi.
Med kralının kızı prenses Amytis’in ülkesi yeşil, engebeli ve dağlıktı. Mezopotamya’nın bu dümdüz ve sıcak ortamı Amytis’i depresyona sokmuştu. Nebukadnezar, karısı Amytis’in sıla hasreti çekmemesi için Babil’in başkenti Ninova’da yapay dağlardan ve suların akacağı büyük teraslardan oluşan Babil’in asma bahçelerini yaptırdı.
Yunan coğrafyacı Strabon’un M.Ö. 1. yüzyılda yaptığı tanımlamaya göre, bahçeler birbiri üzerinde yükselen kübik direklerden oluşuyordu. Bunların içleri çukurdu, büyük bitkilerin ve ağaçların yetişebilmesi için toprakla doldurulmuştu. Kubbeler, sütunlar ve taraçalar pişmiş tuğla ve asfalttan yapılmıştı. Yüksekteki bahçeleri sulamak için Fırat nehrinden zincire bağlı kovalarla su yukarılara çıkarılıyordu. Nehirden dolan kova yukarıya çıkıyor içindeki suyu havuza boşaltıp tekrar nehre dönüyordu. Bu şekilde üst seviyelere taşınan su, bahçeleri sulayarak teraslardan aşağıya doğru akıyordu.
Bir gece Nebukadnezar bir rüya görür ve etkisinden bir türlü kurtulamaz. Rüyada gördüğü şey, kentin ortasında yükselen görkemli bir heykeldir. Heykelin başı Nebukadnezar’ın başıdır ve altındandır. Gövde gümüşten, etek bronzdan, bacaklar demirden, ayakları ise kildendir. Bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için kâhinlere danışır. Kâhinler, rüyanın anlamını korkudan söyleyemezler.
Tevrat ve İncil’de adı geçen ‘kâhin Daniel’, krala rüyasının anlamını yorumlar: Kent bir gün yakılıp yıkılacaktır. Tam olarak doğrulanmamış bir görüşe göre Nebukadnezar bu rüyanın üzüntüsü ve sıkıntısıyla depresyona girmiş, sonunda aklını oynatmış ve sarayın bahçesinde hayvanlar gibi otlamaya başlamıştır.
Nebukadnezar’ın yaşamı ünlü İtalyan besteci Guiseppe Verdi’nin ‘Nabucco operası’nın konusunu oluşturmaktadır. Ortadoğu’nun doğal gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştıracak olan doğal gaz projesine de ‘Nabucco’ adı verilmiştir. ‘Matrix’ film üçlemesinde Morpheus’un gemisinin adı da ‘Nebukadnezar’ idi.
Nebukadnezar’ın ölümünden kısa süre sonra Persler Babil’e girerler ve başkent Ninova da dahil olmak üzere ülkeyi yakıp yıkarlar. Yani, rüya ve kâhin Daniel’ın yorumu doğru çıkmıştır.
İktisatçı gözüyle rüyayı yorumlamaya çalışırsak şöyle diyebiliriz sanırım: ‘Bir ekonomi çok güçlü görünebilir ama eğer sağlam temellerle dayanmıyorsa krizlere girmeye mahkûmdur.’ Özellikle günümüz Türkiye’sinde eğitimden yargıya, vergiden sanayiye, enerjiden ithalât bağımlılığına kadar uzanan, ‘yapısal reform’ gerektiren alanlara baktığımızda ‘altından heykelin kaidesi kildenmiş’ gibi görünüyor.
Türkiye’nin hiç vakit kaybetmeden bu ‘yapısal reformlar’ı tamamlaması gerekiyor. Halen yaşadığımız kriz bize bunu açıkça gösteriyor.
Ama ne yazık ki yaşananlar bizim bunun tersini yapacağımızı, yargının zaten aksayan bağımsızlığını da elinden alacağımızı, giderek bilimden uzaklaşan eğitimi daha da bilim dışına iteceğimizi, güçler ayrılığı (separation of powers) ilkesini daha da bozacağımızı gösteriyor. Yani, heykelin ayaklarını da demir yapacağımıza yine kille sıvamaya çalışacağımızı gösteriyor. Ekonomiyi hangi düzeye getirirsek getirelim, Avrupa düşüncesinin temelini oluşturan bu alanlarda gereğini yapmadan Avrupa ile ortak bir yere varmak mümkün değil.
[Mahfi Eğilmez, iktisatçı]
Sayın Zileli,
Asıl sorumuz: “Bütün insanlar beraberce iktidarı ele geçirmek arzusuna kapılırsa, arzularını desteklemeyecek misiniz?”
Daha önceki paragraf bir hazırlıktı.
Buna bağlı bir sorun daha var. Suç işleyene bilerek ve istiyerek suçortaklığı edenin suçu işleyenin hislerine katılmaması bir şey değiştirir mi?
Daha önce yazdığım bir yazıda söylemiştim. Modernlerde mantıksızlık veya mantık bilmeme çok yaygın. İdeolojinizi benzerlerinizle paylaşma heyecanıyla varsaydığınız varsayımlarınızı unutmuşsunuz.
” Ekonomiyi hangi düzeye getirirsek getirelim, Avrupa düşüncesinin temelini oluşturan bu alanlarda gereğini yapmadan Avrupa ile ortak bir yere varmak mümkün değil.”
Mantıkta buna ‘tautology’ denir: “Avrupalı olmak için Avrupalı olmak lazım.”
Ama önce, diğer bir mantıksızlığa işaret etmek isterim. Bilimi beğendiğiniz belli ama size göre Babil veya diğer medeniyetlerin başarılı olmaması Avrupalı olmamaları. Bilim adamı bu öneriyi kanıtlamak zorundadır. Sizin sosyal bilimler bilimciliğiniz de çok tuhaf. Bu öneri kanıtlansa da binlerce diğer bilimciler ispatınızda bin bir hata bulurlar. Bu öneri kanıtlansa da binlerce diğer bilimciler ispatınızda bin bir hata bulurlar: Belgeler, arşivler, yanlış yorumlar, taş yazılarının yeni ve daha iyi çevirileri…Onun için keşke siz T. Kuhnu’u okusaydınız dedim. Hatta doğa bilimlerinde, hatta ve hatta matematikte bile sarsılmalar var, ama sizin temel düşünce hapis duvarlarınızı sonsuz daha güzel yıkanlar antropologlar. Antropologlar, çalıştıkları toplumlarda tamamıyla değişik kozmolojilerin varlığına şahit oldular. Biz canlılar/ o cansızlar; biz canlı hayvanlardan gelen insanlar/ o canlı hayvanlar; biz yüksek ırklar/o alçak ırklar; ve nihayet bireycilik kozmolojisi Cartesian ben/o gibi beyin hapishane kozmolojileri ifşa edildi.
Neyse, sizin dünyanıza, şaşaalı medeniyetlere dönelim. Bir ilkokul çocuğu bile sizi “Eski Mısır 3 bin yıl ayakta durdu, Çin hâlâ ayakta” diye uyarır. Babil ve diğer Orta Doğu medeniyetleri, daha sonra gelenlerin, kil ve çamur değil, taştan temelleri. Avrupanız 4-5 yüz yıllık bir nesne. “Sümer Şimdi”, “Tarih Sümer’de Başlar” kitaplar var. “Avrupa, Sümer için ne ise; Amerika Avrupa için o” çoktan ilan edildi. Bir sosyal bilimcinin Avrupa’nın Mezopotamya medeniyetlerinin bir varisi olduğunu bilmemesi sevdiğiniz bilimciliğe hiç uymamış.
Şimdi de sizin ideolojik eğreti mantığınız:
1. “Avrupa en iyisi, o halde Avrupa en iyisi!” QED.
2. “Herkes arabanın bisikletten daha iyi olduğunu bilir. Arabanın insan ve dünyaya zararları benim alanım değil. Ben falan filan bilim adamıyım, sizin dediklerinizi ekolojistler, sosyologlar, tuhaf iktisatçılar (örneğin Polanyi et al), din bilim ve tarihçileri, (kafayı yiyen bahtı kara) Avrupalıların derdine ilaç veya kafa ütülemesi veren psikologlar, tarihin kazanlar tarafından yazıldığını iddia eden tarihçiler… bilirler.” QED.
Sizi ateşlendiren ilerleme (PROGRESS) ve gelişme miti. Marks gibi bir dev bile bunu yuttu. Faşistler de Naziler de, Erdoğan da, Atatürk de… gelişme ve ilerlemeye inanırlar. Ne var ki, Marks ve müritlerinin gelişme ve ilerlemeye inanmaması imkansız. Yani bazı din ve mitleri ayırt etme ihtiyacı duymayanlar için PROGRESS Marksizm’den çok daha geniş kapsamlı bir din.
Sizin iktisatçılığınız da çok tuhaf. İlk teorilerini yapanlara göre klasik Avrupa iktisatı bir bilim, hatta bir “calculus”. Ahlak, değer yargıları, din, adetler, göreler, akrabalık gibi ölçülmez unsurlar bu hesap işinde yer alamaz. Bu çeşit unsurlara kısmen “political economy” teorilerinde yer verilir.
Sizin başlanıç ve vardığınız nokta değer yargısı: Europe is good, better, best, bested.
‘Not so fast’ iktisatçı Mahfi bey.
Sizin fikirlerinizin çok eski olduğu ve son bilimsel buluşlardan habersizlikten kaynaklandığını düşünecek sayısız Avrupa ve Amerikalı düşünürler var. Ben onlara fazlasıyla katılırım.
Burada sadece iki alıntı:
***
By a strange inferiority complex of europeenne culture, to speak in honorable terms of an archaic culture, to present the coherence of its ideology, the nobility of its humanity, while avoiding to insist on the secondary or aberrant sides of its sociology, of its economy, of its hygiene is to runs the risk of being suspected of evasivenes, indeed of obscurantisme. This inferiority complex is historically understandable. Since almost two centuries, the European scientific spirit furnished an unprecedented effort to explain the world, in order to conquer it and to transform it. On the ideological plane, this triomphe of the scientific spirit translated itself not only by the faith in the infinite progress, but also by the certainty that more one is “modern “, more one approaches the absolute truth and participates more fully in human dignity. Now, since some time, the researches of the orientalistes and ethnologues showed that it existed, and it exists still, highly esteemed societies and civilizations that, although not claiming scientific merit (in the modern sens of the term), nor any predisposition for the industrial creations, nevertheless had elaborated perfectly valid metaphysical and moral systems, and even economy. But it is evident that a culture as ours that engaged itself heroically in a path that she consider not only the best, but the only one worthy of an intelligent and honest man; a culture that, to nourish the gigantic intellectual effort that claimed the progresses of the science and industry, had to sacrifice the better of his soul, became excessively jealous of its own values. And its most qualified representatives look at with suspicion all attempts to validate the creations of traditionalor primitive cultures. The reality and the grandness of values in such culturs are likely to give birth to doubt in the minds of the representatives of the European civilization: they wonder if their effort, by the fact that she cannot be considered the spiritual summit of humanity and as the only possible culture to the XXème century, was worth the efforts and the sacrifices that it necessitated.
Forgerons et Alchimistes, Mircea Eliade (İngilizce’ye çeviri )
***
I feel that all tragedies we experienced first with colonialism, then with fascism, finally the extermination camps, it is not registered in opposition or contradict the alleged humanism as where we practice for several centuries, but, I would say, almost in its extension natural. Since this is, somehow, a single stride that man began by tracing the border of rights between himself and other living species, and was then found him to see this border within the human species, separating certain categories only truly recognized other human categories which then undergo degradation conceived on the same model that was used to discriminate between human and non-living species human. A true original sin that pushes humanity to self-destruction.
The respect of man by man can not have its basis in certain special honors humanity to attribute own, because then a fraction of humanity can always decide it embodies the most eminent dignities of way others. Rather, it should ask from a kind of principled humility The man, starting with respect all forms of life outside the his own, would protect the risk of not respecting hawing forms life within humanity itself.
Claude Lévi-Strauss: The wanton humanism
Üçüncüsü Marshal Sahlins’in uzun makalesi:
The Western Illusion of Human Nature:
With Reflections on the Long History of Hierarchy, Equality, and the Sublimation of Anarchy in the West, and Comparative Notes on Other Conceptions of the Human Condition
Bu yazıyı aşağıdaki adrreslerden indirebilirsiniz.
1. https://www.prickly-paradigm.com/titles/western-illusion-human-nature.html
2. [PDF]The Western Illusion of Human Nature – Berkeley Anarchist Study Group
sfbay-anarchists.org/…/marshall-sahlins-the-western-illusion-of-hu…
3. https://quod.lib.umich.edu/cgi/t/text/text-idx?cc=mqr;c=mqr;c=mqrarchive;idno=act2080.0045.306;g=mqrg;rgn=main;view=text;xc=1
Çok, sayısız çok gönüllü olanların hapishanelerine saldıranlar oldu ve şimdi de var.
İşte 18.yüz yılının eşsiz şairi William Blake’in bu “hem mahpus hem gardiyan”ların ağiz sulandıran hapishanelerini (büyük harfle yazılanlar) övenleri tasviri.
In every cry of every man,
In every infant‘s cry of fear,
In every voice, in every ban,
THE MIND-FORGED MANACLES I HEAR:
Not: Anlattığınız masaları uzun uzun incelemek istemedim. Ama belli ki, aşağıdaki efsanenin altında yatan gerçeği görmemişsiniz.
“Med kralının kızı prenses Amytis’in ülkesi yeşil, engebeli ve dağlıktı. … Babil’in başkenti Ninova’da yapay dağlardan ve suların akacağı büyük teraslardan oluşan Babil’in asma bahçelerini yaptırdı.”
Şakamsı söylersem
– zengindi ama şimdi bir şarkıcı veya futbolcu gibi bile özel jet uçağı yoktu Amytisi bindirip memleketine götürmek için. Ah şu Avrupalı olmamanın belaları!
– zamanımız Lugallarının korkularının o zamanki benzerini yaşayan Nebukadnezar, karısını alır giderse yolda kelleyi ordusunu öldürdüklerinin intikamını almak isteyenlere, geri geldiğinde kelleyi de karısını da tahtı ele geçiren oğlu veya yeğeni veya en hırslı saray mensubuna kaybdeceğinden korktuğundan doğayı şehre getirdi.
Bunlara benzeyenler şimdi hayvanat bahçeleri ve rahat hapishanelerini seven evcil insanlar.
Poponuzdan komplo uydurmayın, okuyun, öğrenin: ‘DiEM25’ nedir?
İvme ile kitle anlamlarını bilmeden eski beyin yıkamaların (hız, ilerleme, progress) etkisinden bir türlü kurtulamayan, yazarlıkla kasılan bir şefiniz heyecan içinde bu sayfadaki “Yeni Bir İvme…” solcu-devrimci zırvalamalarına devam etmiş. Zırvalamaların yüzüne vurdum, herifin umurunda değil, sizin gibi cahil salak müritleri yetiyor artıyor bile.
DiEM25 zırvalamaları da aynı: Mürit avcılığı, nothing more, nothing less.
Bakın, çoğu eskiden Devlet memuru, şimdi Devletsiz devlet memurlarından oluşan, pis pis sırıtan ‘DiEM25’e. Utanmak kalmamış. Devrimleriyle – tabii, komünist Rusya ve Çin vs., Atatürk’ünüzün Türkiye’si, Japonya, G. Amerika, Afrika devrimleri Avrupalılaşma fırsatçılarının becerileri – dünyayı kendine benzeten Avrupa’yı kurtarmak isteyen memurlar son dalaverecilik için DiEM25 ne diyor:
“EU institutions,which were initially designed to serve the industry,…”
Tabii, Fransız devrimi endüstri ve ekonomik gelişmeler için değil halka hizmet için yapılmıştı. Sizin DiEM25 gurularınız “Liberté, égalité, fraternité” dalavereciliğinden neden söz etmemişler acaba? Her neyse. Avrupa’nın özü evrene sığacak kadar yalanlardan oluşmuş.
Büyük Fransız Devrimi’nden önceki Hıristiyan Avrupa: “God made man after his own image.”
Büyük Fransız Devrimi’nden sonraki LAİK Avrupa: “Europe made the whole world after its own image”
Sayın durmadan “new and better” guruları bulan PROCAREERIST’ler, you are nothıng but a perpetul ‘groupi’.
DiEM25’in Avrupa’yı kurtarma dualarını okudum. Hatta ilk yanıtımda DiEM25’de pis pis sırıtanlar arasında ıslah olmamış Stalinst Zizek var ama ıslah olmuş Stalinist Zileli yok dedim.
Sıra sizde: Russell Means, “For America to Live, EUROPE MUST DIE”
Benim ‘DiEM25’i özetim çok basit, Kızılderilerin Avruplılarla tanışır tanışmaz söyledikleri: “bunlar aynı anda ve aynı kelimelerle hem doğruyu hem yalanı söyleyebiliyorlar!”
Siz ‘DiEM25’i ya okumamışsınız, ya anlamamışsınız ya da en büyük bir ihtiamelle sadece size müritlik vaat ettiğini görüp ağzınız sulanmış. Pavlov quoi!
Zaten ben sonsuz eminim ki, siz bulduğunuz guruların propaganda ve reklamlarını kesip saklamaktan başka bir şey yaptığınız yok. Benim yazdıklarımı üstünkörü okuyup zerre kadar anlamadan gurularınızı şakşaklamaya dönüyorsunuz.
Değişme, İlerleme, Progress gibi vır vır ve dır dırları bir tarafa bırakıp insanı kalite bakımından yükselten somut bir Değişme-İlerleme-Progress örneği verebilir misiniz?
Bence bu salt bizim değil bütün tartışmaların temelinin temelinde yatar. Soruma ne ne siz, ne de diğer bir solcu-devrimci imamı olan Zileli cevap verdi.
Bu eski Stalinist Zileli ama şimdi anarşist maskesi taşıyan hibrid mahlukun hâlâ yüzde yüz Marksist. Örneğin, 20 yıllık muhasebeci-iktisatçı, Türkiye için ‘development’ isteyen Mahfi Eğilmez falan filan, Marksizmi temel alıp çorbaya Darwin, Freud ve Gordon Childe baharatları eklemiş ve Zileli’nin okumasını istemiş. Bu büyük beyinli Eğilmez, Zileli’nin anarşist maskesi altındakini hemen tespit etmiş.
Her zaman, ya doğrudan ya da ima ile utanmadan artık çalış-tüket robotları hale gelmiş insanlara ağız sulandırıcı çok, daha çok, daha daha çok, daha daha daha çok ıvır zıvırlar vaatleri.
Cevabınız, daha önce size medya artistliği müritliği vaat eden gurunuz Peter Joseph’in adını kes Yanis Varoufak yapıştırma.
Sayısız üniversitelerde sayısız ekonomi, sosyoloji, politika falan filan diplomalı, çeşitli devlet memurluğu ve endüstri süt inekliği yapan Yanis, politikanın en mükemmel yalancılık ve ödün verme sanatı olduğunu “öğrenmemiş”. Yanis “bilmiyor” politikanın, insan zaafı ile oynama, vaatler ima etme, kandırma, meşru mafya, yalancılık olduğunu. Bakire kalmış hayatı her türlü sapıklar ve köpek balıklarıyla geçmiş olmasına rağmen. Sizin anladığınız anlamada Medeniyet fena değilmiş. Yoksa kıçına tekme atılmadan önce istifa edip, Avrupa çapında bir politika gücü olma arzusuna kapılıp diğer saray dışkı ve döküntülerini etrafına toplamak mı istedi?
Dünyada en büyük komplolar salak komplocuların inandığı gizli olanlar değil sizler gibi enayilerin inandıkları apaçık olanlar, haberler.
DiEM25 “EU institutions,which were initially designed to serve the industry,…” ilahisinde yazılan bir komplo mu?
Apaçık güçlerin apaçık yaptıkları alçaklıklar (açık komplolar) sonsuz daha güçlü ve etkililer çünkü büyük sayıda sizin gibi insanlar temelde aynı düşünenler, accomplice’ler.
Bu açık komplolar iki yönden propagandaya benzer.
En iyi propaganda doğruyu söylemek.
Ve ancak in-forme olanlar katılır veya karşı gelirler.
Anlamayanlar vurdum duymazlar. Bakar, dinler geçerler. Katılanlarla karşı gelenler aynı mallar. Fark, eski yuttuğunuz TZM propagandasıyla yeni yuttuğunuz DiEM25 farkı. Güçlüler ve şarlatanlar, ancak ve ancak sizin gibi aynı fikirleri paylaşanları, ‘accomplice’leri, ardından sürükleyebilirler.
Sarı Yelekliler önce zenginler başkanlığına aday olduğu bas bas bağrılan Macron’u kendilerini de zengin edecek ümidiyle seçtiler. Bu gizli saklı enayiler komplosu mu?
Kazık yiyince aynı gurunuz Yanis Varoufakis gibi uyanma numarası yapıyorlar.
GÜNAYDIN sarışın sarı yelekliler (ve sarışın Türk ProCareerists!)
Bence, seçime inananlar, oy vereler, sahte demokrasiyi yutanlar, sigorta şirketlerinin güvenliğini özgürlük diye bile bile ve severek yutanlar, silah satma ve körüklemeyi normal bulanlar, kolonilerinden vazgeçmeyen ve utanmayanlar… ve benzeri sayısız maskaralıklara inanan sarı yelekliler siz ve şefleriniz için ‘precariat’, benim için adi ruhlu insanlar.
Bu tip durumları şantaja çevirme solcular ve sağcılar arasında çok yaygın. Ne demek istediğimi kısaca anlatacağım. Siz, yeni gurularınız ve Zileli’ye tıpa tıp benzeyen feminizme balıklama atlayan “cheerful robot” Margaret Atwood’un ‘ The Handmaid’s Tale’ ile en çok sevdiğim yazarlardan biri olan Heinrich Böll’ün “Billiards at Half-Past Nine” romanındaki bir kadını karşılaştıran Jessa Crispin’den birkaç alıntı aşağıda.
[The Handmaid’s Tale made me think of Afghanistan. Not of the country as it is today, but of the narrative that was blasted around before the invasion to get us all on board with the bombing and killing. “Look at what they do to their women.”
The Handmaid’s Tale made me think of Afghanistan. Not of the country as it is today, but of the narrative that was blasted around before the invasion to get us all on board with the bombing and killing. “Look at what they do to their women.”
Many women, including the organization The Feminist Majority, supported the war in Afghanistan on exactly those grounds. The ruling government the Taliban were torturing their women, forcing them into burqas and repressive home environments and out of schools and workplaces. Women were being stoned in the streets. We must do something, and that thing must be violent.
I thought of Johanna Kilb, the mother from Heinrich Boll’s 1959 novel Billiards at Half-Past Nine and wished I was watching her instead.
*** and here starts the real critique of people like you and your likes who are perpetually feeling for the miserables and the misery only to use it as a latent black mail when challenged*****
Johanna was unable to just go back to her life in Nazi Germany, even though as a Christian German woman, she was safe from the atrocities. She refused to participate to be the good mother, refused to buy food on the black market to keep her children from going hungry, refused to compromise with totalitarianism to make her life more comfortable.
When she abandoned her family and tried to board the train that was sending her city’s Jewish residents to the camps, refusing to survive a murderous regime even if it wasn’t her the regime wanted to murder, she was hauled off to the asylum instead. Give me that story, I thought, so that we are forced to see what an uncompromising resistance actually looks like.]
Dünyayı viraneye çeviren endüstriler ve endüstrilere esir olan bilim adam ve karıları, Devletler, Avrupalıların son 400 yılda salt ilkeller ve aşiret düzeni yaşayanlara karşı savaşlarda günde 400 kişi öldürdüğü, Avrupalıların bir yılda salt parfüme harcadıkları paranın dünya sağlık-barınak-yiyecek-eğitim sorunlarını çözebileceği, ABD’nin nükleer silahlara yılda harcadığının %5’nin aynı amacı gerşekleştireceği, ABD ve Avrupalıların yıllardır siz utanmazlar gibi bana karşı dünyanın sefillerini büyük bir erdem ve öfkeyle savunmaları ve milyarlarca gaddarlık emaretleri gizli saklı komplo mu? Okyanus diblerinde yatan yarı yaşam süresi milyonlar olan nükleer atıkların Avrupa ve Avrupa maymunlarının eseri olduğu komplo mu?
Aleksis Çipras gurunuzun kaşına gözüne aşık olduğu için değil ekonomide uzman süt ineği olduğu için iş başı etti. Belki gizli saklı komplo teorisyenleri aşkın neden sona erdiğini biliyorlardır, ben ne biliyorum ne de sizin gibi enayilere gülmek için bilmek dışı bilmek isterim. Nasıl oldu da, gurunuz kendinin süt ineği gibi kullanılacağını ve eğer naz ederse, dünyanın sayısız aynı uzamanklıkta dalkavuk dolu olduğunu “bilmiyordu”.
Benim tek bildiğim sizin gibi enayilerin avcı-devşiriciliğinde yeteneğimin sıfır oluşu.
Kariyeriniz için savunduğunuz sarışın sarı yelekliler, dünyayı arabalardan kurtarma yerine 1 veya 2 veya 3 arabalırını besleme benzini derdine düşmüşler. Alın o sarışın Sarı Yeleklilerin sefaletini poponuza uydurmuşsunuz. kendinizi de onların popsuna uydurun, belki size ve onlara Zileli’nin bilmeden lafını ettiği İVME kazandırır.
Son ve en önemli bir soru: Salt Avrupa’yı kazanma vır vırları dolu ‘DiEM25’ size neden cazip gelmiş? Son Türk nesilleri gibi doğuştan hayatta kalma kavgasına en uygun mutasyon olan gerçek sarışın mavi gözlü falan mı doğdunuz? Bu doğuştan Avrupalı olmanız size seçimlerde Yanis Varoufakis & Co. partisine oy verme hakkı sağlar mı? Avrupalı Zileli de Progressive Movement falan filanlara oy verebilecek mi? Yoksa onun PRECARIAT hakkında bilgisi olmasa da PROCAREER akımına katılacağı şüphesiz. Hayatı, aynı vücudu gibi, değişik devrimci yedek parçalardan oluşmuş Zileli asla bu fırsatı kaçırmaz düşünüyorum.
Sayın Zileli,
Siz bana ‘geveze’, yoldaşlarınız ‘jerk’ ve ‘popondan uydurma’ diyerek hakaret ettiniz. ‘Jerk’ diyenlerin yazısı tümüyle İngilizce idi. Ayrıca ‘*’leri kaldırdım.
Siz ve yoldaşlarınız/siteye katkıda bulunanlar gayet ciddi, ağırbaşlı, Türkiye ve dünya vatandaşlığı sorumluluğunu yüklenen insanlarsınız. Politik inceleme ve eleştirme yapacak geniş bilgi ve tecrübe sahiplerisiniz.
Dünyayı güllük gülistanlığa çeviren gelişmiş ülkeler arasına girmesini isteyen Mahfi Eğilmez’i ciddiye aldınız. Sizi Avrupa’yı kurtarma cephesine dahil eden “Precariat” yandaşlarını ciddiye aldınız. Hoşgörü, örtük ve söylenmeden anlaşılan katılmanız sizin sofistike ve pişkin bir entelektüel olduğunuzu fazlasıyla kanıtlar.
Ben her ikisini de alaya aldım. Dünya durumu ve düzeltme hususunda hüsnüniyet ve kaygı içinde olan sizlerin yazılarınızla benim gibi bu ağır konularda sıfır bilgili birinin salt gülmek için yazdıkları alaylar kıyas bile edilemez. Sizlerin sonsuz samimi ve sonsuz teorik bilgili yanında benim yazdıklarımı kimse ciddiye almaz. Sanırım sitenizde bana karşı tepkiler bunu da fazlasıyla kanıtlar ve siz bunu çok iyi bilirsiniz.
Ne var ki, ilkellerde, insanın evreni evcilleştirip anlaşılır kılmak ümidi olan din ayinlerinde rahip dualarını ciddiyetle yaparken, soytarı arkasından rahibi taklit ederek ayine katılanlar bu işi aşırı ciddiye alıp kafayı yemesinler diye güldürür. Bu gelenek normal ve ayinler kadar önemli sayılırdı. Günümüzde sizin laik biliminiz bile hala evreni evcilleştirip anlaşılır hale getirmede sıfıra yakın. Evrenin küçük bir parçası olan sosyal dünyayı anlama çabaları buna çok güzel bir örnek. Gülmek şart.
Kısacası, genellikle, dünyayı daha da iyi bir yer yapmaya çalışan sizler bana karşı hakaret, dolaylı alay dili kullandığınzda yayınlanıyor ama benim sadece gülmek için hafif alaylarım yayınlanmıyor. Hatta bazen birkaç defa uyarıdan, iş işten geçtikten sonra aynen yayınlanıyor.
Nedenleri teknik sorunlar olabilir. Eğer öyleyse bu yazdıklarımı unutabilirsiniz.
Her neyse, “Precariat”çılar verdiğim yanıtlar üç defa tekrarladım yayınlamadınız. Lütfen yayınlayın.
Siz ve diğer aydınların bakış ideolojinizin çok daha doğru ve geçerli olduğunu çok iyi biliyorum.
What next for the ‘Gilets Jaunes (Yellow Vests)’?
Many members of the movement in France and abroad have inquired about our position on the ‘Gilets Jaunes’ (yellow vests) movement, especially after the scenes of violence on the Champs Elysees which have been seen all over the world.
We are not afraid to say it: We were divided about this many-faceted movement, which has evolved greatly in two weeks. What’s more, a large part of the French left shared our confusion.
The first call to demonstrate in yellow vests, on November 17, started as a challenge to the new tax imposed on diesel by the state, allegedly to ‘finance the ecological transition.’ We are not fooled by the total deception of this tax, created by a government which has abolished the wealth tax and which also imposes multiple anti-ecological measures, such as the opening of a gold mine in French Guyana despite the opposition of the local population. Bear in mind that ecological taxation is paid mostly by households, not by large polluting companies.
However, at that time, most of us were not inclined to associate ourselves with an event strongly supported by the extreme right, sovereignist movements, and a good number of right-wing and liberal editorialists. While claiming to defend ‘La France du bas’ (the downtrodden), the anti-tax slogan was not then accompanied by any demands on wages or on specific social measures. Moreover, favourable coverage by the media, while the movement was not mobilising more people (in fact rather less) than demonstrations against Macron’s labor law and ordinances, incited us to mistrust this phenomenon, with its slogans against taxation, and therefore against public spending and redistribution.
That said, the popular dimension of the movement, effectively carried by workers often strangled by the austerity policies, has challenged us. Going beyond the anti-tax revolt, the protests reveal a France that is struggling to make ends meet. And who has the right impression that the taxes it pays do not prevent public services from deteriorating at a high speed: The public hospital system is in crisis, job cuts in education are announced, and rural areas are losing their public services. Moreover, the movement from the beginning showed a very great diversity of actors in its different contexts: The extreme right was very present in the South and the Parisian demonstrations, but in Saint Nazaire, for example, it expressed trade union and progressive demands.
In recent weeks, you have all witnessed the extension of the movement and its insurrectional dimension, with violence answered by police violence (to which we are accustomed in demonstrations in France). Initially marked especially sociologically by the lower middle class, who works but has trouble paying their bills, the movement has expanded to uberised workers and high school students. The anti-tax revolt has turned into a much wider movement of people who can’t take any more, and the list of their demands is varied and growing. Many of them deal with justice and equality: Tax justice, increase of the minimum wage, more progressive income tax, the end of austerity, maximum salary at 15,000 euros, an end to the closure of public services. Others are much more problematic for a progressive movement, such as the deportation of rejected asylum seekers and increase of the budgets of the police and the army, or completely random demands. It should be noted that since the movement is decentralised and its leaders are self-proclaimed and contested, these lists vary according to the sources. It is amusing to note, moreover, that since the movement has started to present social and political demands, and its violent elements are attacking luxury boutiques, the language of the right-wing editorialists who supported it has changed a lot.
What are the political opportunities? For the moment, a key direction and a key watchword unites this disparate movement: The rejection of the Macron government. The ‘yellow vests’ call for his resignation as well as the dissolution of the National Assembly. Foremost is a rejection of his policies, and also of the personality of Macron himself, rightly perceived as emblematic of class contempt. It must be said that he and his government have used outrageously provocative language against ‘people who are nothing’ or the ‘unemployed who just have to cross the street’ to find a job.
This hate is coupled with a massive rejection of political movements. The extreme right and the sovereignty movement ‘Debout la France’ of Dupont Aignan are very anxious to co-opt the movement. Recent demonstrations appeared to mark a tipping point, with far-right figures thrown out of the demonstrations. But several of the self-proclaimed leaders come from the National Rally of Marine Le Pen, or advocate solutions related to fascism, like a provisional government by a general related to the far-right.
The movement today is national, and in part nationalistic. It would be very difficult to talk to them about the reform of Europe. Nevertheless, it is a challenge to our movement, not only on the demands for social justice and taxation that we share, but also on the issues of territorial inequality that should also be one of the pillars of our programme and concern all of Europe and beyond: It was an important issue concerning Brexit, opposing London and the de-industrialised North, and during the election of Trump. The issues take a different and unique aspect in each country, but we believe that DiEM25 must work on a European scale, and which mixes many of our founding pillars and axes of the European Spring: Socially just public services, an ecological transition, and the reduction of educational and cultural inequalities. We must counter a reactionary discourse, often tinged with racism, which opposes ‘Peripheral France (supposedly white)’ to ‘city-dwellers’ and ‘suburbs’, multicultural ‘for whom we have done too much’. And reaffirm that our solidarity does not stop at borders.
This movement is also an opportunity to deepen our discourse on the ecological transition that must not be done at the expense of the popular classes. France is the European champion of urban sprawl and the establishment of shopping centres on its urban outskirts. For decades, politicians and advertisers have incited the French to own their own house, and now they are strangled by mortgages and dependent on the car for mobility. When talking about transition, we must not forget territorial planning and mobility.
There will be in France, like everywhere else, a climate march with which DiEM25 is associated. There have been calls for the ‘Yellow Vests’ to join. This may be an opportunity to start a discussion. Meanwhile, the movement has opened a wide debate in France. We do not endorse the excesses, we condemn the attempts at co-optation, but we cannot ignore it, nor especially ignore the social anger it reveals against Macron’s Thatcheresque regime of austerity.
Written by the French section of DiEM25
December 2018
Sizin ‘İslamcı hegemonya’dan haberiniz yok ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey.
Belli ki Türkiye’de yaşamıyorsunuz. Ya da yıllar önce Türkiye’yi terk ettiniz, geçen yıllarda Türkiye’de ‘İslamcı hegemonya’nın yayıldığını ıskaladınız.. Bugün, Google’ın Türkiye ile ilgili önünüze getirdiği birkaç haber sayfasına baka baka yazacaklarınızı biriktiriyorsunuz, sonra Gün Zileli’nin sitesine gelip gevezelik yapıyorsunuz, evet, gevezelik yapıyorsunuz ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey.
Detroit’te Türkiye’deki ‘İslamcı hegemonya’ kadar boğucu ‘Hristiyancı hegemonya’ yok, yıllar önce bu hegemonya yok edildi, medeniyet eleştirilerinize devam edebildiniz.
İngiltere’de Türkiye’deki ‘İslamcı hegemonya’ kadar boğucu ‘Hristiyancı hegemonya’ yok, yıllar önce bu hegemonya yok edildi, medeniyet eleştirilerinize devam edebildiniz.
İsveç’te Türkiye’deki ‘İslamcı hegemonya’ kadar boğucu ‘Hristiyancı hegemonya’ yok, yıllar önce bu hegemonya yok edildi, medeniyet eleştirilerinize devam edebildiniz.
İspanya’da Türkiye’deki ‘İslamcı hegemonya’ kadar boğucu ‘Hristiyancı hegemonya’ yok, yıllar önce bu hegemonya yok edildi, medeniyet eleştirilerinize devam edebildiniz.
Almanya’da Türkiye’deki ‘İslamcı hegemonya’ kadar boğucu ‘Hristiyancı hegemonya’ yok, yıllar önce bu hegemonya yok edildi, medeniyet eleştirilerinize devam edebildiniz.
İsviçre’de Türkiye’deki ‘İslamcı hegemonya’ kadar boğucu ‘Hristiyancı hegemonya’ yok, yıllar önce bu hegemonya yok edildi, medeniyet eleştirilerinize devam edebildiniz.
Sakın ‘tarihin kuyusu’na inip, Engizisyon mahkemelerinden tutup, Samuel Butler’ın ‘Erewhon’daki uyarılarından geçip, Günther Anders’ın ‘The Obsolescence of Man’inde dinlenip, Simone Weil’ın çilesinde kaybolup, Jacques Ellul’ün haykırışlarını hatırlatıp, Johan Huizinga’nın ‘oyunlar’ını tekrar edip, Pierre Clastres’in seyahatlerindeki notları karıştırıp, Alain Testart’ın ‘primitifler üzerine tespitler’ini ortalığa saçıp, Thomas Kuhn’un kütüphanesindeki tozları yutup, Mircea Eliade’nin ‘Demirciler ve Simyacılar’ derslerini takip edip, Karl Polanyi’nin ‘büyük dönüşüm’ünü yaşayıp, Marshall Sahlins’in ‘taş devri müzesi’ni ve ‘Batı’nın insan doğası yanılsaması müzesi’ni gezip, (Bartolomé de las Casas) Kızılderililerin katliamına kadar; metinlerinizi çuvaldan boşaltır gibi yazarak gelmeyin bu siteye. Sanki bütün bunlardan sadece sizin haberiniz var başka kimsenin haberi yokmuş gibi davranıyorsunuz. Arkadaşlarınız David Watson ve Fredy Perlman bu sitede yazdıklarınızı okusalardı, sizi bahçe hortumu ile döverlerdi.. Kıyasıya eleştirdiğiniz ‘ulu şefler’e bizzat kendiniz özeniyorsunuz farkında değilsiniz ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey. Elias Canetti’nin ‘Kitle ve İktidar (Masse und Macht – Crowds and Power)’ kitabındaki her cümleyi ezberlemişsiniz, fakat yine Canetti’nin yazdığı ‘Körleşme’ adlı kitabın bir tek kelimesinden bile haberiniz yok. Yazık..
‘Körleşme’, sizin gibi kişilerin hazin hayatını anlatıyor, okuyun ve aklınızı başınıza devşirin. Buyurun, istediğiniz dilde başlayın:
Türkçe:
‘Körleşme’
( https://www.kitapyurdu.com/kitap/korlesme/357851.html )
Almanca:
‘Die Blendung’
( https://www.amazon.de/Die-Blendung-Roman-Fischer-Taschenbibliothek/dp/3596512255/ )
Fransızca:
‘Auto da Fé’
( https://www.amazon.fr/Auto-f%C3%A9-Elias-Canetti/dp/2070721825/ )
İngilizce:
‘The Blinding (Auto da Fé)’
( https://www.amazon.co.uk/Auto-F%C3%A9-Elias-Canetti/dp/1843432587/ )
Bugüne gelin artık, yeter, ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey bugüne gelin..
Türkiye, Irak, Suriye, İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Mısır, Tunus, Afganistan, Pakistan ve daha pek çok ülkede ‘İslamcı hegemonya’ya karşı mücadelenin temelini ‘bilimi savunmak’ oluşturur. Adı yazılan ülkelerde ve daha fazlasında, istediğiniz ideolojileri çorba yapıp, istediğiniz solcu ve sağcı zırvaları böğürüp, istediğiniz kadar ‘ilkellik efendim ilkellik, ne varsa ilkellik de var’ diye tepinip; ‘İslamcı hegemonya’yı yıkabileceğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey.
Yerin dibine sokabileceğinizi zannettiğiniz ‘Batı medeniyeti’nde, ‘Hristiyancı hegemonya’yı çökerten; yüzyıllar boyunca ‘bilimi savunmak’ sayesinde olmuştur. Diğer bütün sebepler sonra gelir, ilk önce ‘bilim’..
Türkiye dışında yaşadığınız belli. Muhtemelen Avrupa’da ikamet ediyorsunuz. Siz bugün ‘Batı medeniyeti’ni kıyasıya eleştirebilecek kadar (ki siz her ne kadar özgür olmadığınızı iddia etseniz de) özgür bir hayata sahipsiniz, bunu, ‘Hristiyancı hegemonya’nın yüzyıllar önce çökertilmiş olmasına borçlusunuz ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey, unutmayın. Eğer bugün ‘Hristiyancı hegemonya’ hâlâ hüküm sürüyor olsa idi, sizin ‘medeniyet karşıtı eleştirileriniz’ sizin ‘heretik (heretic)’ olarak mimlenmenize yol açacak; muhtemelen ‘modern’ giyotinle kafanız uçurulacaktı ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey.
Bugün, Türkiye dahil yukarıda adı yazılı olan ülkelerde ‘İslamcı hegemonya’ bütün boğuculuğu ve ölümcüllüğü ile devam ediyor, henüz çökertilmedi ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey. Gevezelik yapmayı bırakın artık.
Neymiş, eğer ‘İslamcı hegemonya’ya yönelik eleştiri getirirseniz, siz de, Türkiye’nin içindeki (‘aile içi’!) boş dedikodulara dahil olacakmışsınız, böylece, ‘medeniyet karşıtlığı’ yapmaya enerjiniz ve vaktiniz kalmayacakmış.. Hadi oradan.. Başka kapıya..
Siz ‘bilimi savunmak’ ile ‘bilim hegemonyasını savunmak’ arasındaki farkı; ya anlamıyorsunuz ya da anlamazdan geliyorsunuz ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey. Richard Feynman’ın ve Robert Oppenheimer’ın kitaplarını okumuşsunuz; galiba poponuzla okudunuz, aklınızla değil. Atomun yapısını ve davranışlarını analiz ederek nanoteknoloji ile kendi kendini temizleyen camlar icat etmek başka, Atom bombasını ‘Hiroshima’ ve ‘Nagasaki’ye atmak başka; bunları birbirine karıştırmaktan vazgeçin artık ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey. Mikroskobu icat edip bakterilerin davranışlarını öğrenerek kendi kendine övünen insan, teleskobu da icat edip, kainatta minicik bir nokta olduğunu kabul edecek kadar vakur bir düzeyde değil henüz. İnsanın henüz ‘vakur’luk düzeyine ulaşmamış olması; ‘bilim’in kabahati değil, mikroskobun kabahati değil, teleskobun kabahati değil… Bunu unutmayın ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey.
Türkiye gibi ‘İslamcı hegemonya’nın hayatın her anını çoraklaştırdığı bir ülkede, ‘medeniyet karşıtı naralarınız’ gevezelikten öteye geçemez, bunu unutmayın ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey. Önce ‘bilim’i savuna savuna yıllar sürecek bir mücadele dönemi var önümüzde, ‘İslamcı hegemonya’ ancak (ve ebedi olarak) bu yolla yıkılabilir.
Siz Avrupa’da ikamet eden biri olarak, ‘Batı medeniyeti’ içinde ‘medeniyet karşıtlığı’nızı rahat rahat yapabilirsiniz; ama Türkiye’de rahat rahat yapamazsınız çünkü ‘İslamcı hegemonya’ var. Gün Zileli’nin sitesindeki bütün ‘medeniyet karşıtı’ çabanız, gevezelikten başka anlam taşımaz.
Cesaretiniz varsa, Avrupa’daki hayatınızı bırakıp Türkiye’ye taşının; ‘İslamcı hegemonya’nın boğuculuğu ve ölümcüllüğü altında ‘medeniyet karşıtlığı’nızı yapabiliyor musunuz yapamıyorsunuz kendinizi test edin: ‘hic Rhodus, hic salta’ = ‘İşte hendek, işte deve’
Elias Canetti’nin ‘Körleşme’ kitabını (hangi dilde istiyorsanız) bir an önce okuyun, belki bir faydası dokunur…
İsterseniz bu yazıyı da ‘eleştirin’, anca kendi enerjinizi ve vaktinizi harcamış olursunuz ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey…
Zileli bey, Badiou’ya kanıp pişman olmanız günah çıkarmada yaralı olabilir ama değiştiğinizi kanıtlamaz. Aşağıdaki yazı bunu fazlasıyla ispat eder.Hele hâlâ İVME = ACCÉLÉRATION!
Her neyse, her genç delikanlının başına gelir bunlar. Siz eskisi gibi genç kalmaya ve pişman olmaya devam edin.
Bu yazıları 2015’de bana yapılan bir hakaretten dolayı takıldığım bu çeşitli her en son moda,marksizm, leninizm, troçkizm, maoizm, stalinizm, eşcinselci, Demirtaşçı, kadıncı, hayvan severci, 68’ci, ANARŞİST… gibi falan filanlardan oluşan hibrit ama temelde aşağıdaki değindiğim asıl temelde birleşen YENİ YENİ CESUR DÜNYA hilkat garibeleri sitesine defalarca gönderdim. Fazla mal can çıkarmazmış.
***
I. Peygamber Marks ne demiş?
“The physicist either observes physical phenomena where they occur in their most typical form and most free from disturbing influence, or, wherever possible, he makes experiments under conditions that assure the occurrence of the phenomenon in its normality. In this work I have to examine the capitalist mode of production, and the conditions of production and exchange corresponding to that mode. Up to the present time, their classic ground is England. That is the reason why England is used as the chief illustration in the development of my theoretical ideas. ”
” Silicon Valley is today this classic place of mode of production and production relations and exchange that correspond to it. Exchange firstly produces its own world, before revolutionizing all social relations around the world to format them to the American way of life. Start-up, Internet, convergent technologies (NBIC or Converging Technologies for Improving Human Performance), GAFA (Google, Apple, Facebook, Amazon), transhumanism, etc. Throughout France and around the world, Silicon Valleys are reproducing the original model with its digital revolution and creative class; researchers, engineers, technicians, executives. In other words technocracy, the class of expertise and maximum efficiency that forms with shareholders and investors (capital), an indissoluble admixture.
IIa. Marks’ın Yolunu müritlere gösteren Lenin ne demiş?
IIb. Mao’cu BADIOU, Marks ve Lenine kanıp din değiştirerek ANARŞIST olan saf ve tertemiz ruhlu bir Türk solcusunu nasıl aldatmış veya hayal kırıklığına uğratmış?
Lenin, devlet darbesinden altı ay sonra, 5 Mayıs 1918’de, ekonomik çizgisini Pravda’da yayınladı: “Almanya modeli tröstler”i model alıp ” yüksek ücretli uzmanlar-teknisyenler ya da organizatörler “e . “endüstriyel devlet kapitalizmi” inşa etmek; “barbarlıkla savaşmak” için “barbarca yöntemler” kullanmak.
Makhaïski, bu büyülü laflar altında yatan gerçeği ve bilgi capitalistlerini sömürüyü hemen gördü. Diğer görenler de oldu ama çok uzun bir hikaye.
Bir asır sonra, komünizmin hayaletleri, Negri, BADIOU, Mélenchon ve Blanquist, Foucaultcu, Deleuze-guattaristes epigonları Neo-fütürizm, teknokrasinin avangartları Vacarme, Multitudes, Comité “invisible vb. dergilerinde “dünya ve insan vücudumuz sınırlarını aşma hayallerini tekrar ederler:
“En modern bilimin gerekçelerine göre, devasa kapitalizm tekniği kullanmadan ve milyonlarca insanı metodik bir şekilde en katı ve tek bir norm ile üretim ve (ürün) dağıtımında emirlere itaat ettiren bir Devlet olmadan sosyalizm imkansızdır. Biz Marksistler daima bu yolu seçtik ve onayladık.”
(Manifeste de l’Accélérationnisme, Multitudes n°56, été 2014).
Not: ACCÉLÉRATION, İVME demek.
Not: Comité “invisible = The Coming Insurrection is a French radical leftist, ANARCHIST tract written by The Invisible Committee, …
SON NOT: AH! ŞU GERİ KALMIŞLIĞIN YAKALMADAKİ AZAPLARI VE ALDANMALARI. Neo-Marksist İKTİSATÇI EĞİLMEZ BEYİN KULAKLARI ÇINLASIN.
Kariyer peşinde koşan müritlerin “43 Sarı Yelekliler ve DiEM25” gibi önderlerinin ağızlarından çıkan politikacı vicdan muhasebelerini (casuistry) öğrenmek için gece gündüz hoplaya zıplaya takip etmesi doğal. Zileli 1990’lara kadar aynı şeyi yaptı. O bu işleri daha iyi bilir, lafı ona bırakmalı. Benim alçak gönüllü tahminim, içerden ve kariyer hırsıyla bakmakla yalanlar görülmez. Her neyse.
İlahileriniz, huu huularınız, “cheerful robot’luğunuz YEN BİR İVME kazanmış:
Eski kötü,yeni iyi!
Joseph Peter kötü, Yanis Varoufakis iyi!
TZM kötü, DiEM25 iyi!
Proletariat kötü, ProCareer iyi!
Nationalism is good, Internationalism is better, Marxism is best, Anarchism is bested!
İlkellik kötü, Medeniyet iyi!
Medeniyet katkısı olan sarışınlar iyi, Türkler gibi hiç bir katkısı olmadan parazitlikle geçinenler çok daha iyi!
Medeniyet’in bilimi iyi, attıkları ve sattıklarıyla geçinen Türkler daha iyi!
Bilim-Teknoloji hem kötü hem iyi!
İslamcı hegemonya kötü, Hristiyancı hegemonya iyi.
Erdoğan’ın İslamcı hegemonyası kötü, Indonesia İslamcı hegemonya iyi.
Ne oldu yahu? Oku sayın karşı-Medeniyetçi. Bizler bize kim daha çok verirse onu överiz.
Indonesia, the nation with the world’s largest Muslim population, is home to a rapidly growing middle class. As Rebecca Henschke reports from Jakarta, this has given rise to a striking phenomenon – the so-called “Crazy Rich” Indonesians.
The colourful invitation on our cluttered fridge had said it would be a dog-themed birthday party. “That’s cute,” I thought – and different. Traditionally in this country dogs are not well-liked or looked after.
But that wasn’t the only surprise. To celebrate their little girl turning six, her family had turned an empty piece of land in Menteng, the most expensive part of Jakarta, into a park for the day.
Security guards escorted us off the street into another world. Real grass – an incredibly rare thing in this concrete jungle – had been rolled out. There were also fully grown trees and an obstacle course for dogs.
The middle of the “park” was filled with dog-shaped balloons, a bubble-blowing performer and a slime-making station.
That was back in October and I had just got back from reporting the destruction, grief and devastation in Palu, on the island of Sulawesi, which had been hit by a tsunami and earthquake. It made for a bizarre, almost surreal contrast.
…
Salimun is one of the many who don’t understand that system – but has, in a way, also eked out a future for his children that is very different from his own life.
[Zavallı Süleyman, bu lüks hayat için İslam hegemonyası değil her türlü hegemonyay kabula hazır sizler için çalışıyor.]
He is a street sweeper, paid the minimum wage of £194 ($254) a month to take away the waste of the wealthy houses in Menteng – great plastic mountains in front of Greco-Roman-inspired concrete mansions – piles of rubbish like monuments to out-of-control consumerism
Salimun might not be crazy rich, but the next generation are already seasoned consumers.
Erdoğan da sizin gibiler için çalışıyor ama şimdilik değişik dalkavukları daha çok besliyor. Sizleri sarışın 20 arasına soktu. Sabırlı olun.
Yeni bir guru bulup “groupi”si olduğunuzda, lütfen bana bildirin.
‘İslamcı hegemonya’dan haberiniz yok’ diyen utanmaz cahiller ve yalancılar.
1960’larda Marcuse, bir radyo mülakatında Detroit’in içinde bulunduğu ABD’nin tarihte rastlanmamış bir totaliter ülke olduğunu söyledi. Size benzer röportajcı aynısın başka bir ülkede söylese kelleyi koltuğa almış olacağını hatırlattı. Marcus “evet doğru, işte totaliterlik bu” dedi ve ekledi: “burada insanlar (ProCareerciler gibi) tamamıyla evcilleşmiş. (ProCareerciler gibi) kariyer peşindeler. Bunlar beni dinlemezler onun için Devlet beni umursamaz” dedi.
Bana hakaret etmek için neden yalanlar uyduruyorsunuz. Sıraladığınız kitapların hiç birini okumadığınız sizin yeni şefler gibi açık açık sırıtıyor. Bilim hakkında bilginiz ilkokulda beyninize sokulan Atatürk ve Muhammed masalları. Yani, Devlet ve iş adamlarının süt ineklerine ihtiyacı. O yüzden bilim adam ve karılarını pompalarlar ve sizleri de o yola sokmak için ağızlarınızı sulandırırlar. Sizin bilim bilginiz sıfır ve hatta eksi sonsuz.
Ulan utanın be, şeflerinize yaltakçılık için neden yalanlar uydurup onların hoşuna gidecek cahilliğinizi sergiliyorsunuz.
Modern bilimin temelini Hristiyan rahipler attı. Daha önce, İslam sayısız katkılarda bulundu: astronomi, tıp, fizik, kimya, matematik ve sizi ve şeflerinizi pompalayan asıl şeflerin ‘new and improved’ allahı algoritma, laiklik felsefesi hatta ve hatta insana yakışır bir yaşama olan ev düzeni(çok odalı ev vb), kadınlara binip çocuk yapma yerine aşk ve sevişme vs.
Bazı Arap entelektüeller siz barbar ve kaba Türklerin gelmesiyle İslam’ın ilerlemesini baltaladığını iddia ediyorlar. Parazitlik hürelerinize işlemiş. Haven’t you ever heard of ‘false consciousness’? Never heard of Marks and hisi minions? Turkey is full of them. Old useful idiots and new.
Fredy çok daha ileri gitti. Okumamışsınız ve kaç defa gördüm. Hele Watson, forget it. Kime yutturuyorsunuz dalkavukluğunuzu yalanlarla yapmayı be yeni din müminleri? Fredy, çok daha isabetli bir tespitte bulundu. Avrupalılar 9-10’cu yüz yıllarda, ‘Allah rahim’ hariç, Müslüman oldular dedi. Bunu anlamanız için yüz bin fırın yalancı ekmek yemeniz gerekir. Eminim Muhammedin ‘rahim’ ile kadın rahmini kasettiğini de bilmezsiniz siz tüketicilik din müminleri.
Cannetti de öyle. Kahramanı ve bana benzttiğiniz kendisi. Sizler gibi silikler dolan Avrupa’da tşksbtisini anlatıyor. Ama benden bir farkı var. İlkeller hakkında bilgileri sizlerinki gibi eksi sonsuz olduğundan vitrin süslemeleri hariç hiç bir zaman var olmamış bir Avrupa’nın hasreti içinde.
Ulan utanın be, basit bir soruma ne siz ne de hayatı sizin gibi yeni düzen sarayında bir iş bulurum diye sizler gibi yalanlara inanan bir şefiniz cevap verebildi. Yeni şeflernize de sorun bakalım bir ıvır zıvır sayma dışında bir örnek verebilirler mi?
İnsan kalitesini arttıran bir devrim misali verin yeter. Boş verin şu cam temizleme vır vırlarını.
‘Medeniyet karşıtı’ hanım-bey, sorulara cevap vermediniz: Avrupa’daki hayatınızı bırakıp Türkiye’ye taşınacak mısınız? ‘İslamcı hegemonya’nın boğuculuğu ve ölümcüllüğü altında ‘medeniyet karşıtlığı’nızı yapabiliyor musunuz yapamıyorsunuz kendinizi test edecek misiniz? ‘hic Rhodus, hic salta’ = ‘İşte hendek, işte deve’
Isaac Newton’ın yaşadığı ‘kültürel’ iklim içinde Hristiyanlık baskın idi, ve hâttâ Tanrı’ya inandığı, Hristiyan değerlerini büsbütün inkâr etmediği de söylenir. Fakat kendisi hiçbir zaman ‘bağnaz Hristiyan’ olmadı, Hristiyanlığın boğucu ve ölümcül hegemonyasını ‘bilim’ sayesinde yendi. (Newton’ı ‘hermetik simyacılık’la suçlayan kişi ve kurumlar bugün bile var.)
Thomas Aquinas, Hristiyanlıkta başlıbaşına bir ‘ekol’. Üstelik ‘sözde Ortaçağ bağnazlığı’ içinde böyle bir ‘herif’in yaşamasına nasıl müsade edildiği bugün bile merak edilir. Kütüphanenizdeki bilgi kırıntılarını araştırın bakalım; Aquinas, ‘bilim’in gelişmesine nasıl katkı sağlamış. ‘Hristiyancı hegemonya’nın, gelecek kuşaklar tarafından yıkılmasının temellerini nasıl döşemiş, hatırlayın bakalım.
Baruch Spinoza, hem Yahudilikten hem Hristiyanlıktan aforoz edilmeyi becermiş ilginç bir ‘herif’. Hollanda’nın limanlarına gelen giden gemileri izleyerek, limana boşaltılan yükleri taşıyan hamalların suratlarındaki öfkeyi görerek; ‘Bu dünya, ne berbat bir dünya! Ticaret hırsı için insanların çektikleri çileye bak!’ hezeyanı içinde öldü gitti. 300 küsür yıl sonra ‘Guy Debord’, Spinoza’nın hezeyanını katmerli bir şekilde yaşadı; 1994’te intihar etti..
‘Hindu’ların önce matematiğe sonra tıbba yaptığı katkılar saymakla bitmez. ‘Batı medeniyeti’nden uzak bir coğrafyada ikamet ediyor olduklarından ‘inferior’ olarak mimlenerek talihsizlik yaşamışlardır, bu talihsizlik bugün bile devam etmektedir. Bugün Hint gençliği, İngiltere, Kanada, ABD gibi ülkelerde hayat kurabilmek için birbirleri ile yarışmaktadır. Satya Nadella (Microsoft), Sundar Pichai (Google), Rajeev Suri (Nokia) gibi CEO’lar; ‘ikon’ niyetine Hint gençliğinin beynine enjekte edilmektedir. İnsanların ‘ikonlaştırılması’ başka / ‘Bilim’e katkı sağlamak başka. Bunları birbirinden ayırt etmesini öğrenin artık, ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey.
‘İslam’da ‘bilim’in gelişmesine katkısı olduğu söylenen kişiler hakkında anlatılanların kâhir ekseriyeti; ya yanlıştır, ya da abartılmıştır. İslam’ın çorak bir din olmadığını savunmak maksadıyla sahterkârlık yapmak epey yaygındır; geçmişte de böyleydi, bugün de böyle. ‘Bilim’e en esaslı katkılar Yahudilerden ve Hristiyanlardan gelmiştir; Müslümanlardan geldiği iddia edilen katkılar karpuz çekirdeği çapında bile değildir.
.
.
.
Daha ister misiniz?
Yazalım mı tek tek?
Arkadaşınız Fredy Perlman, 1985’te öldü. ‘Ronald Reagan sonrası’nı yaşamadı Perlman. ‘İnternet’ten haberi yok, ‘amazon.com’dan haberi yok, ‘Google’dan haberi yok, ‘Edward Snowden’dan haberi yok (ama belki Richard Nixon’dan ve Daniel Ellsberg’den haberi vardır).
Arkadaşınız David Watson, bugün hayatta, yaşı epey ilerlemiştir (tıpkı sizin gibi). Sorun bakalım kendisine, ‘İslamcı hegemonya’nın boğuculuğu ve ölümcüllüğü altında ‘medeniyet karşıtlığı’ yapmak mümkün mü değil mi; bakalım ne cevap verecek size. Soruyu sorarken aman dikkatli olun ha.. Bahçe hortumunu eline alıp kovalamasın sizi.. Sırtınıza bir-iki okkalı şaplak indiriverir, acı içinde kıvranırsınız..
Elias Canetti’nin ‘Kitle ve İktidar’ kitabından alıntılar yapa yapa bu siteyi (neredeyse) işgal etmiştiniz. Ne oldu? Niçin şimdi düşman kesildiniz Canetti’ye? Yoksa onun da mı ‘bilim’in önemine vurgu yaptığını anladınız?
Yanlış kişilere düşmanlık besliyorsunuz ‘medeniyet karşıtı’ hanım-bey, aklınızı başınıza devşirin.
Canetti’ye yönelik öfkenizi azaltabilirseniz, ‘Körleşme’ kitabını bir an önce okuyun, belki bir faydası dokunur…
Atinalı mimar Daedalus (adı sonradan ‘hünerli şekilde işlenmiş’ anlamında kullanılır olmuştur), işlediği bir suç nedeniyle sürgün edildiği Girit’te Kral Minos tarafından, insan yiyerek beslenen ‘yarı boğa – yarı insan’ biçimindeki, Minotaurus adlı oğlunu hapsetmek için bir labirent inşasıyla görevlendirilir.
Mimar Daedalus, içinden çıkılması mümkün olmayan bir labirent inşa eder ve Minotaurus yakalanarak oraya hapsedilir.
Minotaurus için sürekli 7 kadın 7 erkek kurban olarak labirente atılmaktadır. İnsanlar buna başkaldırsa da, Kral Minos’tan korkarlar, seslerini çıkaramazlar.
Günün birinde (bir başka mitolojik kral ve Atina’nın kurucu kahramanlarından sayılan) Theseus kurban adayı olarak, Minotaurus’la savaşıp onu öldürmek amacıyla Girit’e gider. İşi bitince labirentten çıkabilmek için Daedalus’a bunu nasıl yapacağını sorar. Daedalus, ona, bir ip yumağının ucunu labirentin girişinde bir yere bağlayarak ilerlemesini ve dönüşte de ipi izlemesini söyler. Theseus labirente girer, Minotaurus’u bulur, onu öldürür, sonra da ipi izleyerek labirentten çıkar.
Theseus, Kral Minos’un kızı Ariadne’ye aşıktır. Babası izin vermediği için onu Girit’ten kaçırır. Buna çok kızan Kral Minos, labirentin sırrını Thesseus’a veren Daedalus’u cezalandırmak için onu yapımda kendisine yardım eden oğlu İkarus’la birlikte labirente hapseder. Daedalus’un yaptığı labirent öyle karmaşıktır ki kendisi bile çıkış yolunu bulamaz. Üstü açık olan labirentin üzerinden uçan kuşların dökülen tüylerini toplar, sonra bu tüyleri balmumuyla yapıştırarak kanatlar yapar. İkarus’la birlikte bu kanatları kollarına bağlarlar ve uçmak için hazırlanırlar.
Daedalus, oğlu İkarus’a, çok alçaktan uçmamasını çünkü denizin neminin kanatlarını ağırlaştıracağı ve dolayısıyla uçmasını engelleyeceği, çok yüksekten de uçmamasını çünkü güneş ışınlarının tüylerini tutan balmumunu eriteceği uyarılarını yapar. Birlikte uçarak labirentten çıkarlar ve yükselmeye başlarlar. Girit halkı şaşkınlık ve sevinçle onları izler. İkarus, uçmanın verdiği keyifle babasının uyarılarını unutur ve yükselmeye devam eder. Yükseldikçe, her şeye tepeden bakmaya ve kendisini üstün görmeye başlar, güneşe yaklaştıkça, balmumunun eridiğini, kanatların kopmaya başladığını fark edemez. Sonunda kanatlar kopar ve İkarus, Ege Denizi’ne düşerek boğulur.
Amerikalı yazar ‘Peter Beinart’, Yunan mitolojisinin hazin öykülerinden birisi olan bu öyküden hareketle ‘İkarus Sendromu’ adlı kitabında, aynı adla anılan bir yönetim ilkesi geliştirmiştir.
İşlerin iyi gittiğine aldanıp ‘bize bir şey olmaz’ düşüncesine kapılarak denetimi gevşetmek akıllıca bir yaklaşım değildir. Yönetim, her zaman, dengeli olmalıdır.
İnsan, bazen kendisini her şeyden üstün, her şeye hâkim gibi görebilir. İşte o zaman denetim mekanizmaları devreye girmeli ve onu uyarmalıdır. Aksi takdirde işler iyi giderken pek sorun yaratmazmış gibi görünen bu kendini üstün görmeye dayalı ‘bize bir şey olmaz’ yaklaşımı, işler kötüye gitmeye yönelince sorunlar yaratmaya başlar.
‘Kibir’, ‘kendini beğenmişlik’, ‘yıkılmazlık’ sanısına kapılmak bir yönetimin içine düşebileceği en büyük hatadır. Beinart, kitabında, Amerikan yönetiminin tarihsel olarak bu zaafların içinde olduğunu anlatıyor. ‘İkarus Sendromu’, yalnızca devlet yönetimleri için değil şirket yönetimleri için de tedavi edilmesi gereken önemli bir hastalığı ortaya koyuyor.
Bir İtalyan atasözü der ki: ‘Ata kibirli binen, eve yürüyerek döner.’
‘The Icarus Syndrome: A History of American Hubris’
Peter Beinart
HarperCollins Publishers
( https://www.harpercollins.com/9780061456473/the-icarus-syndrome/ )
[Mahfi Eğilmez, iktisatçı]
The ‘Yellow Vests’ Show How Much the Ground Moves Under Our Feet
If one feature of any truly revolutionary moment is the complete failure of conventional categories to describe what’s happening around us, then, that’s a pretty good sign we’re living in revolutionary times.
It strikes me that the profound confusion, even incredulity, displayed by the French commentariat (and even more, the world commentariat) in the face of each successive ‘Acte’ of the Gilets Jaunes (Yellow Vests) drama, now rapidly approaching its insurrectionary climax, is a result of a near total inability to take account of the ways that power, labour, and the movements ranged against power, have changed over the last 50 years, and particularly, since 2008. Intellectuals have for the most part done an extremely poor job understanding these changes.
Let me begin by offering two suggestions as to the source of some of the confusion:
(1) In a financialised economy, only those closest to the means of money-creation (essentially, ‘investors’ and the ‘professional-managerial classes’) are in a position to employ the language of universalism. As a result, any political claims as based in particular needs and interests, tended to be treated as manifestation of ‘identity politics’, and in the case of the social base of the GJ (Yellow Vests), therefore, cannot be imagined it as anything but ‘proto-fascist’.
(2) Since 2011, there has been a worldwide transformation of common sense assumptions about what participating in a mass democratic movement should mean — at least among those most likely to do so. Older ‘vertical’ or ‘vanguardist’ models of organization have rapidly given way to an ethos of ‘horizontality’ one where (democratic, egalitarian) practice and ideology are ultimately two aspects of the same thing. Inability to understand this gives the false impression movements like GJ (Yellow Vests) are ‘anti-ideological’, even ‘nihilistic’.
Let me provide some background for these assertions.
Since the U.S. jettisoning of the gold standard in 1971, we have seen a profound shift in the nature of capitalism. Most corporate profits are now no longer derived from producing or even marketing anything, but in the manipulation of ‘credit’, ‘debt’ and ‘regulated rents’. As government and financial bureaucracies become so intimately intertwined, it’s increasingly difficult to tell one from the other, wealth and power (particularly, the power to create money [that is, credit]) also become effectively the same thing. (This was what we were drawing attention to in Occupy Wall Street when we talked about the ‘1%’ — those with the ability to turn their wealth into political influence, and political influence back into wealth.) Despite this, politicians and media commentators systematically refuse to recognize the new realities, for instance, in public discourse one must still speak of tax policy as if it is primarily a way of government raising revenue to fund its operations, whereas in fact it is increasingly simply a way of (a) ensuring the means of credit-creation can never be democratized (as only officially approved credit is acceptable in payment of taxes), and (b) redistributing economic power from one social sector to another.
Since 2008 governments have been pumping new money into the system, which, owing to the notorious Cantillon effect (Richard Cantillon, economist, 1680-1734), has tended to accrue overwhelmingly to those who already hold financial assets, and their technocratic allies in the professional managerial classes. In France, of course, these are precisely the Macronists. Members of these classes feel that they are the embodiments of any possible universalism, their conceptions of the universal being firmly rooted in the market, or increasingly, that atrocious fusion of bureaucracy and market which is the reigning ideology of what’s called the ‘political center’. Working people in this new centrist reality are increasingly denied any possibility of universalism, since they literally cannot afford it. The ability to act out of concern for the planet, for instance, rather than the exigencies of sheer survival, is now a direct side-effect of forms of ‘money creation’ and ‘managerial distribution of rents’; anyone who is forced to think only of their own or their family’s immediate material needs is seen as asserting ‘a particular identity’; and while certain identities might be (condescendingly) indulged, that of ‘the white working class’ can only be a form of racism. One saw the same thing in the U.S., where liberal commentators managed to argue that if ‘Appalachian coal miners’ voted for Bernie Sanders, a Jewish socialist, it must nonetheless somehow be an expression of racism, as with the strange insistence that the Giles Jaunes (Yellow Vests) must be fascists, even if they haven’t realized it.
These are profoundly anti-democratic instincts.
To understand the appeal of the movement (that is, of the sudden emergence and wildfire spread of real democratic, even insurrectionary politics) I think there are two largely unnoticed factors to be taken into consideration:
The first is that financialized capitalism involves a new alignment of class forces, above all ranging the techno-managerials (more and more them employed in pure make-work ‘bullshit jobs’, as part of the neoliberal redistribution system) against a working class that is now better seen as the ‘caring classes’ — as those who nurture, tend, maintain, sustain, more than old-fashioned ‘producers’. One paradoxical effect of digitization is that while it has made industrial production infinitely more efficient, it has rendered health, education, and other caring sector work less so, this combined with diversion of resources to the administrative classes under neoliberalism (and attendant cuts to the welfare state) has meant that, practically everywhere, it has been teachers, nurses, nursing-home workers, paramedics, and other members of the ‘caring classes’ that have been at the forefront of labor militancy. Clashes between ‘ambulance workers’ and ‘police’ in Paris last week might be taken as a vivid symbol of the new array of forces. Again, public discourse has not caught up with the new realities, but over time, we will start having to ask ourselves entirely new questions: Not what forms of work can be automated, for instance, but which we would actually want to be, and which we would not; how long we are willing to maintain a system where the more one’s work immediately helps or benefits other human beings, the less you are likely to be paid for it.
Second, the events of 2011, starting with the ‘Arab Spring’ and passing through the ‘Squares movements’ to ‘Occupy’, appear to have marked a fundamental break in political common sense. One way you know that a moment of global revolution has indeed taken place is that ideas considered madness a very short time before have suddenly become the ground assumptions of political life. The leaderless, horizontal, directly democratic structure of ‘Occupy’, for instance, was almost universally caricatured as idiotic, starry-eyed and impractical, and as soon as the movement was suppressed, pronounced the reason for its ‘failure’. Certainly it seemed exotic, drawing heavily not only on the anarchist tradition, but on radical feminism, and even, certain forms of indigenous spirituality. But it has now become clear that it has become the default mode for democratic organizing everywhere, from Bosnia to Chile to Hong Kong to Kurdistan. If a mass democratic movement does emerge, this is the form it can now be expected to take. In France, between March and June 2016, ‘Nuit debout (Rise up at night)’ might have been the first to embrace such horizontalist politics on a mass scale, but the fact that a movement originally of rural and small-town workers and the self-employed has spontaneously adopted a variation on this model shows just how much we are dealing with a new common sense about the very nature of democracy.
About the only class of people who seem unable to grasp this new reality are intellectuals. Just as during ‘Nuit debout (Rise up at night)’, many of the movement’s self-appointed ‘leadership’ seemed unable or unwilling to accept the idea that horizontal forms of organization were in fact a form of organization (they simply couldn’t comprehend the difference between a ‘rejection of top-down structures’ and ‘total chaos’), so now intellectuals of left and right insist that the Gilets Jaunes (Yellow Vests) are ‘anti-ideological’, unable to understand that for horizontal social movements, the unity of theory and practice (which for past radical social movements tended to exist much more in theory than in practice) actually does exist in practice. These new movements do not need an ‘intellectual vanguard’ to provide them with an ideology because they already have one: The rejection of ‘intellectual vanguards’ and embrace of ‘multiplicity and horizontal democracy itself’.
There is a role for intellectuals in these new movements, certainly, but it will have to involve a little less talking and a lot more listening.
None of these new realities, whether of the relations of ‘money’ and ‘power’, or the new understandings of democracy, likely to go away anytime soon, whatever happens in the next Act of the drama. The ground has shifted under our feet, and we might do well to think about where our allegiances actually lie: With the pallid universalism of financial power, or those whose daily acts of care make society possible.
Written by David Graeber (anthropologist)
Dec. 7, 2018
“50 Sarı Yelekliler’e ‘antropolojik’ bir bakış 17 Aralık 18 / 12am
The ‘Yellow Vests’ Show How Much the Ground Moves Under Our .
If one feature of any truly revolutionary moment is the complete failure of conventional categories to describe what’s happening around us, then, that’s a pretty good sign we’re living in revolutionary times.”
Şarlatanlar enayi devrimci mürit avcı-devşiriciliği yapar, devrimci enayiler de “groupi”si olmak istedikleri “new and better” medya artistleri avcı-devşiriciliği yaparlar.
‘Groupi’si olacak yeni bir DEVRİM MÜTEHASSISI bulmuşsunuz. Herif bir ara bir gerçek anarşist olarak “okullarda Marksizm mütahasısları var ama anarşist mütehassısları türetmek için dersler verilmiyor” demişti.
Şimdi de ” Intellectuals have for the most part done an extremely poor job understanding these changes.” & “About the only class of people who seem unable to grasp this new reality are intellectuals.” & ” There is a role for intellectuals in these new movements, certainly, but it will have to involve a little less talking and a lot more listening.” altından yumurtaları yumurtlamış.
But Mr. Real Revolutionary David Graeber (anthropologist) is an honorable man!
I am sure that he would have been laughed out of his anthropologist credentials in Detroit.
Siz de utanma yok, bakın yine Fredy’i okumadığınız belli oldu, YALANCILAR!
“The seer of now pours his vision on sheets of paper, on banks of arid craters where armored bullies stand guard and demand the PASSWORD, POSITIVE EVIDENCE. No vision can pass by their gates. The only song that passes is a song gone as dry and cadaverous as the fossils in the sands.
Turner, HIMSELF A GUARD, A PROFESSOR, has the courage of a Bartolomé de Las Casas. He storms the gates, refuses to give the password, and he sings, he rants, he almost dances.
The armor comes off. Even if it is not merely worn like clothes or masks, even if it is glued to face and body, even if skin and flesh must be yanked off with it, the armor does come off.”
Hadi darısı yeni gurunuzun başına. Ama bildiğim hiç bir anarşist bu sayın profesör antropoljist falan filan Graeber gibi özgür ruhlu insanların “PASSWORD, POSITIVE EVIDENCE” soran hapishanelerde gardiyan olmalarını istemezdi.
Herif sadece özgür ruhları Marksistler gibi efendileri Marks’ın virgülleri koyduğu yere göre değişik yorumlar yapan ‘exegete’lere çevirmek istemekle kalmamış, aynı politikacılar yuvarlanan taşta bile bir ivme, bir hız, bir ilerleme hissederek “yet another good news” müjdesi vermiş.: “… that’s a pretty good sign we’re living in revolutionary times.”
İnsanlar durmadan saklambaç oynayan geleneksel gök yüzü allahından vazgeçip, daha doğrusu unutup, ümitlerini yer yüzü allahının kapitalist, komünist, marksist, maoist, marksist-anarşist ve biraz ikinci sınıf yerli malları endüstrici-anarşist ve ivmeci-anarşist ve tam hademe sınıfı procareerist, TZMist, Ulus Bakerist, yalakaist falan filanlara bağladılar. “Lo and behold” bu şarlatanların yer yüzü allahı da saklambaç oynayıp duruyor. Medya artisti Graeber’in kadim/ultra modern formülünü tekrar okuyun, herif sadece gelmesini bekleme heyecanı veriyor: “WE’RE LIVING IN REVOLUTIONARY TIMES”
Yani ‘THE SHOW MUST GO ON!
Haydi allahsız bir İNŞALLAH diyelim. Ama ne nefesimi tutarım ne de böyle tiksindirici cambazları çok sevdiğim ve fakirlerin falında hep hayırlı günlerin geldiği haberini veren annemle kıyas ederim. Bu herif ve positif bilimlerde pişmiş benzerleri annemden “PASSWORD, POSITIVE EVIDENCE” isteyecek düzen yobazları. Bu aynı düzen yobazları, külahı değiştirir değiştirmez “become toadies of great scientists or writers who saw with their imagionation what is not seen with open eyes.” These idiots cannot even know that the difference between fact and fiction is not objective.
YİNE UTANIN BE. YÜKSEK RÜTBELİ PAŞA AŞKINIZLA EN BASİT AYIP DONLARINIZI BİLE GİYMEYİ UNUTMUŞSUNUZ: CAHİLLİĞİNİZ!
Bir zamanlara bunlara aşağılayarak “revolts” veya “popular movements” denirdi. Şimdi herif size “devrimin” yeni şekli afyonunu yutturmuş. Eğer Detroit’e gelseydiniz size hiç değilse asıl ve gerçek olanı yutturur, hızınızı keserdim. Ama biliyorum siz gerçek devrimci annelerinin kuzuları Türkler sonsuz püritensiniz. Duerr’ide okumadığınız nasıl belli.
Bu konu bana Türkiye’de sizlerle aynı püritenliği paylaşan Atatürkçü, Muhammedci, Marksist düzen ve düzenli olma peygamberlerinin yolundan çıkmayanların çoğunlukta olduğu ülkenizde hapis günlerimi hatırlattığı için sizin diğer bir çocuğumsu enayiliğinize değinmek istiyorum. ŞANTAJ!
Ben kendimi sizler gibi kaharaman Türk olmak istemeyi bir yana bırak,Türk olmamı bile salt sinema yapmamak için soranlara “evet” deyip geçiyorum. Ne annam tarafı ne da babam tarafı sizler gibi, genellikle köpek yetiştiriciler arasında önemli olan, halis ve saf Türkler. Benim için milliyetçilik sizin gibi eneyilerle dolandırıcları kardeş yapar. Yani sizin şantajlar boşuna.
Büyük trajedi sahneye konarken…
Stefan Zweig ‘Dünün Dünyası (Die Welt von Gestern – The World of Yesterday)’ eserinde, 20. yüzyılın ufukta görünmesini anlatırken annesini, babasını şuna benzer sözlerle eleştirecektir: “Viyana’nın lüks salonlarında vals yapıp neşe içinde kahkaha atarken, yaklaşan kara bulutların nasıl olur da hiç farkına varmamıştınız?”
Gerçekten de 20. yüzyılın başında Viyana’dan görünen dünya, Immanuel Kant’ın ‘ebedi barış’ının (Zum ewigen Frieden: Ein philosophischer Entwurf – Perpetual Peace: A Philosophical Sketch) renklerine bürünmüştür sanki. Hâlbuki gökyüzü aynı anda beyazımsı mavisinin ardında, kurşuni bulutları biriktirmeye başlamıştı bile. İnsanlığın tanık olacağı en trajik yüzyıla hazırlanılıyordu aslında, ve değil Zweig’ın annesi, babası; kimse farkında olmayacaktı gök kubbenin korkunç bir gürültüyle yeryüzünün başına yıkılacağını.
Hâlbuki ne de umut vaat ediyordu her şey; liberalizm sınırlarını genişletirken mal alışverişi herkesin refahını arttıracak, ilerleyen teknoloji insan yaşamını kolaylaştırıp çilesini azaltacaktı. Artan üretimin ve ticaretin refahı arttırması sükûnet ortamını vazgeçilmez hâle getirecek, rasyonel insan bunu gördüğünde gökkuşağının renklerine bürünmüş barış nihayet tüm ulusları kapsayacaktı. Dinler dahi artık farklılıklarını değil, benzerliklerini ortaya çıkartıp bu gelişmeye katkıda bulunacaklardı.
Ama iki büyük savaşlı, iktisadi krizli, soykırımlı, atom bombalı, Eric Hobsbawm’ın deyişiyle ‘en kısa yüzyıl’ın (The Age of Extremes: The Short Twentieth Century) trajedisi için sahne tüm hazırlıklarını tamamlıyordu.
21. yüzyıl neye gebe?
Ve nihayet bugün alınan derslerle yeni trajediler önlenebilecek mi, yoksa, Zweig uzaklarda bir yerlerde, sonuna kadar küskün, umutsuz, yaşamına boşuna mı son vermiş olacaktır kendi eliyle.
İyimserlerin tutumu, 19. yüzyıl Viyana’sının kristal kadehli çınlamalarının eşliğinde kahkahaların atıldığı salonları hatırlatıyor bugün uzaktan, uzağa. Genel savaşsız bir dönem, teknolojinin gelişmesi, açlığın azalması, vs. onlara göre bunun yeterli kanıtlar bugün için.
Hâlbuki ilk bakışta öyle dursa da biraz daha dikkatli bakıldığında dünyanın görüntüsü bugün uzaktan Edvard Munch’ın ‘çığlığını’ (The Scream) hatırlatacaktır: Daha önce sahnede olan az sayıdaki ulusal aktör yerini sonsuz sayıda etnik gruba bırakmış, hepsi bağımsızlığının peşinde karşı tarafı düşman bellemiştir.
Öte yandan modern zamanların başında artık yer üzerinden el çektirildiği düşünülen ‘kutsal’ da sanki geri dönmüştür. ‘Din’, bugün hâlâ kitleleri eyleme geçirebilen, toplumsal yapıyı oluşturabilen, bireyin kendini tanımlamasında, var etmesinde azımsanmayacak bir yere sahiptir. Ve eskilerde kaldığı sanılan ‘kutsal adına şiddet’ neredeyse meşruiyet (en azından bazı çevrelerde) kazanmıştır. Böylece kutsala ait olan ‘kardeşlerim / düşmanlarım ayırımı’ 21. yüzyılda olanca gücü ile kendini sürdürmeye devam edecek gibi görünmektedir.
Gök kubbenin tekrar ağır ağır kurşunileşmesi, en sağır kulaklar tarafından bile duyulabilecek uzaklardaki gümbürdemeler, tabii ki sadece işaret edilen nedenlerin sonuçları değildir. Tabiatın ağır krizi, iktisadi bunalım, bugün tehlike çanlarının sesini en kuytu köşelere taşımaktadır. Bununla birlikte bu yazı dizisinde amaçlanan; diğer nedenleri geçici bir zaman için bir yana bırakıp ufkun yine kararmasında ‘devletle dinin sorumlulukları’nı görmek ve ikisinin de çatışma yaratıcı potansiyellerini tartışmaya açmaktır. Nihayet, genel olarak ‘kutsal adına şiddet’in nereden kaynaklandığına göz atarken, özellikle ‘Yahudiliğin dininin de böyle bir unsuru içerip içermediği?’ sorgulanacaktır.
‘Din’ bugün hâlâ en çok kadim topraklarda etkindir. Bu nedenle Ortadoğu’nun siyasi ama aynı zamanda kültürel bunalımı eş anlı olarak ‘bütün bir batı uygarlığının bunalımı’ olacaktır. Bu medeniyetin temellerinin ‘Yahudi & Hıristiyan kültürü’ tarafından atıldığı bilindiğinde bunda şaşıracak bir şey olmayacaktır.
İyimserler aynı fikirde olmazlarsa da gökyüzü gittikçe kararmaktadır. Zweig’ın dikkati çektiği gibi 1930’lu yılların renkleri her tarafı yine aynı tona boyamaktadır. Vladimir Jankélévitch’in uyardığı gibi ‘olabilecekler olmadan’, her düzeyde yoğunlaşan ‘muhafazakârlık’ tüm ruhları teslim almadan acil eylem planı hazırlamak gerekecektir.
‘Devlet’, her yeri kapsarsa…
Tezlerini doğrulamak için asla değil ama amacımıza varmamızı kolaylaştıracağı için ‘Carl Schmitt’ten yola çıkmak gerekecek.
‘İktidar’, Schmitt’e göre ‘birleştiren ve ayıran’dır. İnsanları ‘arkadaş’ ve ‘düşman’ hâlinde ‘gruplama’nın, ‘toplama’nın ve ‘ayırma’nın kriterlerini oluşturandır. İktidar, ‘arkadaş, kardeş olanlar’ ve ‘düşman olanlar’ şeklinde safladıklarını ancak bu sayede savaşa, ölmeye gönderebilecektir. Öyle ise devlet önce birleştiren ve tüm ayrılıkları yok edendir. Schmitt’in deyişiyle ‘total olan’dır, her şeyi kapsayandır. Burada özerk olan hiçbir alan olmayacaktır. Bilim, sanat, spor hiçbir şey özerk olmayacaktır. Her şey, ‘toplam (total) için’dir. Devlet hem toplamın içini belirleyendir, hem de ‘kimin kardeş, kimin düşman sayılacağı’nı söyleyendir. Öyleyse, bir tek birleştirici değil aynı zamanda ayırt edici olandır. Birleştirdiğini, başkasından ayırandır. Başkası, düşman olandır. Bu durumda, özellikle bir kriz sırasında devlet, ‘savaş ilan eden’dir. İnsan toplulukları arasında yaptığı ayırım bunu meşru hâle getirecektir. Devlet, savaş için var olandır. Yaşama nedeni neredeyse budur.
Bu kısa açıklamadan sonra söylenmek istenecek olanlar ortaya çıkmıştır. Zweig’ın ‘gelmekte olanı niye anlamamıştınız?’ dediği bu olacaktı. ‘Nazi iktidarı’nın ve ‘toplamın (‘total’in) savaşı’ hazırlanıyordu. İktidar, her yeri kapsayan devletle birlikte kavgayı, çatışmayı, savaşı hazırlayacaktı. Arkadaş grupları, arkadaş olmayanlarla düşman olmalıydı. ‘Her şeye hakim olanın mantığı’nda başka türlüsü olamazdı. İktidar eğer her şeye egemen olacaksa savaş ve şiddet kaçınılmaz olacaktır.
Dünyanın görüntüsü buna denk düşmüyor mu bugün?
Ama buradan asıl gidilmek istenen yere, analizin ikinci aşamasına varılacaktır.
Şiddet unsurunu içinde barındırıyorsa eğer ‘din’, aynı analiz ona da uygulanabilecek mi? Özellikle Yahudiliğin bir yorumuna, fanatik bir algısına uyarlanabilecek mi?
Soru ve sorun bütün ağırlığı ile gündemdedir.
Tartışmaya devam edeceğiz.
[Prof. Dr. Metin Sarfati
İktisadi Düşünce Tarihi, Siyaset Bilimi
Marmara Üniversitesi’nde akademisyen
17 Ekim 2018
‘Şalom’ gazetesi]
‘Din – şiddet ilişkisi’ne dair
Bugün ağırlaşan gökyüzünün renklerini önceki yazımda 1920’li, 30’lu yılların kurşuni çizgilerine benzetmiş ve bunların neye gebe olduğu hakkında fikir yürütmeye çalışmıştık. Vladimir Jankélévitch’in bir cümlesini kullanıp haddimiz olmadan uyarmıştık: ‘Olabilecekler olmadan, olabilecekleri önceleme’yi gündeme getirmiştik.
Bu, doğal olarak bir gazete yazı dizisinin elverdiği ölçüde bir tahlili gerektirecekti. Biz de Carl Schmitt’ten yola çıkıp insanların ‘arkadaşlar ve düşmanlar’ veya ‘bizden olanlar ve olmayanlar’ olarak ayrıldıklarında, onları savaşa, ölüme yollamanın daha anlaşılabilir ve kabul edilebilir olacağını ileri sürmüştük. Bunun da ‘totalisan’, ‘her şeye hâkim ve kadir bir devlet algısı’ ile mümkün olabileceğini söylemiştik. ‘Tek olan’ın, her şeyi belirlediği; her alanı kaplayan ve her şeye egemen bir siyasanın da savaş ve şiddeti kaçınılmazlaştıracağını ileri sürmüştük. Özetle, Schmitt’ten yola çıkıp ‘total devlet’in varlık göstergesinin ‘savaş’ olacağını ileri sürüp asıl tartışmak istediğimiz noktaya gelmiştik.
Her alanı kapsayan ‘total devlet’in savaşla var olması gibi ‘din’ de siyasallaşıp, yaşamın her düzeyini denetim altına almaya soyunduğunda ‘şiddet nedeni’ olabilir mi?
‘Kutsal’ın modern zamanlardaki serüveni
‘Toleransın ve aklın övgüsü’ndeki modern zamanlar, aklı özgürleştirme amacı içinde tüm dogmalardan arındırmaya çalışacaktır insanı. Burada, ‘kutsal’, kaçınılmaz olarak eleştirilerden en büyük payı alacaktır.
‘Ahlâk’, ‘din’in, insanların özgürleşmesini engellediğini ileri sürecek,
‘Siyaset’, ‘din’i, bir tahakküm sistemi olarak görecek,
‘Bilim’ ise ‘din’i, bir yanılsama nedeni olarak değerlendirirken,
‘Tarih’, ‘din’e, şiddetin meşrulaştırıcısı kuşkusu ile bakabilecektir.
Nihayet Kant’la ve ondan sonra da 1900’lü zamanlarda ‘sosyoloji’ doğarken, dünyanın ve toplumların ‘teoloji ve metafiziksiz de anlaşılabileceği’ ileri sürülecektir.
Marx’ın “‘din’in, toplumların afyonu” olduğu önermesi ile 20. yüzyılda din, yeryüzünün azımsanmayacak bir bölümünde yasaklanacak ve nihayet insanın en azından bu taraftaki serüveninin ‘kutsalsız’ devam edebileceği ileri sürülebilecektir.
Fakat ‘din’, bütün beklentilere rağmen direnecektir. ‘Kutsal’, bir türlü kovulmak, gönderilmek istenen yere sığmayacak, sanki oralardan taşarak, yeryüzü fanilerinin arasına dönmek için fırsat kollayacaktı.
Dönecektir de. Eskisi kadar güçlü değilse bile dönecekti. Hem de ‘geçmişte kalmış bir geçmiş’ olarak değil, önce ‘bireysel düzeyde bir var olma biçimi’ olacaktır bu geri geliş. Ama hemen ardından, öte tarafın olduğu kadar bu tarafın da düzenleyicisi olmaya aday olacaktır yine. Veya en azından siyaset ile birlikte ‘toplumsalın düzenleyicilerden biri’ olacaktır.
Öyleyse, çağın büyük olgusu ‘şiddeti anlamak’ için, ‘dini anlamak’ da gerekmeyecek midir?
Sorduğumuz temel soruyu tekrarlayalım şimdi. Schmitt’in “‘total devlet’, savaş için vardır” analizini; “‘din, totalleştiğinde’, savaşın şartları oluşmaz mı?” şeklinde de sorabilir miyiz? Başka bir şekilde dile getirirsek; ‘siyasallaşan din’, içinde, şiddet unsurları barındırmayacak mıdır?
Ve nihayet ilk mononteist din olarak; ‘Yahudiliğin dininin bir yorumu şiddeti içermeyecek midir?’
Sözleşme, ‘biz’le ‘onlar’ı ayırdığında
Eğer dinler hem ayıran hem birleştirense, ve dinlerde de siyaset gibi ‘kriz durumu’ oluşabiliyorsa, Schmitt’in yorumuna uyarak; ‘dinler, şiddet üreticisi olabilirler’ demek yanlış olmayacaktır. Tez, en azından tartışılabilir olacaktır.
Musa, Sina’dan inip, yapılan ‘altın buzağı’ya tapan halkın ihanetini gördüğünde, kızgınlıkla şöyle seslenecektir: ‘Tanrıya ve yasasına sadık olanlar, onu izleyenler bu tarafa, benim yanıma; diğerleri ise karşı tarafa…’ ‘İnançlı’lar ve ‘inançsız’lar dönemi ‘kutsal’ın tarihinde artık başlamış olacak ve ondan sonra da hem Yahudiliğin dinsel serüveninde hem de peşinden gelen diğer tek tanrılı iki büyük dinde devam edecektir. ‘İnançlı’lar ve ‘inançsız’lar; siyasi düzlemdeki ‘arkadaşlar ve düşmanlar’a, ‘benden yana olanlar ve olmayanlar’a, ‘sadık ve münafığa’ denk düşecektir.
Sözleşme vardır iki taraf arasında. ‘Ben senin tanrınım ve kıskancım’ diyen tanrı ile halkı arasında. Sözleşme tarafları bizden olanlardır. Biz, (yukarıdan beri anlattığımız) ‘bütün olan’dır, ‘total olan’dır ve onu bozanların ‘karşı taraf’a, ‘öteki taraf’a itilmesi an sorunudur. Tanrıyı ‘sevenler ile sevmeyenler’ vardır. Kullanılan yöntem açıkça görülüyor ki, ‘politik’ bir yöntemdir.
Burada muhtemelen önce ‘politik’ olan daha sonra ‘dinsel’ bir hâl alacaktır. Ve yavaşça Yahudiliğin belli bir yorumunda, dinsel olan siyasal olanı da dışlayıp topluma egemen olacaktır.
‘Total bir din anlayışı’, bu ayırımlarından dolayı ‘şiddet üretmeye eğilimli’ olacaktır. Bir kriz durumunda şiddet patlayacak ve savaş kaçınılmaz hâle gelecektir.
Kriz, ‘tanrının kızgınlığı’dır.
“Maccabi’lerin dönemi”nden öğrenilecekler
Diğer dinlerdeki gibi Yahudiliğin dininin tarihi de ‘reformcularla muhafazakârların çatışmalarının tarihi’dir bir anlamda.
Öncelikle, büyük ‘Yahudi kültürü’ ile büyük ‘Helen kültürü’nün çatışmasında büyüyecektir ‘reformizmle muhafazakârlığın gerilimi’. Maccabi’lerin eyleminin altında yatan ideolojik nedenlerden biri de (kimi yorumculara göre) bu gerilim olacaktır.
‘Evrenselci bakışın ürünü Yahudiler’le, ‘içine kapanık, Musa’nın yasasına harfiyen uymak isteyen Yahudiliğin’ çatışması; bu büyük gerilimi besleyecektir. Üniversalist (evrenselci), ‘Helen kültürü’ne açık reformcular, bu kültürle yoğun bir alış-verişi önerecekler; diğerleri de bunu reddedeceklerdir. Ve sonuncular bunları suçlayacaktır: ‘Siz asimilasyonizme yol açıyorsunuz. Bizden değilsiniz. İhanet içindesiniz. Adetlerimize, dinimize geri dönünüz.’
Diğerleri Tanrı’nın Hezekiel’e söylettirdiği cümlelerle yanıt vereceklerdir: ‘Üstelik ben onlara iyi olmayan yasalar ve onları yaşatmayan adetler verdim.’
Görüldüğü gibi, sofuluğun ve ayırımcılığın tersini savunacaktır bu görüş.
Bu iki perspektif arasında gidip gelecektir Yahudi kimliği, ve aslında tüm bir ‘tek tanrılı dinin felsefesi’.
‘Şiddetin dinle ilişkisi’ de bu gidiş-gelişte biçimlenecektir.
Tartışmaya devam edeceğiz…
[Prof. Dr. Metin Sarfati
İktisadi Düşünce Tarihi, Siyaset Bilimi
Marmara Üniversitesi’nde akademisyen
21 Kasım 2018
‘Şalom’ gazetesi]
‘Osmanlılar devrinde tercüme’
Kültür ve uygarlıkların gelişiminde çevirinin yeri konusu açıldığında, onun iki anlamda (hastalıktan koruyucu ve ağaç dönüştürücüsü) aşı olduğunu söyleyip yazdım. Başka kültür ve uygarlıklarla ilişki ve etkileşim kesildiği zaman kültür ve uygarlık ensest yapmak (aile içi ilişkiyle üreme) zorunda kalıyor, bunun sonucu olarak da soyu bozulup yok oluyor. Şimdi de aynı düşünceyi ısrarla korumaktayım.
Bugün, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in (1901-1974) ilk baskısı 1935 yılında yapılan “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İslam MedeniyetindeTercümeler ve Tesirleri” (*) adlı kitabını kendime tanık yapmak istiyorum. Tanığa gereksinimim var, çünkü İslamcıların ve sağcıların Osmanlı’ya dair palavralarından iyice bıktım. Sözü Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’e bırakıyorum:
[“Osmanlılar devri Garp’la, eski medeniyetlerle bağlarını keserek kendi içine kapandığı için yaratıcılığını kaybetti. Bu devirde yalnız İslam medeniyetinin kelam, mantık ve tasavvufa ait eserleri ifrat derecede şerh edildi, haşiyeler ve talikler yazıldı. Bu nevi eserlere ait ihmal edilemeyecek kadar da tercümeler yapıldı. Fakat Latin ve Yunan âleminden hiçbir nakil yapılmadığı gibi, evvelce bu âlemden Arapçaya geçmiş olan eserlere karşı da aynı alakasızlık gösterildi. Büyük Türk feylesoflarının 9-10’uncu asırlarda vücuda getirmiş oldukları Arapça eserlerden mühim bir kısmı tercüme edilmeden kaldı. Bütün fikir faaliyeti, dini devletin memurlarını yetiştirecek olan medreselere lazım skolastik bilgilerden ibaretti. Eski tabirle, akli ilimler zayıflayarak bütün dikkat yalnız nakli ilimlere (tefsir, hadis, fıkıh, kelam) döndü. Bu sahada bile esaslı yeni hiçbir şey yapılmadı. Haşiyecilik, fikir uyuşukluğunun en bariz alameti idi. Saçaklızade Tertib-ül-ulûm’unda medreselerin bu dar zihniyetinden şikâyet ederek lüzumsuz haşiye ve talikler yerine; talebe için yalnız faydalı malumatı alan klasik kitaplar vücuda getirilmesini tavsiye ediyordu. Kâtip Çelebi Mizan-ül-hak’ta skolastik zihniyeti ve bunun doğurduğu feci neticeleri anlatıyordu. Fakat bütün bu hücumlara rağmen dini devletin bünyesi, medreselerin dini devlete alet haline gelmiş olması, fikir sahasında her nevi reformu imkânsız bırakıyordu…”
“Bundan evvelki fasılda gördüğümüz gibi Garp tercümeleri Tanzimat’tan evvel başlamış ve mahiyet itibariyle büyük bir fark göstermeksizin Tanzimat’tan sonra da devam etmiştir. Ancak Garp ve Şark zihniyetleri arasındaki karşılaşma, mücadele şeklini aldığı zamandır ki, ikilik yavaş yavaş kaybolmuş ve iki âlem arasında kaynaşma başlamıştır. Bu karşılaşma ise Garp’tan yalnız tekniğe ait eserler tercümesiyle kalınmayarak, tam bir zihniyet değişmesini temsil eden sanat, felsefe ve ilim etrafında nakiller yapılmasıyla mümkün oldu. Bu son devir açılalı tam bir asır oluyor.
Bu asır içerisinde Garplılaşma, Avrupalılaşma, yeni uyanış etrafında çok şeyler yazıldı ve söylendi. Tanzimat hareketi ister şuurlu ister şuursuz addedilsin, herhalde o zamandan sonra Garp medeniyeti ile temasımız, bu medeniyete girmenin zaruri olduğunu gösteriyordu.”]
Cumhuriyet, Tanzimat’tan önce temeli atılan “doğru” çeviri anlayışına sahip çıktı; “Tek Parti Dönemi” Milli Eğitim Bakanlığı Batı ve Doğu klasiklerini çevirtip yayımlayarak bir çağdaş düşünce ortamının oluşmasını sağladı. Siyasal İslamcılar, Batı klasiklerini okumadıkları gibi Doğu klasiklerini de okumadılar ve ebedi cahil kaldılar.
H. Z. Ülken, aslına bakarsanız, ortak akılcı AKP kafasının, kültür ve bilginin “Taş Devri”nde kalmasının nedenlerini anlatıyor.
(*) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım 2016. S. 243
Özdemir İnce
18 Aralık 2018 Salı
Cumhuriyet
Az önce televizyonda (NTV) “Siyasette sokağa çağrı polemiği” tartışılırken konuşan Mehmet Barlas bir kez daha iktidar propagandistliği ve şakşakçılığının kitabını yazarak konunun uzmanı olduğunu kanıtlamıştır. İçten tebriklerimizi sunarız!
Kaçırdıysanız mutlaka bulup izlemelisiniz! Bu çok önemli kitabı daha önce okumuş olabilirsiniz, fakat yeni baskılarını da okumanızı şiddetle tavsiye ederiz!
Her büyüklerin çevirdikleri filimde küçük rol oynayan ProCareerciler, son filimlerinde, ilkeller arasında, DiEM25 laik misyonerliğine giderler.
Son filimde oynayanlar:
Baş artistler: Büyük Mesih ve ‘soteriology’ mühendisi Marks ve laik büyük beyinli düşünürler, cambaz politikacılar, ‘useful idiot’lar….
Arkadan gelen orta beyinliler: Joseph Peter (TZM); Procariat (Guy Standing, sarışın British professor of DEVELOPMENT); Yanis Varoufakis & Bernie Sanders (DiEM25, though it appears as though Sanders must have been purged or has kicked the bucket, allah kalanlara uzun ömür versin! Amin!).
Çok daha arkada bu siteden gönüllü gönülsüz katılan bir şef ve diğer müritler. Bir de yeni bir mürit adayı var gibi. Bir gelişme algoritmacısı, iktisatçı, profesör Fahmi Eğilmez.
ProCareerciler, şeflerine gönderdikleri raporlarında ilkeller arasında aynı Hıristiyan ve diğer din misyonerleri gibi büyük bir ‘linguistic’ sorun yaşadıklarını belirlemişler. Ama kısa bir zamanda dil sorununu bir tarafa atıp, işin temeline inip, sorunu kökten halletmişler.
Çözüm: Tıpa tıp eski misyonerler gibi önce ilkelleri kendileri gibi bataklığa sokmak, sonra da kurtuluşu öğretmek.
Raporda yazılanlar:
– Biz sizi başınıza gelen felaketten kurtarmaya geldik.
– Yağmur ve selden mi?
– Hayır.
– Kasırgadan mı?
– Hayır.
– Bazen büyü takmadan ormana gideni Jaguar kapıp yer. Ondan mı?
– Hayır, hayır, hayır. Dünyada herkes sosyal felaketin ne olduğunu bilir. Siz nasıl bunu bilmiyorsunuz? Sizi sosyal felaketten kurtarmaya geldik.
Salak ilkeller ‘sosyal’ lafıyla ‘hepsi birlikte’ anlar ve cevap verir.
– Bazılarımız avdan eli boş döner ama hiç bir zaman hepimiz birlikte elimiz boş dönmeyiz. Üstelik kadınlar bir sürü yiyecek toplarlar.
– Hayır, hayır. Üst sınıfların alt sınıfları sömürmesiyle topladıkları artık ürünle Devlet, Piramit, Saray, Saray memurları, Okul, Yazı yazıp çizen rahipler aracıyla sizleri baskı altında tutmasına karşı mücadele edip kurtulmayı öğretmeye geldik.
İlkeller aralarında konuşmaları:
Sınıf ne yahu? Üst sınıf ne yahu? Alt sınıf ne yahu? Sömürme ne yahu? Artık ürün ne yahu? Piramit ne, Saray ne, Saray memurları ne, Okul ne, Yazı ne, yazıp çizen ne, rahipler ne yahu? Baskı ne yahu? Öğretmek ne yahu?
Kulak misafiri olan ProCareerciler sorarlar.
– Demek siz bunların ne olduklarını bilmiyor musunuz?
– Hayır.
– Mürit adayı iktisatçı profesörimiz Mahfi Eğilmez’e göre siz hiç gelişmemişsiniz! Sizi önce geliştirip bataklığa sokalım sonra da kurtulmayı öğretelim.
Epilogue
Bazı sarışın mavi gözlü Avrupa erkek ve kadın jeologlar yukarıda adı geçen ilkellerin kıymetlerini bilmedikleri ender metaller dolu topraklarda yaşadıklarını bildirmişlerdi. Tabii, bu namuslu ve şerefli bilim adam ve karıları asla gidin bunları çıkarın demediler. Zaten bu namuslu ve şerefli bilim adam ve karıları daima salt merak ve insanlık için kime olursa olsun hizmet ederler. Politikaya karışmazlar. Uslu, evcil, terbiyeli, medeni, kibar ailelerin kibar çocukları bunlar. Nasıl eski rahipler ve rahibeler kendilerini gök yüzü Allah’ına adamışlardıysa, bu bilim adam ve karıları kendilerini yer yüzü Allah’ına vermişlerdir. Misyonerler ProCareerciler falan gibi.
Her neyse. Bu metaller insanlığın daha da gelişmesinde çok önemli madenlerdir. Modern gelişmiş ülkelerin, gelişmiş teknolojilerinin, gelişmiş insanlar için ürettiği ve gelişmiş olsun gelişmemiş olsun herkesi kardeşler gibi bağlayark bir aile yapan iletişim aletlerinde kullandıkları metaller.
Avrupa’yı kurtarma akımı DiEM25’in girişimi fazlasıyla başarılı oldu. Bu ender metalleri çıkaran şirketler, ProCareerci misyonerlerin açtıkları kapılardan içeri sızıp az bulunan ve pahalı ender metalleri saklandıkları yer altından çıkarıp, herkesin satınalabileceği ‘transparency’liğe kavuşturdular. Aynı zamanda ProCareerciler gibi yüksek yetenekli, genç, dinamik, atılgan, cesur, hırslı sarışın mavi gözlülere iş yarattılar. İlkeller de madenci, çöpçü, hademelik, genç dinamik çiftlerin sarışın mavi gözlü çocuklarına bakma, aşçılık, bahçecilik, ev temizliği gibi işlerle doğuşta kazanmış oldukları hayatlarını yeniden kazandılar. Hepsinin evinde televizyon var, vergi verirler, okuma yazma bilirler ve okuma yazmayla hepsinin aynı bataklıkta ama bazılarının daha da derin bataklıkta olduğunu öğrenirler. İnternet de yolda.
İnternet vardığında, bu ilkeller, 9 kişinin dünyanın yarısı kadar servete sahip olduğunu öğrendiklerinde ne düşüneceklerini tahmin etmek zor. Bunlar büyü ve ‘ hocus-pocus’a inanan daha henüz siz sarışın mavi gözlü Türkler hele sarışın mavi gözlü antropolog David Graeber gibi dünyayı mantık ve akıl yürütme ile anlama seviyesine ulaşmamış, çocuğumsu varlıklar.
How great it must be for you blond and blue eyed Turks and blond and blue eyed anarchist antroplogist David Graeber to feel that you, by using reason and logic, feel superior to the primitives and that you are not in the quagmire that they are in.
Aralarındaki tek fark birinin solak diğerinin sağak (sağLak değil!) olmasıdır
Kendi yazısı ile kesip yapıştırdığı ordinaryass Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken’in (ismi %66.66 Arap, %33.33 halis ve laik Türk) birleştirip yazan çok doğru konuşmuş.
Bu site ilericilerle dolmakta. Atatürk’ün piramitinden gelen sesler mi, zengin olmada tam payını alamayanların dert yanması mı?
Hem prof-eser hem de palavralardan bıkan bana bir modern zamanların baş belaları ‘ ‘specialist’ tanımını hatırlatıyor:
A specialist is someone who is very competent and knowledgeable about what he/she does but has no idea why he does it nor where to place his/her work in the world system.
Bakın şu sarışın mavi gözlülere methiyeden sonra söylenenlere.
“Siyasal İslamcılar, Batı klasiklerini okumadıkları gibi Doğu klasiklerini de okumadılar ve ebedi cahil kaldılar.”
Sadece dünyayı ve insanları değil bütün canlı varlıkları yok edecek gücü elinde tutan Trump, Putin, Xi Jinping maşallah her biri bir bilgi deryası.
“Trump, Putin, Xi Jinping Batı ve Doğu klasiklerini o kadar oburca yediler ki, aynı anonim+ ordinaryass Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken gibi kusup duruyorlar. Bunlar anonim+ ordinaryass Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken gibi felsefe, tarih, arkeoloji, antropoloji, biyoloji, genetik, evrim teorisi, sosyoloji, ekonomi, fizik, kozmoloji, kimya, jeoloji, coğrafya, bilim, bilim tarihi, bilim felsefesi, din tarihi, din felsefesi, politika tarihi, ekonomi tarihi, matematik, astronomi, şiir, edebiyat vb. binlerce konuları bilirler.”
Hitler, Stalin, Mussolini… gibiler de öyle.
” Hitler, Stalin, Mussolini Batı ve Doğu klasiklerini o kadar oburca yediler ki, aynı anonim+ ordinaryass Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken gibi kusup durdular. Bu anonim+ ordinaryass Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken gibi felsefe, tarih, arkeoloji, antroploji, biyoloji, genetik, evrim teorisi, sosyoloji, ekonomi, fizik, kimya, jeoloji, coğrafya, bilim, bilim tarihi, bilim felsefesi, din tarihi, din felsefesi, politika tarihi, ekonomi tarihi, matematik, astronomi, şiir, edebiyat vb. binlerce konuları bilirler.”
Dünyanın yarı nüfusu kada sevete sahip olan 9 kişi de öyle.
“9 kişi Batı ve Doğu klasiklerini o kadar oburca yediler ki, aynı anonim+ ordinaryass Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken gibi kusup duruyorlar. Bu anonim+ ordinaryass Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken gibi felsefe, tarih, arkeoloji, antroploji, biyoloji, genetik, evrim teorisi, sosyoloji, ekonomi, fizik, kimya, jeoloji, coğrafya, bilim, bilim tarihi, bilim felsefesi, din tarihi, din felsefesi, politika tarihi, ekonomi tarihi, matematik, astronomi, şiir, edebiyat vb. binlerce konuları bilirler.”
May, Macron, Merkel, Blair, Bush, Obama, Mitterand, Atatürk… hepsi bütün insan bilimlerini (daha doğrusu anonimle dr.prof. Ülken gibilerin zaaflarını) avuçlarının içi gibi bilirlerdi.
May, Macron, Merkel, Blair, Bush, Obama, Mitterand, Atatürk… Batı ve Doğu klasiklerini o kadar oburca yediler ki, aynı anonim+ ordinaryass Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken gibi kusup duruyorlar . Bu anonim+ ordinaryass Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken gibi felsefe, tarih, arkeoloji, antroploji, biyoloji, genetik, evrim teorisi, sosyoloji, ekonomi, fizik, kimya, jeoloji, coğrafya, bilim, bilim tarihi, bilim felsefesi, din tarihi, din felsefesi, politika tarihi, ekonomi tarihi, matematik, astronomi, şiir, edebiyat vb. binlerce konuları bilirler.”
2. Dünya Savaşı başlamadan Almanya, dünyanın eğitimde başını çekenler arasındaydı. Eğitim görmüşler arasında anonimle dr.prof. Ülken gibileri ceplerinden çıkaracak sayısız bilgeler vardı. Hatta Hitler inat etmeseydi atom bombasını yapacak kadar bilgilier bile vardı. Anonim + dr.prof. Ülken’den ışık yılı ilerde, dünya düşünürleri arasında büyük etkisi olan (Yahudi ve Anonim + dr.prof. Ülken’den ışık yılı ilerde Hanna Arendt da dahil) ve anonim + dr.prof. Ülken’den sonsuz daha fazla tanınan Heidegger pişman bile olmadı.
Aslında 2. Dünya Savaşı’nı Avustralyalı TAŞ DEVRİ alçak ruhlu, alçak ırklı çıplak vahşiler başlattı ama Yahudi komplocuları aborigenlerin züğürt olduklarını bildiklerinden anonim + dr.prof. Ülken gibileri kandırarak suçu parası eşek gibi çalışmayı seven ve dolayısıyla zengin olan Almanlara yükletip ‘reparations money’ kopardılar.
Değil mi ama. Sarışın mavi gözlü ve maşallah anonim + dr.prof. Ülken gibi zeka fışkıran Batılılar 2. Dünya Savaşı gibi dünyayı mezbahaya çeviren bir savaşa giderler mi?
Atatürkümüz bize böyle kana susamışları model almamızı neden istesin? Yoksa o da Batılılar gibi kana susamış bir askermiydi?
Her neyse, bilim adam ve karıları hâlâ çöllerde gömülü Yahudiler kazıyorlar.
Araplar harıl harıl Grek eserlerinin Harran’da tercümelerini yaparken ve Hindistan’dan bilim ve matemaitk öğrenirken, felsefe, fizik, matematik, astronomi, tıp, tarımda ilerlemeler yaparken, İslam Trumpları ve Napolyanları ordularıyla Çin’den İspanya’ya kadar yayıldılar. Ah o güzel günler! Anonim + dr.prof. Ülken yanlış zamanda doğmuşlar. İslam o zamanlar gibi zengin değil. Erdoğan İslam’ı Anonim + dr.prof. Ülken gibilerin her daha çok efendiye hizmette can attıklarını bilse banlar bilecek zengin değiş. Eroğan salt kendine dalkavukluk eden bilgelerine bol kamik atıyor. Diğerleri bolluk içinde bile olsalar Avrupalı homologlarına gıptadan yanıp tutuşuyorlar.
Sayın anonim + dr.prof. Ülken, bilgi ile güçlü olma arasında sıkı bir bağ olmadığını bilmeyecek kadar kara cahil ve ücret kölesi düzen hizmetçileri sizlerin özgür ve asil TAŞ DEVRİ insanlarına pis dillerinizi uzatması çok ayıp.
“Çıplak ilkeller”in Atatürk, Mao veya Nişanyan gibi kişilerden haberi yoktur muhtemelen.
Haberi olanlar da onları “yok” hükmünde sayıyorlardır herhalde.
Peki tersi de doğru mudur?
“İslam kıyafeti atıldığında, çıplak kalınmayacağına göre, onun yerine giyilecek bir giysi gereklidir. Atatürk’ün deyimiyle “Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal bulunmadığı” için, giysi modeli Batı’da aranmıştır. Benzer bir ihtiyaçtan hareket eden Çin devrimi ise, 1960’larda işçi tulumuyla milis üniforması karışımı bir otantik “Mao giysisinde” karar kılacaktır.”
Atatürk[çüler], Mao[cular] veya yukarıdaki satırların sahibi Nişanyan gibi liberallerin de “çıplak ilkeller”den haberi yok muymuş?
Yoksa varmış da onları “yok” hükmünde mi sayıyorlarmış?
Yeni İvme Hayalleri Fiyaskosu Ve İktidarcı Toplum Gerçeği
Genç mülteciye yardım ettiği için tutuklanan İspanyalı anarşist Lola Gutierrez, bugün mahkeme karşısına çıkıyor
Lola Gutierrez, annesi rolüne girdiği genç bir Kürt mültecinin Yunanistan’ı terk ederek İspanya’daki ailesiyle yeniden bir araya gelmesine yardım ettiği için tutuklanmıştı. İspanyol kadın anarşist hakkında 10 yıl hapis istemiyle açılan davanın karar duruşması bugün Atina’da görülecek.
Lola Gutierrez, hiçbir resmi belgeye sahip olmayan bir Kürt siyasi mülteciye, Suriye iç savaşı sırasında İspanya’ya kaçan ailesinin yanına gidebilmek için çıktığı Atina-Barselona yolculuğunda yardım etmeye çalışıyordu. Gutierrez ve genç mülteci, 26 Kasım 2016’da Eleftherios Venizelos Havalimanı’nda, anne ve oğlu gibi davranarak pasaport kontrolünden geçmeye çalışırken tutuklandı.
Gutierrez, yasal belgeleri olmayan bir kişiye yardım ettiği için serbest bırakılma ihtimali olmadan gözaltına alındı. 8 Aralık’a kadar Elliniko’daki mülteci gözaltı merkezinde tutulduktan sonra, İspanya’ya sınır dışı edildi.
Gutierrez kendisini sınır görevlilerine yalan söylediğini ama mültecilere yardım etmenin insanlık görevi olduğunu söyleyerek savunuyor. Bugün Atina’daki Temyiz Mahkemesi’nde görülecek davada, Gutierrez 10 yıl hapis cezasına çarptırılabilir. Karar bugün açıklanacak.
Dayanışma Girişimi (Solidarity Initiative), Gutierrez’i desteklemek için Atina’da bir etkinlik düzenliyor. Dayanışma Girişimi “Göçmenlik bir insan hakkıdır ve ne hükümet ne de yasalar bunu engelleyemez. Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki anlaşmanın uygulanması Akdeniz’de binlerce insanı öldürdü. Yunanistan’daki mülteci kampları, sınırdışılar, sürgünler, hapishaneler, ertelenen aile birleşimleri ve şiddetli baskı, sınırlarını dokunulmaz kılmak için savaşan Avrupa’nın korunmasına katkıda bulunuyor.” açıklamasında bulundu.
18 Aralık 2018
Kaynak: https://medyascope.tv/2018/12/18/genc-multeciye-yardim-ettigi-icin-tutuklanan-gutierrez-bugun-mahkeme-karsisina-cikiyor/
Sayın Zileli,
Bu sizin ahlak polisliğiniz sıkmaya başladı. Yazılarımı yayınlamamakta ısrar edip duruyor, saklambaç oynuyorsunuz. Diğer bütün aydın, solcu ve devrimci Türk siteleri de aynı oyunu oynuyorlar. Paylaştıkları alçaklıkları hoş görüp, bu alçaklıkların eleştirisini yapanlara karşı adabı muaşeret numaraları yapıyorlar.
Müslüman, Hıristiyan, Budist vb. kişinin inancına dolaylı hakaret en adi ülkelerde bile tasvip edilmez. Bir salağın hayvanları hor görücü lafı bir hayvan seveni çok üzer; bir diğer salağın eşcinsellere dolaylı veya doğrudan hakaret edici lafı eşcinselleri tanıyan ve seveni derinden rahatsız eder; bir diğer alçak ruhlunun kadınlara dolaylı veya doğrudan hakaret edici lafı kadınları savunan birini üzer …
Sitenizde bütün alçak ruhlu dünya insanlarının kardeşçe paylaştığı TAŞ DEVRİ insanlarına hakareti dile getiren iki cahiller cahili ırkçı salak profesör hoş görülür.
Eminim benim bu yazımda doğrudan doğruya “anonim+ ordinary Prof. Doktor Hilmi Ziya Ülken” çiftinin cahilliğini, ırkçılığını, siz de dahil herkesin bu hislerini paylaştıkları varsayımlarını açıkça söylediğim için benim yayınlamayacaksınız.
İşte bu iki salağın TAŞ DEVRİ insanları:
“… [T]he self in these societies is not synonymous with the bounded, unitary, and autonomous individual as we know him—him in particular … rather, the individual person is the locus of multiple other selves with whom he or she is joined in mutual relations of being … [this is] the participation of certain others in oneʼs own being” .
In these societies, people arenʼt viewed as autonomous, acting only on their own behalf, and living amongst others solely for the purpose of aggregating personal benefits. Here an “individualˮ is seen as a collection of relations, a person acts as a node in a network. In these societies, acting for individual self-interest scarcely applies:
“Natural self-interest? For the greater part of humanity, self-interest as we know it is unnatural in the normative sense: it is considered madness, witchcraft or some such grounds for ostracism, execution or at least therapy … it follows that the native Western concept of man‟s self-regarding animal nature is an illusion of world-anthropological proportions”
Ve işte ve Erdoğan’ın ve benzerlerinin akıl hastası ettiği iki ‘TOTAL IDIOTS’ who equates such noble people with Moslems or his likes!
Yaklaşık 300 yıl önce sarışınlar sarışını, demokratlar demokratı, bilim adamı, politikacı, Batı ve Doğu klasikleri içinde yoğrulmuş, “one of the Farting Fathers of the United States” Benjamin Franklin “milk and honey” diyarına akan muhacirlere ihtarda bulundu: “ABD, salt yetenekli ve yüksek beyinli ve yüksek vasıflı ve uslu ve terbiyeli ve çalışkan ve emirlere itaat eden, kısacası ProCareeristler ve bu site sakinleri gibilere kapılarını açacak!”
“ABD’de Sadece ve sadece yetenekli ve yüksek beyinli ve yüksek vasıflı ve uslu ve terbiyeli ve çalışkan ve evcil bu site orta sınıfları gibi ücret köleleri istiyoruz. Ülkemizde ne ‘İslamcı hegemonya’ ne de ‘Hristiyancı hegemonya’ olacak. Biz sadece ve sadece ‘Becerekli köleler hegemonya’ kuracağız.”
Göçmenlere mesajı net ve kısa ve ‘tranparent’!
Anarşist Zileli’nin anarşist diplomasını aldığı sarışın karı May’in İngiltere’si, birden bire dünya faşistleri birliğine arka kapıdan girmiş. ‘Farting father Franklin’den’ 300 yıl sonra İngilizler de bir ‘Farting mother May’e kavuşmuşlar.
Ama yanlış anlamayın. Ne ‘farting father Franklin’ ne de ‘Farting Mother May’ Trump gibi kapıya dayananları açık açık ateşle tehdit eder. ‘Farting Mother May’ sadece çirkin ve iğrenç sesiyle bülbül gibi öter. Putin’e karşı ötüp susması gibi. Elini kana bulaştırma işlerini becerikli polis ve askerlere bırakır. Eğer büyük bir zorluk çıkarsa işi Trump ve ABD dünya jandarması işi ele alır.
‘Farting father Franklin’ de aynı Varoufakis ve Sanders ve Diem25’çiler gibi narin ve iyi kalpli bir insandı. Nasıl ‘Farting Mother May’ narin nur gibi beyaz ellerini kana sokmaktansa işi uzmanlara bırakırsa, ‘Farting father Franklin’ de kızamıktan sinekler gibi dökülüp ölen TAŞ DEVRİ Kızılderililerini görünce sarışınların ellerini kana boyamaması için kendi ellerini kana boyayan ‘Hristiyancı hegemonya’ Allah’ına dua ve şükür etti.
Her neyse. Sadede ve asıl sevdiğim gülmeye geleyim.
Post-Brexit migration plans unveiled / Brexit sonrası göçmen planları tekrar devreye sokulan ‘catchword’ ‘tranparent’liğe kavuştu.
End to free movement / Aylaklık ve ‘vaganbond’lığa son verilecek.
The proposals would remove the cap on the number of workers classed as “highly skilled”, such as doctors and engineers. / Öneri, Zileli, ProCareeristler, kayıplara karışan Necip bey, profesörler, iktisatçılar gibi “çok beyinli ama az özgür” devrim mühendisleri ve profesör doktorlara koyulan İngiltere’ye kabul tavanını söküp iktisat Allah’ı içeridekileri iyi görsün diye transparent edecek.
Faln filan, falan filan.
Sitenin ciddi dünya vatandaşları için önemli bir konu, benim için ciddişler gülmeye bahane.
Did you ever hear the tragedy of Gün Zileli The Wise?
I thought not. It’s not a story the AKP trolls would tell you. It’s an anarchist legend. Gün Zileli was a great thinker of anarchism, so powerful and so wise he could use Dialectical Materialism to influence the activists to create The Gezi Movement… He had such a knowledge of the social revolution that he could even keep the ones he cared about from the AKP dictatorship.
Dialectical Materialism is a pathway to many abilities some consider to be unnatural.
Amerika’ya layık olan halkına layık olamaz!
Gerçek
19 Aralık 2018, Çarşamba
Hulusi Akar, Meclis’te bütçe görüşmeleri sırasında Amerika’dan aldığı eleştirilere konu olan liyakat madalyasını şu sözlerle savundu: “Bu madalya meselesi, dillere dolandı bu… Bu bir adet gibi, bu bir gelenek gibi, bu bir usül gibi olmuş. Madalya almayan yok, bunun bir anlamı da yok. Gittik oraya paldır küldür verdiler. Ne talebimiz var, ne şeyimiz var.”
Hulusi Akar’ın suçluluğun telaşı içinde olanlarda görülen şekilde kendine güvensiz ve bağırarak yaptığı konuşmasında Amerikan liyakat madalyası için söyledikleri de gerçeği yansıtmıyor. Birincisi bu madalyanın verilişi basit bir usül ya da adet değil. Akar’ın iddiasının aksine önemli bir anlamı var. Orijinal adı “Legion of Merit” olan bu madalya Amerikan devleti için üstün hizmetleri dolayısıyla övgüye layık olan kişilere veriliyor.
Daha önce kimlere verildi?
“Madalya almayan yok” sözü de doğru değil. Amerikan emperyalizmi daha önce bu madalyayı Türkiye’nin Kore’ye asker gönderip, Amerikan askerlerinin önünde savaşmasını sağlayan Celal Bayar’a (1954), 12 Eylül işçi ve halk düşmanı Amerikancı darbesini yapan Kenan Evren’e (1988) vermiş. Yakın dönemde bu madalyaya layık görülenler ise her ikisi de Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın ardından Genelkurmay Başkanlığı yapan Hilmi Özkök (2002) ve Yaşar Büyükanıt (2005)… Her ikisinin de Amerikan ordusundan aldığı övgülere karşın silah arkadaşları ve kamuoyu nezdinde aynı teveccühü görmediği biliniyor.
Hulusi Akar’ın “üstün” hizmetleri
Aynı madalyayı Hulusi Akar’a 2015’te taktılar. Kendisinin söylediği gibi usülen, adet olsun diye değil, paldır küldür hiç değil! Amerikan generali Raymond Odierno tarafından takılan madalyanın resmi gerekçesi gayet açık: Madalya Hulusi Akar’a “Türk Kara Kuvvetleri’nin başarılı bir şekilde yeniden yapılandırmasını sağladığı, Türk ve Amerikan kuvvetleri arasında bir koordinasyon oluşturduğu, Suriye konusunda sergilediği tutum, Türk ve Amerikan özel kuvvetleri arasında daha geniş bir işbirliği geliştirilmesine katkı sunduğu için” verilmiş.
Hulusi Akar’ın ABD’nin övgüsüne layık şekilde yeniden yapılandırdığı TSK’yı 15 Temmuz’da gördük. 15 Temmuz’un ardından Türk Amerikan kuvvetleri arasındaki koordinasyonu, ABD Genelkurmay’ını arayarak NATO’ya bağlı olduğuna dair tekmiller vererek ve Amerikan generallerini karargaha yerleştirerek nasıl sağladığını da biliyoruz. TSK’yı Suriye’de bir NATO koridoru oluşturulması için nasıl ileri sürdüğünü, ÖSO çetelerini bu doğrultuda nasıl kullandığını bu sayfalarda defalarca yazdık.
O madalya paldır küldür mü takıldı?
O madalya paldır küldür takılmadı. Hulusi Akar, Amerikan emperyalizmine layık olduğu için o madalyayı aldı. Bağırıp çağırması gerçekleri örtemez. Amerika’ya layık olan halkına layık olamaz!
https://gercekgazetesi.net/karsi-manset/amerikaya-layik-olan-halkina-layik-olamaz
“İslamcılık dinin kanser hali; dinin referanslarıyla dünyaya ait sorunların çözümsüzlük bunalımı ve bu bunalımın ulaştığı cinnet noktası. Din, yeryüzünün sorunları karşısında savunmasızdır, acizdir. İslam dünyası dışında kalan dünya bu gerçeği anlayalı birkaç yüzyıl oluyor. Din kurallarının yeryüzünde hiçbir yasal ve etik gücü yok. Mahalle baskısı, hurafeler ve öcüler dışında. Belki sadece Suudi Arabistan’da var ama bütün zenginliğine karşın orası da yarınsız bir geri kalmış ülke.
Siyaset dinle, efsunla ilişkisini kesmeden, müsbet bilimlere dayanmadan, evrensel etiki ilke edinmeden hiçbir ülkede başarılı olamaz; uygarlaşamaz, uygarlaştıramaz. Bunun en yeni örneği: AKP ve onun siyaseti; bu siyaseti yönetenlerin acz durumu. Acizler çünkü nesnel (dış) dünyayı nesnel (objektif) ölçülerle (ekonomi, felsefe, sosyoloji, genel kültür, çağdaş bilgi vb.) değerlendirmek yeteneğinden yoksunlar. Akıllarında ve ellerinde dinden ve oportünizmden başka rehber yok!
Bu, saldırganlığa dönüşen müthiş aczi AKP’nin AB ve üyelerine karşı yürüttüğü tuhaf siyasette görüyoruz.”
“Önümüzde bir AKP örneği var. Geçmişten ders alarak, güya kuruluşunda güya Siyasal İslam gömleğini çıkarmıştı. Ben daha 2002’de “İslamcılık gömlek değil, deridir, nasıl çıkartacaklar?” diye sormuştum. AKP ve Erdoğan, türlü takiye, türlü çeşitli oyun ile iktidara geldi.”
“Fettullah sayesinde mülkiyeye, adliyeye, zaptiyeye sahip olacaklarını sandılar. Ama bu ortakyaşarlık hayatı uzun sürmedi. Gerisini biliyorsunuz.
“Kırk Harami”, bir gaflet halinde, pencereden, bacadan, bodrum deliğinden ya da bohçacı kadın kılığında “ev”i ele geçirebilir, ama evi yönetemez. AKP’nin hali de Kırk Harami gibi. Her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırdılar… Yeter artık, bu davetsiz ve meymenetsiz misafiri kapı dışarı etmenin zamanı geldi.”
İSLAMCILIĞIN BÜYÜK ÇIKMAZI
ÖZDEMİR İNCE 22 MART 2017
http://www.yurdumacanfeda.com/tr/?p=23494
Yaklaşık 300 yıl önce sarışınlar sarışını, demokratlar demokratı, bilim adamı, politikacı, Batı ve Doğu klasikleri içinde yoğrulmuş, “one of the Farting Fathers of the United States” Benjamin Franklin “milk and honey” diyarına akan muhacirlere ihtarda bulundu: “ABD, salt yetenekli ve yüksek beyinli ve yüksek vasıflı ve uslu ve terbiyeli ve çalışkan ve emirlere itaat eden, kısacası ProCareeristler ve bu site sakinleri gibilere kapılarını açacak!”
“ABD’de Sadece ve sadece yetenekli ve yüksek beyinli ve yüksek vasıflı ve uslu ve terbiyeli ve çalışkan ve evcil bu site orta sınıfları gibi ücret köleleri istiyoruz. Ülkemizde ne ‘İslamcı hegemonya’ ne de ‘Hristiyancı hegemonya’ olacak. Biz sadece ve sadece ‘Becerekli köleler hegemonya’ kuracağız.”
Göçmenlere mesajı net ve kısa ve ‘tranparent’.
Sarışın karı May’in İngiltere’si, birden bire dünya faşistleri birliğine arka kapıdan girmiş. ‘Farting father Franklin’den’ 300 yıl sonra İngilizler de bir ‘Farting mother May’e kavuşmuşlar.
Ama yanlış anlamayın. Ne ‘farting father Franklin’ ne de ‘Farting Mother May’ Trump gibi kapıya dayananları açık açık ateşle tehdit eder. ‘Farting Mother May’ sadece çirkin ve iğrenç sesiyle bülbül gibi öter. Putin’e karşı ötüp susması gibi. Elini kana bulaştırma işlerini becerikli polis ve askerlere bırakır. Eğer büyük bir zorluk çıkarsa işi Trump ve ABD dünya jandarması işi ele alır.
‘Farting father Franklin’ de aynı Varoufakis ve Sanders ve Diem25’çiler gibi narin ve iyi kalpli bir insandı. Nasıl ‘Farting Mother May’ narin nur gibi beyaz ellerini kana sokmaktansa işi uzmanlara bırakırsa, ‘Farting father Franklin’ de kızamıktan sinekler gibi dökülüp ölen TAŞ DEVRİ Kızılderililerini görünce sarışınların ellerini kana boyamaması için kendi ellerini kana boyayan ‘Hristiyancı hegemonya’ Allah’ına dua ve şükür etti.
Her neyse. Sadede ve asıl sevdiğim gülmeye geleyim.
Post-Brexit migration plans unveiled / Brexit sonrası göçmen planları tekrar devreye sokulan ‘catchword’ ‘tranparent’liğe kavuştu.
End to free movement / Aylaklık ve ‘vaganbond’lığa son verilecek.
The proposals would remove the cap on the number of workers classed as “highly skilled”, such as doctors and engineers. / Öneri, Zileli, ProCareeristler, kayıplara karışan Necip bey, profesörler, iktisatçılar gibi “çok beyinli ama az özgür” devrim mühendisleri ve profesör doktorlara koyulan İngiltere’ye kabul tavanını söküp iktisat Allah’ı içeridekileri iyi görsün diye transparent edecek.
Faln filan, falan filan.
Sitenin ciddi dünya vatandaşları için önemli bir konu, benim için ciddilere gülmeye bahane.
‘B*ktan meslekler-işler’ fenomeni üzerine
(On the Phenomenon of ‘Bullshit Jobs’)
1930’da (iktisatçı) John Maynard Keynes’in öngörüsü şuydu, 20. yüzyılın sonunda teknolojik ilerlemeler ABD ya da İngiltere gibi ülkelerde çalışma süresini haftada 15 saate indirecekti. Bu öngörünün haklılığına inanmak için bir sürü sebep var. Teknolojik anlamda bu mümkün ama olaylar beklendiği gibi gerçekleşmedi. Bunun yerine teknoloji, ‘bizi daha çok çalıştırmak için yeni yollar bulmak’ta kullanıldı. Bunu başarmak için, ‘gerçekte hiçbir amacı olmayan meslekler yaratılması’ gerekti. Bugün ‘Batı’da, milyonlarca insan, üretken hayatlarının tamamını gizliden gizliye gereksiz buldukları işlerde çalışarak geçiriyor. Mevcut durum, derin ahlâki yıkıntıya sebep oluyor. Bu, bizim kolektif ruhumuzda açılmış bir yara. Ve bundan bahseden insan sayısı çok az.
Keynes’in ütopyası (ki 1960’lı yıllarda hâlâ bekleniyordu) neden gerçekleşmedi? Verilen en standart cevap, ‘tüketim kültürü’nün bu kadar yaygınlaşmasını Keynes’in öngörememiş olması. İnsanlık olarak, ‘daha kısa çalışma saatleri’ ve ‘daha çok oyuncak & zevk’ arasındaki seçim hakkımızı ikinciden yana kullandık. Ahlâki açıdan bize doğru yolu gösteren bir çocuk hikâyesine benziyor bu. Ama bir an düşününce, doğru olamayacağını anlamak zor değil. Evet, gerçekten de 1920’lerden bu yana sonsuz sayıda yeni mesleğin ve sektörün ortaya çıkışına tanık olduk. Ama bunların çok azı ‘sushi’, ‘iPhone’ veya ‘süslü püslü ayakkabıların üretimi ve dağıtımı’ ile alâkalı.
Peki tam olarak nedir bu ‘yeni işler’? ABD’deki iş gücü profilinin 1910 ve 2000’li yıllar arasındaki karşılaştırması bunu açıkça gösteriyor. Geçtiğimiz yüzyılda, evde çalışan yardımcılar, sanayi işçileri ve çiftliklerde çalışan insanların sayısında çarpıcı bir düşüş yaşandı. Aynı zamanda, ‘profesyonellerin’, yönetim, ofis, satış ve hizmet elemanlarının sayısı üçe katlandı. Bu mesleklerin tüm meslekler içindeki oranı dörtte birden, dörtte üçe yükseldi. Başka bir deyişle; öngörüldüğü gibi verimli işlerin çoğu ‘otomatize’ oldu, makineler tarafından yapılmaya başlandı. (Bu durum, küresel düzeyde Çin ve Hindistan gibi çok sayıda işçiye sahip ülkeleri hesaba kattığınızda bile değişmiyor, bu tarz işçilerin dünya nüfusuna oranı, eskisine göre çok daha az.)
Ama iş saatlerindeki bu hatırı sayılır azalma, dünya nüfusunun, ‘özgürleşerek’ kendi kişisel projelerini, keyiflerini, amaç ve fikirlerini hayata geçirmesi için kullanılmadı. Bunlar yerine, hizmet sektöründen bile fazla büyüyen ‘yönetim sektörü’nün patlayışına, hâttâ ‘finans hizmetleri’, ‘telefon satışı’ gibi yeni sektörlerin ortaya çıkışına tanık olduk. ‘Şirketler hukuku’, ‘akademi ve sağlık sektörü yönetimi’, ‘insan kaynakları ve halkla ilişkiler’ gibi iş kolları, tarihte eşi görülmemiş oranda yaygınlaştı. İşi, saydığımız bu sektörlere, idari, teknik ve güvenlik desteği sağlamak olan insanları saymıyoruz bile. Hâttâ insanlar (özellikle ‘profesyonel beyaz yakalılar’) çok fazla süre çalıştığı için, vakitlerinin yetmediği diğer hususi işlerine bakmak için ortaya çıkmış yardımcı sektörlerde (‘köpek yıkayıcılar’, ‘24 saat pizza teslimatı yapanlar’ vs.) çalışan insanlar da bu sayının dışında.
İşte benim ‘saçma işler’ (bullshit jobs, b*ktan işler-meslekler) diye adlandırmayı önerdiklerim bunlar.
Sanki birileri, bizi çalıştırmaya devam edebilmek için saçma işler (ve meslekler) uyduruyormuş gibi.
İşin garipliği de burada.
Kapitalist sistemde olMAması gereken şey tam da bu. Çalışmanın hem ‘kutsal’ bir görev, hem de ‘hak’ olarak görüldüğü eski verimsiz Sovyet ülkelerinde, sistem, herkese iş yaratmakla mükellefti (bu yüzden Sovyet marketlerindeki et reyonunda bir kişinin yapabileceği işi, üç kişi yapardı.) Piyasanın ‘rekabet anlayışı’nın, tam da bu tip sorunları çözmesi bekleniyordu. İktisat teorisi, bize, kâr amacı güden bir şirketin yapacağı ‘en son şey’in; ‘çalıştırmak zorunda olmadığı işçilere maaş ödemek olduğu’nu söyler. Yine de bir şekilde olan bu.
Büyük şirketler, acımasız işten çıkarmalara girişiyorlar, evet ama bu ‘işten çıkarmalar’ ve ‘süreç hızlandırma operasyonları’; istisnasız bir şekilde her zaman, gerçek anlamda bir şeyler üreten, taşıyan veya tamir eden insanları hedef alıyor, olan bu insanlara oluyor. Bununla beraber, kimsenin tam olarak açıklayamadığı bir süreç sonunda, ofis çalışanlarının sayısı gün geçtikçe artıyor, ve giderek daha çok insan (Sovyetler Birliğindekine benzer şekilde) kendini ‘kağıt üzerinde’ haftada 40-50 saat çalışır buluyor. Hem de Keynes’in öngördüğü gibi, bunun sadece 15 saati gerçekten verimli çalışmayla geçiyor. Zamanlarının geri kalanını; ‘motivasyon seminerleri’nde, ‘Facebook profillerini güncelleyerek’ ya da ‘TV dizilerini bilgisayarlarına indirerek’ geçiriyorlar.
Bu durumda, cevabın, ekonomik olMAdığı açık. ‘Ahlâki ve siyasi’ bir durumla karşı karşıyayız.
‘Yönetici sınıf’; serbest vakti olan, mutlu ve üretken bir nüfusun ölümcül bir tehlike yarattığını anlamış durumda (1960’larda durum buna biraz benzemeye başladığında neler olduğunu hatırlayın.) Diğer taraftan, çalışmanın içkin bir ahlâki değeri olduğu ve hayatını yoğun bir iş temposuna adamayı reddeden kişinin ‘hiçbir şeyi hak etmediği hissi’ de, yönetici sınıfın ekmeğine daima yağ sürer.
Bir keresinde, İngiltere’de akademik bölümlerdeki idari pozisyonların sonsuzca çoğalması meselesini düşünürken, ‘cehennemin olası versiyonları’ndan birisi gözümde canlandı. ‘Cehennem’; zamanlarının büyük kısmını, sevmedikleri ve çok da iyi yapmadıkları işlerde çalışarak geçiren insanlar topluluğu olarak düşünülebilir. Çok güzel dolaplar yaptıkları için işe alındıktan sonra, zamanlarının büyük kısmını balık kızartarak geçireceklerini öğrenen insanlar hayal edin. İşin de gerçekten yapılması gerekmiyor aslında. Daha doğrusu, kızartılması gereken çok az balık var. Bu insanlar, bazı meslektaşlarının, zamanlarının daha fazlasını dolap yaparak geçirdiği ve paylarına düşen balık kızartma sorumluluğundan kaytardığı fikrini saplantı hâline getirerek buna öfke duymaya başlıyorlar. Çok geçmeden her yerde gereksiz, kötü pişirilmiş balık yığınları oluşuyor ve herkesin tek yaptığı da bu oluyor.. Dolap yapmak mı; unutun bunu..
Bence bu benzetme, mevcut ekonomik düzenin ahlâki dinamiklerini gerçeğe uygun bir şekilde yansıtıyor.
Eminim, bu tip söylemler hemen karşı tepkileri davet ediyor:
‘Sen kim oluyorsun da hangi işin ‘gerekli’, hangisinin ‘gereksiz’ olduğuna karar veriyorsun?’
‘Zaten gerekli iş nedir ki? Sen antropologsun, bunun gereği nedir?’
(Gerçekten de bir çok tabloid yayın okuru, işimin [‘antropolog’ olmamın], boşa harcanan devlet parasına güzel bir örnek oluşturduğunu düşünebilir.) Ve bir anlamda haklılar da. Bir işin toplumsal değerini nesnel olarak ölçmenin yolu yok.
Dünyaya pozitif katkısı olduğuna inanan bir kişiye kalkıp da ‘bunun aslında böyle olmadığını’ söyleyecek değilim. Ama, ya kendi işinin anlamsız olduğunu düşünen diğerleri? Kısa bir süre önce, 12 yaşından beri görmediğim okul arkadaşımla bir araya geldim. Görüşmediğimiz yıllar içinde önce şair, sonra da bağımsız bir rock grubunun vokalisti olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım. Grubun şarkılarından bazılarını, söyleyen kişiyi tanıdığımı bilmeden, radyoda dinlemiştim. Yetenekli ve yaratıcı olduğu çok belliydi, yaptığı işle insanların hayatını aydınlatmış, daha güzel kılmıştı. Buna rağmen, birkaç başarısız albümden sonra kontratını kaybetmiş, borçlar ve yeni doğmuş kızının varlığı onu kendi deyimiyle ‘hayatta yönünü kaybetmişlerin standart tercihi’ ‘hukuk fakültesi’ne gitmeye zorlamıştı.
Şu anda New York’ta önemli bir şirkette ‘kurumsal hukuk danışmanı’ olarak çalışıyor. İşinin son derece manâsız olduğunu, dünyaya hiçbir katkı sağlamadığını ve aslında var olMAması gerektiğini bizzat kendisi söylüyordu!
Burada sorulacak çok soru var..
Bunlardan ilki şu olabilir, yetenekli şair-müzisyenler için ‘aşırı az talep’, şirket hukuku uzmanları için ‘sonsuz talep’ üreten bu toplum hakkında ne söylenebilir? (El cevap, eğer dünya nüfusunun %1’i servetin en büyük kısmını kontrol ediyorsa, bizim ‘piyasa’ dediğimiz şey de bu insanların tercihlerini, önemli ve gerekli bulduğu şeyleri yansıtır; başka kimseninkini değil!) Daha önemlisi, bu tarz işlerde çalışan insanların, bütün bunların farkında olduğunu da gösterir. İşinin saçma olmadığını düşünen tek bir şirket hukuku uzmanı ile tanıştım mı, bilemiyorum. Aynı şey, yukarıda bahsettiğim bütün sektörler için geçerli.
Bir partide tanıştığınızda, hele ki ilginç sayılan bir işiniz varsa (örneğin ‘antropolog’sanız), kendi işlerini tartışmaktan kaçınan bir ‘maaşlı çalışan grubu’ var. Bu insanlara birkaç içki bardağı verin, dakikalar sonra, işlerinin gerçekte ne kadar yersiz ve aptalca olduğu hakkında tiratlar atmaya başlayacaklardır.
Bu, derin bir psikolojik şiddettir. Bir insan gizliden gizliye, yaptığı işin aslında var olMAması gerektiğine inanıyorsa, iş haysiyetinden nasıl bahsedebiliriz? Bunun derin bir hiddet ve öfke yaratmaması mümkün mü? Yine de, günümüz sisteminin garip dehası burada yatıyor. Yöneticiler bu kızgınlığı gerçekte anlamlı işler yapma şansını yakalamış insanlara yöneltmenin bir yolunu bulmuşlar, tıpkı, balık kızartan insanlarda olduğu gibi. Örneğin, genel bir kural olarak, bir işin diğer insanlara ne kadar yararı var ise, sahibine o kadar az para kazandırdığını söyleyebiliriz.
Önceden de söylediğim gibi, nesnel bir ölçüt bulmak kolay değil, ama genel bir anlayış geliştirmek için şu soruyu soralım: Bir işi icra eden insanların tamamı pat diye yok olsaydı ne olurdu?
‘Hemşireler’, ‘çöpçüler’ veya ‘tamirciler’ hakkında ne derseniz deyin, birdenbire yok olacak olsalardı, bunun sonuçlarını hemen ve felaket düzeyinde hissederdik. ‘Öğretmenlerin’ veya ‘liman işçilerinin’ olmadığı bir dünya kısa zamanda sıkıntıya düşer, hâttâ ‘bilimkurgu yazarları’ ve ‘ska müzisyenleri’ olmadan daha eksik bir yer olurdu.
Ama ‘genel müdürler’, ‘lobiciler’, ‘halkla ilişkiler uzmanları’, ‘risk yöneticileri’, ‘telefonla satış yapan kişiler’, ‘mübaşirler’ ve ‘hukuk danışmanları’ aynı şekilde yok olsaydı, dünyanın bundan nasıl bir zarar göreceği çok açık değil (bazıları, bu işlerin-mesleklerin yok olmasının dünya için daha iyi olacağını bile söylüyor.) Yine de birkaç istisna dışında (‘doktorlar’ gibi), kaide, şaşırtıcı biçimde doğru görünüyor.
Bundan daha da çarpık olan; ‘işlerin böyle olması gerektiğine dair’ yaygın kanı. Bu, ‘sağcı-popülizm’in gizli güçlerinden bir tanesi. Bunu İngiltere’de görmek mümkün. Tabloid basın, kontrat ihtilafları sırasında greve giden yol işçilerini Londra’yı felç etmekle suçlayarak onlara karşı öfkeyi körüklüyor. Yol işçilerinin Londra’yı felç edebiliyor oluşu, işlerinin gerçekten de vazgeçilmez olduğunu (yani ‘bullshit job’ olMAdığını) gösterir ve insanları asıl kızdıran da bu galiba.
(The G.O.P. – Republican Party) Cumhuriyetçilerin, kamuoyunda; ‘okul öğretmenlerine’ ve ‘otomotiv sektöründe çalışan işçilere’ karşı (sözüm ona, ‘şişirilmiş maaşları’ ve ‘mesleki avantajları’ yüzünden) öfke seferberliği yaratmakta inanılmaz derecede başarılı olduğu ABD’de bu durum daha da bariz. (Tabii ki bu öfke, asla, sorunun asıl kaynağı olan ‘okul yönetimleri’ne ve ‘otomotiv sektörünün yöneticileri’ne yönelmiyor.) Kendilerine verilen mesaj şuna benziyor: ‘Öğretmenler çocuklara bir şeyler öğretiyor, işçiler arabalar yapıyor. Gerçek işleriniz zaten var! Bunun üstüne bir de orta sınıfa hak görülen ‘emeklilik maaşları’ ve ‘sağlık sigortası’ istemeye nasıl cüret edersiniz?!’
Eğer birisi oturup, sermayenin gücünü muhafaza etmeye yarayan bir çalışma sistemi geliştirmek isteseydi; bundan daha iyi bir iş çıkaramazdı herhâlde. Gerçek ve verimli işleri olan insanlar, acımasızca, son damlasına kadar sömürülüyor. İnsanlığın geri kalanı ise, küresel düzeyde korku içinde yaşayıp; ‘nefret edilenler’, ‘işsizler’ ve daha büyük bir grup olarak ‘hiçbir şey yapMAması için maaş ödenen insanlar’ olarak üçe bölünmüş durumda.
Bu son gruptakilerin pozisyonları, yönetici sınıfın (‘müdürler’ vs.) bakış açısını ve hassasiyetlerini (özellikle de ‘parasal’ sembollerini) benimsemeleri için tasarlanmış, ve aynı zamanda, yadsınamaz bir değeri olan işler yapan herkese karşı da (örneğin, İngiltere’deki yol işçilerine karşı) öfke uyandırmayı hedefliyor. Tabii ki bu sistem bilinçli olarak tasarlanmış değil. Bir yüzyıllık deneme-yanılmanın ürünü. Yine de, bu kadar teknolojik ilerlemeye karşın neden hepimizin günde 3-4 saat çalışmadığının tek açıklaması bu.
[David Graeber (antropolog)
‘STRIKE! Magazine’
Ağustos 2013
İngilizce’den Türkçe’ye çeviren: Tuğçe Tuğran]
“Ya sev ya terket” diyerek tekçiliği dayatan (tek millet, tek dil, tek din, tek mezhep, tek parti, tek adam) Taş Devri kalıntısı AKP kafasının bağırışı:
“Ya sev, ya badaba duuuuu!”
Dear Mr. Economist Mahfi Eğilmez
I believe you are as nimble-minded as Odysseus to have discovered this site which is a mini-mall (a mini social Amazon+Facebook) to advertise your high school myth wares.
You have previously expressed your neo-Atatürk (updated as neo-Marxist+etc.) desire for your beloved Turkey (a strange bird indeed) to be more than what it is. I have previously reminded you that your knowledge of Cassandra was exactly like a TV soap opera. To wit, Cassandra could see the future that cannot be seen by any other method than by supernatural powers. You and your co-economists made the most curious prediction possible: to be like X, you must be X. Or, to heat the water you put it on the heat.
I have also pointed out your similar naïve (American suburban, TV version) interpretation of “Hanging Gardens of Babylon”.
I have also pointed out your similarly naïve, better yet TV version, interpretation of the “Hanging Gardens of Babylon”.
Well Mr. Mahfi Eğilmez, it seems to have never crossed your big mind that in the previous 4 million years, humans went all over the world without ever having the perverse, baroque desire to bring the world into their camping sites. It must be obvious that for 4 million years humans never heard of an economist like you and your friends to do what the perverse Nebuchadnezzar did. Nor did they ever hear of Marx and his fanatic disciples.
Your fairy tale called DEVELOPMENT, a variation of PROGRESS, is the racist theory or the history of winners. In its earlier form, it was called “The Great Chain of Being”. Then came along a great blonde with blue eyes, Darwin, who inserted springs between the links, called the fight to survive amongst all living beings. From then on, those below on the chain impatiently wait to jump up to the next level. Hegel translated this to “dialectic logic” and his ever shining bright follower Marx translated the springs into an incessant fight among classes.
You should have read Paul Veyne before coming back to this Social-Mall (shopping center). There are many more books. Stop worrying about DEVELOPING Turkey and develop yourself: to understand myths you could start with Mircea Eliade, F. M. Cornford, Robert Graves…
Myths are the most profound mirror images of the social world. They are not discursive but rather like art, poetry, literature… They ara not logical but mythological. The Human condition is best revealed by mythological and not logical thinking. You may want to read “The Forest of Symbols” by Victor Turner or Jacques Testart if you wish to go beyond television soap opera versions of myths.
And if you want to know the myth that you grew up with, read “The Modern Myths” of Jacques Ellul and many other similar ones.
This brings us to your yet another naïve understanding of a myth: İkarus Sendromu.
If I want to express it in a flighty way, like you, we can say all attempts to reach beyond one’s given condition may bring about unwanted results. The most dramatic examples among the people who have grown up in Weltanschaung, in other words, the Western & DEVELOPED world view, is the separation of humans from non-living beings. Then comes the separation of humans from non-humans and thereby killing almost all animals and plants. Self conciousness was the most dramatic price: the insane obsession with “I/ It”, “Logos or Nomos/ Physis (phusis). Then your beloved hierarchy sets in: well domesticated sheepish people like you and billions killing savage primitives like animals and plants. We could add, the knowledge of good and evil, the consciousness of finiteness and death, love and hate, sex etc.
Alchemists were scared to death when they tinkered with speeding up the process of the gestation of the metals to reach perfection in Mother Earth’s womb. Modern idiots, the scientists, are simply “curious”. And when many disasters hit the world, like now, these idiots, like ex-communists, simply babble that they didn’t know.
In your previous television soap opera-like myth you stated that you wanted DEVELOPMENT, now you seem to have changed your mind: you tell us, in a very boring ‘à la’ in-class-professor way, the Icarius myth to warn us against DEVELOPMENT. Anything goes!
The American Indians when they first time met the DEVELOPED white Europeans, the real blonds with blue eyes, not like you Turks simply pretending to be ones, stated that “White people (read blue-eyed blonde) can tell the truth and the lie at the same time”. At least you have proved yourself to be one of the real blue-eyed blonds who massacred the riff-raff America Indians to open the way to DEVELOPMENT:
So let me return to your American TV versions of myths.
Fire, search for immortality, the Tower of Babel, Icarius, Frankenstein, Faustian Quest are all there to remind us of the human folly to exceed our limits and the punishment that comes from God or Gods; you well-developed people call it Nature: the new & improved & secular & DEVELOPED version of God or Gods.
But to be human is “to be AND not to be”. Nature has no airplanes. Nor was there ever the corn as we know it today. Nor even humans as we know them today.
I like Marx as much as I like my sins but I love his quotation,
“Medieval Ages were deeply human.”
What we now have is people who want to be DEVELOPED even if it may mean being non-human as long as they are blue-eyed and blond.
Mr. Economist, you have, I am sure unbeknown to your self because you are totally obsessed by it, turned a specific problem into a universal, abstract, timeless problem. There were and are people who would not even dream of mastering or controlling the world. Since you are thoroughly imbued by defending the DEVELOPMENT myth, you are like the bigots who argue that there was always climatic changes, ignoring the fact that this one is caused by humans. Similarly, you seem to believe, like those who always have recourse to so-called human nature, “hubris” or “reaching beyond” is intrinsically human whatever the context is. Again, the white man can lie and tell to truth all at once!
I have shown, I hope since you seem to not understand what you do not like, that what you talk about be it “hubris” or “reaching beyond” must be analyzed in their specific contexts.
Thanks to the DEVELOPMENT we cannot drink, eat, breathe, swim, live in constant fear that your DEVELOPED idols may start a nuclear war at any time, climatic change may bring about a catastrophe… In short, a world without humans is at hand! In any case, Chinese are already making blond blue-eyed sex toys, soon they will make blonde blue-eyed toy Turks too.
Or perhaps your desire to see Turkey among the DEVELOPED blonds was a kind of persiflage, a travesty of Erdoğan and leftist idiots who are obsessed by PROGRESS.
But in truth in our age you do not have to be an economist to sing:
” I’d like to do a song
Of great social and political import
It goes like this
Oh Lord, won’t you buy me a Mercedes Benz
My friends all drive Porsches, I must make amends
Worked hard all my lifetime, no help from my friends
So Lord, won’t you buy me a Mercedes Benz”
There are equally lancinating folk songs and poetry in Turkish too.
Ferman padişahın dağlar bizimdir.
Or my song:
Cici bici konuşmalar profesörlerin, boş laflarına gülmek bizimdir.
But the sounds do come from very low lands and can hardly reach high places where you, your friend economists are perching, even though you and especially politically correct enlightened people in this site are the most ardent champions of the low lands.
Yet, bir ihtimal daha var. Gelişmemiş (underdeveloped) ülkelerin çok gelişmiş (overdeveloped) sarışın mavi gözlü iktisatçıları, Erdoğan’ı eleştirme hevesine kapılırlar ama içlerinden gelen sesler Erdoğan ve dalkavuklarının içlerinden gelen seslerin aynısı: Türkiye’de gelişmiş (developed) sarışın mavi gözlüler ülkesi olsun.
I guess it must be Turkish human nature to want to be blonde with blue eyes!
Birisi bir şey yapmayı planladığını söylediğinde iktisatçının ilk sorusu ‘ne pahasına?’ sorusudur.
Bu soru ekonomide ‘alternatif maliyet’ (‘vazgeçme maliyeti’ ya da ‘tercih maliyeti’) diye bilinen konuya götürür bizi. Her seçim bir vazgeçmedir. Diyelim ki ayın son günü, işten çıktınız ve cebinizde sadece 25 TL var. Evde yiyecek hiç bir şey yok. Karnınız acıkmış ve sinemada görmeyi çok istediğiniz bir film oynuyor. Bu parayla gidip bir şeyler yiyebilir veya sinemaya gidip patlamış mısır ve içecek bir şey alıp film izleyebilirsiniz. İlkinde açlığınızı çok daha iyi giderir, ikincisinde ise görmeyi çok istediğiniz filmi, açlığınızı daha az gidererek izlemiş olursunuz. Diyelim ki bir şeyler yemeyi tercih edip tüm paranızı yemeğe harcadınız. Bu durumda sinemaya gidip film izlemekten vazgeçmiş olursunuz. Eğer film oynamaya devam ediyorsa aybaşında maaşınızı (ya da harçlığınızı) aldıktan sonra o filme yeniden gitme imkânınız olabilir. Ama eğer o filmin son gösterim günüyse bir daha o filmi sinemada görme olanağınız olmayabilir.
‘Yemek yemek’ ile ‘sinemaya gitmek’ arasında yaptığınız tercihin iki türlü maliyeti vardır. İlki, yaptığınız işe ödediğiniz fiyattır. Yemeğe 25 TL ödemişseniz o yemeğin size maliyeti budur. Yemek yemeği tercih edip sinemaya gitmemişseniz, yemek yemenin maliyeti; ‘film izlemek, patlamış mısır yemek ve içecek içmekten vazgeçmek’tir. Buna ‘alternatif maliyet’ diyoruz.
Bütün ekonomik işlemlerin fiyat ile ölçülebilen bir dolaysız maliyeti bir de alternatif maliyeti vardır. Bazen siyasetçiler ‘kendi uçağımızı kendimiz yapalım’ der. İktisatçılar burun kıvırır. Toplum büyük ölçüde siyasetçiye hak verir. Oysa iktisatçının burun kıvırması boşuna değildir. Uçak yapmak kolaydır. Bütün mesele ne kadar para harcayacağınız meselesidir. Eğer 100 milyon dolara mal ettiğiniz uçağı başkaları 50 milyon dolara yapıyorsa sizin o uçağı yapmanız sadece bir ‘gösteriş yatırımı’ndan ibarettir. Ve o aşamada iktisatçı o kritik soruyu sorar: ‘Ne pahasına?’ Yanıt sanırım, ‘halkın refahı pahasına’dır. Çünkü o uçağı 50 milyon dolara satın almak yerine 100 milyon dolara yaparak harcanan ek 50 milyon dolarla; okul, yol, köprü vb. yapımından vazgeçilmiştir. Bu durumda o uçağın maliyeti parayla değil; vazgeçilen okul, vazgeçilen yol, vazgeçilen köprü vb. sayısıyla ölçülür. Aslında daha ileri bir soru, böyle bir uçağa gerek olup olmadığı sorusudur. Çünkü bunu sorguladığımız zaman ‘gereksiz maliyet’ 50 milyon dolardan 100 milyon dolara, ‘alternatif maliyet’ de çok daha fazla sayıda okul, yol, köprü vb.’lerine yükselir.
Bu tür ‘alternatif maliyet’ler bir kişinin veya bir toplumun katlanması gereken maliyetlerdir. Bir de bütün insanlığın, hâttâ bütün canlıların katlanması gereken maliyetler var: ‘Çevrenin tahrip olması.’
Kapitalizmin yaşamımıza getirdiği en büyük kötülük ‘kâr maksimizasyonu (profit maximization)’ gibi, ‘büyüme (growth)’ gibi kavramlardır.
‘Büyüme (growth)’ mesela, sihirli bir kavram gibi sürekli çevremizde dolaşıyor.
Her gün bunu konuşuyoruz:
Bizim şirket büyüyor…
İşimi hızla büyütüyorum…
Ekonomi büyüyor…
Avrupa büyüyemiyor…
Neredeyse her şeyi ‘büyüme’yle (growth) ölçer olduk. Kapitalizmin beynimize yerleştirdiği çip bunu empoze ediyor sürekli. İktisatçı olarak her konuda sorduğumuz ‘ne pahasına?’ sorusunu burada nedense soramıyoruz!
Oysa her ‘büyüme (growth)’; doğanın, çevrenin biraz daha aşındırılmasıyla mümkün olabiliyor. ‘Ekonominin büyümesi (growth)’ için yeni enerji santrallerine, yeni yollara, yeni fabrikalara, yeni hava limanlarına, yeni köprülere, daha çok üretime ihtiyaç var. Bunların hepsi doğanın biraz daha yok edilmesiyle yapılıyor. Yeni hava limanları eski ormanların yok edilmesiyle, yeni yollar, köprüler eski tarlaların betonlaştırılmayla yapılıyor. Üstelik bu yeni yollar, köprüler bir süre sonra yeni araçların trafiğe girmesini teşvik ediyor, trafik arttıkça hava kirliliği artıyor. Daha çok üretim için daha çok tüketim yapılıyor.
Nüfus artışı da doğaya zarar veriyor. Çin ve Hindistan gibi dünya nüfusunun neredeyse yarısını barındıran iki ülkede ortalama refah düzeyi henüz Avrupa ve Amerika’nın ortalama refah düzeyinden uzakta. Bu iki ülkede refah düzeyi hızla yükselir de halkın çoğu buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, klima gibi çevreye zarar veren dayanıklı tüketim mallarını ve deterjan, şampuan gibi suları kirleten tüketim maddelerini yaygın biçimde talep edip kullanmaya başlarsa, çevreye verilen zarar katlanarak artacak. Bu iki ülke sonuçta ‘büyümüş (growth)’ olacak ama ‘doğa küçülmüş’ olacak!
‘Ekonomik büyüme’den (growth) vazgeçelim demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama her konuda olduğu gibi bunda da sınırlar olduğunu kabul etmek gerekiyor. Sınırları çok zorladığımızda her konuda olduğu gibi burada da işler karışıyor.
Ekonomide asıl olan ‘alternatif maliyet’tir. Her tercih bir ‘alternatif maliyet’ taşır. Bazen tercih edilmediği için pişmanlık duyulan alternatife geri dönüp onu da tercih etme şansını yakalamak mümkün olabilir. ‘Ekonomik büyüme’nin (growth) alternatifi ‘doğanın küçülmesi’dir. Ve bu tercihte ne yazık ki geri dönüş yok!
Bir Kızılderili Öyküsü
Bir gün New York’ta bir grup iş arkadaşı yemek molası için dışarı çıkıp caddede yürümeye başlar.
İçlerinden birisi Kızılderilidir.
Yürürken Kızılderili, bir cırcır böceği sesi duyduğunu söyler.
Diğerleri gülerek, ‘bu kadar gürültü arasından cırcır böceği sesinin duyulamayacağı’nı iddia eder.
Kızılderili, cırcır böceği sesini duyduğu yöne doğru gider. Arkadaşlarından birisi onun nereye gittiğini takip eder. Gerçekten de o kadar yüksek binanın arasında, yolda araba seslerinin hiç kesilmediği keşmekeşte, küçücük bir yeşillikte cırcır böceğini bulurlar.
Arkadaşı Kızılderiliye, ‘Sende insanüstü güçler var. O kadar gürültü içinden bu böceğin sesini duyman bir mucize.’ der.
Kızılderili, ‘Bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmak gerekmez.’ diyerek arkadaşına kendisini izlemesini işaret eder.
Kızılderili kaldırımın ortasında durur ve cebindeki madeni parayı çıkarıp yere atar. Kaldırımda yürüyen diğer insanlar madeni paranın düşme sesini duyunca hemen yere bakarak ceplerini yoklamaya ve paranın kendilerinden düşüp düşmediğini kontrol etmeye başlar.
Kızılderili arkadaşına dönerek, ‘Önemli olan nelere değer verdiğindir. Her şeyi ona gore duyar ve hissedersin.’ der.
Son ırmak kuruduğunda,
Son ağaç yok olduğunda,
Son balık öldüğünde;
Beyaz adam, ‘para’nın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.
[Mahfi Eğilmez, iktisatçı]
Yeni bir can kurtaran, sarışınların sarı, yeleği bulmuşsunuz.
Yeni bir guru da bulmuşsunuz: Professor Grab-Revolution.
But there is that lack of logic again!
In your zeal to show off your new guru, you sent a cheapo “Sarı Yelekliler, ‘kariyer meraklısı’ değildir” article. And as usual without reading it.
Günaydın ProCareeristler!
‘Yellow vests’ are not saying they are after careers. They already have jobs. They want more money. Macron promised that all real ‘sarışın’ French will all be as rich and young like himself and rich but not so young like his wife, did not live up to his promise.
Well a big GÜNAYDIN to those blond vested blond ‘PIGEONS’ or better yet to those ‘GOGOS’ who believe racketeers called politicians in polite circles, only to regret it again and again and again. I personally do not find that to be particularly disgusting. What I mind is that you and these suckers drag us into a world of Macrons and many others like him.
Stone Age people lived and live in the world of eternal return.
You civilized people live in the world of eternal desire.
In your revolutionary fanaticism, you projected your desire to blond vested blonds.
Professor Grab-Revolution on the other hand, in his eternal desire to be the neo-Marx or Neo-Lenin or Neo-falan filan, has projected his complacent smugness to people who are in the lower rungs of the most ignoble of all the hierarchical orders, i.e. hierarchical order among the humans. Hence he believes that they all want to be like him and you, doing interesting jobs.
This ugly political word game is yet another perfect example of what the American Indians said five hundred years ago:
“White man can lie and tell the truth at the same time.”
You people are so obsessed by your self-righteous fanaticism that you do not even see that this is nothing but blackmail against those who see through your disgusting little schemes.
Surely having discovered your fabulous (or rather fable-us) civilized world, the savages would jump into your fully ornamented bandwagon.
“65 Fevzi Çakmaktaş 20 Aralık 18” arkadaşımızı destekliyoruz.
Çalıştığımız yerde Taş Devri kalıntısının yazdıklarını okuyan arkadaşların hepsi sizi destekledi. Bu sitede de başta Zileli abimiz olmak üzere yorum yazanların hepsinin bizimle hemfikirde oldukları da şüphe götürmez.
Hür doğduğumuz, hür büyüdüğümüz ve gurur içinde hür öleceğimiz özgür Türkiye’de özgürlüğümüze engel olmak isteyenlere asla müsaade etmeyiz!
Türkiye tarihinde kimse halkımıza kendi fikirlerini, kendi dünya görüşlerini, kendi eğtim veya yasa anlayışlarını dayatmadı. Zaten dayatmalarına gerek de yok. Biz, özgürsüzlüğü, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ekmek+emzik karşılığı özgürce seçecek kadar evcilleştirilmiş vatandaşlarız.
Bunu en iyi bilen, meslekleri politika dünyasını didik didik edip düzeni ele geçirmek isteyenler, örneğin bu sitedeki solcu-devrimci-ivmeciler, daima daha çok ekmek, daha çeşitli renkli televizyon, özür dilerim, emzik vaat ederler. Tabii, bu ele geçirme ‘only in the beginning’, bizler büyüyüp adam olana, Devletsiz ve çobansız yaşamanın ne olduğunu unutana kadar. Yani, şimdi.
Bu herif, Türkiye’yi, Macaristan’ın Orban, Filipinler’in Duterte, Rusya’nın Putin, Amerikanın Trump, Brezilya’nın Bolsonaro, Nicaragua’nın özgürlük sever Graeber’e yem olacak eski devrimci ve kazandığı ivme ile hızını alamayan Daniel Ortega, Venezuela’nın devrimci halefi Nicolás Maduro, Çin’in Xi Jinping, Japonya’nın Shinzo Abe, Mısır’ın Mohamed Morsi, Sudi Arabistan’ın, Mohammed bin Salman, İran’ın Ayatullah Ali Khamenei gibi açıkça insan özgürlüğüne engel olan başkanlarla Merkel, May, Macron gibi sinsice (ekmek + emzik dağıtmakla) yapanların ülkelerinden biri sanıyor.
Bizler Atatürk’ün evlatları ve torunlarıyız. Ne mutlu özgür Türküm diyene!
Bu Taş Devri kalınıtısı Türklerin özgürlüğünü kıskanan dış ülke basını propagandasına kanmış. Veya kendisi bir Türk düşmanı azınlıklardan.
58’i yazan taş devri kalıntısı, Türkiye din ve dil azınlıkları, örneğin Kürt, Zaza, Ermeni, Yahudi vb; Türkiye seks azınlıkları örneğn eşcinseller vb. ; Türkiye çevre ve hayvan severler azınlığı vb.; nihayet çoğunluk olan Türk kadınlar gibi özgürlük ve eşitlik dır dırlarını dünyaya yayıp bütünlüğümüzü sarsmak isteyen dış oyunlara kanmış bir enayi.
İlkellik tek iyi, medeniyet tek kötüdür.
Herkes ilkelliği benimseyip medeniyeti reddetmek zorundadır.
Medeniyetten yana olan herkes aptaldır, salaktır, gerizekalıdır.
Medeniyet yanlılarını aşağılamalıyız, küfretmeliyiz, alay etmeliyiz, onlara karşı sonsuz bir kin, öfke ve nefret duymalıyız.
Dünyada grilere yer yoktur.
İlkellik bütünüyle iyi, medeniyet bütünüyle kötüdür.
İlkelliğin iyi ve kötü taraflarının, medeniyetin iyi ve kötü taraflarının olduğu bir dünyada yaşamıyoruz.
Anarşizmin tek ve mutlak doğru olduğunu ve herkesin anarşist olmak zorunda olduğunu söyleyen, dahası, kendi anarşizm yorumunun da anarşizmin tek gerçek yorumu olduğunu iddia eden, bunlara ilaveten son derece saldırgan ve nefret dolu bir dili olan, tartıştığı herkese küfreden Gün Zileli son derece totaliter bir kafa yapısına sahip bir kişidir.
Çünkü o, medeniyete karşı ilkelliği savunan fakat bu görüşlerini herkese zorla dayatmaya çalışmayan ve kimseye hakaret etmeyen kişiler gibi başkalarının düşüncelerine saygılı biri değildir.
Bizi “ensest”ten koruyanlardan biri de Sn. Zileli’dir;
“Çeviri; budunu, kültürü, edebiyatı ve sanatı “ensest”ten korur. Aşiret dışı evlilikler (yani yabancı dilden çeviriler) soyun beden ve akıl sağlığını korur. Aile içi evlilikler (okumalar-yazmalar) insan soyunu (kültürünü) sakatlar.”
http://www.cumhuriyet.com.tr/m/koseyazisi/1176989/Cevirmenin_cilesi.html
Dünyada gelmiş geçmiş bütün insan toplumları sınıflı/sınıfsız, medeni/barbar yahut devletli/devletsiz olmak üzere ikiye ayrılır.
Örneğin; sınıfların ve bir liderliğin/şefliğin ortaya çıkmaya başladığı, fakat devletleşme sürecinin henüz tamamlanmadığı, yani bazı tarihçiler tarafından “askeri demokrasi” ve “proto-feodalizm” gibi adlarla anılan “yarı-barbar” veya “yarı-medeni” toplumlar tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir.
İyi bilinen bir örnekle açıklamak gerekirse; bir Türkmen şefi olan Ertuğrul Gazi’nin “barbar” Kayı aşiretinin onun vefatının ardından oğlu I. Osman’ın bağımsızlığını ilan ederek Osmanlı İmparatorluğu’nu kurduğu 1299 yılında “medeni”leşmesi gibi.
Bir diğeri de; İslamiyet öncesi devletsiz “Cahiliye toplumu”nun Emeviler döneminde birdenbire devletleşmesi, yani arada Peygamber ve Dört Halife dönemi gibi bir geçiş sürecinin yaşanmamış olmasıdır.
Buna benzer başka bir olay ise, Kemalist vesayet rejiminin hüküm sürdüğü bir günün ardından ertesi sabah AKP rejiminin kurumsallaştığı bir güne merhaba demiş olmamızdır.
Nasıl ki AKP rejiminin kuruluşu birdenbire olmadıysa, yani çeşitli süreçlerin bir toplamıysa (seçimler, referandumlar, ETÖ, FETÖ vb operasyonlar), yıkılışı da öyle olacaktır.
Örneğin Gezi hareketi, 17 Aralık girişimi, Kobani protestoları, MİT tırları olayı, 15 Temmuz girişimi, son hileli referandumda sesini yükselten Hayır cephesi ve Adalet Yürüyüşü bu sürecin parçalarıdır.
Süreç daha bitmedi.
Yani bardak dolmaya devam ediyor, fakat bardağı taşıran damla henüz düşmedi de diyebiliriz.
Sayın 58,
“54 Anonim ve ‘Osmanlılar devrinde tercüme’” yorumuna cevabınız sizin Türkiye dışında yaşadığınızı gösteriyor.
Bizler zooloji, paleontoloji, evrim ve genetik, paleolitik (eski TAŞ DEVRİ) öğrencileri olarak size günümüz Türkiye’si hakkında bazı bilgiler vereceğiz.
Türkiye’de eşekler konusunda cahil bir eşek, birine hakaret etmek için “eşek” diyerek ne kadar aşağılık biri olduğunu gösterir.
Türkiye’de köpekler konusunda cahil bir köpek, birine hakaret etmek için “köpek” diyerek ne kadar aşağılık biri olduğunu gösterir.
Türkiye’de hayvanlar konusunda cahil bir hayvan, birine hakaret etmek için “hayvan” diyerek ne kadar aşağılık biri olduğunu gösterir.
Türkiye’de kadın konusunda cahil bir erkek, birine hakaret etmek için “karı gibi” diyerek ne kadar aşağılık biri olduğunu gösterir.
Türkiye’de eşcinsellik konusunda cahil bir sert, pala bıyıklı Türk erkeği, birine hakaret etmek için “ibn*nin biri” diyerek ne kadar aşağılık biri olduğunu gösterir.
Türkiye’de TAŞ DEVRİ hakkında cahil bir bilge, Türklerin aile içi kavgalarında imdatlarına yetişen Batı’dan tercüme edilmiş sayısız TAŞ DEVRİ hakkında kitaplar olmasına rağmen, birine hakaret edip kendi gibi enayi ve cahil Türklere sığınmak istediğinde, “hâlâ TAŞ DEVRİNDE yaşıyor” diyerek kara cahilliğini, ırkçılığını ve aşağılığını gösterir.
Siz de özen göstermeden biz sarışın Türklerin göz bebeği olan MODERN BİLİMDE ‘tüme varım’ ilkesi veya ‘extrapolation’ yöntemini hatalı kullandınız: “ANONİM + ORDİNARY PROF. DR. HİLMİ ZİYA ÜLKEN cahil, o halde bütün Türkler cahil”, yargısına vararak bütün insanlığın (for a little fee) yararlandığı MODERN BİLİMDE ne kadar cahil olduğunuzu göstermişsiniz.
Ayrıca ANONİM + ORDİNARY PROF. DR. HİLMİ ZİYA ÜLKEN hocamızın TAŞ DEVRİ hakkında söyledikleri küçük düşürücü laflarını da yanlış yorumlamışsınız. TAŞ DEVRİ insanlarının cahilliğiyle asıl demek istedikleri daha çok MAHFİ EĞİLMEZ İKTİSATÇI hocamızın mesleğine uygun mantığının temel taşı.
Televizyon, gazete, İnternet gibi alış-verişi körükleyen genç, güzel özgür laik kızların apaçık; genç güzel özgür Müslüman veya herhangi dinden kızların para karşılığı kapalı-apaçık mal ve mülklerini gösterirken, aborijinler çıplaklıklarını bedavaya teşhir etmekle ne kadar enayi olduklarını fazlasıyla kanıtlarlar. Merak müptelası bilim adam ve karıları ‘Walkabout’ filminde bu farkı izeyebilirler. Aborijinler MAHFİ EĞİLMEZ İKTİSATÇI hocamızın diyeceği gibi gelişmiş ekonomiye zerre kadar bir katkıda bulunmazlar. Hatta bu bedavaya göstermek meşhur “insan doğası”na bile aykırı. Üstelik şimdi her köşede bir seks sapığı fakir veya zengin erkek var ama Nebuchadnezzar II gibi hem çok zengin hem sapıka en yakın Harvey Weinstein. Aslında bu sapıklar sayısız ve dünyanın her yerinde. Merak musallatı namuslu ve dürüst ve salt İNSANLIK ve MERAK için her efendiye hizmetkerlık eden bilim adam ve karıları ‘#MeToo’ sayfalarda izleyebilirler.
Zaten siz kendini akıllı sanan ne idüğü belirsiz birisiniz. Türk mü? Türk ise, halis ve saf kan Türk mü? Arap mı? Kürt mü? Amerikalı mı? İspanyol mu? Fransız mı? İranlı mı? Meksikalı mı? Dinci mi? Din düşmanı laik mi? Bilim sever mi? Bilim düşmanı mı? Medeni mi? Medeniyet düşmanı mı?…
Bazı gerçekten bilgili ve zeka küpü Türk arkadaşlar daha önce sizin hem Medeniyet’e saldırdığınızı hem de saldırınızı yazmakla yazıyı kullanmanızın ve diğer sayısız çelişkilerinizi Sherlock Holmes gibi bulup çıkardılar.
Kısa cevaplarıyla bu konularda bilgi seviyelerini de göstermiş oldular. Bu arkadaşlar o kada yüksek yerlerdeler ki, aşağıya sizin gibi cinsi cibileyeti belirsizin seviyesine inmediler.
Türkiyemizde halis Türk kanlı sarışın bilim adam ve karıların bilimsel araştırmalarla bulduklarından bazı emsaller:
TAŞ DEVRİ insanlarının mağaralarda yaptıkları şahane ve eşsiz hayvan resimlerine şeytan işi bilgi sayarla bakan bir sarışın saçı örtülü gerçek Müslüman bilim karısı Kuran’ı Kerim şifre çözümü yardımıyla çözdü. Eğer hayvanların o zamanki isimlerini baş harflerini yan yana yazarsak MUHAMMED çıkıyor.
Laik ve Atatürkçü progressist sarışın Türk bilim adam ve karıları, Atatürk arşivlerinde daha önce yayınlanmamış şifreli yazısı yardımıyla, o zamanki harfleri birleştirdiklerinde ATATÜRK çıktığını kanıtladılar.
Solcu-devrimci- marksist-leninist-maoist-anarşist-ProCareerist-progressit falan filanlar ise materyalist, diyalektik, teori-pricksist, quantum fizisit, sınıf kavgaist-Yanisist-Sanderist-Standing Guyist metotlarla baş harflerden KARL MARX çıktığını iddia ediyorlar.
Sakın şimdi de bunların Erdoğan’a baka baka Erdoğan olduklarını yazmayın.
Gerçi senin gibi pasif-ist birini biz dinamik, genç, cesur ve hatta moruk Atatürkist, Marksist, Aydınist, Bilgeist, Anarşist falan filanlar için işitmeye bile değmeyeceğinizi herkes bilir. Ama hiç belli olmaz: Batı’nın USEFUL IDIOT’I Kaşıkçı’nın başına gelen senin de başına gelebilir. Seyirciler zaten bıktılar ve yeni “spectacle” peşindeler.
Sizi orada ‘Christmas Shopping’ ve ‘Orta Amarika’dan Kuzey Amarika’ya gelenlere ÖLÜM!’ ‘spectacles’, Türkiye’de televizyon dizilerden bile eğlendirici politika aile içi boks maçları. Şimdilik attığı dayaklarla hepsini sersemletip ” anonim + Ordinary Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken”leştiren Erdoğan kazanır gibi. Ama unutmayı her işte bir hayır vardır. Erdoğan aslında, tarihte aynı diğer ‘strongman diktatörler’ gibi çöpçülük yapıyor. Mirasa bizim gibi genç, yetenekli, zeki, cesur, tarihten kopmuş daima “şimdi” yaşayanlar konacak. Atatürkçü, Marksist, Anarşist, Aydınlık Devri TAŞ DEVRİNDE fosil kafalı fırlamaları moruklar gibi taş devrşnde yaşa
Gözünüz aydın Zilelei bey! Nihayet kıymetiniz bilindi. Daha önce sadece profesör Başkaya vardı, şimdi maşallah çok.
Tabii, başta Devrim Profesörü Zileli. Ardında İktisat Profesörü Mahfi Eğilmez, Profesör adayı Doctor Alphan Telek, Profesör adayı Doctor Seren Selvin Korkmaz, Prof. Dr. Metin Sarfati, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Antropoloji Profesörü David Graeber ve Medya Profesörü Özdemir İnce ile GERÇEK profesörü.
“65 Anonim 19 Aralık 18”, “Amerika’ya layık olan halkına layık olamaz!” demiş.
Sanırım ‘Amerika’ lafı ile Amerikan Devlet’i ve İktidarı elde tutan parti kastedilmiş. Aksi halde, ‘Amerika’ kıta, Amerikan halkı, Kuzey Amerika’da bir coğrafi bölge olabilir. Üstelik Güney Amerikalılar ABD’ye ‘Amerika’ denilmesini hoş karşılamazlar.
Ben Amerika = Amerikan Devleti +İktidar anlamında kullandığını varsayacağım.
GERÇEKLER:
Amarikan halkının çoğunluğu Devlet’in varlığını tasvip eder, doğal ve normal bulurlar.
Amarikan halkının çoğunluğu iktidarı ele geçirmeye çalışan partiler arasından tercih ettikleri birine oy verip başa getirirler.
Baştaki iki parti oy verenlerin %90’ından fazlasını temsil ederler.
Diğer partilerin ‘Amerikan Devleti +İktidara’ etkisi sıfır.
İşte tam burada Devrim Profesörü Zilelenin ‘Hayvanat Çifliği’can kurtaranı devrimci marşı devreye girer:
“TEMSİLCİ DEMOKRASİSİ İLE İKTİADARI ELE GEÇİRMEYİ TASVİP EDİP İKTİDARA GEÇME ARZUSU OLMAYANLAR İYİ; HEM ARZU EDEN HEM DE İKTİDARI ELE GEÇİRENLER KÖTÜ!”
Eğer bu altın yumurtayı Türkiye’de yumurtlarsak:
AKP’E OY VERENLER İYİ; AKP kötü!
Tabii, asıl ve daha büyük yumurtaya değinmedik bile:
Oy verenler iktidara geçmeyi arzu etseler de etmeseler de ne değişir?
Erdoğan burada yazan birinden çok ama çok memnun kalırdı.
Yani açıkça yandaşlığını yapanlardan değil, fakat muhalif görünümüyle muhalefeti sabote etmeye çalışan ve bunda da bir hayli başarılı olan bir şahıstan.
Ben anarşist değilim. Sarışın mavi gözlü Türklere veya her hangi bir topluma ilkel olmalarını söyleyecek kadar deli de değilim. Söylediklerimi bu kadar saçma anlayan birilerin akıl dengesinden şüphe ederim. Etmediğim için alay edip gülüyorum. Ama bu işin acı tarafı da var. Böyle beyinliler asıl totaliter düşünceleri o kadar sindirmişler ki, farkında bile değiller. Bu acı olduğu kadar korkutucu.
İnsanların kendilerini örgütlemede iki modelimiz var.
1. Aşağı yukarı 2 -4 milyon yıl, biyolojik değil, sosyal veya kültürel akrabalığa dayanan, kısaca bunlara ‘ilkel’ adı verelim. Biraz ayrıntılı konuşursak Avrupalıların bunları bulup tarihe çıkardıktan sonra kökleri aşağı yukarı kazındı ama hâlâ azınlıklar olarak varlar.
2. En fazla 7 bin yıllık Devlet’e dayanan. Bunun diğer adı, ince eleyip sık dokumazsak, Medeniyet. Ben bu Medeniyet’in en son temsilcilerinden aldığım ilhamla bu 7 binlik insanlara ‘sarışın mavi gözlüler’ adı verdim. Tabii, dünya üzerinde yayılması tarih ve coğrafyaya bağlı.
Ben bunu sonsuz kısalttım: Medeniler kral ve imparator ütopyasında yaşayanlar.
Sonsuz basit ama kırk fırın ekmek bile yeseler bu sitede kimsenin anlamayacağı bir örnek: geometri ‘rigid body’ (katı cisim) yerine insan iç/dış organları veya terzinin kesip biçmesi üzerine kurulsaydı ne “bu benim, bu senin” dırdırları, ne de allahlarının anıtları olurdu.
İşte totaliter düşüncelerin en fanatiği bu salt son 7 bin yıllık insan tarihinin tüm insan tarihine model olarak alınması. Bu 7 binlik tarih de hemen hemen bütünüyle kazananların saray dalkavukları tarafından yazılan tarihi. Bu totaliter düşünce ve kavramlar çocukluktan beyinlere işlendiğinden dışarıdan bakma ve nesnel bir değerlendirmesini yapmak için 2 – 4 milyon insan tarihi hakkında bilgi önemli. Çeşitli medeniyetler, demokrasi, politika, cumhuriyet, seçim, yasa, yasal eşitlik, sosyal sınıflar, para, yazı, okul, kapitalizm, sosyalizm, komünizm, liberalizm… Bu dünyanın ana elemanları ve ana kavramları. Bu düşünceler ve kavramlarla donanmışların aralarında “hangisi daha iyi?” ve benzeri sorular etrafında odaklanması doğal.
Ama yaşam biçimi olarak artık tamamıyla tarihin kara deliğine girmiş bir 2 – 4 milyonluk insan tarihini 7 bin yıllık kavramlarla kıyaslamak ve aynı soruları sormak sosyal bilimler açısından akıl almaz çılgınlık. Onu bırak, bir yolunu bularak kaytaran ve hâlâ yaşayanlarını anlamak bile sizlerin evren kadar büyük beyinlerinizde daha büyük bir mesele. Sanırım asıl nedeni bu kalıntılar çalışanların benim gibi sizlerle kıyasla sonsuz enayi ve aptal olmaları. Ama bir fark var. Bu sitede “en iyisi hangisi?” sorusuna cevap verenlerin peşinde koşturan, okulda bütün ütopya kitaplarını okuyup ezberleyen, örgütsüz partilerinde “en iyi ütopya hangisi?” tartışanlar bana hemen ne kadar enayi olduğumu bir cümle ile hatırlatırlar: Şimdiye gel beyefendi, şimdiye!
Günümüzde bile kültürler arası farklar sayısız yanlış ve çoğu zaman trajik sonuçlara sebep oluyor. Hele şu son yıllarda “aynı kültür/farklı kültür” kavram bile muğlâk oldu. Berlin’den İstanbul’a gelen bir Alman, kuytu bir köyden ilk defa İstanbul’a gelenden daha az şaşkınlık yaşar. Yani eğer, istemeyerek kibarca ifade edersem: 74, 75, 76 kendi kendilerine gelin güveyi olmuşlar.
Belki bu sayfadaki komik bir yazı misal olabilir. İktisatçı Mahfi Eğilmez, kısa bir süre önce, Türkiye’nin gelişme yolunu çizmişti. Şimdi de ne Türkiye ne de gelişmişler gelişsin diyor ve bir ilkel toplumdan ders alınmasını öneriyor. Ben, sayısız büyük bilim adamlarının ve bu sitede bana sayısız karşı olanların (özgürce düşünme adına konuşan 74, 75, 76 ve yüzlerce diğer argümanlar ileri süren gibi) sevimli ve cici bici Kızılderililer önerisini bir nanosaniyede çürüttüklerini defalarca gördüm.
Fikrim sonsuz basit: Bu sitede 2-4 milyonluk ilkellik konusunda zerre kadar bilgisi olan bir kişi bile yok! Hemen medeni gözlükler takılıyor ve komedi başlıyor.
Haksızlık da var. Bu gözlükler sonsuz çeşitli ve aralarında giriştikleri sonu gelmez ‘hangisi daha iyi?’ çatışmalarında kullanılan kibarca zehir dolu saldırılar hoş görülüyor. Eğer tarih dersinde profesör bir öğrenciye 10 üzerinden sıfır verirse, kibar dilde ‘bilgisi yetersiz’ demek oluyor, asla toplum değerlerini dayatmıyor, okulu bitirmezse ne olacağı profesörün işi değil. Nefret dolu insanların kibar ve kardeşçe yaşamaları şart! Ben defalarca bu sitede hiç kimsenin ilkeller hakkında zerre kadar bilgisi olmadığını söyledim; ya terbiyesiz oluyorum veya benden milyonlarca daha iyi bilenler hoplayıp zıplamaya başlıyorlar.
Üstelik ‘hangisi daha iyi?’ devam etmekte ve şimdiye kadar tek çözüm hayal mahsulleri ütopik toplum kitapları. İlginç bir ayrıntı: bu çeşit hayal kitapları kapitalist-burjuva düzeninin gelişme süresinde hızla arttı. Ben ilkeller arasında böyle bir kitabın kazıldığı haberine henüz rastlamadım. Eşer zehirli dilimi kullanırsam, kafese girmemişlerin kafesten çıkma hayal türküleri ötecekleri de aklıma pek yatmıyor.
Kızılderililer tarihini en iyi bilenlerden biri kitabının başında medenilerin son zamanlarda Kızılderilileri sulhsever, çevre sever, hoş görü sever, eşitlik sever… televizyon dizilerine çeviren iktisatçı Mahfi Eğilmez gibileri hemen devreden çıkarır: “Bu yavşaklar ilkellerin insanlığını inkâr ediyorlar.”
Belki sizler de çok evcilleşmiş olduğunuzdan benim insan olduğumu hesaba almadınız. Defalarca ilkellik hakkında, sonsuz az da olsa, bazı önemli bilgiler vermeye çalıştım. Terbiyesizlik, hakaret, küçük düşürme… Veya diplomalı anarşist Zileli’nin bu konuda sonsuz cahilliğini pişkinlik ve hoş görü oyununu yuttutmasına kurban olmalar.
Ben bir ara ders verdim. Belki meslek deformasyonudur. Bir konuyu çok iyi bilenin atıp tutanları ayırt edebilmesinin o kadar zor olmadığına inanıyorum.
Aynı oyunu çok sayıda Türk ve diğer sitelerde de gördüm. Islah olmuş eski bir solcu devrimci tamamıyla tarihsel ve sosyal bir insan tutumunu “insan tabiatı” faşist “deus ex machina” ile açıkladı. Açıkladığını ve tersini içeren 20-25 hem birşeyi hem de tam tersini “insan tabiatı” ile açıkladığım bir cevabı defalarca yazdım. Nihayet herif yayınladı. Kendisi aynı Zileli gibi cevap vermeye tenezzül bile etmedi ama müritler hemen aynı 74-75-76 gibi benin bir fikri dayatmaya çalıştığım türküsün hep bir ağızdan söylediler.
Soru aynı sorun. Günümüzde faşistliğin en kibar savunucusu bilim adam ve karıları bu koyunların beyinlerine genetik ve benzeri bilimsel edebiyatlar ile dolduruyorlar, ben de bunun faşistlik olduğunu ifşa etmek istedim. Bu sitede de, başta Zileli, hepiniz ilkelleri hierarşik merdivene koymakla ırkçı ve faşsit olduğunuzu gösterdiniz.
Nakaratım: Bu sitede ilkeller hakkında zerre kadar bilgisi olan birine rastlamadım!
60’lardan beri hayatım ‘B*ktan meslekler-işler’ yapmakla geçti. Düsturum? “Want not, lack not”. Üstelik sevdim de.
Yeni gurunuz David Graeber’in “On the Phenomenon of Bullshit Jobs” yazısını okurken beni aşağılık duygusu kapsadı. Ne o ne de sizler gibi yaratıcı ve yüksek zekalı olmadığımdan hemen hemen her zaman ‘part-time’ ve b*tan işlerde çalıştım.
Genellikle iş ne kadar basit ve salakçaysa o kadar çok sevdim. Sizler ve gurunuz gibi büyük beyinli patronlar daha etkili ve “productive” olabileceğimi bana hatırlatıp kafamı şişirmeye başlayınca midem bulanmaya başladı ve biraz dayanıp işi terk ettim. Kısacası küçük beyinli olmak, yaratıcı olmamak, bu sitede yazdıklarımdan belli olacağı gibi IQ’üm çok düşük olması beni rahtsız etmedi. O yüzden ilkeller gibi yaşamayı tercih ederim. Hepsi benim gibi salak ve ilerleme hırsından yoksun.
Ekonomi bilmediğimden yeni gurunuzun ekonomi ile ilgili laflarının çoğu benim için kulak dolgunluğu. Ekonomi eski allahın yerini alalı, inşallah, maşallah, allaha ısmarladık, elhamdulillah, allahın işine akıl ermez, her şey allahın (görünmeyen) elinde falan filan yerine ‘ekonomi efendim, ekonomi’, ‘ekonominin altındaki gizli elde efendim’, ‘en son tahlilde ekonomi, efendim’ turşu suyunda turşu olduk.
Gerçi ben şimdiye kadar benim gibi küçük beyinlilerden hep ‘ilk tahlilde ekonomik, efendim’ işittim ama olsun.
Büyük laflar büyük beyinlilerin, gülmek bizimdir!
Gurunuzun aşağıdaki cümlesini görünce içimden hindi gibi kabarmak geldi. Ama “productive” kelimesini görünce sanki ikinci bir doğuş yaptığım 60’lar bile bana canlılık, dinamiklik, ilericilik gibi pozitiflik aşılamadığını hatırlayıp kabarmam sona erdi.
“The ruling class has figured out that a happy and productive population with free time on their hands is a mortal danger (think of what started to happen when this even began to be approximated in the ’60s).”
Her neyse. Keşke şu insanları becerileri ile ölçme merdiveni olmasa hayalleri kurmaya başladım. Her halükârda, “ruling class” pek o kadar enayi değil ama potansiyel müritlere “mortal danger” olabilecekleri ümidi vermekte zarar yok. Eğer şimdiye kadar salt ‘b*ktan devrimler’ olmuş olsa da, bir zamanlar benzeri ümitlerle heyecanlanan ama şimdi fitili tükenmiş moruklar ‘bir ‘b*k yiyememiş’ olsalar da “GENÇLER YOLDA!”.
Seyirciler sarı yelek haberlerinden bıkmışa benziyorlar ama sarı yelekliler deyip geçmeyin. Zileli Türkiye’de yeni bir ivme, ‘Peter Joseph-Guy Standing-Yanis Varoufakis’lerin pabuçlarını atıp D. Graeber ‘groupi’si olanlar aynı dünyada yeni ve daha iyi ivme ile hızlanmışlar.
“Ruling classs” ‘mortal danger’i görüp tehlikeyi bertaraf etti. İşi, özellikle sizler gibi büyük beyinlileri ‘mortal danger’in başını çekenler ilan ederek becerdiler. Aynı baş çekme yıldızları olmak isteyen solcu-marksist-anarşist-hızlı devrimciler dünyayı da kendi kendilerini de “ruling classs”dan daha hızlı değiştiriyorlar. Her şimdiyi kaçırdıklarında, “şimdi, şimdi, şimdi” naraları atıyorlar.
Gurunuzun ikinci bir öbeği daha bana dokandı: “it’s moral and political”
Benim moralim “78 Anonim 21 Aralık 18” arkadaşı okuyunca çok düzeliyor, sizleri ve gurularınızı okuyunca çöküyor. Diyalektik cilvesi.
Üstelik ‘B*ktan meslekler-işler’ pek o kadar fena değiller. Örneğin ben sayısız defa bahçecilik yaptım ve geçende bir yazı düşündüğümü onaylar gibi: “Many of the world’s centenarians share one common hobby: gardening.” Ben bu işlerden biraz para bile kazandım. Bazen Türklerin özgürlük olmayan Türkiye’den kaçıp özgürlük dolu Avrupa’da açtıkları şirketlerde ve bazen ekolojik yiyecek yetiştirip satan “alternatif” Avrupalıların bahçelerinde.
Biliyorum şantajınız “sword of Damocles” gibi kellemin üstünde sallanıyor ama kaç patron beni tekme tokat kapı dışarı etti, artık alıştım, hele bu sitedeki hakaretler, ‘forget it’.
Bence ‘b*ktan meslekler-işler’ olan bir toplumda daha az b*ktan meslekğe atlama arzusu ile yaşamaktansa meslek olmayan bir toplumda yaşamak daha iyi.
Bence, yeşil yeleklilerin ortalama kazançlısının yıllık geliri karımla benim 2-4 yıllık gelirimizi aşar. Siz veya gurunuzunki 3-5 yıllık gelirimizi aşar.
Bence, eğer yemek yapmak, bahçede çalışmak veya evi temizlemekte güzellik ve şiir kalmamışsa, en iyisi yaratıcı “ruling classs”ın dalkavukları gibi yaratıcı mesleklerde çalışmak.
Neden daha da geriye gitmiyoruz? (Ya da izin vermedikleri için gidEmiyoruz?)
Eğer insan türü şu kadar yıllık iken “medeniyet”, “şehirleşme” ve “devlet” dediğimiz yapılar sadece şu kadar zamandan beri var ise, neden “insan türü” de sadece şu kadar yıldan beri var, oysa bütün diğer canlılar çok daha eski diyerek “insan türü”nün oluşumuna da muhalefet etmiyoruz?
“Erdoğan burada yazan birinden çok ama çok memnun kalırdı.” Yargınıza katılıyoruz ve uzun zamandır aynısını düşündük. Ancak yazdıkları birbirini tutmadığı için aramızda tam bir anlaşmaya varamadık.
Siz nasıl farkına varıp emin olabildiniz?
“Sen doğarken bu dünya vardı, sen doğmadan da vardı bu dünya! Adem’den, bütün peygamberlerden önce de vardı bu dünya; her türlü tanrıdan, tanrılardan ve dahası Tek Tanrı’dan da önce vardı bu dünya.
Var olanı bulmaya keşif, var olmayanı bulmaya (yapmaya) icat denir: Amerika anakaraları var oldukları için keşfedilmiştir; atom, DNA, RNA, yerçekimi de gene var oldukları için bulunmuştur. At arabası, tren, otomobil, bisiklet, penisilin ve benzeri ilaçlar, buzdolabı, televizyon, cep telefonu ve benzerleri yapılmış ve yaratılmıştir. Var olan bilgiler ve malzemeler kullanılarak yaratılmıştır.
İmamların, hacı ve hocaların “Kuran’da yeri var” demelerine bakmayın; Kuran’da olan bilgiler, Hz. Muhammed’in (MS 22 Nisan 571, MS 8 Haziran 632) yaşadığı MS 7. yüzyıla ait bilgilerdir. Son ayetin indiği günden sonraki bilgileri içermez. İçerdiği bilgiler de çağının nesnel bilgilerinden ibarettir, onlarla çelişmez. Ama sadece Kuran değil, bütün yaratılış efsaneleri, Tevrat ve İncil de günümüzün bilgisi ile çelişmekte.
Konumuz başka: İnsanın gövdesinde bilgi salgılayan bir organ bulunmadığını kaç kez yazdım. İnsan beyni bir aküye benzer; boşken işe yaramaz içini dolduracaksın, tıpkı cep telefonunu şarj eder gibi. Bildiğimiz her şeyi bizden öncekilere borçluyuz. Yazdığımız, yaptığımız, yarattığımız her şeyi bizden öncekilere, sarı, siyah ve beyaz atalarımıza borçluyuz.
Yıllar önce yazmıştım: Bir çocuğu doğar doğmaz yalnız bıraksak, bir taştan farkı olmaz. İnsanlar arasında yaşasa konuşabilir ama hiç resim görmezse, hiç müzik dinlemezse, ressam ve müzisyen; hiç masal dinlemez ve hiçbir şey okumazsa şiir ve roman yazamaz.”
***
SENDEN ÖNCE
ÖZDEMİR İNCE
22 ARALIK 2018
http://ozdemirince.com/senden-once-2/
İnsanın “aslı” üzerine:
“Protestoların ana teması şuydu: Esasen bir Bosnalı olan Emir Kusturica, daha önce yaptığı açıklamalarla Bosna katliamını önemsiz göstermiş ve Sırpları destekleyen bir tutum almıştı. Yani, öyle anlaşılıyor ki, Kusturica, esasen Bosnalı değil de Sırp olsaydı, bu tür açıklamalar yapması fazla sorun olmayacaktı. Vay haline “aslını inkâr” edenin!
Bu “aslını inkâr” meselesi çok kafa bulandırıcı bir şeydir. Ne demektir insanın “aslı”. Bırakın milliyetlere ve dinlere ait olmayı, insanlığa ait olmak bile tartışmalı bir konudur. Mesela biri, “aslı”nın insan da değil, memeliler olduğunu ileri sürebilir. Bu “aslı” meselesi tek hücrelilere, hatta evrendeki bütün varlıklara ait olmaya kadar gidebilir.
Ben, Emir Kusturika’dan, Can Dündar’la NTV’de yapılan röportajında böyle sofistike bir cevap vermesini beklerdim. Bunu yapmadı. Tersine, Bosnalıların da köken olarak dört yüz yıl öncesinde Sırp olduklarını söyledi. Bosnalıların, sonradan, Osmanlı İmparatorluğu’nun işgali döneminde Müslümanlığı kabul etmiş Sırplar olduğu anlamına gelecek şeyler söyledi ki, bu hiç de yanlış değildi. Evet ama beş yüz yıl önceki Sırpların aslında Slav, bin yıl önceki Slavların da Avarlar olduğunu ileri sürmek pekâlâ mümkündür. Bu böylece gider ve en sonunda tek bir “ırk”a, insan ırkına varılır. Burada da durmaz. İnsanın da memelilerin bir kolu olduğuyla devam eder gider. Dolayısıyla bu aidiyet meselesinin içinden çıkmak mümkün değildir.”
Sorry…Emir Kusturica
Gün Zileli
http://www.gunzileli.com/2010/10/11/sorry…emir-kusturica/
Teşekkürler Sayın Zileli!
Kimse sana “ilkel tamtamlar”ı dinleme veya kliplerini (yani “tamtamcılar”ı) izleme yasağı koymuyor. Sonuçta onlar da “ruhun gıdaları”ndandır.
Ama bir ömür boyunca sadece tek bir tür “gıda”yla beslenmek sağlık için pek iyi olmaz.
Arada bir de aşağıdakiler gibi “modern gıdalar”la beslenmenin neresi kötüdür?
https://www.youtube.com/watch?v=IetIg7y5k3A
Bahse girerim bu “ruh gıdası”na bakmayacaksın bile.
Yanılırsam gel yüzüme tükür.
Bu “ruh gıdası”nı beğenirsen iki kere tükür.
Bu “ruh gıdası”nın klibinde gördüğün şeye sen de benim gibi aşık olursan yüzüme yağmur at.
Ama anlaşılan o yağmuru sonsuza kadar bekleyeceğim. Çünkü “gıda”dan anlamayan bir “ruh”suz ve bir “kalp”siz ile konuşuyorum.
Kusmak Bilmeyen Adam, Durmak Bilmeyen Nakarat
“İlkellik/Medeniyet” nakaratını 365 gün 24 saat boyunca durmaksızın tekrarlayan yeni süper kahramanımızın eline kimse su dökemez.
“Balkan Oligarşisi” nakaratçısı Mr. Engineer,
“Ulussuzluk/Ulusçuluk” nakaratçısı Küçükmünevver,
“Kürdler devletleşmeli” nakaratçısı Hüviyet (Türkçesi: Kimlik) sitesi,
“CeHaPe zihniyeti” nakaratçısı ReTaE,
Ve hatta “FETÖ nakaratı korosu”, yani bugünlerdeki iktidar, muhalefet, medya, vatandaş, kısaca tüm Türkiye bile.
Çünkü süper güçleri olan bu kahramanımız nefes almaya ihtiyaç duymuyor.
Fakat tek zayıf yanı nefes almaya muhtaç olan bizler gibi her saniye “İlkellik/Medeniyet” nakaratını almaya muhtaç olmasıdır.
E o kadar olacak tabii. Kimse Tanrı değil. “En süper kahraman bizim kahraman” bile.
Anthropologist David Graeber’s book ‘Debt: The First 5,000 Years’ ( https://www.amazon.co.uk/Debt-First-Years-David-Graeber/dp/1612194192/ ) has hit a chord with a lot of people who are concerned about rising inequalities in the United States and elsewhere. Graeber is an economic anthropologist, a discipline that pays close attention to the ways that material arrangements worked in detail in pre-state societies. One of the great works in this field is Marshall Sahlins’ book ‘Stone Age Economics’ which paid very close ethnographic attention to how the social arrangements worked in hunter-gatherer societies when it came to gathering and consuming food and other necessities of life. (My main recollection is that Marshall Sahlins found that hunter-gatherers worked much shorter days than their successors, the farmers, and had much more time to enjoy the finer things of life, including stories and jokes.) Graeber is also described as one of the intellectual sources of the ‘Occupy Wall Street’ movement, and ‘anti-globalization activism’ has been an important part of his life for a long time.
The book is difficult to characterize. It’s about debt and money through history, but it’s really not a work in economic history. It offers a lot of ethnographic detail about borrowing, lending, gifting, and reciprocating, but it’s not really a work of anthropology. And it offers morally valenced language to describe debt and credit, but it’s not really a polemical critique of the present financial system. It is certainly an engaging, interesting, and thought-provoking book, and Graeber appears to know a great deal about the social and institutional histories of the main civilizations of Eurasia.
One line of thought is perfectly clear in the book: Graeber wants to demolish the myth of the ‘truck-and-barter origins of money’. This is the standard story within classical and neoclassical economics. But Graeber thinks it is a complete fiction. He regards this as a just-so story that doesn’t make any sense ethnographically, and has never been observed in real pre-state societies.
Graeber’s case for this position seems to be a sound one. But why exactly does it matter? It seems to be a bit analogous to literal-minded social contract arguments: That the state is legitimate because it descends from a primordial agreement among all citizens to create its authority. But discrediting the origins story doesn’t really tell us anything about the functioning system. We have an economic system today that coordinates activity through money and credit, and it doesn’t really matter very much if we know exactly how it came about. I think that Graeber is focused on the issue because he thinks the myth helps to convey the view that the contemporary economist’s view of human activity (‘self-serving actions designed to maximize one’s own utility’) is in fact an historical universal, applying to pre-modern and non-western social settings as well as to the New Orleans cotton exchange.
Graeber’s view, by contrast, is that most human activity doesn’t conform to this model; that ‘the gift relation’ and ‘the practice of open-ended reciprocity’ are much more characteristic of the human condition.
There are many startling facts and descriptions that Graeber produces as he tells his story of the development of the ideologies of ‘money’, ‘credit’, and ‘debt’. One of the most interesting to me has to do with ‘The Wonderful Wizard of Oz’.
(This is roughly as startling to me as an interpretation of ‘Star Wars’ as an extended allegory on Reaganism [intervention in Nicaragua, scary military officers in the background, etc.] This doesn’t quite work, though, since ‘Star Wars’ appeared in 1977, three years before Reagan’s first election as president.)
One of Graeber’s recurring themes is that money and debt are reciprocals of each other. He tells many stories about IOU’s (abbreviated from the phrase ‘I owe you’) being passed around within a community: John promises to give X to Alice; Alice passes on the IOU to Robbie in exchange for a beer; Robbie takes the IOU to the nail shop and exchanges it for a pound of nails from Bert; and Bert eventually comes back to John to redeem the IOU. In this circuit, the statement of debt serves as a basis for folk currency within a local society. But Graeber argues that the establishment of ‘Bank of England’ resulted in bank notes that were no more or less than IOU’s from the state. (Page 49, ‘Debt: The First 5,000 Years’)
Another theme that comes into the book is the close connection that Graeber draws between ‘money and currency’, and ‘violence and war’. He argues that ‘trust’ and ‘extended credit arrangements’ work very well during periods of peace; whereas a period of extended warfare puts a premium on the portability and anonymity of precious metals. So warfare pushes societies (and monarchs) towards the use of currency made out of precious metals. He goes further: Monarchs needed to pay their armies, in Europe, central Asia, and East Asia; and precious metals (coins) work best for the heavily armed and footloose soldiers who made up those armies.
And:
Graeber has a preferred alternative to a society based on barter, market exchange, debt, warfare, slavery, and ‘peonage (debt servitude)’. It is what he calls a ‘human economy’:
An intriguing, and somewhat perplexing, part of Graeber’s analysis is his effort to link the value systems of Eurasia’s great civilizations to the social creation of money, credit, and debt. A central thrust here is his analysis of the ‘Axial Age’; the period from 800 BC to 600 AD when there was great creativity in the emergence of new spiritual leaders and movements. There was, simultaneously, extensive warfare; and there was the simultaneous invention of currency in several widely separated places. He illustrates this nexus with the case of China:
So what is the connection he wants to draw between value systems, social violence, and money? It is unclear to me; somehow Graeber weaves together a fascinating narrative involving each of these. He does think there is a connection, but it’s difficult to see what is thought to be causal in the story.
He pulls out ‘materialism’ as a thread in the philosophical systems that emerged in the ‘Axial Age’ (China as well as Greece) and suggests an analogy between the idea of an abstract fundamental physical substance that is the substrate of everything physical, and the idea of an abstract unit of measure of all commodities, money (page 245); but it’s hard to see a consistent and compelling idea here about the intertwining development of philosophy and economics. Here is the closest he comes to a statement of the nature of the connection he finds:
Where does it all lead? After a walk through the Middle Ages (major improvement in quality of life over the ‘Axial Age’, according to Graeber), we get to ‘capitalism’:
Does he bring this parable to a practical piece of advice? He does, actually:
As I mentioned at the start, Graeber is also an activist who has been strongly involved in ‘anti-globalization protests’ in the past fifteen years.
His book ‘Direct Action: An Ethnography’ ( https://www.amazon.co.uk/Direct-Action-Ethnography-David-Graeber/dp/1904859798/ ) is an interesting cross-over book bringing together his ‘anthropologist’s training’ and his ‘activist experience’; it is an ethnography of the anarchist activism movement as he has experienced it. I’ll discuss this work in a future post.
Here are two interviews with Graeber that give a pretty good idea of his style and critical views about the present:
(1) ( http://cdn.conversationsnetwork.org/ITC.TN-DavidGraeber-2011.09.01.mp3 )
(2) ( http://www.indybay.org/uploads/2011/11/24/david_graeber_montreal_3.mp3 )
Both are very interesting to listen to.
[Written by ‘Daniel Little’
Daniel Little is professor of philosophy at the University of Michigan-Dearborn and professor of ‘public policy’ and ‘sociology’ at the University of Michigan-Ann Arbor. His research interests fall within the ‘philosophy and methodology of the social sciences’, and he has a special interest in China. He writes frequently on topics at the ‘intersection of philosophy’, ‘sociology’, and ‘organizational dysfunction’. He is a regular participant in the Social Science History Association and the Association for Asian Studies.]
Jacques Ellul – ‘Sözün Düşüşü’ & ‘Technological Society’
Alain Testart – ‘Le Communisme Primitif’
Johan Huizinga – ‘Homo Ludens’
Günther Anders – ‘The Obsolescence of Man – On the Destruction of Life in the Epoch of the Third Industrial Revolution’
Fredy Perlman – ‘Against His-Story, Against Leviathan’
Edward Said – ‘Şarkiyatçılık (Orientalism)’
Guy Louis Debord – ‘Gösteriş Toplumu (Society of the Spectacle)’
Jean Baudrillard – ‘Tüketim Toplumu’, ‘Simülakrlar ve Simülasyon’ & ‘Nesneler Sistemi’
José Ortega Y Gasset – ‘The Revolt of the Masses’
Elias Canetti – ‘Crowds and Power’
Samuel Noah Kramer – ‘History Begins at Sumer’
Marshall Sahlins – ‘Stone Age Economics, Age of Abundance’
Marshall Sahlins – ‘The Western Illusion of Human Nature’
Jacques Cauvin – ‘The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture’
Stanley Diamond – ‘Searching for the Primitive’
Chuang Tzu – ‘The Complete Works’
Pierre Clastres – ‘Society Against State’
Pierre Clastres – ‘Archeology of the Violence’
Tim Ingold – ‘Hunters, Pastoralists and Ranchers’
Eduardo Viveiros de Castro – ‘Images of Nature and Society in Amazonian Ethnology’
Michael Taussig – ‘The Devil and Commodity Fetishism in South America’
Richard Borshay Lee & Irven DeVore – ‘Man the Hunter’
Philippe Descola – ‘The Ecology of the Others’
Hans Peter Duerr – ‘Dreamtime, Concerning the Boundary between Wilderness and Civilization’
Henri Frankfort – ‘The Birth of Civilization in the Near East’
Jean Bottero & Clarisse Herrenschmidt & Jean Pierre Vernant – ‘Ancestor of the West, Writing, Reasoning, and Religion in Mesopotamia, Elam, and Greece’
Christopher Hill – ‘The World Turned Upside Down’
Ernst Bloch – ‘La Philosophy de la Renaissance’
Max Horkheimer – ‘Les Débuts de la Philosophie Bourgoise de l’Histoire’
Crawford Brough Macpherson – ‘The Political Theory of Possessive Individualism – From Hobbes to Locke’
Richard Henry Tawney – ‘Religion and the Rise of Capitalism’
Karl Paul Polanyi – ‘The Great Transformation’
Fernand Braudel – ‘Civilization and Capitalism’ & ‘La Dynamique du Capitaisme’
Deirdre N. McCloskey – ‘The Secret Sins of Economics’
Immanuel Wallerstein – ‘Utopistic’
Christopher Lasch – ‘The Culture of Narcissism – American Life in an Age of Diminishing Expectations’
Jacques Camatte – ‘The Wandering Humanity’
Richard T. Drinnon – ‘Metaphysics Indian Hating & Empire Building’
Lewis Mumford – bütün kitapları
Mircea Eliade – bütün kitapları
Sven Lindqvist – ‘Exterminate All the Brutes’
Norman Rufus Colin Cohn’un eski kitabı ‘The Pursuit of the Millennium – Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages’ ve daha yeni kitabı, ‘Cosmos, Chaos and the World to Come – The Ancient Roots of Apocalyptic Faith’
Ivan Illich – ‘Rivers North of the Future’
Samuel Butler – ‘Erewhon or, Over the Range’ & ‘Erewhon Revisited Twenty Years Later, Both by the Original Discoverer of the Country and by His Son’
John Zerzan – ‘Future Primitive and Other Essays’ & ‘Against Civilization – Readings and Reflections’
Étienne de La Boétie – ‘The Discourse on Voluntary Servitude, or the Against-One’
James C. Scott – ‘The Art of Not Being Governed – An Anarchist History of Upland Southeast Asia’
Bu çeviriyi “Dünyada gelmiş geçmiş bütün insan toplumları sınıflı/sınıfsız, medeni/barbar yahut devletli/devletsiz olmak üzere ikiye ayrılır.” katkısında bulunan “78 Anonim 21 Aralık 18” arkadaştan dolaylı özür dilemek için yaptım.
Not 1: Erdoğancı benden ekleri okumadan da okuyabilirsiniz.
Not 2: Erdoğancı ben, bu sitenin hâlâ, dalkavuklar tarafından tarihleri yazılmamış, salt otobiyografisi olan 2-4 milyon yıllık insanlar hakkında zerre kadar bilgisi olmayan acınacak cahiller yığınının dırdırlarından oluştuğuna inanıyorum.
***makalenin çevirisi***
Arapçada, zor ‘anlamına gelen ‘Asir’ bölgesindeki Qahtan kabilelerin tarihi zorluk dolu. Yerel folklorlara göre ‘ bir avuç Qahtani ailelerinin ovaları işgal eden Osmanlı ordusundan kaçıp ulaşılması güç çentik uçurumlu Asir’e yerleşmesi ile başlamış. 1932’de Suud Hanedanı’na sadık kuvvetlerin işgali ile Suudi ULUSUNA dâhil edilme ile [ERDOĞANCI BENDEN EK: KAÇMAK] sona erdi.
Dağlardaki küçük, KENDİ KENDİNİ YÖNETEN [ERDOĞANCI BENDEN EK: NE? OLMAZ! OLAMAZ! MEDENİ OLMAYAN MÜSLÜMAN OLAMAZ! HZ. MUHAMMED (S.A.V) MEDİNE’DE BÜTÜN MÜSLÜMANLARI DEVLET TARAFINDAN YÖNETILEN MEDENİLİĞE KAVUŞTURDU. SOLCU-DEVRIMCİ-MARKSİST –KEMALİST-ANARŞİST-ULUSALCI FALAN FİLAN YOLDAŞLARIMIZ DA İLK DEVLETLİ OLUP İNSAN OLMAYI HAK EDEN UYGUR’DAN İLHAM ALIP “MEDENİYET”İ “UYGARLIK” ETTILER.] gruplarda yaşayan Qahtani köyleri, 20. yüzyıl sonlarına kadar erişilmesi çok zor olduğundan SİYASİ ÖZERKLİKLERİNİ KORUDULAR. Mesela Habala’ya (halat demek) ancak bir tırabzan ve halat merdivenleri ağı ile ulaşılabilirdi. Suudi hükümeti tarafından 1990’larda bir TELEFERİK İNŞASI uzak bölgeye erişimi arttırdı [ERDOĞANCI BENDEN EK : AYNI ERDOĞANIMIZ GİBİ HEM İLERI HEM GERİ]. Ancak aynı zamanda kabilelerin ULUSAL kimliğe entegrasyonu ile bu eşsiz kültürlerin modernleşmeye dayanıp dayanamayacağı sorunu ortaya çıktı[ERDOĞANCI BENDEN EK : ORAYA BİR DE ATATÜRK VE MARKS VE İVMECİ ZİLELİ VE GRAEBERİST İVMECİ GEREK] .
Bölgeyi turistler için daha erişilebilir hale getirme projesinin bir parçası olarak, 20. Yüzyılın son yarısında Suudi hükümeti, Habala gibi köy sakinlerini zorla yerleştirdi. DAHA İYI ALTYAPIYA, HİZMETLERE VE OKULLARA ERİŞİMİ sağladı. [ERDOĞANCI BENDEN EK : AYNI ERDOĞANIMIZ VE İVMECİLER GİBİ]. Ancak aynı zamanda kabilelerin ULUSAL kimliğe entegrasyonu ile bu eşsiz kültürlerin modernleşmeye dayanıp dayanamayacağı sorunu ortaya çıktı [ERDOĞANCI BENDEN EK : ORAYA BİR DE ATATÜRK VE MARKS VE İVMECİ ZİLELİ VE GRAEBERİST İVMECİ GEREK] : TURİSTLERİN ASİRİ KÜLTÜRÜNÜ KEŞFETMESİ.
Şimdi “Çiçek Adamlar” olarak tanınan Qahtan köylüleri sadece turist kılavuzluğu, geleneksel bölgesel dansların sahnelenen gösterilerini yapmak ve işlerini turizm ekonomisi etrafında inşa etmek için atalarının köylerine geçici olarak geri dönüyorlar.
ERDOĞANCI BENDEN BİR EK DAHA: BU EK DAHA ÇOK BU SİTEDE HIZLA ARTAN BİLİM ADAMALARININ ALTTAKİ ALINTI TÜRDEN.
“Asiriler her zaman gururla topraklarından elde ettikleri ve evlerini kendi kendine sürdürebilecekleri [ERDOĞANCI BENDEN BİR EK: YANİ, MODA OLAN SÜREN EKONOMİK BÜYÜME (Dr. Prof. falan filan Eğilmez’in kulakları çınlasın)] bir tarzda inşa ettikleri için” projenin başını tutan karı misyonunu şöyle açıklıyor: “aslında dünya çapında son moda trendlerin Asiriler arasında ön planda olduğu bir gerçek.”
SONSUZ DEFA YAPILAN KAFESE ALMA ŞARLATANCILIĞI SON PARAGRAFA EKLER:
YAŞASIN HER ŞEYİN İVME KAZANIP DAİMA DEĞİŞMESİ!
YAŞASIN HER ŞEYİN DAİMA AYNI KALMASI!
GEBERSİN DEĞİŞİP MORUKLAŞANLAR!
YAŞASIN DAİMA GENÇ KALAN MORUK DEVRİMCİLER!
YAŞASIN DAİMA GENÇ KALAN GENÇLİK!
“87 Anonim 22 Aralık 18
Sen doğarken bu dünya vardı, sen doğmadan da vardı bu dünya! Adem’den, bütün peygamberlerden önce de vardı bu dünya; her türlü tanrıdan, tanrılardan ve dahası Tek Tanrı’dan da önce vardı bu dünya.”
Have you been reading Aristotle lately, Mr. ÖZDEMİR İNCE?
Perhaps you should have added ‘le vide’ so that the new and improved revolutionary jargon İVMECİLİK – MOVEMENT does take place and thereby complete your “the theory of everything for idiots” article.
No wonder you seemed to appreciate Heraklitos (Héraclite) who couldn’t catch the same fish twice in “The Menderes River”.
Well let me tell you Mr. İnce & Mr. Aristote & Mr. Héraclite
There are more things in heaven and earth,
Than are dreamt of in your philosophy.
C’est la découverte de l’Amérique qui, on le sait, a fourni à l’Occident l’occasion de sa première rencontre avec ceux que, désormais, on allait nommer Sauvages. Pour la première fois, les Européens se trouvaient confrontés à un type de société radicalement différent de tout ce que jusqu’alors ils connaissaient, ils avaient à penser une réalité sociale qui ne pouvait prendre place dans leur représentation traditionnelle de l’être social: en d’autres termes, le monde des Sauvages était littéralement impensable pour la pensée européenne. Ce n’est pas ici le lieu d’analyser en détailles raisons de cette véritable impossibilité épistémologique : elles se rapportent à la certitude, coextensive à toute l’histoire de la civilisation occidentale, sur ce qu’est et ce que doit être la société humaine, certitude exprimée dès l’aube grecque de la pensée européenne du politique, de la polis, dans l’œuvre fragmentaire d’HÉRACLITE. À savoir que la représentation de la société comme telle doit s’incarner dans une figure de l’Un extérieure à la société, dans une disposition hiérarchique de l’espace politique, dans la fonction de commandement du chef, du roi ou du despote: il n’est de société que sous le signe de sa division en maîtres et sujets.
Giriş notu: Ne kadar din değiştirirseniz değiştirin doğuştan getirdiğiniz hiyerarşik beynini değiştiremezsiniz, Gün Zileli Bey.
Sitenizde akıl almaz cahil faşistlere sesiniz çıkmıyor ama filim yapan birinin cahil salak olması sizi şaşırtmış. Kendinize bir aynada bir bakın. Kendi cahilliğinizi görmektense başkalarında görmüşsünüz. İyi siz bakmazsanız, ben göstereyim.
“İnsanlığın “aslı” İLKELLİK mi?” (Zileli Bey İlkelci olmaya hazırlanıyor)
Cevabını dolaylı da olsa siz vermişsiniz.
“Ne demektir insanın “aslı”. Bırakın milliyetlere ve dinlere ait olmayı, insanlığa ait olmak bile tartışmalı bir konudur. Mesela biri, “aslı”nın insan da değil, MEMELİLER olduğunu ileri sürebilir. Bu “aslı” meselesi TEK HÜCRELİLERE, HATTA EVRENDEKİ BÜTÜN VARLIKLARA AİT OLMAYA KADAR GİDEBİLİR.
Ben, Emir Kusturika’dan, Can Dündar’la NTV’de yapılan röportajında BÖYLE SOFISTIKE BİR CEVAP VERMESİNİ BEKLERDİM. Bunu yapmadı. Tersine, Bosnalıların da köken olarak dört yüz yıl öncesinde Sırp olduklarını söyledi.”
Günaydın kara cahil Gün Zileli bey: İlkeller canlı cansız ayırımı yapmazlar! “Animizm” diye bir salak profesörler lafını bile duymamışsın galiba. Kusturika gibi bir sana benzer medya artisti yerine en azından Kurosawa’nın Dersu Uzala (1975) filmini seyretseydin bunu görmüş olurdun. Filimde Dersu Uzala çok çatırdadığı için ateşi azarlar. Güneşin en önemli insan olduğunu, dağların nefes alıp verdiğini söyler. Eğer gördüysen Stalinci günlerine rastlamış olduğundan bastırmış olabilirsin.
Sayısız defa hoş gördüğün ve sana benzeyen sayısız ırkçı faşistleri uyarmak için siteye kopya ettiğim Tagore’nin “Africa” şiirinde bu inanışa üstü örtülü değinilir. Ama sen kıskançlıktan yanıp tutuştuğun için okuduysan bile anlamamışsın.
Canlı cansız ayırımı, tarihsel belgelere göre, REASON = AKIL YÜRÜTME ile başlar, yavrum. Ve bu, allahınız İLERLEME (PROGRESS) beyin yıkama mitinin tarihte ilk çıkışı. REASON yardımı ile cansızlar dünyası anlaşılır olur ve dolayısıyla allahınız PROGRESS mümkün olur. Diğer allahınız kapitalist-burjuvalar, sadece yeniden devreye soktular. İlki biraz sizler gibi büyük beyinlilerin anlayacağı türdendi, çok soyuttu, bulutlar arasındaydı. Kapitalist-Burjuva allahınız ıvır zıvır üretimi ve dünyayı ele geçirme ile sizler gibi güce tapan sıradanlara da mal etti.
Bence, PROGRESS krallar ve imparatorların sizler kadar cahillerin bile görecekleri göz kamaştırıcı ve hâlâ kamaştıran becerileriyle başladı. Yani, daha eskiye gider. Yani, ilk Medeniyet ile başlar. Zaman gidip gidip az çok aynen dönerek dönüşsel olmaktan çıkıp siz devrimcilerin ivmesini kazandı, göz bebeğiniz doğrusal oldu, siz ağızları sulananları İLERLEME peşinden koşturdu. hHiyerarşik krallar ve imparatorlar dünyanız çok tiksindirici.
Ben öyle sanıyorum ki, her yolunu kaybeden dinci gibi, eninde sonunda, flört etmeye başladığınız ilkellikten de bıkıp, asıl dininize dönüp “tozdan geldik, toza döneceğiz” huu huuları çekecek, dervişler gibi kuyruğunuzu yakalamak için dönüp duracaksınız, aynı şimdi yaptığınız gibi.
‘Malagasy people’ın hayatlarından çıkarılacak dersler…
17., 18. ve 19. yüzyılda yaşananlar; hep, günümüzdeki sorunlarımıza çözümler aramak amacıyla sık sık dönüp baktığımız, işaretler aradığımız çağlardır. Özellikle bu 3 yüzyıl, hep, tarihin bütününü domine eder; sanki diğer çağların hiç olMAdığı, onları araştırmaya meraklanMAmamız gerektiği bizlere öğretilmiştir.
Bu ‘at gözlüklü bakış (blinkers)’ı, bu kısırlığı, bu doktrinerliği terk etmekte epey geç kaldık. Bu 3 yüzyılın çok çok öncesinde, binyıllar öncesinde var olan ‘yaşanmışlıkları’ merak etMEmeyi, görMEmeyi, duyMAmayı, okuMAmayı, öğrenMEmeyi beyinlerimize enjekte ettiler.. Bunların çoğundan haberdar bile olMAmamızın bir başka sebebi de, yaşananları tanımlayabilecek dillere bugün sahip olMAmamız, çoğunu unutmuş olmamız olabilir..
Antropolog David Graeber, ‘guru’ olMAdığını anlatıyor:
Question: Could you tell us a little bit about your life, your parents and your family background?
David Graeber: I grew up in a cooperative in New York – in Manhattan, Chelsea. My father was a plate stripper and my mother was a garment worker. My mother had also been the female lead in a musical review entirely made up of garment workers called ‘Pins and Needles’. The play became a hit on Broadway, so she was a star for three or four years, and then had to go back to being an ordinary person again. My father was working class, but I guess we were what’s sometimes described as ‘working class aristocracy’ (book-lovers, engaged in an artisanal kind of skilled labour) but we never had money. I found this background was a great impediment, especially in grad school, because it meant while I usually knew far more about, say, the ‘Oresteia’ than the ‘bourgeois’ students, I was completely lacking in professional manners.
My father tried his best; he did not want me to become an activist. I think he felt very guilty that he had avoided opportunities to become an ‘exploiter’, and that he couldn’t have come through for his children as he would have liked to. He fought in Spain, and he knew a lot of anarchists, but he was never one himself.
He lived in Barcelona at a time it was run on anarchist principles and he would always tell me these fun stories about it. He always said ‘Barcelona was one of the greatest experiments in world history’, because what we discovered there was that ‘white-collar workers’ don’t actually do anything. In Barcelona, their idea of having a revolution was to get rid of all the managers and just carry on without them. And nothing really changed.
Question: Growing up, were there any texts or writers that particularly inspired you?
David Graeber: There were a lot of books around the house when I was growing up, but almost no books of critique. I mean I’m sure my parents had ‘Das Capital’, at least volume one, but very few books about how awful the world was. They had lots of science fiction, lots of history, and lots of anthropology. I think their attitude was ‘I spent my nine-to-five working, experiencing how this system sucks for myself; I don’t need to read about that; I want to read about what other ways of existing might be like.’ I still like that. I like it when plucking something off the shelf takes you to another world completely. I like things that aren’t explicitly political, but open up radically different ways of being.
George Orwell’s ‘Homage to Catalonia’; that was important to me, too. My father gave it to me, to give me a sense of the politics, but reminded me to take it with a grain of salt, to take everything you read about Spain with a grain of salt.
Question: In the U.K. we often talk about the ‘right to protest’? Should protest be conceived of in a rights discourse?
David Graeber: I find the word ‘protest’ problematic. With ‘protest’, it sounds as though you’ve already lost. It’s as though it’s part of a game where the sides recognise each other in fixed positions. It becomes like ‘the Foucauldian disciplinary game’ where both sides sort of constitute each other. In that sense, Foucault was right: Resistance is almost required to have power. Which is why I like the concept of ‘direct action’. I think in a lot of ways we’ve been going backwards. I come from the U.S. so I know what’s going on there better, where the right to protest, to dissent, to oppose the government is explicitly enshrined in the constitution, and yet flagrantly ignored.
Question: So, to flesh out the distinctions then: What is the difference between ‘direct action’ and ‘protest’, or ‘direct action’ and ‘civil disobedience’? What is special about the term ‘direct action’?
David Graeber: Well the reason anarchists like ‘direct action’ is because it means refusing to recognise ‘the legitimacy of structures of power’. Or even the necessity of them. Nothing annoys forces of authority more than trying to bow out of ‘the disciplinary game’ entirely and saying that we could just do things on our own. ‘Direct action’ is a matter of acting as if you were already free.
The classic example is ‘the well’. There’s a town where water is monopolised and the mayor is in bed with the company that monopolises the water. If you were to protest in front of the mayor’s house, that’s ‘protest’, and if you were to blockade the mayor’s house, it’s ‘civil disobedience’, but it’s still not direct action. ‘Direct action’ is when you just ‘go and dig your own well’, because that’s what people would normally do if they didn’t have water. In this respect, the ‘Malagasy people’ are totally engaging in ‘direct action’. They’re the ultimate ‘direct actionists’, but they’re also in a situation where it’s much easier to get away with it.
Question: Your theory of the state in Madagascar is interesting. You write that when you first went there you thought that nothing was amiss, but it later dawned on you that, actually, the state had abandoned its primary function as far as we understand it in Europe.
David Graeber: Well, if we are talking about the rural areas, off the paved roads, no one was collecting taxes and the police would not come. So the two most essential functions: Extracting revenues and enforcing the law, the state just did not do. Even in the smaller towns they barely did. The Malagasy have created this ‘almost revolution’ by subtle indirection. It’s like a magic trick. I realised that essentially the government had ceased to exist and the people had come up with ingenious expedients of how to deal with the fact that there was still technically a government, it was just really far away. Part of the idea was never to put the authorities in a situation where they lost face, or where they had to prove that they were in charge. They were incredibly nice to them if they didn’t try to exercise power, and made things as difficult as possible if they did. The course of least resistance was to go along with the charade.
Question: Can you give us any examples?
David Graeber: I only started figuring out that the government had essentially stopped functioning when I heard about this guy in a village outside town who had beaten up his sister. The locals assembled ‘the fokon’olona (a tradition of local assemblies that operate by consensus)’ and they decided to make him sign a confession saying he’d murdered his sister. The idea was that they were going to lodge it in the police station (because you could take it as given that the police wouldn’t go there) and if anything happened to his sister, he’d have already said that he’d done it.
Question: Do you think that there’s an anarchist theory of revolution that’s quite different? You’re suggesting a kind of compromise situation where the state still seems to be functioning, where at least it still has the superficial pretence of existing, but at the same time, quietly, it isn’t really there.
David Graeber: Yes, it’s like an eggshell theory of revolution. You just hollow it out until there’s nothing left and eventually it’ll collapse.
Question: So instead of a big revolutionary moment, the state is completely negated?
David Graeber: It can happen. I think you need to consider all possibilities. There’s this idea that people in power will never give up power voluntarily, therefore it will end in battles on the streets, but I always point out, it’s not like a bunch of anarchists are going to military defeat the 101st Airborne Division. Anyway they have nukes. The only plausible scenario for revolution is when it comes to the point that the forces of order refuse to shoot. For most revolutions in world history that is what ultimately happens.
Question: Are you suggesting we look to a dual power situation?
David Graeber: I think it’ll come to that. I think it already has come to that in many parts of the world, but people just don’t talk about it. There was clearly a dual power situation going on in Madagascar. There could even be three or four powers, who knows! That’s what the Zapatistas are experimenting with: Opening up a space of autonomy. I don’t think we can do without confrontation of any kind, I think that’s equally naive, but the exact mix of withdrawal and confrontation cannot be predicted.
Question: When you were first studying anthropology, what was it about Madagascar that interested you?
David Graeber: It was my adviser in graduate school who first suggested it. I was always fascinated by its extraordinarily cosmopolitan hybrid culture. It’s exotic in the classic anthropological sense, you know, people do apparently bizarre things with dead bodies and everyone plays around with magic, yet they are also the exact opposite of this type of cultural islet stereotypically associated with such things. They’ve been caught in global world economies since they first arrived. Plus, there’s something about ‘Malagasy culture’ that I immediately recognised as being profoundly subversive. It’s kind of a hybrid rebel culture, created by a population of escaped slaves.
The reason people can’t see it is their still tacitly stuck on an evolutionary model that says, well, the Malagasy language originally came from Borneo, so primitive people from Borneo must have shown up, spread out, developed complex states and came in contact with world religions. In fact, it’s very clear if you look at the history that ‘Malagasy people’ knew all about states and world religions from the beginning, and wanted nothing to do with them. Refugees and rebels from all over the Indian ocean ended up accumulating in Madagascar, mixing together and creating this wildly subversive cultural substratum on which states later did arise and were often just as quickly overthrown.
Question: You have written about how in Madagascar one of the strategies that was used to overthrow state rule, particularly during the French colonial period, was to proxy back power relations into this shadow-world mediated by rituals and magic, a world that the French couldn’t understand and therefore couldn’t contest. What exactly do you mean by this?
David Graeber: In many parts of Madagascar they have this idea that ‘dead kings’ continue to exist and possess people and retain all their authority. As a result, as ‘Gillian Feeley-Harnik’ wrote, ‘the Sakalava on the West Coast’, could insist that the ultimate authorities in the colonial period were these old women, normally of slave descent, who were entranced and possessed by dead kings. How on earth were the colonialists supposed to negotiate with that?
Question: Is this part of the revolutionary ideology in Madagascar?
David Graeber: It’s an interesting thing, there’s a revolutionary ideology in Madagascar but it’s not called a revolutionary ideology, and it’s not called a political ideology, it’s identified with an ‘ethnic identity’. In fact, one of the projects I’m working on is about that, it’s about how so many of the things we think of as cultures might be better viewed as social movements that were to some degree successful in achieving their aims. Essentially, Malagasy culture is an identity that originally congealed around these escaped slaves who rejected world religions.
It can go in any direction, you can have horrible right wing fantasy utopias realised in some cultures, extreme patriarchal ones in others, and so on and so forth. But I think we need to start thinking about history. Radical social movements, revolutionaries, reactionaries and all those things we’re familiar with in contemporary politics weren’t invented two hundred years ago. We’ve been taught that they were, that right and left suddenly came into being, and that all these revolutions suddenly started happening, in the middle of the eighteenth century. But I think they’ve actually been happening for thousands of years, it’s just that we don’t have the language to describe them.
Question: Was it your experiences in Madagascar that inspired you to become an activist? When did you first become active?
David Graeber: I first became active right after the Seattle protest in 1999. Before then I was happy to follow my dad’s advice and simply be a scholar. I had got a job at ‘Yale’, which would have thrilled him. True, I had lived in this bizarre ‘semi-anarchist enclave in Madagascar’, but I didn’t even fully understand some of the things that were going on there until I got involved in ‘the Direct Action Network’. I remember that I had given my last lecture for a course I was teaching at Yale called ‘Power, Violence and Cosmology’, a kind of Political Anthropology course, and I walked out of the class, saw one of those newspaper boxes with the headline ‘Martial Law declared in Seattle’, and I thought ‘What? Martial law? Huh?’ And I discovered the political movement I’d really like to have existed had come into being when I wasn’t paying attention. So I got involved. I learned about consensus, process, direct democracy, and direct action; all these things I knew a little bit about in principle but had never experienced.
Question: How do anarchist circles work?
David Graeber: One difference between the kind of anarchist groups I like and the classic Marxist group, for instance, is that we don’t start by defining reality; our points of unity are not our analyses of the situation, but rather what we want to do, the action we want to take, and how we go about it. Plus, you have to give one another the benefit of the doubt. One of the principles of the ‘consensus process’ is that you can’t challenge anyone on their motives; you have to assume that everyone is being honest and has good intentions. Not because you necessarily think it’s true, but as an extension of what might be considered the fundamental anarchist insight: If you treat people like children they will tend to act like children. If you treat them like adults, there’s at least some chance they will act responsibly. Ironically, I found this habit of generosity, this giving people the benefit of the doubt, was the exact opposite of the way I was taught to argue as a scholar.
Question: So what might an anarchist approach to academic discussion look like?
David Graeber: I’ve often though what it would mean to conduct intellectual conversation in that spirit, and I still haven’t fully worked it out. I don’t think there is necessarily one solution. One conclusion I came to was about incommensurability. I think we make a big deal out of incommensurability. As ‘Roy Bhaskar (British philosopher)’ long since noted, ‘positivists’ and ‘post-structuralists’ hold identical positions in a way; some say if reality did exist we could describe it perfectly, and therefore it should be possible, and some say therefore it’s impossible or that reality doesn’t exist. But they share the same basic assumption. In a similar way, I would argue there’s an assumption that we should be able to come up with arguments in the same language, in terms by which it is possible to definitively win an argument.
Question: In the same way one might say that ‘representative democracy’ obstructs ‘actual democracy’, you could say ‘the academy’ obstructs ‘actual thinking’.
David Graeber: In academia there’s an obsession with process, but also an obsession with networks of power and how they are created. Now of course it would be easy enough to take the same approach as activists, and start by grounding it all in some common commitment to action; that would have to be some notion that we’re all pursuing the same thing, call it truth, knowledge, understanding, whatever you want. If so, a certain generosity would be required, similar to that of consensus process: At the very least, if you disagree with someone, you would want to make the most charitable conceivable interpretation of their argument to be able to see what the real point of disagreement is. Of course this is almost never what academics do; instead, most act like politicians, and regularly make the least generous reading of their opponent possible, treat debate like ‘gladiatorial combat’ where one does whatever it takes to prevail. Oddly, they justify it by what are purportedly radical, even semi-anarchist politics; especially via Foucault. Appealing to Foucault allows them to argue that since there is no ultimate truth, since power is everything, there is no common purpose to be appealed to, and sectarian-style argument is okay. Anyway I think that’s the way a lot of academics read Foucault. For most, his work on power becomes the ultimate validation of the reality of the professional classes, so removed from material production, and whose children now almost completely dominate the world of scholarship. For them, it’s all obviously true that everything is really about administration and control, since after all they do live in a world where power is diffused across networks without any clear ‘us’ versus ‘them’, that reality is whatever you can convince people of, everything is strategic games whereby everybody is trying to dominate everybody else. I think the results have been quite pernicious.
Question: Your latest book is called ‘Debt: The First 5,000 Years’. One of the arguments you make is that the reason the idea of debt has so much power is because no one has any idea what it actually is. Did you get any closer to understanding what debt is?
David Graeber: Yes. Debt is the perversion of a promise, a promise that has been perverted through ‘mathematics and violence’. I’m not saying mathematics is bad, but ‘the combination of mathematics and violence’ is extremely bad. A debt is a promise to give a certain sum of money, in a certain amount of time, under certain conditions. It is a contract that is ultimately enforceable through the threat of force. The problem is that through a genuinely perverse historical alchemy, we’ve come to see such acts of violence as the very essence of morality.
Question: Do you see this reflected in the current economic climate?
David Graeber: I think that’s the situation that we see around us today, and I’m surprised that people are not more outraged by this direct assault on every fabric of their lives. It’s an assault on the very idea of community, and an assault on the commitments that we make to each other through the medium of government. Why is it that a promise made by a politician to the people that elected them (to provide free education for instance) has a less moral standing than the promise that politician has made to a banker? It seems insane. But it’s simply assumed nowadays.
Question: Is this just the natural consequence of ‘capitalism’?
David Graeber: It goes back before ‘capitalism’, hence why the book is titled ‘Debt: The First 5,000 Years’. Capitalism is merely its apotheosis. The vast majority of insurrections in history have been about ‘debt’. Peasant rebels tend to all have a remarkably uniform programme: First they go after all the ‘debt ledgers’, burn them, and only then usually after the tax documents or land cadastres.
If you look across human history there’s a kind of double consciousness about debt you see again and again: On the one hand a kind of acceptance that paying your debts is the essence of morality, but simultaneously, there’s this idea that people who lend money are evil. On the one hand, the language of debt is the same as that of morality, on the other hand, most actual debt relations are seen as immoral.
Question: Can you explain this further?
David Graeber: Debt is the most effective way to take a relation of ‘violent subordination’ and make the victims feel that “it’s their fault”. Colonial regimes did this all the time; they would charge people for the cost of their own conquest, via taxes. However, using debt in this way also has a notorious tendency to rebound, because the subtle thing about ‘debt relations’ is that, on a certain level, they are premised on equality; we are both equal parties to a contract. This both makes the sting of inequality worse, because it implies you should be equal to your creditor but you somehow messed up, but also, makes it possible to start saying ‘wait a minute, who owes what to who here?’ But of course once you do that, you have accepted the idea that debt really is the essence of morality. You’ve accepted the masters’ language.
Question: Where would you say this idea of debt as morality originally stems from?
David Graeber: In a lot of world religions the word for ‘sin’ is the same as that for ‘debt’. In “the Lord’s Prayer”, where it says ‘forgive us our trespasses, as we forgive those who trespass against us’, the word was originally ‘debt’. It’s ‘forgive us our debts, just as we forgive those who owe us money’. We see this in “Plato’s Republic”: What is Justice? What is Morality? It’s paying one’s debts. We see the same thing in ‘the Bible’, and in ‘the Hindu scriptures’ too. Life is a debt you pay to the Gods, sacrifice is the interest, and eventually you repay with your own life when you die. But it’s very clear that they are using this language because ‘market relations’ are providing this language, and kingdoms are using it to justify taxes. The remarkable thing is in every case, they first frame morality as debt, and then say, well, actually, no, not really. It’s something else. Socrates discards the notion immediately. So do the Brahmanas, or the Bible. But what that something else is… There are endless answers. The fascinating thing is they always feel they have to start with debt, they are somehow shackled to that logic, much though they then try to shake the shackles off.
This is why I’m suspicious when people ask what is our debt to society, or nature? To the cosmos or to the gods? But we’re part of nature, we’re part of the cosmos. The very nature of imagining me and nature, or me and the cosmos, or me and the gods as equal parties to a contract is absurd.
Mainly what I wanted to point out in the book is that debt is not an ultimate value. I end it by saying that in the ancient world, it was not repaying debts that was sacred, but one’s ability to forgive or especially, cancel debts, and maybe we should learn from that. Because ultimately a debt is a promise, a human arrangement, and freedom is our ability to make commitments to each other but also, to voluntarily rearrange those commitments when circumstances change. Similarly, if democracy is to mean anything, it can only means the collective power to readjust the commitments we have to one another, including financial debts since there’s no intrinsic moral difference between an IOU (‘I owe you’) and any other sort of promise.
Question: Are you suggesting that we should be looking to a rearrangement of such commitments in the present climate?
David Graeber: A general debt forgiveness at this moment would be one of the most powerful things we could do to remind ourselves that these forces are not natural forces, they are things we decided to create. If you look at the history of money, we have reason to believe that this is possible now. I think one of the big themes of the book is virtual money; money as ‘credit’ rather than money as ‘bullion’. People talk about the age of virtual money as if it’s something new. But actually, it’s the original form of money: Virtual money comes first, physical coinage comes much later.
Question: What are the practical implications of states premised on credit?
David Graeber: History seems to swing back and forth between periods dominated by virtual money, money becomes debt, and then periods where people recognize that it is a promise, a special arrangement, and it can be arranged in different ways.
In Mesopotamia for example, when there were ‘periodic debt crises’ there were also ‘periodic debt cancellations’. In the Middle Ages when you go back to a period of virtual money, you have bans on usury. Even oawnshops seem to largely go back to medieval China where monks were trying to give peasants alternatives to the local loan shark.
Periods of bullion money tend to be periods where you have empires, chattel slavery, and large standing armies. That was true of the classical world. You don’t have the same types of professional armies in the Middle Ages, you don’t have the same sort of gold and silver system, and you don’t have the same mass abuse of slavery. Around the time of discovery in the new world you have bullion money coming back, gold and silver comes back, slavery comes back and we see huge standing armies. Capitalism is obviously new, you wouldn’t describe the ancient world as capitalist, but at the same time capitalism is built on top of something that is not historically unprecedented, and the link between military and money systems remians the dirty secret of capitalism.
Question: Can you elaborate?
David Graeber: It’s important to look at the link between what post-Keynesians call ‘high-powered money,’ and the military, imperial militaries in particular. The Bank of England for example, was created by a loan to King William III to fight a war in France. He then granted the bankers who lent him the money the right to take the money that he owed them for his war debt and monetise it, to take that debt and lend it to other people in the form of bank notes. That’s what bank notes actually are, why if you take a tenner from your pocket, it has a picture of the Queen, and next to it, ‘I promise to pay’ the bearer the sum of ten pounds. It’s not ten pounds. It’s a promise.
Since 1972 when Richard Nixon went off ‘the gold standard’, the world reserve currency has been the U.S. dollar, but what ultimately backs the U.S. dollar? People say nothing, it’s ‘fiat money’ but I don’t think this is true. It’s a ‘credit system based on the circulation of debt’. Of course the U.S. has the enormous advantage of being able to write checks that are never actually cashed: U.S. treasury bonds have become the basic reserve currency for the central banks and as Michael Hudson (economist) originally pointed out, most of these American treasury bonds are never really cashed in. They’re rolled over year after year to buy new ones, and these holders are taking a loss on them as they pay interest lower than inflation. So why are they doing that? Well, if you look at the size of U.S. deficit, it corresponds almost exactly to the real saw military budget. If you look at graphs showing the growth of the U.S. deficit, and the percentage of it held overseas, and the U.S. military spending basically, you see almost exactly the same curve. So basically, foreign governments and institutional lenders are buying U.S. treasury bonds and paying for this enormous military spending. So, who are the guys doing it? Well during ‘the cold war’ it was especially West Germany, now, apart from China, the most important are places like Japan, South Korea, Taiwan, the Gulf states. What do these states have in common? They’re all covered in U.S. military bases, or under U.S. military protection. The U.S. is borrowing the money to create these military bases from the very countries that the U.S. military is sitting on top of. In the past, such arrangements were called ’empires’ and the money sent over was referred to as ‘tribute’. Now apparently your not allowed to use that language, so it’s called a ‘loan’. Nonetheless, that link between ‘the military’ and ‘the core of the financial system’ remains, it’s the thing we’re not supposed to think about.
In a way the language we use to describe this in the U.S. or U.K. is self-evidently absurd. We talk of ‘trade deficits,’ i.e., ‘oh for some reason, people all over the world send us stuff worth far more than anything we send them. Isn’t that a problem?’ If you suggest this has anything to do with the fact that the countries that seem to be getting the inflow of goods (and not getting in trouble for it, anyway), are those which also are massive military powers bestraddling the world, people look at you as if you’re practically lunatic fringe. On some level, of course, everyone does have to admit there’s a link between who is a military power, who consumes the bulk of the world’s resources, and whose money just happens to be the world reserve currency, but it’s somehow taboo to try to work out exactly what those connections are.
[Interviewers: Ellen Evans & Jon Moses
Published by ‘The White Review’
December 2011]
David Graeber, ‘guru’ları niçin taklit etmediğini anlatıyor:
Revolutionary thinkers have been saying that the age of vanguardism is over for most of a century now. Outside of a handful of tiny sectarian groups, it’s almost impossible to find a radical intellectuals seriously believe that their role should be to determine the correct historical analysis of the world situation, so as to lead the masses along in the one true revolutionary direction. But (rather like the idea of progress itself, to which it’s obviously connected), it seems much easier to renounce the principle than to shake the accompanying habits of thought. Vanguardist, even, sectarian attitudes have become deeply ingrained in academic radicalism it’s hard to say what it would mean to think outside them.
The depth of the problem first really struck me when I first became acquainted with the consensus modes of decision-making employed in North American anarchist and anarchist-inspired political movements, which, in turn, bore a lot of similarities to the style of political decision-making current where I had done my anthropological fieldwork in rural Madagascar. There’s enormous variation among different styles and forms of consensus but one thing almost all the North American variants have in common is that they are organized in conscious opposition to the style of organization and, especially, of debate typical of the classical sectarian Marxist group. Where the latter are invariably organized around some Master Theoretician, who offers a comprehensive analysis of the world situation and, often, of human history as a whole, but very little theoretical reflection on more immediate questions of organization and practice, anarchist-inspired groups tend to operate on the assumption that no one could, or probably should, ever convert another person completely to one’s own point of view, that decision-making structures are ways of managing diversity, and therefore, that one should concentrate instead on maintaining egalitarian process and considering immediate questions of action in the present. One of the fundamental principles of political debate, for instance, is that one is obliged to give other participants the benefit of the doubt for honesty and good intentions, whatever else one might think of their arguments. In part too this emerges from the style of debate consensus decision-making encourages: where voting encourages one to reduce one’s opponents positions to a hostile caricature, or whatever it takes to defeat them, a consensus process is built on a principle of compromise and creativity where one is constantly changing proposals around until one can come up with something everyone can at least live with; therefore, the incentive is always to put the best possible construction on other’s arguments.
All this struck home to me because it brought home to me just how much ordinary intellectual practice — the kind of thing I was trained to do at the University of Chicago, for example — really does resemble sectarian modes of debate. One of the things which had most disturbed me about my training there was precisely the way we were encouraged to read other theorists’ arguments: that if there were two ways to read a sentence, one of which assumed the author had at least a smidgen of common sense and the other that he was a complete idiot, the tendency was always to chose the latter. I had sometimes wondered how this could be reconciled with an idea that intellectual practice was, on some ultimate level, a common enterprise in pursuit of truth. The same goes for other intellectual habits: for example, that of carefully assembling lists of different “ways to be wrong” (usually ending in “ism”: i.e., subjectivism, empiricism, all much like their sectarian parallels: reformism, left deviationism, hegemonism…) and being willing to listen to points of view differing from one’s own only so long as it took to figure out which variety of wrongness to plug them into. Combine this with the tendency to treat (often minor) intellectual differences not only as tokens of belonging to some imagined “ism” but as profound moral flaws, on the same level as racism or imperialism (and often in fact partaking of them) then one has an almost exact reproduction of style of intellectual debate typical of the most ridiculous vanguardist sects.
I still believe that the growing prevalence of these new, and to my mind far healthier, modes of discourse among activists will have its effects on the academy but it’s hard to deny that so far, the change has been very slow in coming.
Why So Few Anarchists in the Academy?
One might argue this is because anarchism itself has made such small inroads into the academy. As a political philosophy, anarchism is going through veritable explosion in recent years. Anarchist or anarchist-inspired movements are growing everywhere; anarchist principles — autonomy, voluntary association, self-organization, mutual aid, direct democracy — have become the basis for organizing within the globalization movement and beyond. As Barbara Epstein has recently pointed out, at least in Europe and the Americas, it has by now largely taken the place Marxism had in the social movements of the ’60s: the core revolutionary ideology, it is the source of ideas and inspiration; even those who do not consider themselves anarchists feel they have to define themselves in relation to it. Yet this has found almost no reflection in academic discourse. Most academics seem to have only the vaguest idea what anarchism is even about; or dismiss it with the crudest stereotypes (“anarchist organization! but isn’t that a contradiction in terms?”) In the United States — and I don’t think is all that different elsewhere — there are thousands of academic Marxists of one sort or another, but hardly anyone who is willing to openly call herself an anarchist.
I don’t think this is just because the academy is behind the times. Marxism has always had an affinity with the academy that anarchism never will. It was, after all was invented by a Ph.D.; and there’s always been something about its spirit which fits that of the academy. Anarchism on the other hand was never really invented by anyone. True, historians usually treat it as if it were, constructing the history of anarchism as if it’s basically a creature identical in its nature to Marxism: it was created by specific 19th century thinkers, perhaps Godwin or Stirner, but definitely Proudhon, Bakunin, Kropotkin, it inspired working-class organizations, became enmeshed in political struggles… But in fact the analogy is rather strained. First of all, the 19th century generally credited with inventing anarchism didn’t think of themselves as having invented anything particularly new. The basic principles of anarchism — self-organization, voluntary association, mutual aid — are as old as humanity Similarly, the rejection of the state and of all forms of structural violence, inequality, or domination (anarchism literally means “without rulers”), even the assumption that all these forms are somehow related and reinforce each other, was hardly some startlingly new 19th century doctrine. One can find evidence of people making similar arguments throughout history, despite the fact there is every reason to believe that such opinions were the ones least likely to be written down. We are talking less about a body of theory than about an attitude, or perhaps a faith: a rejection of certain types of social relation, a confidence that certain others are a much better ones on which to build a decent or humane society, a faith that it would be possible to do so.
One need only compare the historical schools of Marxism, and anarchism, then, to see we are dealing with a fundamentally different sort of thing. Marxist schools have authors. Just as Marxism sprang from the mind of Marx, so we have Leninists, Maoists, Trotksyites, Gramscians, Althusserians… Note how the list starts with heads of state and grades almost seamlessly into French professors. Pierre Bourdieu once noted that, if the academic field is a game in which scholars strive for dominance, then you know you have won when other scholars start wondering how to make an adjective out of your name. It is, presumably, to preserve the possibility of winning the game that intellectuals insist, in discussing each other, on continuing to employ just the sort of Great Man theories of history they would scoff at in discussing just about anything else: Foucault’s ideas, like Trotsky’s, are never treated as primarily the products of a certain intellectual milieu, as something that emerging from endless conversations and arguments in cafes, classrooms, bedrooms, barber shops involving thousands of people inside and outside the academy (or Party), but always, as if they emerged from a single man’s genius. It’s not quite either that Marxist politics organized itself like an academic discipline or become a model for how radical intellectuals, or increasingly, all intellectuals, treated one another; rather, the two developed somewhat in tandem.
Schools of anarchism, in contrast, emerge from some kind of organizational principle or form of practice: Anarcho-Syndicalists and Anarcho-Communists, Insurrectionists and Platformists, Cooperativists, Individualists, and so on. (Significantly, those few Marxist tendencies which are not named after individuals, like Autonomism or Council Communism, are themselves the closest to anarchism.) Anarchists are distinguished by what they do, and how they organize themselves to go about doing it. And indeed this has always been what anarchists have spent most of their time thinking and arguing about. They have never been much interested in the kinds of broad strategic or philosophical questions that preoccupy Marxists such as Are the peasants a potentially revolutionary class? (anarchists consider this something for the peasants to decide) or what is the nature of the commodity form? Rather, they tend to argue about what is the truly democratic way to go about a meeting, at what point organization stops being empowering people and starts squelching individual freedom. Is “leadership” necessarily a bad thing? Or, alternately, about the ethics of opposing power: What is direct action? Should one condemn someone who assassinates a head of state? When is it okay to break a window?
One might sum it up like this:
[1] Marxism has tended to be a theoretical or analytical discourse about revolutionary strategy.
[2] Anarchism has tended to be an ethical discourse about revolutionary practice.
Now, this does imply there’s a lot of potential complementary between the two (and indeed there has been: even Mikhail Bakunin, for all his endless battles with Marx over practical questions, also personally translated Marx’s Capital into Russian.) One could easily imagine a systematic division of labor in which Marxists critique the political economy, but stay out of organizing, and Anarchists handle the day-to-day organizing, but defer to the Marxists on questions of abstract theory; i.e., in which the Marxists explain why the economic crash in Argentina occurred and the anarchists deal with what to do about it. (I also should point out that I am aware I am being a bit hypocritical here by indulging in some of the same sort of sectarian reasoning I’m otherwise critiquing: there are schools of Marxism which are far more open-minded and tolerant, and democratically organized, there are anarchist groups which are insanely sectarian; Bakunin himself was hardly a model for democracy by any standards, etc. etc. etc.). But it also makes it easier to understand why there are so few anarchists in the academy. It’s not just that anarchism does not lend itself to high theory. It’s that it is primarily an ethics of practice; and it insists, before anything else, that one’s means most be consonant with one’s ends; one cannot create freedom through authoritarian means; that as much as possible, one must embody the society one wishes to create. This does not square very well with operating within Universities that still have an essentially Medieval social structure, presenting papers at conferences in expensive hotels, and doing intellectual battle in language no one who hasn’t spent at least two or three years in grad school would ever hope to be able to understand. At the very least, then, it would tend to get one in trouble.
All this does not, of course, mean that anarchist theory is impossible — though it does suggest that a single Anarchist High Theory in the style typical of university radicalism might be rather a contradiction in terms. One could imagine a body of theory that presumes and indeed values a diversity of sometimes incommensurable perspectives in much the same way that anarchist decision-making process does, but which nonetheless organizes them around an presumption of shared commitments. But clearly, it would also have to self-consciously reject any trace of vanguardism: which leads to the question the role of revolution intellectuals is not to form an elite that can arrive at the correct strategic analyses and then lead the masses to follow, what precisely is it? This is an area where I think anthropology is particularly well positioned to help. And not only because most actual, self-governing communities, non-market economies, and other radical alternatives have been mainly studied by anthropologists; also, because the practice of ethnography provides at least something of a model, an incipient model, of how non-vanguardist revolutionary intellectual practice might work. Ethnography is about teasing out the hidden symbolic, moral, or pragmatic logics that underly certain types of social action; the way people’s habits and actions makes sense in ways that they are not themselves completely aware of. One obvious role for a radical intellectual is precisely that: the first thing we need to do is to look at those who are creating viable alternatives on the group, and try to figure out what might be the larger implications of what they are (already) doing.
History of the Idea of Vanguardism
Untwining social theory from vanguardist habits might seem a particularly difficult task because historically, modern social theory and the idea of the vanguard were born more or less together. On the other hand, so was the idea of an artistic avant garde (“avant garde” is in fact simply the French word for vanguard), and the relation between the three might itself suggest some unexpected possibilities.
The term avant garde was actually coined by Henri de Saint-Simon, the product of a series of essays he wrote at the very end of his life. Like his onetime secretary and disciple (and later bitter rival Auguste Comte), Saint-Simon was writing in the wake of the French revolution and essentially, were asking what had gone wrong: why the transition from a medieval, feudal Catholic society to a modern, industrial democratic one seemed to be creating such enormous violence and social dislocation. The problem he concluded was that modern society lacked any force of ideological cohesion that could play the same role as the Medieval church, which gave everyone the sense of having a meaningful place in the overall social order. Towards the end of their lives each actually ended up creating his own religion: Saint-Simon’s called his the “New Christianity”, Comte, the “New Catholicism”. In the first, artists were to play the role of the ultimate spiritual leaders; in an imaginary dialogue with a scientist, he has an artist explaining that in their role of imagining possible futures and inspiring the public, they can play the role of an “avant garde”, a “truly priestly function” as he puts it; in his ideal future, artists would hatch the ideas which they would then pass on to the scientists and industrialists to put into effect. Saint-Simon was also perhaps the first to conceive the notion of the withering away of the state: once it had become clear that the authorities were operating for the good of the public, one would no more need force to compel the public to heed their advice than one needed it to compel patients to take the advice of their doctors. Government would pass away into at most some minor police functions.
Comte, of course, is most famous as the founder of sociology; he invented the term to describe what he saw as the master-discipline which could both understand and direct society. He ended up taking a different, far more authoritarian approach: ultimately proposing the regulation and control of almost all aspects of human life according to scientific principles, with the role of high priests (effectively, the vanguard, though he did not actually call them this) in his New Catholicism being played by the sociologists themselves.
It’s a particularly fascinating opposition because in the early twentieth century, the positions were effectively reversed. Instead of the left-wing Saint-Simonians looking to artists for leadership, while the right-wing Comtians fancied themselves scientists, we had the fascist leaders like Hitler and Mussolini who imagined themselves as great artists inspiring the masses, and sculpting society according to their grandiose imaginings, and the Marxist vanguard which claimed the role of scientists.
At any rate the Saint Simonians at any rate actively sought to recruit artists for their various ventures, salons, and utopian communities; though they quickly ran into difficulties because so many within “avant garde” artistic circles preferred the more anarchistic Fourierists, and later, one or another branch of outright anarchists. Actually, the number of 19th century artists with anarchist sympathies is quite staggering, ranging from Pissaro to Tolstoy or Oscar Wilde, not to mention almost all early 20th century artists who later became Communists, from Malevich to Picasso. Rather than a political vanguard leading the way to a future society, radical artists almost invariably saw themselves as exploring new and less alienated modes of life. The really significant development in the 19th century was less to idea of a vanguard than that of Bohemia (a term first coined by Balzac in 1838): marginal communities living in more or less voluntary poverty, seeing themselves as dedicated to the pursuit of creative, unalienated forms of experience, united by a profound hatred of bourgeois life and everything it stood for. Ideologically, they were about equally likely to be proponents of “art for art’s sake” or social revolutionaries. Contemporary theorists are actually quite divided over how to evaluate their larger significance. Pierre Bourdieu for example insisted that the promulgation of the idea of “art for art’s sake”, far from being depoliticizing, should be considered a significant accomplishment, as was any which managed to establish the autonomy of one particular field of human endeavor from the logic of the market. Colin Campbell on the other hand argues that insofar as bohemians actually were an avant garde, they were really the vanguard of the market itself, or more precisely, of consumerism: their actual social function, much though they would have loathed to admit it, was to explore new forms of pleasure or aesthetic territory which could be commoditized in the next generation. (One might call this the Tom Franks version of history.) Campbell also echoes common wisdom that bohemia was almost exclusively inhabited by the children of the bourgeoisie, who had — temporarily, at least — rejecting their families’ money and privilege; and who, if they did not die young of dissipation, were likely to end up back on the board of father’s company. This is a claim that has been repeated so often about activists and revolutionaries over the years that it makes me, at least, immediately wary: in fact, I strongly suspect that bohemian circles emerged from the same sort of social conjuncture as most current activist circles, and historically, most vanguardist revolutionary parties as well: a kind of meeting between certain elements of (intentionally) downwardly mobile professional classes, in broad rejection of bourgeois values, and upwardly mobile children of the working class. Though such suspicions can only be confirmed by historical investigation.
In the 19th century idea of the political vanguard was used very widely and very loosely for anyone seen as exploring the path to a future, free society. Radical newspapers for example often called themselves “the Avant Garde”. It was Marx though who began to significantly change the idea by introducing the notion that the proletariat were the true revolutionary class — he didn’t actually use the term “vanguard” in his own writing — because they were the one that was the most oppressed, or as he put it “negated” by capitalism, and therefore had the least to lose by its abolition. In doing so, he ruled out the possibilities that less alienated enclaves, whether of artists or the sort of artisans and independent producers who tended to form the backbone of anarchism, had anything significant to offer. The results we all know. The idea of a vanguard party to dedicated to both organizing and providing an intellectual project for that most-oppressed class chosen as the agent of history, but also, actually sparking the revolution through their willingness to employ violence, was first outlined by Lenin in 1902 in What Is to Be Done?; it has echoed endlessly, to the point where the SDS in the late ’60s could end up locked in furious debates over whether the Black Panther Party should be considered the vanguard of The Movement as the leaders of its most oppressed element. All this in turn had a curious effect on the artistic avant garde who increasingly started to organize themselves like vanguard parties, beginning with the Dadaists, Futurists, publishing their own manifestos, communiques, purging one another, and otherwise making themselves (sometimes quite intentional) parodies of revolutionary sects. (Note however that these groups always defined themselves, like anarchists, by a certain form of practice rather than after some heroic founder.) The ultimate fusion came with the Surrealists and then finally the Situationist International, which on the one hand was the most systematic in trying to develop a theory of revolutionary action according to the spirit of Bohemia, thinking about what it might actually mean to destroy the boundaries between art and life, but at the same time, in its own internal organization, displayed a kind of insane sectarianism full of so many splits, purges, and bitter denunciations that Guy Debord finally remarked that the only logical conclusion was for the International to be finally reduced to two members, one of whom would purge the other and then commit suicide. (Which is actually not too far from what actually ended up happening.)
Non-alienated Production
The historical relations between political and artistic avant gardes have been explored at length by others. For me though the really intriguing questions is: why is it that artists have so often been so drawn to revolutionary politics to begin with? Because it does seem to be the case that, even in times and places when there is next to no other constituency for revolutionary change, the one place on is most likely to find one is among artists, authors, and musicians; even more so, in fact, that among professional intellectuals. It seems to me the answer must have something to do with alienation. There would appear to be a direct link between the experience of first imagining things and then bringing them into being (individually or collectively) — that is, the experience of certain forms of unalienated production — and the ability to imagine social alternatives; particularly, the possibility of a society itself premised on less alienated forms of creativity. Which would allow us to see the historical shift between seeing the vanguard as the relatively unalienated artists (or perhaps intellectuals) to seeing them as the representatives of the “most oppressed” in a new light. In fact, I would suggest, revolutionary coalitions always tend to consist of an alliance between a society’s least alienated and its most oppressed. And this is less elitist a formulation than it might sound, because it also seems to be the case that actual revolutions tend to occur when these two categories come to overlap. That would at any rate explain why it almost always seems to be peasants and craftspeople — or alternately, newly proletarianized former peasants and craftspeople — who actually rise up and overthrow capitalist regimes, and not those inured to generations of wage labor. Finally, I suspect this would also help explain the extraordinary importance of indigenous people’s struggles in that planetary uprising usually referred to as the “anti-globalization” movement: such people tend to be simultaneously the very least alienated and most oppressed people on earth, and once it is technologically possible to include them in revolutionary coalitions, it is almost inevitable that they should take a leading role.
The role of indigenous peoples in turn leads us back to the role of ethnography as a possible model for the would-be non-vanguardist revolutionary intellectual — as well as some of its potential pitfalls. Obviously what I am proposing would only work if it was, ultimately, a form of auto-ethnography, combined, perhaps, with a certain utopian extrapolation: a matter of teasing out the tacit logic or principles underlying certain forms of radical practice, and then, not only offering the analysis back to those communities, but using them to formulate new visions (“if one applied the same principles as you are applying to political organization to economics, might it not look something like this?”…) Here too there are suggestive parallels in the history of radical artistic movements, which became movements precisely as they became their own critics (and of course the idea of self-criticism took on a very different, and more ominous, tone within Marxist politics); there are also intellectuals already trying to do precisely this sort of auto-ethnographic work. But I say all this not so much to provide models as to open up a field for discussion, first of all, by emphasizing that even the notion of vanguardism itself far more rich in its history, and full of alternative possibilities, than most of us would ever be given to expect.
[Written by David Graeber
2003]
insan mantığını kaybetmemeli.
Gün bey
RTE’ci ve AKP’ci değilim. Ve Fethullahçılardan da aynı ölçüde nefret ederim.
15 Temmuz 2016’dan hemen sonra yazdığınız yazıda, Türkiye’de faşizmin yükselişe geçeceğini söylemiştiniz. “Darbe girişimine karşı durmaya çalışan sokaklardaki insanların ölümünü Gün bey hiç mi umursamıyor…” diye soru işareti oluşmuştu kafamda.
Siz o yazınızın altındaki yorumlara ve sorulara verdiğiniz yanıtlarda, o gece sokaklarda olanların çoğunu “kara kalabalıklar” olarak nitelemiştiniz. “Galiba Gün bey, olayın tazeliği nedeniyle, biraz heyecanlı, biraz dozu kaçırarak yazmıştır bu yazısını. İlerleyen günlerde daha sarih bir yazı yazar.” diye düşünmüştüm.
Diğer yazılarınızda da tutumunuzu değiştirmediniz, 15 Temmuz’dan hemen sonra yazdıklarınızla bugün durduğunuz yer aynı.
2019’a günler kaldı…
Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in de “polis eşliğinde” adliyeye götürüldüğüne şahit olduk! Bugünleri de gördük Gün bey!
Size teşekkür ediyorum, yanıltıcı bilgiler vermediğiniz için..
Galiba, toplumsal olaylar yaşanırken yazdığınız yazılarda, öngörü sahibi olmanız, geçmişteki tecrübelerinizden kaynaklanıyor.
Sağlıcakla kalın…
#MetinAkpınarYalnızDeğildir
#MüjdatGezenYalnızDeğildir
dikkatiniz ve duru vicdanınız için ben teşekkür ediyorum.
VP görüldüğü yerde ezilmelidir!
Temelde bütün iktidarlara muhalif olmakla beraber, Vatan Partisi’ni kapatacak ve bütün üyelerini müebbet hapse mahkum edecek bir iktidarın bu kararını alkışlar ve hararetle desteklerdim! Diğer tüm meselelerde bu iktidara ne kadar karşı olursam olayım.
Böyle bir iktidar yıkıldığında ise, tüm siyasi suçlulara af çıkarılmasını savunurdum. Elbette bu melanet parti ve üyeleri hariç!
VP is a party that is too dangerous to be left alive!
Parti kapatmayı savunmak, bu parti neyin nesi olursa olsun yanlıştır. Hele üyelerini müebbet hapse mahkûm etmek iyice zırvadır. Özgürlükten asla vazgeçmeyin.
Ben bir HDP’liyim diyelim. VP ve VP’liler partimi kapatmak, beni içeri tıkmak istiyorlar.
Bu durumda benim özgürlüğüme ve partimin özgürlüğüne kastedenlerin özgürlüğünü mü savunacağım?
83’in ’74-75-76 yazısı’ “82 Anonim 22 Aralık 18″ yazımdaki ” Erdoğan burada yazan birinden çok ama çok memnun kalırdı.” önerimi kanıtlamış.
Bu Erdoğancı, “Cahilliğe Asla İzin Vermeyeceğiz!” uyarımızı da ıska geçmiş.
Tekrar uyarıyoruz: Zorla dayatmakla amacınıza asla varamazsınız!
Biz gençler, Zileli gibi bize ışık tutan anarşistlik ve özgürlük savunucularıyız.
Zileli abimiz gibi (gerçi bir ara stalinci ve pirinçiydi ama olsun), zoraki dayatma, itekleme, İVMELERE daima direndik ve direneceğiz. Bu DİRENİŞ, biz KİTLELERİN doğa yapısında, genlerinde!
Cep telefonu, banka, para, okul, ev kirası, markette aldıklarının parasını ödeme, nüfus cüzdanı, ücret köleliği, okuma-yazma-aritmetik, televizyon, otobüs, uçak ve binlerce benzerlerinin de dayatıldığı iddia edilebilir. Fakat şu unutulur: bunlar sadece başlangıçtaki zoraki dayatmalar. Hoşumuza gidince seve seve katıldık.
Brian: Anne, Romalı subay seni zorla becerdi, değili mi?
Meryem Ana: Sadece başlangıçta.
Yaşasın KİTLE! Kahrolsun İVME.
Sayın DiEM25ci, Sarı Yelekçi, David Graeber’ci, Zilelil’ci, solcu devrimci, falan filancı anarchist Türk PROCAREERISTS.
Müjde! Müjde!
Macron Trump’çı oldu: FRANCE IS FİRST
Since you people disgust me by taking my time with your repugnant beliefs, I will not go into the details. Macron effectively told the blond yellow vests to “f*ck the world”, forget the idiots like Yanis Varoufakis and his groupis who tell you to act and think globally. It is true that enriching only my rich friends and myself, we have neglected our beolved blond children, our beloved “patrie”, la France
Haklısınız. VP’lilerin bile hapse atılması yanlıştır. Özür dilerim.
Hapis veya başka cezalarla (tazminat vb) cezalandırılmak yerine örneğin Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (veya Suriye Kürdistanı / Rojava) sınırları içinde özgürce yaşayabilmeleri sağlanmalıdır!
Yani “vatan”ın ali menfaatleri mucibince yapılacak bir “VP tehciri”nden sözediyorum!
böyle şeylere neden gerek duyduğunuzu anlamıyorum. Bırakın kendi faşizmeleriyle ve stalinizmleriyle batıp gitsinler. Tartışmak dışında bir çözümü yok bunun. Onlara benzemeyin.
Kısaca, evet. O zaman farkınızı göstermiş olursunuz.
Sayın Zileli, “ben anarşistim, o halde her şeyi bilirim” diye şişmek başka, mantık bilmeden mantık kaybetmesini bilmek başka. Mantık bilmemen affedilir de mantığın dünya ile hiçbir alakası olmadığını bilmeyecek kadar kara cahil olmanı ancak bu sitede senin gibi benim söylediklerimden gocunan diğer kara cahiller affeder.
Cahillerin anlayacağı bir örnek:
Her memeli memeleriyle bebeğine süt emdirir,
Zileli memeli,
O halde Zileli memeleriyle bebeğine süt emdirir.
Kusursuz, mükemmel bir mantık ama dünya ile alakası yok. Tabii, durmadan yedek parçalar taktırıp başkalaşıyorsun ama galiba hâlâ halis Türk erkeksin.
Dünya ile ilişkili mantık olması için son cümlede ” bebeğine süt emdirir” yerine “enayilere bakire devrim vaadi emziği emdirir” koymalı. Böyle olunca “mantık kaybolur”, cahil anarşist bey.
Peki, dünya ile ilişkisi olma işine ne oldu? İlişki nasıl kuruldu?
İlk önce, “with your permission, boss”, mantık ne, dünya ile ilişkisi ne?
Mantık: kabul edilen varsayımdan hata yapmadan sonuca varma tekniğidir.
Sosyal veya doğa bilimlerinde olduğu gibi dünya ile ilgili bir bilgi vermez. O bilgilerde kabullenen varsayımlardan varılan sonuçların geçerli olup olmadığını kanıtlar.
Peki, mantık gerçekten kaybolur mu? Olursa, nasıl olur?
Lütfen benim gibi sonsuz küçük beyinli birinin Zileli ve bu site sakinleri gibi ölçüsüz büyüklükte büyük beyinlilere mantık dersi verme küstahlığımı hoş görün.
Modern çağlardan önce ve şimdi bu site devrimcilerinin allahı bilim-teknoloji ile matematikte kullanılan mantıkta, mantık nasıl kaybolur?
Örnek: ‘Benim adım Gün Zileli”, o halde “benim adım Gün Zileli değil”
Modern çağlarda mantığın yerini ideolojiler aldı. Örneğin bu sitede aynı ideoloji (din) müritleri dünyanın en akıl almaz zırvalamalarını hoplaya zıplaya neşe içinde paylaşırlar. Zileli o yüzden cahilliğinden yüzü kızaracağına hindi gibi kabarır.
Devrimci Zileli mantıkla ideolojiyi karıştırmış. Kendinin ideolojisine katılmamamı mantıksızlık olarak okumuş.
Şimdi de alazileli ideolojisine örnek:
Bu dünyada 3 şey vardır, sevilir anam sevilir.
Bakire devrimi yapmaya çağrı yapmak,
Bakire devrimi bozmak,
Bakire devrim vaatlerine dönmekte var anam, dönmekte de var.
Şimdi de dünya ile ilişkili bir mantık kullanacağım.
Majör Terimim: Bazı devrimciler, dolandırıcı tuzaklarına düşerler. Nasıl aldatıldıklarını anlamaktansa, süpermarket modeli üzerine kurulan sosyal medyada olduğu gibi “beğendim/beğenmedim” düğmesinde aldatılmış olduğu zamanlarına “beğenmedim” düğmesini basarak “wishy-washy” anarşist olurlar. Ne yazık ki, tıpkı süpermarket avcı-devşiricileri gibi aynı tuzağın içinden asla çıkamazlar. Dolayısıyla bu devrimciler için kafes doğal dünyaları olur.
Minör Terim: Zileli bunlardan biri.
Sonuç: O halde Zileli, aynı ilk aldatıldığı zamanlarda olduğu gibi kendi dünyasını doğal, gerçek, falan filan olarak algılar.
Haklı da. Zileli ve benzerlerinin dünyasını son 7 bin yılın en büyük beyinleri inşa etti.
Ben, son 7 bin yılın kral-imparator dünya görüşünü tamamıyla içselleştirmiş ve benimsemiş Zileli ve benzerlerinin bu sitede bilmeden ve anlamadan güven içinde kullandıkları kavram ve sözcüklerle dırdırlarına defalarca şahit oldum.
Aile içi dedikodulara dışından baktığım için, bu sapına kadar düzen savunucu görüşler bana apaçık.
Dahice boş laf ebeliği.
Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet, ve hatta hıyanet içindedirler! Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin ve maşalarının, yani ABD Emperyalizmi’nin, İsrail Siyonizmi’nin, Suudi Vehhabizmi’nin ve taşeronları ÖSO çetelerinin siyasi emelleriyle tevhit etmişlerdir!
Ey Kemalist ve Cumhuriyetçi muhalefetin evladı!
İktidarı devirmek için muhtaç olduğun kudret, anarşizmde, mevcuttur!
pek bayatlamış bir espri bu.
Büyük, Orta, Küçük Balıklar Ve Anti-BüyükBalıkizm
ABD, Avrupa ve İsrail “Büyük Balık”lardandır.
(Rusya ve Çin’in durumları ise tartışılabilir. Örneğin Rusya’nın Kırım’da ve Ukrayna’nın doğusundaki yayılmacılığı örnek verilerek öyle olduğu öne sürülebilir, fakat Ukrayna’nın arkasındaki güçlü ABD ve Avrupa desteği de gözardı edilemez. Dolayısıyla şimdilik bu konuyu bir kenara bırakalım.)
Türkiye, İran, Irak ve Suriye “Orta Balık”lardandır.
(Suudi Arabistan, Mısır ve diğer bazıları gibi.)
Türkiye, İran, Irak ve Suriye Kürtleri ise “Küçük Balık”lardandır.
(Filistin gibi.)
“Anti-BüyükBalıkist”ler:
“Ey Küçük Balıklar! (Filistinliler, siz değil!)
Sizi yiyen Orta Balıklar’la savaşmayın!
Büyük Balıklar’a karşı Orta Balıklar’la bir olun, hepiniz Büyük Balıklar’la savaşın!”
Yem olmak istemeyen Küçük Balıklar:
“Hade len!”
“Halil İnalcık “…devletin tarihini değil, halkın tarihini yazmak…” gerektiğini vurguluyor. İnalcık’ın kendi pratiğiyle kıyaslandığında pek yeterli değil bu cümle. “Halkın tarihini yazmak” düşüncesi tarih bilimi için pek yeni değil. Bertolt Brecht de, tarih üzerine ünlü şiirinde, “bir aşçı da mı yoktu Sezar’ın yanında?” derken aynı düşünceyi vurguluyor. Ama aşçı Sezar’dan aldığı emirleri yerine getirdiği sürece, “aşçının tarihini yazmak” pek anlamlı olmayacaktır.
…
“Halkın tarihini yazmak” anlayışı (bunu İnalcık’a atfetmeden) birçok zaman birçok yerde tarihin akışını başka bir tarzda meşrulaştırmanın yolu oluyor. Kanımızca bu, siyasi iktidarın genel seçimlerle halka onaylatarak kendisini meşrulaştırdığı bir dünyada, tarihçiler için de güçlü bir onaylatma kaynağı oluşturuyor. Birçok Türk tarihçisi için Tanzimat’ın kötülüklerinden biri halka karşı yapılmasıdır, yoksa “modernleşme” süreci kendi başına “iyi”dir. Bir fetih halk “onaylıyorsa” iyidir, yok onaylamıyorsa kötüdür. Yeni bir gelişim, halk tarafından “yaratılıyorsa”, iyidir, yok öyle değilse kötüdür. Türkiye’de tarih de, sosyoloji de hala bu “popülist” anlayışla malul. Bu anlayışın temelinde, halkın her hareketinin devleti “reforme” edeceği ve “reforme” edilmiş bir devletin de eskisinden daha “iyi” olacağı önyargısı ve devlet ile kültür ilişkilerinden, devletin yapısal özelliklerinden bihaber olmak yatıyor. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında, savaşan devletler halklarının “onayını” alarak savaştılar. Ne Hans’ın ne George’un ve ne de İvan’ın “onaylamış” olması savaşın niteliğini değiştirmez. Onlar merkezi olarak üretilen anlamları onaylamışlardır sadece.
…
Öte yandan birçok Marksist tarihçi için (özellikle Sovyet ve Bulgar tarihçileri) kapitalist ülkelerde “halkın tarihi” olarak yazılması istenen tarih, konu sosyalist ülkeler ve hatta Çarlık Rusyası (özellikle Büyük Petro’yla ilişkili dönemler) olduğunda birdenbire “devletin” ve hatta “partinin” tarihi oluveriyor.”
Reha Çamuroğlu
Tarih, Heterodoksi ve Babaîler
s. 61, 65
“Şayet (PKK gibi) taşeron bir yapı iseniz ilkeleriniz olmaz/olamaz!
Her şeyinizi belirleyen sizin “iş vereniniz” olur…
Çünkü efendileriniz; Kürdlük/Kürdistanilik hariç, sosyalist, dinci, ekolojist, anarşist, feminist, faşist v.s. her şey olmaya elverişli piyasaya sürmüş sizi…”
(Nasname)
Hunger Games (Açlık Oyunları)
Açlık oyunlarında son perde: İktidar ve patronlar işçiye karşı birleşti
Gerçek
21 Aralık 2018, Cuma
https://gercekgazetesi.net/isci-hareketi/aclik-oyunlarinda-son-perde-iktidar-ve-patronlar-isciye-karsi-birlesti
Aşağıdakiler ise “Cinsel Açlık Oyunları”nda son perde ve ardından gelen bir aşk hikayesi:
“ABD’de Elliot Rodger adlı öğrenci “Hâlâ bakirim” dediği bir video yayımladıktan sonra altı kişiyi öldürdü. Otomobilinde ölü bulunan gencin, ‘Açlık Oyunları’nın yönetmen yardımcısı Peter Rodger’ın oğlu olduğu ortaya çıktı…
ABD’nin Kaliforniya eyaletinde Santa Barbara Üniversitesi öğrencisi 22 yaşındaki Elliot Rodger, sosyal medyada “İntikam alacağım” diye video yayınladıktan sonra altı kişiyi öldürdü, yedi kişiyi yaraladı. Elliot Rodger, sosyal medyada paylaştığı videoda 22 yaşında olmasına karşın hâlâ bakir olduğunu, kızların kendisini reddettiğini, kendisinin yaşayamadığı deneyimleri yaşayan erkeklerden de nefret ettiğini söylüyor.”
http://www.radikal.com.tr/dunya/hala_bakirim_dedi_olum_sacti-1193770
Aslında “son perde” değil, çünkü bir aşk hikayesi olarak şurada devam ediyor:
https://www.youtube.com/channel/UCpGoqUcII0OcL4TY7j8LZQA
Birisi bunu şöyle anlatmış:
So a youtube channel I have found by the name ElliotSupremeLady has some bizarre uploads of a young attractive girl heaping hero worship and professing her undying love for the deceased mass murderer.
The about section of her youtube channel reads as follows:
I am dedicated to loving, remembering and understanding Elliot Rodger. This Is a place where he will be loved, accepted and understood. Just like he wanted in life. I wish he knew how loved he was…
May you rest in peace. If there is an afterlife I will find you and love you for all eternity I promise. I am devoted to you.♡
DISCLAIMER: I in no way promote or glorify the 2014 Isla Vista massacre. I DO NOT PROMOTE VIOLENCE. It was sad for Elliot and his victims. Rest in peace to all the victims of this tragedy and my heart goes out to the families of all the victims. If you want to see murder glorified, you won’t find it here! That’s what television is for.
All my videos are made with love.♡
Sayın Pipsqueak,
A’cı, B’ci, C’ci…
A’ist, B’ist, C’ist…
Ç’ci, D’ci, E’ci…
Ç’ist, D’ist, E’ist…
F’ci, G’ci, H’ci…
F’ist, G’ist, H’ist…
…
X’çi, Y’ci, Z’ci…
X’ist, Y’ist, Z’ist…
İstediğiniz harflerden tek tek veya harflerden istediğiniz kombinasyonları yaparak istediğiniz kadar şu’cu, bu’cu, o’cu, bu’ist, şu’ist, o’ist türetebilirsiniz. Kendinizi yoruyorsunuz, farkında değilsiniz…
David Graeber arkadaşınızdır; düşmanınız değil.
Haddinizi biliniz.
Pompalayanlar çok çok. İnsanları kurtarmada ilham aldığı mevcut düzenler bir yandan, insanları kurtarma ordusuna gönüllü katılan enayi askerler diğer yandan.
Ama bütün pompalamalara rağmen hâlâ biraz da kabızlık var, keçi gibi tek tek çıkıyor. Mevcut düzenin modern mucizevi kes-yapıştır tıp bilimi imdadına yetişebilir. Diğer yedek parçalar gibi boşaltma pompası takabilirler. Hatta nanoteknoloji kullanan temizleme takma organları da var.
Gülmeyen ciddi olamaz.
Ben onun aradığı arkadaşlar aramıyorum. Hele sizler gibi kalitesiz arkadaş, unut gitsin!
Ben insanları UYANDIRACAK kadar UYANIK da değilim. Bu yaşımda hâlâ en çok sevdiğim eşek gibi çalışıyorum.
Devrimci gözleriniz yukarılarda olduğundan, benim gibi alçaklar arasında olanları UYANDIRMA heyecanına kapılıp farkı görmemeniz çok doğal.
Başkanınızı koruma polisliği “Haddinizi biliniz” UYARI da size çok yakışmış.
A curious lack of symmetry. Somebody threw a bomb at Atatürk’s statue where I grew up. This incidence offended the sensibilities of some people (like you, Zileli, Graeber and many other true revolutionaries of this site) who admired their leader Atatürk. They had met to recite poems exalting Atatürk, a hunter-gatherer of suckers, who freed you Turks from imperialist oppressors. Since I love laughing at serious people, I mocked their zeal. I was denounced to the police.
The police officer did come but he simply said “you should work it out among yourselves.” and left quickly.
I leave it to you to figure out as to why the police officer did not threaten me like you flunkies.
My guess is that perhaps the police officer was much more anarchist than you domesticated wimps.
Mevcut düzen sizler gibi artist olmak isteyenleri pompalamayıp hak yolunda olduğunuza inandırmada eşsiz usta.
Yeni ve daha iyi bir lider bulduğunuzda tekrar görüşmek üzere!
Devrimci guru devrimci müritlerine guru olduğunu kabul edecek kadar enayi olamaz!
Ama yine de, bu sarışın mavi gözlü “guru-guru değil”, sarışın mavi gözlü devrimci Türklere ivme kazandırmış.
Bu “guru-guru değil”e göre 17., 18. ve 19. yüzyıl Batı’sı herkesi kendi gibi düşünmeye sürdürerek kandırmş. Zileli’yi de bu Batı’nın “Batı-Batı değil” guruları kandırmıştı.
Ne var ki, bu “yeni ve daha iyi” görüş, ne anarşistlerin ne de bu site ve 96 gibi kuyruklarını kovalayan neo-anarşistlerin tekelinde.
Sahlins Batı çılgınlığının başlangıcını antik Greklerde buldu. Anarşist olmadıkları halde, bu sarışın mavi gözlü Batı’nın çılgınlığının temelini daha da eskide bulan sayısız kişiler var. Ama bu dürüst kişiler, Graeber ve Zileli (Gr&Zi) gibi hoplayıp zıplayan devrimci medya artisti cheerful robot değiller. Bunlar, sosyal medya idiotları için veri biriktirdikleri bankalarında isimlerden ibaret.
Bence bu çılgınlık, 7 bin yıl önce, ilk krallar ve imparatorlarla başladı. Kapitalist-burjuvalar herhangi bir maganda köylü çocuğunun bile Newton & Galileo & Copernic & Darwin & Marks&Gauss&Mozart ve binlece diğerleri gibi ağız sulandırcı rütbelere erişebileceğini ispat edeli bu devrim SİNEMA (‘sinema’ kelimesinin kökeni hareket, değişim, devrim, ivme ve hatta en iyisi, YERİNDE SAYMANIN İLLÜZYONU, ALDATICI GÖRÜNÜŞÜ ) büyük bir ivme kazandı. Gr&Zi hırslı medya artistleri ve 96 “guru-guru değil” peşinde koşan sosyal medya kazazedelerin saplantıları Rönesans’a uzanır. Benim için komik olan bu şarlatanların bitmez tükenmez devrim peri masallarını görmemek.
Her ne kadar kazananlar tarihinin bir örneği olsa da, tekrar etmekten bıkmayacağım: Batı İngiliz, Amerikan devrimeri ve nihayet ardından gelen Batılaşma ve endüstrileşmeyi devrim diye yutturan Rus & Çin & diğer devrimlere model Fransız devrimi zenginlik ve ölüm ateşi saçma gücüne sahip olmasaydı, devrim = zenginlik ve ölüm ateşi saçma gibi algılanmasaydı, hamam böceğinin osuruğu daha fazla gürültü yapardı. Medeniyet tarihinde sıkıcı ama yaşamın kökünü kazacak kadar korkunç bir safha.
Annem mahalledeki fakir genç kızların kahve falında hep (o zaman en hali vakti yerinde olan) subay görürdü. Yaşıyor olsaydı, şimdi Gr&Zi ve 96’ılar gibi iyi tahsilli, iyi maaşli, iyi meslekli kelli felli, mazbut erkekler görürdü. Annem cebime, bereket ketirip çoğalsın diye, buğday taneleri koyardı, gelecek ay daha sefil olmamamız için tahta barakamızın damına çıkar beyaz bayrak yakardı. Ben annemin falında insan durumunun sonsuz zarif ifadesini görüyorum. Gr&Zi ve sizlerin huşu içinde ayaklarını öptüğünüz bilim adam-karılarının falları sizler kadar kuru ve tatsız, mezarlıktan gelen sesler.
Aman Gr&Zi gibi “guru-guru değil”ler peşinde koşanların okumadıkları Fredy ve David Watson beni duymasın. Çünkü onlar da siz bolluk fanatikleri gibi BİLİM-TEKNOLOJİ & REASON allahlara taparlardı.
Keşke Watson’ın, bir Goya eseri yorumlarında sizlere benzeyen süper rasyonalist Bookchin ile girdiği tartışmayı okusaydınız. Watson, sizler gibi bilim-teknik ve rasyonel baston yutmuşlarla çok alay ettiği gibi sizleri mezarlıktan gelen seslerinizi işitip tiksinen sayışsız düşünürleri bibliyografyasına belirler. Watson’u üfürükçü, büyücü falan filana inanan biri sayardınız.
Fredy, daha kitabının başında “doğanın cömertliğini kafi bulan züppe tutucular züppe hayvan kaldılar. Diğerleri (Gr&Zi ve sizler gibi imparator ve kral olmak isteyenler) kıçlarına nışadır sürülmüşler gibi koşturmaya başladılar”; “doğanın cömertliğine şükür etmektense, ölçer, biçer, adlandırır, sınıflandırır, (muhasebecilik)…ederiz.” der.
Bu iki şarlatan anarşist Gr&Zi ise her oynayan taş altında DEVRİM görüp “enayi” müritlerine müjde verirler.
Neden tırnaklı “enayi”? Elektriğin ne olduğunu bilmeyene istediğin kadar buz dolabı satmaya çalış. Ne dediğini bile anlamaz.
New York mağaza caddelerinde iki hafta dolaştırılan bir Eskimo sadece bir beyaz ayı görür. Geri kalan ıvır zıvır.
Gr&Zi& müritlerini gezdirirler. Bu devrimciler hemen alırlar kalemi ele:
“Sarı yelekli küresel yoldaşlar, 68’de kandırılıp şimdi kıpırdayan ivmeci yoldaşlar, emekçi-üretici-tüketici yoldaşlar bu ıvır zıvırlar aslında sizin! Alın hepsini! Bırakın b*ktan işleri! Bizim gibi yaratıcı kafa işleri yapın! Zaten eninde sonunda (bana göre şimdi) hepimiz salt beyinden oluşan mahluklar olacağız, ‘sooner the better’, falan filan!”
Kısacası, kandıran da kanan da aynı dünya görüşünü paylaşır.
You people hang on to your ugly blackmail against those who do not want to ignore 7 thousand years of lies, oppression, massacres, wars, racism, sex & woman-hating, schooling, forced labor and countless other horrors that leave the most profound scars on the human psyche.
I have seen how within one generation foreigners’ children become perfect Europeans and/or Americans. Yet the big-brained European and American scholars go on with their sociology, psychology, cultural difference lullabies only to kiss the feet of their masters and ignore the fact that the citizens of their own country had no choice but to obey the crushing necessities of survival.
No wonder you cheerful robots feel it is so very simple to make everybody like yourselves.
It never occurs to you that since all other ways of life have been destroyed, you may be dreaming of the only thing left:
NOW, BUT MORE AND BETTER.
The “NOW” is very easy to see and summarize: “you have had enough of protein for your lunch, my child. You should now eat your carbohydrates!”
Annem de genç kızlar da fala inandılar. Onları canımdan çok severim ve onları kurtarmak isteyen Gr&Zi ve sizler beni tiksindiriyorsunuz.
“The blood-dimmed tide is loosed, and everywhere
The ceremony of innocence is drowned ;”
I may add, “drowned by the super rational & super techno-scientific & super brained & super intelligent Western people and their perfectly domesticated slaves such as Gr&Zi and 96’s. The irony is that the real initiators of these massacres, ones with one foot in the old and the other in the new world, the bourgeoisie, commited suicide when they saw what came out of the genie’s uncorked bottle: technicians, middle classes and revolutionary cheerful robots.
Sosyal baskıdan kurtulma dırdırının ilk medeniyetin doğduğu yerde doğmuş olması bile çılgınlığınızı anlamanıza yetmiyor. Bütün dünyanın aynı bataklığa sürülmüş olmasıyla azınlıklar arası, uluslar arası, medeniyetler arası dırdırlarla diliniz küresel oldu.
Soon people will hear revolutionary chatterboxes repeating same old cliches with new qualifiers such as: ‘interplanet’ , ‘intergalactic’, ‘inter-multiverse’.
Batı’nın sürüklediği dünyayı görüp haykıranlar sayısız. Binlerce dürüst düşünürler Batı’nın dünyayı nihilizme götürdüğünü gördüler. Şimdi içinde yaşıyoruz. Marksistler, 19. yüz yıl endüstri-teknoloji anarşistleri siz ve Zileli gibi Batı ruhlu “cheerful robot” devrimciler en güzel örnek. Bütün dünyayı kendileri gibi Batı’lı etmeye çalışan bu “useful idiot”lar bütün dünyanın halihazırda Batı’lı olduğunu görmek istemezler tabii.
Bu köleler dünyasına en büyük darbenin ilkellerden geldiğini bir tarafa bırakacağım. Medeniler arasında bu sitenin ırkçı, anarşist, marksist, kemalist, leninist, troçkist, maoist, perinçist gibi bolluk peygamberlerinin peşine takılanları uyarıda bulunan çok kişiler oldu ve hâlâ var. Ne var ki, 96 ve benzerleri ilahilerine devam ederler: “Efendimiz söylemezse, doğru olamaz.”
“L’orient s’incline devant l’Occident avec un patience et profound dédain.”
Macaulay
“The purpose of art : effective communication, nowadays, propaganda and advertisement.”
Coomaraswamy
Kral ve imparatorluk peşinde koşan Gr&Zi “nowadays, propaganda and advertisement.” olduğunu asıl efendilerinden iyi öğrenen öğrenciler.
Zileli lümpen ve benzeri sayısız kelime ve kavramları ile bana çoktan kim olduğunu gösterdi. Graeber’i tanıyorum diyemem, ama medya artisti olma hevesi belli. Bir de en büyük ve en güçlü eşitsilk üretim fabrikaları olan okllarda anarşizm dersleri verme teklifi var. Bunun derinden incelemesini siz büyük beyinli, derin düşünürlere bırakacağım.
bir ruh doktoruna görünseniz, ne iyi olurdu sizin için!
AtAtÜrkçü Muhalefet
Son günlerde gündeme oturan bazı muhalif sanatçılarda ve onları destekleyen muhalif siyasilerde, veya bazı bakanlarla tartışan başka bazı muhalif siyasilerde gördüğümüz üzere, ortaya cesurca laflar atan, fakat bu lafların atılmasının ardından iktidar harekete geçince cesaretlerini kaybedip ürken, yani atıp atıp ürken muhalefetin bu durumu üzücüdür.
Keşke bu duruma düşmeselerdi.
Bizi Medeniyet’ten ve onun sahte peygamberleri olan Bolluk Peygamberleri’nden kurtararak Yüce Manitu’muzun bize bahşettiği Yüce İlkellik’i dünyaya yeniden egemen kılan, yani “Egemenlik kayıtsız şartsız İlkeller’indir” diyerek Hakimiyet-i İptidaiye’nin / İlkelsel Egemenlik’in kurucusu olan Ulu Önder’imiz, Yüce Manitu’muzun Yüce Elçisi, Büyük Ata’mız Atailkel’in ilke ve devrimlerinin yılmaz bekçisiyiz!
Zileli TV’deki İlkellik konulu tartışma programlarında mutlaka konuşulması gereken bir film:
Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu
(Valerian and the City of a Thousand Planets)
Bu başyapıtı izlemiş olan değerli konuklarımızın değerli yorumlarını mümkünse şimdiden alabilir miyiz?
Bingöl Erdumlu’nun, THKP-C’nin tarihini anlattığı bir kitap yazdığını söylemiştiniz.
Akıbeti ne oldu Gün bey?
Yazmaktan vaz mı geçti?
İki “Hortlak” Yazısı:
Cumhuriyette hortlaklar dönemi
Karl Marx, II. Napoleon’la dalga geçmek için, “Çeyrek porsiyon Napoleon” der. İşin içinde, kuşkusuz, özenme, özenti, taklit var. Demek ki yeğen Napoleon, fil olmaya kalkışan kurbağa gibi amcasına öykünmeye çalışmış ve işi berbat etmiş. Zaten etti! Yetenekli biri olumlu bir örneğe özenip başarılı olduğu zaman, taklit ettiği söylenemez, izinden gittiği söylenir. Bu örnek çok enderdir. Yeteneksizler ve deliler hep kötü örneklere özenir: Hitler, Mussolini, Franco gibilere.
***
Şimdilerde ortalıkta bir Abdülhamid Han hayaleti dolaşıyor. “Hayalet”in sevimli bir yanı var. Aslında “Abdülhamid Han’ın hortlağı” demek gerekir. Hortlak, yani mezarından çıkarak insanları korkuttuğuna inanılan ölü, korkunç bir yaratık. Moda sözcükle “zombi”. Millet “zombi”yi “aptal, bön, budala” yerine kullanıyormuş, ama yanlış. Zombi düpedüz hortlak anlamına gelir.
Uzun lafın kısası: AKP’nin şanlı “devr-i felâket”ine meftun bit pazarı düşkünleri “Han” dedikleri II. Abdülhamid hülyalarına dalıyor. Dalsınlar bakalım: Sonunda, somut olarak karşılarında Abdülhamid’in hortlağını gördükleri zaman ödleri patlayacak. Karşılarında bir Frankenştayn (Frankenstein) yaratığını görünce, “Ulaa bu nedir!?” diye çil yavrusu gibi dağılacaklar. Ulaaa, paranızı pul eden; ata mirası malınızı mülkünüzü satıp barlarda yiyen; şeker fabrikalarınızı satıp kumara basan; Sümerbankınızı kumaya tapulayan; Telekomunuzu elin Fellahına peşkeş çeken müsibettir, hortlaktır, zombidir. Abdülhamid’in özenilecek yanı yok mu? Var! İmam hatip yerine çağdaş okullar açmış adam. Ama bu hayırlı işini örnek almıyorlar; siyasal İslamcılığına (Panislamizm) özeniyorlar.
***
Bu gevezeliği, Cüneyt Akman’ın Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet (Tekin Yayınları) adlı kitabını bir kez daha takdim etmek için yazdım. 2 Kasım 2018 günü yayımlanan “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” başlıklı yazımı “Okumaya ‘İslamofaşizmin tarih öncesi’ bölümünden başlayın. Çok ilginç olur!” diye bitirdiğim anda şimdi okumakta olduğunuz yazıyı düşünmeye başlamıştım.
Gerçekten ilginç: Cüneyt Akman, Osmanlı’nın çöküş dönemini tasvir edip anlatırken AKP’nin tek adamlı “Yükseliş Dönemi”nin (!) gerçekçi fotoğrafını çekiyor. Ara Güler işi. O anlatırken bu yükseliş döneminin bir “Yağma Hasan’ın böreği”, bir “Han-ı yağma” (Yağma Sofrası) dönemi; beton kalıplarının hapırküpür paylaşıldığı barbarlık dönemi olduğu anlaşılıyor. Tevfik Fikret bu dönemi yüz yıl önce şiirle söylüyordu: “Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say: / Soy sop, şeref, gösteriş, oyun, düğün, konak, saray,/ Tüm sizindir efendiler, konak, saray, gelin, alay;/ Tüm sizindir, tüm sizindir, hazır hazır, kolay kolay…/ Yiyin, efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin, / Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!”
***
Kitapta ilgimi en çok II. Mahmut dönemi ile “Savaşlar: Türkiye’nin Felaketleri” bölümü çekti: “Osmanlı militarizminin en çok zafer kazandığını sandığı yıllarda ordunun temelini teşkil eden Müslüman-Türk nüfus hem sayıca, hem sıhhatçe, hem de ekonomik olarak gitgide mahvolmaktaydı.
Halkın buna karşı neredeyse yüzlerce yıl süren aktif veya pasif direnişleri (isyanlar, ‘kaçgun’lar, asker kaçaklıkları) militarist egemen sınıflar tarafından tarihte görülebilecek en kanlı şekillerde bastırıldı ve ‘tedib’ harekâtları ülkeyi neredeyse dış savaşlar kadar şiddetli bir mahva sürükledi.” (s.88)
Ve ardından, siyasal İslamcı meftunlarının günümüzde hortlayan Devr-i Abd El Hamid’i geldi. Ben de, 2019’da yayımlanacak kitabım “Ortak Akılsızlık Halleri”nde hortlak taklitçilerinin sefalet sahnelerini anlattım.
Özdemir İnce, 23 Aralık 2018 Pazar, Cumhuriyet
–
Bıyık
Herkesin utangaç gelin edasıyla görmezden geldiği gerçeği Hakkı Devrim pat diye söylemiş (Radikal, 24 Kasım 2009). Demiş ki, “CHP gündemden düşeli bence 59 yıl geçti. 1950 CHP’nin sonuydu…. Zorla ayakta tutacağız diye, tarihî bir kuruluşu hortlağa çevirdiniz.” Şu içinden geçtiğimiz devrim günlerinin, unutulmayacak kadar önemli sözlerinden biridir.
Devamını söylememiş ama o da yakında gelir tahminimce. CHP’nin kurucusu ve ebedi şefi olan zatın miadı da 59 yıl önce dolmuştu. Zorla ayakta tutacağız diye tarihî bir şahsiyeti hortlağa çevirdiler.
Edebiyle tarihe gömülmesine izin vermediler. 12 seneden beri Etnografya Müzesinin bodrumunda bekletilen naaşını oradan alıp, Devlet dininin Kâbesi gibi tasarlanan bir tapınağa nakletmeye 1950’de karar verdiler. Vefatından hemen sonra paralardan resmi çıkarılmıştı, aynı yıl geri getirdiler; ki dünyada hiçbir “milli şefe” o güne dek nasip olmamış bir tuhaf basübadelmevttir. 1930’ların hengâmesinde çıkarılmış birtakım deli saçması kanunların “Devrim Yasaları” adıyla kutsallaştırılması da 1950’nin eseridir.
Bir parti düşünün ki 27 yıl boyunca “Devlet benim” demiş; bana karşı çıkan her kimse TANIM GEREĞİ vatan hainidir, dolayısıyla katli vaciptir diye akıl yürütmüş. Bir gün aniden dönüyor, “eheh, hoşgörü de lazım ayol,” deyip demokrat olmaya karar veriyor. Veriyor ama geçmişine de tek kelime toz kondurmuyor. Dünyada böyle bir şeyin eşi var mıdır? Aklın mantığın alacağı şey midir? Devir demokrasi devri diye demokrasiciliğe soyunacağız, ama milli ideolojimizdir diye okullarda, kışlalarda 1930’ların kokmuş totalitarizmini okutmaya devam edeceğiz.
Hayır, CHP’nin 1950’den sonra inat etmesi birkaç yaşlı politikacının hırsıyla açıklanabilecek şey değildir. Büyük bir siyasi mühendislik projesinin parçasıdır. Demokrasiye geçerken geçmişin sorgulanmaması gerekiyordu, çünkü geçmişte çok fazla kan, cinayet, zulüm ve alçaklık vardı. Eski defterler bir kez açılsa ucunun nereye varacağı belli olmazdı. İşte o geçmişin muhafızı ve müdafii olsun diye CHP’yi meclise oturttular. Kurucusunu da tanrılaştırmaya karar verdiler.
Onur Öymen’e bıyık çizmek marifet değil. Ağababasına çizebiliyor musunuz, siz ona bakın.
Sevan Nişanyan (“26 Kasım’da yayımlanmak üzere ilettiğim bu yazıyı Taraf’ta basmaya cesaret edemediler.”)
“bir ruh doktoruna görünseniz, ne iyi olurdu sizin için!”
No.
He should go to NYPD SVU because of what happened to his mind.
Sadık Usta ve dünyayı değiştiren düşünürler
Karl Marx, “Filozoflar dünyayı yalnızca yorumlamışlardır, oysa sorun onu değiştirmektir” der ve siyaset dünyasında akan sular durur. Ama Marx’tan önceki ve çağdaşı filozoflar dünyayı yorumlamasalardı, “dünyayı değiştirmek” ihtiyacı Sakallı’nın aklına gelir miydi? Felsefesiz eylem kuru gürültüdür. Dünyayı yorumlayan filozoflar, amacı ve hedefi de gösterirler ama “komutan” değildirler. Marx, Kapital’de, Komünist Manifesto’da, Fransa’da Sınıf Mücadeleri’nde yorumu aşıp yol gösterirken de filozoftur. “Filozoflar dünyayı yalnızca yorumlamışlardır” derken kendisini de eleştirmiştir. “Oysa sorun onu değiştirmektir” derken de filozoftur.
***
Sadık Usta, “Peki ne yapılmış, ne yapmışlar” sorusunun cevabını “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” (Kafka Yayınları) dizisinde (4 kitap) arıyor.
[17. yüzyılla birlikte bilim adamları, yüzyıllardır özgür düşünceyi yasaklayan skolastik felsefeye meydan okuyorlardı ama attıkları adımlarla, henüz sistemin bütününü sorgulayamıyorlardı, çünkü ellerinde doğanın gizemini çözecek bilimsel veriler, olayların nedenini ortaya koyacak mantıklı kanıtlar ve en önemlisi de keşifleri kolaylaştıracak devrimci metot ve araçlar yoktu. Dolayısıyla bu durum, geçmişi sıkı bir eleştiriye tabi tutarak aşmayı sınırlıyordu.]
***
[İnsanın en büyük handikaplarından biri, gelişmeleri sadece büyük dehaların (felsefe ve siyaset, bilim, kültür ve sanat insanları) zihinsel beceri ve buluşlarına indirgeyen dar görüşlülüğe ve anakronik (zamanı şaşırmış) bir anlayışa sahip olmasıdır. Çoğunlukla zannedilir ki insanlık, büyük dehalar yeterince ileriyi göremedikleri için çok daha ileriye gidememiştir. Bu sorunlu anlayış, kendisini en çok siyaset alanında göstermektedir. Halbuki büyük dehalar da günlük hayatta kullandığımız araçlar gibi belli bazı toplumsal koşulların ürünleridir. Nasıl ki bir aracın ortaya çıkması için önce ona olan ihtiyacın ortaya çıkması gerekiyorsa, büyük dehaların, teorisyenlerin, filozofların ve bilim insanlarının ortaya çıkması da belli bazı koşullara bağlıdır. (…)]
***
[Kapitalizmin gelişmekte olduğu tarihsel momentte, Amerika’nın keşfi, yeni deniz yollarının (Afrika’nın güneyden aşılması) bulunması, Asya’nın ve Pasifik’in derinliklerine uzanarak elde edilen yeni pazarlar, Avrupa’nın merkezinde kurulan yeni dağıtım merkezleri ve ticaret kentleri, yükselmekte olan burjuva sınıfına hem yeni bir ufuk kazandırmış, hem de yeni olanaklar sunmuştu.
Akdeniz’in öneminin azalması, Avrupa’nın gelişmekte olan ülkelerine (İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere) yeni kapılar aralamış ve onların sömürge edinme, fetihler gerçekleştirmelerine yol açmıştı. Sömürgelerle birlikte rekabetin ve savaşların çapı da bir kat daha artmıştı.
Amerika’nın yağma edilen altın ve gümüşü, Çin ve Hindistan gibi devasa çapta hammadde kaynak ve pazarları, Avrupa merkezli ticaret burjuvazinin artan gücüne yeni bir güç daha katmıştı.]
***
“Henüz çatal ve kaşığa ihtiyaç duyulmayan ilkel yaşam koşullarında bunların icat edilmesini istemek beyhudece bir beklenti olurdu. Nasıl ki 1900’lerin başında bilgisayar, internet, online satış şirketleri olamıyorsa, büyük dehalar da tarihin ihtiyaç duyduğu ilkeleri, teorileri ve kılavuzları ancak toplumlar onlara ihtiyaç duyduklarında ortaya atabiliyorlardı. Bu yüzden her gelişmeyi, teoriyi, felsefi ilkeyi zamanın koşulları içindeki yeri ve anlamı çerçevesinde değerlendirmek gerekir.”
***
Ben ne diyordum? İnsanların ihtiyaçları hep vardır ama bilinçlendikleri zaman solu ve sosyalizmi arayıp bulacaktır. Tıpkı kalemi, diş fırçasını, tekeri, uzay mekiğini buldukları gibi.
Özdemir İnce
25 Aralık 2018 Salı
Cumhuriyet
Henüz yayınlamaya cesaret edecek bir yayınevi bulamadı sanıyorum.
http://marksist.net/ilkay-meric/bu-kez-sari-yelekleriyle-geldiler
(Not: Yazılarınızda şu ‘devrim’, ‘devrimci’ ve ‘devrimcilik’ zırvalarını biteviye tekrar etmeyi bırakınız artık, zamanınızı ve enerjinizi heba etmeyiniz. ‘Kapitalizm’in her yeri sarıp sarmaladığı mevcudiyette, ‘devrim’ imkânsızdır.)
’96’ ve ‘97’ numaralı metinlerde, David Graeber’ın bizzat kendisinin ‘guru’luğa karşı oluşunu okuMAmışsınız, utanmadan hâlâ ‘guru’lukla ve hâlâ ‘medya artistliği’ ile kafasına taş atıyorsunuz.
Yanlış kişilere düşmanlık besliyorsunuz sayın Pipsqueak.
David Graeber’ın ‘uyandırmak’ fiilini kendine vazife edindiğini poponuzdan uyduruyorsunuz sayın Pipsqueak.
Marshall Sahlins ve David Graeber arkadaştır. Hâttâ beraber kitap bile yazdılar.
Ne yazmışsınız: ‘Bence bu çılgınlık, 7 bin yıl önce, ilk krallar ve imparatorlarla başladı.’ Sahlins ve Graeber cevap veriyorlar size.
Buyurun, cevabı okumak isterseniz:
‘On Kings’
Kitabın tamamı bu adreste:
( https://haubooks.org/wp-content/uploads/2018/01/On-Kings.pdf )
Hans Peter Duerr ve David Graeber arkadaştır.
Ananda Coomaraswamy ve David Graeber arkadaştır.
Norbert Elias ve David Graeber arkadaştır.
Pierre Clastres ve David Graeber arkadaştır.
Fredy Perlman ve David Graeber arkadaştır.
David Watson ve David Graeber arkadaştır.
Marcel Mauss ve David Graeber arkadaştır.
Karl Polanyi ve David Graeber arkadaştır.
Edward Said ve David Graeber arkadaştır.
Pyotr Kropotkin ve David Graeber arkadaştır.
Robert Charles Black Jr. ve David Graeber arkadaştır.
Edmund Leach ve David Graeber arkadaştır.
Günther Anders ve David Graeber arkadaştır.
Ranajit Guha ve David Graeber arkadaştır.
Partha Chatterjee ve David Graeber arkadaştır.
Gayatri Chakravorty Spivak ve David Graeber arkadaştır.
Margaret Mead ve David Graeber arkadaştır.
James C. Scott ve David Graeber arkadaştır.
…
Liste daha da uzatılabilir, ister misiniz sayın Pipsqueak?
David Graeber’ın; ‘guru’lukla, ‘efendi’likle, ‘başkan’lıkla, ‘lider’likle, ‘koruma’larla, ‘polis’likle, ‘ulu şef’likle ve bunlar gibi çeşit çeşit lagalugalarla, ‘merdiven basamakları (ladder of being)’ ile uzak-yakın ilgisi yok. Poponuzdan komplo uydurmaktan vazgeçiniz artık sayın Pipsqueak.
Claude Lévi-Strauss’un ömrü boyunca (henüz ‘televizyon’ adlı zımbırtı icat edilmemişken) ‘radyo’larda verdiği röportajlardan tutun, onyıllar sonra belgesel anlatıcılığına kadar varan geniş yelpazede konuşmaları (ve videoları) var. Bunları ne çabuk unuttunuz? Yoksa hatırlıyorsunuz da itiraf etmek işinize mi gelmiyor?!…
Buyurun: Monitor (1964)
( https://www.imdb.com/title/tt4124958/?ref_=nm_flmg_slf_8 )
Buyurun: Rencontres (1971)
( https://www.imdb.com/title/tt8652462/?ref_=nm_flmg_slf_7 )
Buyurun: Un certain regard: La logique du vivant: François Jacob rencontre Claude Lévi-Strauss (1972)
( https://www.imdb.com/title/tt3502244/?ref_=nm_flmg_slf_6 )
Buyurun: Quelque part quelqu’un (Somewhere, Someone) (1972)
( https://www.imdb.com/title/tt0069145/?ref_=nm_flmg_act_1 )
Buyurun: Apostrophes: Les livres du mois (1988)
( https://www.imdb.com/title/tt3688484/?ref_=nm_flmg_slf_5 )
Buyurun: Qu’avez vous fait de vos vingt ans? (1990)
( https://www.imdb.com/title/tt7340622/?ref_=nm_flmg_slf_4 )
Buyurun: Visionen zum Millennium (1999)
( https://www.imdb.com/title/tt2655688/?ref_=nm_flmg_slf_3 )
Buyurun: Campus, le magazine de l’écrit: Campus, le magazine de l’écrit (2002)
( https://www.imdb.com/title/tt6742242/?ref_=nm_flmg_slf_2 )
Buyurun: Campus, le magazine de l’écrit: Season 4, Episode 6 (2004)
( https://www.imdb.com/title/tt6804070/?ref_=nm_flmg_slf_2 )
Buyurun: Claude Lévi-Strauss par lui-même (2008)
( https://www.imdb.com/title/tt1320186/?ref_=nm_flmg_slf_1 )
‘Medya artisti’ diye çemkirdiğiniz, bugün kısa pantolonuyla ortalarda dolaşan nispeten tecrübesiz David Graeber’ın kafasına taş atmanızdan önce; Claude Lévi-Strauss’un onyıllar boyunca ‘medya’ya verdiği demeçleri ve tespitleri hatırlayınız. Poponuzdan komplo uydurmayınız sayın Pipsqueak.
Ve evet; Claude Lévi-Strauss ve David Graeber arkadaştır. Tıpkı Marshall Sahlins’in David Graeber’la arkadaş olması gibi.
David Graeber sizin de arkadaşınızdır; düşmanınız değil.
Haddinizi biliniz.
21. yüzyıl ekonomisinin ana ürünleri tekstil, araçlar ve silahlar değil; bedenler, beyinler ve zihinler olacak
Soru: Uzmanlıkların, yetkinliklerin, dinlerin ve tüketim alışkanlıklarının bu kadar radikal değişimlere sahne olduğu bir gelecekte insanlığı tanımlayan yeni kriterler ne olacak?
Yuval Noah Harari: Bir taraftan insan kimlikleri çok daha akıcı ve esnek olabilir. Örneğin, profesyonel kimliklerini düşünün. Bu insanlar otomasyon devrimiyle birlikte bilgisayar ve robotlar işlerini ele geçirirken mesleklerini tekrar tekrar değiştirmek zorunda kalacak. Otomasyon devrimi, iş piyasasının yeni bir dengeye oturacağı tek bir havza olmayacaktır. Aksine, yapay zeka (YZ) sürekli olarak kendi yeteneklerini geliştirdiği için daha büyük devrimlerin vesilesi olacak. Bu demek oluyor ki insanlar varlığını sürdürmek için profesyonel kimliklerini bir değil, birçok kez yeniden icat etmek zorunda kalacak.
Diyelim ki 10 yıllık bir kamyon şoförüsünüz. Ancak gün geliyor, kendi kendine yol alabilien (otonom) araçlar kamyon şoförlerinin yerine geçmeye başlıyor. Böylece sadece yeni bir beceri seti kazanmak zorunda kalmıyor; aynı zamanda kişiliğinizi de değiştirmeyi gerektiren yoga eğitmenliği gibi bir mesleğe geçiş yapıyorsunuz. Bir 10 yıl daha geçtiğinde bu sefer insanların vücut hareketlerini biyometrik sensörler ile izleyen bilgisayarlar dünyanın en iyi yoga eğitmeni oluveriyor. Böylece tekrar işsiz kalıyor ve bu sefer de kendinizi bir sanal dünya tasarımcısı olarak yeniden keşfediyorsunuz. Elbette bilgisayarlar o mesleği de ele geçirene kadar.
Yaşam beklentisinin artacağı ve insanların seksenli yaşlara dek çalışabileceğini göz önünde bulundurursak, bu hayatınız boyunca en az 5-6 profesyonel kimliğe sahip olacağınız anlamına gelir.
Ya da cinsiyete bağlarını düşünün. ‘Erkekler’ ve ‘kadınlar’ gibi katı ve ikili bir bölünme yerine insanlar geniş bir yelpazedeki cinsiyet aidiyetleriyle ilerleyecek. Biyo-mühendislik ve sanal gerçeklik (VR) gibi teknolojiler bu tür geçişleri daha kolaylaştıracaktır.
Kendime bakıyorum (son 20 yıldır tek eşli ilişki yaşayan bir eşcinselim) ve kısa bir süre sonra muhafazakar bir dinozor sayılabileceğinden şüpheleniyorum. Gelecekte sabahları birkaç saat boyunca düz bir kadın, öğleden sonra sanal gerçeklik oyununda bir biseksüel transseksüel olabilirsiniz.
Sonuçta insanları mesleğe, dine ya da tüketim alışkanlıklarına göre tanımlamak pek anlamlı değil. İnsanların ‘erkek’ ve ‘kadın’ gibi kategorilere katı bölünmesine dayanan sosyal, politik ve dini sistemler çok yakında anlamını yitirecek. Aynı zamanda, grup kimliğinden ziyade bireysel gözetime dayanan yeni kontrol sistemleri de ortaya çıkabilir. Geçmişte insanları kontrol etmek isteyen herkes bunu onları gruplara ayırarak yaptı. Bu kısmen ırkçılık ve önyargıdandı. Ama her şeyden önce idari bir gereklilikti. Çünkü her bireyle ilgili yeterli veri toplayamıyor ve analiz edemiyordunuz. Bu nedenle sadece küçük bir grup insan hakkında veri toplanıp analiz edildi ve bireyler buna göre sınıflandırılıp muamele gördü. Ne var ki çok yakında hükümetler ve diğer örgütler bundan çok daha fazla veriye ve bilgi işlem gücüne sahip olacak. Her bireyi tek tek tanımak ve grup kimliğine göre değil, kendi özgün geçmişine göre muamele etmek mümkün hale gelecek. Bunun birçok avantajı olacak – mesela artık cinsiyetiniz veya cildinizin rengi tarafından değerlendirilmeyeceksiniz-. Aynı zamanda tehlikeleri de var – daha önce hiç kimsenin bilmediği bireysel alışkanlıklarınız ya da eylemleriniz için cezalandırılabilirsiniz-.
Belki geçmişte, bir iş başvurusunda bulunup reddedildiniz. Çünkü siz bir kadınsınız ve o yöneticinin kadınlara karşı önyargıları vardı. Gelecekte ise şöyle senaryolar da mümkün olacak: küçük bir çocukken anaokulunda tembel ve isyankarsınız. Sistem sizi sürekli izleyecek ve okula gitme zamanınız geldiğinde tembel ve isyankar öğrenciler istemeyen ‘en iyi okullar’ sizi reddedecek. Dolayısıyla ‘kötü’ bir okula gitmek zorunda kalacaksınız. 20 yaşına geldiğinizde en iyi üniversiteler de sizi reddedecek çünkü kötü bir okuldan gelmiş olacaksınız. 30 yaşına geldiğinizde iş bulamayacaksınız çünkü kötü bir üniversiteye gittiniz. Artık kimse kadınlara, zencilere veya eşcinsellere ayrımcılık yapmıyor. Ama insanlar seni ‘sen olduğun için’ cezalandırdığında ne olacak?
Ve elbette, gelecek bu senaryodan çok farklı da olabilir. Akışkan kimlikleri yerine, insanlık son derece katı bir kast sistemi ile sınıflandırılabilir. Biyo-teknoloji bize insan bedenlerini ve beyinlerini yeniden tasarlama gücü veriyor. Zenginler süper insanlara dönüşme adına yeni teknolojileri kullanırken yoksullar bunlardan mahrum kalıyor.
Tarihte ilk kez, ekonomik eşitsizliği biyolojik eşitsizliğe dönüştürmek mümkün hâle gelecek. Zenginler, herkesten çok daha zeki, yaratıcı ve disiplinli olacak. Böylece ekonomiyi ve politik sistemi daha da fazla kontrol edecekler. Kendilerini daha fazla geliştirmek için daha fazla kaynağa sahip olacaklar.
Kısa süre içinde ‘süper-elitler’ ile çoğunluğu oluşturacak ‘sıradanlar’ arasında kapanmaz bir uçurum ortaya çıkacak.
Dünya’nın tümünde Homo Sapiens adlı tek bir insan türünün yaşadığı haline gayet alışkınız. Ancak bundan 70 bin yıl önce bu gezegen en az 6 farklı insan türüne ev sahipliği yapıyordu. O dönemde Homo Sapiens Afrika’da, Neandertaller Türkiye’de (Anadolu’da), diğer türlerse Orta ve Doğu Asya’da yaşıyordu. Belki bir yüzyıl içinde Dünya yeniden birkaç farklı insan türünün yaşayacağı bir yer olacak.
Soru: Bugün teknolojiye yön verenlerin tarih, felsefe, psikoloji, sosyoloji, ahlak ve din konularında yeterince bilgiye sahip olmamalarının olası yansımaları neler olabilir?
Yuval Noah Harari: Mühendisler ve Teknoloji Uzmanları geçmişi, felsefeyi ve ahlakı iyi bilmezlerse sonuçlar felaket olabilir. Binlerce yıldır sadece bir avuç düşünür ve şairin ilgilendiği birçok felsefi soru, bugün mühendisler ve teknisyenleri ilgilendiren acil pratik problemler haline geliyor. Hayvanları tasarlamak ve insanları süper insanlara yükseltmek için yapay zekanın nasıl üretileceğini ve biyoteknolojinin nasıl kullanılacağını öğreniyoruz. Bu tür projeler üzerinde çalışan mühendisler, “Bilinç nedir?”, “Özgür irade nedir?” Ve “insanlık nedir?” gibi eski felsefi soruları ele almak zorunda.
Daha sıradan bir düzeyde, otonom araçları düşünün. Kendi kendine ilerleyen bir aracın bir dizi arıza yüzünden fren yapma yeteneğini kaybettiğini hayal edelim. Bu durumda karşısına çıkan beş masum yayayı ezmek ile direksiyonu yana kırıp sahibinin hayatını tehlikeye atmak arasında bir seçim yapmak zorunda kalacak. Araç ne yapmalı? Filozoflar binlerce yıldır bu tür sorunları tartışıyorlar. Şimdiye kadar bu argümanlar gerçek davranışlar üzerinde utanç verici bir şekilde az etki yaratmıştır. Çünkü kriz dönemlerinde insanlar çoğu zaman kendi felsefi görüşlerini unutur ve duygularına, içgüdülerine yenik düşerler. Ne var ki bilgisayar algoritmaları ile onların tam olarak harekete geçmeye programladığınız gibi davranacaklarından. yüzde 100 emin olabiliriz. Bu yüzden bir otonom aracı programlamak için mühendislerin bazı zor ve kadim felsefi soruları cevaplaması gerekiyor.
Soru: Çok küçük grupların çok büyük kitlelerin kaderlerini belirlediği bir geleceğe doğru gittiğimiz ortada. Böyle bir durumda insanlar haklarından feragat etmeyi seçebilirler mi? Ve bu senaryodan olumlu bir sonuç beklemek mümkün mü?
Yuval Noah Harari: Dünyanın her yerinde liberal demokrasiye inanç yitiriliyor. İnsanlar haklarından vazgeçiyor ve otoriter yöneticilere güveniyorlar. Bu biraz şaşırtıcı. Modern liberal demokrasilerde yaşam kuşkusuz sorunlarla doludur. Fakat yaşam tarihin herhangi bir döneminde veya yerinde olduğundan daha iyidir. Ne yazık ki insanlar tarihi pek iyi bilmiyor.
Buna ek olarak yeni teknolojiler bizi kimsenin çözmeyi bilmediği muazzam yeni zorluklarla yüz yüze bırakıyor. İşte bu yüzden 20. yüzyıldan miras kalan tüm politik sistemler bir krizle karşı karşıya. Artık gelecek için anlamlı vizyonları ortaya koyamıyorlar. Sağdaki ya da soldaki hiç kimse bugün insanlığın 30 yıl içinde nerede olacağı hakkında bir fikre sahip değil. Çoğu insan radikal değişimleri sevmez ve bilinmeyenden korkar. Bu yüzden daha fazla istikrar ve hayatlarına anlam katacak güvenli bir kimliğe sahip olmak istiyorlar. Bu yüzden geçmişe, gelecekten daha fazla ilgi gösteren nostaljik siyasi vizyon dalgaları görüyoruz. ABD’den Hindistan’a kadar olan ülkelerdeki otoriter politikacılar geleneksel milliyetçi ve dini hikayelere yöneliyor. Güç verirlerse halklarına ‘eski güzel günleri’ geri getireceklerine söz veriyorlar. Bunun yansımasını kendi ülkem İsrail’de dahi hükümetin kendi politikalarını haklı çıkarmak adına İncil’e ve Yahudi geleneğine sırtını dayaması şeklinde görüyorum.
Milliyetçilik ve din rahatlatıcıdır, çünkü bize dünyada neler olup bittiğini, kozmik dramadaki kişisel yerimizi, kim olduğumuzu ve hayatımızın anlamını anlatırlar. Dahası, milliyetçi ve dini öyküler, binlerce yıldır değişmeyen, 21. yüzyılın teknolojik ve ekonomik devrimleriyle bile değiştirilemeyen mutlak ve ebedi hakikatler oldukları iddiasında. Fırtınalı bir dünyada mutlak bir rehberlik sunduklarını iddia ediyorlar. Bu yüzden insanlar, dinin ve milliyetçiliğin ebedi hakikatlerine dayanan güçlü bir yöneticinin sorunlarımıza tüm cevapları vereceği ümidiyle haklarından ve güçlerinden vazgeçmeye eğiliminde.
Ne yazık ki milliyetçilik ve dinin nostaljik fantezileri 21. yüzyılın büyük problemlerini çözmeyecek. Örneğin iklim değişikliğiyle nasıl baş edebiliriz? Yapay zeka milyarlarca insanı iş piyasasına ittiğinde ne yapmalı? Genetik mühendisliğinin muazzam yeni güçleri nasıl kullanılır? Bu soruların cevaplarını İncil’de ya da Yahudilikte bulmayacaksınız. Çünkü İncil’i yazan ve Yahudiliği yaratan insanlar küresel ısınma, genetik ve bilgisayarlar hakkında çok az şey biliyordu.
21. yüzyılın gerçekliği korkutucu. Bu yüzden insanların neden ondan uzaklaşmak istediklerini anlıyorum. Ama başka seçeneğimiz de yok. Gerçeği olduğu gibi görmeliyiz. Ve 21. yüzyılın eşi görülmemiş sorunlarıyla baş edebilecek yeni politik modeller geliştirmeliyiz.
Soru: İnternetin bireyleri doğrudan birbirine bağladığı, sınırları ve düzenlemeleri gittikçe anlamsız hale getirdiği bir zamandayız. Ancak bahsettiğiniz gibi dünya hala bu gelişmelerden çok önce kurulan devletler, sistemler, rejimler ve sınırlarla yaşıyor. Bu uyumsuzluğu ortadan kaldırmak mümkün mü?
Yuval Noah Harari: İnternet, sınırları ortadan kaldırmak ve insanları birbirine bağlamak adına çok daha geniş bir eğilimin parçası oldu. Yakın geçmişte dünya küresel liberal düzenin egemenliği altındaydı. Bu düzen tüm insanlığın ortak değerlerini ve çıkarlarını vurgular, işbirliğinin çatışmadan daha iyi olduğuna inanır ve fikirlerin, malların, paranın ve insanların serbest dolaşımına izin vererek işbirliğini teşvik eder. Liberal düzenin birçok kusuru olsa da her şeye rağmen dünyayı tarihte hiç olmadığı kadar huzurlu, sağlıklı ve müreffeh bir hale getirdi. Bu altın çağın öncesinde insanlığın daha iyi olduğunu düşünüyorsanız lütfen düşündüğünüz o yılı adlandırın: 1918 miydi? 1718? 1218?
Yine de insanlar liberal düzene inancını kaybediyor. Dünyanın dört bir yanında hükümetler göçü giderek daha fazla kısıtlıyor, yüksek ithalat vergileri getiriyor, aykırı fikirleri sansürlüyor ve ülkelerini duvarlarla örülü kalelere çeviriyorlar. Bu sürekli olursa, küresel liberal düzen çökecektir. Peki yerine ne gelebilir? Milliyetçilik tek bir ulusu nasıl yöneteceğiniz konusunda birçok iyi fikir sunabilir ancak dünyayı bir bütün olarak yönetmek adına malesef uygulanabilir hiçbir planı yoktur.
Bazı milliyetçiler dünyanın ‘duvarlarla çevrili ama dost kale-ülkeler’ ağına dönüşeceğini umuyorlar. Her ulusal kale, kendine özgü kimliğini ve çıkarlarını koruyacaktır. Ancak bütün kaleler yine de barış içinde işbirliği içinde olabilir ve ticaret yapabilir. Göç yok, çok kültürlülük yok, küresel seçkinler yok -aynı zamanda küresel savaş da yok-. Bu vizyondaki sorun, duvarlarla çevrili kalelerin nadiren birbiriyle dost olmasıdır. Geçmişte, dünyayı temizlenmiş uluslara bölme çabaları, savaş ve soykırımla sonuçlandı. Bazı evrensel değerler ve küresel organizasyonlar olmadan, rakip ülkeler herhangi bir ortak kural üzerinde hemfikir olamazlar.
Bazı diğer milliyetçiler herhangi bir küresel işbirliğine ihtiyacımız olmadığını söyleyerek daha da aşırı bir konumu benimsiyor: “Ulusumuz sadece kendi çıkarları için ilgilenmeli ve dünyanın geri kalanına karşı hiçbir yükümlülüğü olmamalıdır. Kale sadece asma köprüyü kaldırmalı ve duvarlarını örmelidir -dünyanın geri kalanının cehenneme kadar yolu var-“. Bu nihilist pozisyon saçmadır. Küresel bir ticaret ağı olmadan hiçbir modern ekonomi ayakta kalamaz. Daha da önemlisi, insanların hoşuna gitmiş olsun ya da olmasın, insanlık bugün tüm ulusal sınırların alay konusu olan ve sadece küresel işbirliğiyle çözülebilen üç ortak sorunla karşı karşıyadır: nükleer savaş, iklim değişikliği ve teknolojik bozulma. Hiçbir ulus tek başına nükleer savaşı önleyemez, küresel ısınmayı durduramaz veya yapay zekayı düzenleyemez.
Bu üç sorunu başarılı bir şekilde karşılayabilmek için daha az değil; aksine daha fazla küresel işbirliğine ihtiyacımız var.
Küresel bir kimlik yaratmalı ve insanları, kendi halklarına ek olarak insanlığa ve dünya gezegenine sadık olmaya teşvik etmeliyiz.
Bunun imkansız bir görev olduğunu düşünmüyorum. Her şeye rağmen, insanlığa ve Dünya gezegenine sadık kalmak, hiç tanımadığım milyonlarca yabancıdan ve daha önce hiç ziyaret etmediğim pek çok vilayetten oluşan bir ülkeye sadık hissetmekten daha zor değildir. Hiçbir Türk, diğer 80 milyon Türk’ün tamamını tanımıyor ve her Türk, Edirne, Erzurum, Trabzon ve Mersin’i ziyaret etmedi.
Ortak bilgeliğin aksine, milliyetçilik konusunda doğal olan hiçbir şey yoktur. Kökleri insan biyolojisi veya psikolojisine dayanmaz. İnsanlar genlerindeki grup sadakatiyle bir araya gelen sosyal hayvanlardır; bu doğru. Ancak, milyonlarca yıldır Homo Sapiens ve onun hominid ataları birkaç düzineyi geçmeyen sayıdaki küçük, samimi topluluklar halinde yaşıyorlardı. Bu nedenle insanlar, herkesin herkesi tanıdığı aile, kabile ve köy gibi küçük topluluklarda daha kolay sadakat geliştirir. Ama milyonlarca yabancıya sadık olmak neredeyse hiç de doğal değildir.
Bu kitlesel sadakatler sadece son birkaç bin yıl içinde ortaya çıkmış ve küçük kabilelerin kendi başlarına çözemeyeceği büyük çaplı sorunlarla başa çıkmak için evrimleşmişlerdir. Bugün büyük ulusların bile kendi başlarına çözemediği küresel sorunlarla karşılaştıkça, bağlılıklarımızın bir kısmını küresel bir kimliğe dönüştürmek daha mantıklı görünüyor. Bu, küresel bir hükümetin kurulması veya tüm kültürel, dini ve ulusal farklılıkların ortadan kaldırılması anlamına gelmez. Aynı anda aileme, köyüme, mesleğime, ülkeme, gezegenime hatta tüm insan türüne sadık olabilirim. Farklı sadakatlerin bazen birbiriyle çatışabileceği doğrudur. Böyle durumlarda ne yapılacağına karar vermek kolay da değildir. Ama hayatın kolay olduğunu kim söyledi? Hayat zor. Bunu kabul etmek gerek.
‘Tekdüze olmaksızın uyum’ idealinin özü budur. Eğer insanlar arasındaki tüm farklılıkları ortadan kaldırmanız gerekiyorsa, bu çok zayıf bir uyum olacaktır. Ortaya çıkan tüm enstrümanların sadece bir nota çaldığı bir orkestraya ya da tüm malzemelerin sadece tek bir tada sahip olduğu bir çorbaya benzer. Gerçek uyum, birçok farklı sesin ve zevkin bir arada bulunmasına ve birbirini dengelemesine izin vermek anlamına gelir. Bu sürekli bir çaba gerektiriyor ama sonucu daha güzel: daha yaratıcı ve daha merhametli bir dünya. Türk ve İsrailli, erkek ve kadın, düz ve eşcinsel, zengin ve yoksul, yaşlı ve genç her türlü insanı dinleyebildiğinizde, sadece bir tür insanla konuştuğunuzdan çok daha zeki ve bilge olacaksınız.
Peki insanoğlu bu meydan okumaya yönelecek ve küresel bir uyum yaratmayı başaracak mı? Bilmiyorum.
İnsanın bilge yanı çok güçlüdür ama aptallığını da asla hafife almamalıyız.
Soru: ‘Yeni egemen sınıf’ konusuna dönersek; teknolojinin yaratacağı imkanlar ve eşitsizlik sayesinde güçlenecek bu grubun talepleri sizce ne olacak?
Yuval Noah Harari: 21. yüzyılda seçkinler her zamankinden daha fazla güce sahip olacak ve bunu çok dikkatli kullanmaları gerekecek. Bunun için üç şeye ihtiyaç duyacaklar. Birincisi, bilim ve teknolojiyi iyi kavramak. Bilim şu anda dünyanın en önemli değişim sebebi. Bu yüzden örneğin iklim değişikliği, nükleer enerji, yapay zeka ve biyoteknoloji konularını anlamıyorsanız dünyaya öncülük etmeniz mümkün değil. Bunun için biyoloji veya bilgisayar bilimlerinde profesör olmanız gerekmiyor. Fakat iklim değişikliğinin dinamiklerini ve yapay zekanın potansiyel gücünü kavramanız şart. “Küresel sıcaklığın 2 santigrat derece yükselmesi durumunda sadece hava biraz daha sıcak olacak” veya “yapay zeka insan sezgisinin yerini asla tutamayacak.” tarzında şeyler söyleyenler dünyayı yönetmeye uygun değil. Çünkü hiçbiri karşı karşıya oldukları zorlukların önemini anlamamış durumdalar.
İkincisi, liderler alçakgönüllülüklerini ve merhametlerini geliştirmek zorunda kalacaklar. Yapay zeka ve biyo-mühendislik, bize yaratılış ve yıkımın kutsal güçlerini vermek üzere. Bu gerçekten, kelime anlamıyla böyle. Geleneksel olarak tanrılara ait olduğu düşünülen yetenekleri kazanıyoruz. Özellikle yaşamı yaratma ve imar etme becerilerini.
21. yüzyılda biz insanlar da tıpkı İncil’de Tanrı’nın yaptığı gibi hayvanları, bitkileri ve insanları kendi istediğimiz şekilde tasarlayıp, üretmeyi öğreneceğiz.
Yeni tür organik varlıklar yaratmak için genetik mühendisliği kullanacağız; siborg (organik parçaları inorganik parçalar ile birleştirilmiş varlıklar) oluşturmak için doğrudan beyin-bilgisayar arayüzlerini kullanacağız. Dahası, tamamen inorganik varlıklar yaratmakta bile başarılı olabiliriz.
21. yüzyıl ekonomisinin ana ürünleri tekstil, araçlar ve silahlar değil; bedenler, beyinler ve zihinler olacak.
Bir tanrının rolünü oynamak kolay değildir. Yapay zeka ve biyo-mühendislik güçleri ile ne yapacağına karar verenler alçakgönüllülük ve şefkatten yoksun kalırlarsa, son derece sorumsuz tanrılara dönüşeceklerdir.
Son olarak, liderlerimizin kendilerini iyi tanımasını ve kendi zayıflıklarını bilmesini umuyorum. Tabii ki eski zamanlardan beri bilgeler ve azizler insanlara ‘kendini bilme’ konusunda defalarca tavsiyelerde bulundu, nasihatler verdi. Yine de İsa, Muhammed ve Buda’nın günlerinde bu anlamda bir gerçek rekabetimiz olmadı. Kendini bilmeyi ihmal ettiysen dahi insanlığın kalanına karşı hala kapalı bir kutuydun. Şimdiyse aksine rekabet var. Bu satırları okurken, her türlü kurum ve kuruluş sizi yıkmaya, fethetmeye çalışıyor. Sizi kendinizden daha iyi tanıyorlarsa, size istedikleri her şeyi satabilirler. Bu bir ürün de olabilir, siyaseçi de. Eğer sıradan bir insansan, dünyaya zararın küçüktür. Ama eğer bir lidersen ve seni yönlendirebilecek, istismar edebilecek biri tarafından saldırıya uğramışsan hasar muazzam olabilir.
Soru: Bütün bunların ışığında sizi geleceğe dair umutlu kılan şey nedir?
Yuval Noah Harari: Umutlu olmak için çok şey var. Tüm bu sorunlara rağmen, insanoğlunun bugüne kadar hiç olmadığı kadar refah içinde, sağlıklı ve huzurlu olduğunu fark etmek iyi bir başlangıç olabilir. İnsanlık tarihinde ilk kez açlık insanlar açlıktan değil obeziteden, vebadan değil, yaşlılıktan, şiddetten değil kazalardan dolayı hayatını kaybediyor.
Gerçekten de tarihin en huzurlu döneminde yaşıyoruz. Dünyanın bazı bölgelerinde hala savaşlar var – Ortadoğu’da yaşadığım için bunun gayet farkındayım. Fakat dünyanın büyük bölümü savaştan tamamen kurtulmuş durumda. Ve birçok devlet artık çıkarlarını geliştirmek için savaşı standart bir araç olarak kullanmayı bıraktı.
Eski tarım toplumlarında tüm ölümlerin yaklaşık yüzde 15’i insan şiddetinden kaynaklanmıştır. Bugün dünyada bir bütün olarak, ölümlerin yüzde 1.5’undan azı insan şiddetinden kaynaklanmaktadır. Aslında, intiharların sayısı bugün şiddet olaylarına bağlı ölümlerin sayısından fazla! Kendinizi öldürmeniz, bir düşman asker, terörist veya suçlu tarafından öldürülmenizden çok daha yüksek bir ihtimal. Benzer şekilde obezite ve buna bağlı hastalıklardan ölen kişilerin sayısı, insan şiddetiyle öldürülen insan sayısından çok daha yüksek. ‘Şeker’ bugün baruttan çok daha tehlikeli.
Peki bu barış çağını ne getirdi? Her şeyden önce ve en önemlisi; nükleer silahlar süper güçler arasındaki olası bir savaşı toplu intihar senaryosuna çevirdi. Bu yüzden süper güçler uluslararası sistemi tamamen değiştirerek anlaşmazlıklarını büyük savaşlar olmaksızın çözmenin yollarını buldular. İkincisi, ekonomik değişimler ‘bilgi’yi ana ekonomik varlık hâline getirdi. Daha önce, zenginlik esas olarak buğday tarlaları, altın madenleri, köleler ve sığırlar gibi maddi kaynaklara dayanıyordu. Bu da doğal olarak savaşı teşvik etti, çünkü maddi zenginlikleri savaş yoluyla fethetmek nispeten kolaydı.
Bugünün serveti ‘bilgi’dir. Ve bilgiyi savaş yoluyla ele geçiremezsiniz. Örneğin Silikon Vadisi’nin zenginliğini fethedemezsiniz çünkü orada bir silikon madeni yoktur. Zenginliği oradaki mühendislerin ve teknisyenlerin bilgisinden gelmektedir. Sonuç olarak bugün çoğu savaş zenginliğin eski tarz maddi kaynaklara dayandığı -Ortadoğu gibi- belirli bölgeleriyle sınırlı kalmaktadır.
Ama bu bizi rehavete sürüklememeli. Son bu son dönemde savaşın herhangi bir mucize veya Tanrısal bir müdahale sayesinde ortadan kalkmamış olduğunu görmeliyiz. Savaş bilge insanların kararları sayesinde reddedildi. Ve eğer insanlar akılsızca kararlar vermeye başlarlarsa savaş geri dönecektir. Bu insanlığa karşı bir yıkım olacaktır. Bu yüzden dünyanın en büyük güçlerinden biri olan ‘insanın aptallığını’ asla hafife almamalıyız.
Barış için çok sayıda akıllı insan gerekir, ancak savaş için tek bir aptal yeterlidir.
[Yuval Noah Harari: ‘The Hebrew University of Jerusalem’de tarih profesörü.
‘Sapiens: A Brief History of Humankind’
‘Homo Deus: A Brief History of Tomorrow’
‘21 Lessons for the 21st Century’
kitaplarının yazarı.
Röportajı yapan: Serdar Kuzuloğlu
‘Dünya Halleri’
9 Eylül 2018]
Yuval Norah Harari’nin ilk kitabı ‘Homo Sapiens: Hayvanlardan Tanrılara’yı (Kolektif Kitap) okuduğumda insanlığa dair kafamdaki pek çok soru işaretine cevap bulmuş, daha evvel üzerinde pek düşünmediğim yeni soruların peşine düşmüştüm: ‘İnsan (Homo sapiens) neden ekolojik bir seri katile dönüştü? Kadınlar üstün sosyal becerilere sahipken, neden çoğu toplum erkek egemen? İnsanı bekleyen gelecek ne?’
Yalnız değilmişim, çünkü kitap dünyada satış rekorları kırarken Türkiye’de de 100 bin eşiğini aştı. Genç tarihçi Harari, bu defa ‘Homo Deus: Yarının kısa bir tarihi’ (Kolektif Kitap) kitabında gelecekte insanın neye evrileceğini, yine tarihi bilim ve teknolojik gelişmelerle harmanlayarak, akıcı ve anlaşılır bir dille tarif ediyor.
Harari ile söyleşi yapma şansını buldum. Tanıştığımızda, ‘İnsanın en büyük düşmanı kendisi. Artık savaşlardan ziyade diyabetten ölen insan sayısı çok daha fazla. Coca Cola, El Kaide’den daha öldürücü.’ dediğini ve bunun üzerine yanımdaki muhtemel Coca Cola çalışanının kalp sektesi geçirdiğini söyleyerek başladım, mahcup oldu.
Son derecede alçakgönüllü ve sıcak bir insan olduğu için tüm sorularıma sabırla yanıt verdi. İnsanlığın yeni buluşlarının başına açabileceği işlerden mutluluğa, yeni eşitsizliklerden mevcut politikalara geniş bir çerçevede konuştuk. Mesleki olarak en çok haz aldığım söyleşilerden biri oldu.
Soru: Son kitabınız ‘Homo Deus’da insan türünün (Homo Sapiens) teknolojik gelişmeler ve bilimsel araştırmalarla bir çeşit ‘yarı tanrı, süper insan’ olacağını söylüyorsunuz. Bu yeni insan türünü tarif eder misiniz?
Yuval Norah Harari: Mesele insanın yeni ve üstün beceriler kazanması. Homo Sapiens, Homo Deus’a dönüşecek, yani tanrı benzeri bir ilahi bir güce kavuşacak derken geleneksel olarak Tanrılara has düşünülen, yaşamı planlayıp düzenlemek ve yaratmak gibi özellikleri elde etmesini kast ediyorum. Çoğu mitolojide tanrılar, hayvanlardan bitkilere, hayatı yaratan varlıklar olarak betimlenir.
Aynı zamanda bedenlerini yaratabilir veya değiştirebilirler. Günümüzde bu artık bilim kurgu olmaktan çıktı. Mikroorganizmalar yaratmak ve değiştirmek mümkün, bu becerileri kendimiz de kazanıyoruz. Homo Deus’un ana fikri bu: “Yaşamı değiştirme ve yaratma becerisine kavuşmak.”
Soru: Yarı tanrı bir insandan bahsedince muhafazakarların, dindarların tepkisini çekmiyor musunuz?
Yuval Norah Harari: Hayır, çünkü muhafazakarlar da aynı süreçten endişeli. Bunu reddetmek imkansız gibi, şu an oluyor çünkü. Laboratuarlarda, bilimsel makalelerde her yerde rastlıyorsunuz. Daha tam orada değiliz, eski bildik Homo Sapiens’iz. Ancak 20-30 yıl içerisinde kritik aşamayı geçeceğimizi düşünüyorum. Beden ve zihinlerimizi değiştirebilecek, teknik olarak insan mühendisliği yapabileceğiz, organların yerine biyonik uzuvlar yerleştirebilecek, beyni doğrudan bilgisayara bağlayabileceğiz.
Böylelikle insan ve makine birleşip bir tür sayborg ortaya çıkacak. Silikon Vadisi’nde insan zihnini bilgisayara yüklemek veya bilgisayarda zihin yaratmaktan bahsedenler var. İşte o zaman gerçekten tanrı gibi olacağız, bir dünya yaratıp içinde yaşamak anlamında. Silikon Vadisi’nde bunu yapmış bile olabilirler, bildiğimiz dünya Matrix gibi bir simülasyona dönüşmüş olabilir. Şu an yapılmamış olsa bile 50 yıl içinde bu olacak; fiziki dünyadan ayırt edilemeyen koskoca bir dünya yaratılabilir.
Soru: Matematik olarak mümkün?
Yuval Norah Harari: Evet! Ama teknik olarak mümkün mü bilmiyorum. Ama bilim kurgu olmadığı kesin. Eskiden bilim kurgu romanlarında okuduğumuz şeyler, son derecede ciddi bilim insanları ve girişimciler tarafından yapılmaya çalışılıyor.
Soru: Kitabınızda, Homo Deus ile Homo Sapiens arasındaki olası ilişkiyi anlayabilmek, aynı zamanda insanı anlamak için hayvanlarla ilişkimizi de inceliyorsunuz. Neden hayvanlarla ilişkimiz önemli?
Yuval Norah Harari: Her şeyden evvel etik bir sorun var. Hayvanlar makine değildir, duyguları olan varlıklardır. Bilimsel araştırmalar, kuşların ve tüm memelilerin bir bilinci olduğunu, acı, öfke, sevgi ve keyfi hissedebildiklerini kanıtladı. Ancak günümüzde onlara makine gibi davranıyoruz. Yabani hayvan türlerini birer birer tüketirken çiftlik hayvanlarını kendi arzu ve ihtiyaçlarımıza göre köleleştirdik. Anadolu’da birkaç keçisi olan çiftçiden bahsetmiyorum, büyük süt ürünleri üreticilerini kast ediyorum. Bu şirketlerin derdi daha fazla ürün almak ve kazanç sağlamak olduğu için hayvanlara giderek daha kötü muamele yapıyor.
Misal, bir inek sadece doğurduğunda süt verdiği için mütemadiyen hamile bırakılıyor, yavrusu doğar doğmaz alınıp mezbahaya yollanıyor. Süt bitince tekrar dölleniyor, bu döngü 4-5 yıl içinde inek her anlamda tükenene ve mezbahaya yollanana dek devam ediyor. Hayvanın hayatı bu. Dar bir kafesin içinde, hareket etmeden ve sürekli antibiyotikler verilerek tutuluyor. Devamlı yavrusundan ayrılıyor. İnek açısından dünyadaki en sefil canlı olduğunu söyleyebiliriz.
Soru: Bu ilişki bize Homo Sapiens’in geleceği açısından ne anlatıyor?
Yuval Norah Harari: İnsanlar hayvanlara reva gördükleri muameleyi iki şekilde açıklıyor: Birincisi, hayvanların birer makine olduğu ki bilimsel olarak aksi kanıtlandı. İkincisi, acı hissedebilirler ama ama önemi yok çünkü benim kadar zeki değil, deniyor. Zekaya bu kadar önem veriliyorsa, daha zekiysen senden daha az zeki olana her şeyi yapma özgürlüğün var anlamına geliyor. Bu çok tehlikeli bir durum. Yakın gelecekte Homo Sapiens gezegendeki en akıllı varlık olmaktan çıkacak. Süper insanlar veya yapay zeka daha gelişmiş bir zekaya sahip olacaksa, bugün insanın ineğe yaptığının benzerini uygulayabilir.
İnsan tam gücü elinde bulundurmaya o kadar alışık ki bunu düşünmüyorlar bile. Diğer insan ve hayvanların açısından bakmayı unutmak çok kolay. Güçlü sınıflar her daim güçsüzlerin, daha az imkana sahip olanların, etnik azınlıkların açısından dünyanın nasıl göründüğünü hep unutur.
Soru: Hastalıklarla mücadele, yaşamı uzatmada önemli adımlar atılıyor. Ancak bugün dahi bu yeniliklere, tedavilere ulaşabilen insan sayısı kısıtlıyken yakın gelecekte aradaki uçurum daha da büyür mü?
Yuval Norah Harari: Beden, beyin ve zihin mühendisliği becerisini geliştirerek tarihte ilk kez ekonomik eşitsizlik biyolojik eşitsizliğe dönüşecek. Elbette varlıklıların daha iyi beslenmeye ulaşabilmesinden doğan biyolojik farklar vardı; mesela daha sağlıklı, daha uzun boylu oluyorlardı. Ancak insanın temel becerilerine baktığınızda büyük bir fark yoktu. İster Osmanlı hanedanından gelin, ister Anadolu’da yaşayan bir çiftçi olun, bariz fark yoktu. Gelecek onyıllar içindeyse yeni teknolojiler biyolojik eşitsizliğe dönüşebilir, yoksullar sadece daha alt sınıf mensubu olmakla kalmaz, hakikatte alt türe dönüşebilir. Böyle bir mesafede açıldığında bir daha arayı kapamak neredeyse imkansız. Zira sadece varlık olarak değil, becerilerde de fark attığınız zaman, daha az beceriye sahip insanın size yetişmesi giderek zorlaşacak.
Soru: İnsan evladı için bir felaket anlamına mı geliyor bu?
Yuval Norah Harari: Kehanet değil, hala birşeyler yapılabilir. Ancak işi pazar dengelerine bırakırsak gerçekten felaket olacak.
Soru: Sizce koyu dindarların da ömürlerini uzatmaya çalışması bir çelişki mi?
Yuval Norah Harari: Neden çelişki olsun?
Soru: Çünkü ölümden sonra yaşama, kadere inanıyorlar, hayatın değerinden ziyade ölümü yüceltmeye meyilliler… Bazı radikal liderler bunu açık açık söylüyor.
Yuval Norah Harari: Çok doğru, mesela IŞİD’e bakalım. Liderleri her zaman başkalarını intihar bombacısı olmak için gönderiyor. Gerçekten dediklerine inansalar kendileri gönüllü olurdu. Birkaç saniyeliğine acı çekip sonsuza kadar cennette yaşayacaklarına yüreklerinden inansalar neden 16 yaşındaki çocukları göndersinler? İnsan, çelişkili inançlara tutunma becerisine sahiptir, istediklerinde değiştirirler. Yani cennete, ölümden sonra yaşama inanabilirler ancak bu dünyada onlarca yıl daha yaşamak isteyebilirler. Bunun için pek çok bahane bulurlar, mesela ‘Başkalarına yardım edeceğim, cennete gitmek için ikna edeceğim’ gibi.
Yani ‘Şu an ölüme gitmiyorum, sizin için fedakarlık yapıyorum.’ Sanırım hayatı uzatacak teknolojiler geliştikçe dindar insanlar neden bunlara başvurduklarını açıklayacak yollar bulacak. Dinler gündemde kalabilmek için yeni teknolojilere uyum sağlamak durumunda. Yeni koşulları kabul etmiyorsan çekiciliğini kaybedersin. Papa iklim değişikliği ve insan haklarından bahsediyor, bunlar Hıristiyanlık idealleri değil ki. Aslında bu iyi bir gelişme, onu dinleyen insan çok.
Soru: Modern insan daha fazla mutluluk için bu kadar uğraşıyorken depresyon ve intihar oranları yükseliyor. Sizce insan, mutluluk arayışında başarısız mı oldu?
Yuval Norah Harari: Sanırım evet, başarısız olundu. Güç kazanmakta iyiyiz ancak bu güçleri mutluluğa dönüştürmekte değiliz. İnsan mutluluğu, Taş Çağı’ndan bu yana pek fark etmedi. Bunun bir nedeni, mutluluk ve ıstırap çekme konusundaki dar, sığ anlayışımızdan kaynaklanıyor. Mutluluğun haz almak, ıstırap acı çekmekten ibaret olduğunu düşünüyoruz. Tüm gücümüzü bize daha fazla haz verecek, daha az acı çektirecek koşullara harcıyoruz.
Ama sabahtan akşama tarlada çalışmak zorunda olmayan, korunaklı hatta varlıklı insanlar da depresyondan muzdarip. Tek ıstırap, acıdan kaynaklanmaz, başka türleri de vardır. Durduğumuz noktadan bunu benimsemek çok zor. Ama hırs, öfke de bir çeşit ıstıraptır.
Soru: Hırs, nasıl bir ıstırap türü olabilir ki?
Yuval Norah Harari: Bana inanmak zorunda değilsiniz, hadi soru soralım. Herkes acı çekmenin, çok ender özel koşullar haricinde ıstırap olduğunda hemfikir. Ama hırsla yanıp tutuşan bir insan da ıstırap çekiyordur. Acıya kıyasla daha güç algılanabiliyor. Üstelik pek çok insan hırsın iyi bir şey olduğuna inanır, çünkü hırs sayesinde başarır, yükselir, yenilikler icat edilir. Mutluluk konusunda pek ilerleme kaydedilmemiş olmasının birinci nedeni, mutluluğun beklentilere bağlı olması.
Beklentiler koşullara uyum sağlar. Koşullar düzeldikçe daha çok tatmin olmayız, beklentiyi yükseltiriz. Daha derinlerde insan zihninin temel tepkisi daha fazla istemektir.
Mutlulukta daha fazla gelişme kaydedilmemiş olmasının ikinci nedeni, ıstırabı anlamaya yönelik yeterince keşif yapmamış olmak. Tüm çabamız acıdan kurtulmak ve daha fazla hazza ulaşmak. Oysa kızgın bir insan hiç de mutlu değildir. Acıdan kurtulmaya çalışmakla olmuyor ama bunu bir türlü göremiyoruz…
Soru: Anlamak zor çünkü hırsın kötü olduğu, kontrol edilebilir olduğunu düşünüyoruz, öyle değil mi? Öte yandan acı, genelde elimizde olmayan şeylerle bağdaştırılır.
Yuval Norah Harari: Deneysel bir soru bu. Hırslı olmak nasıl hissettirir? Sakin, dengeli ve mutlu bir duygu hali midir? Ayrıca hırs bizi öylesine kontrol ediyor ki nasıl hissettirdiğini gözlemlemek zor. Pek çok medeniyette hırsın negatif anlamları vardır, ancak kapitalist dünyada gayet olumlu bulunuyor.
Soru: Başarmak, daha fazla kazanmak için hırslı olmak makuldür gibi mi?
Yuval Norah Harari: Evet. Reklamlarda olduğu gibi daha fazlasını istemek, daha çok satın almak, daha çok yatırım yapmak zorundasınız. Tüm dünya bizi buna teşvik ediyor. Devamlı daha fazlasını isteme halinde olmak kesinlikle mutlu bir hâl değil.
Soru: 2100’de dünya dramatik bir şekilde değişecek ancak kesin öngörülerde bulunamıyoruz. Ama bildiklerimiz de var; mesela ekonomik sistem bu haliyle devam ederse ekolojik yıkım yaşanacağı kesin. Öte yandan ‘Kapitalist sistemi kökünden değiştirecek olursak da toplum çöker’ diyorsunuz. Bu ikilemden nasıl çıkacağız? Sonumuz yakın mı?
Yuval Norah Harari: Kimse ne olacağını bilmiyor. Tüm dünya giderek daha hızlı değişiyor… İnsan zihni ve beyninin bu dünyayla başa çıkamayacak noktaya ulaşacağız gibi görünüyor. Çok fazla veri var. İnsan artık Afrika çöllerinde yaşamıyor, ama mevcut dünyayı anlamlandırmakta zorlanıyor. Herkes, hatta siyasi liderler dahi dünyanın belirli bir kesimini görebiliyor, kısıtlı vizyona sahipler. Bu kısıtlı vizyona göre değerlendirme ve plan yapıyorlar.
Kimse daha net, geniş açılı bir vizyona sahip değil. Bunun yetersiz eğitim veya yaratıcılık eksiğinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Sadece dünya, Homo Sapiens için fazla karmaşık oldu. Tam da bu yüzden otorite insandan algoritmalara kayıyor.
Soru: Algoritmalar nasıl hakimiyet kazanabilir?
Yuval Norah Harari: Çünkü sadece algoritmalar neler olduğundan bir anlam çıkarabiliyor. Biz Silikon Vadisi’ndeki gibi girişimcilerin hiçbir insanın isleyemeyeceği ölçüde veriyi, olağanüstü bilgisayar gücü ve yapay zekayla işlemesini dahi anlamıyoruz. Bu algoritmalarda bir takım modeller (pattern) buluyor ve kararları, seçimleri bizim adımıza yapıyorlar.
Bu epey ürkütücü. Binlerce yılda giderek daha fazla kontrol kazandık. Sadece kendimizi değil ekonomiyi, hatta doğayı, nehirleri, hayvanları hatta iklimi kontrol altına aldık. Elimizdeki bu kontrole odaklanırken birdenbire güç, algoritmalara geçti.
Soru: Peki bu neden korkutucu olsun?
Yuval Norah Harari: Haklı bir nedeni var. Kim algoritmaların doğru karar verdiğini bilebilir? Kim, onu programlayan kişinin önyargılarına sahip olmadığını, hata yapmadığını iddia edebilir? Ben, bunun halihazırda gerçekleştiğini söylüyorum. Dünyayı anlamlandırma becerimizi kaybederken gücü algoritmalara teslim ediyoruz. Amerika’da kredi başvurunuz algoritmalara göre değerlendiriliyor. Sizden alınan veriler, Facebook, Amazon, banka hesaplarınıza göre algoritma kredi verip vermeyeceğine karar veriyor. 20 yıl önce karşınızdaki bankacı bir insandı. Elbette pek çok önyargı vardı..
Misal, Afrika-Amerika kökenlilere karşı önyargısı varsa buna göre kredi vermeyebilirdi. Ancak insan bankacıya ırkçılık yaptığını söyleyip şikayet edebilir, hatta protesto düzenleyebilirsiniz. Algoritmanın olumlu tarafı, ırkı kriter olarak görmemesini programlayabilmek.
Soru: Başka sorunlar ortaya çıkabilir mi?
Yuval Norah Harari: Şu anda aklımızın almayacağı yeni önyargılar gelişebilir. Algoritmalar büyük miktarda veriyi işler ve buna göre insanların düşünemeyeceği modeller çıkarabilir. Mesela kişinin borcu geri ödemesiyle ilgili bir özelliği keşfedebilir. Buna göre başvurunuzu reddedebilir. Banka size ‘Bilmiyoruz neden, algoritma böyle dedi’ deyip işin içinden sıyrılır, ‘Benim neyim var? Neden kredi alamadım?’ diye düşünüp durursunuz. Ve yapabileceğiniz bir şey yoktur, çünkü diğer reddedilen insanların hangi özellikleri taşıdığını da bilemezsiniz.
Eskiden ayrımcılık kolektifti, mesela tüm kadınlara, geylere, siyahilere karşı ayrımcılık gibi. Fakat şimdi bireysel bir ayrımcılık sözkonusu. Algoritma kadın veya gey olduğun için değil, seni beğenmediği için işe alınmanı istemeyebilir! Ne yapacaksın bu durumda?
Soru: Algoritmaların, teknolojik ve bilimsel gelişmelerin yeni bir elit ve yeni bir sınıf yaratacağından bahsediyorsunuz. Neden ‘gereksiz sınıf’ terimini kullanıyorsunuz? Bu yeni sınıfın hiçbir değeri olmayacak mı?
Yuval Norah Harari: ‘Gereksiz sınıf’ terimini bilerek kullanıyorum, çok provokatif olduğunu biliyorum. Kişisel olarak hiçbir insanın gereksiz olduğunu düşünmüyorum tabii. Bu terimi, sistemin bakış açısı olduğu için kullanıyorum. 20. yüzyılın sonuna dek insan, özellikle ekonomik ve askeri olarak sistem için gerekliydi. Devletler, savaşa döndürmek ve fabrikalarda çalıştırmak için insana ihtiyaç duyardı. Dünya savaşlarına bakarsanız, kadınların seçme hakkını kazanmasının bir nedeninin, devletlerin kadınlara ihtiyaç duyması olduğunu görürüz.
Birileri savaşırken birilerinin de fabrikalarda çalışması gerekiyordu, üstelik kadınlar çok faydalı olduklarını gösterdi ve ülkeler peş peşe kadınlara seçme hakkını verdi.
Peki insanlar artık sisteme faydalı değilse ne olacak? Askeri anlamda bunu yaşıyoruz bile. Artık savaşlar için milyonlarca insanı askeri almak gerekmiyor. Elit güçler yetiştiriliyor, özel harekat güçleri ya da dron kullanacak insanlar gibi. Ordular giderek sofistike ve otonom teknoloji kullanımına yöneliyor.
Kimi insanlar, askeri değerini yitiriyor. Aynısı sivil hayatta, ekonomide de geçerli: Mesela kendi kendine çalışan arabalar, taksi şoförlerini işinden edebilir. IBM’in Watson’ı doktorların yerini, algoritmalar borsacıların yerini alabilir. Borsacı olacağım diye finans okuyan biri 10 yıl sonra iş bulamayabilir.
Soru: Yeni meslekler arayı kapayamaz mı?
Yuval Norah Harari: Elbette yeni meslekler çıkacak, ama kaybolanların yerini doldurabilecek mi orası meçhul. İnsanların iki ana becerisi var; fiziksel ve bilişsel. Makinelerin fiziksel beceride insanı kat be kat geride bıraktığını deneyimledik. Daha çok insan bilişsel beceri isteyen mesleklere kaydı.
Sanayi ve tarımdan hizmetler sektörüne geçiş oldu, ama makineler bu alanda da rakip oldu. Eğer bizden daha iyi performans çıkarırlarsa şapkadan üçüncü bir beceriyi çıkaramayız. Sanatta bile böyle. Bilgisayarlar müzik besteliyor, filmler için senaryo yazıyor.
Beş yıl önce Google çevirisine gülüyorduk, şimdi öyle gelişti ki çevirmenler işlerinden olmaktan korkuyor. Tabii Murakami romanı çeviremiyorlar, ama bir markanın el kitabını rahatlıkla pek çok dile çevirebilirler. 20 yıl sonra Murakami romanını da çevirebilir. Giderek daha fazla sayıda insanın işsiz kalacak olması gerçek ve açık bir tehlike.
Yeni meslekler çıksa dahi insan uyum sağlamakta güçlük çekecek. 50 yaşında taksi şoförü işsiz kaldıysa gidip nasıl sanal gerçeklik oyunu dizaynı yapacak değil. Çoğu insanın bu geçişi yapabileceğini sanmam.
Soru: Hâlâ kimi siyasi liderler daha fazla çocuk yapın, çocuklarınızı askere, işe yollayın diyor. Sizce halen 20.yüzyıl değerleriyle yönetilen ülkelerin durumu ne olacak?
Yuval Norah Harari: Bu en korkulu senaryo. İsveç gibi bir ülkede, sosyal demokrasi ve sosyal devlet olma geleneği güçlü olduğu için teknoloji devi büyük şirketleri yüksek vergiye tabi tutabilir, işsiz kalanları destekleyebilir. Ancak bu geleceğe sahip olmayan pek çok gelişmekte olan ülkenin eliti, kitlelerin işsiz kalmasının karşısında hem isteksiz, hem de yönetimde yeterli beceriye sahip değil.
Nijerya, Bangladeş, Brezilya, Hindistan gibi ülkeleri düşünecek olursak, ekonomik ve politik olarak arayı ucuz işgücüne dayanarak kapatmaya çalıştıklarını görürüz. Çin ABD’yi böyle yakaladı, en önemli varlığı ucuz işgücüydü.
Peki ucuz işgücü bir değer olmaktan çıkınca ne olacak? Robotlar tişört üretebilirse, tasarımları 3 boyutlu yazıcıdan alınabilirse ne olacak? Petrol gibi doğal kaynaklara sahip ülkeler, kaynaklarını tüketene kadar yaşayabilir.
Öte yandan ABD’nin Google, Microsoft gibi devlerin vergilerini yükseltip Bangladeş’e para desteği yapacağını hiç sanmam. Buna inanırsak Noel Baba’nın yardım dağıtacağına da inanabiliriz.
Soru: 20. yüzyıl siyasetçilerinin megalomanyak vizyonlara sahip olduğunu, bugünse kimsenin net bir vizyonu olmadığından bahsettiniz. Milliyetçiliğin yükseldiği, kolektif iş yapmak yerine içe kapanmanın konuşulduğu bir dönemdeyiz. Bu ne anlama geliyor?
Yuval Norah Harari: Küreselleşmeye karşı bir tepki var. Milliyetçiliğin yükselişi ve uluslararası işbirliklerin bozulması son derece tehlikeli. Zira insanlığın 21. yüzyıldaki en büyük sorunları, iklim değişikliği veya yapay zekanın yükselişi gibi küresel problemler. Hiçbir ülke kendi başına bunlarla başa çıkamaz. Ülkeler kendi çıkarlarıyla bu kadar meşgul olur, milliyetçiliği ön plana çıkarır ve insanlığın ortak çıkarına duyarsız olursa karşılaşacağımız sorunları çözebilme şansımız azalıyor.
Soru: Bilgi en değerli varlık. İyi güzel, peki niye şimdi gerçek ötesi (post truth) döneme girdik deniyor?
Yuval Norah Harari: Gerçek ötesinin yeni olduğunu düşünmüyorum. Gerçek ötesi çağda yaşıyoruz diyenlere sorarım: Ne zaman gerçeğin çağını yaşadık? 1980’ler mi, 1930’lar mı, Orta Çağ mı, Karanlık Çağlar mı? Tarih boyunca gerçeği eğip büken, gizleyen güçlü ideolojiler, dinler hep oldu. Tamamen sorgulanabilir gerçekler ve kanıtlar üzerine kurulu bir topluma rastlayamazsınız. Birkaç istisna haricinde insan hikayelerle düşünür, gerçeklerle değil.
İyi bir hikaye gerçekle çelişirse pek azımız gerçeğin bu hikayeyi bozmasına izin verir. Din, iyi bir örnek. Şimdi mesela Trump, elini İncil’e koyup başkanlık yeminini ediyor, tıpkı Obama ve ondan öncekilerin yaptığı gibi. Trump’ın söylediği gerçek ötesi diyoruz da İncil nedir?
Bilimsel açıdan bakınca kurguyla, mit ve hatalarla dolu. Bu yüzden insanların mahkemeye çıktığında elini İncil’e koyması ve yalnızca gerçeği söyleyeceğine yemin etmesi ironik.
Harry Potter kitabının üzerine el basmaktan farkı yok, çünkü kurgu bir kitap. Binlerce yıldır böyle olduğuna göre gerçek ötesi çağda filan yaşamıyoruz.
Türümüz, gerçeğe sıkı sıkıya inandığı için gezegeni fethetmedi. Gezegeni fethettik çünkü kalabalıklar halinde esnek işbirliği yapabiliyoruz. Ve her büyük işbirliği bir kurguya, ideolojiye veya dine dayandı. İnsanlara ‘E eşittir MC2’ diyerek harekete geçiremezsiniz.
Hayır, etrafınızda toplayacak iyi bir hikayeye ihtiyacınız vardır: ‘Tanrı bana şunu dedi, bunu yapmalıyız, beni takip edin’ gibi…
[Röportajı yapan: Mehveş Evin
‘Diken’ gazetesi
28 Ocak 2017]
– Biraz İlkelcilik alır mıydın?
– Bana İlkelcilik satmak istemiyorsun.
– Sana İlkelcilik satmak istemiyorum.
– Eve dönüp hayatını gözden geçireceksin.
– Eve dönüp hayatımı gözden geçireceğim.
Sınıfsal, Ulusal Ve Her Türlü Sömürüye Karşı; Yaşasın 1 Mayıs
Daha önce yayınladığımız 1 Mayıs ile ilgili yazılarımızda, Evrensel Sol ile Kemalist Sol arasındaki karşıtlığa dikkat çekerek; Devletçi Sol’un Kürdistan düşmanlığına ortak olmayacak şekilde 1 Mayısı kutlamıştık.
Bu yazılarımızdan biri,
“Yaşasın (Özünden Koparılmamış) Bir Mayıs!” başlığını taşıyordu. Bir diğer yazımızın başlığı da
“Bu Bir Mayıs Bizim Değil, Kutlamıyoruz!” idi.
/bu-bir-mayis-bizim-degil–kutlamiyoruz
Her alanda olduğu gibi 1 Mayıs işçi bayramı da amacından saptırılmış ve Kemalst/devletçi sol tarafından sisteme hizmet edecek bir içeriğe bürünmüştür. Bir Mayıs’ı kutlarken faşist/Kemalist sistemin yedeğine düşmemek için başlıkta özellikle seçici davranmaya çalışıyoruz.
Bu güne kadar kutlanan 1 Mayıslar tam da kaygılarımızı doğrular nitelikte oldu; bu yıl da Kemalist özünden koparılmayacağı açıktır. 1 Mayıslarda birçok alanda soykırımcı Mustafa Kemal posterleri ve işgalci devletinin bayrağı ön plandadır. Bazı alanlarda ise ırkçı/faşist ‘istiklal marşı’ okunarak katılımcıların ne kadar devletçi ve ne kadar sistemin hizmetçisi olduğunu gösteriyor.
Kemalist sistemle, İşgal bayrağı ve işgalci sınırlarla sorunu olmayanların başat rol oynadığı 1 Mayısların, Evrensel Sol değerleri temsil etmediği açıktır. Kemalist Sol’un yerel ayağı olan PKK/HDP de her zaman bu devletçi sol ile omuz omuza oldu. HDP’lileşmeyle birlikte de dolaylı devletçiliklerini açık devletçiliğe dönştürmüş oldular.
Bu koşullarda 1 Mayıs kutlamalarına katılmak, faşist/işgalci politikalara hizmet etmek anlamına geldiği için, Evrensel Sol değerlere sahip olanlar ile Kürdlerin Ulusal Haklarını savunan devrimcilerin katılması beklenemez.
Özgür Bireyler Topluluğu olarak, dünya işçilerinin/emekçilerinin ‘sınıfsız, sömürüsüz ve her türlü işgali ret eden 1 Mayıs Bayramı’nı tüm içtenliğimizle kutlarken; Evrensel Sol değerleri ve Kürdlerin ulusal potansiyelini Kemalizm potasında eriten entegrasyoncu anlayışları da lanetliyoruz.
Dünya emekçilerinin evrensel değerlerine ve Kürdistan Halkının Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne düşmanlık/ihanet eden Kemalist Sol ve yerel ayaklarının aklayıcısı olmadık; olmayacağız da.
Bu nedenle Türkiye’deki 1 Mayıs kutlamalarına katılmadığımızı ve Kemalist Sol’un öncülüğündeki 1 Mayıs’ı da kutlamadığımızı özellikle belirtmek isteriz.
Başta ulusal sömürü olmak üzere her türlü sömürüye karşı ilkesel olarak tutum alan tüm insanların 1 Mayıs işçi Bayramı’nı bir kez daha kutluyoruz…
Özgür Bireyler Topluluğu
30.04.2018
(Nasname)
–
Antikürt Taksim eylemlerinden uzak duralım
Bedel Boselî
Taksim eylemcileri kazanırsa Kürtler kaybeder; Taksim eylemcileri yenilirse yine Kürdün anası ağlar. Onun için bize ne!
İstanbul “Gezi Parkı” eyleminin ön saflarındaydım, bir gazeteci-yazar olarak. Biberlisi, portakallısı bol bol gaz yedim. İki defa hedef gözetilerek atılan gaz bombaları başımın yanından geçti.
Eylemi gerçekleştirenlerin sloganlarını, flamalarına, kendi aralarındaki konuşmalarına baktığımda aslında meselenin Gezi Parkı olmadığını, eylemi gerçekleştirenlerin AKP’yi aratacak faşist hedeflere sahip olduklarını gördüm. Nitekim bol bol sohbetler ederek, sohbetler arasında hedefe yönelik sorular sıkıştırarak bunu doğrulamış oldum.
Hak ve adalet isteyen azınlığın yanı sıra, kitlenin büyük çoğunluğu Hükümetin Kürt-Devlet savaşını bitirdiğini sandığı için oradaydı. Orada bulunan kitleden çoğunluğun talepleri şunlardı:
– Devlet, Kürtleri katletmeye devam etmeli.
– Polis diktatorlüğüne dayanan yani sözde İslami Türkiye Cumhuriyeti derhal eskisi gibi askeri diktatorlüğe yani sözde Laikliğe geçmeli. Ordu yönetime gelmeli.
– Müslümanların hak ve hürriyeti tekrar elinden alınmalı, türban resmi kurumlarda yasaklanmalı.
Bu taleplere sahip çoğunluğun içinde samimi taleplere sahip sosyalisti, çevrecisi, mazlumu, Kürtçüsü, İslami’si de vardı. İşte bu noktada Kürt gençliğine seslenişim bu yönde olacaktır:
Sakın gaza gelip bu eylemlere destek vermeyin. Hatta hiçbir tarafa destek vermeyin. Onları baş başa bırakın. Bırakın polis diktatoryası ile asker diktatoryası birbirini zayıflatsın. Batı Kürdistan taktiğini uygulayalım.
Herhalde “Asker göreve”, “Mustafa Kemalin askerleriyiz” gibi temel sloganlara sahip, Türk bayraklı kitlenin peşine takılacak değiliz!
Olayın başka boyutu da var. Polis göstericilere büyük zulümler yaptı, çok katı davrandı. Bu kabul edilemez. Her ne kadar eylemciler ve polis bize karşı olsalar da “ben insanım” diyen herkesin o zulme itiraz etmesi gerekir.
Evet, eğer PKK silahlı güçlerini Güney Kürdistan’a çekmemiş olsaydı, yani Kürt kanı dökülmeye devam etseydi kesinlikle bu eylem bu şekilde büyümezdi. Buna emin olun.
(Yüksekova Haber, 02 Haziran 2013)
“Bu darbe girişiminin halkın demokratik inisiyatifiyle önlendiği iddiası hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır. Ne bildirilerinde demokrasiden bahseden darbecilerin ne de iktidarın çağrısıyla sokağa dökülenlerin demokratik bir inisiyatifi söz konusudur.
İşçi sınıfı ve tüm diğer demokrasi güçleri açısından yaşanan bu olaylar her iki ucu pis değnek anlamına gelmektedir. Bugünkü “parlamenter” rejim zaten yaşanan otoriterleşme süreci ve bunun içerdiği darbelerle çoktandır demokratik kırıntılarını tüketmiş, parlamentonun neredeyse göstermelik bir duruma indirgendiği bir olağanüstü rejim seviyesine gelmişti. Süreç daha da ilerletilerek bir tek adam diktatörlüğüne gidilmekteydi. Dolayısıyla ne bu rejimin ne de askeri darbenin savunulacak bir yanı olabilir. “Demokrasi kazandı” söylemi pişkin bir demagojiden ibarettir. Darbeyi tezgâhlayan ve uygulamaya sokan güçler de, onu bertaraf eden güçler de al birini vur ötekine kabilinden güçlerdir. Keza “seçimle gelmiş hükümet” söylemi de öyle. Seçim denilen şey 7 Haziran seçimlerine karşı gerçekleştirilen bir darbeyle yolu açılan 1 Kasım seçimleridir. Bu tür demagojilere asla prim verilmemelidir. Unutulmasın ki, askeri faşizm ile sivil faşizmin tepişmesinden demokrasi çıkması asla mümkün değildir.”
Askeri Darbeye de, Sivil Faşist Diktatörlüğe de Hayır!
16 Temmuz 2016
Marksist Tutum
(Taylan Kara yazmış)
28 SANİYEYE KAÇ YALAN SIĞABİLİR?
“1996’da ölen Haiti Cumhurbaşkanı’nın mezartaşında
“Atatürk’ü örnek aldım” yazmaktadır.” Prof. Dr. İlknur Gültürkün Kalıpçı
1. J.B.Arsitide hala yaşamaktadır.
2. 1996’da hiçbir Haiti Cumhurbaşkanı ÖLMEMİŞTİR
3. Diğer olası cumhurbaşkanlarından F. Duvalier 1971’de, JC. Duvalier 2014’te ölmüştür. İlkinin cesedinin yeri bilinmemektedir, ikincisinin cesedi yakılmıştır. Her ikisinin de mezarı YOKTUR.
4. Hiçbir Haiti Cb.nın mezarında Atatürk’le ilgili bir cümle YAZMAMAKTADIR.
5. Bu kişi profesör değildir; akademik titri yoktur.
Böyle “Atatürkçüler” varken M.K.Atatürk’ün hiçbir düşmana ihtiyacı yoktur.
Bir ATATÜRK DÜŞMANI OLSAYDIM, bu kişiyi alıp turneye çıkarırdım.
Mehter marşıyla Amerikan seferi
Gerçek
28 Aralık 2018, Cuma
Trump’ın ABD askerlerini Suriye’den çekme kararı Erdoğan’la yaptığı telefon görüşmesinin ardından geldi. Türkiye’de bu karar iktidarda ve onu destekleyen milliyetçi çevrelerde son derece olumlu karşılandı. Bir süredir Erdoğan, Mınbiç ve Fırat’ın doğusuna yönelik askeri müdahaleye hazırlandıklarını açıklamaktaydı. Hatta birkaç gün içinde operasyonun başlayacağını duyurmuştu. Dolayısıyla gelişmeler bu politikayı destekleyen çevrelerde büyük bir başarı olarak ve kararlı duruşun ABD’ye geri adım attırması olarak yorumlandı. Ne var ki bu yorumlar gerçeği yansıtmıyor.
Amerikan çıkarlarında geri adım yok yönetimde çatlak var
ABD yönetiminin kendi iç çelişkileri dolayısıyla Trump’ın B ya da C planını kendi tercih ettiği bir zamanlama ile gündeme getirmesi söz konusu olmuştur. Trump’ın bu inisiyatifi Pentagon başta olmak üzere yönetim içinde tepkiyle karşılanmış, bu tepkiler Savunma Bakanı James Mattis ve Trump’ın DAİŞ karşıtı koalisyondaki özel temsilcisi Brett McGurk’un istifası ile doruk noktasına ulaşmıştır. Eğer ABD, Erdoğan’ın kararlı duruşu karşısında geri adım atmış olsaydı, Trump ve Erdoğan arasındaki mutabakatın ABD’nin bölgedeki plan ve çıkarlarına ters düşmesi gerekirdi. ABD bazı tavizler vermiş olmalıydı. Oysa durum böyle değil.
NATO koridoru
Fırat Kalkan ve Zeytin Dalı harekâtları ile birlikte TSK ve ÖSO’nun Suriye’deki etki alanını genişletmesi ABD’nin bölgede bir NATO koridoru oluşturma planıyla uyumlu idi. TSK ve ÖSO’nun Suriye’nin kuzeyindeki özellikle Arap ve Türkmen nüfusun ağırlıklı olarak bulunduğu başka bölgelere girmesi de yine NATO koridoru perspektifi dahilindedir.
Mattis istifa etti ama planı yürürlükte
ABD’nin PYD/YPG ve PKK’ye tam destek verdiği ve Türkiye’nin bastırmasıyla bundan geri adım attığı da doğru değildir. Zaten ABD bir süredir PKK liderlerinin başına ödül koymuştur. PYD/YPG’yi PKK’den kopartmak en başta ABD’nin planları dahilindedir. “YPG ile PKK’yi savaştırabiliriz” sözü bugün Trump’ın kararını eleştirerek istifa eden James Mattis’e aittir. Mattis istifa etmişse de planı yürürlüktedir. ABD’nin çekilmesiyle birlikte Kürt siyasi ve askeri güçleri içindeki çatlakların derinleşmesi beklenebilir. Suudi Arabistan destekli aşiretlerin PYD ile ittifak halinde oldukları SDG’den uzaklaşmaya başlaması, Barzani’ye bağlı Rojava Peşmergelerinin bölgeye getirilmesi bu doğrultuda ve ABD’nin inisiyatifi dahilindeki gelişmelerdir.
Trump’ın taşeron ihalesi
Trump’ın sadece Ortadoğu’da değil genel olarak dış politikada en fazla öne çıkardığı unsurun ABD çıkarlarını koruma maliyetini müttefiklere (taşeronlara) yüklemek olduğu biliniyor. Trump Suriye ihalesinin askeri kısmını Türkiye’ye, mali kısmını da Suudi Arabistan’a vermek istediğini açık açık söylüyor. Erdoğan’la yaptığı mutabakatı da yine tam olarak bu bakış açısıyla savunmaktadır. Trump, “Erdoğan, DAİŞ’i temizleme işini üstlenebileceğine dair beni ikna etti” derken kastettiği Erdoğan’ın Amerikan çıkarlarını korumak üzere askeri, siyasi ve ekonomik maliyet üstlenmeye hazır olduğudur.
Astana’nın ipini çekmek
Nihayet ABD, bir yandan Türkiye’yi NATO koridoruna çekip bölgede Amerikan ve İsrail çıkarlarını korumak üzere kullanırken bir yandan da Astana sürecini baltalamak istemektedir. Gelişmelerin ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in çok tepki çeken “Astana’nın ipini çekme vakti geldi” açıklamasının ardından yaşanması dikkat çekicidir.
Erdoğan Amerikan askeri kalsın istiyor
Erdoğan hiçbir biçimde ABD’ye geri adım attırmış ya da ABD çıkarlarını tehdit ediyor değildir. Öyle ki Trump’ın çekilme kararının ardından Erdoğan, ABD’nin aceleci davranmaması için ısrarcı oldu. TSK ve ÖSO’nun Suriye’de girişeceği harekâtlar için lojistik destek talebinde bulundu. Zira ABD’nin hızlıca çekilmesi halinde oluşacak boşluğun Suriye ordusu ve ona bağlı güçler tarafından doldurulması, Erdoğan ve TSK yönetimi ile ABD’nin ortak kaygısıdır.
Rusya ve Suriye gelişmelere kuşkuyla yaklaşıyor
Nitekim ABD ve Türkiye arasındaki yakınlaşma Rusya tarafından temkinli ve kuşkulu bir biçimde karşılanmış, Suriye hükümeti ise Trump-Erdoğan mutabakatı ile Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahale tehditlerini düşmanca bir girişim olarak nitelemiş, Suriye ordu birlikleri Mınbiç’in Batısında TSK ve ÖSO’ya karşı mevzilenirken Suriye’nin Kuzeyi’ndeki Kamışlı ilinde Esad yanlısı ve Erdoğan karşıtı mitingler düzenlenmiştir. Ardından PYD, Mınbiç şehir merkezinde de Suriye ordusunun konuşlanması için de Esad ile anlaşmış ve ordu Mınbiç’e girmiştir. Erdoğan, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı Rusya’ya göndererek Rusya’nın kuşkularını gidermek ve PYD ile Esad arasında gelişmekte olan işbirliğini bozmak için yoğun bir diplomatik çaba içine girecek. Ancak sahada elle tutulur sonuçlar olmadan, özellikle Putin’in “istediğimiz gibi ilerlemiyor” dediği İdlib’te somut adımlar atılmadan Rusya’nın ikna edilmesi zor olacaktır.
Durum hızla bir çıkmaza sürüklenebilir
Erdoğan ve iktidarının medyası tarafından propaganda edilen başarı tablosunun altı boş olduğu gibi sahadaki gelişmeler gidişatı derhal ters bir istikamete çevirebilir. Şu ana kadar Erdoğan’ın lehine işleyen Amerikan yönetimindeki çatlak tam tersi sonuçlar da üretebilir. Nitekim Trump’ın çekilme kararına muhalefet eden Pentagon, Vaşington’da geri adım atmış gözükse de sahada atağa geçmiş durumdadır. ABD’nin başını çektiği koalisyon hava kuvvetlerinin yoğun ateş desteği altında SDG/YPG güçleri DAİŞ’in elinde kalan son mevzilere yönelik taarruz başlatmıştır. ABD, sırf Suriye’de bulunuşunu gerekçelendirmek amacıyla ikiyüzlüce bu bölgeyi temizleyecek bir harekâta girişmiyordu. Hatta Erdoğan bile bunu eleştirmekteydi. Gelinen aşamada Pentagon kendi elindeki kozu Erdoğan’a vermek istemediğini göstermiş durumda. İlerleme hızı, Trump’ın çekilme takviminden çok önce bu bölgelerin, DAİŞ’ten temizlenmiş olacağını gösteriyor. Trump ve Erdoğan arasındaki mutabakatın belkemiğini oluşturan söylemin Erdoğan’ın DAİŞ kalıntılarını temizlemek üzere teminat vermesi olduğu düşünülürse bu gelişme bir anda mutabakatı fiilen geçersiz hale getirebilir.
ABD evine dönmüyor
Gelinen aşamada Suriye’den çekilme kararının aslında gerçek bir çekilme olmadığı da anlaşılıyor. Trump, Suriye’nin ardından Irak’tan da çekilmenin gündeme gelip gelmeyeceği sorusuna net bir şekilde hayır diyerek cevap verdi. Eğer Suriye’de bir şey yapmak isterlerse Irak’ı üs olarak kullanacaklarını da ekledi. Nitekim Irak’ın Güneybatısı’nda Suriye sınırında iki Amerikan üssü inşa ediliyor. İncirlik yerli yerinde duruyor ve bölgeye kan kusmaya devam ediyor. ABD, Kıbrıs’ta da üs elde etmek için bastırıyor. Yani ABD’nin bir yere gittiği yok! Tabii Ortadoğu halkları olarak onları “Yankee go home!” diyerek bu topraklardan kovmadıkça!
ABD Kürtleri değil kendi çıkarlarını korur
ABD’den koruma bekleyen Kürt hareketi ve bölgenin Kürt halkı, ABD’nin sadece ve sadece kendi çıkarlarını koruduğunu ve koruyacağını görmüş bulunuyor. Bu ilk değil son da olmayacak. ABD’den yüz çevirip, “biz kalıyoruz” diyen Suriye’nin eski sömürgeci gücü Fransız emperyalizmine kapılanmanın sonu da farklı olmayacaktır. O Fransa ki birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin bölgede uçuşa yasak bir alan ve tampon bölge kurmasını destekleyen tek Batılı devlettir. Bizler, PYD, Tel Abyad’a Amerikan bayrağını çektiğinde “indirin iblisin bayrağını” diyerek tepkimizi göstermiş ve Kürt halkını uyarmıştık. Şimdi aynı Tel Abyad, bizzat ABD tarafından TSK ve ÖSO’ya Suriye’ye giriş güzergâhı olarak öneriliyor. Durum bu kadar açık iken ABD’nin çekilmemesi için imza toplamanın, lobi yapmanın ve bu girişimlere eşlik eder biçimde anti-emperyalist söylemleri ırkçılıkla, Kürt düşmanlığı ile yaftalamanın bir anlamı yoktur. Elbette ki tutarlı bir anti-emperyalizm, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı başta olmak üzere tüm haklı ve meşru taleplerini desteklemeyi gerektirir. Ancak bunu sağlamanın yolu, ABD’nin yanından anti-emperyalizme saldırmaktan değil, anti-emperyalist cepheyi bölen milliyetçiliğe karşı halkların kardeşliğini savunarak anti-emperyalist cepheyi genişletip sağlamlaştırmaktan geçer.
Kürdistan umacısı da vaadi de yalandır!
Türk milliyetçileri bir kez daha anti-emperyalizmi Kürt düşmanlığının sularında boğmaktadır. Dün ABD’ye karşı beka savaşından bahsedenler bugün, aynı ABD’yi alkışlamaktadır. Yıllarca ABD’nin bölgede stratejik olarak bir Kürdistan kurmak istediği yalanı ile Türk milliyetçilerinin zihinlerini kontrol ettiler. ABD, Kürdistan umacısıyla düğmeye bastığı anda milliyetçileri hizaya sokabiliyor. Şoven bir milliyetçilikle dumura uğratılmamış hiçbir zihin, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkının, ABD’nin bölgedeki varlığından daha büyük bir tehdit olduğuna inanamaz. Bu yalana Kürtlerden de çok geniş bir kesim inandırıldı. Biraz olsun tarih bilinci olan bir Kürdün ABD’ye ya da başka emperyalist güçlere bel bağlamasının bir gerekçesi olamaz.
Kürtlerle barış ABD’yle savaş!
Emperyalizmin kadim oyunları tekrar ve tekrar sahnelenirken, çıkarları birleşmekten ve ABD’yi kovmaktan yana olan halklar, ABD’nin açtığı ihaleleri almak için yarışmaya ve ABD’nin çıkarları gerektirdiğinde birbirlerini boğazlamaya zorlanmaktadır. Bu oyun, mehter marşı eşliğinde ABD’nin peşinden sefere çıkmakla değil, tüm kardeş halklarla barışıp ve birleşip ABD emperyalizmine karşı bir mücadele cephesi oluşturmakla bozulur. Bu yüzden şiarımız bir kez daha Kürtlerle barış ABD ile savaştır!
https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/mehter-marsiyla-amerikan-seferi
Yeni “İvme” ne kadar derinden geliyor?
How deep is your “ivme”?
Is it like the ocean?
What devotion
Are you?
How deep is your “ivme”?
Is it like nirvana?
Hit me harder
Again
How deep is your “ivme”?
“122 ‘Sahlins’ ve ‘Graeber’ beraber kitap yazdı”
Excellent! Yet more books and authors that you have most probably never read or will never read.
I congratulate you also on your self-appointed job as bodyguard of your gurus: know your place!
I could only say you haven’t the faintest idea of what I mean by primitives, nor as to why they are even studied. It is amply clear from your completely impertinent responses.
I will prove it by two (perhaps three) examples:
For about three years I couldn’t make the people in this site in general and you, in particular, understand what is meant by Civilization. I know absolutely that in spite of pompous rubbish that I read in this site there isn’t a single individual who has even bothered to look it up in an encyclopedia such as Britannica.
https://www.britannica.com/topic/hunting-and-gathering-culture
“Hunting and gathering culture, also called foraging culture, any group of people that depends primarily on wild foods for subsistence. Until about 12,000 to 11,000 years ago, when agriculture and animal domestication emerged in southwest Asia and in Mesoamerica, all peoples were hunters and gatherers.”
Secondly, another guru you have found in your data bank that you probably never read but certainly do not understand: Sahlins
Sahlins, in ‘The Western Illusion of Human Nature’, showed, very inspiringly, that a concept that Western thinkers assumed to be universal human nature was, in fact, a special kind that is peculiar only to the Western culture whose origins is to be found in ancient Greece. Much more importantly he pointed out that this concept poses a danger to all humankind.
Within the limits he set to his critique, it is elegant, brilliant and impeccable.
Now I am sure that I will offend you born flunkies if I claim that my focalization on the primitive world has an intimate kinship relation to what Sahlins says.
A very partial list of the elements which contribute to a definition of Civilization:
– agriculture – a kind of domestication of time and therefore the development of astronomy and calendars;
– domestication of time and space and therefore the development of cities;
– colossal buildings and monuments;
– animal domestication;
– kings and emperors (your first gurus);
– hoarding and therefore standing armies and (very à la mode) ‘sustained and durable’ wars;
– the special class of priesthood, temple, school, writing and history, arithmetic and geometry – to reinforce property relations and commerce and even global commerce and banking;
– bureaucracy and many other developments such as your inanimate gurus: modern medicine, nanotechnology etc.
-And most of all total morons who are bedazzled by what the civilization has produced. Exactly like the Western thinkers that Sahlins talked about.
You, leftist revolutionaries, are so blinded by the power of civilization that you persist in your purely ideological mental&supermarket landscape: leftist, Marxist, Anarchist commonplace revolutionary rubbish.
I may even add, as the third example, the self-portrait of a new local guru to tell you again that you haven’t even an inkling of what I am talking about: Mr. İnce and “Sadık Usta ve dünyayı değiştiren düşünürler”.
He is a total dupe of this power. He serves as a perfect mirror of all of you who prostrate yourselves before the latest gods without being ‘religious’. İnce gets his fuel from contemplating his navel as a leftist revolutionary with lots of diplomas, exactly like ignorant Zileli.
When Descola and others write that Nature is a Western construct, it only confirms my knowledge that before the blue-eyed blond Nature existed there was no “bogey bogey supernatural”! In general when I read, I learn from others, that’s all. I am not looking to be a follower.
Yet this site is full of morons who are brainwashed by the lackeys of Capitalists whose aim was to replace religion by Capitalism. Since there was no supernatural in primitive times, there was no hocus-pocus among the primitives. In other words, there was no difference between going hunting to search for food and searching to rid of illness by means appropriate to the occasion. It is the lackeys of the capitalist who believe in hocus-pocus.
This new local guru suggests that the primitives left their communal egalitarian living to take a journey to reach communal egalitarian living but with kalem, diş fırçası, teker, uzay mekiği. Notice also, unbeknown to himself, he does not talk about being a better human being but rather as a perfect consumer surrounded by gadgets.
I know perfectly well why you and everyone in this site are super-rational, super scientific and super consumers of everything and anything.
I do not even know why I have to go to such lengths to simply point out that without the elements that make up civilization there would have been no Greece nor even Sahlins to write his article.
And here is a taste of the hymns that I hear sung by the blue-eyed blond Turks in this site:
– But surely just as stone chipping and atom chipping are done to serve humans; just as bow and arrow and throwing atomic bomb is to serve humans to kill, nothing really has changed except that it is better now.
– We are so used to bickering among ourselves in a perfectly free milieu we feel that anyone who insists on telling us that our quibblings are boring and that there are infinitely better sources than our supermarket or television versions of them, is imposing his ideas on us. As a starting point you may want to really read the books that are in your data bank instead using them to decorate your responses.
I can only tell you that, we may hate or regret it but we do have to live with the division of labor and expertise that comes with it.
I KNOW THAT YOU PEOPLE DO NOT KNOW!
“Gün Zileli, Aralık 26th, 2018, bir ruh doktoruna görünseniz, ne iyi olurdu sizin için!”
Sayın Zileli,
Nasihatınız için teşekkürler. Doktor tedavi için ruhsal veya materyalist-bilimsel.
Ruhsal, az çok üfürükçülük; materyalist-bilimsel, ameliyatla takılan plastik beyin.
İngiltere’de marksist-leninist-maoist-perinçist beyninizi atıp anarşist beyinli olmanız aklıma geldi. Din benzeri üfürükçülüğe inanmayacak kadar zeki olduğunuzu bildiğimden, Zileli bey mutlaka materyalist-bilimsel yöntemi seçip kendine plastik bir beyin taktırmıştır düşündüm ve matryalist-bilimsel yöntemi seçtim. Üstelik üfürükçülük yıllar alıyormuş.
İstiklal Marşı yazarının başka bir yerde aşağıdaki cümleyi sarfederek yaptığı ırkçılık neden şimdiye kadar – Nasname dahil – kimsenin dikkatini çekmemiştir?
“Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela?”
Başka bir ilginç nokta da aynı kişinin bu “yamyam”ların ve “Hindu”ların yanı sıra “medeniyet”i de şeytanlaştırmış olması değil mi?
Aslında ilginç değil. Çünkü ırkçı ve dinci düşüncelere, hele ikisine de birden sahip olan kişilerde mantık olmadığından çelişkilere düşmeleri kaçınılmazdır.
“Bu “insanlığın” birçok değeri, kuralları, yaşamı devam ettirme tarzları var. Şehrin, yani tarihin başından beri, “insanlık”ta izlediğimiz çok çarpıcı bölünmeler var. Tarihin başından beri çocuklar ve gençler hep “büyüyecekler”, kollarıyla bir şeyler üretenler hep bir alt tabaka, kadınlar hep “ikinci cins”… Bütün bunlar oldukça şekillenmiş bir kültüre işaret eden değer yargıları ve aynı zamanda bir epistemolojinin varlığını gösteren durumlardır. Ve bizce de zaten şehir ve tarih böyle bir kültür ve epistemolojinin ürünleridir.”
Alıntıladığım bu satırları yazan Reha Çamuroğlu (Tarih, Heterodoksi ve Babaîler, s. 18) gerçekten önemli tespitlerde bulunmuş. Fakat bu söylediklerinin GÜNÜMÜZDE eleştirilmesinin de aynı şekilde önemli olduğunu düşünüyorum. Günümüzde, yani içinde yaşadığımız modern dönem ve toplumda.
“Kollarıyla bir şeyler üretenler”in durumlarında pek bir değişiklik olmadığı için – bazı yerlerde yaşam koşullarının nispeten iyileşmiş olmasını saymazsak, ki bunlar da ayrı bir tartışma konusudur – bahsettiği diğer iki kesimin günümüzde değişen durumlarını kastediyorum.
Tabii ki onların hepsi bir değildir. Fakat gelişmiş ülkelerdeki çocukların, gençlerin ve kadınların küçümsenemeyecek bir kısmının bu eşitsizlikten kurtuldukları ve hatta bazılarının imtiyazlı bir duruma geldikleri bile söylenebilir.
Örneğin, dünün “büyüyecekler” denilen çocuklarının ve gençlerinin durumu ile günümüzün modern popüler kültürünün bir ürünü olan genç ve hatta çocuk yıldızlarının durumu bir midir?
Kadınların, özellikle yukarıda örnek verdiğimiz gruba da dahil olabilecek olan genç kızların bugünkü durumları da öyle.
Dünün – ve bazı yerlerde hala bugünün – ataerkil feodal toplumlarında, okula gönderilmek yerine aileleri tarafından – çoğu zaman da istemedikleri – erkeklerle evlendirilen genç kızların durumu farklı.
Bugünün sanayi toplumunun öğrenci gençliğinin bir parçası olan ve okuldaki erkeklerin onlarla sevgili olabilmek için peşlerinden koştuğu, erkeklerden erkek beğenen genç kızların durumu ise farklı. Aynı şekilde birçok üst-orta sınıf mensubu – örneğin beyaz yakalı – kadının.
Bu iki kesimin içinde böyle imtiyazlı bir duruma gelmiş olanlar azınlıkta olabilir, fakat bu seviyede olmasa bile eskisiyle kıyaslanamayacak kadar iyi durumda olan büyük bir kitlenin varlığını da inkar edemeyiz.
Özetle, Çamuroğlu’nun “şekillenmiş” dediği kültür veya toplumsal yapı aslında o kadar da “şekillenmiş” değildir. Daha doğrusu onun söylediği derecede katı olmayıp hala “şekillenmeye” devam etmektedir.
Bu sitenin dayanılmaz sıkıcı televizyon&süpermarket aydıncılık, solculuk, devrimcilik dedikodularına bir örnek.
Bir Özdemir İnce müridi, aydın, solcu, devrimci gurusunun dandik makalelerini bu özgürler arası dedikodu sitesine kesip-yapıştırmakta.
Beğendim/beğenmedim özgür seçmede “beğenmedim”e basmayacağım. İnce’nin bu siteye ne kadar yakıştığını göstereceğim.
YAKIN TARİHİ bile bilmeyen kara cahil İnce aynı diğer kara cahiller gibi devrimcilik ideolojisini kusmuş.
Modern bilimin doğuşu ve gelişmesi 17. yüz yılda başlar. O zamandan sonra bu konuda ilk çenesi düşükler, kendilerine model olan, kölelerin sırtına oturmuş, üst başları, el ayakları b*kla kaplı olmayan çenesi düşük Grek filozoflara benzerler. Bu sitede bunlara benzeyen çok: Üstü başı temiz sarışın, Türk, aydın, entelektüel, sağ/sol İLERİCİ devrimci falan filanlar.
Nasıl merdivenin en üstünde oturan insanları kendilerine benzetip “homo SAPIEN” (bilen adam) adını taktılarsa, modern bilime de SCIENCE, yani bilgili, yani kendi adlarını taktılar.
Burjuvaları kendilerine model edinen ama heyecandan daha da İLERİ fırlayan Marksistler, bu cıvıklığı daha da cıvıklaştırıp el işi/kelle işi ve el işçiliği/kelle işçiliği ayırımı bile yaptılar.
Her halükârda, asıl sarışın mavi gözlüler bu ayıplarını, her ayıplarına buldukları gibi, bir don bulup kapattılar: Science, Techno-Science oldu. İnternet bile bu haberi Türk sarışınlarından biri olan İnce’ye yetiştirememiş. Hele bu site cahil müdavimleri, unut gitsin. Aralarında bu benim yazdıklarımı bilen veya anlayacak tek bir kişi bile yok.
Bence, sarışın mavi gözlülerin ayıplarını en güzel “Kapital-teknik-modern bilim” donu örterdi.
Bu sitede, ne bunun, ne de dedikoduculuğun ne kadar sıkıcı televizyon&süpermarket dırdırları olduğunun ispatı mümkün: Kapital+Modern Bilim+Gelmiş Geçmiş Bütün Allahlardan daha güçlü bir akıntı var. Adını bilerek vermeyeceğim. Bu akıntıya karşı yüzecek kadar ne gücüm ne de bilgim var.
Site sakinleri ve Özdemir İnce cahilliğinin zarif ve eşsiz teşhirine ilkeller arasında çok rastlanır. Ama sitede peyda olan “haddini bil” polislerinin binlerce gurularının binlerce okumadıkları kitaplarını okumaya hiç niyetim yok. Ne de anlamadan hücuma geçecek devrimci, solcu, marksist, anarşist gönüllü askerlerin bitmez tükenmez ilahilerini duymak isterim.
Bu sitenin cici bici şaşaalı anarşistlik reklamıyla enayileri kafese almanın ne kadar etkili olduğunu gördüm. Vereceğim diğer bir örneğime anarşistlik süslemeleri katıp siteyi taklit edeceğim.
Yalnız sitede kazandığım İVME ile İLERİYE değil, 2.600 – 3.000 yıl önceye, gerileyeceğim.
Pek kafamı sarmayan bir ANARŞİST GURU Ursula K. Le Guin, hayatı boyunca ilhamını aldığı Lao Tzu’nun kitabında şahane 57. bölümün, bölüm kadar şahane bir yorumunu yapar.
(Gerçi Lao Tzu da kafamı Chuang Tzu kadar sarmaz ama felsefeleri aynı kaynaktan fışkırır.)
ÇEVİRİ:
“Bu bölüm Wu wei’nin ana fikri İVMESİZLİĞİN kesif politika ifadesi. Benim için bölümdeki “canavar” kelimesi “yeni” demek. Yeni, tuhaftır; tuhaf olan da tekinsizdir. Yeni kötüdür. Lao Tzu, değişmeye, özellikle İLERLEME adına yapılan değişmelere karşı fikrini savunur. Lao Tzu yanında Iowa’lı bir çiftçi bile maymun iştahlı görünür. Lao Tzu’nun anti-entelektüel olduğunu sanmıyorum ama Lao Tzu’ya göre akıl kullanışların çoğunun faydadan çok zarar getirdiğini, her türlü geliştirme ve ıslah etme girişimlerinin felaketle sona ereceğine inanır. Ama Lao Tzu’nun karamsar olduğu iddia edilemez. Karamsar, (hadi kendi sırtımı sıvazlayayım), insanların kendi kendilerini idare edebileceklerini, kendi kendilerine gelişebileceklerini, kendi kendilerine dürüst olabileceklerini iddia etmez(1). Hiçbir anarşist karamsar olamaz(2).
İşlenmemiş odun – ki, insan (benim gibi hasta ruhlu insan değil, daha çok yerel ivmeci GURU Zileli’nin marksist-anarşist ruhani olmayan materyal ruhlu insan) ruhuna benzetilmekte – daha henüz kesilmemiş, şekillendirilmemiş, parlatılmamış, basit, doğal madde, işlenmemiş odundan yapılacak her şeyden daha iyidir. Her değiştirme onu bozar, değerini düşürür. İşlenmemiş odun sonsuz olasılığa gebedir. Kullanma ile ıvır zıvır olur.
(1) Bu sitede Lao Tzu gibi diğer bir geri zekalı da ilkellerin 4 milyon yıl kalemsiz, diş fırçasız, tekersiz, uzay mekiğinden yoksun bal gibi böyle bir hayat sürdürdüklerini iddia eder.
(2) Bence, bu sitedeki İLERİCİ VE DEVRİMCİ dırdırlarını okuyan bir anarşist rahatça karamsar olur.
Ama bir ihtimal daha var. Özdemir İnce, çok sevdiğim bir Türk esprisini kullanarak solcu ve ilerici devrimcilerle alay etmek istemiş olabilir.
Allah, fakiri eşeğini kaybettirip buldurmayla MUTLU edermiş.
Allah, ilkelleri, ilkellerde olmayan kalem, diş fırçası, teker, uzay mekiklerini kaybettirip klavye, elektrik diş fırçası, otomobil, uzay Özdemir İnceleri buldurmayla MUTSUZ, daha doğrusu yok, edermiş.
Anti-Kapitalistler’in kıyamet tellallığının seküler olmayan bir dille ifadesi:
(Örneğin buradaki “Bin dört yüz sene önce, hep doğruları söyleyen o zatın haberlerini duydunuz mu?” cümlesi 19. ve 20. yüzyıllarda yaşamış başka zatlar için de söylenebilir)
Lâtilokum Beye Açık Mektup
MUHTEREM Lâtilokum beyefendiye… Muhterem zevceleri Kuşkonmaz hanımefendiye… İyi günler diler, saygılarımı sunarım… Keyifler yerindedir inşaallah…Gel keyfim gel, oh kekâh hayatınız devam ediyor… Mahdumunuz Tarçın bey üniversitede, kerimeniz Çıtkırıldım kolejde… Bir eliniz yağda, bir eliniz balda… Geçen Pazar sabahı Golden Triumph Roof Restoranda, adam başına 100 liralık kahvaltı etmişsiniz, trüflü peynir bile varmış sofrada… Açık büfe 57 çeşitmiş… Hem yemişsiniz, hem de baygın ve süzgün gözlerle manzara seyr etmişsiniz…
Hayatınızın altın çağını yaşıyorsunuz. Evinizde tavuk kızartma makinası ile portakallı Pekin ördeği makinası bile ayrıymış…
Siz böyle lüks ve refah içinde yaşarken etrafımızda acayip işler oluyor, acaba farkında mısınız?
Rusya Suriye’yi ele geçirmek üzere… Güneyimizde Irak’tan Akdeniz’e kadar bir Kürt devleti kurulmak üzere… Ukrayna’da savaş tamtamları çalıyor… Kafkasya barut fıçısı… Kosova ve Balkanlar da öyle… Libya’da iki devlet, iki hükümet var… Mısır’da diktatörlük… Nijerya’da Boko Haram… Saymakla bitmez, her yer karanlık vesselam…
Türkiye ile Beni Asfar devleti arasında, önce Suriye’de savaş çıkabilir. Sonra bu savaşın alevleri her yere yayılabilir.
Bosfor’da beklenmedik patlamalar olabilir.
Siz rezidansın on birinci katında oturuyorsunuz. Elektrikler kesilince doğal gaz yanmaz, asansörler çalışmaz. Nasıl ısınacaksınız?.. Nasıl dairenize çıkacaksınız?.. Nasıl yemek pişireceksiniz?
Ekmek bulamazsak pasta yeriz demeyin sakın. O günlerde pasta da bulamayabilirsiniz.
Mum mum mum… Birkaç gaz lambası… Beş on litre parafin veya gazyağı…
Birkaç gaz tüpü…
Peksimet, bisküvi, çay şeker, makarna, pirinç, konserve…
On gün yetecek gıda stoku… İlk yardım malzemesi… Elektrikler kesilince, birkaç gün sonra o üç bin liralık cep cihazınız bir işe yaramayacaktır.
Kaz dağlarındaki yazlığınıza gitmek mi?.. Bilmem ki, gidebilecek misiniz?..
Köprüler ya hiç yok, yahut izdihamdan geçmek mümkün değil… Deniz otobüsleri ve araba vapurları çalışmıyor…
Su yok… Elektrik yok… Ekmek ya yok, yahut bulmak çok zor… Elli yedi çeşit açık büfe kahvaltı, hayallerde kaldı… Portakallı Pekin ördeği makinası, elektrik olmadığı için çalışmaz… Bulaşık ve çamaşır makinası da öyle…
Ortalık ana baba günü…
Dünyanın bir yerinde düğmeye basarlar, HAARP olur, yer sarsılır.
Sizin altın çağ sona erer.
Ah benim Lâtilokum beyciğim, Kuşkonmaz hanımcık… Tarçın oğlumuz, Çıtkırıldım kızımız… Dünya böyledir işte… Genişlik gider, darlık gelir… Yedi zayıf inek, yedi semiz ineği yer…
1914-18, 1939-45 cihan savaşlarında da böyle olmuştu.
Beni Asfar Kostantıniyye halkına nasıl muamele eder acaba?
Şehir 1919’da da işgal edilmişti.
Güneyimizde Amik ovasında yapılacak büyük kanlı savaş… Deccal ordusu… Mehdi’nin zuhuru… İsa Mesih aleyhisselamın nüzulü… Suyu kuruyan Fırat’ın altından çıkan hazineler… O hazinelere üşüşen kimselerin helak olması…
Garkad ağaçları…
Nükleer füzeler…
Roma’da savaş… Son Papa’nın, şehri ağlaya ağlaya ve adamlarının cesetlerine basa basa terk etmesi… Elveda papalık, elveda Katolik kilisesi…
Vandalların Batı Roma imparatorluğunu yıkması… Eski hikaye…
Beni Asfar… Kostantaniye… Melhame-i Kübra… Mehdi… İsa Mesih… Büyük herc ü merc… Toz duman, duhan, kan kan kan…
Sonunda ne azgınlık kalır ne azgın…
Bilmem ki, siz sevgili ve muhterem Lâtilokum bey ve zevce-i muhteremesi Kuşkonmaz hanım, bu âhir zaman hengâmesi içinde ne yapacaksınız? Sevgili çocuklarımız Tarçın ve Çıtkırıldım ne olacak?..
Olur mu böyle şeyler demeyin… 1912 Balkan harbi… Birinci dünya savaşı… İkinci dünya savaşı… Afganistan… Irak-İran savaşı… Suriye savaşı… Vietnam savaşı…
İnsan kılıklı canavarlar kana doymaz…
Bin dört yüz sene önce, hep doğruları söyleyen o zatın haberlerini duydunuz mu?
Yer çöker… Büyük ışıklar görülür… Patlamalar olur…
Suriye’den beş milyon insan kaçar, bunun en az iki buçuk milyonu Türkiye’ye sığınır.
Suriye’de olup bitenler gerçek midir, hayal mi?
Bu yazdıklarım ne mânaya geliyor?
M. Şevket Eygi, 3 Şubat 2016, Milli Gazete
(Peki, “Yeni İvme tellallığı”nın bundan farkı nedir?)
İkinci bir “Gezi” ve ikinci bir “Kobani protestoları” aynı anda patlak verse…
Bu sefer ikisi de üst üste bineceğinden öncekilerden de büyük bir kriz çıksa…
Bu krizi fırsata çevirmek isteyen bir cunta tarafından ikinci bir darbe girişiminde bulunulsa…
Bu girişim de iktidarı ele geçiremese, fakat aynı zamanda da bastırılamasa, bunun sonucunda da Suriye’deki gibi bir iç savaş çıksa…
Suriye’dekilere benzer şekilde başlıca dört taraf ortaya çıksa: İktidar (Esad/Baas rejimi gibi), muhalif darbeci güçler (ÖSO/Suriye muhalefeti gibi), Kürt muhalefeti ve radikal İslamcı terör grupları…
Bu savaş tıpkı Suriye’deki gibi giderek bir vekalet savaşına dönüşse, yani ABD, Avrupa, Çin, Rusya, İsrail gibi dünya güçleri kozlarını burada da paylaşmaya başlasa…
Dünyada zaten sürmekte olan bu sığınmacı krizi Türkiyeli mültecilerin katkısıyla daha da büyüse…
Kapitalizm ve UFO’lar
[Demir Küçükaydın – Nişanyan’ın “Din ve Akıl Semineri”ne Hariçten Gazeller]
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2013/09/nisanyann-din-ve-akl-seminerine.html
[“Ne demek istediğimizi açıklama için şöyle bir örnek verelim. Şu uçan daireler ve UFO’ları ele alalım. Uçan daireler ve UFO’lar fiziksel olarak var olmayan varlıklardır, yoktur böyle bir şey. Ama UFO’lar ve uçan dairelerin varlığına ilişkin düşünce ve kabul vardır. UFO’lar değil, UFO’ların gerçeklik olduğu düşüncesi ve kabulü gerçekliktir. Bu anlamda UFO’ların, fiziksel değil ama sosyolojik olarak var olduğunu söyleyebiliriz.”]
Ne demek istediğimizi açıklama için şöyle bir örnek verelim. Şu “kapitalizm” ve “anti-kapitalizm”i ele alalım. “Kapitalizm” ideolojik olarak var olmayan bir olgudur, yoktur böyle bir ideoloji ve onun ideologları. Ama “kapitalizm” diye bir ideolojinin varlığına ilişkin düşünce ve kabul vardır. “Kapitalist ideoloji” değil, kapitalist ideolojinin gerçeklik olduğu düşüncesi ve kabulü gerçekliktir. Bu anlamda kapitalizmin ideolojik değil ama sosyolojik olarak var olduğunu söyleyebiliriz.
[“Yaradılış teorisi veya Tanrının varlığı da öyledir. Sorun yaradılış teorisi veya Tanrının var olup olmadığı değildir. Tanrıya veya yaradılış teorisine inananlar vardır. Yani yaradılış teorisi veya Tanrının varlığı fizik veya biyolojik değil, sosyolojik bir sorundur.”]
Anti-kapitalizm ideolojisi veya kapitalizmin varlığı da öyledir. Sorun anti-kapitalizm ideolojisi veya kapitalizmin var olup olmadığı değildir. Kapitalizme veya anti-kapitalizm ideolojisine inananlar vardır. Yani anti-kapitalizm ideolojisi veya kapitalizmin varlığı ideolojik değil, sosyolojik bir sorundur.
[“O zaman şu soru gelir gündeme: Niçin insanlar UFO’lara, Tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanmaktadırlar? Sorun olguları veya bilimsel teorileri bilip bilmeme sorunu değildir. Sorun, bilim karşısında Ortaçağ karanlığını savunma sorunu olarak koyulamaz.”]
O zaman şu soru gelir gündeme: Niçin insanlar kapitalizmin varlığına veya anti-kapitalizm ideolojisine inanmaktadırlar? Sorun olguları veya bilimsel teorileri bilip bilmeme sorunu değildir. Sorun, bilim karşısında bir ideolojiyi savunma sorunu olarak koyulamaz.
[“O zaman şu sonuç ortaya çıkar. Yaradılış teorisiyle mücadele, onu yaratan ve böyle yaygın kılan sosyolojik koşullarla mücadele olmak zorundadır. Yani yaradılış teorisiyle mücadele evrim teorisinin doğruluğuna ilişkin argümanlarla değil, kapitalizme karşı mücadeleyle olabilir. Bu ise her şeyden önce, kapitalist toplumun siyasi üstyapısına, dolayısıyla uluslara ve devletlere, ulusal sınırlara karşı bir mücadele olmak zorundadır.
Bir yandan evrim teorisi ile yaradılışçılığı eleştireceksiniz, diğer yandan uluslar ve ulusal devletleri savunacaksınız. Bu uluslar, bir yaratıcı veya yaratılış olduğu inancından daha mı bilimseldir?”]
O zaman şu sonuç ortaya çıkar. Anti-kapitalizm ideolojisiyle mücadele, onu yaratan ve böyle yaygın kılan sosyolojik koşullarla mücadele olmak zorundadır. Yani anti-kapitalizm ideolojisiyle mücadele kapitalizm olgusunun doğal bir şekilde geliştiğine ilişkin argümanlarla değil, anti-kapitalizmin altyapısına karşı mücadeleyle olabilir. Bu ise her şeyden önce, anti-kapitalist toplumun siyasi üstyapısına, dolayısıyla uluslara ve devletlere, ulusal sınırlara karşı bir mücadele olmak zorundadır.
Bir yandan anti-kapitalizm ideolojisini eleştireceksiniz, diğer yandan uluslar ve ulusal devletleri savunacaksınız. Bu uluslar, bir kapitalist ideoloji veya kapitalist ideologlar olduğu inancından daha mı bilimseldir?
[“Lenin, “Militan Materyalizmin Önemi” başlıklı makalesinde, Aydınlanma filozoflarının eserlerini yayınlamaktan söz eder.
Bugünün militan materyalizmi, yaradılış teorileriyle değil, uluslar ve ulusçulukla mücadele etmelidir. Ulusların ve ulusçuluğun nasıl yalanlar üzerine inşa edildiğini ele alan ve gösteren yazınla ittifak etmelidir tıpkı Lenin’in Aydınlanmacı yazarlarla önerdiği ittifak gibi.”]
Necip Bey, anti-kapitalizm karşıtı filozofların eserlerini yayınlamaktan söz eder.
Bugünün militan anti-kapitalizm karşıtlığı, kapitalizm ideolojisiyle değil, uluslar ve ulusçulukla mücadele etmelidir. Ulusların ve ulusçuluğun nasıl yalanlar üzerine inşa edildiğini ele alan ve gösteren yazınla ittifak etmelidir tıpkı Demir Küçükaydın’ın ulusçuluk karşıtı yazarlarla önerdiği ittifak gibi.
Bir yanlışlık oldu. Son paragrafta
“Bugünün militan anti-kapitalizm karşıtlığı, kapitalizm ideolojisiyle değil, uluslar ve ulusçulukla mücadele etmelidir. ”
değil
“Bugünün militan anti-kapitalizm karşıtlığı, anti-kapitalizm ideolojisiyle değil, uluslar ve ulusçulukla mücadele etmelidir.”
olacaktı.
Same Zır Deli, Same Old Love (Anti-Civilizationism)
“peki timarhane kackini bu küfürbaz aptal deli ne yapiyor: modern dünyanin naho$ olan hallerine bakarak, modern dünyadan -o, buna medeniyet diyor- nefret etmek ve alternatif olarak ilkel bir ya$ami savunmak.
bu küfürbaz aptal deli’nin mantigi nasil i$liyor?
cevap: örnek, bu küfürbaz deli sava$ teknolojisine bakiyor ve teknolojiden nefret ederek teknolojiye don ki$ot gibi sava$ aciyor.
bu aptal deli $unu ayirt edemiyor: teknolojik geli$menin ele$tirilecek bir tarafi yok; teknolojiyi kim, hangi amac ile kullaniyor, ona bakmak lazim.
insanlarin hayatini kolayla$tiran teknik geli$meleri ele$tirip, ilkelligi savunmak aptalliktir.
otomobil, ucak, tren, telefon; buzdolabi vs. gibi ileti$im, ula$im, i$ araclarinin insanlarin hayatini kolayla$tiran olumlu yani ayridir; bu teknoloji ürünlerinin üretimini tekeline almi$ ve bu ürünleri zenginle$mek icin satan; i$adamlarinin/kapitalistlerin “parasi olan bu ürünlere sahip olur olmayan avucunu yalar” ilkesini ele$tirmek ayridir.
burda ele$tirilmesi gereken teknoloji ürünü araclar degil, ele$tirilmesi gereken bu araclarin hangi $ekilde üretildigi -özel mülkiyet-,
hangi amac ile satildigi -para kazanma/kar etme-,
adina i$adami/kapitalist denilen bu özel sahislara bu üretim tekeli yetkisini kimin verdigi -devlet-,
bu teknoloji ürünlerinin üretim ve sati$inin insanlarin hayatini kolayla$tirmak amaci ile degil, sadece ve sadece para kazanma, zenginlik biriktirme amaci ile yapildigi;
özel mülkiyet ve para’ya dayali kapitalist ekonomide bundan dolayi kücük bir azinlik zenginlik ve para icinde yüzerken, cogunlugun kit kanaat ya$adigi.
bu küfürbaz aptal deli sava$ teknolojisine bakiyor ve modern dünyadan nefret ederek ilkelligi bir alternatif olarak savunuyor.
tek tek insanlarin silaha ihtiyaci yoktur. silahi üreten ve kullananlar kimdir: adina “devlet” denilen egemen
öyleyse “devlet” olgusunu mercek altina alip incelemek lazim; modern devleti, yani ulus-devletin ne oldugunu, nasil i$ledigini, bu devletleri ayakta tutan güc kaynaklarini tespit etmek lazim.”
I’m so sick of that same old love, that shit, it tears me up
I’m so sick of that same old love, my body’s had enough
Oh, (that same old love)
Oh, (that same old love)
I’m so sick of that same old love, feels like I’ve blown apart
I’m so sick of that same old love, the kind that breaks your heart
Oh, (that same old love)
Oh, (that same old love)
https://www.youtube.com/watch?v=9h30Bx4Klxg
I want Anti-Civilizationist comments everyday!
Because a day without Anti-Civilizationism is like a year without rain!
“Can you feel me when I think about you?
With every breath I take
Every minute, no matter what I do
My world is an empty place
Like I’ve been wanderin’ the desert
For a thousand days (oh-huh)
Don’t know if it’s a mirage
But I always see your face, baby
I’m missing you so much
Can’t help it, I’m in love
A day without you is like a year without rain
I need you by my side
Don’t know how I’ll survive
A day without you is like a year without rain
The stars are burning
I hear your voice in my mind (it’s in my mind)
Can’t you hear me calling
My heart is yearning
Like the ocean that’s running dry
Catch me I’m falling
It’s like the ground is crumbling underneath my feet
Won’t you save me
There’s gonna be a monsoon
When you get back to me
Oh baby
I’m missing you so much
Can’t help it, I’m in love (love)
A day without you is like a year without rain
I need you by my side (side)
Don’t know how I’ll survive
A day without you is like a year without rain
So let this drought come to an end
And may this desert flower again
I’m so glad you found me
Stick around me
Baby, baby, baby, whoa
It’s a world of wonder
With you in my life
So hurry baby, don’t waste no more time
And I need you here
I can’t explain
But a day without you
Is like a year without rain
I’m missing you so much (much)
Can’t help it, I’m in love
A day without you is like a year without rain
I need you by my side (side)
Don’t know how I’ll survive
A day without you is like a year without rain”
https://www.youtube.com/watch?v=M8uPvX2te0I
“Medeniyet kağıttan kaplandır”
– Lao Zedung
Sitede guru arayıp bulan çok. Hepsine ortak olan DEĞİŞME/İLERLEME inancı ve aynı zamanda bir gurular gurusunun “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” lafını HİÇ DEĞİŞTİRMEDEN kendilerine yaşam ilkesi etmeleri, simgelemeleri, canlandırmaları falan filan. Bu guru avcı-devşiricileri, ‘teori & praksis’ öğretisini öz özlerinde taşırlar.
1. Aşırı duygusal anarşist devrimci Graeberciler:
Bookchin and real anarchists; Ulus Baker; The Zeitgeist Movement (TZM) & Peter Joseph &Co.; linguistic tight rope walker gelişme profesörü Standing; Standing’e ivme kazanıran Diem5 & Vaoufakis; Graeber; sarışın sarı yelekli falan filan.
2. Gün Zileli
Marks, Lenin, Mao, Stalin, Perinçek aldatan sahte gurular; Fabrika anarşizmi, Gezi Parkı, A. Badiou, Özgür Üniversite, F. Başkaya, Facebook, Twitter, taş oynatan 68’ciler, yeni ivmeciler gerçek falan filan guruların müridi Zileli.
3. Gurularının yazıların anlamadan, incelemeden, eleştirmeden kes-yapıştıranlar.
Ha doğaüstü (supernatural) ruhani eski allah; ha, bilimsel, tekniksel, zenginlere kalem, diş fırçası, teker, uzay mekiği gibi reel hediyeler veren, fakirlerin hayallerle çenelerini gevşeten yeni doğaiçi-materyalist allah, siz guru avcılarına 2019’u gurusu bol berektli bir yıl etsin.
Not: Eğer bende de bu guru bulma sapıklğı olsaydı aşağıdaki gözümden kaçan ve bana kıskançlık hissi verecek güzel yorumu yazanı kendime guru seçerdim.
“Did you ever hear the tragedy of Gün Zileli The Wise?
I thought not. It’s not a story the AKP trolls would tell you. It’s an anarchist legend. Gün Zileli was a great thinker of anarchism, so powerful and so wise he could use Dialectical Materialism to influence the activists to create The Gezi Movement… He had such a knowledge of the social revolution that he could even keep the ones he cared about from the AKP dictatorship.”
Dialectical Materialism is a pathway to many abilities some consider to be unnatural.”
Yorumu yapan: “64 Anonim 19 Aralık 18”
Zileli’nin eski dinininden vazgeçmesi, tavadan atlayan balığın ateşe düşmesi.
İvme Devrimi, Taş Oynaması ile Yeniden Dirilen 68’liler Devrimi, Gezi Parkı Devrimi, Islahettin Temiztaş Devrimi ve yeni ve bakire devrimler.
Kapitalist-Burjuva devrimleri, İngiliz Devrimi, Amerikan Devrimi, Fransız devrimi, Bolşevik Lenin Devrimi, Mao-Çin Devrimi eski ve bozulmuş devrimler.
Sentez: Sonsuz DEVRİM çenesi düşüklüğü.
Ama bunalrdan hangileri insanı daha kaliteli bir insan ettiği sorusuna ne kendisi, ne guruları, ne de gurularının guruları, ne de … cevap verebilir ama, aniden, Özdemir İnce gibiler, bu sitedeki kalemlerini İnce’nin kalem açacağıyla sivrilten sivri kelleli bilgiç profesörler, kes-yapıştır medya kazazadeleri, kısacası sitenin %99’u kalem, kağıt, silgi zımbırtıları muhasbeciliğine başlar.
Eğer bu, insanın kalitesinin ne kadar düştüğüne eşsiz kanıt değilse, ne?
Döviz kurlarındaki dalgalanma nedeniyle KOBİ-irisi şirketini ayakta tutmakta zorluk çeken kapitalist patron Necip, iflas etti.
Şu an, Eminönü-Galata Köprüsü girişine yanaştırdığı küçük seyyar tezgâhı üzerinde midye-limon satarak para kazanmaya uğraşıyor.
Necip, 14 Temmuz 2013:
Necip, 16 Temmuz 2013:
Döviz kurlarındaki dalgalanma sebebiyle, kapitalist Necip’in patronu olduğu KOBİ-irisi şirket mali çöküşe girdi, ve iflas etti.
Böylece, Gün Zileli’nin 16 Temmuz 2013’te Necip’e yazdığı kehanet, tam 5 yıl 6 ay sonra (yani, ‘Ocak 2019’da) gerçekleşti:
“İlerleme medeniyetist bir yalandır”
– Doğu Peçenek
“İlerleme”ye işte bu yüzden karşıyız:
Şehit haberlerine üzülen öğrenciler askeri robot geliştirdi
AFRİN’e yönelik başlatılan Zeytin Dalı Harekatı sırasında gelen şehit haberlerine üzülen Bursa Yıldırım Beyazıt İMKB Lisesi öğrencileri, uzaktan kumanda ile kontrol edilebilen silahlı askeri robot geliştirdi. Okul yönetimi ve öğrenciler, geliştirilen bu sistemin Türk Silahlı Kuvvetleri’nde kullanılmasını ümit ediyor.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/sehit-haberlerine-uzulen-ogrenciler-askeri-robot-gelistirdi-41070212
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nden (DSİP) Roni Margulies’in bir yazısından:
“Bu süreçte taraflar belli: Bir yanda büyük toplum güçleri, bir yanda Genelkurmay’ıyla, kolluk güçleriyle, yargısıyla, Ergenekon’uyla Kemalist devlet.
Kenan Evren’in yargılanması bu sürecin bir yansıması, bir simgesi.
Ve bu süreçte Kemalist devletten yana olanlar Evren’in yargılanmasına sevinmiyor. Çok doğal.
Doğal olmasına doğal da, devletten yana olanların isminde “komünist” veya “özgürlük” kelimelerinin bulunması garip!”
http://marmarayerelhaber.com/Roni-MARGULIES/6530-Evren-bugun-ne-demektir
İlkelci Vahşi Çıplak Partisi’nden (İVÇP) İroni Margulies’in bir yazısından:
“Bu süreçte taraflar belli: Bir yanda büyük ilkellik güçleri, Aborjinler, Kızılderililer, Eskimolar, Zulular, Pigmeler. Bir yanda Sümer’iyle, Mısır’ıyla, ABD’siyle, Sovyet’iyle, Çin’iyle medeniyet.
İlerlemeciliğin yargılanması bu sürecin bir yansıması, bir simgesi.
Ve bu süreçte medeniyetten yana olanlar ilerlemeciliğin yargılanmasına sevinmiyor. Çok doğal.
Doğal olmasına doğal da, medeniyetten yana olanların isminde “ekolojist” veya “çevreci” kelimelerinin bulunması garip!”
Yassak hemşerim!
Gerçek
1 Ocak 2019, Salı
AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak TBMM Başkanı Binali Yıldırım’ı göstermesi önemli bir tartışma başlattı. Belediye başkanlığına aday olan Binali Yıldırım’ın Anayasa’nın 94. Maddesi gereği görevinden istifa etmesi gerekiyor. Ancak ne Binali Yıldırım’ın ne de Erdoğan’ın böyle bir niyeti var.
Anayasa açık
Anayasa’nın 94. Maddesi gayet açık bir hüküm içeriyor: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasî partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar.” Yerel seçimlere AKP’nin adayı olarak katılmak hiçbir yoruma gerek bıraktırmayacak şekilde Anayasa’nın 94. Maddesinin ihlali demek. Tarafsız bir makam olan TBMM başkanlığını, bir partinin, siyasi faaliyetleri için suistimal etmesi Anayasa tarafından açık ve net bir biçimde yasaklanıyor.
Erdoğan Binali Yıldırım’ı değil TBMM Başkanını aday gösteriyor
AKP’nin istediği ise tam olarak TBMM Başkanlığı makamını kendi siyasi amaçları için kullanmak. Erdoğan’ın sözleri gayet açık: “Şimdi yeni bir imtihanın arifesindeyiz. Dikkat edin bu imtihanda İstanbul’a Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanımızı aday olarak gösteriyoruz. Neden: İstanbul öyle büyük bir şehir ki İstanbul’a da ancak böyle güçlü bir belediye başkan adayı yakışır dedik ve Binali Yıldırım kardeşimizi aday gösterdik.” Yani Binali Yıldırım, başka her şeyden önce TBMM Başkanı olduğu için devlet protokolünde ikinci sırada yer alan “güçlü bir aday” olarak seçilmiş durumda. Dolayısıyla Erdoğan’ın “belediye başkanı seçilinceye kadar milletvekilliği sürer” diyerek yaptığı savunma da tamamen geçersiz. Yıldırım’ın Anayasa gereği milletvekilliğinden değil, meclis başkanlığından istifa etmesi gerekiyor.
YSK’ya müdahale
Bu aleni Anayasayı çiğneme girişimini denetleyecek ve engelleyecek olan yargı makamı ise Yüksek Seçim Kurulu. YSK’nın Anayasa’ya göre karar vermesi halinde ya Yıldırım’ın adaylığını geri çevirmesi ya da Yıldırım’ın aday olmak için meclis başkanlığından istifa etmesi gerekir. Peki YSK’da son durum ne? Daha önce Anayasa referandumunda mühürsüz oyları geçerli kabul ederek şaibe yaratan YSK’nın görev süresi bu ay dolan 6 üyesinin görevleri “Karayolları Trafik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” başlıklı bir torba yasa içine sokuşturulan madde ile 1 yıl daha uzatıldı. Ne tesadüf değil mi?
Adalet yoksa boykot var!
Binali Yıldırım’ın istifa etmeden seçimlere girmesinin seçim sonuçlarını fiilen ne kadar etkileyeceğinin bir önemi yoktur. Mesele ilkeseldir ve seçimlere girerken Anayasa’yı göz göre göre çiğneyen bir iktidar, bu suçuna YSK’yı da ortak ederse, daha önce olduğu gibi bu seçimlerde de en ufak ayrıntıyı dahi kendi lehine manipüle edebilecektir. Dolayısıyla adil bir seçimden bahsedilemez. Bu durum dayatıldığı halde seçimi boykot etmeyen her muhalefet partisi, Muharrem İnce’nin seçim gecesi “adam kazandı” diyerek yaptığını bugünden yapmış demektir.
Anayasayı delik deşik edenler ve çanak tutanlar
Geçmişte Turgut Özal, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” derdi. Ancak son dönemde burjuva muhalefeti, Anayasa’yı bin kere delen iktidara her seferinde “bir şey olmaz” diyerek çanak tutuyor. Oysa TBMM Başkanlığı görevini bırakmadan İstanbul’a aday olmaya çalışan Binali Yıldırım’a söylenecek şey gayet basit ve net! Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın 12 Eylül istibdadını hicveden Yasaklar oyunundaki meşhur ifadeyle bitirelim: “Yassak hemşerim!”
https://gercekgazetesi.net/karsi-manset/yassak-hemserim
“Grev olayını” grevleri yasaklanan hakkı yenen işçilere sorun
Gerçek
31 Aralık 2018, Pazartesi
Erdoğan, basını kendi yandaşlarının tekeline alıp, muhalif sesleri yargı ve polis eliyle susturunca halkı da her dediğini sorgusuz sualsiz kabul edecek zannediyor. Bunun son örneği “bizimle beraber grev denilen olay ortadan kalktı, grev olmuyorsa demek ki işçinin hakkını veriyorsun” sözleri… Erdoğan milyonlarca işçinin gözünün içine baka baka, her kelimesi gerçeğe aykırı olan bir beyanda bulunuyor.
Yasakladınız, kırdınız ama “grev olayını” ortadan kaldıramadınız!
Her şeyden önce kendileriyle birlikte “grev olayı” ortadan kalkmadı. İşçiler haklarını aramak için her seferinde daha fazla bedeli göze alarak grevlere çıktılar ve çıkmaya devam ediyorlar. Gerçekte olan kendisinin en fazla grev yasaklayan kişi olarak cumhuriyet tarihine geçmesidir. AKP iktidarlarında 15 grev yasaklandı. Yasaklanmayanların da kırılması için her türlü devlet olanağı kullanıldı. Bu grev yasakları dolayısıyla 200 bine yakın işçi ve ailelerinin hakkı yendi. Bu yasaklardan yedisi, Erdoğan’ın “patronların önünü açtık” dediği OHAL döneminde gerçekleşti.
İşçiler yeni yıla patronlara karşı ve iktidara rağmen direnerek giriyor
Cargill ve Flormar işçileri anayasal güvence altında olan sendikalaşma hakkını kullandıkları için işten atıldılar. Aylardır direnerek haklarını arıyorlar. Patronlar bu işçilerin hakkını yerken arkalarında hep Erdoğan ve iktidarını buldular. Cargill işçileri İstanbul yürüyüşünde gözaltına alınırken Cargill patronu diğer Amerikan şirketlerinin yöneticileri ile sarayda ağırlanıyordu. İktidar, anayasayı çiğneyen Flormar patronuna sesini çıkartmazken işçilerin sesini kısmak için her şeyi yaptı ve yapmaya devam ediyor. Tariş, Aygün Alüminyum, Tuvtürk, Real Market işçileri de aynı baskılara maruz kaldılar ve işçiler yeni yıla pek çok yerde direnişlerle ve İzmir’deki İzban işçileri gibi grevlerle giriyor.
Burjuva muhalefetinin burjuva iktidarına yaptığı orta
Erdoğan, gerçekliğe tamamen aykırı düşen bu ibretlik sözleri, bir başka burjuva siyasetçisi olan eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen’e cevaben söylemiş. Nurettin Sözen, kendi belediye başkanlığı dönemi için “demokrasisi olmayan, sendikası olmayan, grevi olmayan bir toplumda yaşamaktansa, çöp yığınlarıyla demokrasi içinde yaşamayı yeğlerim” demiş. Sendikayı, grevi, hak arama mücadelesini çöp yığınlarıyla aynı cümle içinde kullanan bu dar kafalı burjuva siyasetçisi Erdoğan’a istediği ortayı yapmış. İşçilerin, hak arama mücadelesinde hiçbir burjuva siyasetçisinin avukatlığına ihtiyacı yoktur. Eksik olsunlar, gölge etmesinler.
Sıkıntıların sebebi işçinin hak araması değil, patronların kâr hırsıdır
Grevler dolayısıyla üretim ve hizmet aksıyorsa bunun sebebi işçiler değil, üretimi ve hizmeti kâr için yapan ve toplumu değil kendi çıkarını düşünen patronlardır. Nitekim son asgari ücret müzakerelerinde de patronlar açlık sırının üzerinde bir rakam belirlenirse yatırım yapmayız, işçi çıkartırız diyerek tüm milleti tehdit etmiş ve sonunda yine istediklerini (açlık sınırına endeksli bir asgari ücret ve çok sayıda devlet teşviki) almışlardır. Yine en büyük desteği grevleri yasaklamakla ve patronların önünü açmakla övünen Erdoğan ve iktidarından buldular.
https://gercekgazetesi.net/karsi-manset/grev-olayini-grevleri-yasaklanan-hakki-yenen-iscilere-sorun
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1187480/Artik_umuda__ihtiyacimiz_yok.html
Irmak Zileli antropolog mu?
DİP/Gerçek: Adalet yoksa boykot var!
AKP/RTE: Boycott or not, you must realize, you are DOOMED!
140-141 Öcü Hortlak Amca ve İvmeci Zileli
Marksist-Troçkist Hortlak Hocamız, siz zır deliye ʻʻSame Zır Deliˮ ; Gün Zileli Anarşist Hocamız, zır deliye ʻʻBir ruh doktoruna görünseniz, ne iyi olurdu sizin için!” dediniz. Haklısınız. Herif kafayı yemiş.
Ne var ki, bu arada ikiniz de bilgi ve basiret kıtlığınızı izhar etmişiniz. Erdoğan’ın peşindeki yobazlar gibi inancınız ve kininiz muhakeme etme gücünüze engel olmuş.
Zileli Hocamız zaten bu herife karşı bir korku içinde işi kısa laflarla idare ediyor.
Örnek: Teknoloji, aynı senin dediğin gibi ʻʻinsanlarin hayatini KOLAYLA$TIRAN teknik geli$meler …ˮ dir.
KOLAYLAŞTIRMAK ne demek?
Tabii, sizlere en yakışanı, sizlerin bilim ve teknolojinin ne olduğunu anlamanın zorluğundan kaçıp, ideolojik basmakalıp sabit fikirlerinizi tekrar edip durmanız.
Bu yaptığınız teknolojinin getirdiği kolaylıktan çok bilgisizliğin mecbur ettiği kolaylık.
Her ikiniz de gazetecisiniz fakat kullandığınız anlamda ʻKOLAYLAŞTIRMAKʼ kelimesinin anlamını bilmiyorsunuz.
Her ikiniz de, biriniz eski biriniz yeni, Marksist olduğunuz için sizin Marksizm konusund da cahil olduğunuzu sergileyecek bir örnek vereceğiz.
Eğer her şey hiçbir insan eli değmeden sadece makineler tarafından üretilirse meta fiyatlarına ne olacak?
Benzeri şekilde, eğer teknoloji konuşma, yürüme, koşmak, oynama, yazma, müzik besteleme, şarkı türkü söyleme, yemek yeme, seks ve sevişmeyi sizin için KOLAYLAŞTIRIP salt bir düğmeye basmakla sizin yerinize yaparsa ne olacak?
Belki sizler moruk ve belli bir devirin yobazları olduğunuzdan sizi rahatsız etmeyebilir ama biz gençler için bu bir kâbus olacak!
Her neyse. Belki bu ʻreductio ad absurdumʼ fazla soyut. Üstelik hem yaşınızdan hem de bir devire saplanıp kaldığınızdan beyinleriniz kuruyup büzülmüş. Ama yine de büyüklerimize yardım için bazı, çok az sayıda, artık sosyal medyada bile bulabileceğiniz basit bilgiler vereceğiz. Çünkü eninde sonunda ʻʻHortlak ve Zileliˮ zırvalamış denilmeyecek, bir Marksist ve bir anarşist zırvalamış diyecekler veya geri kalmış Türkiye b*k çukurunda Batı maymunluğu yapan iki ucube zırvalamış diyecekler.
İlkeller bütün ihtiyaçlarını günde 3 saat; tarım ve yerleşik hayata geçenler günde 7 saat; endüstri ve teknolojik devire geçenler başta 12-16 saat, şimdi 8 saat (o da çok zengin ülkelerde) çalıştıklarını bilmemeniz bütün Türk halkına bir leke.
Eğer amaç kolay bir hayat sürdürmekse ve eğer zır deli ilkel yaşamla bunu savunuyorsa neden en azından akla ilk gelecek ilkelliğe dönülemez demektense ileriyle ilgili falcılık yapıyorsunuz?
Üstelik falcılığınız bile cahillerin ıvır zıvır bolluğu dırdırları. Kendiniz insanın ne kadar kalitesiz olduğuna eşsiz örnek: bilgisizliğinizi itiraf etmektense, çamur atıp duruyorsunuz.
Şu an doğal ve politik olası felaketler vahim bir geleceğe işaret ederken sizlerin bu sizler kadar bunak eski masallarınız çok sıkıcı.
İkiniz de bilim felsefesinde yüz kızartıcı cahil olduğunuzdan, bilimin altında yatan en derin ilkelerden basiti ile ilgili komik bir misal vereceğim.
Bir köylünün aynı siz ikiniz gibi kolaylığa alışmış iki domuzu var. Köylü her gün gıda getirir ve iki domuz aynı siz ikiniz gibi zevkten dört köşe. Bir gün köylü gıda yerine bıçakla gelir.
“Bir köylünün aynı siz ikiniz gibi kolaylığa alışmış iki domuzu var. Köylü her gün gıda getirir ve iki domuz aynı siz ikiniz gibi zevkten dört köşe. Bir gün köylü gıda yerine bıçakla gelir.”
Güzel fıkraymış.
İlkel yaşamın kolaylığına alışıp düşman kabilelere yem olan yamyamlara hayran olanlar bundan daha güzel hicvedilemezdi.
“KOLAYLAŞTIRMAK ne demek?”
Kolaylaştırmak demek, örneğin bazı tutarlı medeniyet karşıtlarının yaptığı üzere medeniyet karşıtı düşüncelerini medeniyetin araçlarını kullanmaya mecbur kalmadan, yani NEFRET ETTİKLERİ ŞEYLERİ KULLANMAK ZORUNDA olmadan, yani TÜKÜRDÜKLERİNİ YALAMAK durumuna düşmeden dumanla haberleşme gibi ilkel iletişim yollarıyla ifade edenlerin yaptığı şeyin tam tersi demek.
The Blindfight And Laughing Kıs Kıs
“Ben, ahmagin sakil, sefil ve sefih olanini severim ve –bu sebeple– sizi ziyadesiyle sevdigimi kabul edebilirsiniz.
Layik ve mustehak oldugunuzu bilin.
Sevdigim bir baska sey daha var: Muhatabim, agzindan salya/sumuk/tukuruk sacacak hale gelmisse, tamamdir.
O noktadan itibaren, kordur, kor dovusu ile istigal eder.
Ben aradan cekilirim ve kor dovusmege devam eder –kendisi ile.
Siz, tabii ki, bunun farkinda degilsiniz; o yuzden, kac gundur kor dovusunde debeleniyor, bir seyler dediginizi saniyorsunuz.
Uzulecek bir durum; ama, elimde degil, baktikca kis kis guldugumu itiraf etmek zorundayim.
Her neyse.
Sifa dileklerimi yineliyorum.
Komitedeki arakdaslara da baki selamlar.”
Necip 17 Aralık 17 / 2pm
Dear Mr. Zileli, did you read this iktidar şakşakçılığı in the Freedom newspaper?
“MEŞRUİYET TARTIŞMASI
Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklayacağı manifesto ile entelektüel bir tartışma başlatmayı amaçlıyor. İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sol sağdır, sağ soldur” tanımının yansımalarını görebiliriz. Solun darbe çağrısı yapan, milli iradeyi küçümseyen, seçilmişlerin meşruiyetini sorgulayan tavrını tartışmaya açmayı planlıyor. Türkiye’nin iki temel meselesi var. Biri, asker-sivil ilişkileri. Diğeri ise milli irade tartışması.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın meşruiyetini tartışmaya açması gibi. Türk aydınının iflah olmaz sorunudur. Darbeleri alkışlar, darbe yönetimlerinin kurucu meclislerinde ya da danışma meclislerinde görev alırlar; seçimi, sandığı, milli iradeyi ise “sandıksal demokrasi” ya da “cici demokrasi” diyerek küçümserler. 12 Mart’a giden süreci böyle hazırladılar. Bir bölgemizin işadamları derneğinin başkanı, 15 Temmuz günü darbe girişiminin ilk anlarında Nişantaşı’nda aralarında bulunduğu bir grubun, “Çak” işareti yapıp darbeyi alkışlarla karşıladıklarını anlatmıştı. Tatil ve eğlence merkezi olan sahillerde kutlama yapmak için sokaklara çıkanlar olmuştu. Yeter ki Erdoğan’dan kurtulsunlar. Darbeyle olsa dahi. 27 Mayıs’ta kutlamak için tankların üstüne çıkanlar olduğu gibi… Kenan Evren, 12 Eylül’de darbeyi alkışlayan basını toplayıp kitap yapmıştı. Bırakın kitabı, ansiklopedi bile olur.
Erdoğan bu kez damardan girecek. Tabii ‘belki bacağından asılır, belki mahzende zehirlenerek ölür’ kozunu verirsen, Erdoğan da üstüne üstüne gider…”
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/abdulkadir-selvi/erdogan-ilginc-bir-tartisma-baslatacak-41071218
Dün ağlamadıkları için bugün çenelerini kapamaları gerekenler kimlerdir?
‘Seks yaparken ağlamadın, şimdi kapa çeneni’
ANESTEZİ yapılmadan, elleri kolları tutularak kürtaj ya da biyopsi olduklarını söyleyen bazı kadınlar, fiziksel acının yanında, doktorların hakaretine de uğradıklarını öne sürdü. O kadınlardan biri, doktorunun biyopsi sırasında kendisine “Seks yaparken ağlamadın, şimdi de kapa çeneni” dediğini söyledi.
http://www.hurriyet.com.tr/avrupa/seks-yaparken-aglamadin-simdi-kapa-ceneni-41071407
Sevgilinle “kumpas davaları” yaptığınız sırada zevk çığlıkları atarken ağlamadın!
Öyleyse ayrılmanızdan sonra seni dövmeye kalktığı gece için kapa çeneni!
Daha hala o gece olanlar yüzünden duygu sömürüsü yapmaya utanmıyor musun?
Barlas’tan dersler: İktidar şakşakçılığı nasıl yapılır?
Medyanın eski patronlarından Dinç Bilgin geçtiğimiz günlerde TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nda 28 Şubat dönemi ile ilgili verdiği ifadede, şimdilerde AKP’nin medya kampından Sabah’ta köşe yazan Mehmet Barlas’ın 28 Şubat döneminde 25 bin dolar maaş aldığını söylemişti. 28 Şubat’ın ardından uzun yıllar geçti. Mehmet Barlas şimdi de, iktidardaki AKP’ye olan desteğini açıkça ortaya koymak suretiyle, bu meblağı kaça katladığını kamuoyunun önüne önemli bir sorun olarak koyuyor.
“Demokrasinin kalesi” ABD’den “Küçük ABD” Türkiye’ye dersler, Mehmet Barlas’tan…
Mehmet Barlas yazısında, ABD’nin çok okunan gazetelerinden The New York Times’ı örnek göstererek söz konusu gazetenin önümüzdeki ay yapılacak olan ABD Başkanlık seçimlerinde Barack Obama’yı desteklediğini belirtirken, iktidardaki Başkan’ın desteklenmesinin ABD’de kimse tarafından yadırganmadığını ileri sürdü.
Çoğulcu demokraside medya organlarının da seçmenler gibi bazı siyasi görüşleri desteklemesinin, bazılarını da eleştirmesinin doğal olduğunu, kimin iktidar olacağını ise seçmenlerin oylarının belirlediğini yazan Barlas, medyanın elindeki gücü kullanarak gerçekleri saptırmasının ve kamuoyunun tercihlerini belirlemesi gerçeğine hiç değinmedi.
Buraya kadar sadece ABD Başkanlık seçimleri ile ilgiliymiş gibi görünen yazısında Mehmet Barlas’ın asıl niyeti ise yazısının devamında kendini gösterdi. ABD’nin demokrasinin kalesi olduğu iddiasının ardından sözü Türkiye’ye getiren Barlas, Türkiye’de ise medyanın iktidardaki partiyi ve kişi veya kişileri desteklemesinin ahlak dışı görüldüğünden ve bu durumun adeta bir kural olduğundan şikayet etti.
Barlas’tan psikolojik çözümleme: “İktidarı eleştirenler takıntılı”
Mehmet Barlas iktidarın eleştirilmesini, “takıntılı biçimde Tayyip Erdoğan’ı yerden yere vurmayı günlük uğraş haline getirenler, yine bazıları tarafından ‘ilkeli’ olarak kabul ediliyor. Açıkçası bu durumu fazla yadırgamıyorum” sözleriyle mahkum etmeye çalıştı.
12 Eylül’ün çocuklarından kahraman yaratmak
12 Eylül darbesinin ardından iktidara gelen ANAP’ın topluma pazarlanmasında görev üstlenen ve Turgut Özal’a desteği ile öne çıkmakla kalmayıp danışmanlığını da yapan ve bu nedenle liberal olarak anılagelen Barlas, Adnan Menderes gibi Özal’ın ve şimdi de Tayyip Erdoğan’ın “resmi ideoloji”nin etkisi nedeniyle toplumda “rejimin tehdidi” olarak görüldüğünü iddia etti.
Mehmet Barlas ABD’li medya tekellerine özendi, oyunu belli etti
Yazısının başında “ABD demokrasisi”ne olan hayranlığını sergileyen Barlas, sadece içini dökmekle kalmayıp ABD medyasını örnek alarak gerçekleri tahrif etmeye ve AKP iktidarının tabuları ortadan kaldırarak özgürleşmeyi getirdiğini iddia etti ve nihayet kendisinin iktidara olan desteğini göstermekle kalmayıp kamuyounu belirlemeye dönük bir niyete sahip olduğunu da sergileyen şu sözleri etti:
“Bugün Tayyip Erdoğan ve AKP, Menderes ile Özal’ın açtığı yolda ilerlemekteler. Ben bu çizgiyi destekliyorum. Eğer Erdoğan’ın söylemlerinde benim görüşlerime uymayan noktalar varsa onları eleştiririm. Daha özgürlükçü bir söylemin sahibi olmaları için, kalemimin gücü oranında çaba gösteririm. Ama bu dönemde tabuların buharlaştığını, konuşup tartışmadığımız bir konunun kalmadığını da ‘Özgürleşme’ olarak yorumluyorum. Gizli ve açık cuntacılara, ideolojik saplantılılara, halkın seçimini küçümseyenlere karşıyım. Başka bir deyişle iktidardaki bir partiyi desteklemek utanılacak bir şey değildir.”
Barlas’ın kafası karışık: “Demokrasinin kalesi”nden gönderilene itiraz…
Yazısına ABD medya tekellerinin seçim sürecindeki tutumunu The New York Times’ın iktidardaki Obama’ya desteğini açık bir şekilde ortaya koyabilmesini örnek göstererek, “ABD demokrasisi” nitelemesiyle göklere çıkaran Mehmet Barlas, bir liberalin kafasının ne denli karışık olabileceğini ve gelişmeleri, başkaları hakkında iddia ettiği halde asıl kendisinin “takıntılı” bir çerçevede yorumladığına işaret eden şu sözleri sarfetti:
“… Çiller’in ‘Gümrük Birliği’ projesini de 28 Şubat darbesine destek vererek buharlaştırmaya çalıştılar. Bu dönemde uygulanan sabit kur politikasının nnasıl bir ekonomik kriz ile sonlandığını ve Amerika’dan gönderilen seçilmemiş bir kişiye ekonominin nasıl teslim edildiğini herhalde hatırlarsınız.”
AKP yalakalığı mı körleştiriyor?
Buraya kadar iktidardaki AKP’yi tarihsel bir bağlama da oturtmaya çalışarak kredibilitesini artırmaya soyunan Barlas, aslında anlamı çok açık olan bir mesai yürütüyor: AKP yalakalığı…
Sanki Türkiye’de AKP’yi desteklemenin ayıp sayıldığı bir medya ortamı varmış gibi yorumlarda bulunan Mehmet Barlas’a birilerinin, ülke medyasının neredeyse tamamının, özellikle de son dönemde, Suriye meselesi dahil AKP’yi övme yarışına girmiş durumda olduğu gerçeğini göstermesi gerekiyor…
(soL-Haber Merkezi)
http://haber.sol.org.tr/medya/barlastan-dersler-iktidar-saksakciligi-nasil-yapilir-haberi-60936
Adına “Anadolu Oligarşisi” denilen bu rejimden 2070’lerde kurtulabiliriz.
Tabii eğer bu yıllar başka bir dönüm noktası olmayacaksa.
Dikkat edilirse Türkiye tarihindeki bütün dönüm noktaları – bazen neredeyse tamı tamına – yüzer yıllık aralarla geliyor:
1078 Anadolu Selçuklularının kuruluşu
1176 Myriokephalon: Selçuklu hakimiyetinde önemli bir dönüm noktası
1277 Cimri Olayı: Karamanoğulları ve genel olarak Beylikler döneminin başlangıcı
1371 Çirmen: Balkanlara yayılma
1473 Otlukbeli: Osmanlı hakimiyetinde önemli bir dönüm noktası
1579 Sokullu’nun ölümü: Duraklama döneminin başlangıcı sayılabilecek bir tarih
1683 II. Viyana: Gerileme döneminin başlangıcı sayılabilecek bir tarih
1774 Küçük Kaynarca: Dağılma döneminin başlangıcı sayılabilecek bir tarih
1876-78: İlk Anayasa, İlk Meşrutiyet, 93 Harbi, Kıbrıs sorununun başlangıcı
1980: 12 Eylül rejimiyle birlikte “Anadolu Oligarşisi”nin temellerinin atılması
2070-80: ???
‘Necip’s fight’ is over and crying hüngür hüngür…
40 yılı aşkın süredir kapitalist göbeğini koruması için Recep Tayyip Erdoğan ve öncüllerinin hegemonyasını canhıraş savunan kapitalist patron Necip, 2019’da KOBİ-irisi şirketi iflas etmesine rağmen hegemonyayı canhıraş savunmaya devam ediyor.
Resmi kuruluş yılı 1966 olarak bilinen Sabancı Holding’in 2019’daki torun-tombalakları, kapitalist göbeklerini koruması için Recep Tayyip Erdoğan ve öncüllerinin hegemonyasını yıllarca canhıraş savunurken, 2018 – 2019 gibi bir çağ dönümünde Malta’da vatandaşlık satın alıverdi. ‘Sözde’ Recep Tayyip Erdoğan’ı savunurlar, ‘özde’ kapitallerini sağlama almak için çeşitli iltica yollarına başvuruverirler.
Ve sonunda Necip, itiraf ediverir:
‘Malta’, her yılın sonunda Resmi Gazetesi’nde ülkeden vatandaşlık alanların listesini yayımlıyor. 2018’in son günü de yayımladılar.
Malta’da her yıl belli sayıda yabancı yatırımcıya vatandaşlık verilmesini sağlayan ve tam ismi ‘Citizenship by Investment (Yatırım ile Vatandaşlık)’ olan programa girenlerin isimleri açıklandı. Listede Türkiye’den de dikkat çekici isimler yer alıyor.
Çeşitli ülkelerden 3 bin kişinin yer aldığı listede Sabancı ailesinden de birçok isim var.
‘Sabancı Holding’in Yönetim Kurulu Başkanvekili ünlü işadamı Erol Sabancı’nın kızları Çiğdem Sabancı Bilen ve Suzan Sabancı Dinçer listenin en popüler olanları.
Listede ayrıca Suzan Sabancı Dinçer’in çocukları Ceyda Sabancı Dinçer ve Haluk Akay Sabancı Dinçer ile Çiğdem Sabancı Bilen’in eşi Faruk Bilen ve iki çocuğu da (Gözdem ve Gizem Bilen) var. ‘Forbes’a göre, Çiğdem Sabancı Bilen’in serveti 1.2 milyar dolar, Suzan Sabancı Dinçer’inki ise 1 milyar doların üzerinde.
Malta’dan vatandaşlık alanlar arasında Sabancı ailesinden sadece Erol Sabancı’nın kızları yer almıyor. Sabancı kardeşlerin üç numarası olan ‘Esas Holding’ Yönetim Kurulu Başkanı Şevket Sabancı’nın torunları Can Köseoğlu, Kazım Köseoğlu, Zeynep Köseoğlu, Irmak Köseoğlu da 2014’te AB’ye giren Malta’dan vatandaşlık alanlar arasında.
Sabancı ailesi haricinde, Türkiye’deki kazancıyla 2017’de gelir vergisi rekortmenleri arasına 10’uncu sıradan yerleşen, ‘Twitter’ın Türkiye’deki avukatlığını yapan Gönenç Gürkaynak ile (avukat eşi) Serra Ayşe Başoğlu Gürkaynak’ın da listede yer alması dikkat çekti.
‘Kurukahveci Mehmet Efendi’ adıyla bilinen kahvesiyle marka yaratan ‘Akyürek Pazarlama’nın sahipleri Hulusi Kurukahveci, Nezlihan Akyürek Kurukahveci, Hulusi Doruk Kurukahveci de vatandaşlık için Malta’yı seçen Türkler arasında.
Malta’dan vatandaşlık alan işadamları sadece Sabancılar’la sınırlı değil. ‘Abdi İbrahim’in patronu Nezih Barut, kardeşi Nesrin Esirtgen ve oğlu İbrahim Barut, ‘Orta Anadolu Tekstil A.Ş.’ Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Fatih Karamancı, ‘Reha Tekstil’in sahibi Mehmet Reha Demirdağ, ‘Arvento’ Genel Müdürü Özer Hıncal gibi isimler de listede yer alıyor.
Kaynak: ‘patronlardunyasi(.)com’
3 Ocak 2019 Perşembe
If Sabancı’s and the other “Malta refugees” are parts of this so-called “Balkan Oligarchy”, then we can surely say:
“It’s over Necip!
The Balkan Oligarchy has the high ground (Malta)!”
http://marksist.net/marksist-tutum/asgari-ucret-ve-orgutsuzlugun-bedeli
Eski dinde iyi / kötü ayıbı iki renkli Allah / Şeytan donuyla örtülürdü.
Yeni din müminlerinin ayıp donları rengârenk, 140 sıralamış:
-özel mülkiyet- / -para kazanma/kar etme- / hangi $ekilde üretildigi / teknolojiyi kim, hangi amac ile kullaniyor / hangi amac ile satildigi / -devlet- (yoksa 140 yavşak anarşist mi olmuş?) / özel mülkiyet ve para’ya dayali kapitalist ekonomide …
İş bununla da bitmez. 140 ve bu sitede benzeri yeni din müminlerinin beraberce ayıplarını örtme devasa ayıp donları da var. En sık ayıplarını örten donun adı: ʻʻBüyük Beyin-Bol Bilgiˮ (BeeBeeBeeBee).
140 bu sivri kellerden biri. Bu insan tarihi polis hafiyesi, bu solcu-devrimci, bu modern dinci, bu Bernard Gui veya Arturo Ui, almış eline ʻʻsolcu-devrimci enayilere kılavuzˮ, düşmüş hak yoluna. Kendi sitesinde, bu sitede, Özgür Üniversite’de, televizyonda, youpoop’da, twatter’da, facebokta ve falan filanda Allah’ın yolunu tutanlarla Şeytan’ın yoluna sapanları ayırt etme algoritması dersleri veriyor.
Sivri kelle 140’ın formülü çok orijinal: X YA İYİ, YA DA İYİ DEĞIL.
Allah bu sivri kelleyi bilim-teknik allahları Marks ve Troçki’ye bağışlasın.
Bu sivri kellenin algoritmasıyla, en eski insanların taş yontma teknolojisi, dil/beyin organların yapılarında değişiklikler yaparak geliştirilen konuşma teknolojisi, ateş teknolojisi ile sosyal yaşam olasılığı yaratmaktan tut, ta şimdi, yani, en yeni ve en iyi, sivri kelle 140 gibi devrimci-solcu süper zekalılar üretim teknolojisine kadar her şey iyi/kötü ayırt edilebilir. Hatta canlı veya cansız varlıklar bile yargılanabilir.
Şimdi bazı bu herif ve benzerleri gibi sivri kelle olmayan, normal zekalı arkadaşlar sorabilirler:
– Yahu bu herifin kellesi sivrile sivrile yok olacak kadar mı sivrilmiş? ʻʻX YA İYİ, YA DA İYİ DEĞILˮ altın kıstasının hiç bir zaman yanlış olamayacağının bile farkında değil mi? Temmuz ayının adının nereden geldiğini bilmeyecek kadar b*k çukuru Türk veya Kürt falan mı? Güneş hem öldürür hem can verir, falan filanı bile bilmiyor mu? Milyarlarca daha örnek var.
Gelenek hem bize yardımcı olur hem elimizi ayağımızı bağlar. Bu salağın mutlak kölesi olduğu bilimde bile sayısız örnekler var. Bilimde dahilik, dahinin yeteri kadar bilmediğinden kaynaklanır. Çocuklarda rastlanan hiç beklenmedik yaratıcı bakışların kaynağı da aynı.
Cahil yavrum 140, git sen bu Marksist-Troçkist-Fabrika Anarşisti ambalajı ile sardığın 4-6 milyonluk bilinen sıradan kalitesiz, ucuz bilgiyi Marksist-Troçkist-Fabrika Anarşisti bitpazarında sat!
Bu sivri kelle o kadar cahil ki, cansız varlık, kurum, soyut adlar olan bilim ve teknolojinin kendinde değer yargısı olmadığını hindi gibi kabararak zırvalamış. Bu sivri kelle o kadar cahil ki, bu salaklığı savunanların en katı düzen savunucuları olduğunu bile bilmiyor. Bu sivri kelle o kadar cahil ki, en faşist ruhlu ayıp örtme ideolojik beyin yıkama cart curtunu bile bal gibi yutmuş.
Şimdilik bu kadar. Eğer gerçekten bir b*k biliyorsan konuş dinlerim.
bence bir bok bilmeyeni de dinlemek gerekir. Özgürlükçülük böyle bir şeydir. Şu keskinliği bıraksan iyi edersin.
Sanki bu siteye katılanlar, Türkiye’nin bir b*k çukuru, Türklerin de işi asıl becerenlerin artıklarıyla geçinen köle ruhlu dikizciler olduğunu ispat etmeye azimli gibi. Marksist dırdırı ʻFalse Consciousneesʼ?
Bir ihtimal daha var. Zileli’nin edulcorate, antiseptik fabrikacılık anarşizmi, hali vakti yerinde iyi maaşlı, iyi tahsilli, iyi kalpli, insan sever, kadın sever, hayvan sever, eşcinsel sever, Islahettin Temiztaş sever, azınlıklar sever, özgürlük sever, vıcık vıcık aşırı duygusal terbiyeli, uslu, evcileştirilmişlere orta sınıflılara cazip geliyor. Hepinizin amacı asıl sarışınlar gibi olmak. Birkaç asil ruhludan özür dilerim.
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Günah çıkartma ayinleri, vicdan rahatlığı ucuz terapi sitesi: alçak kapitalistler, alçak dinciler falan filan masallarıyla vicdan Ben de sitedeki akıl almaz hilkat garibelerini okuyup gülerek kafayı buluyorum.
154 bilgi küpü, hadi eskilerden Çin, Hindistan, Grek, Orta Çağ, İslam ve özellikle aslı Türk olan ve Strauss’u bile etkileyen Farabi gibi politika filozoflarını bilmemem affedilir de dünyanın her yerinde çocukların beyinlerine tıka basa sokulan Devlet nasıl oluştu felsefesi yapan Hobbes’ı da mı duymadın? Yuh be!
Hobbes politika felsefesine temel olan ilhamını Yeni Dünyaʼdan gelen raporlardan aldı. Raporlara göre ilkeller sürekli savaş ederler; savaş olmadığında da savaşa hazırlanırlar.
Ulan kara cahil 154, Hobbesʼın ünlü ʻherkes birbirine karşı, allah da herkese karşıʼ deyişini de mi hiç duymadın?
Sen en iyisi git o meşhur beyin yıkama eşitsizlik üretim fabrikası Özgür Üniveristeʼde gece kurslarına yazıl. Belki kara cahil Zileli ve Başıkaya en son dedkodularla kellene kendi kellerindeki boşluğu aktarırlar.
Her neyse. Hobbes, raporların temin ettiği verilere dayanarak, doğal / devletsiz dünyada sürekli savaş içinde olanların silahlarını yere sererek kendisi ve sizler gibi köleliği ve rahatlığı seçip özgürlüklerini bedeni asıl sarışın erkek İngilizlerden oluşan Devlet veya Leviathan denilen hilkat garibesine bıraktılarını ileri sürdü.
Hatta sizler gibi kara cahillere bal gibi yutturulan bir akıl almaz salaklık daha var. Hobbes’ teorisinin bir iması var. Yıkanmış beyninize çelişki gibi gelecek. İş adamları ve devletler sizin gibi pısırıkları çok daha tercih ederler, savaş istemezler. Ulan, Muhammed neden içkiyi yasakladı? Bazı sultanlar neden kıyafet değiştirip Zileli’den çok daha önce lümpenlik edenlerin Devlet’i zayıflattığını sandılar falan filan. Faşist, komünist, kapitalist, diktatör, tiran hepsi sizler gibi bedende sağlam, kafada sağlam, uyuşuk, evcilleşmiş köleleri çok severler.
Neden sırf gocunduğunuz için sonsuz kara cahilliğinizi segrileme pahasına da olsa dır dır edip cevap yetiştiririyorsunuz?
Eminim hiç biriniz Hobbes’a yanıt veren J. J. Rousseauʼnun aynı raporlardaki sürekli savaş verilerden yola çıkıp Hobbes’ın tam tersi sonucuna vardığını duymamışınızdır. Darwin ile Kropotkin gibi. Siz faşist ruhlular çok çabuk kendinizi ele veriyorsunuz.
Kara cahiiliğiniz insana gına getiriyor ama hiç değilse yine J. J. Rousseau’nun bu konuyla ilgili alıntısına aktaracağım.
ʻʻwhen I see multitudes of entirely naked savages scorn European voluptuousness and endure hunger, fire, the sword, and death to preserve only their independence, I feel that it does not behoove slaves to reason about freedom.ˮ
ʻʻ sadece bağımsızlıklarını korumak için açlık, ateş, kılıca karşı dayanıp ölümü göze alan, aynı sizler gibi ama daha yüksek ırktan olan, seks, şehvet açlığı içinde, rahatlık bataklığındaki köle ruhlu Avrupalıları hor gören tamamıyla çıplak vahşileri görünce sizler gibi kölelere özgürlük ötmeyi yakıştıramıyorumˮ
Hadi, hadi bu sitenin çoğunluğu gibi youpoopdaki pornografilere dön. Boyundan büyük işlere burnunu sokma!
sadece seviyesi görülsün diye yayınlıyorum. Yoksa çöplük…
Daha da kötüsü, herkesin özgür olmadığı bir dünyada özgürlük mümkün mü?
Biliyorum senin gibi ucuz anarşistlik bayiciliği yapan için tabii mümkün!
Ben bir bok bilmeyenleri senden çok daha fazla dinlediğimi biliyorum. Ama bu sitedekiler benim dinlediklerim kadar masum değiller. Hepsi büyük bir bavul dolusu ve sonsuz aşina olduğum solcu-devrimci-aydın ve özellikle çok ucuz ve kalitesiz ideolojilerle donanmış zırhlı askerler.
Sayısız örnekten biri: Montaign, benim açımdan çok haklı olarak, Yeni Dünya ve diğer ʻʻbulunanˮ yerlerden dönenler arasından gördüklerini ideolojik at gözlüğüyle anlatanlar yerine salt gördüklerini anlatanları dinlemeyi tercih etti ve şahane yorumlar yaptı.
Üstelik, ʻkeskinlikʼ ne demek? Gerçekten anlamadım.
Korint kralı Sisifos, Zeus’un bir sırrını açıkladığı için tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlayarak çıkarmakla cezalandırılır. Her seferinde tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya elinden kayar ve dibe düşer. Sisifos, her şeye yeniden başlamak zorunda kalır. Bu ceza böylece sonsuza kadar sürecektir. (Sisifos öyküsünden hareketle; bitmek, tükenmek bilmeyen işlere İngilizce’de ‘Sisyphean’ deniyor.)
Albert Camus, ünlü denemesi ‘Sisifos Söyleni’nde (Söylen: Mit)’, yaşamın saçmalığı (absurdite) kuramını; kral Sisifos’un kayayı taşıyıp durması ve bir türlü olayı sonlandıramaması üzerine inşa eder. Yaşamın kendisi de tıpkı Sisifos’un bu anlamsız çabası gibidir. Camus’ye göre her gün aynı şeyleri yaparak ve her gün yeniden başlayarak süregiden bir yaşam; saçmadır. Buradan Camus’nün ünlü ‘başkaldırı edebiyatı’na geçiş köprüsü çıkar. İnsan bu saçma yaşama başkaldırmalı ve onu değiştirmeye çalışmalıdır.
Türkiye ekonomisi, içinde bulunduğu labirentten bir türlü çıkamıyor; ‘büyüme (growth)’, ‘işsizlik (unemployment)’, ‘cari açık (current account deficit)’ reel sorunları üçgeninde, birinden ötekine odaklanarak birisini feda etme açmazı içinde bulunuyor. Dış görünümde ya da reel dünyanın dışında bu açmazların yansıması; ‘kur (currency)’, ‘enflasyon (inflation)’ ve ‘faiz (interest rates)’ olarak ortaya çıkıyor. Çoğu kez bu dış görünüme odaklanılıyor ve ‘asıl reel sorunlar üçgeni’ dikkatten kaçıyor. Türkiye’nin durumu; Sisifos’un sürekli ve anlamsız saçma çabasını andırıyor. Bu saçmalıktan kurtulmanın tek yolu Albert Camus’nün dediği gibi ‘saçmalığa başkaldırmak’tan geçiyor. Bu ‘başkaldırı’, reel sorunların çözümüne yönelmek, yani ‘yapısal reformlar’a girişmekle olacak. Bunları yapamazsak, sonsuza kadar bu kayayı tepeye taşıyıp duracağız.
Zeus ve Pluto’nun oğulları olan “Spylus (Lidya ve Frigya’ya sınırdaş Anadolu’da bir ülke)” Kralı Tantalus, sıklıkla Olimpos dağındaki tanrılar sofrasında yemeğe davet edilir. Tantalus, bu sofrada ilk kez gördüğü ve tattığı nektar ile ‘ambrosia’yı (Homeros, ‘ambrosia’nın nektar olduğunu söyler) çok beğenir ve kimseye belli etmeden bunları çalarak halkına götürür. Böylece tanrıların yiyeceği, ölümlü insanların eline geçmiş olur. Tanrılar bu hırsızlığı öğrendiklerinde çok kızarlar, Tantalus’u Olimpos’tan kovarlar ve sonsuza kadar bir havuzda yaşamaya mahkûm ederler. Havuz su doludur ve üzerinde meyve ağaçlarının havuza kadar sarkan dalları vardır. Beline kadar su içinde olan Tantalus ne zaman meyve yemek isteyip dallara uzansa dallar yükselir ve ulaşmak imkânsız hale gelir, ne zaman su içmek için havuzun sularına eğilse sular çekiliverir. Tantalus sonsuza dek ne meyve yiyebilecek ne de su içebilecektir. (Tantalus’tan türetilmiş olan İngilizcedeki ‘tantalize’ fiilini ek bilgi olarak verelim.)
Tarımı öylesine ihmâl edip, öylesine yanlış işler yaptık ki; Türkiye’nin temel ürünlerinden olan ‘mercimek’ ve ‘nohut’u, karlar altındaki Kanada’dan ithal eder olduk. Dünyadaki pek çok ülke tarıma inanılmaz destekler verirken; Türkiye, kendi topraklarındaki tarıma desteği ya kaldırdı ya da azalttı. Hâttâ Dünya Bankası’nın (The World Bank) önerilerine inanıp doğrudan gelir desteği vererek çiftçilik yapan insanlarımızı tarımdan uzaklaştırıp kentlere taşıdık. Oysa Kanada, tarımı desteklemeye devam etti. Çiftçilik yapacak, tarımla uğraşacak olanlara toprak tahsis etti, maddi destek verdi. Mercimek ve nohutu orada yetiştirip bize satmaya başladılar. Sonuçta biz ihraç edeceğimiz mercimek ve nohutu ithal eder duruma geldik, kendi çiftçimize TL ile vermediğimiz desteği Kanada’ya dövizle verir olduk. Özetle, Tantalus’un meyve ağaçlarıyla dolu bir havuzda meyve yiyememesi gibi bir duruma soktuk kendimizi, ülkemizi.
Şimdilik Tantalus’tan farkımız, ‘sularımız’ı içebiliyor olmamız. Ne var ki, yalan yanlış bir yapılaşmayla sularımızı öylesine kirletiyor ve hor kullanıyoruz ki; yakında, içme suyunu da ithal eder duruma gelebiliriz. O zaman Tantalus’tan hiç bir farkımız kalmaz.
Bu iki mitoloji öyküsünün uyarlanmasından iki sonuç çıkar (kıssadan hisse):
[1] ‘Yapısal reformlar’, sürekli tekrarlanan ve sonuç vermeyen çabaların bir sonuca ulaşmasını sağlayabilir.
[2] Tarım politikamızı değiştirip düzeltmezsek, ve çevreyi kirletmeye devam edersek; ‘yiyecek’, ‘içecek’ bulmakta zorlanacağız.
[Mahfi Eğilmez, iktisatçı]
‘İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri’
Sol kimliği altında, Cumhuriyete sağdan vuran; İslamcı ve milliyetçi sağa ve dolayısıyla karşıdevrime hizmet sunan iki “çelişmen = mütenâkız” vardır: Kemal Tahir ve İdris Küçükömer. Tahirizm 1960 ve 1970’lerde başta İsmail Cem olmak üzere birçok aydını etkiledi. Kemal Tahir ile İdris Küçükömer, Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) yanılsamasıyla Cumhuriyetin kuruluşuna ve devrimlerine karşı çıkmışlardı. Bu karşı çıkışın kaynağında şöyle bir safsata vardır: Mümkün olmasına karşın, Cumhuriyetin kurucuları sosyalizmi tercih etmemiştir. Dinciler de “Laiklik” ve “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” nedeniyle Cumhuriyet düşmanı oldular. Kemal Tahir ve Küçükömer müritleri, günümüzde İslamcı AKP’in peşine takılan liberal sol cemaatidir. Cumhuriyete birlikte kumpas kurdular.
Ben kendi hesabıma, Devlet Ana romanı vesilesiyle Kemal Tahir ile taa 1968 yılında hesaplaştım.*İdris Küçükömer’le hesaplaşma yazılarımı ise Google’da Hürriyet gazetesi arşivinde bulabilirsiniz. Cumhuriyetin dindar ve kindar düşmanı İslamcılıka karşı mücadelemiz devam etmekte.
***
Sözü Zülâl Kalkandelen’in 2017’de yayımlanan “İdris Küçükömer’in Tezleri- İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri – İkinci Grup’tan Yetmez ama Evetçi Liberallere 90 Yıllık İhanet Mirası”** adlı kitabına getirmek istiyorum.
Zülâl Kalkandelen, Kemal Tahir’le akrabalığına değindiği İdris Küçükömer’in pamuktan tezlerini, arkasına Sina Akşın, Doğan Avcıoğlu, Şevket Süreya Aydemir, Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık, Korkut Boratav, Taner Timur, Emre Kongar ve M.A. Kılıçbay’ı alarak, bir hallaç gibi atıyor. İdris Küçükömer’in goygoycuları ise Mete Tuncay, Asaf Savaş Akat, Tahirî mezhebine mensup epigonlar ve “Türkiye’de sağ soldadır, sol sağda” sakızını çiğneyen her türlü sağcı ve solcu cemaat mensubu.
***
İdris Küçükömer’in temel tezleri: Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kurucuları antiemperyalist ve antikapitalist değildi; devrimler üstyapıda oldu, altyapıya dokunulmadı; devrimler halka rağmen, halka karşın yapıldı; dindarlara baskı yapıldı; laiklik konusunda halkın inancına saygı gösterilmedi (Sanki R.T. Erdoğan konuşuyor); bürokrasi tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi halkı sömürdü… Bu iddialar iftiradan başka bir şey değil. Aslında halk 1950’den itibaren, maddi ve manevi bakımdan, limon gibi sıkıldı.
***
İdris Küçükömer’le hiç karşılaşmadım. Ece Ayhan’ın onu göklere çıkarması ve kendisine benzetmesi, bence hiç de olumlu değil. SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) üyesi olmasına şaşırdığımı 22 Ocak 2005 tarihinde Hürriyet’te yazmıştım. Bu yazı vesilesiyle Anılar ve Düşünceler’i (Bağlam Yayınları) karıştırırken, Talat Aydemir’in askeri kanat lideri olduğu 22 Şubat 1962 darbesinin sivil kanat liderinin İdris Küçükömer olduğunu hatırladım (s.21). İlk makaleleri Akşam gazetesinde (14-17 Ekim 1968) yayımlanan Düzenin Yabancılaşması’nı bu olayın yarattığı travmanın ezikliği altında yazdığını düşündüm. İdris Küçükömer’i inceleyenler bu travma ve ezikliği mutlaka dikkate almalı.
***
Zülâl Kalkandelen’in kitabı çözümlemeler bağlamında kusursuz. Tanzimat’la başlayıp 1950’ye kadar süren çağdaşlaşma hareketini anlamakta yetersiz kalan İdris Küçükömer’in düşünsel idraksizliğini belgeleriyle kanıtlıyor. Ardından V. Bölüm’de, Cumhuriyet döneminin ulema sınıfını oluşturan sol liberallerin (Orhan Pamuk, Ahmet ve Mehmet Altan, Murat Belge, Nuray Mert, Oya Baydar, Ahmet İnsel. Ama Nilüfer Göle eksik.) ipliğini pazara çıkartıyor. Çok başarılı bir otopsi!
*Dost Dergisi, Nisan 1968, Sayı: 42; Ne Altın Ne Gümüş, Telos Yayıncılık (1997), Doğan Kitapçılık (2003)
**Kırmızı Kedi Yayınevi
Özdemir İnce, 4 Ocak 2019 Cuma, Cumhuriyet
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1190388/_ikinci_Cumhuriyetciligin_Temelleri_.html
“Öcalan: “Türkiye oradaki (Güney Kürdistan) varlığımızı kendisi için bir tehlike değil, bir güvence olarak görmelidir. Yani oradaki Kürd çözümü ve Irak’taki demokratik gelişme bunda yeriniz bir güvencedir.” (1 Ağustos 1999 tarihli PKK Başkanlık Konseyi’ne yönelik İmralı mektubu)”
“Ortadoğu gibi bir cehennemde devletsiz yaşanamayacağını bilen herkes, PKK’nin sadece Kürdlerin devletleşmesine karşı çıktığını ve kontrol ettiği Kürdistan parçalarını sömürgeci devletlerden birine pazarlayacağını da çok iyi biliyorlardı.”
“‘Esad kalıcı olursa Güneybatı Kürdistan tekrar Suriye’ye iade edilecek; Esad giderse veya zayıflarsa Misak-ı Milli çerçevesinde TC’ye bağlanacak’ demiştik. Ne yazık ki bu öngörüye dayanan yargımız bu gün doğrulanmış oldu. Nasname 29.09.2014”
“PKK, Suriye iç savaşı nedeniyle kendiliğinden özgürleşen ve asgari federasyon amacını zorlanmadan ulaşma şansını yakalayan Güneybatı Kürdistan’ı da açıkça bir felakete sürükledi. 20.09.2014”
(Nasname)
Şuna benzer bir sözü bir yerlerde okumuşsunuzdur muhtemelen, hatırladığım kadarıyla yazıyorum:
“Dinsel inançlara sığınmadıkça, insan kötülüğü asla böylesine zevkle ve acımasızca yapamaz”
Buna bazı düzeltme ve eklemeler yapılmalı bence.
Öncelikle cümlenin başı eksik gibi.
Sadece dinsel inançlara veya ideolojilere-dogmalara-kimliklere sığınmadıkça değil, “bir sabit fikre kapılmadıkça” diye başlamalı.
Daha önemlisi, cümlenin sonunu da başka şekillerde getirebiliriz.
“İnsan kini-öfkeyi-nefreti asla böylesine zevkle ve acımasızca duyamaz” gibi mesela.
Dolayısıyla, bazı yorumlar “sadece seviyeleri görülsün diye” değil, aynı zamanda bu sözün ifade ettiği gerçeklerin görülmesi için de yayınlanmalıdır diye düşünüyorum.
Bir insan geçmişinde ne tür bir travma yaşadığı için canavarlaşabilir?
Bazı şeylerin nedenleri bazen çok geç anlaşılabilir. En azından, yanlış bile olsa, geç şüphelenilebilir.
Aynı zamanda, ne kadar kötü olursa olsun bir canavarlığa maruz kalmanın canavarlaşmanın mazereti olamayacağı da geç anlaşılabilir. Maruz kalan kadın bile olsa.
Bütün canavarlıkların düşüncede ve sözde başladığını eklemeye ise gerek bile yoktur.
İnsanlar bir aziz kadar safken, ertesi gün aniden bir katil olarak yataktan kalkmıyorlar çünkü.
Eğer karşınızdaki kişi bir aziz değilse, birkaç gün sonra nasıl uyanacağından emin olamazsınız.
Hele bir “aziz”den çok bir “canavar”a daha yakın görünüyorsa.
Bu konuda söylenmiş en güzel söz ise, “En tehlikeli canavar, içindeki canavardır” sözüdür.
Bakalım bu da bir önceki gibi özgürlük sansürüne uğrayacak mı?
Senin özgürlüğün benim özgürlüğüm değil.
Daha da kötüsü, herkesin özgür olmadığı bir dünyada özgürlük mümkün mü?
Biliyorum senin gibi ucuz anarşistlik bayiciliği yapan için tabii mümkün! Bu, anarşistlik değil, ÖZGÜR PAZAR ANARŞİZMİ, daha da açıkçası, ‘Serbest Piyasa Ekonomisi’ kopyası
Ben bir bok bilmeyenleri senden çok daha fazla dinlediğimi biliyorum. Ama bu sitedekiler benim dinlediklerim kadar masum değiller. Hepsi büyük bir bavul dolusu ve sonsuz aşina olduğum solcu-devrimci-aydın ve özellikle çok ucuz ve kalitesiz ideolojilerle donanmış zırhlı askerler.
Sayısız örnekten biri: Montaign, benim açımdan çok haklı olarak, Yeni Dünya ve diğer ʻʻbulunanˮ yerlerden dönenler arasından gördüklerini ideolojik at gözlüğüyle anlatanlar yerine salt gördüklerini anlatanları dinlemeyi tercih etti ve sizler gibi ırkçılık yapacağına Avrupalılar hakkında şahane yorumlar yaptı.
Bu site, utanmadan, insanları bir GELİŞME, bir İLERLEME merdivenine yerleştiren faşist ruhlu ama her türlü özgürlük ilahileri zikri çeken, semalarıyla hoplayan zıplayanlarla dolup taşmakta.
Hitler’den sonra yazarlar aynı şeyi görüp dili değiştirmeyi önerdiler. Kendinizin iliklerinize kadar işlemiş ırkçılık, insanlığı nicelik kıstaslarıyla değerlendiren diliniz tiksindirici. Siz din değiştirmeyle bu çeşit hücrelere yerleşmiş alışkanlıklardan kurtulacağınıza inanıyorsanız gösterin de görelim.
Böyle, durmadan ırkçılık yapan faşist ruhlulara yapanlara sesinizin çıkmamasını özgürlük değil Sayın Zileli, aynı fikirde olmadır.
Ufacık bir yerde ilkeller birbirinden tamamıyla farklı 800 dil konuşmaktalar.
Sizler aynı dili konuşup duruyorsunuz. Coc Cola şişeleri olmuşsunuz.
Asıl ÇÖPLÜK siteniz!
Will it pass the censure of liberty&equality&fraternity police?
NAKED SAVAGES WANT THE MULTIPLICATION OF THE MULTIPLE.
OR
The Marxist&Factory Anarchist Turks in this site who want to be blond blue-eyed Europeans: rich, athletic, güzel, yakışıklı, with high Artificial Intelligence (AI) and IQ, innovator, creative, secular, materialist, lovers of liberty&equality&fraternity, lovers of animals, lovers of tatil köyleri, lovers of homosexuals, lovers of the oppressed&poor, lovers of Nature, lovers of woman like Nancy Pelosi who did not even have an operation to be a man and praised movie star Reagan, the liberal Western version of Hitler-Stalin-Mao, lovers of unbridled consumerism, lovers of real knowledge, lovers of techno-science, bref, MORE THE BETTER!
An example: In Papua New Guinea, which is half the size of Turkey, 800 totally unrelated languages are spoken.
Needless to add that the entire world, both geographically and historically, was filled with naked or half-naked savages, THE MULTIPLICATION OF THE MULTIPLE. Then came the human tsunami; the beloved of the Marxist&Factory Anarchist Turks in this site, the Europeans, the spearhead of the one and only one REAL CIVILIZATION, exterminated them and are continuing to do so.
Listen fake blond Turks! Listen to Latin American version of Trump, Bolsonaro! He historically represents all of you. The captives who, for the last 7 thousand years, are singing praises in their cage that is filled with the material and measurable gadgets, the very elements that make up the cage!
The battle cry of Europeans was and is: ALL MUST BE THE SAME AS THE OBEDIENT TURKS THAT FILLS THIS SITE AND HAGGLE IN THE FREE EXCHANGE MARKET OF BANALITIES.
ʻʻ170&171 Sarışın Olma Cahilliği & Gocunmanın Acısıˮ daha uygun ama olsun.
Zavallı 170&171 farkında olmadan ama kişiliğine uygun olduğundan, düzen savuncuları Sosyobiyolojik&Genetik ırkçı çirkeflerin tuzağına düşmüş.
ʻDinsel Alın Yazısı Kötü, Materyalist Gen Yazısı İyiʼ marşını söylemiş.
Geçmişinde annesinin sütüyle beslenen sana benzerlerin bana benzerlere saldırısına bir örnek aslında kafi olmalı ama olmayacağını biliyorum. Her halükârda, oku, çünkü bu sitedeki veya iş ve işçi bulma kurumları Özgür Üniversitelerdeki senin gibi güceip aşağıdakini çöpe atarlar, görmeyi ve görmenizi istemezler.
ʻʻThose who did not suck their epigenetic pure white milk of their mothers OR grew up in bad homes OR violent environment OR low class milieu OR had a (à la mode stress out, à la mode tramway in) ʻtravmaʼ in their past, in short, lived through what is God given facts of life, are in fact geneticly disposed to be outlaws, social nomads, exactly like Zileliʼs ʻLümpensʼ, prowl on the confines of a docile, frightened order, exactly like your dull middle class world.
But actually they are more like us than we are like them: they also are genetic maximizers and possessive individualists; they also optimize cost-benefits and make rational choices; they are pragmatic and common-sensical fellows like us; they too institute inequalities among themselves, at the smallest opportunity; they crave power and admire those who are stronger; they aspire to the three blessings of Modern Man: the holy trinity of State (the Father), Market (the Son) and Reason (the Holy Spirit). The proof that they are just like us is that they share all of our defects, which got transformed by little into qualities during the decades that gave us Thatcher, Reagan, the Patriot Act, the new Fortress Europe, neo-liberalism and sociobiology & evolutionary psychology as a bonus. Now we know where the real core of the God delusion is hiding! In our genes, in our tramways etc.ˮ
Anlayana sivri sinek saz, anlamyana davul zurna az. Bu sitenin sonsuz büyük beyinlilerindeki boşluk da sonsuz, sonsuz boşluğa ekle ekle hâlâ aynı sonsuz.
170&171, maymunluğunu ettiği Batı yüksek ırk sarışın üfürükçüerin büyüsü altında sosyal ve politik dünya gaddarlığına ve iğrençliğine, sözle eleştiren veya fiilen saldıranın geçmiş falına bakmış. Böyle kişilerin ʻİÇʼ dünyasına, ruhsal kara deliğine girip psikolojik polislik yapmış.
İnsan tepkisi, kızgınlığı, isyanı, baş kaldırması uslu & terbiyeli psikolojik, sosyolojik, biyolojik, genetik saygıya değer bilimsel bilim olmuş. Eğer bu kendinin uydurduğu bir masal olsaydı sonsuz çok hoşuma bile giderdi. Ne yazık ki, kukla 170&171 kulağına üfürülenleri eleştirmeden, salt Batı’dan geldiği ve bilimsel koktuğu için olduğu gibi anlamadan benimsemiş.
ʻDinsel Alın Yazısı Kötü, Materyalist Gen Yazısı İyiʼ
Sayın 170&171, ben özgürlük sever fabrika anarşiti değilim, hatta anarşit bile değilim. Sadece sizler gibi cahillerin akıl almaz zırvalamalarıyla eğleniyorum. Özgür Üniversiteler sizi mesleğinize hazırlarken kulağınıza çok sayıda hazmı kolay, anlaması zor masalları üflemişler.
Milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaşlar da mı, kişilerin doğmadan evvel zamanı içindeki kulaklara üflenen peri masallarıyla izah edilir?
Benzeri tarih ve coğrafya misallerini sıralasam dandik Wikipedia’dan bile büyük bir ansiklopedi olur. Sizin gibi bebekler için atlayacağım.
Milyonlarca insanın ölümüne neden olan ekonomik ve sosyal eşitsizlikler de mi, kişilerin doğmadan evvel zamanı içindeki kulaklara üflenen peri masallarıyla izah edilir?
Olmak için can attığınız sarışın 9 kişinin dünya nüfusunun yarısı kadar servete sahip olması da mı, kişilerin doğmadan evvel zamanı içindeki kulaklara üflenen peri masallarıyla izah edilir?
Azınlıkları ezme, İLERLEMENİZDE ayaklara dolaşanları, sizi peşine takmış olan generallerinize itaat etmeyenleri kırımdan geçirme de mi, kişilerin doğmadan evvel zamanı içindeki kulaklara üflenen peri masallarıyla izah edilir?
Bir de sizlerin saygı ile önünde eğildiğiniz, benim içine ve suratlarına tükürdüğüm İktisat ve İktisatçıları örnek var.
Tarihte ve coğrafyada ölçülmez katkısı olan kadınların hor görülmesi ve pez*venk, Marks fazlasıyla dâhil, iktisatçıların koca koca kitaplarında yer bile vermemeleri de mi, kişilerin doğmadan evvel zamanı içindeki kulaklara üflenen peri masallarıyla izah edilir?
Hadi tekrar Özgür Üniversitelere! Belki bu çevik maymun iş ve iş bulma kurumları son gelişmeleri İnternet’ten kapıp bu site gibi THE FREE EXCHANGE MARKET of BANALITIES kurslarına çevirmişlerdir.
Nakaratım: Bir bok biliyorsan yaz, okurum. Bırak şu üfürükçülerin kulaklarınıza üfürdükleri her şeyi ve tam tersini izah eden bebek mamalarını kusmayı.
Bir insan geçmişinde ne tür bir travma yaşadığı için canavarlaşabilir?
Bir insan geçmişinde ne tür bir travma yaşadığı için senin gibi pısırıklaşabilir?
“Dinsel inançlara sığınmadıkça, insan kötülüğü asla böylesine zevkle ve acımasızca yapamaz”
“Dinsel inançlar insana ahlak aşıladığı için insan kötülüğü asla böylesine zevkle ve acımasızca yapamaz”
Bence Erdoğan sizleri çok fena bellemiş. Din hakkında bir bok bilmeyenlerin dine karşı dırdırları çok sıkıcı.
Ben küçükken, üfürükçülerin enayilerin kulağına fısıldadığı böyle yanlış olmasının ispatı imkansız zırvalamaları gazetelerin burç yorumlarında okur gülerdik. Bu kadar yıldan sonra bunları böyle kendini sonsuz ciddiye alan bir fabrika anarşitinin İnternet gazetesinde okumak çok komik.
Ama Babillerden Greklere geçen astroloji ve aradaki farkı okusan hiç de fena olmaz. Belki bu her kaldırdıkları taşın altında ʻʻhalkımız ve halkalarımız ve küresel halklarınˮ devrime hazırlandığını gören profesyonel devrimcilerin sıkıcı dırdırları yerine insanın tarihte nasıl kalıba sokulduğunun bir misalini ve hatta şu laiklik maskeni atarsan kendinin ne kadar üç kağıda getirildiğini anlamaya başlarsın. Bir ara çok fena aldatılan Zileliʼnin de nasıl uyutulduğu bu geçişle astrolojinin uğradığı metamorfizm ile çok güzel anlaşılır: Epistemolojiden ontolojiye geçiş! Çok bilen sivri kelleli beyler.
Nakaratım: Bir bok biliyorsan yaz, okurum. Bırak şu salaklara yutturulan her şeyi ve tersini izah eden mamaları kusmayı.
Day Zilean and Thatday Sonofcleanblood
The only clean blood belongs to primitivist Thatday Sonofcleanblood.
Not civilizationist Day Zilean.
Demir Küçükömer and İdris Küçükaydın
pek acımasız
Medeniyet denilen şey sadece devlet baskısından, sınıfsal sömürüden, dinsel ve ideolojik bağnazlıktan ve savaşlar, katliamlar ve soykırımlardan ibarettir. Yani medeniyet denilen şeyin olumlu görülebilecek olan düşünsel, kültürel, sanatsal yönleri yoktur.
İşte bu nedenle medeniyet denilen şey tümüyle kötüdür.
Tıpkı seks denilen şey gibi. Çünkü seks denilen şey hiçbir duygusal ve insani boyutu olmayan ve üreme için gerekli olan minimum süre ve pozisyon kullanılarak gerçekleştirilen bir eylemdir ve hiçbir iyi tarafı yoktur.
Bütün ilkelleri yüceltip bütün medenileri aşağılamak bir ilkelci ırkçılığı olmasa bile en azından genellemeci bir ilkelci faşizmidir.
İşin ilginç tarafı, bunu yapanların hiçbiri ilkel değildir.
Sendika bürokratıydı patron sözcüsü oldu:
Kani Beko’dan grevci işçilere AKP usulü iftira
Gerçek
5 Ocak 2019, Cumartesi
DİSK Genel Başkanı iken görevinden istifa edip patron partisi CHP’den milletvekili olan Kani Beko, sendika bürokratlığından patronların sözcülüğüne geçiş yaptı. Kani Beko İzmir’de yerel seçim faaliyetleri sırasında yaptığı bir konuşmada “greve gidilmesinin asıl nedeni yerel seçim öncesi İzmir’de ulaşımın felç olması ve büyükşehirin beceriksizlikle suçlanmasıdır, yani politiktir” dedi. Kani Beko, İZBAN grevinin esas muhatabının Ulaştırma Bakanlığı ve AKP olduğunu da söyledi.
Kani Beko, kendisini AKP karşıtıymış gibi gösteriyor ama işçilere Erdoğan ve AKP’den öğrendiği yöntemlerle saldırıyor. “Zamanlama manidar” mantığını öne sürmesinin, grevin yerel seçimler öncesine denk gelmesini sorgulamasının AKP iktidarının 3. Havalimanı işçilerine yaptığı iftiralardan en ufak bir farkı yok. Muhatabın Ulaştırma Bakanlığı ve AKP olduğu da doğru değil. CHP’liler AKP’ye muhalif olan İzmirlileri işçilere karşı kışkırtmak bu tür çarpıtmalara başvuruyor. Beko da bu koronun bir parçası. İZBAN, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile TCDD’nin ortak iştiraki. Toplu sözleşmelerde muhatap olunan kişi de her zaman Aziz Kocaoğlu’nun kendisi olmuştur. “Nasıl olsa bırakıyorum diye işi savsaklamayacağım. Enkaz bırakmayacağım. “Nasılsa ben değil gelen ödeyecek demek doğru değil. Bana yakışmaz. Popülist davranmayacağım” diyen de bizzat kendisi… Nihayet Aziz Kocaoğlu kendine yakışanı grev kırıcılığı yaparak, taşeron şirketten 4-C’li emeklileri toplayıp ek seferler koyarak yapmıştır. İşçiler mahkeme kararıyla bu grev kırıcılığını durdurmuştur.
Mesele de Aziz Kocaoğlu ya da İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin beceriksizliği değil işçi düşmanlığıdır. Kani Beko kendisi söylüyor: “En başından bu yana takip ettiğim süreçte işçilerin çok da afaki taleplerinin olmadığını biliyorum, İZBAN’da çalışan işçi kardeşlerimin yarısı yoksulluk sınırının altında çalışıyor.” O halde sorgulanması gereken İZBAN’ın neden bu talepleri karşılamadığıdır. Sendikacılıktan patron partisi militanlığına geçen Beko ise grev yapan işçileri sorguluyor.
Kani Beko gibi patron sözcülerinin yaptığı emekçi halkı bölmek, birbirine düşürmektir. Böyle AKP’ye karşı mücadele edilmez. Olsa olsa AKP’nin ekmeğine yağ sürülür. İşçiler hangi partiye oy vermiş olursa olsun ekmek ve hürriyet kavgasında birleşmelidir. AKP gibi CHP ve diğer patron partilerinden de kopmalı emeğin birleştirici çatısı altında bir Birleşik İşçi Cephesinde buluşmalıdır.
https://gercekgazetesi.net/isci-hareketi/kani-bekodan-grevci-iscilere-akp-usulu-iftira
“Özgürlükçülük böyle bir şeydir.”
Özgürlükçü iğrenç bir sözcüktür
– Ioannes Paulos Sartros
ahrar
[Meninski, Thesaurus, 1680]
ahrâr: Liberi, ingenui [azatlılar, hürler]
[İkdam – gazete, 1908]
fırka-i ahrâr [liberal parti]
– Ar ahrâr [çoğ.] hürler, azatlar < Ar hurr hür, azat edilmiş
→ hür
Not: 1908'den itibaren Prens Sabahattin yanlısı Osmanlı liberallerinin siyasi etiketi olarak yaygınlık kazanmıştır.
https://nisanyansozluk.com/?k=ahrar
I think we should return to the subject.
Considering the reactions to İZBAN strike and the fact that Prohibited Thin is a popular internal opposition leader in Republican People’s Party, will Perfectionists vote for Perfection Sonofswordsman’s nominee of İzmir metropolitan municipality in the upcoming 2019 local elections?
Toptancı.
Aşağıda bazı örnekleri verilen üslup kimlerin üslubudur ve kimin üslubuna benzemektedir?
“İsmail Hakkı mı? O da ne?”
(“İspat hakkı” ile ilgili sorulara yanıt)
“Demiryolu komünist işidir”
“Şimdi çıkmışlar onların monşer adayları…”
“Lan terbiyesizlik yapma!”
“Artistlik yapma lan!”
“Hadi ananı al git burdan!”
“Ulan hepiniz oradaydınız be!”
“Ne notası verelim? Müzik notası mı?”
(ABD’ye nota verilmesini isteyenlere yanıt)
“Bunun nedeni şeyini şey ettiğimin şeyidir”
(Türbanlı bir eşin neden türban yasağı olan bir davette olmadığının yanıtı)
“Ben böyle sanatın içine tüküreyim!”
“Ucube heykel”
“4+4+4’ten ateistler ve marksistler zarar görecek”
(Eğitime getirilen 4+4+4 sistemi ile ilgili bir açıklama)
Yukarıda en önemli örneği vermeyi unuttuğum için özür dilerim:
“MTV müzik televizyonundan mı bahsediyorsunuz?”
(Açılımı “Motorlu Taşıtlar Vergisi” olarak da okunabilecek olan “MTV zammı” ile ilgili bir soruya yanıt)
Aşağıdaki kitapları okudunuz mu?
Gezi: Beklenmedik Bir Eylem
İslamcıların Efendisi I: Kumpas Kardeşliği (Ergenekon – Balyoz)
İslamcıların Efendisi II: İki Darbe (17 Aralık – 15 Temmuz)
İslamcıların Efendisi III: Başkan’ın Dönüşü (Başkanlık Referandumu)
““Üst akıl” demagojisini tamamlayan söylem de “Ey…” diye başlayan, “Sen kimsin? Haddini bil”le süren lümpen söylemdir.”
“DARBE” RİVAYETLERİ VE DEMAGOJİLER – Kurtuluş Cephesi
http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc151_3.html
Aynı yazıdan:
“Hiç kuşkusuz, “seçilmiş cumhurbaşkanına karşı darbe girişimine karşı” “milletin” sokağa çıkartılması son yıllarda (özellikle Mısır’daki “Sisi darbesi” sonrasında) Recep Tayyip Erdoğan’ın “sandık” temelli “seçilmişler” demagojisinin bir ürünüdür.
15 Temmuz gece yarısından sonra, kendisini demokrat sanandan solcu sayana kadar herkesin “seçilmiş cumhurbaşkanına karşı” yapılan darbe girişimini “lanetlemesi” demagojinin daha geniş kesimlerde kabul görmesini sağlamıştır.
Böylece AKP’nin neredeyse tüm seçimlerde “hile” yaptığına, bu nedenle de seçim sonuçlarının “şaibeli” olduğuna inanan sol kesimler de bu demagojinin esiri olmuşlardır.”
“İkinci büyük itibar gören demagoji, “fethullahçı darbe”nin başarılı olması halinde “çok kan dökelecekleri” söylemi üzerine inşa edilmiştir. Bunun “kanıtı” olarak da, Gölbaşındaki PÖH merkezinin ve TBMM’nin bombalanması ile “sivil halka ateş açılması” gösterilmektedir. Bunun yanında Ergenekon ve Balyoz “mağdurları”nın ekran ekran dolaşarak “fethullahçı darbe başarılı olsaydı beni kurşuna dizerlerdi” türünden açıklamalar yapmaları, bu demagojinin yerleşmesine ve yayılmasına yol açmıştır.”
“Dördüncü demagoji, “Erdoğan giderse yerine daha beteri gelir” sözleriyle ifade edilen “gelen gideni aratır” halk sözüne dayandırılmaktadır. Böylece “allah daha beterinden korusun” zihniyeti içinde Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak iktidarı”nın kabul edilmesi sağlanmak istenmektedir.
Bu demagoji, “Abdi ağa”yı vuran ve yerine daha “beter”, daha büyük zulüm yapan “Kel Hamza”nın gelmesi karşısında köylülerinin gösterdiği tepkiyle ne yapacağını bilemez hale gelen İnce Memed’i akla getirmektedir.
Gerçekte ise, böylesine bir “motto” ya da “ikilem” yoktur. Diyalektiğin ünlü sözüyle, “aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” ve tarih, basit yinelenmelerden ibaret değildir.”
“Beşinci demagoji ve güdüleme unsuru, bir kez daha “Osmanlı”dan üretilmiştir. Bu da, Sokullu Mehmet Paşa’nın meşhur “sakal edebiyatı”dır.
Ankara Gölbaşı’ndaki (ki burası aynı zamanda MİT’in gerçek merkezidir) Polis Özel Harekat Daire Başkanlığı’nı (“darbeciler” tarafından bombalanmış ve 50 “şehit” verilmiş) “ziyaret” eden, “şehitler” için Kuran okutan, gösterilen “darbe belgeseli”ni izlerken “gözyaşları döken” Recep Tayyip Erdoğan şöyle konuşmuştur:
“Şu gördüğümüz bina ile bu yaptıkları tahribatla bunlar bizim sakalımızı kestiler. Unutmayın kesilen sakal çok daha gür biter. İnşallah bunun yerinde çok daha muhteşem, çok daha güzel bir eseri en kısa zamanda proje bitmiş vaziyette, inşa edeceğiz.”
Bilindiği gibi, 1571 yılında, “Haçlı donanması” İnebahtı’da Osmanlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu yenilgi sonrasında Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın Venedik elçisine şunları söylediği rivayet edilir: “Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın yerine daha gür çıkar.”
Hemen hemen tüm öğrencilerin tarih kitaplarından ezbere bildiği bu sözler, birden Recep Tayyip Erdoğan’a “ilham” vermiş görünmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, “Fethullahçılar” PÖH’çüleri bombalayarak Recep Tayyip Erdoğan’ın “sakalını” tıraş etmişler; Recep Tayyip Erdoğan da devlette yaptığı tasfiyelerle “Fethullahçılar”ın “kolunu” kesmiştir! Zavallı demagog, Osmanlının çöküşünün başlangıcındaki bir olaydan başka bir demagoji konusu bulamamıştır.”
“Sözünü edeceğimiz son büyük demagoji ise, “üst akıl”la ilgilidir.
Recep Tayyip Erdoğan ne zaman sıkışsa, alt edemeyeceği ya da açıklayamayacağı bir sorunla karşılaşsa, hemen her zaman bunları yapanın “üst akıl” olduğunu söyleyip durur. Olayın ya da sorunun ortaya çıktığı zamanı “manidar” bularak yapılan bu “üst akıl” demagojisi, herkesin içini kendisinin dolduracağı belirsizlik oluşturur. Zamanlama hep “manidar” olur ve yapanlar da hep “üst akıl”dan emir alır. Hemen herkes bu “üst akıl”ın ABD olduğunu düşünür, ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’yle “arasını bozmamak” için böyle bir söylem tutturulduğunu düşünür. Ama demagoji her durumda amacına ulaşır. Çünkü olanlar ABD’nin “tezgahı”dır ve “gelişen ve büyüyen Türkiye’nin önünü kesmek” için kurulmuştur. Gezi Direnişi de, PKK’nin “hendek savaşları” da ve nihayetinde 15 Temmuz “darbe girişimi” de hep bu “üst akıl”ın “tezgahı”dır! Almanya’nın “Ermeni soykırımı” kararı için de, “Burada bir üst akıl var. Talimat gelmiş olmalı” diyebilmiştir. ABD Başkanı Obama’yla “görüşebilmek umudu”yla katıldığı Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde bir gazetecinin “ABD yönetimi basın ve ifade özgürlüğü konusunda neden Türkiye’ye baskı yapıyor?” sorusuna, “Üst akıl dediğim olay da bu zaten. Üst akıl, Türkiye üzerinde oyun oynuyor. Türkiye’yi bölmek, parçalamak, güçleri yeterse yutabilmek…” biçiminde yanıt verirken “üst akıl” demagojisini alabildiğine kullanıma sokmuştur.
Adnan Menderes’ten Süleyman Demirel’e, Turgut Özal’a vb. kadar uzanan “dini bütün muhafazakar” iktidarları ABD ilişkilerinde ne zaman ciddi ve büyük bir sorunla karşılaşsalar, ilk yaptıkları iş “Sovyet kozu”nu oynamak olmuştur. Bu “koz” oyunu, “sorun” zamanlarında Moskova’ya “resmi ziyaret” yaparak oynanır. Hiçbir zaman ABD bu iktidarlar tarafından doğrudan suçlanmaz. Bunun yerine “imalı sözler”le başa gelen “musibetler”in sorumlusu olarak ABD gösterilir. Böylece “dünya imparatoru”, “süper güç” ABD’nin “yola” getirileceği sanılır.”
Zileli’nin iyimser olmak için bu yazıda ve başka yerlerde ileri sürdüğü görüşler tartışılabilir. Ama bence bu gayet basit başka nedenlerle de açıklanabilir.
Öncelikle, açıklamaya biraz geriden başlayalım ve ülkede yakın dönemden beri rol almakta olan başlıca egemen güç odaklarını bir sıralayalım.
Yani örneğin bugün de ciddi bir etki ve tabanları olmayan, dolayısıyla ülkeyi yönetmeleri sözkonusu olamayacak olan gerici grupçuklar, örneğin Milli Görüş-SP, Aydınlık-VP, Alperenler-BBP gibiler (ve bölgesel olan PKK-HDP ve diğer Kürtçü odaklar) hariç.
Bunlar hangileridir?
1- AKP-RTE iktidarı
2- Bürokrasi, merkez medya ve CHP içinde temsil bulan statükocu Kemalist güçler
3- Çoktandır bir cemaat olmanın ötesine geçerek bir sermaye grubu haline geldiği için (ki bu noktanın unutulmasının, gözardı edilmesinin “FETÖ” demagojilerine aldanmakla sonuçlandığını görmekteyiz) bürokrasi ve medyada tırmanabilmiş olan Gülen grubu
4- MHP ve ülkücü-faşist hareket
Bunlardan ikinci, üçüncü ve dördüncüleri yaklaşık aynı zamanlarda başlayan süreçlerle birlikte eski güçlerini – bir daha tekrar sahip olamamak üzere – kaybetmişlerdir.
İkinciler için bu Cumhurbaşkanlığı makamını kaybetmeleri, Ergenekon ve Balyoz davaları, 2010 referandumu, 2011’deki seçimler ve Genelkurmay istifalarıdır. Üçüncüler için de bundan kısa bir süre sonra başlayan ve halen devam eden bir süreci yaşamaktayız.
Dördüncüler ise, her ne kadar “Cumhur İttifakı”nın bir parçası ve iktidarın küçük ortağı olarak bu ikisiyle kıyaslanamaz gibi görünse de, partideki muhalefetin ayrılması ve sonra İyi Parti’nin kuruluşuyla, ve dolayısıyla tabanının da bir bölümünün kopmasıyla birlikte önemli bir yara almıştır.
Geriye ilk malum odak kalıyor.
Onun da iktidar olmaya bir süre daha devam edecek görünmesine rağmen yorulduğunu görüyoruz.
Abdüllatif Şener: Öfke sanat değildir
(Şubat 17, 2008)
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Abdüllatif Şener, Türkiye’de soğuk savaş dönemi siyaset tarzının devam ettiğini söyledi. Mevcut siyasi ortamın kendisine 80 öncesini hatırlattığını ifade eden Şener, “Soğuk savaş döneminde oluşan yapı zararlı olmuştur. Dünyaya daha iyi bakmak için o dönemin kültürünü ortadan kaldırmamız lazım.” dedi.
Antalya Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (ANSİAD) aylık olağan toplantısına katılan Abdüllatif Şener, Başbakan Erdoğan’ın “Öfke de bir hitabet sanatıdır” sözleriyle ilgili olarak yaptığı açıklamada öfkenin hitabet sanatı olmadığını söyledi. İşte Şener’in sözleri:
“Toplumsal kültürün oluşmasında en etkili güç siyasettir” diyen Şener, Türkiye’deki yürütülen siyaset tarzını eleştirdi: “Aldığın zaman eline mikrofonu veya konuşmaya başladığında birilerine veryansın edeceksin. Yerden yere çalacaksın. Demokrasinin gerektirdiği bir eleştiri kültürünün de ötesine geçeceksin. Bunun sonucunda birbirine güvenmeyen, birbirlerine karşı tehdit ve tehlike algıları içerisinde bulunan insanlardan oluşan bir toplum çıkar ortaya. Bunu siyasetin tarzı yapıyor. Aslına bakarsanız, bu tarz bana 80 öncesini hatırlatıyor. Aynı ülkenin insanlarının, sağcıdır, solcudur diye birbirine vurduğu, imha etmeye çalıştığı tabloyu hatırlatıyor. Eğer bu bir konuşma tarzı olarak kabul ediliyorsa, olabilir ama geri bir konuşma tarzıdır.”
“ÖFKELİ KONUŞMAK BİR SANAT OLAMAZ”
Konuşmasından sonra davetlilerin sorularını da yanıtlayan Şener’e, CHP Antalya Milletvekili Hüsnü Çöllü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Öfke, bir hitabet sanatıdır” sözlerini hatırlattı. Çöllü’nün, “Sizce de öfke bir hitabet sanatı mıdır?” sorusuna Şener, “Öfkeli konuşmak bir sanat olamaz. Hitabet biçimi olabilir, ama hiçbir zaman öfkeli konuşmak bir hitabet sanatı olamaz. Diğer taraftan bu biçim de, şık bir biçim olmaz. Faydalı bir biçim olmaz. Yanlış bir hitabet biçimi olur, zararlı bir hitabet biçimi olur.” diye cevapladı.
Şener, “Siyasetçiler arasındaki söz düellosunu nasıl değerlendiriyorsunuz?” şeklindeki bir soruya da, “Maalesef Türkiye’de soğuk savaş dönemi siyaset tarzı devam ediyor.” cevabını verdi.
Eski Başbakan Yardımcısı, Türkiye’deki kutuplaşmalardan rahatsız olduklarını dile getiren işadamlarına da siyasetin tatlı ve güzel sözler sarf etmesi halinde Türkiye’de pek çok şeyin değişebileceğini ifade etti. Kutuplaşmaların önüne geçebilmek için siyasetin düzgün ve nezih yapılarak ülke insanına zarar verilmemesi gerektiğinin altını çizen Şener, “İhtilaflar oluşturmadan yolumuza devam etmek en sağlıklı zemindir. Ama iş böyle gitmiyor. Bütün sorunlar da buradan kaynaklanıyor. Ülkede bazı sorunlar olabilir. Bu sorunların üzerinde kavga etmek doğru değil. Yani siyasetin çalışma biçiminde sorunlar üzerinden kavga etmek, ayrışmalar ortaya çıkarmak yerine sorunları ciddi bir şekilde nasıl çözebiliriz diye arayışların olması gerekir diye düşünüyorum.” diye konuştu.
Laikliğin herkesin ortak duyarlılığına hitap eden, ülkenin birliğini, beraberliğini, bütünlüğünü ifade eden bir kavram olduğuna işaret eden Doç. Dr. Abdüllatif Şener, “Ama Türkiye’de böylesine bir kavram bile kavgaya neden oluyor. Demek ki, yaklaşım ve yöntem tarzında bir bozukluk var. Bunun aşılması lazım.” ifadelerini kullandı. Şener, vatandaşın topyekun iyiye prim vermesi gerektiğini vurguladı. Toplumda ve insanlarda güzel ve doğru duyguların uyandırılmasını isteyerek “Hep doğru ve güzel ölçülere vurgu yaparsak bu dalga dalga ülkeye yayılır.” dedi.
Bu sitedekiler gibi cici bici sahte Türk sarışını olmayan bir otantik sarışın, üstelik çok ciddi dinci (allah belasını versin, otantik sarışınlar da Erdoğan gibi bir yobaz olurmuş!) bir Medeniyet şakşakçısı büyük tarihçi aşağıdaki kitabında 19 farklı medeniyetler sıraladı.
ʻʻA Study of History is a 12-volume universal history by the British historian Arnold J. Toynbee, published in 1934–61 …
The 19 major civilizations, as Toynbee sees them, are: Egyptian, Andean, Sinic, Minoan, Sumerian, Mayan, Indic, Hittite, Hellenic, Western, Orthodox Christian (Russia), Far Eastern, Orthodox Christian (main body), Persian, Arabic, Hindu, Mexican, Yucatec, and Babylonic.ˮ
Not: Toynbee 1976ʼda Hitler felaketinden sonra 19’u bire, Ana Toprakʼı yok etmeye azimli sevgili Medeniyetʼinize indirdi.
Türkler sırayla Persian, Hindu, Arabic kuyruğuna takıldılar ama nihayet Western maymunluğunda, Atatürk-Marks-Fabrika Anarşist dürtülerle, karar kıldılar. Tabii yedekte gittikçe tekrar zenginleşen Sinic de var.
Bu Türkler maşallah çok uyanık. Eski günlerini unutma (1984 Newspeak?) çabası içinde Arapça ʻMedeniyetʼ yerine, Ulus kelimesinden türeyen ʻUygarʼ ulusal medeni oldular.
Not: Türkler = Site müdürü dâhil, sitede zırvalayan ve %90’ı aşan sahte sarışın Türkler ve Kürtler ve falan filanlar. Bunlar Atatürk-Marks-Öcalan-Fabrika Anarşistler ameliyat doktorlarla kuaförlerin cici bici sahte sarışınları.
Aslında, dünyanın her yerinde, özellikle okul+televizyon falan filan makinelerinin çok olduğu yerlerde, beyinleri tertemiz yıkanan, tıpkı bu Türklere benzeyen orta sınıflılar, rahatlıklarına dokunan eleştirilerden çok rahatsız olur, kısa, öz, birkaç kelimeden oluşan, kabız olmuş gibi, keçi dışkısını andıran yanıt verirler. En fazla duyduğum? ʻʻO senin fikrin!ˮ Sanki ben de onlar gibi sonsuz yaratıcı ve büyük beyinliyim. Fikirlerim allahtan bana inen özel açılımlar. Çok bilgili olduklarından az lafla büyük peynir gemisi yürütürler. Bu sitedeki benzerleri de tezahüratla hem büyük beyinliyi hem de kendi kendilerini pompalarlar.
İşte çok sivri bir kelleliden şahane bir örnek:
ʻʻ178 Anonim 6 Ocak 19 / Bütün ilkelleri yüceltip bütün medenileri aşağılamak bir ilkelci ırkçılığı olmasa bile en azından genellemeci bir ilkelci faşizmidir. İşin ilginç tarafı, bunu yapanların hiçbiri ilkel değildir.ˮ
Nasıl biz Türkler ve Kürt aydınlar Atatürk-Marks-Öcalan-Fabrika Anarşistlerin ameliyat doktorları ve kuaförlerin cici bici makyajlarıyla sarışın olduysak, siyahları savunanlar da siyah olup siyahları savunmalı. Yani, azınlıkları ezenlere isyan edenler azınlıktan olmalıdır.
Okullar açıp doğaya dil, okuma yazma öğretmeliyiz ki doğa, doğanın iğfal edilmesine karşı isyan etsin. Bu sitenin solcu-devrimci uzmanları da bu okullarda pro-faso-fiso-r olsunlar.
Hayvanlara da benzeri okullar açıp okuryazarlık ve solculuk-devrimcilik dersleri vermeliyiz ki haklarını kendileri savunmalıdır.
Kadınların haklarını savunanlar ancak Batı Medeniyeti’mizin nimetlerinden faydalanıp cinsiyet değiştirdikten sonra kadınları savunmalıdır.
İnsanın salt gocunduğu için ve salt bu konuda en büyük sonsuzdan daha sonsuz cahil olduğu için bu kadar güvenle konuşması bu site hakkında yargımı, sitenin sonsuz kara cahillerden oluştuğunu, kanıtlar. Herif/karı diğerlerinin kendisi gibi olduğundan o kadar emin ki, cahilliğini laf kalabalığıyla kapattığının farkında bile değil.
Diğer bir örnek: İKTİSATÇI (167 Sisifos ve Tantalus’tan günümüze uyarılar) kara cahil. Bu site gibi İLERİCİLİĞİ savunanların etrafa dağıttığı iğrenç emziklerden tiksinen, bu site gibi zamanın modasına uyup her taş altında ivme, taş kıpırdaması, devrim, komünist güzel günler vaat edenlere karşı isyan eden Camus’yu ıslah etmiş. Miti de İLERİCİLİK, yani BOLLUĞA kavuşma algoritması etmiş ve hem mit hem de Camus, tıpkı kendisi gibi orta sınıf solcu-devrimci-İLERİCİLERİN hoşuna gideceği televizyon dizisi olmuş.
Ama asıl acı gerçek başka. Daha önce herifin cahilliğini sergiledim ama o da etrafındakilerin kendisi gibi cahil olduğundan o kadar emin ki, televizyon diline çevirdiği mitleri büyük bir bilgiçlik havası içinde anlatıp duruyor. Kompleks bir yazarı deli gömleğine soktuğunun bile farkında değil. En azından ʻLes Justesʼi de okusaydı, Camus’nun insanı, ileri geri koşturmak değil, şair ruhlu insan olmasını istediğini görürdü. Hatta Camus bu tightass ilerici devrimcilerle daha da büyük alay eder: ʻʻAdalet iyi, yeter ki anneme dokunmasın.ˮ
Aşırı bir örnek: Bitmez tükenmez solcu-devrimci-aydın falan filan dırdırları.
Bu dırdırların temel kaynaklarından biri, kapitalizmin bütün insanlar değil sadece bir azınlığın yararına hizmet ettiği gürültüsü. Ama bunu ileri sürenler kapitalizmin bütün insanlara getirdiği yararı inkâr etmezler. Tam aksi, ele geçirme hayalleriyle dört köşe olurlar.
Bu site dahi dolu, somutlaştırıp basitleştirmekte yarar var:
Eleştiriciler, sana satılan ilacın etkisiz veya seni iyileştirmede yararsız olduğunu iddia etmezler. Gerçi gerçekler sonsuz daha karışık ama bu sitedekilerin istediği ʻX Kötü, Y İyi! Eleştirenler, satanın bütün insanlara değil azınlığa yarar amacını tenkit ederler.
Eğer her medeniyetlerde de başı çekenlerin bir azınlık olduğu düşünülürse Medeniyetʼi eleştirme ile bir benzetme yapın konuyu az, sonsuz az anlamaya başlar, belki şu cırtlaklığınızı kesersiniz.
Zileli’yi hayalcilikle suçlayanlar neden insafsızdır?
Çünkü Allah bile bazen kafası karıştığı için hayal görebiliyorsa Zileli gibi bir pir-i faniyi hayalperestlik ile itham etmek de insafsızlık olur.
İşte Allah’ın kafa karışıklıklarından biri:
Tevrat’ta Gideon, Saul (Tâlût), Davud ve Golyat (Câlût) ile ilgili farklı dönemlere ait hikayeler ve kişiler birbirlerine karıştırılmış olarak Kuran’a alınmış.
Hakimler kitabında (Bap VI ve VII) Tanrı bir gün Yoaş’ın oğlu Gideon’a “İsrail’i Midyan’ın elinden kurtar. Mutlaka seninle beraber olacağım” diye bildirir. Fakat İsrail’in bu kurtuluş vesilesiyle şımarmaması için, yani kendi gücü ile kurtulmuş sanıp böbürlenmemesi için Gideon’a şu emri verir: “Kavmimin sayısı fazladır, sayıyı azalt.” Gideon emredildiği gibi yapar ve kavmine “Kim korkuyorsa dönsün” diye bildirir. Yirmi bin kişi geri döner. Geriye on bin kişi kalır. Fakat Tanrı bunu da fazla bulur ve şöyle emreder: “Onları ırmak kenarına indir ki deneyeyim! Ve seninle gidecek olanları ayırayım. Köpeğin diliyle su içer gibi içenleri bir kenara ve dizleri üzerine çökenleri de bir başka tarafa ayır.” Bunun üzerine Gideon kendi adamlarını ırmak kenarına götürür. Bunlardan üç yüzü elleriyle suyu ağızlarına götürerek içerler; diğerleri ise su içmek için dizleri üzerine çökerler. Tanrı onların böyle yaptıklarını görünce Gideon’a seslenir: “(Elleriyle ağızlarına götürerek) suyu diliyle içen üç yüz kişi ile İsrail’i kurtaracağım” der. Bu üç yüz kişi ile Gideon Midyanilere karşı savaşır ve koca bir orduyu bozguna uğratır (Tevrat/Hakimler, Bap VII: 2-7).
Bu hikayeyi Kuran’a alırken Gideon adını Tâlût’a çevirerek Birinci Samuel kitabında Saul (Tâlût) ile ilgili hikayeyle karıştırmışlardır; “Tâlût ordusuyla birlikte ayrıldıktan sonra: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan (eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna) şüphesiz bendendir’ dedi, onlardan pek azı hariç, sudan içtiler…” (Kuran. 2, 249.)
Hakimler kitabındaki hikaye, yenilgiye uğrayan Midyan’ın İsrailoğulları önünde alçalması ve böylece Gideon’un kırk yıl boyunca ülkeyi huzur içerisinde yönetmesi ile sona erdiği halde Kuran’da sanki Gideon’un ordusu ırmağı geçtikten sonra Câlût’un ordusu ile çarpışmış gibi gösterilmiş ve akabinde Davud’un Câlût’u öldürdüğü bildirilmiştir. Oysa bu olay Birinci Samuel kitabında başka bir dönem itibariyle geçer ve Saul’un Filistilere karşı savaşmasıyla ilgilidir:
Tanrı Samuel’i İsrailoğulları üzerine peygamber yaptıktan sonra Samuel Saul’u (Tâlût) onlara kral olarak atar. Saul da Davud adında birini kendine silahtar olarak seçer. Filistiler cenk için ordularını topladıklarında Saul da öyle yapar ve ordusunu Filistilere karşı savaş vermek üzere dizer. Filistilerin ordugahından adı Golyat (Câlût) olan biri çıkar ve Saul’un adamlarına meydan okurcasına: “Kendiniz için bir adam seçin de yanıma insin. Eğer benimle cenk edebilir ve beni vurursa, o zaman biz size kul oluruz. Fakat eğer ben onu yener ve vurursam o zaman siz bize kul olunuz.” der (Tevrat/ I Samuel, Bap XVII: 1-10). Meydan okuyan Golyat’a (Câlût) karşı Davud, gönüllü olarak ileri fırlar ve onu bir vuruşta öldürür. Bunu gören Filistiler kaçmaya başlar; Saul’un (Tâlût) askerleri de onların peşinden koşarak kovalar, sonra dönüp onların ordugahını yağma ederler (Tevrat/I Samuel, Bap XVII: 31-54).
Senin kafanın içindeki kin, öfke, nefret, yobazlık, acımasızlık, gaddarlık, zalimlik ve potansiyel kötülük o kadar büyük boyutlarda ki, “medeniyet” dediğin şeyin bütün kötülüklerinin toplamı bile bundan daha küçüktür.
Stalin tarafından Sibirya’ya veya Erdoğan tarafından Silivri’ye gönderilmek bile bu adamın küfür ve hakaretlerine maruz kalmaktan iyidir.
Stalin’in içeri tıktığı eski yoldaşlarıyla veya Veli Küçük gibi JİTEMcilerle sohbet etmek daha keyiflidir mesela.
İki Çizgi
“Kahramanlık”la “hainlik” arasındaki çizgi:
“Kayseri 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada, tutuklu sanık Özgür B., hazır bulundu. Eski teğmen Özgür B., 10 yıl boyunca kahramanca görevini yaptığını savunarak, “Kahramanlıkla hainlik arasında çok ince bir çizgi vardır. Eğer cezaevinde olmasaydım, şu an Suriye sınırında olacaktım. Belki de şehit olacaktım. Kimseden talimat almadım. Kahraman silah arkadaşlarımla beraber oldum. Beni silah arkadaşlarımdan ayırmayın. Beraatimi istiyorum” dedi.”
“Millilik”le “gayr-ı millilik” arasındaki çizgi:
“Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın “IŞİD’le mücadele vazifesi önümüzdeki günlerde yerine getirilecektir” açıklaması yaptığını belirten Kılıçdaroğlu, “Vazifeyi kim verdi? Kim size vazifeyi verdi? Trump diyor ki; benim askerim niye ölsün? PYD’liler niye ölsün? Türk askeri var, onları gönderelim, onlar ölsün. Bizim sınırımızda IŞİD yok, Suriye içlerine batağa götürecekler. Biz bunu söyleyince ‘CHP terörü destekliyor’ diyecekler. Ben terörü desteklemiyorum. 81 milyon vatandaşın kişiliğini, kimliğini, onurunu savunuyorum. Birileri sana vazife verecek. Emir alıyor. Gazeteye yazı yazmış; ‘Trump haklıdır’ diyor. ‘Haksızsın’ diyemezsin, burnundan getirirler. Yuları kaptırmışsın oraya. Türkiye Cumhuriyeti şu anda her türlü dış tehlikeye açık bir haldedir. En büyük tavizi verecek olan saraydaki kibir abidesidir. Devletin ve halkın çıkarlarını değil, Batı’nın egemen güçlerin çıkarını savunan bir kişidir. Siz ne milli ne yerli, egemen güçlerin oyuncağı gayri millisiniz” diye konuştu.”
“Bu site dahi dolu”
Herhalde “dahi” derken bu kelimeyi gerçek anlamında kullanmayarak ironi yapıyor, kendilerini “dahi” zannettikleri halde gerçekte böyle olmayanlarla alay etmenin orgazmını yaşıyorsunuz.
Peki bu kelimeyi kendiniz için hangi anlamda kullanıyorsunuz Dahi Bey?
Bence, ʻ189 Anonimʼ arkadaşın yazısında Allahʼın kafasının karışması ile solcu-devrimci-ivmeci-taş kıpırdatıcı-ilerici-falan filanların kafalarının karışması arasında çok büyük bir fark var.
Allah’ın kafasının karışmasına bazı güzel örneklerden biri:
ʻʻWhen, in that turbid first age,
The Creator, displeased with himself, Destroyed his new creations again and again;
In those days of his shaking and shaking his head in irritation
The angry sea Snatched you from the breast of Mother Asia …ˮ
Veya,
ʻʻAllah yere indiğinde kiliseye değil Meryemʼe gitti!ˮ
Veya,
Bir yerde kuraklık başlar. Halk dua ederler, koyun tavuk keserler, dans ederler yağmur yok. Kafaları atar (veya yobazlar açısından ʻkarışırʼ) allahlarının fetişlerini toplar, ırmağa gider, hepsini suya atar, yukarı bakıp allahları azarlarlar: “Ulan sizin de kafanız karışmış. Dua ettk, kurban kestik, dans ettik hâlâ yağmur yok. Hadi s*ktirin gidin!ˮ
Veya en çok sevdiğim,
Çocukluğumda komşular ölmesin diye allahın kafasını karıştırmak için 5-6 yaşına kadar erkek çocuklarına entari giydirir, saçlarını kesmezlerdi.
Kafa karışması ve hayal kurma Allahʼda da insanda da var ve hatta sayısız.
Hayal kurma olmasaydı ne konuşma dili ne ateş ne de metaller olurdu.
Yalnız, solcu-devrimci-ivmeci-taş kıpırdatıcı-ilerici-falan filanların hayalleri kendi hayalleri değil. İşte bu bence en büyük umutsuzluk kaynağı.
Bunu bir örnekle anlatayım.
Bu solcu-devrimci-ivmeci-taş kıpırdatıcı-ilerici-falan filanlara çok benzeyen ilerici papaz misyonerler bir yerde yerlilere Hristiyanlık masallarını anlatırlar anlatırlar ama yerliler, sonsuz saygı, merak ve zevkle dinledikleri aynı yerde sayar dururlar. Yerlilerde televizyon yok, sinema yok, süpermarket yok, youpoop pornografileri seyretmekle boşalmak yok, imrendikleri gurularının becerilerini dikizlemele hayali boşalma yok …
Hem bu masal, medenilerin seyir ve eğlendirme emziklerinden çok farklı: İnsanın derinlerine inen insan – evren – yaratıcı masalı.
Zavallı, talihsiz misyonerler. Yerliler, bir iki saatlik mesafede başka bir insan – evren – yaratıcı masalı anlatıldığını bildiklerinden, solcu-devrimci-ivmeci-taş kıpırdatıcı-ilerici-falan filanlar gibi anlatılan masalın hakikat olduğuna inanacak kadar büyük beyinli, tahsilli, okuryazarlı, aritmetikli değiller. Masalın, masal olduğunu bilirler, hatta ne kadar çok masal olsa o kadar iyi. Çoğu ilkellerde güzel masal anlatan şef olur.
Her neyse, misyonerleri dinleyen bu yerliler arasında çocukluktan çıkıp erginliğe giren genç ormana gider, oruç tutar , ʻrüyaʼ (hayal) görene kadar orada kalır. Döndüğünde, à la televizyon / à la Hollywood süslenir püslenir, rüyasını anlatır.
Bir müddet geçtikten sonra aralarında ʻʻyahu, bu siyah cüppelilerin hapsi, solcu-devrimci-ivmeci-taş kıpırdatıcı-ilerici-falan filanlar gibi, aynı ʻrüyayıʼ anlatıyorlar, sanki kendi rüyaları yokˮ deyip ʻʻsiyah cüppelilere ʻbükük ağaçlarʼ adını taktılar.ˮ
İnşallah, özgür asıl sarışınlar ve özgür sahte sarışın solcu-devrimci-ivmeci-taş kıpırdarıcı-ilerici-falan filanlar bu beyinsiz, geri kalmış, bilimsel ve materyalist düşünmeden yoksun ilkellerin akıl almaz cahilliklerini affederler. Zaten hayran oldukları asıl sarışınlar hemen hemen hepsinin kökünü kazdılar.
Sayın ʻ189 Anonimʼ, adını ettiğiniz kişinin rüyası kendi rüyası değil, insanları son 7 bin yıldır kalıba sokanların, bir avuç, önce kendileri gibi büyük beyinlileri etraflarında toplayan kovboy sonra kendileri gibi büyük beyinlileri etraflarında toplayan tüccar, bir avuç çok küçük bir azınlığın rüyası. Bu kölelere arasında aldanmış olmak anlam taşır ama Allah’ın veya salak ilkellerin aldanmış olmaları anlamsız çünkü rüya kendi rüyaları. Olsa olsa zarar allahlarla ilkellere, kendilerine olur. Tabii nerde bok, orda sinek çok. Tüccarların etrafındaki dahiler bu solcu-devrimci-ivmeci-taş kıpırdarıcı-ilerici-falan filanların beyinleini nanoteknolojiden sonsuz daha etkili teknoloji ile temizledikleri için, solcu-devrimci-ivmeci-taş kıpırdatıcı-ilerici-falan filanlar nereye baksalar kendiler gibi köleler görürler.
Bence bu fark çok önemli.
Bu site için görevlendirilen değerli arkadaşımızı tebrik ederken Sn. Hakan Bey’e de selamlarımızı ve saygılarımızı iletmesini rica ederiz. Hakikaten çok doğru bir seçim yapmışlar ve bu nedenle en büyük tebriği de kendileri hakediyorlar.
Görevini başarıyla yerine getirmekte olan bu arkadaşımız umarız en kısa zamanda teşkilata resmen dahil olur ve kariyerinin ilerideki dönemlerinde daha da büyük başarılara imza atarak yükselir.
Bir süre önce, mesleği profesyonel bir devrimci, devrim antenleriyle bir kıpırdama kayedetmişti. Bu profesyonel devrimci, yaşından dolayı, kitle hareketini eski eski fizikle hayal edip kitlelerin ivme kazanıp harekete geçtiklerini, kendi ve benzerlerine iş düştüğünü sevincini bizimle paylaşmıştı.
Büyük bir olasılıkla daha genç olan çok fazla şekerli Abdüllatif Şekerli Hocamız da kitlenin aynı anda hem top gibi yuvarlayarak ilerlediğini hem de topun suya düştüğünde yaptığı dalgalar gibi yayılarak ilerlediği iyi haberini yaymış: “Hep doğru ve güzel ölçülere vurgu yaparsak bu dalga dalga ülkeye yayılır.”
Dalgaya yakalanan bir bir kes-yapıştırıcı aşağı hoplamış, yukarı zıplamış, bize iletmiş.
Profesyonel devrimci ve Teknolojik ve ekonomik Duçesi, daha doğrusu La Dolce Vitaʼsı Şekerli arasında ortak nokta çok.
En önemlisi: ʻʻAlways look on the bright side of life.ˮ
Her ikisi de laik materyalist ama, bu hislerle dünyayı değiştirme pek laik ve materyalist bir düşünüş değil. Daha çok son zamanlarda yeni bir ambalajla pazara sürülen eski bir modanın tekrar moda olması, yani ʻʻcognitive psychologyˮ.
Sanki her ikisi de laik materyalist ama her ikisi de üfürükçülüğe inanır gibi.
Abdüllatif Şekerliʼnin iyi dalgaları sanki dalgalanmaya başladıktan sonra sonsuza dek dalgalanarak ilerliyor.
Profesyonel devrimcinin ivme kazanan topu da yuvarlanmaya başladıktan sonra durmaksızın yuvarlanıp ilerliyor.
Bu iki asi ruhlu dahi, bu materyalist falan filan sarışınlar, evrensel bir devrim yapmışlar: Devridaim makinesi yapıp materiyal evrenin en temel yasası olan entropiyi ihlal etmişler.
“Abdüllatif Çok Şekerli”
I liked this! Want more!
Show must go on!
ABD’nin Yeni İvme’si Trump
Obama Hayalleri Fiyaskosu Ve Trump İvmesi Gerçeği
https://gercekgazetesi.net/dip-bildirileri/anayasa-yok-ysk-yok-secim-yok-o-halde-boykot
Cumhur[patronluğu – Kemalist] İttifakı:
CHP kıramadı AKP yasakladı
Gerçek
8 Ocak 2019, Salı
İzmir’de Demiryol-İş üyesi işçilerin İZBAN grevi Erdoğan’ın imzasıyla yasaklandı. CHP’li Belediye grevin başlamasının ardından önce taşeron şirketten grev kırıcılar getirterek trenleri işletmeye çalışmış, mahkeme bu girişimi yasaya aykırı bulup engelleyince de kara propagandayı devreye sokmuştu. CHP grevi kıramadı ama AKP 29. gününde grevi yasakladı. İZBAN, AKP döneminde yasaklanan 16. grev olarak kayıtlara geçti. Daha önceki grevler Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanırken, 24 Haziran’dan sonra yürürlüğe giren Anayasa değişiklikleri ile yerleşen Cumhurpatronluğu rejiminde bu grev salt Erdoğan’ın imzasıyla yasaklandı.
Grev yasal olarak 60 gün ertelenmiş gözüküyor. Ancak bu erteleme fiilen yasaklama demek. Grevin tekrar başlaması söz konusu değil. Eğer taraflar arasında anlaşma olmazsa 60 gün sonra sözleşme Yüksek Hakem Kurulu’na gidecek.
CHP’li belediye, İzmir’de yaygın olan AKP’ye muhalif duyguları suistimal ederek halkı işçilere karşı kışkırtmaya çalışmış, grevin yaklaşan yerel seçimler öncesi CHP’yi yıpratmak için tezgahlandığını ileri sürmüştü. Grev kırıcı propaganda korosuna son olarak eski DİSK Başkanı Kani Beko da eklenmişti. İşi neden AKP her grevi yasaklarken İZBAN’ı yasaklamıyor diye sormaya kadar vardırmışlardı. Sonunda istedikleri oldu. CHP İZBAN grevini kıramadı ama AKP işçilerin grevini 29. gününde yasakladı.
AKP’nin İzmir adayı Nihat Zeybekçi ise yasağın gelişini bir gün önceden attığı tivit ile şöyle haber vermişti: “Bu mağduriyetin devamına izin vermeyeceğiz. Bu çile en kısa zamanda bitecek!” İyimser yorumlar Nihat Zeybekçi’nin araya girerek bir anlaşma zemini oluşturmaya çalıştığı yönündeydi. Oysa AKP’nin grevlere yaklaşımı hep aynı oldu: “ya kırmak ya yasaklamak.” Grevi kırma işini CHP’ye bıraktılar. CHP kıramadı ama işçilere attığı iftiralar ve kara propaganda ile grev yasağına gerekli siyasi ve psikolojik zemini oluşturmuş oldu.
Sonunda beraberce grevi yasakladılar. Patronlar arasında olan cinsten bir tür sınıf dayanışması gösterdiler. Şimdi kalkıp İzmir halkından oy isteyecekler. Rolleri gereği yine birbirlerine suçlamalar yapacak, eleştiriler yöneltecekler. Ama bunlara bakıp aldanmamak gerek. CHP ve AKP arasındaki bu utanç verici patron dayanışması, işçi ve emekçilere birlik olmak için bir uyarı olmalı. Ayrı gayrı yok! Patron sınıfına karşı Birleşik İşçi Cephesi! Grev kırıcılarına karşı boykot!
https://gercekgazetesi.net/isci-hareketi/chp-kiramadi-akp-yasakladi
Primitif
Geçen günkü notumda primitif kelimesini kullandım, kaş kaldıranlar oldu. ‘İlkel’ diyebilir miydim? Diyebilirdim sanırım, ama ilkel’de aşağılayıcı bir tını var. Primitif benim kastettiğim anlamda daha sık rastladığımız bir kelime, “bir şeyin ilk, temel, evrimleşmemiş haline ait”. Aşağılama yok, hatta bazen övgü bile sayılabilir. Almancası urtümlich, daha da güzel. ‘İptidai’ olur mu? Olur ama antika kaçar. ‘Birincil’ öneriyorlar, sevmedim. Birincil primary demek. Daha çok “önem veya görünürlük açısından önde gelen”.
Dil gerçek eş anlamlıları sevmez. Tanım gereği eş anlamlı olan kelimeler arasında dahi zamanla kullanım farkları, nüanslar doğar. O yüzden, ilk bakışta lüzumsuz da görünse dilde çok kelime olması iyidir. “Aynı” kavramın osmanlıcasının, frenkçesinin, uydurmasyoncasının bir arada bulunması da iyidir. Dağarcığında silahtır, günü gelir kullanırsın.
*
Primitif kavram derken almak, gitmek, yemek, havlamak, dağ, ağaç, aslan, kış, el, kardeş, soğuk, sert, aşağı, ben gibi, herhangi bir kültürel gelişimi ima etmeyen kavramları kastediyorum. İnsanoğlunun küçük gruplar halinde avcılık ve toplayıcılıkla geçindiği çağda bu kavramlar vardı, muhtemelen bunları ifade eden sözcükler de vardı. Sepet, para, fırın, kale, dünya, şarap, dikiş dikmek, kavram, sayı saymak, tartmak bunun bir sonraki aşamasıdır. Suşi, strüktüralizm, sysop, bilet, adagio sostenuto, uydurmasyonca, kavramsallaştırmak, iltisaklı çok sonraki aşamalarıdır. Bu kavramlardan herhangi birini ilkel bir avcı-toplayıcıya anlatmak için günlerce, hatta aylarca dil dökmen, medeniyet tarihi dersi vermen gerekir. O bile yetmez, anlatamazsın.
Bildiğim tüm diller primitif kavram ifade eden sözcükleri başka dillerden almaya dirençlidir. Bugünkü Türkçede bu tür sözcüklerin ezici çoğunluğu, belki %95’i aşkın kısmı Eski Asya Türkçesinden mirastır. Temel fiiller, temel doğa olgularının adları, beden kısımları, akrabalık adları, temel sıfatlar, birden bine kadar sayılar bu zümreye girer. Bunların mesela Sumerceden, Çinceden yahut Kürtçeden alıntı olduğunu söyleyenlere rastlarsanız gülüp geçiniz. Anlatmaya kalksanız avcı toplayıcıya bankamatiği tarif eder gibi, aylarca uğraşmanız gerekir.
Türkçede halen yaşayan tek heceli basit fiiller 200 tane kadardır. Sayalım: almak, asmak, aşmak, atmak, aymak, bakmak, banmak, basmak, batmak, bıkmak, bilmek, binmek, bitmek, bozmak, bulmak, bükmek, büzmek… Bunlar insan zihninin ve iletişim aygıtının en temel katmanını oluşturan birimlerdir: onlarsız konuşamayız, cümle kuramayız. Hemen hepsi Asya Türkçesinin bilinen en eski metinlerinde (standart ve kurallı ses değişimleri ile) mevcuttur. Sadece sekiz ila on kadarı biraz daha geç dönemde tarih sahnesine çıkan Türkiye (Oğuz) Türkçesinde belirmiştir. Biri hariç hepsi olabildiğince primitif kavramları ifade eder.
(İstisna, yazı yazmak anlamındaki yazmak fiilidir. Besbelli geç döneme ait bir kültür kavramıdır. Etimolojisi muğlaktır; bıktırıncaya dek tartışılmıştır. Tahminimce “çizik atmak, çentmek” anlamındaki cızmak fiilinin özel anlam kazanmış varyant biçimidir.)
*
“Ses çıkarmak” anlamına gelen quasi-onomatope fiiller üreten +kIrmak morfemi (biçimbirim diyorlar, ben öyle demeyeyim) Türkçenin en eski katmanlarından beri kullanılır. Halen üretken değildir; o yüzden dili kullananlarca “farkına varılmaz”. İşaret edilince şaşırma ve sevinme duyguları uyandırır. Buyurun örnekler: anırmak (aslı anğırmak), bağırmak, böğürmek, çağırmak, fışkırmak, geğirmek, haykırmak (eski metinlerde genellikle ayğırmak), hıçkırmak, öğürmek, öksürmek (aslı muhtemelen öskürmek, Azericede halen öyle), püskürmek (püfkürmek biçimi yaygındır), sümkürmek, tükürmek (eski metinlerde tüvkürmek/tüfkürmek). Osurmak tahminimce bu gruptandır (osğurmak?) ama emin değilim. Aksırmak ve tıksırmak biçimleri ise tahminimce metatezli öksürmek fiilinden kıyas yoluyla yakın devirde üretilmiş olmalı.
Köpek sesi anlamında 11. yüzyıldan itibaren kaydedilmiş olan uzun ü ile ürmek, bence besbelli *üğürmek biçiminden evrilmiştir. “Üü diye seslenmek” yani.
http://nisanyan1.blogspot.com/2019/01/primitif.html
Hangisi daha tehlikelidir? Tayoculuk mu? Kemoculuk mu? Sosyal medyada bir Kemocu şöyle demiş:
“Allah Atatürk düşmanlarının ömründen alıp sokak hayvanlarına versin.”
Aslında bu isimde bir şahıs olmadığı için bu cümlenin de bir anlamı olmadığı söylenebilir. Örn;
“Bu en büyük yalandır. Çünkü Atatürk demek Türkün atası demektir. Bu milletin atası mı Mustafa Kemal? Ne münasebet. Bu milletin atası bellidir. Türklerin atası da bellidir, ecdadı da bellidir.
Eğer bu milletin tarihi Mustafa Kemal’le başlıyorsa Fatih’le bizim alakamız mı yok?
Bunu niçin yaptılar? Atatürk, yani Türkün atası. Yani Türk tarihi Mustafa Kemal’le başlasın. Millet bunu baba bilsin ve asıl babasını unutsun, asıl ecdadını unutsun. Yani koskoca bir milleti babasını inkar ettirmek suretiyle veled-i zina haline getirmek istiyorlar.
Halbuki bir babanın iyiliği veya kötülüğü tartışabilir belki. Ama babalığı asla tartışılamaz. Siz Osmanlının çocuklarısınız. Sizin atanız bellidir. Ama onun atasının kim olduğunu şahsen ben bilmiyorum. Bunu bizim incelemeye ihtiyacımız vardır. Bilmeye de hakkımız vardır.
“Efendim sen ölmüş gitmiş bir adamla ne uğraşıyorsun?” diyorlar. Bu ölmüş gitmiş adam, Vatandaş Ahmet Ağa değil ki, Vatandaş Mehmet Ağa değil ki. E siz hala 70 yıl sonra bugün bizim yakamızı Mustafa Kemal adına tutarsanız, biz de onun yakasını bırakmayız o zaman.
Yoksa maksadımız Mustafa Kemal’i karalamak değildir. Çünkü bu da zulüm olur. Yani bir insanı özellikle karalamaya çalışmak da zulüm olur. Ben diyorum ki karalamayalım, aklayalım. Açalım defterini yalnız bir bakalım.
Çünkü değerli kardeşlerim, la yüs’el olan bir Allah’tır. Yaptıklarından hesap sorulamaz olan sadece ve sadece Allah’tır. Allah’tan başka herkesten yaptığının hesabı sorulacaktır. Ama bunlar öyle demiyorlar. Ne diyorlar? “O olmasa biz olmazdık”. “Bizi o var etti”, “bizi o yarattı” gibi 70 yıldan beri söz söylüyorlar.
E ne olacak millet bunlara alışınca başlıyor. Gerisi de geliyor. Nitekim seçimlerden önce gördünüz. Birileri “Kurtar bizi Ana!”, birileri “Kurtar bizi Baba!” diye bağırıyorlardı. Halbuki biz kurtar bizi ana, kurtar bizi baba demiyoruz. Biz “Kurtar bizi Allahım!” diyoruz.”
(Hasan Mezarcı)
Birileri de “Kurtar bizi Devrim!” diye bağırıyorlar.
Sakıncası yok tabii. Ne de olsa “Devrim’den ümit kesilmez” derler.
“Kurtarma aracı Devrim yanınıza gelecektir nerede olursanız olun!”
Tenten adlı çizgi romandan:
İki dedektif otomobillerine benzin aldıktan sonra yollarına devam ederken dinledikleri radyoda şöyle bir reklam çalar;
Bum!
Motorunuz yaparsa Bum!
Kurtarma aracı Simun!
Yanınıza gelecektir nerede olursanız olun!
Dedektifler de parçaya eşlik ederler;
“Bum! Motorunuz yaparsa Bum!”
“Bum!”
Ve birden;
“Bum!”
Sonradan anlaşılır ki doldurdukları benzin hileliymiş ve bu olayın arkasında da Kurtarma Aracı Simun şirketi varmış!
ʻʻHerhalde “dahi” derken bu kelimeyi gerçek anlamında kullanmayarak ironi yapıyor, kendilerini “dahi” zannettikleri halde gerçekte böyle olmayanlarla alay etmenin orgazmını yaşıyorsunuz.ˮ
Sizleri yanıltmışım. Özür dilerim. Sizlerin dahiler olduğunuza bütün varlığım ve samimiyetimle inanıyorum. Alaylı konuşma nedenim dahileri sevmemem. Hatta aranızda insanın en son barınağı ruhuna dalma hafiyeliği, yani psikoloji bilimcilerinin, bunu çakmamış olmaları tuhaf.
Kendim dahilik konusunda uzun yıllar araştırmalar yaptım ve son derece ilginç korelasyonlar buldum. Bulgularım, grafik, tablo, çart, istatistiksel analizler vb. teknik sıkıcı enformasyon dolu bir kitap oldu.
Korelasyon katsayısı 1ʼe yakın çok, bazı örnekler.
Okul artışı & dahi artışı;
Avrupalı artışı & Avrupalı dahi artışı;
Avrupalılaşanların artışı & aralarında dahiler artışı;
Devrimcilik & Dahilik.
Değişkenler arası korelasyon katsayısı 1ʼe yakın çok daha örnekler var.
Sizleri övmek gibi olmasın, dahilik ve devrimciliğin el ele gittiği şüphe götürmez gibi.
Son 2-3 yüz yıl dünyayı durmaksızın değiştiren devrimci dahiler hızlı bir artış gösterir. Bu da evrim teorisinde akıl almaz, şaşırtıcı, hiç beklenmedik ve inanılmayacak bir devrim olduğuna işaret eder.
Eski evrim teorisine göre mutasyonlar rastgele olurlar. Tek hücreden balığa, balıktan kuşa, kuştan insana kadar dahice değişimlerde (devrimlerde) bir amaç yoktur, mutasyonlar tesadüfîdir. Benim araştırma ise son 2-3 yüz yıl dahi türetmesinde genlerin bir amaçla mutasyon yaptıklarını ʻʻkanıtlarˮ. Son 2-3 yüz yıl sizler gibi devrimci dahilerin türemesinde evrim teorisindeki mutasyon rastgele olmuyor!
Veriler ve incelemelerim, diğer bir eğilime, bir yeniliğe, bir ivmeli ve dalgalı devrime dikkat çeker: Eskiden genler mutasyonu, başlıca ayırt etme kategorileri olan ırk, cinsiyet, din, ulus, cilt rengi gözeterek yaparlardı. Dünyanın ve insanların küreselleşmesi ve herkesin aynı şeyi istemesi ile genler dahilik mutasyonunu ırk, cinsiyet, din, ulus, cilt rengine bakmadan yapmaya yöneldiler. Genler bu bakımdan AIʼe benzerler.
Eski laik bilimsel allah işi, eski kapitalizm gibi, ʻinvisible handʼ ile becerirdi. Yeni laik allah işi, sizler gibi işi bilen dahilere bırakmış, tatil köyüne çekilmiş.
***EK. BİR TİPİK MEDYA CAMBAZLIĞI***
Her ikisi de aynı kaynaktan iki örnek.
1. Aşağıdaki siz dahilere çok benzeyen bir dahinin buluşu.
[Necessity is often credited as the mother of invention. For Jonathan Rothberg it was the frustration of sitting around in hospital waiting rooms that made him the father of a new idea.
Just a few years down the line and he has produced the Butterfly IQ. It fits in a lab-coat pocket and plugs into an ordinary iPhone. It uses thousands of tiny sensors, each smaller than a human hair, mounted on a computer chip, which, in the same way that a bat uses sound to locate objects, can build a picture of a human body from the inside out, to check the growth of a foetus in utero, the size of your liver, or assess a tumour.
Jonathan Rothberg says his aim is to “democratise” healthcare by offering the scanner at a low cost – it is priced at $2,000 – and by putting diagnosis in the hands of ordinary people.
“Our vision wasn’t just to empower healthcare professionals,” says Mr Rothberg.
“WE WANTED ANYBODY, ANYWHERE, TO HAVE A WINDOW INTO THE HUMAN BODY.”]
Not: Bu son enayi avcılığı reklamı çoktan pazarda. Örneğin PC = Personal Computer, her kişinin kişisel bilgisyarı, kişisel binlerce gereksiz bilgisayar süslemeleri falan filan. Tek kişisel olmayan PC’yi işleten WINDOWS. Windows, Microsoft’un ve Microsoft’un dahisi dünyanın en zengini.
2. Aşağıdaki de yukarıdaki dahinin yağladığı makinenin dahi makinistleri.
[Even a few days into the year, most CEOs have earned more than the average worker’s annual salary.]
“Düzen siyasetinde kelebeklerin uçuştuğu bir bahar havası hâkim. CHP’nin İstanbul adayı, AKP’li başkanlar Kadir Topbaş, Ali Müfit Gürtuna ile başladığı ziyaretlerini sarayda Erdoğan’ın yanında bitirecek. Anayasayı çiğneyerek aday yapılan Binali Yıldırım’ın ilk durağı ise Deniz Baykal oldu. CHP’nin Ankara adayı MHP’li Mansur Yavaş, İyi Parti’den tam destek! İyi Parti’nin Ordu adayı AKP’li eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, CHP’den alkış kıyamet! Erdoğan 3. Havalimanı işçileri haklarını aradığında komplo demişti; şimdi CHP’liler İzmir’de grev yapan İZBAN demiryolu işçileri için aynısını söylüyor. Görmüyor musunuz? Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde toplanıyor!
Patronların ve onların siyasetinin karşısında işçi sınıfının bağımsız bir kutup oluşturmasının vakti geldi de geçiyor. Bakın patronlar ve partileri sınıf çıkarları icap ettiğinde ne de kolay kol kola giriyor. Biz işçi ve emekçiler her türlü ayrımı bir kenara bırakıp neden omuz omuza vermeyelim? Söz konusu kârları olduğunda hep bir olurlar, ne milleti dert eder ne anayasa tanırlar. Biz neden anayasanın, hakkın, hukukun göz göre göre ayaklar altına alınmasını sineye çekelim? Hangi patronun, müteahhidin, tefecinin, toprak ağasının daha fazla parsa kapacağına oy vermek yerine seçimleri boykot edelim! Ayrı gayrı yok! Konfederasyon ayrımı olmadan, sendikalı sendikasız, çalışan işsiz, yerli göçmen demeden tüm işçi ve emekçilerin Birleşik İşçi Cephesi’nde birleşelim!”
https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/basyazi-emekci-halka-kara-kis-patronlara-bahar-havasi
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1192471/_Bugunku_zorluklarimizin_tarihimizdeki_kaynaklari_.html
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1194383/Bozuk_saat__calisan_saat.html
“Misal her konuda bir alim, ama esas olarak patronunun otel plan tadilat işlerinin, uydu frekanslarının takipçisi Taha şöyle yumurtlamalarda bulunuyor:
“Marxizm ideoloji olarak öldüğü halde Marxın bir düşünür olarak hâlâ yaşıyor olması ilginçtir. Gerçekten Marxın kehaneti yani ideolojisi çökmüştür, ama sosyolojik analizlerinden birçoğu önemini korumaktadır.”
Bak sen şu işe! İdeoloji çökmüş, ama düşünceleri hâlâ ayakta! Demek, ideoloji düşünce dışı, yaşam dışı bir yerlerden imal edilip paketler halinde gökten düşüyor! Ne de olsa Tahanın kafası bu sıralar frekans işinde ya, her şeyin gökten indiğini sanıyor!
Peki, çökük ideolojinin ayakta kalan düşüncelerini kim yerle bir ediyor? Bu dahi Kemal Dervişmiş! Gerçi Tahanın çöken ideolojinin yerine tayin ettiği Kemal Derviş hükümet çökertmişti ya!
Şöyle demiş Taha; Marx da kriz dönemlerini tahlil etmiş, Derviş de! Fakat Derviş, büyüme ve krizlerin devrevi olduğunu gösteriyormuş.
Tahanın aklında olsun diye söyleyelim: Marxın kapitalist krizler analizi zaten sürekli bir krizi değil, devrevi krizleri işaret eder. Ama onu anlayacak kafa nerede? Sonuçta nato mermer, hedge fonlu frekansçı kafa!
Elbette bizde dahi çok olduğundan Taha tek başına kalmıyor. O frekans, otel plan tadilat işleri peşinde koşarken, doğan boşluğu anında başkaları dolduruyor.
Bunlardan birisi de, kapitalizmin sınıfsız toplum yaratması sorumluluğunu ailecek üzerine almış Altanlar!
Şöyle diyor Mehmet bey; Kapitalizm yıkılmıyor, dönüşerek sınıfsız topluma doğru gidiyor.
Kapitalizmin sınıfsız topluma dönüştüğünü söyleyen bu dahi insan üstelik öğrencilere ekonomi dersi veriyor!
”Hocam kapitalizm kaç vakte kadar yıkılacak?”
Yok yavrum biz dün akşam ailecek karar aldık, kapitalizm yıkılmayacak, dönüşe dönüşe sınıfsız toplum olacak.
Peki, hocam sınıfsız kapitalist toplumda, herkes sınıfsız kapitalist olduğuna göre, senin gazetenin ayakçılığını kim yapacak?
Kriz tahlilleri elbette bu kadarla bitmiyor, bir dahi analiz de sosyal demokrat ekonomici Osman Ulugaydan geliyor.
”Bugün kapitalizmin küresel boyutta etkili hale gelmiş olması, Marxın belki daha da fazla önemsenen kehanetinin, yani kapitalizmin yerini başka bir sisteme bırakacağı öngörüsünün gerçekleşmediğini gösteriyor. Barack Obamanın seçilmesi halinde, dünyanın yeni gerçeklerine uygun, gücünün sınırlarını bilen ve dengeleri gözeten bir yönetim anlayışının hakim olacağını umuyorum.”
Osman abi ne yapmış: Krizden Marxın kehanetinin yanlış çıktığı sonucunu çıkarmış! Hani sanki krizi kapitalizm kendiliğinden yıkılsın diye Marx çıkarmış! Fakat kriz çıkmış, kapitalizm yıkılmamış. Tabii bu durum Osman Beyin gözünden kaçmamış! Böylece Marxın krizi gereksiz yere çıkardığını kanıtlamış! Fakat Allahın izniyle Obama seçilince kriz mriz kalmayacakmış!
Yine mesela, kendileri iyi sıhhate olsunlar, Sabahtan Emre Aköz, krizin nedenlerine kafa yormuş ve işin müsebbibini şıp diye bulmuş; “(ABDyi kastediyor) Düşük faiz politikasını sürdürünce, iş, fakirlere dahi ev kredisi vermeye kadar gitti. Ancak olayın bu yönü unutuluyor ve sadece şirketlerin yöneticileri suçlanıyor.”
Mehmet Altan işçi sınıfını yok etti, sınıfsız topluma geçti, Emre Aközün haberi yok! O, krizi ev alan Amerikalı işçilerin, alt sınıf insanlarının çıkardığını söylüyor! Bu yüzden de orada krizi çıkartan yoksullar dururken, şirket yöneticilerinin suçlanmasına çok fena bozuluyor!
Emre Aköz hissiyatlı çocuk! Amerikadaki banka yöneticileri bizzati kendisinin yöneticileri olmasa bile, onlara bile laf söyletmiyor!
Şimdi buradan Amerikalı orta, alt sınıf insanlarına sesleniyoruz: Niye ev alıyorsunuz da kriz çıkartıp Emreyi kızdırıyorsunuz bakayım!
Neyse, demek ne yapılacak? Taha, Dervişi, Osman abi Obamayı başa getirip krizlere son verecek, Mehmet abi, kökten çözümcü olup, küresel kapitalistlere Forda, Sorosa, hedge fonlarına komünizmi getirtecek . Bir tek bilgisayar işi sorun gibi gözükse de, o da bir şekilde halledilecek. Emre ise, Amerikada ve her yerde patronların dışında kimseye ev satışını yasaklayacak ve böylece kriz mriz olmayacak! Gerçi bu durumda inşaat sektörü, satış yok kriz var diye bağıracak. Kim bilir belki de o zaman hissiyatlı Emre, orta ve alt sınıfları, neden ev almıyorsunuz da kriz çıkartıp yöneticileri kızdırıyorsunuz diye azarlayacak!
Böyle işte; Ulemalar çözüm yollarını gösterdi.
Yaşasın kurtulduk!”
das kapitali nasıl yendiler – Evrensel
https://www.evrensel.net/haber/215526/das-kapital-i-nasil-yendiler
“Dünyayı etkisi altına alan kriz üzerine son günlerde birçok yazar, köşesinde enine boyuna bu konuyu tartışır oldu. “Kriz neden çıktı, önlem alınamaz mıydı, bundan sonra ne yapılması gerekiyor, krizden kimler sorumlu” üzerine yüzlerce satır yazdılar. Bu yazarlardan birisi de Taha Akyol’du.
Milliyet Gazetesi yazarı Taha Akyol, “Karl Marx haklı mıymış?” başlıklı yazısında, “Yaşamakta olduğumuz küresel kriz Marx’ı haklı mı çıkardı?” diyerek, krizin kapitalist sistemin bir krizi mi yoksa “yönetişim krizi” mi olduğu üzerine süregiden tartışmalara değinmiştir. Yazısında birtakım alıntılar da yapmıştır: “Harvard Üniversitesi’nden Jeffrey Miron’a göre, ‘kriz kapitalizmden kaynaklanmıyor… kredi kuruluşlarını aşırı risk almaya teşvik eden hükümet politikalarından kaynaklanıyor’. David D. Callik’e göre, yaşadığımız süreç ‘kapitalizm krizi değil, yönetişim krizi’dir.
Liberal Prof. Atilla Yayla’ya göre de kriz kapitalizmden değil, finans piyasalarında şişkinliklere yol açan yanlış politikalardan doğuyor.” Daha sonra tüm bu açıklamaların yanına Akyol bir de kişisel görüşünü ekliyor ve diyor ki; “Marksizm ideoloji olarak öldüğü halde Marx’ın bir düşünür olarak hâlâ yaşıyor olması ilginçtir.”
Oysa krizin nedeni üzerine süren tartışmalara Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum adlı kitabında “Kapitalist krizler dolaşım alanında ortaya çıkan arızi problemlerden değil, bizzat kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanmaktadır” diyerek ışık tutmaktadır. Savunulduğu gibi kriz, “akılsız politikalara ve politikacılara, kötü ekonomi bürokratlarına, yetersiz ya da amaca uygun olmayan yasalara” bağlanabilecek bir sorun değil bir sistem sorunudur. “Son yaşananlarla bir kez daha kanıtlanmış oldu ki, kapitalist rekabetin doğası gereği, pazardan daha fazla pay kapma ve daha fazla kâr olanağının önüne, çıkartılmış hiçbir ders, hiçbir akıl, hiçbir vicdan geçemez. Kapitalizm rasyonaliteye değil, özel mülkiyete, rekabete ve bunların bir sonucu olan kâr hırsına dayanır.” (Oktay Boran-Kapitalizm Yine Bunalımda)”
http://marksist.net/okur_mektubu/“marx’_ideolojisi_cokmus”mus.htm
İdraklerimize Giydirilen İzm’ler (Culuk’lar)
Tayoculuk
Kemoculuk
Memoculuk
Fetoculuk
Necoculuk
Büloculuk
Süloculuk
Seloculuk
Apoculuk
Maoculuk
Taoculuk
Kimoculuk
Titoculuk
Çeoculuk
Hügoculuk
Lenoculuk
Markoculuk
Anarkoculuk
Ekoculuk
Femoculuk
Gezoculuk
Tatavoculuk
Democuluk
Liboculuk
Gün Zileli Aralık 8th, 2018 at 20:26
sanki biraz telaşlanmış gibisiniz bu sarı gömlek meselesinden dolayı!
You’re right!
He is afraid of revolution. And the World Revolution, not only “Paris”.
And because of that, he thinks that they should “stay in Paris”;
https://www.youtube.com/watch?v=XigCBT2z_j0
RTE İnşaat Taahhüt Ticaret A.Ş.
Mustafa Kemal Coşkun
10 Ocak 2019, Perşembe
Gerçek
Epey bir zaman önce Erdoğan, “devleti bir anonim şirket gibi yönetmek” istediğini söylemişti. Yıllardır temelleri atılan bu sağ-liberal anlayışın son cumhurbaşkanlığı seçiminden itibaren doğrudan uygulanmaya başladığını söyleyebiliriz. Ancak bu isteğin Erdoğan’ın kişisel hırsıyla açıklanması yanlış olacaktır. Bir kere bu sağ-liberal yönetim anlayışı hiç de yeni değil. 80’li yıllarda İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan, bizde de Özal bu düşünceyi dile getirmişti. Şimdi de ABD’de Trump, Türkiye’de Erdoğan bunun öncülüğünü yapıyor. Buradan da anlaşılacaktır ki devletin şirket gibi yönetilmesi, kimsenin kişisel hırsından değil, burjuva sınıfının daha fazla kâr elde etme ve bunu yaparken de buna karşı olabilecek tüm sınıfları, daha doğrusu işçi ve emekçileri baskı altına alma ihtiyacından kaynaklanıyor. Böylece burjuva sınıfının desteğiyle Erdoğan, devleti bir anonim şirket, kendisini de bu şirketin CEO’su yaptı/yapıyor. İslamcılık ve muhafazakarlık da bu iş için en uygun ideoloji. Erdoğan boş yere seçilmiş değil yani.
Ülkeyi şirket gibi yönetmenin değişik göstergeleri var. Örneğin kapitalist toplumda devlet burjuvazinin hizmetindedir, ancak normalde burjuva sınıfı devleti doğrudan değil kendi temsilcileri aracılığıyla yönetir. Oysa cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra kurulan hükümette dört bakanın iş adamları arasından seçilmesi, bu durumun değiştiğini, yani burjuvazinin artık doğrudan doğruya devlet yönetimini eline almaya başladığını gösterir. Elbette ki işçi ve emekçi sınıfların bütünüyle aleyhine olarak yapılıyor bu.
Ülkenin şirket gibi yönetilmesinin en çarpıcı örneği Varlık Fonu’nun kurulmasıdır. Erdoğan, ülkenin mal varlıklarını kimse hesap sormadan alıp satayım istiyor, böylece ülkede yaşayan insanları vatandaş değil fakat bir şirket çalışanı haline getiriyor. Ülkenin en önemli mal varlıklarını, gelir getirici kurumlarını, kaynaklarını devlet denetimi dışına çıkararak, özel şirket gibi kendi kasasına alıyor. Bunlar için de kimse hesap sormasın, istediğim gibi alıp satayım istiyor. Varlık Fonu’nun Sayıştay denetimi dahil olmak üzere devlet kurumlarının uymakla zorunlu olduğu yasalardan muaf tutulmasının nedeni de bu. Grevler boş yere yasaklanmıyor. En basit bir eylemin bile iktidar tarafından tehditle karşılanması, işçilerin ve işçi önderlerinin tutuklanması da bu yüzden. Devleti şirket gibi yönetmenin sonucu bu.
Devleti şirket gibi yönetme isteğinin temel nedeni, özellikle ekonomik kararların tek elden ve çok hızlı biçimde alınmak istenmesi. Bunun başka önemli sonuçları da var. Nitekim yasama işlevsiz hale getirilip bakanlıklar da icra memurluğuna dönüştürüldü. Artık yasalar mecliste değil, doğrudan cumhurbaşkanlığı tarafından çıkarılıyor. Yargı ise tamamen cumhurbaşkanının ağzından çıkacaklara odaklanmış durumda. Artık cumhurbaşkanının her sözü bir “mahkeme kararı” biçiminde algılanıyor. Anayasanın bile rafa kalkması, AİHM kararlarına uyulmaması da bu yüzden. İşte bütün ülkede birçok alanda yaşanan hukuksuzlukların temel nedeni de ülkenin şirket gibi yönetilmeye başlanmasından başka bir şey değil.
Ancak bu “şirket” batmak üzere. Aynı gemideyiz teraneleri de batan şirketin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yüklemek için. İşçi ve emekçiler, ancak siyasal bir devrim aracılığıyla bu cendereden kurtulabilir. Bunun başka bir yolu yoktur. Ve kimilerinin sandığı gibi, böyle bir devrim, dünyanın hiçbir yerinde çok da uzak değildir.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ocak 2019 tarihli 112. sayısında yayınlanmıştır.
https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/rte-insaat-taahhut-ticaret
Bir soru:
Aşağıdaki seçeneklerden hangisi hiçbir zaman ve koşulda tercih edilmemelidir?
A) Bana dokunmayan yılan bin yaşasın
B) Yılan ne bana, ne de başkasına dokunsun
C) Yılan başkasına değil bana dokunsun ve böylece kurtarıcı olayım
Bir soru daha:
Hayatta kalmak için “Kapitalizm (veya ABD, AKP vb) Yılanı” karşısında A seçeneğini tercih etmek mecburiyetinde kalan kapitalist (veya ABDci, AKPci) olmayan biri (kapitalist, ABDci, AKPci biri değil!) suçlu mudur?
İnşallah televizyon kısa ve öz cevaplara alışmış, sıkılınca, diğer bütün site dahileri gibi, kanal değiştiren ʻ193 Anonimʼ dahi hâlâ bu kanalda mi? Eğer bıkıp daha eğlenceli bir site kanalına kuantum zıplaması yapmadıysanız, diğer dahiler gibi kısa ama öz bir cevabınızı beklerim.
Ben dahi değilim ama çok tenezzül etmeme numaraları gördüm, ʻno diceʼ! my boy.
Aşağıda düzenin en devasa medya araçlarından birinden bazı alıntılar ve benim Türkçe yorumlarım.
***
Modern society is suffering from “temporal exhaustion”:
“If one is mentally out of breath all the time from dealing with the present, there is no energy left for imagining the future.
No wonder wicked problems like climate change or inequality feel so hard to tackle right now.
That’s why researchers, artists, technologists and philosophers are converging on the idea that SHORT-TERMISM may be the greatest threat our species is facing this century. They include philosophers arguing the moral case for prioritising our distant descendants; researchers mapping out the long-term path of Homo sapiens; artists creating cultural works that wrestle with time, legacy and the sublime; and Silicon Valley engineers building a giant clock that will tick for 10,000 years.
***
Asıl asıl ve tek asıl sarışın dahiler sürekli devrimi yapa dursun, bu sitenin günlük gazete-televizyon-sosyal medya-falan filan solcu-devrimci dahiler ŞİMDİ / DEVRİM OLDU OLACAK dedikodu emzikleri dağıtmaya devam ederler.
Hiç biri, sözüm ona olmuş devrimlerden insan kalitesini yükselten bir devrim örneği veremezler. Sorarsan tıpkı asıl durmaksızın devrim yapan Kapitalʼin müritleri gibi hemen diş fırçası, kalem açacak gibi ıvır zıvırlar saymaya başlarlar. Teknolojide ilerleme yapıp asıl gizem dolu Allah Kapitalʼe dönen Rusya ve Çin bile bu dahileri uykularından uyandıramaz. Kazananların tarihinde bile Kapital+Bilim-Teknoloji dininin müritleri kadar yobazlara sonsuz ender rastlanır. Akılları sıra düşmanlarıyla aynı dünya görüşünü paylaştıkları için uyanmaları ümkansız.
Tabii, sadece bu site değil. Mesela, laik-ilerici-her şey teorisi insan tabiatı olan yobazlar yobazı emzik dağıtma uzmanı Nişanyan da var. Bu herif 68 Türk devrimciliği tavasından ateşe atlayıp hiyerarşi imamı olmuş. Bir yamağı da Nişanyanʼın zırvlamalarını kesip kesip yapıştırıyor.
Hitlerʼi andıran Nişanyan, sitesindeki diğer dahilere emdirdiği diğer bir emzik örneği: İşi becernler süper ırk değil süper dahilermiş. Bütün toplumlarda bütün kültürel SÜPER yapıtlar, ya o toplumun, kendi ve bu site ve mavi gözlü sarışınlar gibi, adları bilinen dahilerinin ya da isimleri unutulduğundan yanlışlıkla tüm kültüre mal edien SÜPER insanların eserleriymiş. Nişanyanʼı sıkarsak özü şu: Toplumlarda, eser süper ise, beceren süperdir; sivri kelle süper ise, süper eseri o becerir.
Bu sitede sık sık yanlışlığının ispatı imkansız zırvalamalar yapan bir dahiler dahisi vardı. Herif kaçtı, gaiplere karıştı. Bu totoloji uzmanının altın yumurtalarını gören olmaması bu sitedekilerin dahiliğini fazlasıyla kanıtlar.
Her neyse, bu herifin tipik bir içeriği boş dırdırı: ʻprimitifʼ ne demekmiş. Tıpkı bu site dahileri gibi konuyu değiştirip süper dahi olduğunu sergilemiş.
Antropologlar ʻprimitiveʼ kelimesinin bu site dahileri gibiler arasında yaptığı çağrışımlarının çirkinliği karşısında terimi değiştirmeye çare aradılar. Çok sayıda adaylar ileri sürüldü. Ama eninde sonunda Nişanyan, bu site dahileri benzerlerinin yobazlıklarından vazgeçmeyeceklerini bildiklerinden pek kafaların yormadılar.
Hem de, bazı antropologlar primitiflerden söz ettiklerinde, bilerek, vahşi, çıplak, ilkel sıfatlar eklerler. Böylece, siz süper dahiler karşısında, benim gibi gülünç duruma düşmekten sıyrılırlar.
Bu kasti alay etme aslında çok yaygındır. ABD’de siyahlar birbirlerine ʻniggerʼ, çoğu ülkelerde eşcinseller birbirlerine ʻibneʼ, Fransaʼda bir ağır iş, çok baharatlı yemek, sert içki ikram edenler hoyratları taklit edip “dikkat et, bu ibneler içi değil” derler.
Bu politically correct ve hassas orta sınıflıların sitesinin sansüründen çekinmesem, sayısız benzeri hitapları eklerdim.
Her neyse, ʻ193 Anonimʼ dahiye döneyim.
ʻʻPeki bu kelimeyi kendiniz için hangi anlamda kullanıyorsunuz Dahi Bey?ˮ sorusunu sormuş. Benden, kendisi ve diğer bir dahi Descartes gibi her şeyi az, öz, kısa, net ve kesin, alıştığı à la televizyon cevabı istediği belli.
Dahi kendine özgü dünyada yaşar ve sadece hizmet ettiği efendilerini tanır.
Farkı anlatmak için de, ʻʻzanaatkarın komşuları vardırˮ diyebiliriz.
***
ʻWhat these thinkers from myriad fields share is a simple idea: that the longevity of civilisation depends on us extending our frame of reference in time – Considering THE WORLD AND OUR DESCENDANTS THROUGH A MUCH LONGER LENS. What if we could be altruistic enough to care about people we might never live to see? And if so, what will it take to break out of our short-termist ways?ʼ
***
BEN ZANAATKAR GİBİ 4-6 MİLYON YILLIK KOMŞU İNSANLARI DA DÜŞÜNÜYORUM.
Bu site dahileri ise huu huuu çekip efendilerinin kazananlar tarihi son 7 bin yıllık bataklığına saplanmış ʻʻUçak yürümekten daha hızlı!ˮ ve benzeri binlerce ilahiler okuyup bir elle saraydan alıp, diğer elle medya tiryakilerine veriyorlar.
Ben, ʻʻUçak yürümekten daha hızlı!ˮ diyenin devrimci olması kadar sapıklık düşünemiyorum.
***
Part of the problem is that the ‘now’ commands so much more attention. Some philosophers are researchers are employing a principle called ‘Seventh Generation’ stewardship, defined by the leaders of the Native American Iroquois Confederacy many centuries ago:
“Every decision they took had to keep in mind seven generations hence,”
***
Bak şu düzeni elde tutanların en güçlü medya aracının yazdığına. Denize düşen gerçek sarışın dahiler, en adi ve alçak, hemen hemen çıplak ilkel ırklara sarılmışlar. Ama bu sitedeki takiltçi sarışınlar hâlâ bu alçak ırk ilkellerin de Medeniyetʼe katkıda bulduklarını savunacak bir sivri kelle bekliyorlar. Hani, bir eski Marksist yeni anarşist diplomalı veya Özgür Üniversiteʼde bir profasofisorluk yapan Devlet memuru anarşistliği Türklere müjdelemişti ya, işte öyle. Ama ben eminim, yeter ki bu site devrimci dahilerinin bir babası yol göstersin.
***
ʻʻAnd if we are prone to neglecting the wellbeing of our own future selves, it’s even harder to muster empathy for our DESCENDANTS.
There is nowhere this is more apparent than in the world of politics and economics.ˮ
***
Bu devasa medya dahisinin de gözleri bu site dahileri gibi hep İLERİDE. Günümüze bırakılan 7 bin yıllık hırs ve güc tapma mirası hemen unutulur: sağcı ve solcuların kardeş kardeş paylaşacakları, özellikle zamanımızın en derin yerinde yatan İLERİCİLİK ve bunun en eşsiz somut örneği ʻʻGELECEK NESİLLERˮ veya 19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR falan filan zart zurtu devreye girer.
Here is that Abdüllatif Çok Şekerli’nin ʻʻalways look on the bright side of life.ˮ dalgaları again.
Bu site dahilerini diğer bir özelliği da modern bilimin ne olduğu bilgisini köküne kadar bilip yutmuş olmaları.
Kuantum bilimi adam ve karılardan çok daha önce, bu site dahilerinin başlarına Erdoğan’ı bela eden, işin içinden çıkamayan adi Müslüman filozoflarına göre “allah, her an googleplexin bile okyanusta damla olduğu sayıda yüzlü bir zar atarmış ve hep aynı geldiği için hep aynı yaratırmış!ˮ
Korku ve endişeye, strese girmeye, streslerinizi çocuklarınıza hissettirp onları tramvaya sokmaya hiçbir neden yok: Dünya şimdiye kadar nasıl olmuşsa, beklenen ve durmaksızın olan devrimler de dahil, öyle olacak!
http://marksist.net/ezgi-sanli/grev-hak-ihsan
Did 214 Anonim change his Laf Salataları?
146 Necip 12 Ağustos 18 / 2pm
“İşte sana emziği çıkarıp konuşman için televizyon+okulun size öğretmediği birkaç sonsuz basit örnekler.”
Hala daha ve HEP ayni sey..
Yukaridaki cumlenizi takip eden metni, merak uzerine, saydirdim:
2,854 karakter (harf veya rakam)
412 kelime
21 paragraf
Bunca byte israfina ragmen, dise dokunur hicbirsey yok. Bastan asagi laf salatasi.
‘Laf salatasi’ oldugunu soylemekten oteye, kaale alinip cevap verilecek icerik yok.
Egemenlerin Ekmeğini Yemek
İsa; “Ben ekmeğini yediğim Roma’ya ve Yahudi Oligarşisi’ne ihanet edemem” demedi.
Muhammed; “Ben ekmeğini yediğim Kureyş Oligarşisi’ne ihanet edemem” demedi.
Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey’in aksine; “Ben ekmeğini yediğim Padişah’a ihanet edemem” demedi.
Recep Bey, tıpkı Necip Bey gibi; “Ben ekmeğini yediğim Balkan Oligarşisi’ne ihanet edemem” demedi.
Öyleyse işçi-emekçiler, Kürt ulusalcıları ve muhalif Türk aydınları niçin “Ben ekmeğini yediğim Kapitalist Devlet’e ihanet edemem” desinler?
https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/sari-yeleksizler-12-ayda-12-halk-isyani
Kapitalist Kürdistan devleti medyasında şöyle bir haber var:
“Türk Ocakları’ndan (terör örgütü TKK/TYD için ABD tarafından kullanılan isim) Çin’e Doğu Türkistan (Batı Çin kastediliyor) tepkisi”
Eğer kapitalist bir Türkiye devletinde yaşıyor olsaydık bu haberi daha sade bir şekilde şöyle okurduk:
“Türk Ocakları’ndan Çin’e Doğu Türkistan tepkisi”
Despotik Devletin Militarist Kültür[süzlüğ]ü
Çanakkale muharebelerinin “anlam ve önemi”yle ilgili konuşmasında “Çanakkale’yi görmemiş birine kız vermem” şeklinde bir ifadesi olan bir bürokratın, ve “Bizde askerlik yapmayana kız verilmez” diyen yaygın vatandaş zihniyetinin temsil ettiği militarist kültüre verilebilecek en “güzel” cevap, şu “çirkin” üsluplu cevaptır. Tabii ki sözkonusu kızlardan özür dileyerek;
“Sizin …. …lu kızlarınıza kalmadık!”
http://www.hurriyet.com.tr/avrupa/hollandada-14-kent-sarardi-rutte-defol-git-41081296
İki Şeytan: Kapitalizm/İktidar Ve Balkan Oligarşisi
İki Homojen Sınıf: İşçi-Emekçiler Ve Anadolu
Anti-Balkan Oligarşist ve iktidar yandaşı Necipbeygiller:
Şeytanlaştırılan bir “kapitalizm”e karşı homojen bir “işçi-emekçi” sınıfının sözcülüğüne soyunan anti-kapitalist iktidar karşıtları ne kadar gülünç!
Anti-Kapitalist ve iktidar karşıtı Günbeygiller:
Şeytanlaştırılan bir “Balkan Oligarşisi”ne karşı homojen (yani zengin patronu ve yoksul emekçisi bir olan!) bir “Anadolu”nun sözcülüğüne soyunan anti-balkan oligarşist iktidar yandaşları ne kadar gülünç!
Altı Kemalizm üstü Siyasal İslamcılık: Siyasal İslamcı ve Neo-Kemalist AKP rejimi
“19. yüzyılda Batı’nın yarı-sömürgesi durumuna geldikten sonra da çarpık bir pre-kapitalist ekonomik temel üzerinde ayakta durmaya çalışan ve bu amaçla, sözüm ona “Batılılaşma”, “yenileşme”, “modernleşme” doğrultusunda reformlar da yapan bu devlet, tam da “altı kaval (asyatik) üstü şeşhane (modern!)” benzetmesini hak eden bir “kimlik” sergilemiştir.”
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı
9. Bölüm
Marksist Tutum
http://marksist.net/TRH/Modern9.htm
Sayın solcu-devrimci Parisli le Monsieur croquemitaine, coincé du cul, etc.?
ʻʻHe is afraid of revolution. And the World Revolution, not only “Paris”.
And because of that, he thinks that they should “stay in Paris”
Hayır, asıl neden başka ama siz hızlı devrimciler duymak veya anlamak istemezsiniz. Küresel devrimci boşalmalar çoktan oldu. Korkunuz birbirinize boşalma zevkinden mahrum olmak.
Boşalma derdinizi anlamak zor. Kadın özgürlüğü mü acaba?
İyi eğitiminiz var, iyi mesleğiniz var, ücret kölesi olmak sizi rahatsız etmiyor, maaşınız iyi, sanırım çoğunuz evli çoluk çocuklusunuz, televizyon ve medya ile dünyaya bağlanmış salt Türk vatandaşı değil Küreseldaş olmuşsunuz, binlerce boyunduruğa rağmen, kapitalistlerin asıl materyalist laik bilimsel teknolojiksel her nana-saniye daha yeni ve daha iyi devrimleriyle İLERDEKİ asıl devrime yaklaştırma emzikleri size fazlasıyla yetiyor…
Bence, site taklit sarışın devrimciler sağ/sol politikacılığının özünü özümlemişler, tek farkları saray dışında olmaları:
ʻʻYOU CAN CON PEOPLE AND FOR A LONG TIME. YOU CAN CREATE EXCITEMENT, YOU CAN DO WONDERFUL PROMOTION AND GET ALL KINDS OF PRESS, AND YOU CAN THROW IN A LITTLE HYPERBOLE.ˮ
Son ʻ hyperboleʼlerden biri: asıl sarışınların Paris ivmelenmeleri, devrim köşesi dönüldü dönülecek!!!
Sonsuz küçük bir istatistik: ʻʻLes prix du carburant diminuent (mais ils baissaient déjà avant le mouvement des gilets jaunes)ˮ
Mesleği sizler gibi emzik dağıtma olan Macron, sarışın sarı yeleklilerin ne istediklerini sizlerden çok daha iyi bilir. İvme ve taş oynamaları gibi en adi emzikler dağıtma ustası: O da siz de ümitsiz insanların yalanları hakikate tercih ettiğini çok iyi bilir.
Zileli ve siz, sarışınların sarı yelekli olanlarına biraz yakından baksaydınız bu kadar şakşakçılık etmezdiniz. Onu da bir yana bırak, Zileliʼnin yanıtı lenin-stalin-mao-prinç ayıklayıcı günlerinde alıştığı şantaj: ʻʻBizim devrimden korkan alçak karşı-devrimcidirˮ şantajı. Siz bunu görmeyecek kadar ona ve Macronʼa benziyorsunuz.
Benim amacım devrim uzmanlarıyla eğlenmek. Hızlı devrimci Zileli ve sizler gibi boşalma fırsatları kaçırmayan hızlı devrimcilere bilmeden hayran olduğunuz kazananlar tarihinden bir örnekle size gülmek.
Tüketim ekonomisinin hilkat garibeleri sarışın sarı yelekliler de siz ve Zileli gibi orta sınıflılara çok benziyorlar. Tek amaç daha fazla tüketenler gibi olmak. Macron bunu biliyor, siz bilmezlikten geliyorsunuz.
Sarı yelekliler, Fransaʼnın tarihte her türlü alçaklığına ve şimdiki alçaklığına karşı değiller. Fransaʼda çok az bir azınlık where is ʻLiberté, égalité, fraternitéʼ? Dünyadaki sefalete, yaklaşan doğal felaketlere, ülkelerinin insanı yok etmeye yönelik en son teknolojilerde Amerikaʼnın maymunluğu ettiğine, tarihte ırkçılığı dünyaya yaydığına ve yüzlerce benzeri pisliklere karşı değiller. Hatta büyük bir çoğunluk tasvip bile eder. Macron ve Merkel kendi halkları hakkında söyledikleri alçaltıcı laflar bile bunları rahatsız etmez. Fransa kolonileri, Fransa silah satışı, Fransaʼnın savaşları arttırma kışkırtmaları… Kısacası aç ayı oynamaz ama mutlu köpekler kuyruk sallarlar.
Kazananlar tarihini Fransızsının Afrika ırkçılığından bir sayfa:
‘The French had turned to African colonization after their 1871 defeat in the Franco-Prussian war, licking their national wounds by seizing large swaths of territory across western Africa. “God offers Africa to Europe,” author Victor Hugo asserted in urging his fellow Frenchmen to add to holdings in Senegal and Algeria, “Take it. . . and at the same time solve your own social questions!” To his own rhetorical question “From whom” was the land being taken, Hugo responded, “From no one!” … This is what came to be known as “the scramble tor Africa” and invoked the civilizing mission to justify their jockeying for international stature and the continent’s vast mineral resources.”
ʻʻ… in the sixteenth and seventeenth centuries, European travelers found much to admire in the societies, economies, and cultural traditions of China, India, and other lands. By the eighteenth and nineteenth centuries, however, after the Enlightenment and the development of modern science, followed by the tapping of new energy sources that fueled a massive technological transformation, Europeans increasingly viewed other peoples as intellectually and morally inferior while dismissing their societies as sinks of stagnation. Hegel articulated these views in stark and uncompromising terms. The Mediterranean basin was ‘the centre of World-History,’ he intoned, without which ‘the History of the World could not be conceived.’ By contrast, East Asia was ‘severed from the process of general historical development, and has no share in it.’ Sub-Saharan Africa was ‘the land of childhood, which lying beyond the day of self-conscious history, is enveloped in the dark mantle of Night.’ As a result, Africa was ‘no historical part of the World; it has no movement or development to exhibit.ˮ
ʻʻ Long before the United States became a major force in global affairs, Americans believed in their superiority over others due to their inventiveness, productivity, and economic and social well-being [sizlere ne kadar benziyor, değil mi?] . U.S. expansionists assumed a mandate to “civilize” non-Western peoples by demanding submission to American technological prowess and design. As an integral part of America’s national identity and sense of itself in the world, this civilizing mission provided the rationale to displace the Indians from much of our continent, to build an island empire in the Pacific and Caribbean, and to promote unilateral—at times military—interventionism throughout Asia. In our age of “smart bombs” and mobile warfare, technological aptitude remains preeminent in validating America’s global mission. And now, we hold the belief that it is our right and destiny to remake foreign societies in our image has endured from the early decades of colonization to our current crusade to implant American-style democracy in the Muslim Middle East.ˮ
Seneler sonra silik yansısı olduğunuz Macron, De Gaulleʼın Cezayirʼdeki cambazlığını yapar. Eminim bu sitede ve diğer azılı devrimci sitelerde benzeri devrimci inclemeler olacaktır.
Emmanuel Macron a enfoncé le clou en plagiant le “je vous ai compris” du général De Gaulle : “J’éprouve de la compréhension pour ces concitoyens (…) J’ai vu, comme tous les Français, les difficultés que la situation entraîne auprès de ceux qui roulent beaucoup et qui avaient déjà du mal à finir leurs fins de mois. Ils disent que ce sont au fond toujours les mêmes qui font les efforts. Et ils ont raison”. Et de marteler : “Ils ne sont pas les auteurs de cette situation, ils en sont simplement les premières victimes”.
You fake racist blond minions – Zileli, yoursef and most other commentators of this site – can read the history of this mission through America’s foreign relations over nearly four centuries from North America to the Philippines, Vietnam, and the Persian Gulf if you turn your bedazzled eyes from %5 visible window dressing that you people swallow while wallowing in a revolutionary quagmire.
Kabızlık, Medeniler Arasında Çok Yaygın Metabolizma Hastalıklarından Biri.
Sayın iki kabızlar, gıda sindiriminde ʻkolay giren zor çıkar, zor giren kolay çıkarʼ öğüdünü duymamışsınız galiba. Medeni olduğunuzdan olacak, sadece medeniliğin en derin ilkesi İLERLEME = KOLAY YAŞAM gıdasını iyice hazmetmişsiniz. Maalesef, yan etkiden dolayı kabız olmuşsunuz.
Ah o taklit sarışın Türk bilim adam-karıları, hep geriden takip ederler. Türkiye’ye son geldiğimde ruhaniler ruhanisi televizyonda bilim adam-karı taklidi beyaz önlüklüler sizlere Batı Bilimsel Gıda Devrimiʼnin en son ve en iyi emziklerini emdiriyorlardı.
216-146 beyler, devrimci organik üretici-satıcılar sizler gibi benim dırdırlarımdan rahatsız olup bana kamyon doldurup boşaltma işine terfi ettiler. Ondan önce yıllarca organik sebze meyve satışı yaptım. Satıcılar olsun, alıcılar olsun, çoğu sizler gibi kabızlık sorunu yaşarlardı.
Bilimsel gözlemlerimle ʻkabızlığa çareʼ geçici ama bilimsel sonucum aşağıda:
Sitede kabızlar arası uyguladığınız birbirinizi pompalamalar ruhani laf terapisi. Pompalanmak sizlere zevkli gelebilir ama unutmayın, şart olsa da ama kâfi değil. Materyalist SALATA yemelisiniz. İkide-bir teknolojisi ürünü LİF dışınızı da içinizi de temizler.
Canlı varlıkların boşalması şart. Şimdilik ağzınızla boşalmanız yetebilir ama uzun sürede çıkaramadıklarınızın kalıntıları iç yakımla sizi dincilerin cennetine boylatabilir.
Eğer SALATA kabızlığınızı gidermezse, tıp teknolojisinin en son mucizelerinden biri olan emme makinesi ile içinizi temizletebilirsiniz.
‘Hemen söyleyeyim, olmamış. Geçmişte Fikret Başkaya, Gün Zileli gibi solun dokunulmazı sayılan ve bunu asla hak etmeyen kişilerle dövüşmüş biri olarak şunu belirteyim ki…’
‘AYŞEGÜL TÖZEREN’ TİPİ POLEMİKÇİLİK VEYA ELEŞTİRİTE NİTELİKSİZLİĞİN ZAVALLICA İFŞASI
‘Gerçek Edebiyat’ta, geçtiğimiz ay yayımladığım ve ‘Ayşegül Tözeren’ adlı kişinin, edebiyat eleştirmeni sıfatı ile kaleme aldığı eski makalelerinin derlenmesinden oluşan kitabını konu ettiğim ‘Ayşegül Tözeren’ Tipi Eleştirmenlik veya Edebiyatta Eleştirisizliğin Eleştirel Tahkimi’ başlıklı yazım, (http://gercekedebiyat.com/haber-detay/aysegul-tozeren-tipi-elestirmenlik-veya-edebiyatta-elestirisizligin-elestirel-tahkimi-alper-erdik/3370) muhatabından daha önce onun yoldaşlarını rahatsız etti.
Sosyal medya denilen mecrada bir araya gelen bu kitle; ulusalcı, ihbarcı, eril dil sahibi, nefret dolu, öfke yüklü gibi lafızları benim için hoyratça kullanırken, Tözeren araya girip bunları sakinleştirdi ve gerekli cevabı uzun uzun yazacağını söyledi.
Tabii… Ne de olsa yazarın ‘Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi’ adlı kitabı burjuva medyasından sol yayınlara kadar her alanda bunca olumlu tepkiyle karşılanmışken, birinin çıkıp seriyi bozması olacak iş değildi. Üstelik bunu yapan da kimdi ki, dahası bu cüreti nereden edinmişti?
Beklenen yazı veya cevap, ‘Evrensel’ dergisi kapatıldıktan sonra, dayanışma maksadı ile pek çok sayısını edindiğim; ancak içinde okunacak bir şey olmamasından kaynaklı uzun zamandır almadığım yeni e dergisinin Ekim 2018 tarihli nüshasında, ‘Alayına İSYAN!’ başlığıyla geldi.
Yazar, ‘Gerçek Edebiyat’ adlı bir sitede, şöyle şöyle bir yazı yayımlandı’ diyerek başlıyor cevabına. İsmimi, dört sayfalık metinde tek bir kez zikretmiyor. Ya beni kendisine muhatap görmüyor ya da öznesiz postmodern edebiyat ürünlerine hayranlığını kendi yazdıklarında da somutlaştırıyor. Her şeyden önce, Tözeren’in bu nezaketsizliğini bir kenara not etmek gerekiyor. Herhalde muhatabının adını anmamak, en ateşli tartışmalarda bile çok görülmüyor.
Buna ne neden oldu, bilemiyorum. Yazar, farklı bir sese tahammül edemedi, anlıyorum; ancak kendisine hakaret, küfür, iftira etmeyen birine karşı bu nefreti de çok mantıklı göremiyorum.
ETKİSİZ ATAK
Her neyse, bunları bir kenara bırakırsak; cevap geliyor, ‘hazır olun’ diyerek, kendisini sevenlerde ve itiraf edeyim bende de beklentiyi hayli yükselten Ayşegül Tözeren’in bu kadar zayıf ve etkisiz ataklarla hücum edeceğini düşünmemiştim. Telaşla ve kontrolsüzce, metnimden cımbızladığı ve tahrif ederek okuruna sunduğu alıntılarla bir yanıt teşkil etmeye çalışmış yazar.
Hemen söyleyeyim, olmamış. Geçmişte Fikret Başkaya, Gün Zileli gibi solun dokunulmazı sayılan ve bunu asla hak etmeyen kişilerle dövüşmüş biri olarak şunu belirteyim ki, Tözeren’i bu kadar deli eden eleştiri yazım aslında epeyce yumuşaktı. Öyle olmasaydı zaten, yazarın ikinci raundu görmesi imkânsızdı.
Ayşegül Tözeren, benim kendisinden şair ve eleştirmen olarak bahsetmeme takılmış. Şair sıfatını ‘Ekşi Sözlük’ten almışım. Şiirlerini görmediğim birine şair demem büyük hataymış.
Önce şunu söyleyeyim: Hürriyet’te, Cnn Türk’te ve pek çok farklı yerde de şair ve eleştirmen olarak bahsediliyor Ayşegül Tözeren’den. Kendisi bunların hiçbirine itiraz etmiyor ancak sırf bana vurabilmek için, ‘şair falan değilim aslında, vaktiyle görsel şiirle uğraştım’ diyor. Ben ona şair derken, zaten onun bu beyanından yola çıkmıştım. Kendisinin uğraşısını yok saymamaktı amacım; yoksa üretimlerinin niteliğini bilmiyorum, doğrudur.
Tözeren, okuduğumu anlamadığım iddiasıyla sürdürüyor yazısını. ‘Edebiyat selfie’si kavramsallaştırmasını ve bunu yaparkenki amacını idrak edememişim. Yazarın kitabı için, ‘Edebiyatımızın selfie’si gibi güncel ve kimseyi dışarıda bırakmayan bir kabullenişle teşkil edilmesi açısından da bir hayli samimi.’ demiştim yazımda. Tözeren, ‘selfie’ sözcüğünü, cezaevinde üreten Murat Saat’in, dışarıdakilerin olanaklarına sahip olmadığını, yazarın gösteri veya gösteriş edebiyatı dediği sektörün, sosyal medya olanaklarını bile pazarlama stratejisine çevirdiğini anlatmak için kullandığını söylüyor.
Doğrudur. Tözeren’in ‘edebiyat selfie’sini çekmeli’ cümlesi, başka amaçlarla yazılmıştır, yazar ne diyorsa odur. Ancak benim kurduğum cümle için de aynısı geçerlidir, ne yazmışsam odur. Selfie denilen şeyde, bilindiği üzere, en önde, ‘çekenin sureti’ oluyor. Ayşegül Tözeren de bu selfie’de, selfie’yi çektiğinden, başta yer alıyor. Burada, güya eleştirdiği edebiyat piyasasına dâhil, ideolojik, politik ve kültürel düzlemlerde ‘gösteri edebiyatı’ndan kopuşunu gerçekleştirememiş olduğunu düşündüğüm Ayşegül Tözeren’e ince bir gönderme yapmıştım; anlamamış. Anlamayınca da dönüp bana hakaretamiz laflar etmiş.
‘TÜRKİYE EDEBİYATI’ TARTIŞMASI
Tözeren anlamıyor; ama benim anlamadığımı iddia ediyor. Örneğin, ben şöyle yazmışım: ‘Tözeren’in, Hüseyin Cöntürk’ten mülhem bugüne taşıdığı bu tartışma, bir yanıyla dil devrimi yapmaya çalışan genç Cumhuriyet’in kültür politikalarına negatif göndermeler taşırken; öte yandan dilin ‘kötü’, anlatının ‘iyi’ olabileceğine göz kırpan postmodern teorilere de olumlu anlamda kapı aralıyor.’ Kendisi ise buna, kitabının hiçbir yerinde, ‘dil özensiz olabilir’ gibi bir iması olmadığı şeklinde yanıt veriyor.
Yukarıdaki alıntı, Tözeren’in, Nurullah Ataç ve Fethi Naci gibi eleştirmenlerin dil konusundaki titizliğini gereksiz bulduğunu söylediği satırların devamıdır, önce bunu belirtelim. Yazar, oradan Cöntürk’e geçiyor ve Ataç’la Naci’nin bu hassasiyetini taşımayan bu eleştirmene olumlu atıf yapıyor. Ben de tam burada, ‘dil konusunun eleştiride önemsenmemesini yanlış bulduğumu, bunun ister istemez postmodernist yazının meşruiyetine dayanak olabileceğini’ söylüyorum. Tözeren, ‘dilin kötü kullanımını destekliyor’ demiyorum. Kapı aralamak deyiminin ne anlama geldiğini öğrenmesi için, Tözeren’e, ‘TDK Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nü öneriyorum.
Ayşegül Tözeren, sonrasında, ‘Türkiye edebiyatı’ meselesine geliyor. Yazımda şöyle demiştim: ‘Tözeren, ‘Türkiye’ edebiyatı diyor elbette; çünkü ‘Türk’ edebiyatı derse, kendisine ezen ulus şovenisti derler!’ Ne söylediğim açıktır. Ülkemiz solunun, ‘Kürt milliyetçiliği’nin peşinde boncuk aramaya başladığı yılların bir hediyesi olan bu ‘Türkiye edebiyatı’ lafı, benim kulaklarımı tırmalıyor. İşin politik kısmı falan bir tarafa, kavramın oluşturulurkenki yanlışlığı bile bunu kullanmamak için yeterli sebebi içeriyor.
Neden ‘Almanya edebiyatı’, ‘Rusya sineması’, ‘Yunanistan müziği’ gibi söylemler yok da; ‘Türkiye sineması’, ‘Türkiye edebiyatı’ var, anlamak mümkün değil!
Neden Mayakovski’den ‘Rusyalı şair’ diye bahsedilmiyor da; ‘Nazım, Türkiyeli ozan’ gibi saçma bir sıfata hapsediliyor?
Niye kendimizi, dilimizi, edebiyatımızı bu aptalca tartışmalarla yoruyoruz?
Ben, bu konuda ulusçu, etnikçi, mezhepçi bir tavır takınmıyorum. Türk dili ile üretilen edebiyat yapıtlarının, Türk edebiyatı alanına dâhil olduğunu, olması gerektiğini düşünüyorum. Bu ürünleri ortaya çıkaranın ‘Muşlu’ mu yoksa ‘İzmirli’ mi, ana dilinin ‘Kürtçe’ mi yoksa ‘Çerkesçe’ mi olduğuna bakmıyorum!
‘Türkiye edebiyatı’, yanlış bir başlıktır.’ dediğim için, Ayşegül Tözeren, beni, ‘dayatmacı’, ‘baskıcı’ buluyor. Neyi, kime, nasıl dayatmışım; böyle bir yetkim ve gücüm mü var? İnsanların etnik kökenlerine, hadi ‘Kürtçü solcular’ın anlayacakları şekilde söyleyeyim, Kürt olmalarına, Kürt dili ile yazmalarına laf mı etmişim? Söylediğimiz şey basit: Diyarbakırlı ve Kürt bir genç, Türk dilinde yazmışsa, yazdığı Türk edebiyatına dâhildir, Türkiye edebiyatı gibi komikliklere gerek yok; hepsi bu, bu kadar.
KOMİKLİKLERİ
Ayşegül Tözeren’in komiklileri ise bitecek gibi değil, şöyle devam ediyor: ‘Ayrıca yazıyı yazan, ‘Öztürkçeci’ bir tavır göstermeye çalışırken, zayıf metnini süslemek için Türkçe karşılığı kolayca bulunabilecek sözcükleri, eski dildeki biçimiyle kullanıp duruyor…’
‘Öztürkçeci’ bir tavrı, yazımın neresinde göstermeye çalışmışım, bilemedim. Tözeren, yine, kendini haklı çıkarmak için; (başka sözcük bulamıyorum) ‘uydurmuş’. ‘Türk edebiyatı / Türkiye edebiyatı’ bahsi, ne şekilde Öztürkçeciliğe evrildi, anlamak zor. Ayrıca, yazarın ‘eski dil’ dediği şeyin ne olduğunu da çözemedim. ‘Eski yazı’ var tamam da, ‘eski dil’ ne?
Tözeren devam ediyor ve kendisinin ‘Murathan Mungan’ övgülerine yönelik yazdığım eleştirilere geçiyor, daha doğrusu övgülerinin arkasında durduğunu söylüyor, upuzun alıntılarla bunu yineliyor. Yazarın burada, postmodern edebiyatla ilgili olumsuz söylemlerime içerlediği görülüyor; Tözeren, bunları yeteri kadar temellendirmediğimi iddia ediyor, ayrıca, Mungan’ın nasıl yazacağına karışamayacağımı belirtiyor.
Solun, dünyada ve ülkemizde, tasfiye edilirken en çok kullanılan araçlardan birinin ‘kültür ve sanat eserleri’ olduğunu bilmezden gelen bir solcu eleştirmen olabilir mi? Ayşegül Tözeren’deki şu pişkinliğe, gevşekliğe bakar mısınız? ‘Postmodern edebiyatın neden kötü olduğunu anlatamıyor.’ diyerek beni eleştiriyor! Esin ve cesaret kaynağı olarak ‘Oya Baydar’ı gösteren birinden başka türlüsünü beklemek de tuhaf aslında, kendimizi yoruyoruz.
Ayşegül Tözeren’e cevap değil ama geleceğe not düşmek için söylemiş olalım. ‘Tezgâh’ adlı bir dergide, geçen ay, ‘Ayrıntı Yayınları’nın kurucularından birinin, ‘1980’lerden bu yana ‘postmodernite’ yayımladık. Son bir iki yıldır ‘sol içerikli’ kitaplar basıyoruz.’ demesi manidardır. Otuz senedir, eski solcuların, liberallerin, muhafazakârların, yabancı devlet vakıflarının, Sorosçuların, foncuların, sağ hükümetlerin el ele yok ettikleri, bitirdikleri bir ideolojiyi basıyormuş artık ‘Ayrıntı Yayınları’! Ayşegül Tözeren’leri yaratan bu iklim bir günde oluşmadı yani, bilmem anlatabiliyor muyum?
Devam edelim. Tözeren, Mungan bahsinden sonra, şunları ekliyor: ‘Bu bölümün ardından, ‘doğrudan alıyorum’ diye başlayan bir bölüm var, sanki kitaptan bire bir, ‘doğrudan alıntı’ yapılmış gibi. Hâlbuki bu bire bir alıntı değil, kendi anladığını benim ağzımdan gibi yazmış.’ Öncelikle, ‘benim ağzımdan gibi’ ne demek acaba? Ne dediğini anladık Ayşegül Tözeren’in, onda sorun yok; ama kurduğu cümle pek bir tuhaf.
Mesele ise şu: Ben, Tözeren’in kitabında bulunan, 90’lı yılların edebiyatı ile ilgili bölümden yola çıkarak şöyle bir cümle kurmuşum yazımda: ‘Doğrudan alıyorum: ‘Kürtler, Ermeniler, Rumlar metinlere giremiyordu.’ diye şikâyet ediyor.’ Burada ne gibi bir yanlış, hata var, bilemedim. Bakın, yazar, kitabının altmışıncı sayfasında, 90lar öykücülüğünün şu şekilde eleştirildiğini belirtiyor: ‘Gecekonduların, yoksulların, kenar mahallelerin öyküleri, edebiyatın kör noktasında kalmaktadır. Dolayısıyla; Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların söyleyişine metin dilinde pek rastlanmaz.’
‘Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların söyleyişine metin dilinde rastlanması’ için, bu unsurların, metinlerde yer alması gerekir. Yazar, yine yazdıklarımı tahrif etmesin diye baştan belirteyim ki, ben, bu tartışmada bir taraf değilim; ama Tözeren’in bu eleştirileri desteklediğini, kitabından ve söyleşilerinden biliyoruz. Ben de bunu, evet, anladığım şekliyle aktardım. Bunda kızacak bir şey yok. ‘Doğrudan almak’la, ‘doğrudan alıntılama’nın aynı eylem olmadığını da yine hatırlatmak isterim yazarın kendisine. Doğrudan alıntılamadım, doğrudan aldım.
MÜEBBET EDEBİYATI
Bundan sonra, sıra, Ayşegül Tözeren’i en kızdıran noktalardan birine geliyor. Tözeren, kitabının dördüncü bölümünü, ‘müebbet edebiyatı’ dediği (veya ‘uydurduğu’) türe ayırmıştı. Ben de bundan bahsetmiştim, bahsetmese miydim? Şöyle demiştim: ‘Eleştirmen, burada, kitabın temasına ancak yardımcı olabilecek bir izlekle; Pkk üyesi üç kişinin, (Mahmut Yamalak, Mahmut Baran, Rojbin Perişan) cezaevinde yazma maceralarına odaklanıyor. Edebiyatın, yazarı geleceğe taşıma, onun için bir sonsuzluk yaratma işlevine sahip olduğunu ve bunun da bu üç Pkk mensubunun yazma uğraşıyla örtüştüğünü anlatıyor. Tabii ki de bu örgütün ismini telaffuz etme gereği duymayan Ayşegül Tözeren, ne kadar da duyarlı ve insani yönü ağır basan bir aydın olduğunu, bütün okurlarına bir kez daha hatırlatıyor(!)’
Açıkçası, bu satırların önünden veya arkasından, çok da eleştirel şeyler yazmamıştım. Ancak bu kadarı bile Tözeren’i çıldırtmış ve benim bu söylediklerimin, ‘edebiyat içre ihbarcılık’ olduğunu söylemiş. Bildiğim kadarı ile bu ‘ihbarcılık’ saçmalığını, yazara, yoldaşı ‘Sibel Öz’ armağan etti. ‘Öz’ ve ‘Tözeren’in, bu konudaki ortak refleksleri de, 2015’te, birlikte derleyip yayımladıkları ve F Tipi cezaevlerinde kalan ve müebbet hapisle cezalandırılmış bazı kişilerin öykülerinden oluşan ‘Korkma Kimse Yok’ adlı kitap üzerinden şekilleniyor herhalde.
Ayşegül Tözeren, bu tespiti ve aslında suçlamayı yapıyorsa, öncelikle kimi kime ve neden ihbar ettiğimi anlatmakla mükellef. Ne demek ‘ihbarcılık’? Böyle bir ithamla işin içinden sıyrılmak ne kadar da kolay. Tözeren üç isim zikretmiş kitabındaki makalede; ben de merak edip kim bunlar diyerek baktım sadece. Ve tahmin ettiğim üzere bunların üçü de Pkk mensubu çıktı. Ben de bunu yazdım, bu kadar.
Tözeren, istediği kadar çırpınsın, ihbarcı desin; Türk edebiyatının bütün sorunu, Pkk’lıların cezaevinde yazma uğraşının zorlukları mı ki bunu bize aktarıyor ve bayıla bayıla okumamızı bekliyor? Okumuyoruz ve reddediyoruz. Ayrıca, bizim bunu söylememizden rahatsız oluyorlarsa, ya bu işlere soyunmasınlar ya da yaptıklarının, cesaretle arkasında dursunlar. Öyle ilk eleştiride korkup da beni suçlamaya girişmeleri çok zavallıca bu yazarların.
Bu cezaevi ve müebbet edebiyatı bahsini sürdürmekte ısrar ediyor Tözeren. Diyor ki: ‘Mesele, yazıyı yazan bilir mi bilinmez, vahşi kapitalizmin sonuçlarından biri, hapishanelerin fabrikaya dönüştürülmesi fikridir. Birçok ülkede, tecritteki insanlar bilgisayar, cep telefonu parçalarının üretiminde kullanılıyor. Mahpusun yaptığı bilgisayarı, cep telefonu kullanırken, hangi sebepten içeride olduğundan rahatsızlık duyma, ama edebiyat yapmaya kalktığında karşı çık…’
Ayşegül Tözeren, keşke eleştirime vereceği cevapta bu kadar acele etmeseydi. Yine nitelikli bir yazı yazamazdı; ama en azından bu kadar da düşürmezdi kendini. Üç cümlede hepi topu, bu kadar saçmalanır mı?
Ben hangi ülkenin hangi suçtan yatan hangi mahpusunun yaptığı telefonu, bilgisayarı kullanıyorum? Cezaevlerindeki insanların emeklerinin sömürülmesini olumladığım nereden çıktı? Diyelim ki yazarın bahsettiği fabrika hapishaneler Çin’de, Endonezya’da; Pkk’lılar mı yatıyor?..
ZIRVA SÖYLEMLER
Bu zırva söylemler bir yana, yazarın kapitalizmden bahsetmesi falan da çok ilginç. Ayşegül Tözeren birden solculuğunu hatırlayıvermiş görünüyor. Edebiyat eleştirisi diye onlarca makale yaz, birinde bile kapsamlı bir sistem sorgulaması yapma, postmoderniteyi olumsuz bağlamda konu etme, sosyalist alternatiften, devrimci mücadeleden bahsetme; sonra birden kapitalizme laf söyle. Hoş, olumlu bir gelişme aslında bu yazar için; benimle polemiğe girmenin böyle de bir marjinal faydası varmış demek ki.
Ayrıca, F Tipi hapishaneler ve buradaki mahpuslarla, onların yazma edimiyle ilgili olarak bana laf ederek, Tözeren yine baltayı taşa vuruyor. ‘RadikalGenç’ adlı eki hatırlayanlar vardır; 2006 yılında, F Tipi’ne karşı, o tarihlerde sürdürülen ölüm orucu direnişi ile ilgili bir; 2007 ve 2008’de, tecritte bulunan ve çok ciddi sağlık sorunları yaşayan, devrimci-sosyalist gazeteci ve şair ‘Erol Zavar’ ile ilgili iki yazım, bu yayının arşivindedir. Tözeren, o tarihlerde ne yapıyordu, bilemiyorum; ama ben mücadele ediyor ve yazıyordum.
Bu ucuz işler ve söylemlerden sonra, Tözeren, Gezi’yle ilgili cümlelerime geliyor ve yazımdan şunları alıntılıyor: ‘O dönemki duvar yazılarının edebiyatı zorladığını ve artık bir şeylerin değişmesi gerektiğini söyleyen Tözeren, o duvar yazılarındaki apolitik ironiyi, solun geleneksel değerlerinin tahrifini falan elbette umursamıyor.’ Bunlara karşılık da şöyle diyor: ‘Gezi’deki duvar yazılarını ya görmemiş ya da yine okuduğunu anlayamıyor. Üzgünüm, ironiden anlamayan nesle aşina değiliz.’
GEZİ…
Araya bir parça atıyorum: Ben de çok üzgünüm, eleştirmen sıfatıyla, Gülten Kışanak’ın, Selahattin Demirtaş’ın kitaplarının tanıtımını yapan solcu sıfatlı reklam yüzlerine de biz aşina değiliz.
Gezi’deki duvar yazılarını ben de herkes gibi gördüm elbette. Gezi’yi, Gezi sürecini de çöpe atmadım. Konuyla ilgili ‘Azizim Sanat’ dergisine geçtiğimiz yaz başında verdiğim röportaja bakabilir, dileyen. Benim eleştirim, Gezi’deki, (söylediğim gibi) apolitik ironi ve solun geleneksel değerlerini tahrif eden duvar yazılarına, daha doğrusu, bunları sahiplenenlere idi. Örnek mi: ‘Mustafa Keser’in askerleriyiz!’, ‘Faşizme karşı bacak omuza’.
Yazımda ‘Bahri’ yerine ‘Bedri’, ‘Urfa’ yerine ‘Diyarbakır’, yazmışım; ‘Fethi Naci’ ile ‘Nurullah Ataç’ın sıralamasını karıştırmışım. Tözeren bunları hatırlatıyor. Eleştirinin özü ile ilgili olmasa da bu maddi hataları düzeltmiş olalım ve devam edelim. Ayşegül Tözeren’in gönlü olsun maksat.
Yazar, yine çok büyük bir tespit yaptığını zannederek atılıyor. Ben kendisine, ‘eleştirisinde risk almadığını söylemişim. O da bunun aksini ispatlamak için kitabından alıntılar yapıyor ve ‘Semih Gümüş’ ve ‘Ömer Lekesiz’le ilgili olumsuz tespitleri olduğundan bahsediyor; yani, bu iki isme eleştiri yönelterek çok cesur davrandığını bana ispat etmeye çalışıyor. Benim bu isimlere bulaşamayacağımı, korkacağımı iddia ediyor.
Ayşegül Tözeren, maalesef, henüz, kiminle dans ettiğinin farkına varamıyor. Semih Gümüş’ün ve dahi ‘Ömer Türkeş’, ‘Doğan Hızlan’ gibi abilerin eleştirmenliği ve yazarlığı ile ilgili, pek çok yazımda değini vardır. Bunlar bir yana; Semih Gümüş’ün ‘Orhan Pamuk cilalamaları’ dışında bir misyonu ve işlevi olmadığını anlattığım daha geniş bir eleştirim de yazdığım iki internet sitesinde mevcuttur.
Semih Gümüş veya bir başka kişiden neden korkalım ayrıca? Benim herhangi bir yayınevinden, dergi sahibinden, site yöneticisinden bir beklentim yok ki eğilip büküleyim, eleştirilerimi saklı tutayım. Bırakın Gümüşgilleri, solda yer alan kişi, yapı, grupların bile kendi içinde bir şebeke haline geldiğini öğreneli çok oluyor. Hepsinden uzağım ve mutluyum.
Ömer Lekesiz’e gelince; adını dahi duymadım, ne iş yapar, bilmiyorum.
Bu bahsi kapatmadan, tekrar pahasına da olsa şunu söyleyelim; Ayşegül Tözeren, ‘Lekesiz’ ve ‘Gümüş’ten, şu sebeple söz ediyor: Bunların biri liberal, biri de muhafazakârmış ve kendisi de bunlara laf edecek kadar cevvalmiş. Tözeren’in cesaretine hayran oldum (!) Ama, kendisiyle çelişmesine de üzüldüm: Hani Ayşegül Tözeren edebiyatta sicile bakmazdı, hani önemli olan yazının kendisiydi; oldu mu yani şimdi?
Aklıma geldi: Tözeren, sosyal medya hesabında, iki seçimdir Hdp’ye oy verdiğini ama Hdp’nin İstanbul’da gösterdiği vekil adaylarının Kürt olmamasının düşündürücü olduğunu yazmış. Ben edebiyatta sicile bakmam, gibi laflar ne kadar afiliydi oysa. Edebiyatta bakmıyorsan siyasette niye bakıyorsun? Azıcık tutarlılık, azıcık dürüstlük… Çok mu zor bu işler?
Laf açılmışken açıkça söyleyeyim: Ben, edebiyatta da siyasette de günlük hayatta da sicile bakarım. ‘Sicile bakmam’ deyip gizlice sicil kovalayanlardan da hoşlanmam.
Tözeren yazdıklarımı çarpıtmaya ve okurunu aldatmaya devam ediyor. Şöyle: ‘Gerçek Edebiyat’ta çıkan yazıda, ‘ucuzluğu herkesin malumu Ali Lidar’a sayfalar ayırıyor.’ derken övmüşüm gibi gösteriyor.’ Ben, ‘Tözeren, Ali Lidar’a sayfalar ayırıyor’ demişim ve onu, Lidar’ı över gibi göstermişim. İddia bu.
Peki, gerçekte ne demişim, ona bakalım: ‘Orhan Kemal Roman Ödülü’nü, dili, anlatımı, üslubu ve hatta yazdığı kitabın türü ile bile hak etmeyerek alan, edebiyat lobilerinin bayıldığı ‘Seray Şahiner’e tek olumsuz laf edemiyor; ama ucuzluğu herkesin malumu olan ‘Ali Lidar’a sayfalar ayırıyor. Lidar’a yönelik keskin tespitlerini temellendirmek için ‘Özal dönemi’ne kadar gidiyor.’
Şimdi, iddia edilenle, benim söylediğimin, uzaktan yakından bir ilgisi var mı Allah aşkına? Bu nasıl bir düşkünlüktür böyle? ‘Selahattin Demirtaş konuşunca gidip kitap okuyasım geliyor.’ diyen zavallı, edebiyatçı karikatürü, lobilerin prensesi ‘Seray Şahiner’ kardeşini koruyacağım diye Tözeren’in yaptıklarına bakar mısınız? Yazık.
Bir iki lafız daha var; ama onları geçip sona gelelim, yazarın metnini bağlarken kurduğu son cümlelere geçelim. Şöyle: “Bu yazı ve benzerlerinin, sanki sol edebiyat bir ihale biçimiymiş gibi, ‘Biz aldık, tapusu bizdedir.’ tonunu umursamıyorum. Her türlü erk, kültür dünyasına böyle ayar vermeye çalışıyorsa da cevabımı, yazıya da alıntıladığım bir ifadeyle vereyim: ‘Alayına isyan!'”
Sondan başlayayım. Tözeren, bu ‘alayına isyan’ lafını ‘Çarşı’dan almışmış. Benim bildiğim, ülkenin yarısı, bu lafı kullanır; ama tabii, mesele ‘Çarşı’ya selam çakmak. Hangi ‘Çarşı’ya peki? Muhalif taraftar grupları ‘Passolig’i protesto ederken koşa koşa gidip ‘Passo’ kart çıkartan; Gezi’de çevreci kesilen; ama bir sit alanı olan Dolmabahçe vadisine zarar verecek yeni stadın yapılmasına karşı çıkan muhalif mimarları duymazdan gelen; ‘Galatasaray’a Fetö operasyonu yapılsın.’ diyen ‘Çarşı’ya elbette.
Bunları neden söyledim? Bakın, bu bile, Tözeren’in sicili hakkında bilgi veriyor aslında. Çünkü ‘Ayşegül Tözeren tipolojisi’nin eleştirmenliği de edebiyatseverliği de solculuğu da böyledir: Yamalı ve dengesiz.
Dışarıdan hoş görünür, boyalı ve parlak, iddialıdır.
Özünde ise basit ve biçimsiz.
Bunu kendileri de gayet iyi biliyorlar ve bu yüzden işte, seviyeli bir eleştiri yazısına, nitelikli bir yanıt üretmek yerine; yazının sahibine, düşmanca bir tutumla saldırıyorlar.
İlk cümlelere gelince, ‘Sol edebiyatın tapusu bizdedir.’ tonunu umursamıyormuş yazar, öyle diyor. ‘Umursamıyorsan neden bu kadar çırpınıyorsun?’ diye sorarlar.
Bu bir kenara, ne yapmaya çalıştıklarını da ifşa ediyor aslında Ayşegül Tözeren. İyi kötü elimizde birazcık sol, birazcık edebiyat kalmış, onu da birilerinin alıp satmasına müsaade etmemeye çalışıyoruz, doğrudur. Mesele bu kadar basittir. Yoksa kişisel ne derdimiz olabilir?
Sanırım yeterli.
Eleştirmenlik namına elindeki birkaç kırıntıyı da bu kötü polemik yazısıyla tüketen Ayşegül Tözeren’i okuyan, ciddiye alan olur mu bu saatten sonra bilemiyorum.
Son olarak: O kadar atıştık, hatıra kalsın; ‘Gülümseyin Ayşegül Hanım, ‘selfie’mizi çekiyorum.’
[Alper Erdik
15 Ekim 2018
‘gercekedebiyat.com’]
225 never disappoints!
As I said before, he didn’t – and will never – change it.
So predictable!
I don’t know what Mr. Zileli thinks, but I think that The World Revolution will not achieved by the revolutionists who just sitting home and romanticising the idealised primitives.
https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/sari-yelekliler-halk-isyani-zenginlerin-cumhurbaskanini-yere-serdi
https://gercekgazetesi.net/genclik/gelecegimizi-kapitalizmin-insafina-birakmayalim-baska-bir-yol-var
[Mevzubahis üslubu buradaki muhterem yorumcuların birinden de duymaya alışık değil miyiz?
Tıpkı bu üslubun asıl sahibi olan muktedirleri aradan şu kadar yıl geçmesine rağmen maalesef hala başımızda görmeye devam ettiğimiz gibi.]
Hayvani üslup
Roni Margulies
26.5.2012
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in habis ve gereksiz bir mağara adamı olduğu konusunda memlekette bir konsensüs oluştu.
Ben bu yaygın görüşe tam olarak katılmıyorum.
Bence İdris Naim Şahin gereksiz değil.
Hükümet için iki açıdan çok faydalı olduğunu sanıyorum.
Birincisi, AK Parti hükümetine çok miktarda fon sağlayabilir.
Dünkü gazeteleri tarayıp kendisi hakkındaki çok çeşitli haber ve köşe yazılarını tararsa, çok sayıda dava açabilecektir.
Bana zaten 50 bin liralık hakaret davası açmış bulunuyor. Hocalı mitingine katılmasının ardından, “İdris Naim Şahin gibi bir adamın bir memlekette içişleri bakanı değil, küçük bir kasabanın küçük bir umumî helâsında bekçi olması bile o memleketin bütün vatandaşları adına kara bir lekedir” diye yazmıştım. Nedense bu sözlerimde bir hakaret unsuru bulmuş!
Belki bu yazımda da bir şeyler bulur. Burada bulamazsa, başka gazetelerde, başka yazılarda kesin bulacaktır.
Partisi için çok para kazanabilir.
İkincisi, hükümetin uzun ömürlü olması açısından İdris Naim Şahin olmazsa olmaz bir avantaj. Ona kıyasla kabinenin ve partinin tüm üyeleri son derece insancıl, vicdanlı, adeta melek gibi görünüyor. İdris Naim’le karşılaştırıldığında, tüm bakanlar tüylü çocuk oyuncakları kadar sevimli duruyor. İnsanın hepsini eve davet edesi, kurabiye yiyip çay içesi geliyor.
Örneğin, İdris Naim’in Uludere hakkında “PKK’nın figüranlarıydı, özür dilenecek bir olay değil” demesi üzerine, AK Parti Sözcüsü ve Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik şöyle demiş:
“Bunlar kaçakçılık yaptığı için tabii ki suçludur. Ancak kaçakçılık suçuna verilecek ceza bellidir. Sayın Bakanımızın yaptığı açıklamaların önemli bir kısmına katılmıyorum. Sayın Bakan’ın bu yaklaşımını ve üslubunu insanî bulmuyoruz. Sayın Bakan’ın üslubunun ve yaklaşımının AK Parti hükümetine ve AK Parti’ye ait bir yaklaşım ve üslup olmadığı da ortadadır.”
Bir anda, hem AK Parti hem Hüseyin Çelik gözümüze ne kadar güzel görünüveriyor, değil mi?
Hüseyin Çelik sanki İdris Naim’i İçişleri Bakanı yapan partinin Genel Başkan Yardımcısı değilmiş gibi! Sanki İdris Naim’i ben İçişleri Bakanı yapmışım gibi!
(Merak ettim, Hüseyin Çelik “Sayın Bakan’ın” yaklaşımını ve üslubunu “insanî” bulmuyorsa, ne buluyor? Ben böyle bir kelime kullanmayı doğru bulmam, ama “hayvanî” buluyor olsa gerek. Hakaret konusunda çok hassas olan “Sayın Bakan’ın” dikkatini çekmek isterim.)
Bu iki nedenle, İdris Naim’in istifa ettirileceğini hiç zannetmem. Hatta kendisi istifa etmeye kalkışırsa, bizzat Başbakan devreye girip bunu engelleyecektir bence. Hükümetin ve partinin bekası da bunu gerektirir zaten.
Bu arada, Başbakan’la Hüseyin Çelik puan toplarken, belki de aynı saatlerde, İdris Naim Hendek İlçesi’nde Polis Bakım ve Yardım Sandığı tarafından kurulan Atatürk Orman Çiftliği Elmacık Su Tesisleri’nin açılışına katıldı ve şöyle dedi:
“Bu meseleye her yerde dikkat çekiyorum ama birtakım basınımız bu söylediğimizi görmezden geliyor. Ortada iki kan var. Biri aziz temiz kan, biri de maalesef kirletilmiş kan.”
Yarın yine birkaç tane AK Parti üyesi çıkıp “İnsan kanının temizi kirlisi olmaz, bu hayvanî bir üsluptur, hiç katılmıyoruz” diyecek herhalde.
İdris Naim Şahin’in ve onu İçişleri Bakanı yapan hükümetin yarattığı ortamda neler olur, bir örnek vereyim.
Dünkü Milliyet gazetesinden bir haber: “Şehit edilen Astsubay Erdinç Aydın’ın kanı yerde kalmadı. Saldırıdan hemen sonra başlatılan operasyonda teröristlerin üçü ölü ele geçirildi.”
Gazetede değil, ama gazetenin internet sitesinde bu haberin başlığı şöyle: “Kanı kurumadan intikamı alındı”.
Acaba İdris Naim Şahin boş zamanlarında Milliyet’te mi çalışıyor? Yoksa Milliyet’te çalışan biri önümüzdeki dönemde İçişleri Bakanı olmayı mı amaçlıyor?
***
28 aralıkta Uludere’de 34 kişi katledildi. Dört ayı aşkın süredir ne özür dilendi ne de hesap soruldu. Katliamın 120. gününde sokağa çıktık. Sorumluları protesto ettik. 26 Mayıs Cumartesi gününde yine sokağa çıkacağız. Basın açıklamasında hem Genelkurmay yetkililerini hem de hükümeti uyaracağız. Barış İnisiyatifleri, “Hesap sorulsun, özür dilensin!” etkinliğine tüm savaş karşıtlarını çağırıyor.
Unutursak kalbimiz kurusun demiştik. Unutmayacağız!
Galatasaray Meydanı, bugün, akşam 18:00’de.
https://www.timeturk.com/tr/makale/roni-margulies/hayvani-uslup.html
“Türkiye; sadece toplumsal devrim, aydınlanma, bilim, kültür ve sanat adına kayda değer hiçbir şey üretememiş olan değil, aynı zamanda da hiçbir zaman üretemeyecek olmaya mahkum olan gereksiz bir ülkedir.”
demek bir gerçeğin ifadesi mi olur?
Yoksa bundan birkaç bin yıl önce;
“Kuzey Amerika ve Britanya coğrafyaları; Fırat-Dicle, Nil, İndus-Ganj ve Sarı Nehir çevresindeki coğrafyaların aksine, kayda değer bir değişim yaşamamıştır ve hiçbir zaman da yaşayamayacak olmaya mahkumdur.”
demek gibi bir şey mi olur?
Halil Berktay’ın Bir Çelişkisi [Mi?]
Halil Berktay muhtelif yazı ve kitaplarında, özgün koşulları nedeniyle sadece Antik Yunan ve Roma’ya özgü saydığı “köleci üretim tarzı” dışında, bütün toplumların “kabile toplumu” aşamasından sonra geçtikleri evrensel üretim tarzının “feodalizm” olduğunu, bunun ardından da “kapitalizm”in geldiğini ve bunun dünya tarihinde genel geçer bir kural gibi olduğunu yazar.
Bu nedenle de bazı tarihçilerin (kendisinin köleciliği sadece Yunan-Roma’ya özgü saymasına benzer şekilde) sadece Doğu toplumlarına özgü saydığı bir “Asya tipi üretim tarzı”nın mevcut olmadığını, bunun feodal üretim tarzının bir varyantından başka bir şey olmadığı görüşünü savunur.
Oysa aynı Berktay, aynı yazı ve kitaplarında Türkiye’de “Kemalist burjuva devrimi”nin tamamlanamaması nedeniyle Cumhuriyet’in Osmanlı’dan yeterince kopamadığını, Türkiye’nin hala Ortaçağ kalıntısı sınıf ve zümrelerin ve onların ideolojilerinin, tarih tezlerinin çatışma alanı olmaya devam ettiğini de söyler.
Ki kendisi aynı durumun Asya veya Doğu coğrafyasındaki diğer birçok ülkede de, örneğin İran’da ve Suudi Arabistan’da da (üstelik daha da fazla) geçerli olduğunu, güncelliğini koruyan İsrail-Filistin sorununun, ve sürmekte olan iç savaş ve sığınmacılar nedeniyle ondan da büyük bir sorun haline gelen Suriye meselesinin de bu son söylediklerini doğruladığını muhtemelen kabul edecektir.
Öyleyse bütün bunlar hesaba katıldığında, ister “Asya tipi üretim tarzı” ister başka bir adla adlandırılsın, niçin adı geçen toplumların “feodalizm”den farklı bir üretim tarzına dayanmadığı sorusunu da yanıtsız bırakmış oluyor [mudur?].
Yeni İvme Fiyaskosu…
Cehaletin mi yanlış düşünceyi beslediği, yoksa yanlış düşüncenin mi cehaleti körüklediği sorusu her zaman kafamı meşgul etmiştir. Galiba bunun genel cevabı, her ikisinin de birbirini beslediği yönünde olmalıdır ama hangisi daha ağır basar, hangisi önceliklidir, işte bunun içinden çıkamıyordum.
Gün Zileli’nin kendi sitesinde çıkan “Yeni Bir İvme…” yazısıyla kafamdaki bu ikilem çözüldü: Evet, ağırlıklı olarak, yanlış düşünce cehaleti körüklüyormuş.
Gün Zileli’yi epey zamandan beri tanırım. Kendisi anarşisttir, sanırım esasen de anarşist olarak tanınır, ne yazık ki önceden Aydınlıkçılık gibi kötü bir mesleğe intisap etmişti.
Anlayacağınız, Gün Zileli ile ilgili birkaç anım hoştur. Anarşistliğe intisap ettikten sonra birkaç yazısını okumaya gayret ettim. Bu yazılarda bir anarşist duyarlığındansa kendini boş hayallere bağlamış bir hayalperestin gayretkeşliğini görmek beni üzmedi desem yalan olur. Yine de rastladıkça yazılarına şöyle bir göz atmaktan kendimi alamadığım sayılı anarşistlerden biriydi.
Gün Zileli’nin bu yazısı iyice üzücü. Eski bir tanıdık olarak onun adına endişelendim. Cahil bir insan olmadığını biliyordum. Ama kapıldığı azgın yeni ivmeci hayaller onu hızla cehalet uçurumuna doğru sürüklemekteydi. İşte beni üzen ve endişelendiren bu oldu.
Gün Zileli’nin yaklaşımı, “Yeni İvme’yi korumak adına” eski ivmeleri katleden ve aşağıdaki sözleri sarf ederek tarihe geçen, Yeni İvme Devrimi’nin gaddar Generali François Joseph Eastermann’ınkinden çok farklı değil:
“Artık “Eski İvme” diye bir şey yok, sevgili yurttaşlarım. Kılıçlarımızla kadın çocuk demeden yok ettim, Eskiivme bataklıklarına ve ormanlarına gömdüm onları. Emriniz üzerine, çocuklar bile yeni ivmelerimizin nalları altında ezildi, kadınlar artık geleceğin eski ivmelerini doğuramayacak, çünkü katledildiler. Sokaklar ceset dolu, kimi yerlerde cesetlerden piramitler oluşmuş bulunuyor. Eskiivme’de kitlesel olarak kurşuna dizdik esirleri, çünkü isyancılar sürekli teslim olmakta ve kimseyi esir alacak durumda değiliz. Onlara özgürlüğün yeni ivmelerini vermeye hiç de niyetli değiliz. Devrimin acıması yoktur.”
Umarım Gün Zileli de tarihe bu fiyaskosuyla geçmez.
https://gercekgazetesi.net/ekonomi/issizlik-faturasi-gittikce-kabariyor
“Yetmez Ama Evet Silahşörleri”ne ne oldu?
“Müslüman AK Parti”nin “Gayrimüslim Dört Silahşörler”i şimdi neredeler?
İkisi hala uslu durup evde kalmaya devam ederlerken öbür ikisi yaramazlık yapıp evden kaçtılar. Fakat dördünün de sesleri artık pek çıkmıyor ki çok normal. Kardeşlerin huyları birbirine benzermiş ne de olsa.
Kimlerden mi bahsediyoruz? Tabii ki Etyen Mahçupyan, Markar Esayan, Sevan Nişanyan ve Roni Margulies’ten. Tek kelime etmeseler bile onları unutmak mümkün mü?
“İktidar”daki AKP diktatörlüğüne karşı “ana muhalefet partisi” CHP dahil herkesle işbirliği yapmaya hazır olan “anarşist”lerin çok hoşuna gidecek iki haber:
1) Kılıçdaroğlu: Sokak kabadayısının diliyle Türkiye’yi kimse tehdit edemez
‘BEKLEDİM Kİ EN SERT TEPKİ İKTİDARDAN GELSİN AMA GELMEDİ’
ABD Başkanı Trump’ın “Kürtler’e saldırırlarsa Türkiye’yi ekonomik olarak mahvedeceğiz” açıklamasını hatırlatan Kılıçdaroğlu, şöyle devam etti: “Bekledim ki en sert tepki iktidar kanadından gelsin. Ama en sert tepki gelmedi, bir şeyler yapmaya çalıştılar. Bir sokak kabadayısının diliyle Türkiye Cumhuriyeti’ni hiç kimse tehdit edemez. Hiç kimse şunu unutmasın; Türkiye Cumhuriyeti Devleti egemen güçlerin lütfuyla kurulan bir devlet değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde acı vardır, gözyaşı vardır, milyonlarca şehit vardır.”
2) ‘Bu tehditler bize sökmez’
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak, ABD Başkanı Donald Trump’ın Türkiye’ye yönelik mesajını eleştirerek, “Bu tehditler bize sökmez” dedi.
Öyleyse yaşasın emperyalist tehdide karşı Türkiye’nin ve anarşizmin bekasını savunan toplumsal devrim güçleri!
Yaşasın emperyalist Trump’a karşı AK Parti – CHP – Anarşist halk cephesi!
Kahrolsun “Ne iktidar ne burjuva muhalefet, tek yol üçüncü cephe!” diyen emperyalizm işbirlikçisi sahte anarşistler ve devrim kaçkını sahte devrimciler!
Çorba!
Gün Zileli Ocak 15th, 2019 at 20:58
Çorba!
Neden – pardon nasıl çorbaymış anlamadım.
Tarifini verebilir misiniz?
Ankara Savaşları: 1402 ve 2019
Bir Ortaçağ “alt-emperyalist”i olan Yıldırım karşısında Anadolu’yu işgal eden Ortaçağ “emperyalist”i Timur’a sığınıp bu sayede bağımsızlıklarını tekrar kazanan Anadolu beyliklerinin bu yaptığı yanlış değilse, neden “modern Yıldırım”a karşı “modern Timur”un desteğini alan “modern beylikler”i suçlayalım?
iki kaşık emperyalist Trump’ı CHP ile çırpın. Üstüne kızgın anarşist halk cephesi yağı döktükten sonra iyice kaynamış AKP suyuna dökün ve karıştırın. İşte size deli saçması çorbası!
I predicted that you were constipated and am vey pleased to see that I was right.
ʻʻ225 never disappoints!
As I said before, he didn’t – and will never – change it.
So predictable!ˮ
Exactly as predicted, not much, three turds is all!
I think you are, like all others in this site, too stiff. They have all the reason to be so – while communist China is growing cotton on the other side of the moon these morons are waiting for THE VIRGIN REVOLUTION.
What are you waiting for? Your guru Caleb Scharf to take you to THE OTHER SIDE OF BLACK HOLES by his GRAVITY’S CAR?
Before I give you more salad, ʻʻgoes in hard, comes out easyˮ home remedy, to help you with your constipation here is something for you stiff necks to contemplate upon yet another reason why you people are constipated.
“I should only believe in a God that would know how to dance. And when I saw my devil, I found him serious, thorough, profound, solemn: he was the spirit of GRAVITY- THROUGH HIM ALL THINGS FALL. Not by wrath, but by laughter, do we slay. Come, let us slay THE SPIRIT OF GRAVITY!”
Nietzsche
Now the salad:
An extraordinary man makes himself heard in this book: Davi Kopenawa. His breadth of vision and the meticulous care with which he describes the Yanomami cosmology and way of life take us on a voyage into an Amerindian spirit world. It is a world that may be imaginary for us, but it is profoundly real for him, as he sees the xapiri (images of the mythological animal ancestors), speaks to them, and shares his life with them.
This voice is that of a prophet: “The forest is alive. The white people persist in destroying it. We are dying one after another, and so will they. In the end, all of the shamans will perish and the sky will collapse. Before it is too late,” the prophet adds, “I want to talk to you about a time long ago when the animal ancestors transformed. Thanks to my shaman elders, I learned how to call them. I see them, I share life with them, and I listen to them.
“You must hear me—time is short.”
A Yanomami shaman and spokesperson, known and admired in the Amazon and beyond, Davi Kopenawa continues to live with great simplicity among his people in his traditional home. In this unique book, which he developed in collaboration with Bruce Albert, an anthropologist at the top of his field, he challenges us to see ourselves as the People of Merchandise and to rebel against the damage wrought by the industrial world on the Amazon rain forest.
Bruce Albert found his calling in working with the Yanomami and Davi Kopenawa. Renouncing conventional academic ambitions—although he has all the necessary credentials—he chose to pursue an intellectual and inner adventure in the Amazon. He met his teachers among the Indians who adopted him. Davi Kopenawa describes the book’s purpose, and its origins in their friendship: “A long time ago, you came to live with [the Yanomami] and you spoke like a ghost. Little by little, you learned to imitate our language and to laugh with us. We were young . . . Later I told you: ‘If you want to take my words, do not destroy them. They are the words of Omama [the Yanomami demiurge] and the xapiri. First draw them on image skins, then look at them often . . . Like me, you became wiser as you got older . . . Now I would like [these words] to divide themselves and propagate over long distances so they can truly be heard.”
Bruce Albert captured these words from a complex tradition, and undertook the enormous task of translating them into French. Few anthropologists have ever undertaken such a difficult endeavor. The publication of this book is a significant event in the history of great eyewitness accounts.
Eerie and unsettling as they are, Davi Kopenawa’s visions and warnings may be hastily dismissed as the phantasmagoria of a rain forest shaman. But if you are skeptical, pause to listen. Remember the enduring power of ancient cosmologies, and the philosophical significance of differences in the long history of human evolution. Our thought is enriched by dialogue with the strange and unfamiliar. For any dialogue to take place, it is necessary to respect cultures and understand the immense variety of long histories of thought in different contexts. A purely technical rationality without conscience or spirituality, dominated by material interests, leads the industrialized world to the destruction of our planet. The supposedly technologically backward peoples may be tomorrow’s wise men.
Readers from around the world need to listen to Davi Kopenawa’s painful appeal for his people’s well- being and our own. With the destruction of Amazon rain forest, mankind may be approaching an ecological collapse—what Davi Kopenawa calls the time of the “falling sky.” “What is the purpose of education?” asked Jean- Jacques Rousseau. “To learn how to live better.” Davi Kopenawa, Yanomami philosopher and great advocate of ecology, is one of the teachers we have been waiting for.
—Jean Malaurie Director Emeritus for Research Centre National de Recherche Scientifique (CNRS)
I don’t know what Mr. Zileli thinks, but I think that The World Revolution will not be achieved by the revolutionists who just sitting home and romanticizing the idealized primitives.
Perhaps your Mr. Zileli is too disconcerted to tell you that you are helplessly confused. I am not revolutionary at all, I am, in fact, a reactionary. I think that we would have been better of if we never listen to blond blue-eyed Darwin and stayed as non-human animals. But Darwin is an honorable man and he comes from the land that made the first official social revolution and where Zileli was rewarded his anarchist revolutionary diploma.
Though I am not a revolutionary I do believe that people should help each other in small ways instead of running after false hopes.
Social revolutions are very recent phenomena. You could look at those before using a party stupid line language developed among the idiots who bickered among themselves as to who really is in the right revolutionary path. Things got so bad that these idiots even created two categories of workers: ʻmanual workersʼ and ʻintellectual workersʼ. Communist China under Mao lived through a period of a cultural revolution where these kinds of mumbo jumbo caused many to suffer and/or die. And you must be really naïve to still listen to these fake revolutionaries in this site seeing what the ʻintellectual workersʼ are doing in China now!
Furthermore, how many theoreticians of these social revolutions did participate in the revolutions? And how does the model of a true revolution construed? Is it not by romanticizing the idealized state of communal life without oppression or exploitation. Even in this so-called revolutionary site, there are those who think such a society is not at all ʻrealisticʼ! And worse yet, there are those who are so caught up by the terrible betrayals of the past revolutions, for instance, Zileli et al, they have reduced the revolutions to impersonal changes such as mutations and similar moronic scientific jargon.
I believe very strongly that in fact the revolution that you and the revolutionaries in this site believe and long for is done every day and much better by the Capital + Techno-Science.
If the oppressive social conditions developed during a very long period of time, it may also take an equally long time to learn to live with each other without oppressing or exploiting.
Humans did this for 4 million years!
And Capital + Techno-Science that you and so-called your enemies worship can only achieve quantitative results.
I think it is only honest to admit it instead of playing revolutionaries.
If the oppressive social conditions developed during a very long period of time, it may also take an equally long time to learn to live with each other without oppression or exploiting.
Humans did this for 4 million years!
Old models are no longer valid my boys!
These were the only social revolutions when the power passed from cowboys to merchants.
Bu ülke nasıl iflah olabilir?
Mesela şu şekilde:
Türk devletinin Batı’yla ilişkileri tamamen kopma noktasına gelir ve tüm ilişkiler kesilir. Türkiye NATO’dan ve Avrupa Konseyi’nden çıkarılır.
ABD veya başını onun çekeceği bir koalisyon, ülkeyi kansız bir şekilde işgal edebilmek amacıyla, önce içerideki adamları vasıtasıyla, ve bu sefer 15 Temmuz’un aksine hayati ve çok daha ciddi, gizli, iyi planlanmış bir operasyonla bir yandan en tepedekileri etkisizleştirir, bir yandan da başka adamlarıyla en altlara kadar olan bütün komuta kademelerini dağıtır.
BM Güvenlik Konseyi kararıyla uluslararası topluma ve dünya barışına tehdit oluşturduğu gerekçesiyle Türk devleti lağvedilir. Bir manda yönetimi kurulur.
Bu sayede neler mi olur?
Öncelikle 1925-1945 ve 1950-1960 arasında ve 2010’lardan sonra gördüğümüz bütün bu tek parti hatta tek adam yönetimleri, darbeler ve darbe girişimlerini de yanına alarak, bir daha geri dönmemek üzere gider.
Yeni yönetim eğitim sistemini de değiştireceği için kuracağı yabancı okullar Türkçü, Sünni İslamcı ve Kemalist eğitim sistemini, dolayısıyla bu resmi ideolojileri ortadan kaldırmış olur.
Bu yönetimin güvenliği sağlamak için kuracağı profesyonel ordular, polis teşkilatları ve bütün kolluk güçleri, zorunlu askerliğe ve “Ordu-Millet” kavramında ifadesini bulan katı militarist kültüre dayanan eski ordunun ve “Ulus-Devlet”in yerini alarak toplumu kökünden değiştirir. Tabiri caizse bir “toplumsal devrim” yapar.
Vesaire, vesaire…
Alın size zor denebilse bile anarşist ve marksist devrim ütopyalarıyla karşılaştırıldığında çok kolay olan bir çözüm önerisi.
Onlardan tek farkı ve dezavantajı, bütün dünyaya değil, sadece içinde yaşadığımız topraklara bir kurtuluş getirecek olması. Hepimiz de önce kendimizi düşünmek zorunda olduğumuz için bundan daha doğal bir şey olamaz herhalde!
TiMUR
TRUMp
Haydi ateistler bunu da açıklayın!
İtiraf ediyorum:
Ben Gün Zileli gibi özgürlükçü değil, “sansürcü” bir solcuyum.
Çünkü “Dabulu Dabulu Dabulu Gün Zileli Nokta Kom”u tımarhaneye çeviren zır delilere sansür uygulanmasından yanayım.
Yalnız şu da var ki başka hiç kimseye sansür uygulanmasını istemem ve bu tutumum hariç her konuda Zileli kadar özgürlükçüyüm.
Binbaşı, uyuşturucu çetesinden komisyon alıyormuş
İZMİR’in Aliağa ilçesindeki bir tatil köyü ile Foça ilçesindeki bir depoya düzenlenen 1200 kilo skunk ele geçirilen operasyonlar kapsamında gözaltına alınıp, tutuklanan Çukurca İlçe Jandarma Komutanı Binbaşı Bilgehan Özkozanoğlu’nun uyuşturucunun sevki sırasında denetim noktalarında kolaylık sağlamakla görevli olduğu ve bunun karşılığında komisyon aldığı öne sürüldü.
İzmir’de 9 Ocak sabahı Aliağa ilçesindeki bir tatil köyüne düzenlenen baskında 1 ton, 12 Ocak günü ise Foça’daki bir depoya düzenlenen operasyonda 200 kilo skunk ele geçirildi. Operasyonlar kapsamında 20 kişi gözaltına alındı. İşlemlerinin ardından dün adliyeye sevk edilen şüphelilerden, aralarında Çukurca İlçe Jandarma Komutanı Binbaşı Bilgehan Özkozanoğlu’nun da aralarında bulunduğu 18 kişi tutuklandı.
KOMİSYON ALIYORMUŞ
Binbaşı Özkozanoğlu’nun, sevkiyat sırasında yaşanabilecek olumsuzlukları gidermekle görevli olduğu ve uyuşturucunun denetim noktalarından geçmesi sırasında kolaylık sağladığı, bunun karşılığında da komisyon aldığı belirtildi. Bilgehan Özkozanoğlu’nun zaman zaman izne ayrılarak İzmir’e geldiği ve burada uyuşturucu çetesiyle bir dizi temaslarda bulunduğu, sevkiyatın nasıl yapılması gerektiğine dair uyarılarda bulunduğu ve istihbarat aktardığı da öne sürüldü.
“Almıyormuş” denseydi haber değeri olurdu. Ayrıca son zamanlardaki bu tür kazıma operasyonları oldukça kuşkuyla karşılanmalı
Ergenekon davalarında asılsız olduğu ortaya çıkan, en azından öyle olduğu söylenen fuhuş iddiaları gibi mi mesela?
Ayrıca cuntadan yargılananların sayısını azaltmak, yani bütün suçu küçük bir günah keçisi gruba atarak ordunun itibarını korumak için tasfiyelerin bir bölümü bu şekilde gerçekleştiriliyor olabilir.
Evet
Bu “suç mahalli” yerlerin izin sırasında gelinen tatil beldeleri olması da ayrıca ilginç!
Yukarıda anlattığınız deli saçması çorbalarının başka bir tarifi de şu mudur acaba?
Bir de şu şekilde deneyebilir miyiz?
Son dakika.. İzmir’de düğmeye basıldı! FETÖ, PKK ve uyuşturucu…
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/izmirde-flas-operasyon-feto-pkk-kck-ve-uyusturucu-41087004
Almanya’daki iktidara karşı olmamız, o iktidarın Neo-Nazi veya başka bir faşist çete üyelerini cezalandırmasına, yani falanca kötü adamların filanca kötü adamları cezalandırmasına karşı olmaMAmız ile çelişir mi?
Şunun için soruyorum:
“Sözcü gazetesinin yazarları Emin Çölaşan ve Necati Doğru ile gazetenin genel yayın yönetmeni Metin Yılmaz’ın da aralarında bulunduğu 5 sanığın, “FETÖ’ye üye olmamakla birlikte örgüte bilerek yardım etme” suçundan 7,5 yıldan 15’er yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanmasına başlandı.”
Aslında soruyu şöyle de sorabiliriz:
Bir hırsız başka bir hırsızın evini soymuş. Birileri de o “mağdur” hırsız için “eden bulur” demiş. Peki yanlış mı söylemiş?
78’liler Girişimi Sözcüsü Celalettin Can, İzmir’de yaptığı bir konuşmadan dolayı hakkında başlatılan soruşturma doğrultusunda İstanbul’daki evine düzenlenen baskınla gözaltına alındı.
Evinde yapılan arama sırasında bilgisayarına el konulduğu öğrenilen Can, Ataköy Polis Karakolu’na götürüldü.
Alınan bilgiye göre, Can’ın, akşam saatlerinde soruşturmanın başlatıldığı İzmir’e götürüleceği öğrenildi.
18 Ocak Cuma
https://odatv.com/celalettin-can-gozaltinda-18011938.html
yanlış söylemiş. İktidarın ner türlü yargılaması haksızdır, kim olursa olsun.
“İktidarın ner türlü yargılaması haksızdır, kim olursa olsun.”
Başkalarına zarar vermelerini engellemek için bile mi?
Bugün şöyle bir haber başlığına rastladım ama bakamadım. Olayın dün çıkan haberine de. Böyle şeyleri konuşmak değil düşünmek bile istemiyorum.
“Kediyi sopayla döven işadamı gözaltına alındı”
ben siyasi yargılamalardan söz etmiştim.
“ben siyasi yargılamalardan söz etmiştim”
Bence toplumu zehirleyen Sözcü tayfası gibi bazı “siyasi suçlular” en az bu tür psikopatlar kadar tehlikelidirler.
AKP’den bile. Çünkü onların ne olduğu zaten belli ama bunlar “muhalif” görünümleriyle gerçek muhalefete daha çok zarar veriyorlar.
evet ama bU bir düşünsel tartışma sorunu, adli bir sorun değil. Siyasi farklılıkları yargğı alanına taşırsanız ortalık cehenneme döner. Örnekleri hem dünyada hem de Türkiye’de fazlasıyla yaşanmıştır.
Öte yandan psikopatlar sorunu bile adli alanı ilgilendirmez.
Bu tür siyasi davalarda bırakın tutuklanmayı veya tutuklu yargılanmayı, sadece gözaltına alınıp sorgulanmak bile yanlıştır ve herkes için kötü bir deneyim olsa gerektir.
Tabii eğer sizi gözaltına alıp sorgulayan polisler Erin Lindsay veya Amanda Rollins değilse.
Gün bey,
Sizin de yıllar boyu tecrübe ettiğiniz üzere; anarşizm, kalıpsal bir şey değil.
‘Natural’ci, ‘doğa’ ve/veya ‘doğal’cı, ‘green’ anarşizm,
Vejetaryen ve veganlık temelli anarşizm,
Feminist temelli anarşizm,
Hiçbir sisteme dahil olmamak için ‘idle (bilinçli olarak, tercihen boş gezen)’ anarşizmi,
Primitif anarşizm,
İlkellik temelli anarşizm…
Gibi pek çok anarşizm türü var.
Siteniz daha çok Türkiye odaklı, ve kısır siyasi çekişmelerin yansımalarını içeren çok fazla içeriğe sahip, hem yazı olarak hem sitenize gelen yorumlar olarak.
‘Pipsqueak’, bahsi geçen kısırlığın dışında yazılar yazdığında, sitenizin pek çok müdavimi ona ve yazdıklarına otomatikman cephe alıyor ve sitenizden kovmaya çalışıyor. Siz de ara sıra bu cepheye dahil oluyorsunuz.
Pipsqueak’in üslubu ne kadar sert olursa olsun, yazdıkları kıymetlidir. İşaret ettiği çok mühim tehlikeler, yıllar öncesinden yapılan yanlışların ceremesinin bugün çekiliyor olduğu, yarın katmerlenerek çekileceği gerçeği var. Bunları hem siz hem sitenize yorum yazanlar; ıskalıyorsunuz.
Pipsqueak’in yazdıkları uyarılara dikkat etmeyip, sadece ‘üslubunun sertliğine göre’ davranmak ve onu siteden uzaklaştırmak; yukarıda bahsedilen kısırlığın artarak sürmesine neden olur.
Siz ve sitenize yorum yazanlar, her ne kadar tasvip etmeseniz de; Pipsqueak’in yazdıklarını okuyanlar da var. Bunu özellikle ‘siz’ unutmayınız Gün bey.
Özgürlükçü olmanın kıymetini en iyi bilenlerden birisiniz. Pipsqueak’in yazılarını yayınlamanızı istiyoruz. Yayınlayacak mısınız?
ʻʻBen Gün Zileli gibi özgürlükçü değil, “sansürcü” bir solcuyum.ˮ
Kendileri değil Devlet tarafından yönetilen, yani siyasi toplumlardaki köle vatandaşlar arasında en sık kullanılan kelimelerden biri ʻözgürlüktürʼ. ʻÖzgürlükçüʼ de özgür siyasi ekonomik pazarında özgürlük satan politikacının yandaş avlama reklamı.
Özgürlükçü, köleye neden köle olduğunu anlatır. Böylece ideoloji baskı aracı olur. Özgürlükçü kendinin yuttuğu ideolojiyi, daha doğrusu virüsü, ʻ244 Sansürcü Solʼa benzer kölelere, bulaşıcı hastalık gibi, aktarır. Hasta, bu özgürlüğünün yerini alan köleliğinin nedenini bilme placebosu ideoloji ile iyileşir, rahatlar, ilerideki mutlu günleri bekler. Siyasi ideolojilerin üstü örtülü teoloji oldukları çoktan tespit edildi. Bu sapıklık, özellikle ideolojilere ʻbilinçliʼ sığınan tahsilliler arasında hayli yaygındır.
Bu, son yıllarda, solcuların taptığı bilimsel, tıp âlemine ʻʻbilişsel psikoloji/terapiˮ adı altında sızdı ama o ayrı bir konu.
Solun bitmez tükenmez medya suçlama dırdırı bu sapıklığa güzel bir örnek. Gerçi şu an yeni tip diktatörler popülerlik adına bu dırdırı solculardan çok daha iyi kullanıyorlar ama o da ayrı bir konu.
Bu sitede yorum yapanların %99ʼu ya şu ya bu sol ideoloji müritleri yüksek IQʼlüler. Bu yüksek IQʼlü solculara göre, mevcut düzeni savunan medya ve tahsilliler halkı kandırmakta. En güçlü ve yaygın işitilen haber kaynakları bunların elinde. Düşmanlarının sığındıkları ʻnormal ve doğal ve doğru ve gerçek dünyaʼ ideolojisi ʻkötüʼ ve ʻhalkı yanıltmakʼ amacıyla kullanılmakta. Solcular, haber şirketlerinin düzeni elinde tutanlarla aynı ideolojiye sahip olmasını kınarlar. Kısacası, sorun baskı aracı ideolojiye esir olmakta değil, doğru/yanlış ideolojiye sığınmada. Eğer son zamanlarda tekrar moda olan dille söylersem, sorun aç olmakta değil, aç olduğunun nedenlerini ʻyanlışʼ anlamakta! Bitip tükenmez solcu ʻbilinçʼ gevezeliği! Bu zavallılar dünya demokratik sistemlerinin serbest pazar modeli üzerine kurulduğunu bile bilmezler.
Her neyse. Bence, ʻ244 Sansürcü Solʼ ilk önce, aynı düşmanları medya gibi, kendi kendini sansür etmekten kurtarsa daha iyi olur. Bu çaylak mürit, özgürlüğe kavuşmasa bile, hiç değilse Zileliʼye yaltakçılık yapmaktan kurtulur. Hatta alışmadığı sol dırdırı yerine anlamadığından dolayı kendini rahatsız eden yazıların sansür edilmesini önereceğine, Zileliʼye neden yıllarca ʻyanlışʼ ideolojinin kurbanı olduğunu sorsa ideolojilerin ne kadar güçlü baskı araçları olduğunu anlamaya başlar.
Daha somut bir örnek: Dondurmacı geçtiğinde anneme koşar para isterdim. Annem para yerine ideoloji verirdi. Gerisini büyük beyninle sen doldur, sayın çaylak solcu mümin.
Bu olay, ancak ve ancak arzu edenle arzu edilen arasına girmiş yüz binlerce pezevenklerin olduğu siyasi toplumlarda anlam taşır. Kendi dünyanın ʻnormal ve doğal ve doğru ve gerçek dünyaʼ olduğunu sana yutturan ideolojik maskeni sıyırırsan, muhabbet tellallarının olmadığı bir toplumda kullandığınız kavramların anlamsız olduğunu belki görürüsün.
Ne kadar çaylak olduğunu gösteren iki alıntı:
ʻʻwhen I see multitudes of entirely naked savages scorn European voluptuousness and endure hunger, fire, the sword, and death to preserve only their independence, I feel that it does not behoove slaves to reason about freedom.ˮ
Rousseau
ʻʻSavagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of civilization. ˮ
—Ibn Khaldun on nomads
Rousseau ve Ibn Khaldun alıntıları Zileli ve ʻmüridi 244 Sansürcü Solʼu rahatsız etmiyorsa, siz tam evcil olmuşsunuz, baskı genlerinize yazılmış: Medeniyet içerde baskı dışarda fetihtir.
Peki, ʻ244 Sansürcü Sol ʼun çaylak bir mürit olduğunu ben nasıl anladım? Bu çaylak, sansürün varlığına karşı değil, sansürün varlığının nedeni hakkında bir araştırma yapmamış, kimlerin sansür gücüne sahip oldukları kimlerin olmadıkları umurunda değil. En kötüsü kendi kendini sansür edenlerin çok daha adi ve tehlikeli olduğu hakkında bir bilgisi yok. Tek derdi solculuk rahat uykusunu bozan bir kişiden kurtulmak.
küfür e hakaret olmadığı sürece her türlü yazı yayınlanıyor.
“Medeniyet”e ve “Kapitalizm”e meydan okuyanların yorumları yayınlansa ne değişir, sansürlense ne değişir?
Yiğit ölür şan kalır.
At ölür meydan kalır.
Hayırlı meydanlar!
Yeni! Yepyeni! Yepisyeni!
İnsanlık tarihinde hiçbir benzeri olmayan, tıpkı ilgili ayetlerin tefsirlerinde açıklanan cennet nimetleri gibi “hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiç kimsenin aklına hayaline gelmemiş” olan “Kapitalizm” geldi!
Üstelik onu alana “Marksist” veya “Anarşist” paketi içinde bir tane de “Anti-Kapitalizm” bedava!
Kampanyayı kaçırmayın!
Bir gün aniden cehennemden zembille Sümerler’e inen “Medeniyet” ve hediyesi “Anti-Medeniyet”ten beri böyle kampanya görülmedi!
“Kapitalizm/Medeniyet” ile “Anti”leri arasına sıkışanlara
“Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan”
diyen Yunus’tan geliyor:
“Anti”ler ve “Tez”leri
Hani bunun “Sentez”leri?
“Anti” yalan “Tez” de yalan
Var biraz da sen oyalan
Sadece seçimleri kimlerin kazanacağına veya bürokrasinin en tepedeki makamlarına kimlerin konacağına odaklanarak bir strateji belirlemek yanlıştır.
Çünkü sözkonusu bu yüksek makamlara konacak “devlet kuşları”nın kimler olacağı kadar, daha aşağıdaki “dal”ların, örneğin ilçelerin başındaki “kaim-i makamlık” makamlarından “ihtiyar heyetleri”nin başındaki ihtiyarların makamlarına kadar birçok başka “dal”ın da dikkate alınması gerekir.
Bunların dışında unutmamamız gereken başkaları da var tabii.
“Rektörler” ve “Sektörler”, özellikle de ikisinin biraraya gelmesiyle oluşan “Özel [Sektörün Kurduğu] Üniversite Rektörleri” mesela.
Veya Hıyanet İşleri, Keriz Kuvvetleri, Cıva Kuvvetleri, Don-alma, Jandarıcam gibi.
Bütün illetvekillikleri de en az İllet Meclisi başkanının kim olacağı kadar önemlidir.
İlkellikten, doğal hayattan yana olan herkes akıllıyken, ve medeniyetten, ilerlemeden yana olan herkes aptalken yapman gereken şey o kadar basit ki!
O müthiş zekanın bir ürünü olan ikna etme gücünü kullanarak, karşındaki herşeye inanmaya hazır aptal sürüsünü iki dakikada ilkelliğin doğruluğuna ve doğaya dönmeye ikna edeceksin o kadar. Böylece hepiniz en fazla iki saat içinde en yakın doğal ortama bir daha ayrılmamak üzere yerleşeceksiniz. Bunu dünyadaki bütün insanlara yapmak da yıllarca sürmese gerek.
Hani aptal biri olsan, karşındaki akıllı ve kandırılması zor insanlara aylarca ve sayfalarca dil döktüğün halde hiçbir şey anlatamıyorsun derdim.
Have you ever heard when did The Capitalism exactly appear in human history?
It’s not a story The Anti-Capitalists would tell you.
Kapitalizm istisnasız bütün kapitalistlere öyle harika hayatlar veriyor ki, dünyanın en uzun ömürlü insanlarından olan Mustafa Koç ve Mina Başaran gibi kapitalistler inanılmaz uzun ve inanılmaz mutlu bir hayat sürmüştür. Halbuki genç yaşta ölmek kapitalistler hariç istisnasız herkesin kaderi olduğu için işçi sınıfı bir yana, mutlu bir hayatı olan tek bir orta sınıf mensubu entelektüel göremezsiniz.
Tabii, yazınıza teşekkür ederim ama ek diyeceklerim de var.
Ben kendim bilgi hayranı değilim. Çok kısaca ve sonsuz kabaca söylersem, bilgi, meta olduktan sonra günümüzdeki anlamını kazandı ve bilgi çılgınlığı başladı. Amerikaʼda kazık yiyenlerin dedikleri ʻʻthis is a learning planetˮ bunu güzel özetler.
Daha da kötüsü, tarihte ʻtelosʼ olmadığını en katı savunanlar bile geriye bakıp her yerde ve her zaman bilginin günümüz bilgisine kavuşma sevdası içinde geliştiğini iddia ederler, yani ʻevrensellik businessʼ. Ya da, daha ʻTurkishʼ söylersek, ʻgül ve bülbül businessʼ.
Bir örnek: Eski adıyla burjuva, yeni adıyla bu siteyi dolduran orta sınıf kültüründe, ʻchildren are discouraged to have strong feelingsʼ. Tarihte romantikler buna isyanı güzel simgelerler. En azından da Jane Austenʼın ʻSense and Sensibilityʼ.
Ve işte bu sitedekilerin bir milyon yılda bile anlamadan tekrar ettikleri nakarata yanıtım: ʻʻBen bunları orta sınıf yazarlardan öğrendim! Ortada bir çelişki yok sizin cahilliğiniz var!ˮ Bakın mesela Frankfurt School filozofların bu site cahillerini tanımlayan ʻculture industryʼ veya Hannah Arendtʼın ʻthe banality of evilʼ kavramlarına.
Ben tarihte ilkel yaşamdan medeniyete geçişle son derece önemli bir kopuş olduğuna dikkat çektim, hepsi o kadar! Benzeri kopuşlar var: geleneksel ekonomiden kapitalizme veya geleneksel siyasi düzenden iş adamlarının ağır bastıkları ve modern kurumlardan oluşan düzene, geleneksel teknikten modern bilime geçişler insan tarihinde çok önemli kopuşlardı. Bu sitenin bilgiçleri hiç bir bilgileri olmadığı ilkellik konusunu balıkların katıldığı akımlar arası köpek kavgasına tercüme eder dururlar.
Ben açıkça meydan okuyorum: Bu sitede ilkellik ve ilkellikten medeniyete geçişi bilen tek bir kişi yok. En sık gönderme yaptığım bilgi dalı antropoloji bile partiler arası köpek kavgası gibi algılanıyor. Yani, kim daha çok biliyor? Bilgi kapitalizminin karikatür varlıkları! Serbest bilgi pazarının serbestliğinden yararlanıp çarşıya alış-verişe çıkmış kültür endüstrisi mağdurları. Kendilerini bu duruma sokanlara karşı isyan edeceklerine savunuyorlar.
Sanki en büyük kütüphane kapılarında yazılmış olan ʻʻbilgi güçtürˮ deyişi görmemişler. Sanki bana cevaplarında kullandıkları bilgisayarı egemen altına alanların dünyayı da egemen altına alma ihtimalini duymamışlar. Sanki son 4-5 yüz yıldır dünyayı bilgi sayesinde egemenlik altına alanların kim olduklarını bilmiyorlar. Sanki kendileri gibilerin yaşadıkları ülkelere Trump değil ben ‘shithole countries’ diyerek hakaret ettim. Sanki Trump gibi faşist ruhlu bir alçak bilgi sayesinde toplanılan bomba ve silahlarla değil, dil gücüyle dünyaya meydan okuyor.
Bence sorun alışılmış dedikodular dışında konuşulanları cahillikten dolayı anlamamadan kaynaklanıyor.
Basit bir örnek: Kapitalizme karşı ideoloji Komünizm. Anahtar önek ʻKomun – üstelik ilham ilkellerden geldi. Antropolojide anahtar önek ʻAntroʼ, yani insan.
Ben defalarca meydan okudum: kapitalizme karşı ve bir çeşit komünizm-anarşizm ideolojisini benimseyen bir kimse otobüsün yürümeden daha hızlı olduğuna inanıyorsa, o bir kara cahil enayi, modaya uyan bir televizyon-okul moronıdır. Cevap yok!
Bunu bile çözemeyecek kadar kavramların toplumsal anlamından kopmuş tipik birey olmayan orta sınıf bireyciler, akımlara kapılmış ölü balıklar, kültür endüstrisi hilkat garibeleri, ilkellik konusunu aşina oldukları futbol takımı tutma dırdırına tercüme edip duruyorlar.
Tamam, kafa şişirdim. Sadede geleyim.
Siyasi dünyada insanın ve hatta tüm yaşamın varlığını elinde tutan neo-diktatörler günde 24 saat insana hakaret ve küfür ederler; medya hakeza; dünya ekonomisi hakeza; sosyal ilişkiler hakeza; eğitim hakeza…
En yakın tarihlerde bile anarşistler fiilen, komünistler teorileriyle bu duruma isyan edip şiddete başvurdular. Ben salt sert ve alaycı bir dil kullanıyorum.
Daha uzun tarihte isyan edenler arasında sert dil ve küfür çok yaygın bir yanıttı.
Her gün 24 saat hakaret ve yalanlar yağmuruna tutulan ʻallah belanızı versinʼ diyerek insanlığını koruması, bence, bu alçaklıklara en güzel bir yanıt. Ama aynı kişi döner de tarih boyunca sık rastlanan enayiler gibi güzel yanıt formülünü sonsuz cahil olduğu konularda gevezelik ettiğini yüzüne vurana karşı da kullanırsa, konuyu anlamadığını itiraf etmiş olur.
Çok daha yakından somut örnekler: Medeniyet’in yutup kustukları ʻ256 Anonimʼ, ʻ257 Anonimʼ, ʻ258 Anonimʼ, ʻ260 Anonimʼ bu kara cahilliğe örnek oldukları gibi, bence, şu an dünyanın en alçak ruhlu modern kinikleri temsil (cynic) ederler. Fitilleri tükenmiş eğlence ve endüstrisi atıkları; yitip gitmişlerin mezar taşlarındaki yazılar.
‘Have you ever heard when did The Capitalism exactly appear in human history?’
Siz hâlâ orada mısınız?
Sorduğunuz soruya cevaplar bu sitedeki yazıların çoğunun altında defalarca verildi. Bunları ya okumadınız, öğrenmediniz, ya da sırf zevzeklik maksadıyla soruyorsunuz.
Siz, ‘sicil memurluğu’na özenen bir şahıs mısınız?
Siz, kategorizasyon yapmadan, kapitalizmin, ne zaman, nerede, kim-kimler tarafından ‘yaratıldığını’ tespit etmeden rahat duramayan, sicil memurluğuna özenen tayfadan mısınız?
Siz, hâlâ, kapitalizmin ‘kendiliğinden’ mi yoksa ‘suni olarak’ mı doğup doğmadığını tespit etmek için yanıp tutuşan bir heyecanlı mısınız?
Dikkat edin, vücudunuzu çeşitli dış etkenlerden (soğuk hava, sıcak hava, elektrik çarpması, hayvan saldırısı, insan saldırısı, trafik kazası vb.) mümkün mertebe korumak için giydiğiniz kıyafetleri üreten, Bangladeş’in, Endonezya’nın, Vietnam’ın en yoksul bölgelerinde, kemiklerinde ilik kalmayana kadar sömürülen insanlar öldüğünde; dımdızlak, çırılçıplak ortada kalıverir, dış etkenlere çok çabuk maruz kalabilirsiniz, ve bu sebeple belki, siz de ölebilirsiniz. İşte o an geldiğinde, yine ‘sicil memurluğu’na özenip, kapitalizmin, ne zaman, nerede, kim-kimler tarafından ‘yaratıldığını’ tespit etmeyi heyecanla isteyecek misiniz bakalım.
‘Artık; A.I. – Artificial Intelligence var, makineler var, robotlar var.. Üretimi bunlar yapıyor.. Ne Bangladeş’i, ne Endonezya’sı, ne Vietnam’ı yahu..’ gibi bir başka zevzeklik yapmayı aklınızdan geçirirseniz, ilk önce, kendinize şu soruyu sorun:
‘A.I. – Artificial Intelligence’ mi satın alır?
‘Makineler’ mi satın alır?
‘Robotlar’ mı satın alır?
Yoksa, ‘insanlar’ mı satın alır?!
Şirket C.E.O.’ları, fabrika patronları, üretim tesislerinde, atölyelerde, insan eli ‘değmeden’, son model robot teknolojisi ile ürettikleri ürünleri ‘satın alacak insan’ bulamayınca; işte o an, yine ‘sicil memurluğu’na özenip, kapitalizmin, ne zaman, nerede, kim-kimler tarafından ‘yaratıldığını’ tespit etmeyi heyecanla isteyecek misiniz bakalım.
‘Kapitalizm istisnasız bütün kapitalistlere öyle harika hayatlar veriyor ki, dünyanın en uzun ömürlü insanlarından olan Mustafa Koç ve Mina Başaran gibi kapitalistler inanılmaz uzun ve inanılmaz mutlu bir hayat sürmüştür. Halbuki genç yaşta ölmek kapitalistler hariç istisnasız herkesin kaderi olduğu için işçi sınıfı bir yana, mutlu bir hayatı olan tek bir orta sınıf mensubu entelektüel göremezsiniz.’
Zevzeklik tam gaz.
‘Çorba’ yapmak için bile biraz bilgi, biraz tecrübe gerekir.. Yukarıda tırnak içinde yazılan ‘zevzeklik çorbası denemesi’nde, bunların hiçbiri yok..
Yapı Kredi’nin İstanbul’daki en büyük şubelerinden birinde ‘sömürülen’ bir bankacı, banka içindeki ‘amirleri’ tarafından, daha fazla kredi satışı yapamadığı için ‘psikolojik işkenceye, yıpratmaya’ maruz kaldı. Beyin kanaması geçirerek ‘öldürüldü’. Geride kalan üç çocuğu da kapitalistlerin pençesinde köle olmak için annesiz büyüyecekler, annelerinin acısını unutmadan, kapitalistlerle uyumlu birer köle olmaya çalışacaklar ömürleri boyunca.
‘Kapitalistler tarafından öldürülen’ bu bankacının ismi: Nadide Kısa
Ve Nadide Kısa, ‘mutlu bir hayatı olan orta sınıf mensubu entelektüel’ kategorinizden biri de değildi üstelik..
Siz, Mustafa Koç, Mina Başaran gibi isimleri çok duyarsınız; ama, Nadide Kısa gibi isimleri neredeyse hiç duymazsanız. Bunun sebebi, ‘Koç ailesi’nin ve ‘Başaran ailesi’nin, medyadaki güçlü bağlantıları sayesinde, bizzat kendi kurumlarının işlediği cinayetleri ‘duyurMAması’ olabilir mi acaba, kendinize bu soruyu sorun bakalım, zevzeklik çorbası yapmaya yeltenmeden önce.
Peki:
Zevzeklik çorbası denemenizde, ‘işçi sınıfı bir yana’ diye yazmışsınız da;
13 Mayıs 2014’teki SOMA cinayetini hatırlıyor musunuz? Muhtemelen unutmuşsunuzdur..
301 insan, kendi istekleriyle mi öldü?
Yoksa, kapitalistler tarafından mı öldürüldü?
Peki, bu ‘301 insan’ arasından, bir tane bile olsa, isim aklınıza geliyor mu? Muhtemelen gelmiyordur..
Kendinize bu soruları sorun bakalım, zevzeklik çorbası yapmaya yeltenmeden önce.
ʻ261 Anonim ʼ asks: ʻʻHave you ever heard when did The Capitalism exactly appear in human history? ˮ
This question was already answered in this site by some Necip Bey a long time ago. Necip Bey, who is by no means Anti-Capitalist and most likely because of it, was able to elucidate this enigma that has preoccupied the best minds since the birth of capitalism and more intensely the last three to five centuries. According to Necip Bey, about 30 thousand years ago, the humans wandered alone in the African Savannah and whenever they encountered each other they would enter into a sort of exchange. What is implied but not explicitly stated is the fact that the first trade takes place between man and woman: each one offers what the other one lacks.
What is much more interesting is that said Necip Bey achieves much more than what may appear to less sophisticated readers. This theory explains also how the woman, who is now pregnant, becomes for the anti-capitalists the cause of the original sin by giving birth to a new generation of would-be capitalists. Also she all alone teaches a language to the child. Necip Bey does not explain how the woman learned a language while wandering all alone. But he does something much more important, he explains how by commanding, punishing and rewarding the child when necessary, the mother gave birth to first political power. We could, therefore, say that between the birth of capitalism and the birth of political power there are just a few years. Necip Beyʼs theory hides yet another hidden dimension. It sheds light on the hotly debated concept of the birth and the genesis of the modern individual. Necip Bey, indirectly illustrates that the individual wanderer, just as now, existed long before society and even before language. Even if there are some screwballs, like myself, who argue that the existence of society is necessary for the development of language.
Actually, Necip Beyʼs logic is deceptively simple:
Society is made of individuals; therefore the individual precedes the society.
Trade needs two individuals and the first trade takes place between a man and a woman in order that progenitors can keep the trade alive. Furthermore, since the shame that is due to nakedness, which in modern capitalism becomes a very lucrative business, is not yet instituted, the man and woman immediately see what the other is lacking. The trade that begins with eyes ends in a big bang, at least for the man who is always as brief and intense as the people in this site.
Political power is based on command and obedience. The mother who after first trade was stuck with a baby is obliged to give orders and the child being weak and vulnerable is obliged to obey. Etc., etc., etc.
I must confess that I often visit this site to learn from innovative thinkers like Necip Bey and yourself. The site abounds with the likes of you two!
or instance, I have just learned from you to ask very creative and important questions. Though I am puzzled as to how you did not know about Necip Beyʼs theory about the exact appearance of ʻThe Capitalismʼ. I am even more perplexed about a more concise date that was given by the famous jester Nasreddin Hoca years ago.
When asked the same question he said that ʻThe Capitalismʼ appeared in human history exactly on 25 February 1253. When the eggheads like you objected, he simply responded: ʻʻWell, prove me wrong, you knucklehead!ˮ
As for me, I think ʻThe Capitalismʼ appeared much more earlier, perhaps about 13 billion years ago when subatomic particles, like Necip Beyʼs Savannah’s solitaries, met in the cosmic Savannah and decided to exchange their vibrations.
Of course, I owe my inspiration to Necip Bey.
Here is another example: your neighbor ʻ262 Anonimʼ.
Before even ʻThe Capitalismʼ humans wanted to find the secret of longevity as well the elixir (iksir). In our days this search picked up tremendous speed. DNA, genes, food, social environment, liking what one does … you name it.
ʻ262 Anonimʼsays that the secret is to be a capitalist and seemed to suggest that middle classes and the laboring classes should all be capitalists.
My advice to you and ʻ262 Anonimʼ is really much simpler: if you keep talking bullshit like this for thousand more years you will live thousand more years!
Yukarıdakine benzer bir tane daha:
“DİYARBAKIR’ın Silvan İlçe Emniyet Müdürü Ö.Ö. ile 4’ü polis toplam 8 kişi, tarihi eser kaçakçılığı operasyonunda gözaltına alındı.”
“301 insan, kendi istekleriyle mi öldü? Yoksa, kapitalistler tarafından mı öldürüldü?”
Soruya soruyla cevap vereceğim için kusura bakmayın lütfen.
“Vatan sağolsun, gerekirse öbür oğlumu da şehit veririm” diyen “şehit” babaları, hatta o babaların seve seve “şehit” olan oğulları bu ölümleri kendileri mi seçtiler?
Yoksa onları “kapitalizm” mi öldürdü?
Ha pardon, kapitalizm onları bizzat öldürmedi ama beyinlerini yıkayarak ölüme gönderdiği için öldürmüş oldu.
Bu insanların akılları yok çünkü. Varsa da kullanmamaları “kapitalizm'”in suçu elbette.
“Mustafa Koç’un ölümü bir istatistiktir, milyonlarca işçinin ölümü ise bir trajedi.”
Bir dakika. Böyle değildi galiba. Yoksa tam tersi miydi?
Gerçi bu sözü söyleyen, en azından söylediği iddia edilen kişi de “anti-kapitalizm” adına çok sayıda “istatistiğe” imza atmış ama önemli değil.
“Gerçek” anti-kapitalizm bu değil ne de olsa!
“Eleştiri bittiğinde çürüme başlar” öyleyse “anti-kapitalizm eleştirilemez”.
Veya bazı olumsuzlukların kaynağının aslında “kapitalizm” adı verilen tek bir şey olmadığı söylenemez (çoknedenlilik/multicausality?).
Dolayısıyla o olumsuzlukların yaşanmaması için her biriyle mümkün olduğunca mücadele etmeye çalışmak yerine, topyekun “kapitalizm” adı verilen şeye tek cepheden savaş (cihad?) ilan edilmelidir.
İşin teferruatını, yani hikaye tarafı olan metafizik ve mitolojik unsurları ayıkladığınızda, Mekke dönemi ayetleri, yani “gerçek” İslam diyebileceğimiz şey, “gerçek” anti-kapitalizme, yani anarşizme ve devrim öncesi bolşevizmine benziyor.
Medine dönemi, yani Medine “devleti”nin kurulmasından dört halife döneminin sonuna kadar olan “İslam” ise, devrimin Lenin dönemindeki yozlaşmışlığına, anarşistlerin ve benzerlerinin ezildiği döneme benziyor.
Emevilerin tamamen siyasallaştırıp saltanatın oyuncağı haline getirdiği, Emevi hanedanının iç mücadelelerde birbirleriyle bile savaştığı dönemin “İslam”ı ise Stalinizme, yani anarşistlerin yanı sıra Leninistlerin ve hatta Stalinistlerin de ezildiği döneme.
Sonuç?
Bu iyi niyetli insanlar ideallerini hayata geçiremiyorlar. Tabii ki bundan sonra da hep böyle olacağı kesin bir şekilde ileri sürülemez. Ama sürekli tekerrür eden bu durum da öyle kolayca hafife alınamaz.
“İşçi sınıfı” nerede biter, “orta sınıf[lar]” nerede başlar?
Bir fabrika, maden, inşaat veya tarım “işçi”si olmayan birinin, örneğin bir memurun, öğretmenin, esnafın veya kendi işinde çalışan birinin gelir düzeyi, emlakı, mal varlığı, tatil yerleri ve harcamaları, çocuğunu özel okula gönderip gönderemediği vesairesi hangi noktadan sonra onu “işçi”likten çıkarıp bir “orta sınıf” veya “küçük burjuva” mensubu yapar?
Herşeyden önce eğer bütün insanlar “proleter”, “küçük burjuva” ve “burjuva” olmak üzere üçe ayrılmıyorsa kaç tane “orta sınıf” vardır?
Adına “kapitalizmin yıkılması” veya başka bir şey densin, radikal bir düzen değişikliği çağrısı bu geniş kitlelere sahip olmadıkları neler vaat ediyor?
Bu insanlar, yoksulluk ve açlık sınırının altındaki kitlelerden ne kadar az olurlarsa olsunlar, hiç de küçümsenmeyecek bir kalabalığı oluşturmuyorlar mı?
“İnsan türü tam olarak hangi tarihte ortaya çıkmıştır?” neden saçma bir sorudur?
Çünkü insan türü kapitalistlere benzeyen birileri tarafından yapay bir şekilde tasarlanmamıştır da ondan. Yani insan “yapay” bir sistem değildir.
“Kapitalizm tam olarak hangi tarihte ortaya çıkmıştır?” sorusu da işte aynı nedenle çok saçmadır.
“Zevzeklik tam gaz”
dedi bir zevzeklik şampiyonunun avukatı.
“İlkelliği savunma”ya hoşgörü.
Anti-Kapitalizm eleştirilerine tahammülsüzlük.
‘Soruya soruyla cevap vereceğim için kusura bakmayın lütfen.’
Kusursuz kimse yoktur. Mesela, ‘zevzeklikte ısrar’ da bir kusurdur.
‘Vatan sağolsun, gerekirse öbür oğlumu da şehit veririm’ diyen ‘şehit’ babaları, hatta o babaların seve seve ‘şehit’ olan oğulları bu ölümleri kendileri mi seçtiler?’
Militaristler, insanları, ‘başkaldırmadan yaşayan, uslu vatandaşlar’ olarak torna tezgâhından geçirme vazifesini sürdürürler.
‘Ordu’ adı verilen kurumun asıl görevi; ‘önce’ erkekleri formatlayarak, otoriteye boyun eğecek bir kalıba sokmak ve o kalıpta tutmaktır. Çünkü, ‘üniformalı askerlik’ dönemi bitip sivil hayata transfer olunduğunda, ‘formatlanmış erkekleri’ gütmek nispeten daha kolaydır. Bahsettiğiniz ‘öbür oğlunu da öldürtmeye hazır ‘şehit’ babası’nın da, bu formatta olduğunu ıskalıyorsunuz.
‘Milliyetçilik’ lagalulagaları, ‘peygamber ocağı’ fetişizmi, ‘askerliğini yapmayan erkeğe iş verMEme’ tehdidi, ‘şehit edebiyatı’ bla bla bla… Akşamdan sabaha, bugünden yarına değişecek olgular değil.
(Militaristlerin, kadınları ve diğer cinsiyet yönelimlerini nasıl formatladığı konusuna hiç girmiyorum bile…)
‘Korku eşiğini aşmak’ her insanda aynı seviyede değildir. Belli ki, sizin bu konularda; ya hiç tecrübeniz yok, ya az tecrübeniz var, ya da sırf zevzeklik maksadıyla yazıyorsunuz.
‘Yoksa onları ‘kapitalizm’ mi öldürdü? Ha pardon, kapitalizm onları bizzat öldürmedi ama beyinlerini yıkayarak ölüme gönderdiği için öldürmüş oldu. Bu insanların akılları yok çünkü. Varsa da kullanmamaları ‘kapitalizm’in suçu elbette.’
Kapitalizm, kendi kendine doğan-büyüyen-ölen bir organizma değildir.
‘Kapitalistler’ sayesinde kapitalizm vardır. Tıpkı ‘militaristler’ gibi, tıpkı ‘komünistler’ gibi, tıpkı ‘faşistler’, tıpkı ‘dinciler’ gibi…
Üstteki paragrafların birinde ‘korku eşiğini aşmak’ kısmını tekrar, ama ‘anlamak için’ okuyunuz. ‘Beyin yıkamak’la, ‘aklın var olup olmaması’yla, ‘eğer akıl varsa onu kullanıp kullanmamak’la daha sonra ilgilenirsiniz.
‘Mustafa Koç’un ölümü bir istatistiktir, milyonlarca işçinin ölümü ise bir trajedi. Bir dakika. Böyle değildi galiba. Yoksa tam tersi miydi?
Önce, kapitalistlerin işlediği SOMA cinayetinde öldürülen insanlar arasında, bir tane bile isim aklınıza geliyor mu gelmiyor mu, bu soruya cevap arayınız. ‘İstatistik’le, ‘trajedi’yle daha sonra ilgilenirsiniz.
‘Gerçi bu sözü söyleyen, en azından söylediği iddia edilen kişi de ‘anti-kapitalizm’ adına çok sayıda ‘istatistiğe’ imza atmış ama önemli değil. ‘Gerçek’ anti-kapitalizm bu değil ne de olsa!’
‘Zevzeklik çorbası yapmak’ konusunda daha çok tecrübe edinmeniz gerekiyor. Henüz beceremiyorsunuz.
‘Eleştiri bittiğinde çürüme başlar’ öyleyse ‘anti-kapitalizm eleştirilemez’. Veya bazı olumsuzlukların kaynağının aslında ‘kapitalizm’ adı verilen tek bir şey olmadığı söylenemez (çoknedenlilik-multicausality?). Dolayısıyla o olumsuzlukların yaşanmaması için her biriyle mümkün olduğunca mücadele etmeye çalışmak yerine, topyekun ‘kapitalizm’ adı verilen şeye tek cepheden savaş (cihad?) ilan edilmelidir.’
Bunları, ‘siz’, uyduruyorsunuz.
Ve eleştirdiğinizi ‘zannediyorsunuz’.
Asıl yaptığınız, ‘zevzeklik’.
‘İşin teferruatını, yani hikaye tarafı olan metafizik ve mitolojik unsurları ayıkladığınızda, Mekke dönemi ayetleri, yani ‘gerçek’ İslam diyebileceğimiz şey, ‘gerçek’ anti-kapitalizme, yani anarşizme ve devrim öncesi bolşevizmine benziyor. Medine dönemi, yani Medine ‘devleti’nin kurulmasından dört halife döneminin sonuna kadar olan ‘İslam’ ise, devrimin Lenin dönemindeki yozlaşmışlığına, anarşistlerin ve benzerlerinin ezildiği döneme benziyor. Emevilerin tamamen siyasallaştırıp saltanatın oyuncağı haline getirdiği, Emevi hanedanının iç mücadelelerde birbirleriyle bile savaştığı dönemin ‘İslam’ı ise Stalinizme, yani anarşistlerin yanı sıra Leninistlerin ve hatta Stalinistlerin de ezildiği döneme. Sonuç? Bu iyi niyetli insanlar ideallerini hayata geçiremiyorlar. Tabii ki bundan sonra da hep böyle olacağı kesin bir şekilde ileri sürülemez. Ama sürekli tekerrür eden bu durum da öyle kolayca hafife alınamaz.’
Dinler, kapitalistlerin amaçlarını gerçekleştirmede kolaylaştırıcı birer unsur vazifesindedir. Bu, ‘uydurma’ değil; ‘tespit’tir. Bunu, bir tür; ‘su’ ve ‘çimento’ gibi düşününüz. Aklınıza hemen ‘zevzeklik yapmak’ gelmesin.
‘Semavi dinler’ – ‘Semavi olmayan dinler’ diye kategorize edilMEden önce yaşanan tarihte, ‘kast sistemi’ dünyanın pek çok coğrafyasında farklı isimler, farklı veçheler, farklı kültür kodları ile vardı. Akıp geçen, günümüze gelinen süreçte; ‘kast sistemi’nin hegemonyası güncellenerek (‘updated’) devam ediyor. Dinler, bugün de, bu fonksiyonunu sürdürmektedir.
‘İşçi sınıfı’ nerede biter, ‘orta sınıf[lar]’ nerede başlar? Bir fabrika, maden, inşaat veya tarım ‘işçi’si olmayan birinin, örneğin bir memurun, öğretmenin, esnafın veya kendi işinde çalışan birinin gelir düzeyi, emlakı, mal varlığı, tatil yerleri ve harcamaları, çocuğunu özel okula gönderip gönderemediği vesairesi hangi noktadan sonra onu ‘işçi’likten çıkarıp bir ‘orta sınıf’ veya ‘küçük burjuva’ mensubu yapar? Herşeyden önce eğer bütün insanlar ‘proleter’, ‘küçük burjuva’ ve ‘burjuva’ olmak üzere üçe ayrılmıyorsa kaç tane ‘orta sınıf’ vardır?
Kapitalistler, sömürüyü sürdürebilmek için, terminolojiyi çeşitlendirmekte epey maharetlidir.
Sorularınız, kapsamlı bir tarihin anlatımını gerektiriyor. Bunları öğrenmek için sizin sabır ve zamanınız yok, muhtemelen sitedeki diğer katılımcıların da yok.
Konuya giriş mahiyetinde bir tavsiye: Antonio Gramsci’nin bulabildiğiniz eserlerini edinip, okuyup öğrenmeye çabalayınız.
Gramsci, gözlemlerinde (poposundan uydurMAmıştır):
Kapitalistlerin, ‘işçi sınıfı’ ve ‘orta sınıf’ diye tabir edilen katman ve kavramları nasıl ‘uydurduğunu’, ve sonra, birbirinden ayrı tutmak için hangi yöntemleri izlediğini, ve bunda (ne boyutta olursa olsun) nasıl başarılı olduklarını muntazam izah eder. Örneğin, fabrikada sömürülen bir işçinin, patron karşısına çıkıp tartışmaya başlayacak müktesebatı edineMEmesi için; kapitalistlerin, ‘çalışma vakti dışındaki hayat işgali’ni nasıl yaptıklarını tane tane anlatır.
(Not: Gramsci’den başka kaynaklar da mevcut. Fakat Gramsci’nin gözlemleri hem net hem hâlâ güncel.)
Eğer, ‘politbüro fantezileri’ içinde yüzen, ergen-irisi ve slogancı biri değilseniz; Karl Marx’ın ‘artı değer’ ve ‘yabancılaşma’ başlıkları altında izah ettiklerini de öğrenmeye çabalayınız.
‘Adına ‘kapitalizmin yıkılması’ veya başka bir şey densin, radikal bir düzen değişikliği çağrısı bu geniş kitlelere sahip olmadıkları neler vaat ediyor? Bu insanlar, yoksulluk ve açlık sınırının altındaki kitlelerden ne kadar az olurlarsa olsunlar, hiç de küçümsenmeyecek bir kalabalığı oluşturmuyorlar mı?’
En yakın geçmişte, Fransa’da ‘Sarı Yeleklilerin protestoları’ yaşandı. Sorularınızın cevabını, o protestocular veriyor.
Ve hâttâ, ‘bobo (bourgeois-bohème)’ takma adıyla dalga geçtikleri ‘küçük burjuva orta sınıfın’, protestolar esnasında çekimser ve ikircikli davranışlarını da eleştiriyorlar. Kapitalistlerin, ‘böl ve birbirine düşür (‘işçi sınıfı’ ve ‘orta sınıf’) yönteminin bugün bile nasıl işlediği apaçık ortada.
Şu an protestolar durulmuş gibi gözükse de, uyarı işaretini çakması bakımından canlılığı sürüyor. ‘Fransa’ ve ‘Paris’ isimleri, dünya tarihinde önemli yer tuttuğu için oralarda yaşananlar çok çabuk duyuluyor. Emin olabilirsiniz, adları ‘Fransa’ ve ‘Paris’ kadar meşhur olmasa da, dünyanın pek çok yerinde ‘kapitalizm karşıtı protestolar’ (ve Paris’dekinden daha şiddetli, daha kanlı) var. Ana akım medyanın hem ‘TV’deki, hem ‘internet’teki hegemonyası altındaki yerlerde bu haberleri bulaMAzsınız. Tıpkı, ‘Nadide Kısa’ ismini bulaMAdığınız gibi.
Son olarak; Fikret Başkaya’nın şu yazısı da, belki, zevzeklik yapmaktan vazgeçmenize yardımcı olabilir:
( http://www.gunzileli.com/2019/01/16/fikret-baskaya-sari-yelekliler-plutokrasiye-karsi/ )
‘…bir zevzeklik şampiyonunun avukatı.’
Bizzat kendinizi tarif etmişsiniz.
‘İlkelliği savunma’ya hoşgörü. Anti-Kapitalizm eleştirilerine tahammülsüzlük.’
Önce, ‘zevzeklik’ ve ‘eleştiri’yi birbirine kasten karıştırMAmayı öğreniniz. Kasten karıştırıyorsunuz, zevzeklik çorbaları yapmaya meraklı olduğunuz aşikâr.
“Sorularınız, kapsamlı bir tarihin anlatımını gerektiriyor. Bunları öğrenmek için sizin sabır ve zamanınız yok, muhtemelen sitedeki diğer katılımcıların da yok.”
Evet.
İnsanların “kapitalizm” algıları ile realite veya olgular arasındaki farkın ne olduğunu anlatmak çok uzun sürer.
Bu sitede bunun için yer ve zaman olmaması gerçekten üzücüdür.
“‘peygamber ocağı’ fetişizmi, ‘askerliğini yapmayan erkeğe iş verMEme’ tehdidi, ‘şehit edebiyatı’ bla bla bla…”
Bunlar zorunlu askerliğin olduğu kapitalist ülkelerde varken olMAdığı kapitalist ülkelerde bir sorun teşkil etmiyor.
Ama her ikisi de “aynı” kapitalizm oluyor.
Yoksa kapitalizm lastik gibi her yere çekilebilecek, isteyenin altını istediği şekilde doldurabileceği bir şey mi?
Veya “Türklük” gibi.
Biri der ki Türklük sadece anayasal vatandaşlıktır.
İsmet Özel “Müslüman olmayan Türk olmaz” der.
Nihal Atsız ve müritleri Türk ırkından olan (hala kaldı mı acaba?) Türk’tür der.
Uzat uzatabildiğin kadar.
Mısır’da devrim gençliğinin hayal kırıklığı
Mısır’da “ekmek, özgürlük ve toplumsal adalet” sloganıyla yola çıkan 25 Ocak Devrimi gençliği, geçen 8 yılın ardından hedeflerinin artık hayalden öte bir anlam ifade etmediğini düşünmeye başladı.
Devrimin akabinde kendi aralarında birlik oluşturamayan devrim ve değişim hareketleri, Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) ve Selefiler gibi toplum tabanında karşılığı olan cemaatler ve teşkilatlarla da tam bir koordinasyon sağlayamadı.
Devrimden bir yıl sonra yapılan seçimlerde İhvan ile Selefilerin parlamentoda ezici çoğunluk sağlaması üzerine bu gruplar “Devrimi başkaları çaldı” gibi söylemler geliştirdi.
Devrimci, liberal, solcu ve sosyalist gruplar ile İhvan arasında farklı nedenlerden dolayı Mursi’nin cumhurbaşkanlığının ikinci altı ayında tekrar anlaşmazlıklar başladı.
Ekonomi uzmanları, Sisi yönetiminin Mübarek döneminde uygulamaya konulamayan ekonomik programları hayata geçirdiği ve Mübarek’in cesaret edemediği acı reçeteyi Sisi hükümetlerinin uygulamak zorunda kaldığını söylüyor.
25 Ocak Devrimi’ni gerçekleştiren topluluklar da Sisi yönetiminin Mübarek rejimine daha yakın olduğunu, devrime ise mesafeli bir tutum izlediğini, bu nedenle hedeflerini hayata geçiremediklerini söylüyor.
Yakın gelecekte devrim günlerine dönüleceğine dair bir işaret olmadığına dikkati çeken gençler, sloganlarda dile getirdikleri hedeflerini gerçekleştiremedikleri için hayal kırıklığı yaşıyor.
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/misirda-devrim-gencliginin-hayal-kirikligi-41090987
‘Bunlar zorunlu askerliğin olduğu kapitalist ülkelerde varken olMAdığı kapitalist ülkelerde bir sorun teşkil etmiyor. Ama her ikisi de ‘aynı’ kapitalizm oluyor. Yoksa kapitalizm lastik gibi her yere çekilebilecek, isteyenin altını istediği şekilde doldurabileceği bir şey mi?
Belli ki, sizin bu konularda; ya hiç tecrübeniz yok, ya az tecrübeniz var, ya da hâlâ zevzeklik maksadıyla çırpınıyorsunuz.
Kapitalizmi iliklerine kadar hisseden ülkelerde askerlik ‘zorunlu’ olsun-olmasın farketmez, kapitalistlerin hegemonya kurdukları medyada (ve diğer platformlarda); ‘militarist (‘fizikî’, ‘aklî’, ‘siyasî’, ‘kültürel’ vs.) formatlama ve yıkıcı etkileri’ haberlerine kolay kolay ulaşamazsınız. Militarizmi ‘yücelten’ haberlere çok kolay ulaşırsınız. Örneğin, ABD’de askerlik sistemi komplekstir; zorunlu olan ve olmayan unsurları vardır. Her hâlükârda, ABD medyasında (ve elbette toplumun genelinde), ‘ordu’yu (army) yerlere vuran kişi ve kurumlara kolay kolay rastlayamazsınız. Oğullarını öldürtmeye gönüllü ‘şehit babaları ve anneleri’, orada da mevcut.
Türkiye özelinde ‘zorunlu akserlik’ diye isyan edilen şeyin ‘yasal (legal) olarak’ kaldırılmasıyla, ‘militarist formatlama’nın çok çabuk biteceğini zannediyorsanız; avucunuzu yalarsınız. ‘Beyinlerdeki militaristleşme’ye karşı mücadele etmezseniz, bu siteye gelip zevzeklik çorbaları yapmak için çırpınırsınız.
Aynı durum; komünist hegemonyanın olduğu Çin, Kuzey Kore, Venezuela ve benzeri ülkelerde de geçerli. ‘Militarizm’; kapitalistlerin, komünistlerin, dincilerin ve diğer pek çok ‘-ist’in ‘tektipçi amaçlarına’ yardımcı olan bir gelenektir.
‘Veya ‘Türklük’ gibi. Biri der ki Türklük sadece anayasal vatandaşlıktır. İsmet Özel ‘Müslüman olmayan Türk olmaz’ der. Nihal Atsız ve müritleri Türk ırkından olan (hala kaldı mı acaba?) Türk’tür der. Uzat uzatabildiğin kadar.’
‘Milliyetçi lagalugalar’ı örnek olarak getirmeyi bırakınız artık. Konuyu biteviye uzattığınızın farkında değilsiniz.
‘İnsanların ‘kapitalizm’ algıları ile realite veya olgular arasındaki farkın ne olduğunu anlatmak çok uzun sürer. Bu sitede bunun için yer ve zaman olmaması gerçekten üzücüdür.’
Bazı insanlara; ‘zevzeklik’ ile ‘realite’ arasındaki farkların neler olduğunu anlatmak çok uzun sürebilir.
Asla unutMAmanız gerekiyor: ‘Korku eşiğini aşmak’ her insanda aynı anda olmaz. ‘Kapitalizm’in yıkılması; bugünden yarına, akşamdan sabaha, çabucak olması mümkün değil.
Pek çok insanın, ‘kapitalizm’in ne(ler) olduğunu anlamasının üzerinden epey zaman geçti; belli ki, siz, ‘zevzeklik çorbaları’ yapmayı denerken bu insanların ne(ler) anladığını ıskaladınız. Ve hâttâ, pek çok insanın, kapitalistlere karşı eylemlerinin de epey birikmiş tarihi var. En yakın geçmişte olan, Fransa’daki ‘Sarı Yeleklilerin protestoları’dır. Eğer bu sitede yazılanları ‘anlamak isteMİyorsanız’, ulaşabildiğiniz ‘Sarı Yelekli protestocular’ varsa; onlara sorarak da öğrenebilirsiniz. Tabi, zevzeklik yapmaktan vazgeçmezseniz, öğrenmeye sabrınız ve vaktiniz yine kalmayabilir.
‘Yeniden canlanma emareleri var mı, neler yapabiliriz?’ sorusuna katkı sunan Gün Zileli’ye mühim bir öneri:
Bu kitap, dünya üzerindeki yaşamına ‘tüketici’ olarak başlayan insanın geçirdiği kültürel evrimi ve o yolda yaşanan ekonomik gelişmeleri ele alıp açıklamayı amaçlayan bir ‘ekonomik olaylar’, ‘devrimler’ ve ‘teoriler tarihi’ kitabıdır.
Alışılmış ekonomi tarihi kitaplarından farklı olarak, olaylar ve devrimlerle birlikte her paradigma değişiminden sonra ortaya çıkan ve dönemin ideolojisine dönüşen ekonomik düşünceleri de özetle ortaya koymayı amaçladım. Sanırım, ekonomi tarihiyle ekonomik düşünceler tarihini bir arada ele alan başka bir deneme yok.
Bu kitabı yazmamın nedeni, son 20-30 yılda üniversitelerde piyasa ekonomisi ağırlıklı bir ekonomi eğitimi verilmesinin, ekonomi biliminin temellerini oluşturan ‘tüketim’in, ‘üretim’in, ‘değiştokuş’un, ‘para’nın, ‘ticaret’in, ‘kent ekonomisi’nin, ‘pazar’ın, ‘piyasa’nın tarihini ve ortaya çıkış nedenlerini kenara itmeye başlamış olmasıdır. Kanımca, bunları atlayarak son birkaç yüzyılda ortaya çıkmış olan ekonomik düşüncelerin oluşturduğu tarihi incelemek, ekonomi bilimini anlamak için yeterli değildir.
Kapitalizm tek başına kalmadan önce bütün bu kavramların çıkışı ve gelişimi ekonomi biliminde Marksist bir ‘artı zaman’ ve ‘artı değer’ yaklaşımı çerçevesinde ele alınırdı. Sovyet blokunun dağılmasıyla birlikte ekonomi bilimi son yüzyıldaki gelişmelerle kısıtlanmaya başladı. Oysa Marksist analizin birçok konuda çok doğru yaklaşımları ve eleştirileri vardır.
Konulara ‘siyah ve beyaz’ gibi yaklaşım yapanların bu dediklerime şaşıracaklarının farkındayım. Çünkü günümüz anlayışı, eskisi kadar eleştiriyi kaldıramadığı gibi taraf tutmayı özendiriyor.
Oysa benim ekonomiye yaklaşımım, devlet müdahalesinden arındırılmış bir piyasa ekonomisi çerçevesinde biçimlenirken, yaşamın geri kalan sosyal bölümlerine yaklaşımım Marksist analizle iç içe geçmiş bir biçim taşıyor. Yani ne siyah ne de beyaz, daha çok gri bir ton taşıyor. Bu söylediklerim yalnızca Marks’ın değerlendirmeleriyle değil; Darwin, Freud ve Gordon Childe’ın düşünceleri çerçevesinde oluşan yaklaşımla ilgili.
‘Artı zaman’ olmaksızın fiziksel üretim dışındaki üretimin yapılması mümkün değil. Bunları incelemeden son iki yüzyılı anlamak söz konusu olamaz; pek fazla anlamadan ezberlemek söz konusu olabilir. Bu kitabın amacı bu tür bir ezber eğitimine karşı çıkmak ve düşünce özgürlüğüne dayalı bir analiz tekniği yerleştirebilmektir.
Kitapta karşınıza çıkabilecek hata ve eksikliklerin sorumluluğu bana aittir.
Mahfi Eğilmez, iktisatçı
Kasım 2018
Tarihsel Süreç İçinde Dünya Ekonomisi
Mahfi Eğilmez
Remzi Kitabevi
208 sayfa
(http://www.remzi.com.tr/kitap/dunya-ekonomisi)
Sayın Zileli,
Bu kitabı okur musunuz?
“‘Milliyetçi lagalugalar’ı örnek olarak getirmeyi bırakınız artık.”
Eğer siz de önemli farkları (zorunlu askerliğin olup olmaması) önemsiz göstermeye ve önemsiz benzerlikleri aynı torbaya (“kapitalizm”) doldurmaya son verirseniz, söz, bırakacağım.
“Konuyu biteviye uzattığınızın farkında değilsiniz.”
Evet, gerçekten de değilsiniz.
Bu samimi itirafınız ve dürüstlüğünüz için teşekkür ederim.
Bazı tarihçiler “köleci üretim tarzı” veya “kölecilik” ile kölelik olgusu arasındaki farkı açıklarken köleciliğin köleliğin olduğu her yerde olmadığını söylerler.
Sanırım bugün de birilerinin “ordu”nun olduğu her yerde orduculuğun/militarizmin olmadığını, veya daha doğrusu topluma egemen olmadığını açıklaması gerekir.
Bunun için Antik Yunan örneğini de vererek niçin “felsefe”nin ve onun zemini olan “sivil toplum”un tarihte ilk kez ilk medeniyetler olan Mısır ve Mezopotamya’da ortaya çıkmadığı sorusunu sorabilir.
Tutuklanmasaydı şaşardım:
“Miğferle ölüm sanığı astsubay FETÖ üyeliğinden de tutuklandı
BURSA’nın Gemlik ilçesinde, vatani görevini yapan er Gökhan Kılıç’ın (20) nöbet sırasında başına miğfer ile vurarak ölümüne neden olduğu iddiasıyla yargılanan Astsubay Başçavuş Osman Hancı, ‘FETÖ terör örgütü üyeliği’nden de tutuklandı.”
Bu sefer öbür iki örneğimizden biraz farklı olarak “cuntayla ilgisi olmayan günahları cuntacı keçilere atma” hadisesi ile karşı karşıyayız.
okurum. hediye mi edeceksiniz yoksa?
‘Eğer siz de önemli farkları (zorunlu askerliğin olup olmaması) önemsiz göstermeye ve önemsiz benzerlikleri aynı torbaya (‘kapitalizm’) doldurmaya son verirseniz, söz, bırakacağım.’
Siz, ‘beyinlerdeki militaristliği’ önemsiz zannedip, sadece ‘zorunlu askerliğin kaldırılıp kaldırılmaması’ ile sınırlarsanız kendinizi; avucunuzu yalamaya devam eder, zevzeklik çorbaları yapmayı deneye deneye ömrünüzü geçirirsiniz.
Hegemonyalarını pekiştiren kapitalistlerin amaçlarını korumak, sürdürmek için; ‘militarizm’, ‘dinler’, ‘milliyetçilikler’ (daha da çeşitlendirilebilir) birer kolaylaştırıcı işlevi görür. Siz, ‘kapitalistleri’ önemsiz zannedip, onların bir torbaya sığacağını zannedecek kadar tecrübesizsiniz. Poşet torbalar da artık paralı, aklınızda bulunsun. ‘10 kuruş’, ‘25 kuruş’, kapitalistler için hiçbir şey; ama, bayat ekmeği ucuza almak için fırınların önünde bekleyen insanların hayatında mühim paralar bunlar.
‘Evet, gerçekten de değilsiniz. Bu samimi itirafınız ve dürüstlüğünüz için teşekkür ederim.’
Laf ebeliği yapmak için ıkınacağınıza; kapitalistlerin işlediği SOMA cinayetinde öldürülen insanlar arasında, bir tane bile isim aklınıza geliyor mu gelmiyor mu, bu soruya cevap arayınız. Eğer bu sitede yazılanları ‘anlamak isteMİyorsanız’, ulaşabildiğiniz ‘Sarı Yelekli protestocular’ varsa; onlara sorarak da öğrenebilirsiniz. Tabi, zevzeklik yapmaktan vazgeçmezseniz, öğrenmeye sabrınız ve vaktiniz yine kalmayabilir.
http://marksist.net/levent-toprak/lenine-dair-tarihte-bireyin-rolu
“Burjuvazinin geniş kitlelere benimsetmeye çalıştığı tarih anlayışı genel olarak idealist bir tarih anlayışıdır. Bu idealist anlayış başka dışavurumlarının yanısıra iki temel biçimde kendisini gösterir. Birincisi, “tarihi büyük adamlar yapar” şeklinde kabaca özetlenebilecek olan iradeci (volontarist) anlayış, ikincisi ise, tarihi önceden belirlenmiş değişmez bir plana göre otomatik olarak akıyormuşçasına ele alan kaderci (fatalist) anlayıştır. Birbirinin zıddı gibi görünen bu iki anlayış uygulamada mutlak olarak ayrı değildir. Aksine bunlar çoğu zaman çeşitli tarihi olayların ele alınışında iç içe geçmiş eklektik bir yumak gibi uygulanırlar. Bu kaçınılmazdır, zira tarihi gerçekler kendilerini karşı konulmaz olgular olarak ortaya koydukları ölçüde bunları salt kaderci ya da salt iradeci biçimde açıklama çabası gözden saklanamayacak kadar kaba tutarsızlıklara yol açar. Bu nedenle bir ve aynı tarihi olgunun “açıklanmasında” bu anlayışlardan kâh biri kâh diğeri önümüzde keyfi biçimde belirip kaybolurlar.
Rasyonel düşünce geleneğinin tarihsel nedenlerle zayıf olduğu Türkiye’de bu eğilimler iyice komik boyutlara varır. Okullarda öğretilen tarihe baktığınızda, örneğin Osmanlı tarihi, padişahların ya da diğer büyük adamların kahramanlıklarından ya da işler ters gidiyorsa aptallıklarından ibarettir. Her Türk çocuğunun zihnine kazınmış olan “Baltacı ile Katerina” menkıbesi bu ucuz anlayışın timsalidir. Cumhuriyet tarihi de aynı şekilde efsanelerle örülü bir Mustafa Kemal yüceltmesiyle karakterize olmuştur. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmış ve vatanı kurtarmıştır! O Türklerin atasıdır! “Ebedi Şef”tir vb. Bu “tarihte” gerçek hayat, üretim, üretim ilişkileri, maddi çıkarlar, sınıflar, ezenler-ezilenler, sömürenler-sömürülenler yoktur, büyük adamlar vardır. Entrikalar vardır, iyi adamlar ve kötü adamlar vardır.”
İZMİR’in Foça ilçesine 3 aylığına gönderilen kursiyer askerlerin seçmen yazılmasına CHP’den gelen tepkiler üzerine İzmir Valiliği’nden açıklama yapıldı. Açıklamada, 24 Haziran 2018 seçiminde Foça’da oy kullanıp, daha sonra birliklerine ataması yapılan 633 uzman çavuşun ilgili birliklerinde personel kaydının güncellendiği, herhangi bir usulsüzlüğün söz konusu olmadığı kaydedildi. CHP Foça İlçe Örgütü tarafından ilçelerinde 3 ay kurs gören 4 bin 2 askeri personelin seçmen olarak görülmesine itiraz edildi. Bunun üzerine İl Seçim Kurulu kursiyerlerden hala başka ilde görevli 633’ünün seçmen kaydı silindi. Ancak CHP tarafından ilçede kurslarına devam eden uzman çavuşların da seçmen kayıtlarının silinmesi içini bu kez Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) başvuruldu. YSK’nın bu konuda henüz karar vermediği tartışmayla ilgili İzmir Valiliği’nce de yazılı açıklama yapıldı. Açıklamada, “24 Haziran 2018 seçimlerinde Foça ilçesinde oy kullanıp daha sonra birliklerine ataması yapılan 633 uzman çavuşun, ilgili birliklerinde personel kayıtları güncellendi. Herhangi bir usulsüzlük söz konusu değildir” denildi.
HALKLARIN Demokratik Partisi (HDP) İzmir İl Örgütü, 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere dair yazılı açıklama yaptı. İl Eş Başkanları Kadir Baydur ve Besriye Tekgür tarafından yapılan yazılı açıklamada, kentte yerel seçimlerde iş birliği yapılabileceği mesajı verildi. Açıklamada hem CHP hem AK Parti ve MHP’ye yönelik eleştiriler de yer aldı.
HDP İzmir İl Örgütü, yerel seçimlere yönelik yazılı açıklamada bulundu. İl Eş Başkanları Kadir Baydur ve Besriye Tekgür tarafından yapılan yazılı açıklamada, adayların eğilim yoklamaları yöntemi ile belirlenme çalışmalarında son evreye gelindiği belirtildi. Açıklamada, şöyle denildi:
“Seçim güvenliğini sağlamayı, seçim günü sandık başlarında görev alacak kurul üyelerini ve müşahitleri tamamlamayı hedefleyen faaliyetler aralıksız biçimde devam etmektedir. Ancak HDP önümüzdeki 31 Mart yerel seçimlerine hem Türkiye genelinde hem de İzmir özelinde sadece kendi parti çıkarları ve kazanımları açısından yaklaşmamaktadır. HDP, 31 Mart yerel seçimlerinin, bütün yerel etkenlere rağmen yeni bir referandum niteliği arz ettiğinin, halklarımızın önündeki son fırsatlardan biri olduğunun gayet iyi farkındadır. Meseleye bu ikilemden bakan her türlü seçim iş birliğine de açıktır.”
SİYASİ RAKİPLERE ELEŞTİRİ
Hem CHP hem AK Parti ve MHP’ye yönelik eleştirilerin de yer aldığı açıklamada şunlar kaydedildi:
“HDP, İzmir’i kendi kalesi olarak gören, bunun rehaveti ve vurdumduymazlığı ile İzmir’i kendi hizip kavgalarının sahnesi haline getiren her türlü anlayışı, ilimizin karşısındaki tehlike konusunda uyarma gereği duymaktadır. İzmir’in tek bir ilçesini dahi AK Parti- MHP bloğuna vermemek mümkün. İzmir rantın ve arkasından sürüklediği bütün sektörlerle birlikte inşaat sektörünün yeni avlanma ve üşüşme alanı ve mekanıdır. ‘İstanbul’a ihanetin’ bir benzeri İzmir’de tekrarlanmak üzeredir. Kentin hava sirkülasyonunu ve dokusunu bozan dikey yapılaşma şimdiden almış başını yürümektedir. AKP-MHP ittifakının adayı Nihat Zeybekci, pervasızca ve patavatsızca ‘İzmir’i Anadolu’ya katmaktan’ ve tanınmaz hale getirmekten söz etmektedir. İzmir’e saygısızlık bir yana, bu pervasızlık yeni bir kentsel felaketin habercisidir.”
“Siz, ‘beyinlerdeki militaristliği’ önemsiz zannedip, sadece ‘zorunlu askerliğin kaldırılıp kaldırılmaması’ ile sınırlarsanız kendinizi; avucunuzu yalamaya devam eder, zevzeklik çorbaları yapmayı deneye deneye ömrünüzü geçirirsiniz.”
Siz, askerliğin – ve onun benzeri okullardaki din (Sünni İslam) dersleri, resmi ideolojiler (Kemalizm) gibilerinin – zorunlu olmaması gibi kazanımları önemsiz zannedip, sadece “anti-kapitalist” devrim projeleri ile sınırlarsanız kendinizi; avucunuzu yalamaya devam eder, zevzeklik çorbalarından başka bir şey yaptığınızı zannede zannede ömrünüzü geçirirsiniz.
“Poşet torbalar da artık paralı, aklınızda bulunsun.”
Demokratik, yani “burjuva demokrasisi”ne dayanan “kapitalist” bir sivil toplum da ucuz değil.
Militarist ve resmi ideolojik bir Kemalist-Türk-Sünni İslam “kapitalizmi”nin aksine.
Bazı insanlar bunu öyle rahatça, kolayca, rastgele harcamak istemezler bu yüzden.
Hele de başarılı olup olmayacağının hiçbir garantisi olmayan “anti-kapitalist” projeler karşılığında.
Sayın ʻʻ275 ‘Zevzeklik’ ve ‘Eleştiri’yi kasten karıştırmakˮ yazarı.
Yorumunuzda gönderme yaptığınız ʻʻhttp://www.gunzileli.com/2019/01/16/fikret-baskaya-sari-yelekliler-plutokrasiye-karsi/ˮ yazısını inanamayan gözlerimle okudum ve sanırım yine haddimi bilemedim, zevzeklik genlerimde, gen-doğamda. Biliyorum, Başkaya ve Zileli Devrim saltanatında yüksek makam memurları olduğundan, ʻ***ʼdan sonra başlayan yazım, küfür ve hakaret taramasından sonra, Devrim toz tenekesini boylar. Size gözlerime neden inanamadığımı ʻönsözʼ zevzekliği ilave edip daha etraflı açıklıyorum.
Önsöz
Zengin ülkelerde hali vakti yerinde olanlar arasında çok sık duyduğum bir tabir: “para mutlu etmez, bakın mesela şu fakirlere, bir yeri tıklat hemen göbek atmaya başlarlar.”
Uyku üzerinde araştırma yaparken denekleri ipnotize eden bir arkadaşım da benzer bir gözlemini bana aktarmıştı:”hali vakti yerinde olanları ipnotize etmek saatler alıyor, fakirler bir iki dakikada kendinden geçiyorlar!”
Not: Both are double edged sword, of course.
Türkler arasında da “SARI” der demez hemen ağızlarından salyalar akmaya başlıyor. 400 yıl önce Osmanlı sarayı sarışınlara aşık oldu. Yaklaşık 100 yıl önce Atatürk adlı bir saray memuru bu sevdayı demokratlaştırdı ve başta aydınlar tüm Türk halkı bu sevdaya kapıldı. Bu sevda yanında para, mal, mülk aşkı sıfır. Gönderme yaptığınız yazıyı yazan saray memuru, devrim profesörü, daha ʻsarıʼ lafını duyar duymaz tarih boyunca milyonları geçen ayaklanma, baş kaldırma, isyanları anında unutur veya cahilliğine gelir veya ʻsarı veya sarışın değilse insan bile değildirʼ alt bilinciyle hoplayıp zıplayarak sarı akımına yüzer. Yazısını sarılar sarısı Marx masallarıyla beslenmiş aydınların ezbere bildikleri sendika, örgüt, sınıf, Devlet, sağ/sol partileri, nüfus kağıtlı vatandaş, Demokrasi falan filanla süsler. Sarışınların en sarışınından anarşistlik diplomasını alan ve belli ki profesörden bile sonsuz az tarih bilen diğer bir sarışın sevdalısı da ultra modern saz-sitesini alır eline, duyurur diğer sarışın sevdalılarına.
Sonsuz kısaca bazı hemen aklıma gelenler.
İslamʼda qarmatlar, zenci köle isyanı, hariciler, Emevi’dan Abbasi’ye geçişi gerektiren isyan…Endülüs’ü katmıyorum bile. Osmanlı devrinde sayısız ayaklanmalar. Ne var ki, sarışın sarı yok, at gitsin.
Roma’dan tut ABDʼne kadar köle ayaklanmaları hakeza.
Avrupa’dan Çin’e kadar sayısız köylü isyanları hakeza.
Türkler gibi sarışın olmak için yanıp tutuşma yerine
sarışınlardan kurtulmak isteyenlerin Amerikalarda, Afrikaʻda, Uzak Doğuʼda ve Okyanus adalarında sayısız isyanlar hakeza.
İngiliz Devrimʼi esnasında sayısız direniş gurupların başkaldırması hakeza.
Avrupa çapında ʻMillenerian Movementʼ adıyla bilinen şahane direnişler hakeza.
Türk sarışın devrim profesörü alır üniversite sazını eline: örgüt yok, sendika yok, sağ/sol parti yok, Devlet yok, vatandaşlık yok, medya yok…, iyi iyi ama sarılar da yok, işte bu olmadı.
Özet:
ʻʻOscar Wilde said of professors, their ignorance is the result of long study. Oblivious to history and cultural diversity, these (Turkish) enthusiastsˮ of long-awaited revolution by their beloved blond- yellows (never to be confused with ʻyellow turbansˮ of inferior yellow races) fail to recognize there were revolts everwhere since Sumer and Egypt where ʻʻoppression inside, conquest outsideˮ became a world wide way of life and since history became the history of winners long before the Turkish intelligentsiaʼs beloved and cherished real blondies.
It really is sickening to see people with blinders molding the minds of the gullible like themselves.
Here is a very simple example: The professor complains about the misrepresentation of the movement by the giant media enterprises while he is doubly misled by it: by believing the very same representation and by not even being minimally knowledgeable about the revolts that are recorded even in the history of winners.
The article is typical leftist propaganda, in fact, it may be considered an exercise in logic with the usual but hidden assumptions. Thus it has nothing to do with the world and everything with political stunts:
Every professor is a woman, he is a professor, therefore he is a woman.
If the apple tree were a real apple tree, it wouldnʼt have the qualifier ʻappleʼ.
If there had been a revolution, there would be no more revolution!
As far as he knows, these new and improved yellow-blonds have done something new and improved. Therefore, it must be a good omen for a new and improved revolution!
Anyways, here is an infinitely small sample of books about revolts in history:
La Cité Antique, 1864.
Note: This book tells us how the rebel acquired the qualifier ʻtyrantʼ without even media moguls or their imitators, like the professor- Zileli et al, to shrink peoplesʼ heads.
The World Turned Upside Down.
The Religions of the Oppressed
The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages (1957)
History from below.
Les Intellectuals au Moyen Age
This last one is particularly pertinent in Başkaya-Zileli professorial context. It tells how the intellectuals who pursued (stolen) knowleadge wandered throughout Europe (like long before in India, during the period known as the Upanishads) looking for a master to study with. Universities put an end to that by making it sure that the knowleadge is in the hands of those who are well domesticated and diplomaed like Başkaya-Zileli who are diplomaed experts in revolution. Also, I would like to recommend to listen to ʻCarmina Buranaʼ which is inspired by this epoch.
Peki, sarı yelekliler devrimci mi değil mi? Başkaldırma, ayaklanma ve isyan gibi toplumsal patlamalar ile ünlü DEVRİM arasında fark var mı? Yoksa bu fark önemsiz mi?
Böyle ateşli tartışmalara neden olacak sorulara cevap verecek kadar bilgili değilim. Ama bu sayfadaki İVME ve TAŞLARIN KIMILDAMASI heyecanlarını okuduktan sonra, gözlerim, insan ve makine mühendis-teknisyenlerinin her gün ve gittikçe artan bir hızla başardıkları asıl devrimlerinden, bu devrimlere isyan etmektense daha da hızlı ve daha da asıl devrim isteyen bu siteye döndü.
Ben iki devrim biliyorum. Her ikisi de belli bir yerde doğdu ve yayılarak dünyayı tamamıyla kapladı.
Ama doğrusu, sicil memurları veya doğum günü kutlama derdine düşen sarışınlaşmış Türklerin gazabına uğramak da istemem.
Birincisinin doğum gününü bilmiyorum, sadece adını biliyorum: Neolitik veya Urban devrimi. İlerde, günümüz asıl devrimcileri mühendis-teknisyen-bilim adam karıları ışık hızını geçerlerse, kosmos karı-erkek tarihçileri araştırmalarını algoritmayla yaparlarsa, ilk devrimin kozmosa yayılan ama geri kalmış doğum günü ve sicil ışıklarının şifrelerini algoritmalarla çözer meraklı Türk sarışınları tatmin ederler.
Biliyorum tarih/kozmos bir çelişki, bir oksimoron, ama olsun. ʻIf god is dead, all is possible! Eğer anarşist devrim profesörleri ve diplomalı anarşist devrimci uzmanlar varsa, devrim ihtimali de var demektir. Bu totoloji mi, ne?
İkincisi de sorunlu ama eğer Fransız Devrimiʻni baş artist seçersek, 14 temmuz 1789. Ben kendim doğuş sancılarını 10-11. yüz yıllarda gördüm gibi.
Tüccarlar, henüz 11-12. yüz yıllarda, daha sonra ikinci devrimle ilk devrimin baş artistleri kovboylardan sürüleri gütmeyi alıp, ikisi de güçlü ama biri daha güçlü, ortaklığa hazırlanırlar. Bu daha güçlü tüccar ortaklar, hali hazırda o zamanın kovboylarına hazırlandıkları savaş masraflarını borç verecek kadar zenginler. Ama yine de, ʻʻhttp://www.gunzileli.com/2019/01/16/fikret-baskaya-sari-yelekliler-plutokrasiye-karsi/ˮ ve Zileli gibi büyük beyinlilerin İVMELERE İVME katıcı tezahüratlarını sindirene kadar 700 yıl beklerler. Ah şu insan psikolojisi! Ah şu ʻbilinç businessʼ! Ah şu eğitimle eğitimli aydın olup ışık salmalar!
Her neyse. Aşağıdaki yazıyı ʻʻhttp://www.gunzileli.com/2019/01/16/fikret-baskaya-sari-yelekliler-plutokrasiye-karsi/ ˮ sayfaya ilettim. Konu devrim İVME’si ile ilgili olduğundan ve adres bu sayfada verildiğinden yukarıdaki önsözü ekleyerek bu sayfaya aktardım.
***
Devrim Kalıbına Uydurmalar
ʻʻLe faux est susceptible d’une infinité de combinaisons; mais la verité n’a qu’une manière d’être.ˮ
[Uydurmalar sonsuz sayıda kalıba sokulabilir; hakikat tektir.]
Olağan üstü beceriler beceren olağan üstü kişiler olağan üstü veya olağan üstü emarelerle doğarlar.
Musa, Buda, İsa, Muhammed (çocukken bir rahip sırtındaki işareti görür), Büyük Kiros (Cyrus) eli kanlı doğar…
Saray dalkavukları iktidarı ele geçirenlerin asil soylarını bulup çıkarırlar.
İki basit İslam ve Osmanlı örneği:
Kocaları ganimetlerle zengin olan Arap kadınları, Bizans ve İran zengin kadınların kendilerini ayak takımı kadınlardan ayırt etme yüz örtme modasına uyarlar. Saray uleması yüz örtmeleri ilahi ayıba uydururlar. Zaten teknolojik devire kadar dünyayı sırtında taşıyan tarımcılar arasında kadınların çalışırken yüzlerini örtmesi ancak yobaz dincilerin kafasına yatar.
Selim Memlüklere karşı savaşa hazırlandığında, saray uleması aynı dinden olanların toprakları alınmaz olduğunu hatırlatınca, Selim kalıbına uydurmalarını emreder.
Çok daha kısaltır sadede gelir ve uydurmaları ayıklarsak, dürüst düşünürlerin kabul ettiği hakikate varırız: tarih, saray dalkavukları tarafından yazılmış olan kazananlar tarihidir.
Çok daha canıma yakın bir örnek: İlkokuldan lise sona kadar evimizde lamba yakardık (bazı hali vakti daha iyi olanların lüksleri vardı). Daha ilkokulda, arkadaşlarla sokak lambalarının altında ders çalışırken, aramızda “eğer becerirsek, ʻöğrenmek için sokak lambası altında çalışırlardıʼ derler; beceremezsek, ʻsokak lambası altında ders çalışandan ne beklenirʼ derlerˮ diyerek gülerdik.
Kalıbına uydurma, düzeni elinde tutanların yaltakçıları arasında sonsuz yaygındır. Son 2-3 yüz yıl diplomalı ciddi bilgelerin %99’u kalıba uydurmada ustaları oldular.
Benzeri uydurmaları sıradan halk mitler, efsaneler, masallar, ata sözleri, türkülerle dile getirirer. Kalıba uyduran ʻbilimselʼ, resmi ve diplomalı ciddi bilgeler güler geçerler. Sıradan halk, ʻWizard of Ozʼ kitabındaki allahı bulup akıl kazanmak isteyene benzerler, zekaları var ama diplomaları yok. Ama asıl suçları diplomalılar gibi saray içi veya civarında volta atmamaları.
ʻʻFikret Başkaya / “Sarı Yelekliler” Plütokrasiye karşı…ˮ saray dalkavuklarını soldan yansıtmış. Maşallah, hemen sarışın sarıları sol kalıbına uydurmuş. Pofesör, nedense, örgütlü örgütlerle bal gibi başarılı olmuş Marksist-Leninist-Troçkist-Maoist-Fidelist-Cheist falan filan devrimleri hasır altına süpürmüş. Yoksa ilhamını sarılardan alan devrim profesörü, sol devrimi tarihinde yeni bir çığır açma peşinde mi? Sarışın sarı yeleklileri YENİ VE DAHA İYİ, ANARŞİST, ÖRGÜTSÜZ, ÖRGÜTLÜ DEVRİM kalıbına mı sokmaya çalışıyor?
Profesörün YENİ VE DAHA İYİ devrimi de dahil, daha sonraki bütün devrimlere model İngiliz, American ve Fransız devrimlerinin örgütleşmeyle başarıldığını saklayamayan profesör, başarısızlık nedenini örgütleşmede bulamadığından, dil veya beyin çabukluğuyla, başka yere kaydırmış. Sorun örgütleşme / örgütleşmeme olmaktan çıkıp başarılı olduktan SONRAKİ başarılı / başarısız olma kalıbına girmiş. Profesör, İngiliz, Amerikan, Fransız devrimleri başarısızlığını solcuların bıkıp usanmadan ısıtıp ısıtıp önüne getirdikleri basmakalıp eleştirilerle becermiş. Örgütle başarılan SOL DEVRİMLERDE ise dilini yutmuş, ʻdevrimden sonraki başarısızlıkʼ becerisini becerememiş. Örgütleşerek başarılan Rus, Doğu Avrupa, Çin, G. Kore, Küba, Vietnam devrimlerinin başarısızlığı sanki ayıp örtme donu olmuş. Aslında ve bence, asıl başarıları asıl ilahi gücün Kapital olduğuna uyanmaları ama ne sağ ne sol bunu kabul eder.
Bu sol devrim profesörünün marifetinin altında yatan mantığını bilgisayar diline tercüme edersek ne kadar büyük beyinli olduğu daha bariz olur.
ÖRGÜTLEŞME – BAŞARILI DEVRİM / SIFIR – BİR
İhtimaller:
1. Örgütleşme olur, devrim başarılı olur: İngiltere, Amerika, Fransa, Rusya, Doğu Avrupa, Çin; K. Kore, Küba.
Bu şıkda, profesör, ʻneden – sonuçʼ yerine dil veya beyin çabukluğuyla ʻneden – doğru/yanlış devrimʼ muhabbetine dalmış.
2. Örgütleşme olur, devrim olmaz: Günümüzde hâlâ bakire Marksizm peşinde koşanlar. Hatta bu profesör, diğer bir yazısında, yer altına giren böyle birini göklere çıkarmıştı. Unutmayın, toprak anadır, gök baba. Kalıba sokma salt sağ ve sol devrimcilerin tekelinde değil.
3. Örgütleşme olmaz, devrim olmaz: Ezilen ayak takımlarının alın / gen yazısı, bilinçsizliği, cahilliği, örgütleşememleri falan filan …. Bitip tükenmeyen devrimci solcu önderlerin dırdırları.
Bir ihtimal daha var, o da yeni ithal edilmiş anarşizm modası mı dersin?
4. Örgütleşme olmaz, devrim olur! Ya da oldu olacak.
Eski modası geçmiş slogan: Dünya devrimcileri birleşin!
Yeni moda slogan: Dünya devrimcileri birleşmeden birleşin!
Aslında son derece acı bir durumla karşı karşıyayız. En azından son 4-5 yüz yıldır canavar kendi kendiyle konuşmakta. Ne yazık! Asıl ve her gün olan devrimi destekleyenler, devrimci – karşı – devrimci olduklarını bile görmezler. Bunlar salt ʻWORDS AND THINGSʼ dünyasının kalıbına uydurma ʻWORDSʼ mütahassızları.
İkinci bir canıma yakın masal: Annem, mahaledeki fakir kızların kahve falında o zamanın en gözde başarısını beceren subayları görürdü. İkinci devrimin taklitleri sol devrimler fakir ülkelerde oldu. At gözlüklü solcuların gözleri bunu bile görmez. Annem çok daha dürüst.
Bence, bu solcu devrimciler aynı düşmanları gibi düşünürler: 4 tekerli otobüsle 4 ayaklı at arasındaki tek fark birinin daha hızlı gitmesi. Büyük beyinli basit insanlar.
Yetenekli Bay Ripley, Özgürlükçü Bay X ve “Resmî İdeoloji Teröristleri”
Anti-Kapitalist Bay X:
“Herkes anti-kapitalist olmak, hayatını kapitalizmi yok etme davasına adamak ve bu dava uğruna ölümü göze alarak mücadele etmek zorundadır.
Davadan dönen dönektir. Katılmayan ve katılmak istemeyen ise, kapitalist olmasa bile kapitalist uşağıdır, kısaca düşmandır.”
Anti-Kapitalist olmayan Bay Y:
“Arkadaşım! Siz kimsiniz insanların hayatına zorla müdahale etme hakkına sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz? Ben kapitalizm koşullarında yaşadığım bu hayatımdan memnunum ve gereksiz riskler alarak başkalarınınkiler gibi daha da kötüleşmesini istemiyorum.
Bir kere kapitalistler gibi zenginlik içinde yüzmemekle birlikte “işçi sınıfı” gibi yoksulluk içinde de yüzmüyorum.
Kapitalistler gibi bütün gün yan gelip yatıp hiçbir iş yapmayan biri olmasam da çalışma sürem ve koşullarım “işçi sınıfı”nınki kadar uzun ve kötü değil.
Yaşadığım ülkede zorunlu askerlik yok.
İktidarda siyasal dinci bir parti, okullarda bir din ve mezhebin zorunlu dersi, çevremde dinci mahalle baskıları yok.
Kimse bana zorla “Z etnisitesindenim, doğruyum, çalışkanım! Varlığım Z varlığına armağan olsun! Ne mutlu Z’yim diyene!” gibi sözler söylettirmiyor. Çünkü ülkemdeki vatandaşların kimliği, bir etnisitenin değil, hiçbir etnik çağrışımı olmayan bir coğrafyanın adını taşıyor.
Ülkemde resmi bir ideoloji ve ilahlaştırmaya zorlandığım lideri, ve okullarda ve mahalle baskılarında bana bunların dayatılması sözkonusu değil.
Bana anti-kapitalizmi dayatan ve üstelik “özgürlükçü” geçinen sizin, başkalarına bu resmi ideolojileri dayatan “resmi ideoloji teröristleri”nden * ne farkınız var?”
* [“Resmî İdeoloji Teröristleri”
https://www.mehmetsevketeygi.org/2018/12/08/resmi-ideoloji-teroristleri/
Maalesef bu yazının sahibi kalemin “resmi ideoloji”sinin “teröristleri”ni eleştiren bir yazı bulamadığımız için bunu örnek vermekle yetinmek zorunda kaldık.
Bu nedenle doğrularla yanlışların iç içe geçtiği mezkur yazıyı elekten geçirerek okumanızı tavsiye ediyor, eleğe takılan doğrular üzerinde düşünmenizin faydalı olacağına inanıyoruz.]
Ya “Yeni İvme”yi seçimden sonra, üstelik seçimler AKP lehine sonuçlanmasına rağmen göreceksek?
AKP seçimlerde İzmir’i alsa, bunun sonucunda da CHP’nin ve bir bakıma Gezi’nin kalesi olan bu şehirde patlak verecek eylemler Gezi gibi yayılsa bunun adına “İkinci Gezi” mi denecektir?
Muhtemelen hayır.
Çünkü bu sefer “Gündoğdu” veya bunun gibi başka bir isimle tarihe geçecektir.
Dahası, belki de Gezi’den çok farklı bir şekilde sonuçlanacağı için, onlarla “Gezizekalı” benzeri sözler kullanılarak alay edilemeyecektir.
Çünkü o zaman “Gezizekalı” diyenlere “Gündoğ”mayacaktır.
Öyleyse bir öneri:
“İkinci Gezi”nin adına benzer isimler taşıyan “Gezici”ler ve özellikle anarşistler, şimdiden bir şeyler söylesinler ki “doğdu” denecek olan çocuğun “isim babalığı”nı da paylaşacak olmanın keyfini yaşayabilsinler.
“Ben demiştim!” demenin keyfiyle kıyaslanamayacak olsa da güzel bir şey olur herhalde.
“Toplumbilimcilerin yorumlarına göre, uygarlık alanında görülen gelişmeler, bilginin düzenli-düzensiz olmasıyla bağlantılıdır. Düzenli bilgi bilimsel, düzensiz bilgi ise günceldir. Bu sava katılma olanağı yoktur. Bilginin hangi türü olursa olsun bilince dayanır, bilinç dışında kalan bir veriye bilgi denemez. Bilgi bilincin denetiminden, usun eleğinden geçmemişse gelişigüzel bir birikim, karışık bir yığın demektir. Böyle bir bilgiye düzensiz alışkanlık adını vermek daha doğrudur. Doğanın çekimleriyle, içgüdülerin etkileriyle yapılan işlemlerde bilincin etkinliği sözkonusu değildir. Bu nedenle bilmek belli ilkelere dayanmak, usun ışığında bulunan kurallara uymaktır. Bilinç, us, anlık gibi yetilerin kucağında büyümeyen bir birikimin bilgiyle ilgisi yoktur. Oysa yeterince aydınlanamayan çevrelerde içgüdüye dayalı eylemler bile bilgi ürünü sayılır.”
“Felsefe alışveriş yerlerinden yemeklik öteberi almayı sağlayamaz, ancak bu öteberi almanın bilinçli bir kişi eylemi olduğunu gösterir, kişiyi bu tür davranışlarıyla bir sorun niteliğinde gündeme getirir.
İmdi, bu açıklamalardan sonra, felsefesiz bir toplumun başarılı olabileceği öne sürülebilir mi? Sürülemez kuşkusuz, felsefenin bulunmadığı yerde başarının en güçlü kaynağı olan düşünme eyleminin varlığı sözkonusu değildir. Düşünmek, ne denli çelimsiz olsa bile, yaratmaya yönelik bir eylemdir, düşünmeyenin üretici nitelik taşıması da gündem dışıdır. Peki, bunca çırpınışlarına karşın, felsefeden beklenen nedir? Bu sorunun yanıtı felsefenin içeriğini kavrayabilecek olgunluk aşamasına çıkmayı başarmadadır. Felsefeyi ekmek almaya gönderemeyiz, ancak yiyeceğimiz ekmeği çalışmadan tanrıdan da beklemenin sonuçsuz kaldığını unutamayız. Felsefe günlük yiyeceği sağlayacak tarladan yoksundur, buna karşın tanrıların da tarlasız ekmek verdikleri görülmemiştir. Demek, yapılacak iş, felsefede nesnel değil düşünsel yarar aramaktır. Düşünsel yarar nesnel yararın giriş kapısıdır. Nerede bu giriş kapısı kapalı tutulursa orada toplumsal gelişmeye yalnızca çıkış kapıları açılmış demektir. Felsefede tartışmadan, eleştirmeden, sorun durumuna getirilmeden benimseme, onaylama yoktur. Öte yandan, felsefe alanında düşünmenin, değişmez, tartışılmaz sonuçlar vereceği, bütün düşünenleri belli bir odakta birleştirerek çözülecek sorun bırakmayacağı da öne sürülemez. Bütün sorunların son çözümüne ulaştırıldığı sanılan yerlerde verimsizliğin karanlıklara itici egemenliği başlar. Felsefenin sürdürdüğü özgür düşünme eylemi uyandırıcıdır, uyutucu değil. Oysa değişmez gelenek niteliği kazanan inançların hepsi uyutucudur, uyandırıcılıktan kaçıcıdır. Felsefeden ne beklenir? sorusunu sorabilmek için felsefenin ne olduğunu bilmek, ne olduğunu anlamaya yönelik düşünsel girişimlere olanak sağlamak gerekir. Felsefe alanına girecek sorunlarının bulunmadığına inanan bir toplumda hangi konuların düşünülmesi gerektiği de bilinemez.”
“Felsefe fizik, kimya, gökbilim değildir, onlar da felsefe değildir kuşkusuz. Ancak bu deney bilimlerinin felsefeyi ilgilendiren, felsefenin açıklamalarını gerekseyen sorunları yoktur denemez. Bilimsel felsefe sözcüklerini kullananların çoğu felsefeyi bilimin dışına atmak isteyen, onun bilim olmadığını sanan kimselerdir, bunların başında Viyana Okulu’nu oluşturanlar gelmektedir. Sözgelişi H. Reichenbach’ın dilimize “Bilimsel Felsefenin Doğuşu” adıyla çevrilen yapıtında felsefenin bilimin son sözünü söylediği yerde başlayacağı ileri sürülür, felsefenin bilimselliği böyle sağlanır. H. Reichenbach İlkçağ’dan bu yana süregelen, özellikle Platon’dan kaynaklanan öğretilere karşıdır. O, felsefeyi yadsımamakla birlikte bu tür felsefenin tükendiği kanısındadır. Bu özel bir görüştür, bütün felsefecileri bağlamaz, ancak “bilimsel” sözcüğünden ne anlaşıldığını gösterir.
Salt bilimcilerin felsefeden bekledikleri görev bilimin sustuğu yerde başlar dedik, bundan felsefenin tükendiği, söyleyecek sözü kalmadığı anlamı çıkmaz. Platon felsefesinin çağını bitirdiği görüşü yeni değildir, özellikle XIX. yüzyıl sonlarına doğru, daha çok, Karl Marks’ın görüşlerinin tutunduğu çevrelerde böyle bir kanı yaygındı. Dahası bütün felsefe çığırlarını geçersiz sayanların, üretim-tüketim ilişkileri dışında bir felsefenin geçerli olamayacağını savunanların sayısı az değildi. Oysa bu yeni sav da pek etkili olmadı, Avrupa’da birçok yeni öğretinin gelişmesini engelleyemedi. Özellikle Birinci Büyük Savaş sonrasında özdekçi felsefe anlayışına karşıt dizgeler doğdu, kimi çevrelerde felsefe deney bilimleri gibi kesin bir alan niteliğinde görüldü. Bütün bunlar felsefenin üstlendiği düşünsel görevi sürdürmeden başka çıkar yol olmadığını kanıtladı diyebiliriz. Bu aykırı düşünceler bilimsel gelişmelerin hızlanması sonucu bütün sorunların çözüme ulaşabileceği sanısından kaynaklanmıştır. K. Jaspers’in dediği gibi “nerede düşünen insan varsa orada felsefe vardır.”
Felsefenin hangi öğretisi olursa olsun kendini yenileme, çağın sorunlarına yönelme gereğindedir. Kimilerinin sandıkları gibi felsefenin görevi eski öğretileri yinelemek değildir, bu felsefe tarihinin işidir. İnsan yaşadığı çağın akışına uymadan edemez, edeceğini sanan başını arkaya çevirerek öne doğru yürümeye çalışandır. Bir toplumun yalnızca deney bilimlerine dayanarak düşünsel ilerleme yapabileceğini sananlar yanılıyorlar. Kişi yalnız deney bilimlerinin verileriyle düşünsel doyuma ulaşamaz, bilimin durduğu yerde de kişinin açıklanmasını beklediği sorunlar vardır. Özellikle bilimsel anlayışa bağlanan aydınlarda bilimi aşan sorunların çoğaldığı, başka bir bilimin gereksendiği, beklendiği görülür. İnsan öğrenmeye doymayan, öğrendikçe acıkan bir varlıktır. Onun bu doymayışı, sürekli açlık sezişi birbirini izleyen sorunların yarattığı bir ilgiden dolayıdır. Bu ilgi istenen yerde durmaz, eylemin dışında kalmaz. Önemli olan kişinin felsefeden önce düşünme gereğini duyması, kendini birtakım sorunlarla karşı karşıya bulmasıdır. Sorunlarla yüzyüze gelen kişinin düşünmeden kaçınacağını sanmak yanıltıcıdır. Yediği ekmek, içtiği su bile kişiyi düşündürür, neden yemek aradığı, su içmek istediği bir sorun olarak karşısına dikiliverir. Çözülmüş sorunlarla yaşamaya alıştırılmış bir kimsenin yaşamdan ne anladığı sorulsa verecek yanıtı yoktur. Soru sormayı bilmeyenin yanıta gereksinim duyması olacak iş değildir. Daha doğrusu soru sorulmayan yerde bilimsel düşünce doğamaz, aktarma öğretilerle sürdürülemez.
Felsefe, bilim dışında bir öğretiler bütünü sayılsa bile, bilime dayalı düşünmenin yönlenmesini sağlar, özellikle tutarsız açıklamalardan kaçınma yollarını gösterir. Sözgelişi çözümü olanaksız görülen bir sorunun birtakım saçmalıklarla açıklanamayacağını vurgular. Hani kimilerince öne sürülen “bizim felsefemiz budur” türünden yüzeysel savların birer kandırmacadan öte anlam taşımadığını gündeme getirir. Bu tür savlar felsefeden yoksun olanların sıkışınca felsefe kavramının arkasına sığınmalarını yansıtır. Bu olay yüzeyseldir, ancak, kimilerin hangi düşünsel aşamada bulunduklarını gösterme bakımından ilginçtir. Burada yöntemle felsefe sözcüklerinin birbirine karıştırıldığı anlaşılıyor. Oysa felsefenin açıklığa kavuştuğu toplumlarda böylesi boşlukta savların kandırıcı gücü yoktur.”
“Hangi toplumda düşünmenin ürünlerine taban oluşturan yapıtaşları çoksa, sağlamsa orada düşünsel ilerleme, gelişme, üreticilik sağlıklı bir yoldadır. Düşünmenin odağını oluşturan bu yapıtaşlarının belli sayıda dondurulduğu toplumlarda baskı yöntemleri uygulanıyor demektir. Bu olumsuz gelişmeleri ilk gören, sakıncalarını sergileyen de felsefedir. Yeryüzünde baskı yönteminden en çok etkilenen, tedirgin olan felsefedir. Bu da özgürlüğü felsefeden çok gerekseyen bir odağın bulunmamasından dolayıdır. Kuşkusuz resim, yontu, şiir, öykü, roman, müzik, bilim, oyun bg. değişik içerikli yaratı ürünlerinin tabanını düşünme özgürlüğü oluşturur, ancak bu özgürlüğün bir sorun olarak bilincine varan, insan için onun bir varlık koşulu olduğunu vurgulayan felsefedir. Ozan kavramların arkasına sığınarak söyleyeceğini söyler, ressam ışık-gölge oyunlarından yararlanarak yapacağını yapar, oysa felsefe bunlardan birini bile uygulayamaz, kavramların gölgeliklerinde dolaşamaz, hep açıklık, hep güneş ister.”
Felsefenin Yararı – İsmet Zeki Eyuboğlu
https://www.aymavisi.org/felsefe/Felsefenin%20Yarari%20-%20Ismet%20Zeki%20Eyuboglu.html
“Love and Revolution” of “Elastic Heart”
“Lastik” gibi her yere çekilebilecek olanlar sadece “kapitalizm” gibi kavramlar değildir.
O kavramların üstüne binerek istedikleri yere at koşturan “anti-kapitalist”lerin “kalp”leridir aynı zAmanda:
Amanda Rollins – Elastic Heart
https://www.youtube.com/watch?v=axlEdbcsWCU
‘Siz, askerliğin [ve onun benzeri okullardaki din (Sünni İslam) dersleri, resmi ideolojiler (Kemalizm) gibilerinin] zorunlu olmaması gibi kazanımları önemsiz zannedip, sadece ‘anti-kapitalist’ devrim projeleri ile sınırlarsanız kendinizi; avucunuzu yalamaya devam eder, zevzeklik çorbalarından başka bir şey yaptığınızı zannede zannede ömrünüzü geçirirsiniz.’
Sadece ‘askerlik’in, (Not: Askerlik; ‘militarizm’in başat unsurlarından biridir, fakat ‘militarizm’i tek başına temsil etmez. ‘Beyinlerdeki militarizm’ gerçeğini hâlâ ıskalıyorsunuz.)
Sadece ‘Sünni İslam’ın, (Not: Yukarıdaki metinlerde, defalarca, ‘dinler’ kelimesi yazıldı; kasten ıskaladınız. Siz, sadece ama sadece ‘İslam’ denen lagaluganın ‘sünni’ versiyonu ile sınırlarsanız kendinizi; ‘dinlerin neredeyse tamamı’nın, kapitalistlerin amaçlarını kolaylaştıran unsurlar olduğunu ıskalamaya devam edersiniz.)
Sadece ‘Kemalizm’in, (Not: Ulusalcıların amigosu Yılmaz Özdil, yine ulusalcıların kutsal lideri ‘M. Kemal’ adlı bir kitap yazar, 1881 tane bastırır, tanesini 2500 TL’ye satar; siz de Gün Zileli’nin sitesinde hâlâ zevzeklik çorbaları yapmayı deneye deneye, problemin sadece ‘Kemalizm’ olduğunu zanneder durursunuz.)
‘önemsiz’ olduğu ifadesini yazan, ‘siz’siniz. Kapitalistlerin hegemonyasını kolaylaştıran yukarıda sıraladığınız unsurlar (ve daha fazlası) ‘önemsiz’ değildir. Siz, onyıllar boyu; ‘çekimserce, ürkerek, kaçamak eleştirilen’, ‘gündeme geldiğinde ötelenmeye çalışılan’ ‘kapitalizm meselesi’ni, yine, ‘aynı suskunlukta’ tutmaya uğraşan bir tecrübesizsiniz.
Bir diğer husus:
‘Devrim’ lagalugasını da biteviye yazıyorsunuz. Hâlâ ıskalıyorsunuz:
(1) ‘Kapitalizm karşıtı devrim projeleri’; ‘siz’in uydurmanız. ‘Politbüro fantezileri’ içinde yüzen, komünist rüyaların artıklarını sık sık aklına getiren, çoğunluğu ergen-irisi ve bomboş heyecanlı olan kişilerin (ve kurumların) ‘bla bla bla projeleri’ne göre işlemez hayat.
(2) Asla unutMAmanız gerekiyor: ‘Korku eşiğini aşmak’ her insanda aynı anda olmaz. ‘Kapitalizm’in yıkılması; bugünden yarına, akşamdan sabaha, çabucak olması mümkün değil.
‘Demokratik, yani ‘burjuva demokrasisi’ne dayanan ‘kapitalist’ bir sivil toplum da ucuz değil. Militarist ve resmi ideolojik bir Kemalist-Türk-Sünni İslam ‘kapitalizmi’nin aksine.’
“‘Burjuva demokrasisi’ne dayanan ‘kapitalist’ bir sivil toplum pahalı da olsa; militarist ve resmi ideolojik bir Kemalist-Türk-Sünni İslam ‘kapitalizm’inden iyi” midir?! ‘Protestan mezhebi’ güdümlü kapitalizm yerine ‘katolik mezhebi’ güdümlü kapitalizm daha mı iyi?! (Sorular çeşitlendirilebilir.)
Tezek (kapitalizm) aynı; üzerine konan sinekler (‘burjuva demokrasisi’, ‘yavaş demokrasi’, ‘hızlı demokrasi’, ‘aşağı demokrasi’, ‘yukarı demokrasi’, ‘sosyal demokrasi’, ‘Kemalist demokrasi’, ‘muhafazakâr demokrasi’…) farklı. Bu gerçeği ıskalıyorsunuz.
‘Bazı insanlar bunu öyle rahatça, kolayca, rastgele harcamak istemezler bu yüzden.’
Haklısınız. Son örnek; ‘Yılmaz Özdil’ (devamının gelmesi yüksek ihtimâl).
‘Hele de başarılı olup olmayacağının hiçbir garantisi olmayan ‘anti-kapitalist’ projeler karşılığında.’
Yukarıdaki paragraflar arasında (1) ve (2) numaralı uyarıları tekrar, ama ‘anlamak için’ okuyunuz.
‘Herkes anti-kapitalist olmak, hayatını kapitalizmi yok etme davasına adamak ve bu dava uğruna ölümü göze alarak mücadele etmek zorundadır. Davadan dönen dönektir. Katılmayan ve katılmak istemeyen ise, kapitalist olmasa bile kapitalist uşağıdır, kısaca düşmandır.’
Bunlar, ‘siz’in lagalugalarınız.
Siz, hâlâ; “Stalinist beyin yıkayıcıların doktrinlerini dinleye dinleye robotlaşmış, ölümü göze almış, kendi dışındaki herkesi ‘dönek’ ve hâttâ ‘düşman’ ilan eden, heyecanlı ergen-irileri”nin sayıca çok olduğunu zannedecek kadar tecrübesizsiniz.
Yukarıdaki metinlerde defalarca yazıldı: Dünya genelinde, kapitalistlere karşı eylemlerin epey birikmiş tarihi var. En yakın geçmişte olan, Fransa’daki ‘Sarı Yeleklilerin protestoları’dır. Eğer bu sitede yazılanları ‘anlamak isteMİyorsanız’, ulaşabildiğiniz ‘Sarı Yelekli protestocular’ varsa; onlara sorarak da öğrenebilirsiniz. Tabi, zevzeklik yapmaktan vazgeçmezseniz, öğrenmeye sabrınız ve vaktiniz yine kalmayabilir.
‘Arkadaşım! Siz kimsiniz insanların hayatına zorla müdahale etme hakkına sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz? Ben kapitalizm koşullarında yaşadığım bu hayatımdan memnunum ve gereksiz riskler alarak başkalarınınkiler gibi daha da kötüleşmesini istemiyorum.’
Tam tersi geçerli.
Kapitalistler, başkalarının hayatlarına zorla müdahale ediyor, ve hâttâ cinayetler işliyor.
‘Kapitalizm koşullarında yaşadığınız hayattan memnun olduğunuzu’, size; kapitalistler zannettiriyor.
Sizin, ‘gereksiz’ zannettiğiniz riskler; ‘Sarı Yelekli protestocular’ın mücadelesidir. Iskalıyorsunuz.
Bir kere kapitalistler gibi zenginlik içinde yüzmemekle birlikte ‘işçi sınıfı’ gibi yoksulluk içinde de yüzmüyorum.’
‘Zenginlik’, ‘yoksulluk’, ‘orta sınıf(lık)’ [ve daha pek çok ‘-lık, -lik, -luk, -lük’]; kapitalistlerin, ‘metaları fetişleştirmesi’nin neticeleridir. ‘İşçi sınıfı’nın yoksulluk içinde yüzmesine sebep olan; yine, kapitalistlerdir. ‘Zenginlik’ adı altında çeşitli standartlar belirlerler ve ‘yoksullar’ dahil bütün sınıfları, o standartlara ulaşmaları için köleleştirirler. Örnek mi istiyorsunuz? ‘Kredi kartı borçlarının yüksekliği’ni inceleyebilirsiniz; tabi, zevzeklik yapmaktan vazgeçerseniz, sabrınız ve vaktiniz olursa.
Asla unutMAyınız: ‘İşçi sınıfı diktatörlüğü’ ile ‘kapitalistlerin diktatörlüğü’ne karşı aynı anda mücadele edilir. ‘Politbüro fantezileri’ içinde yüzen, komünist rüyaların artıklarını sık sık aklına getiren, çoğunluğu ergen-irisi ve bomboş heyecanlı olan kişiler (ve kurumlar); bunu kolay kolay anlayamaz.
‘Kapitalistler gibi bütün gün yan gelip yatıp hiçbir iş yapmayan biri olmasam da çalışma sürem ve koşullarım ‘işçi sınıfı’nınki kadar uzun ve kötü değil.’
Kapitalistlerin ekseriyeti, bütün gün yan gelip yatmak yerine; hegemonyalarını pekiştirmek ve korumak için; militaristleri, milliyetçileri, dincileri (ve daha pek çok ‘-cı, -ci, -ist’i) dizayn etmekle meşguldür.
‘İşçi sınıfı’nın çalışma sürelerini uzun tutmak, koşullarını ağırlaştırmak; kapitalistlerin hegemonya aktivitelerinin ilk sıralarında yer alır.
‘Yaşadığım ülkede zorunlu askerlik yok.’
‘Beyinlerdeki gönüllü askerlik’, hâlâ var.
‘İktidarda siyasal dinci bir parti, okullarda bir din ve mezhebin zorunlu dersi, çevremde dinci mahalle baskıları yok.’
İktidarda kapitalist bir parti (veya koalisyon), okullarda öğrencileri ‘uslu vatandaş’ kalıbına sokmak için hazırlanmış kapitalist müfredat, çevrenizde sizi daima ‘uslu’ tutmak, ‘gereksiz’ risk alMAmanız için uğraşan çeşitli kapitalist baskı türleri var.
‘Kimse bana zorla ‘Z etnisitesindenim, doğruyum, çalışkanım! Varlığım Z varlığına armağan olsun! Ne mutlu Z’yim diyene!’ gibi sözler söylettirmiyor. Çünkü ülkemdeki vatandaşların kimliği, bir etnisitenin değil, hiçbir etnik çağrışımı olmayan bir coğrafyanın adını taşıyor.’
Çünkü etnisiteler, kapitalistlerin hegemonyalarını kolaylaştıran birer unsur.
Kapitalistler yeri gelir ‘Z’ etnisitesini meşhur eder, yeri gelir ‘X’ etnisitesini meşhur eder. Siz de bu meşhurların arasında zevzeklik çorbaları yapmayı deneye deneye, kapitalistler tarafından sömürüldüğünüzü ıskalarsınız.
‘Ülkemde resmi bir ideoloji ve ilahlaştırmaya zorlandığım lideri, ve okullarda ve mahalle baskılarında bana bunların dayatılması sözkonusu değil.’
Ülkenizde, resmi ve gayriresmi olan ‘kapitalizm’ hegemonyası altına yaşamaya zorlandığınızı, okullarınızda, mahallelerinizde, caddelerinizde, pazarlarınızda, askerî kışlalarınızda, holding binalarınızda, camilerinizde, kiliselerinizde, sinagoglarınızda, ‘evlerinizde’ (ve daha pek çok mekânda); kapitalistlerin amaçlarına göre hareket etmeye alıştırıldığınızı ıskalarsınız.
‘Bana anti-kapitalizmi dayatan ve üstelik ‘özgürlükçü’ geçinen sizin, başkalarına bu resmi ideolojileri dayatan ‘resmi ideoloji teröristleri’nden ne farkınız var?’
Siz, önce; ‘kapitalizm koşullarında yaşadığınız hayattan memnun olduğunuzu’, size, kapitalistlerin zannettirdiğini anlamaya çabalayınız.
Siz, kapitalistlerin hegemonyası altında yaşadığınız hayatı ‘özgür’ zannedecek kadar tecrübesizsiniz.
Önce, bizzat kapitalistlerin kendilerine biçtiği ‘resmiyet, legalite vb.’lerine karşı çıkmayı öğreniniz. Bizzat kapitalistlerin terörist olduğu gerçeğini hâlâ ıskalıyorsunuz.
‘Mehmet Şevket Eygi’
‘İslamcı lagalugalar’ yazan bu “RTE’nin fahri öğretmeni”ni örnek olarak getirmeyi bırakınız artık.
‘Lastik’ gibi her yere çekilebilecek olanlar sadece ‘kapitalizm’ gibi kavramlar değildir. O kavramların üstüne binerek istedikleri yere at koşturan ‘anti-kapitalist’lerin ‘kalp’leridir aynı zamanda.’
Kapitalistler, size ‘özgür’ zannettirdikleri hayatınızı ‘lastik’ gibi çeke büze sömürürken de ıskalıyorsunuz.
Asla unutMAyınız; kapitalistlerin, ‘kalp’ler üzerinde de hegemonyası var. Zevzeklik yaparken bu gerçeği de ıskalamışsınız.
Leonard Cohen: ‘Everybody Knows’
https://www.youtube.com/watch?v=mEQldSi-heE
‘Yeniden canlanma emareleri var mı, neler yapabiliriz?’ sorusuna katkı sunan Gün Zileli’ye mühim bir öneri:
Bu kitap, dünya üzerindeki yaşamına ‘tüketici’ olarak başlayan insanın geçirdiği kültürel evrimi ve o yolda yaşanan ekonomik gelişmeleri ele alıp açıklamayı amaçlayan bir ‘ekonomik olaylar’, ‘devrimler’ ve ‘teoriler tarihi’ kitabıdır.
Alışılmış ekonomi tarihi kitaplarından farklı olarak, olaylar ve devrimlerle birlikte her paradigma değişiminden sonra ortaya çıkan ve dönemin ideolojisine dönüşen ekonomik düşünceleri de özetle ortaya koymayı amaçladım. Sanırım, ekonomi tarihiyle ekonomik düşünceler tarihini bir arada ele alan başka bir deneme yok.
Bu kitabı yazmamın nedeni, son 20-30 yılda üniversitelerde piyasa ekonomisi ağırlıklı bir ekonomi eğitimi verilmesinin, ekonomi biliminin temellerini oluşturan ‘tüketim’in, ‘üretim’in, ‘değiştokuş’un, ‘para’nın, ‘ticaret’in, ‘kent ekonomisi’nin, ‘pazar’ın, ‘piyasa’nın tarihini ve ortaya çıkış nedenlerini kenara itmeye başlamış olmasıdır. Kanımca, bunları atlayarak son birkaç yüzyılda ortaya çıkmış olan ekonomik düşüncelerin oluşturduğu tarihi incelemek, ekonomi bilimini anlamak için yeterli değildir.
Kapitalizm tek başına kalmadan önce bütün bu kavramların çıkışı ve gelişimi ekonomi biliminde Marksist bir ‘artı zaman’ ve ‘artı değer’ yaklaşımı çerçevesinde ele alınırdı. Sovyet blokunun dağılmasıyla birlikte ekonomi bilimi son yüzyıldaki gelişmelerle kısıtlanmaya başladı. Oysa Marksist analizin birçok konuda çok doğru yaklaşımları ve eleştirileri vardır.
Konulara ‘siyah ve beyaz’ gibi yaklaşım yapanların bu dediklerime şaşıracaklarının farkındayım. Çünkü günümüz anlayışı, eskisi kadar eleştiriyi kaldıramadığı gibi taraf tutmayı özendiriyor.
Oysa benim ekonomiye yaklaşımım, devlet müdahalesinden arındırılmış bir piyasa ekonomisi çerçevesinde biçimlenirken, yaşamın geri kalan sosyal bölümlerine yaklaşımım Marksist analizle iç içe geçmiş bir biçim taşıyor. Yani ne siyah ne de beyaz, daha çok gri bir ton taşıyor. Bu söylediklerim yalnızca Marks’ın değerlendirmeleriyle değil; Darwin, Freud ve Gordon Childe’ın düşünceleri çerçevesinde oluşan yaklaşımla ilgili.
‘Artı zaman’ olmaksızın fiziksel üretim dışındaki üretimin yapılması mümkün değil. Bunları incelemeden son iki yüzyılı anlamak söz konusu olamaz; pek fazla anlamadan ezberlemek söz konusu olabilir. Bu kitabın amacı bu tür bir ezber eğitimine karşı çıkmak ve düşünce özgürlüğüne dayalı bir analiz tekniği yerleştirebilmektir.
Kitapta karşınıza çıkabilecek hata ve eksikliklerin sorumluluğu bana aittir.
Mahfi Eğilmez, iktisatçı
Kasım 2018
Tarihsel Süreç İçinde Dünya Ekonomisi
Mahfi Eğilmez
Remzi Kitabevi
208 sayfa
(http://www.remzi.com.tr/kitap/dunya-ekonomisi)
Sayın Zileli,
Bu kitabı okur musunuz?
‘Yeniden canlanma emareleri var mı, neler yapabiliriz?’ sorusuna katkı sunan Gün Zileli’ye mühim bir öneri:
Bu kitap, dünya üzerindeki yaşamına ‘tüketici’ olarak başlayan insanın geçirdiği kültürel evrimi ve o yolda yaşanan ekonomik gelişmeleri ele alıp açıklamayı amaçlayan bir ‘ekonomik olaylar’, ‘devrimler’ ve ‘teoriler tarihi’ kitabıdır.
Alışılmış ekonomi tarihi kitaplarından farklı olarak, olaylar ve devrimlerle birlikte her paradigma değişiminden sonra ortaya çıkan ve dönemin ideolojisine dönüşen ekonomik düşünceleri de özetle ortaya koymayı amaçladım. Sanırım, ekonomi tarihiyle ekonomik düşünceler tarihini bir arada ele alan başka bir deneme yok.
Bu kitabı yazmamın nedeni, son 20-30 yılda üniversitelerde piyasa ekonomisi ağırlıklı bir ekonomi eğitimi verilmesinin, ekonomi biliminin temellerini oluşturan ‘tüketim’in, ‘üretim’in, ‘değiştokuş’un, ‘para’nın, ‘ticaret’in, ‘kent ekonomisi’nin, ‘pazar’ın, ‘piyasa’nın tarihini ve ortaya çıkış nedenlerini kenara itmeye başlamış olmasıdır. Kanımca, bunları atlayarak son birkaç yüzyılda ortaya çıkmış olan ekonomik düşüncelerin oluşturduğu tarihi incelemek, ekonomi bilimini anlamak için yeterli değildir.
Kapitalizm tek başına kalmadan önce bütün bu kavramların çıkışı ve gelişimi ekonomi biliminde Marksist bir ‘artı zaman’ ve ‘artı değer’ yaklaşımı çerçevesinde ele alınırdı. Sovyet blokunun dağılmasıyla birlikte ekonomi bilimi son yüzyıldaki gelişmelerle kısıtlanmaya başladı. Oysa Marksist analizin birçok konuda çok doğru yaklaşımları ve eleştirileri vardır.
Konulara ‘siyah ve beyaz’ gibi yaklaşım yapanların bu dediklerime şaşıracaklarının farkındayım. Çünkü günümüz anlayışı, eskisi kadar eleştiriyi kaldıramadığı gibi taraf tutmayı özendiriyor.
Oysa benim ekonomiye yaklaşımım, devlet müdahalesinden arındırılmış bir piyasa ekonomisi çerçevesinde biçimlenirken, yaşamın geri kalan sosyal bölümlerine yaklaşımım Marksist analizle iç içe geçmiş bir biçim taşıyor. Yani ne siyah ne de beyaz, daha çok gri bir ton taşıyor. Bu söylediklerim yalnızca Marks’ın değerlendirmeleriyle değil; Darwin, Freud ve Gordon Childe’ın düşünceleri çerçevesinde oluşan yaklaşımla ilgili.
‘Artı zaman’ olmaksızın fiziksel üretim dışındaki üretimin yapılması mümkün değil. Bunları incelemeden son iki yüzyılı anlamak söz konusu olamaz; pek fazla anlamadan ezberlemek söz konusu olabilir. Bu kitabın amacı bu tür bir ezber eğitimine karşı çıkmak ve düşünce özgürlüğüne dayalı bir analiz tekniği yerleştirebilmektir.
Kitapta karşınıza çıkabilecek hata ve eksikliklerin sorumluluğu bana aittir.
Mahfi Eğilmez, iktisatçı
Kasım 2018
Tarihsel Süreç İçinde Dünya Ekonomisi
Mahfi Eğilmez
Remzi Kitabevi
208 sayfa
(http://www.remzi.com.tr/kitap/dunya-ekonomisi)
Sayın Zileli,
Bu kitabı okur musunuz?
Peki o zaman. Lafı ve tartışmayı çok uzatmamak, sizin deyiminizle “zevzeklik çorbaları” yapmamak için kısaca bir şey daha söylemek isterim sadece.
Kapitalizm’le mücadelenin, “Stalinist” ve benzeri “tepeden inmeci” denebilecek “projeler”le olamayacağını söylerken haklısınız tabii ki.
Burada mesele şu bence: “Doğulu” veya “Asyatik” tabir edilen ülkelerdeki bazı insanlar bu “despotizm”den o kadar çok “illallah” getirmişler ki, “Batı” kapitalizmi onlara göre adeta “kapitalizme nispetle kapitalist olmayan bir dünya” kadar güzel.
Eğer “kapitalizm” dediğimiz şey, öyle “tepeden inmeci devrim projeleri”yle değil de, süreç içinde bir şekilde ortadan kalkıp yerini daha iyi bir dünyaya bırakacaksa, bu, tıpkı Batı kapitalizmini isteyen Doğulu insanların “Doğu despotizmi”nden illallah demelerine benzer şekilde, insanların artık “kapitalizm”den illallah demeleri sonucunda olacaktır, diye düşünüyorum.
Son olarak, “Batılı kapitalist” Macron’un, her ne kadar bunu “yurtseverliğe” sahip çıkarak yapmış da olsa, “milliyetçilik” karşıtı açıklamalar yapmasını, fakat bu açıklamalarından dolayı onu suçlayan “Doğulu kapitalist” Bahçeli’nin, buna BİLE tahammülü olmadığını hatırlatmak isterim.
Bkz;
“Aynı Paris buluşması günlerinde Macron’un üstü kapalı olarak Trump’a yönelttiği “yurtseverlik milliyetçiliğin zıddıdır” şeklindekileri eleştiriler de yeni atışmalara yol açarak Batı kamuoyunda hayli tartışıldı. Macron’un aşırı-sağ hareketlerin ve milliyetçiliğin yükselişini bir tehdit olarak tespit eden, milliyetçiliği cüzzam olarak niteleyen açıklamaları ilk bakışta olumlu gözükmesine rağmen, detaylarına bakıldığında, burjuva ikiyüzlülüğün halis örneklerinden birini teşkil etmek dışında bir anlam taşımıyor. Fransa’da da Avrupa’nın çoğu ülkesinde de aşırı-sağ hareketlerin kendilerini “yurtsever” olarak tanımladıklarını hatırlayacak olursak, belli ki Macron, milliyetçiliği Trump gibilerine havale edip, yurtseverliği sahiplenerek aşırı-sağın tabanına göz kırpıyor. Milliyetçilik ile yurtseverlik arasında sanki aşılmaz duvarlar varmışçasına yaptığı bu karşıtlaştırma, iş somutlanmaya geldiğinde iyice sırıtıyor. Ona kalırsa, I. Dünya Savaşında cepheye giden Fransız askerlerinin sahip olduğu “cömert bir ulus olarak, bir proje olarak Fransa ve evrensel değerlerin taşıyıcısı olarak Fransa görüşü, sadece kendi çıkarlarına bakan bir halkın egoizminin tam tersi” imiş. Avrupa kimliğinden dem vurmayı çok seven Macron, “evrensel değerlerin taşıyıcısı” olma şerefini ise sadece Fransa’ya bahşederek, milliyetçiliği yeniden üretmekten başka bir şey yapmış olmuyor.”
http://marksist.net/oktay-baran/baris-lafazanligi-ve-savas-gercegi
Moskova zirvesinde Amerikan gölgesi
Gerçek
24 Ocak 2019, Perşembe
Moskova’da gerçekleşen Erdoğan-Putin zirvesi Türkiye’nin Suriye politikasının büyük çelişkiler içinde ilerlemekte olduğunu gösterdi. Görüşme sonrasında Erdoğan yaptığı açıklamalarda olumlu bir hava oluşturmaya çalıştı. ABD ile müzakereleri devam eden güvenli bölge konusunda Rusya ile bir sıkıntı olmadığını dahi söyledi. Ancak Putin’in açıklamalarına bakıldığında Erdoğan’ın, Mınbiç ve Fırat’ın doğusuna ilişkin Rusya’dan istediği desteği alamadığı anlaşılıyor.
HTŞ’nin İdlib’de hâkimiyeti ele geçirmesi Türkiye’yi sıkıştırıyor
Putin’in, Erdoğan’ın önüne İdlib’deki fiili durumu getirdiği ve Astana süreci dolayısıyla Türkiye’nin vermiş olduğu sözleri hatırlattığı anlaşılıyor. Şu anda İdlib’de El Kaide’nin çatı örgütü olan HTŞ tümüyle kontrol sağlamış durumda. Halbuki Astana mutabakatında bu bölgelerin HTŞ’den temizlenmesi ve tarafların “terörist” olarak tanımlamadığı güçlerin İdlib’e hâkim olup zaman içinde çözüm sürecine entegre edilmesi öngörülmüştü. İdlib’deki durum bu haliyle sürdükçe Erdoğan’ın Mınbiç ve Fırat’ın doğusunda Rusya’nın desteğini alması son derece zor gözüküyor.
Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’nin ağzından “Astana sürecinin ipini çekmenin vakti geldi” diyen ABD’nin, İdlib’deki sürecin çıkmaza doğru sürüklenmesinde provokatif bir rol oynamış olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak her koşulda ABD’nin gelişmeleri memnuniyetle takip ettiği söylenebilir. Evet! Kendi çıkarları için DAİŞ’in önünü açan ABD pekâlâ çıkarları gerektirdiğinde HTŞ’yi de el altından desteklemekten çekinmeyecektir.
Putin’den Fırat’ın doğusuna henüz bir destek yok
Görüşmenin ardından yapılan açıklamalarda her iki lider de “koordinasyonu arttırmak”, “işbirliği ve dayanışmayı sürdürmek”, “terör örgütlerine karşı ortak mücadele” gibi genel geçer ifadeler kullanırken kritik konularda anlaşmazlık noktaları öne çıktı. Putin, Türkiye’nin ABD ile müzakere ettiği güvenli bölge için önce “BM kararı yok, Suriye hükümetinden de bir davet yoktur” dedi. Ardından Suriye ve Türkiye arasındaki 1998 Adana mutabakatına referans yaptı. Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması sürecinde iki devlet arasında imzalanan mutabakat teröre karşı ortak mücadelenin yanı sıra ülkelerin birbirlerinin içişlerine karışmaması ve sınırlarını ihlal etmemesine yönelik vurgular içeriyor. Putin bu mutabakatı hatırlatarak olası bir güvenli bölge girişimi için Türkiye’nin Suriye devletinin resmi rızasını alması gerektiğini belirtmiş oldu.
Rusya PYD’yi meşru gördüğünü yineledi
Her ne kadar tüm terör örgütleriyle ortak mücadele vurgusu yapılsa da Türkiye devletinin “terörist” ve PKK’nin Suriye kolu olarak nitelendirdiği PYD için Putin, “Kürtler” ifadesini kullandı. Putin, “ABD’nin bulunduğu bölge Kürtlerin elindedir” ve “Şam Kürtlerin temsilcileriyle görüşmelidir” diyerek PYD’yi meşru bir siyasal güç olarak tanıdığını bir kez daha ifade etmiş oldu.
ABD’nin çıkarlarını savunan güven kaybeder
En büyük sorun Türkiye’nin NATO üyeliği ve bölgede ABD çıkarları doğrultusunda hareket etmesidir. TSK’nın bugüne kadar ÖSO ile birlikte kontrol ettiği bölgeler bir NATO koridoru özelliği kazanmıştır. Dahası Türkiye her fırsatta Suriye’de ABD çıkarlarını koruma iddiasını yinelemektedir.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un El Cezire’de çıkan makalesinde, Trump’ın çekilme kararını eleştirerek istifa eden Brad McGurk’un değil Türkiye’nin, ABD çıkarlarını koruduğuna dair ifadeler bulunmaktadır. Hem de Erdoğan’ın Rusya’ya uçtuğu gün! Daha önce de Erdoğan New York Times’a bir makale yazmış ve Türkiye’nin bölge siyasetinin ABD çıkarlarına ve güvenliğine uygun olduğunu anlatmıştı. Türkiye ABD çıkarlarını korumaktan ve NATO üyeliğinden ayrılmadıkça hiçbir zaman bölge halklarına güven veremeyecektir.
Tutarsızlık sürüyor
Türkiye’nin, “tüm terör örgütlerine karşıyız” resmi söylemi ile HTŞ’nin İdlib’i ele geçirmesi karşısında “şu ana kadar bir sorun yok” (Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu İdlib’teki tüm silahlı gruplar şehri HTŞ’ye teslim eden anlaşmayı imzaladıktan sonra aynen böyle demişti) rahatlığıyla davranması büyük çelişki oluşturuyor.
Türkiye’nin resmi söylemi “biz Kürtlerle teröristleri birbirinden ayıracağız” şeklinde. Ancak ülke içinde meşru ve yasal bir parti olan HDP’nin liderlerinin tutuklu olması, belediyelerine kayyım atanması, yerle bir olan ilçeler ve yaşanan sivil kayıpları dolayısıyla Türkiye Kürtleri kendilerini korunuyor hissetmek bir yana büyük bir baskı ve tehdit altında görüyor. Dolayısıyla da bu söylemin Türkiye iç siyasetinde milliyetçi çevreler dışında hiçbir geçerliliği kalmıyor.
Bir kez daha: Kürtlerle barış ABD’yle savaş
Her gün büyük oyunlardan, oyun bozmaktan bahsedenler asırlık emperyalist oyunların figüranı olmaktan bir adım öteye gitmiyorlar. Suriye’de 30 kilometrelik güvenli bölgeden bahsedenler, Türkiye ve tüm bölge halklarına karşı en büyük tehdit olan Amerikan ve NATO üsleri gerçeğini gizliyor; hedef saptırıyor; halklar arasına düşmanlık tohumları ekip, emperyalizmin değirmenine su taşıyorlar.
Çünkü emperyalist oyunlar ancak halkların kardeşliği ile ve emperyalizme karşı birleşik mücadeleyle bozulabilir. Ortadoğu’da ve Suriye’de ABD’nin kazandığı her denklemde Türk, Kürt, Arap ve Fars halkları birlikte kaybedecektir. Türkiye, ABD ile anlaşıp Kürtlerle savaşmak yerine, Kürtlerle barışıp ABD ile savaşmayı önüne koymadıkça Ortadoğu’da içine düştüğü çıkmazdan kurtulamayacaktır.
https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/moskova-zirvesinde-amerikan-golgesi
Holdingler, Kuşaklar, Uçaklar… *
“Türkiye’de sermaye denilince akla ilk üç isim gelir: “Koç, Sabancı, Eczacıbaşı”. Ticarette birbirine rakip olan bu üç grubun ortak noktası tabi ki işçi düşmanlığı. Özellikle ekonomik krizle birlikte işçi düşmanları bir kez daha iş güvencesine göz dikmiş durumdalar. İş güvencesine saldırının adı ise kıdem tazminatının kaldırılarak fona devredilmesi.”
….
“Şu satırlar Vehbi Koç’un 1975’te dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e gönderdiği mektuptan: “Toplu İş Sözleşmesi Kanunun 1963 senesinde zatıaliniz Çalışma Bakanı olduğunuz zaman çıktı. Hatırlar mısınız, Divan Oteli’nde yemekte yanınıza geldim, bu kanunu çıkardığınız için tebrik ettim, çalışanın hakkını alması lazım geldiğini söyledim. ‘Türkiye’de işçiliğimiz ucuz, ihracata dönük sanayi kurmamız lazım’ derken son yapılan toplu sözleşmelerle bu imkânın kaybedilmekte olduğunu görüyoruz. Sendikalar işçileri kendi taraflarına çekebilmek için rekabet halindeler. Her sendika en fazla ücreti kendisinin alacağı iddiasıyla ortaya çıkıyor ve neticede istediğini elde ediyor. Sendikal hakların bulunduğu ülkelerde işçiye çalışmayan günler için ücret ödenmemektedir. Öğle yemeği verilmemektedir. (…) Dışarıda iş bekleyen insanlar varken, içeride sendikaya kapağı atanlar da rahata kavuşmuş olmaktadırlar. Bütün bunlar verimi azaltmakta ve çalışma ahlakını bozmaktadır.” Devam ediyor… “Yeni iktidar zamanında kanunlaşan kıdem tazminatı, sosyal sigortalar primi, emeklilere verilecek maaş farkları bütçeye, beklenilmeyen çok büyük yükler getirecektir.””
….
“Bülent Eczacıbaşı’nın 2000 yılında yaptığı bir röportaja götürelim sizi. Röportajın başlığı çarpıcı: “İş güvencesi istihdamı zorlar”. Bakın neler demiş Bülent Eczacıbaşı:
“Kıdem tazminatı, işsizlik sigortası ve iş güvencesinin birlikte ele alınmasını isteyen Eczacıbaşı: ‘Bunlar kazanılmış haklardır dokunamazsınız, şimdi yeni hakları bunlara ilave edelim’ derseniz bu yatırımcıları caydırır.””
Patronların yarım asırlık fon rüyası: kıdem tazminatına saldırının tarihi, Gerçek, 20 Ocak 2019, Pazar
https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/patronlarin-yarim-asirlik-fon-ruyasi-kidem-tazminatina-saldirinin-tarihi
“Türkiye’de sermaye denilince akla ilk gelen üç isim” olan “Koç, Sabancı, Eczacıbaşı” üçlüsüne “Doğan, Demirören, Başaran” üçlüsünü de eklemeliyiz.
Ve son ikisinin başlarından geçen bazı olayların benzerliğini de:
Demirören Holding’e ait uçak Antalya’da havada fırtınaya yakalandı
Demirören Holding’e ait Gulfstream 450 tipi özel uçak şiddetli fırtına nedeniyle Antalya’ya iniş yapamadı, İstanbul’a döndü. Uçakta Demirören Holding Yönetim Kurulu Başkanı Yıldırım Demirören, Demirören Medya Grubu CEO’su Mehmet Soysal ve iş adamı Kıvanç Oktay da bulunuyordu.
26 Ocak 2019
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/demiroren-holdinge-ait-ucak-antalyada-havada-firtinaya-yakalandi-41095677
Başaran Holding’in uçağı İran’da düştü!
Birleşik Arap Emirlikleri’nden Türkiye’ye gelen Başaran Holding’e ait özel jet, İran’ın başkenti Tahran’ın güneyinde düştü
Trabzonlu işadamı Hüseyin Başaran’ın şirketi Başaran Holding’in C-TRB Challenger 604 uçağı İran’da düştü. Hüseyin Başaran’ın uçakta bulunan kızı Mina Ece Başaran ve 7 kız arkadaşı kurtulamadı. Özel jetin, BAE’nin Şarika şehrinden İstanbul’a geldiği belirtildi. Düşen jette bulunan üçü mürettebat 11 kişiden kurtulan olmadığı açıklandı.
11 Mart 2018
https://www.haber61.net/gundem/basaran-holding-in-ucagi-iran-da-dustu-h317678.html
* Gazeteler, Kuşaklar, Uçaklar…, Gün Zileli, 24 Haziran 2012
http://www.gunzileli.com/2012/06/24/gazeteler-kusaklar-ucaklar…/
Anadolu Kaplanları/Oligarşisi
“İlginç bir detay dikkatimi çekti, ona da değineyim, Türkçeleştirmenin sosyolojisi açısından belki bir ipucu verir. Birçok yerde eski yerleşimin resmi ve oturaklı adı yerine muhtemelen Rum’un avam kesiminin kullandığı gündelik isimler Türkçede benimsenmiş. En meşhuru tabii Kostantin kenti: ancak sokaktaki cahil Rum’un isimden sayacağı Stinboli (“şehir”), koskoca şehrin adı olarak benimsenmiş. Alikarnaso (Halikarnassós) adı 15. yy’a dek canlı olduğu halde, o yerin adı Pétrion (“taşlık, taş ocağı”) olmuş, şimdi Bodrum. Üç bin yıllık Miletos, Paláti (“saray”) > Balat diye sıradanlaştırılmış. Mut’taki Adrassós kimliksiz bir Paleópoli’ye (“eski şehir”) indirgenmiş, Balabolu biçiminde günümüze gelmiş. Anadolu’nun en eski kutsal yerlerinden biri olan Pessinús, Paliá (“eskiler, eski şeyler”) diye harcanmış, Türkçesi kalın l ile Balahisar olmuş.
Bu adlarda ben bir tavır görüyorum. Sanki eski kültürden sıkılmışlar. Ya da o kültüre omuz silken bir halk sınıfı gelmiş, cehaletiyle gurur duymuş, eski adların muhafızı olan zümrelere – kiliseye, resmi bürokrasiye, okumuş kesime – sırtını dönmüş. “Nolucak, Türkse Türk, bir de onu deneyelim” demiş de olabilirler pekala.
Kendilerine “Anadolu kaplanları” gibi bir isim bulmuşlar mıdır acep?””
Türkiye’de Yunanca yer adları – 1
12 OCAK 2019 CUMARTESİ
“Eski ve Orta Yunanca biçimiyle karşımıza çıkan 1500 kadar yerleşim adının çok büyük bölümü, sanırım %75 kadarı, esasen Helence değil. Helen dilinde bir anlamı yok. Ya da Ankara, İzmir, Bursa ne kadar Türkçe ise onlar da o kadar Helence.
Anadolu’daki en eski Yunan varlığı üç denizin sahil şeridiyle sınırlıdır. MÖ 3. yy’da ülkenin geri kalan kısmı Fırat’a kadar fethedilmiş. MS 4. yy’da Hıristiyanlık sayesinde asimile edilmiş; Fırat batısında geriye Rumcadan başka dil kalmamış. Buna karşılık Yunan öncesinden kalma yer adları büyük oranda korunmuş. MÖ 1. binyıl başlarından beri Yunan olan en eski yerleşimlerin dahi çoğunun adı Helence değil yerli dilde: Smyrna, Ephesos, Miletos, Halikarnassós vs.
Yerli dile Yunanlılar çeşitli adlar vermişler: Thrakça (Trakya), Mysçe (Balıkesir), Mygdonca (Mudanya), Bithynce (Bursa-İzmit), Paphlagonca (Kastamonu-Çankırı), Lydce (Manisa), Karca (Aydın-Muğla), Lykçe (Muğla-Antalya), Pisidce (Isparta), Lykaonca (Konya), İsaurca (Ermenek), Kilikçe (Mersin-Adana), Kapadokça (Kayseri, Amasya) ve daha niceleri. Ancak bu dillere ait olduğu söylenen adları alt alta koyup bakınca çok net görülüyor ki bunların hepsi aynı dil, ya da aynı dilin lehçeleridir. Sovyet sistemidir sanırım: böl ve yönet. Hepsi Hititçeden, ya da Hititlerin Luwice ve Palaca adını verdiği akraba dillerden türemiş.
Sadece İçbatı Anadolu’da Frigce (Afyon-Kütahya) ve Orta Andolu’da Galatça (Ankara-Yozgat) bunlardan farklı yapıda diller, ama o bölgelerde de yer adlarının çoğu daha daha önceki devrin Hitit-türevi Anadolu dillerinden kalma görünüyor. Eskilerin Armenia Minor adını verdiği Sivas ve Malatya’daki birkaç isim bambaşka tınısı olan Ermeniceden miras olmalı. Ama onların da anlamı belirsiz; Ermenice-öncesi dillerden Ermenice vasıtasıyla Rumcaya aktarılmış olmaları mümkün. Zara ne demek? Tonus (Altınyayla) ne demek? Asbuzu (Yeni Malatya) necedir? Arka (Akçadağ) ne? Bilen yok.
Türkiye’de Luwiceyi meşhur eden kişi Bilge Umar’dır. Değerli, çalışkan bir araştırmacıdır. Fakat akademik disiplinden azadedir. Verdiği yer adı yorumlarının çoğu engin bir düş gücünün eseridir. Fakat “aman Rumca-Ermenice olmasın da ne olursa olsun” ekolüne mensup TC yerel yöneticilerince şevkle benimsenmiştir. O yüzden şimdi yer adı çalışanlar, adeta ters takla atmak, tahmin ve yorumlarını mecbur olmadıkça kendilerine saklamak zorundadır. Luwice çalışmış bir iki kişi varsa onlar da risk almaktansa başkalarının yanlışını görmeyi tercih etmektedir.
Eski Anadolu dillerinin yapısını, Yunanca filtresinden geçmiş halleriyle şu adlarda kolayca tanıyabiliyoruz. Parantez içinde halen kullanılan ya da düne kadar kullanılmış Türkçe halleri. Alandós (Alandız), Aliassós (Yaylasun), Amissós (Samsun), Ariassós, Atramyssós (Erdemesin, bir diğeri Adırmusun), Atramytteíon (Edremit), Barassós, Dadassós (Dadasun), Erymná veya Orymná (Ormana), İassós (Asın > Kıyıkışlacık), İdebessós, İdyma, İpsós (Sipsin), İsinda, İtoána, Kádoi (Gediz), Kidyessós, Kiskissós (Keskin), Kissós (Keşan), Koráma (Göreme), Kotenná (Gödene), Kotyáia (Kütahya), Kotybássa (Güdübez), Láranda (Larende/Karaman), Maiandros (Menderes), Mastaura (Mastavra), Melandós (Melendiz), Momoassós (Mamasun), Mylasa (Milas), Myrina/Smyrina (İzmir), Nandiandos (Nenezi), Neroassós (Narhisar), Padyánda (Pozantı), Padássa (Bitez), Sabalassós (Ebesili), Sagalassós (Ağlasun), Saraoús (Aravan/Erivan, Ürgüp’teki), Satalá (Adala), Selymbria (Silivri), Sindala (Sindelli), Sinanda (Sinandı), Sinassós (Sinason), Tálaura (Tavra), Telmessós/Termessós, Tyberissós (Tırmısın)…
Birkaç kural: 1) Nominatif +s ekiyle biten Yunanca adlar Türkçeye akkusatif (belirtme hali) +n ekiyle gelir. 2) Özellikle ünlüyle başlayan yer adlarında s+ önekli ve öneksiz biçimler eşdeğer olarak kullanılır (Adala = Satala, Agalassos = Sagalassos). 3) R ve L sesleri hem antik yazımda hem Türkçe alıntıda eşdeğerdir (Termessos = Telmessos = Dermason, Derbe = Dilbeyan).
Eski Anadolu dilleri şablonuna uyan yer adları, o diller sahneden kalktıktan sonra da Anadolu’da üretilmeye devam etmiş olabilir mi? Başka türlü Bizans döneminde ortaya çıkan, daha eski dönemde izi görülmeyen bazı adları açıklamakta zorluk çekiyoruz. En az bir örnekte yeni üretimin ipucu var. Adıyaman Besni’deki Kaissós adı (Türkçe Keysun, şimdi Çakırhüyük) İslam’dan hemen önceki devirde bu yörede aktif olan Beni Qays adlı Arap sülalesinden geliyor olmalı. Daha önce Kaissos’a benzer bir başka adı vardı da Kays’a mı uydurdular? Yoksa Kays dedikleri sülalenin adı aslında şehirden mi geliyor? Yoksa Beni Kays vakasını anlatan kaynak mı hatalı, mesela başka yerdeki bir Beni Kays’ı buraya mı yakıştırmış? İşin yoksa ara dur.”
Türkiye’de Yunanca yer adları – 3
16 OCAK 2019 ÇARŞAMBA
(S. Nişanyan)
“Ulusalcıların amigosu Yılmaz Özdil, yine ulusalcıların kutsal lideri ‘M. Kemal’ adlı bir kitap yazar, 1881 tane bastırır, tanesini 2500 TL’ye satar”
Evet, “problemin sadece ‘Kemalizm’ – veya ‘Osmanlıcılık’ – olmadığı”nı güzel açıklamışsınız.
İsterseniz şöyle de sorabiliriz: “Yozdil”in M. Kemal’inin veya RTE/TRT’nin “Diriliş: Ertuğrul”unun “işlev”i nedir?
“Law and Order: SVU”, “Chicago PD” ve “NCIS: LA” gibilerininki neyse odur.
Yalnız arada önemli bir fark vardır.
Kemal Paşa ve Ertuğrul Gazi gibi kahramanlar, her ne kadar hayranları çok olsa da, bazı okurların ve izleyicilerin ilgisini çekmeyebilir, hatta onların ruhunu daraltabilir.
Amanda Rollins, Erin Lindsay, Nell Jones gibi bazıları ise, birçoklarının ruhunu, gözünü, gönlünü açar.
‘Burada mesele şu bence: ‘Doğulu’ veya ‘Asyatik’ tabir edilen ülkelerdeki bazı insanlar bu ‘despotizm’den o kadar çok ‘illallah’ getirmişler ki, ‘Batı’ kapitalizmi onlara göre adeta ‘kapitalizme nispetle kapitalist olmayan bir dünya’ kadar güzel.’
Haklısınız.
Ve bu yazdıklarınız, kolay kolay, çabucak bitecek bir süreç de değil üstelik.
Bu insanların çoğu, çeşit çeşit ‘despotizm’lere karşı mücadele ederken, varılması şart son istasyonun ‘kapitalizm’ olduğuna (özellikle de ‘Batı’ versiyonuna) inanmış ve inandırılmış. Yanıldıklarını anlamaları için epey zaman geçmesi gerekecek. Yukarıdaki metinlerde defalarca yazılan ‘korku eşiğini aşmak’ uyarısını daima aklınızda tutunuz.
‘Macron’un zırvaları’
Özellikle Fransız merkezli sermaye çevrelerinin hegemonyalarını pekiştirmek için mücadele eden tipik bir siyasetçi. İktidarını kaybetmemek için; yeri gelir ‘Sarı Yelekliler’le dost gözükür, yeri gelir ‘Sarı Yelekliler’in üzerine kendisine sadık polis kuvvetlerini gönderir.
‘Devlet Bahçeli’ mi dediniz?.. Faşistlerin ismini tekrar yazmanıza artık gerek yok, değmez. Issız bir dağlık bölgeye piknik yapmaya gitseler, muhtemelen, mitolojik kahramanları ‘kurt’lar popolarından ısırır..
(Not: Devlet Bahçeli de kapitalisttir. Haklısınız.)
‘Eğer ‘kapitalizm’ dediğimiz şey, öyle ‘tepeden inmeci devrim projeleri’yle değil de, süreç içinde bir şekilde ortadan kalkıp yerini daha iyi bir dünyaya bırakacaksa, bu, tıpkı Batı kapitalizmini isteyen Doğulu insanların ‘Doğu despotizmi’nden illallah demelerine benzer şekilde, insanların artık ‘kapitalizm’den illallah demeleri sonucunda olacaktır, diye düşünüyorum.’
Nihayet.
Bu, bir silsiledir. ‘Sarı Yeleklilerin protestoları’, silsilede bir halkaydı. Devamı gelecek (ve yine Paris, Fransa’dan gelmesi de şart değil).
Teşekkürler.
(Yukarıda ‘Antonio Gramsci’, ‘Karl Marx: Yabancılaşma, Artı değer’ tavsiyelerine ek, son iki tavsiye:
‘Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması’, Marshall Sahlins
https://www.kitapyurdu.com/kitap/batinin-insan-dogasi-yanilsamasi/275622.html
‘Düşüncenin Coğrafyası: Doğulular ile Batılılar Nasıl ve Neden Birbirinden Farklı Düşünürler?’, Richard Eugene Nisbett
https://www.kitapyurdu.com/kitap/dusuncenin-cografyasi/67341.html )
Kapitalistler tarafından kasten unutturulan ‘Nadide Kısa’nın anısına…
Sitede serin ve güzel bir yel esmiş: İsmet Zeki Eyuboğluʼnun ʻ Felsefenin Yararıʼ alıntısındaki yüksek nitelik insana tekrar ümit kazandıracak nitelikte.
Bu sitedeki yorumların %99ʼu, 19. yüzyıl Avrupasıʼnı önce tüm Avrupa, ardından tüm uygarlık ve nihayet tüm insanlık tarihi yapan bir sapıklıktan doğan solcu devrimciliği model edinenlerin bıktırıcı nakaratları. En son örnekler Sarışın Sarı Yelekliler, eski marksist-leninist-troçkist- stalinist-maoist Türk devrimcilerin TAŞ uykusundan uyanıp İVME kazanmaları falan filan.
Eyuboğluʼnun şu cümle ile gösterdiği incelik bence eşsiz:
ʻʻToplumbilimcilerin yorumlarına göre, uygarlık alanında görülen gelişmeler, bilginin düzenli-düzensiz olmasıyla bağlantılıdır. Düzenli bilgi bilimsel, düzensiz bilgi ise günceldir.ˮ
Eyuboğlu, yazısını ʻʻuygarlık alanınaˮ kısıtlamakla bu sitedekilerin ırkçılık ve sonsuz cahillik hatasına düşmemiş. Zamanımız okuryazarların çoğunluğu gibi kendi toplumlarının sorunlarını, incelemelerini, eleştirilerini ve bu girişimle varılan sonuçları tüm tarih ve coğrafyaya mal etmemiş.
Copernic, insanı evrenin ancak dünyanın en salak varlıklarının olmak istedikleri merkezden alıp, sözüm ona, haddini bildirmiş, kibirlerini kırmış. Bundaki gülünçlüğü anlamak için doğru yoldan çıkan merkezdeki kibirlilerin cehennemde çekeceklerini düşünün yeter.
Sanırım Copernic 550 yıl daha yaşasaydı, özellikle derin dinci ve matematikçi olduğundan, sadece bu sitedeki okuryazarlarını emsal alsaydı, dünya insanlarının her birinin evrenin bir merkezi olduğu sonucunu çıkarır, devrimine pişman olurdu.
Darwinʼin baş belası da hakeza ama Darwin bu site solcu devrimcileri gibi işi salt uygarlık içinde verilen anlamdaki doğru/yanlış konusu ile kısıtlar ve kişisel özgürlük insan hakkını kullanıp pişman olmaz, kafa şişirmeye devam ederdi.
Eyuboğluʼnun kısıtlama ile sağladığı dürüstlüğe çok örneklerden biri ve yorumum:
ʻʻFelsefe günlük yiyeceği sağlayacak tarladan yoksundur, buna karşın tanrıların da tarlasız ekmek verdikleri görülmemiştir.ˮ
Ekmeğini süpermarketten alan veya İnternetten indiren veya iPhone ile küresel kültürlere bağlanıp Amazonʼdan alan, tarlasız ekmek varlığına rahatça inanır. Bu sitede kaç azılı solcu devrimci okuryazar, modern tıp, nanoteknoloji falan filan hatırlatarak ilerlemeyi unuttuğum için beni azarladılar. Afrikalı kendini evrenin her yerinde olan merkezinde sanma gafletine düşmez: ʻʻseni cüzdanın tedavi ederˮ der. Ne de 6-17. yüzyıla kadar uygar dünyayı sırtında taşıyan köylü tarımcı, tarlasız ekmek olacağına kolay kolay inanır. Eğer inanırsa, daha çok işin salt tarla, su, tohum ve güneş ile bile bitmediğini bildiğinden kaynaklanır. Hatta bu sitenin cin gibi solcu devrimcisi, bilim-teknoloji sayesinde ekmek yemeden yaşama ve biraz tarih biliyorsa, tarlada belini kırmaktansa en akıl almaz fantezilerini bile düğmelere basmakla elde etme günleri hayali içinde yaşar.
Ben kendim, ʻSAĞʼ teknisyen gerçek devrimci artı Kapital artı Bilim-Teknoloji bir yanda; şakşakçı SOL laf kalabalığı eden okuryazar devrimcilerin diğer yanda, uygarlığın düğmeler çağına varacağından kesin kes eminim. Biyolojik evrim yerine gen mühendisliği ile ʻyapayʼ evrimi yönlendirici ABD, Avrupa, Çin, Japonya, G. Kore gibiler çoktan bu yola girdiler.
Eğer saygı içinde Eyuboğlu’na dönersem, teknik felsefe veya felsefe tarihi açısından salt uygarlar arasında bile Eyuboğlu’nun yazısında tartışılacak çok sayıda sorunlar da var. Diyeceklerim, sözcüklerin anlam kaymaları ve özellikle bilgi/bilim anlamıyla yapılan ayırım ile ilgili.
Uygarlıkta felsefenin yaklaşık 2,600 yıl önce Antik Grek ve/veya Hindistanʼda doğduğu ileri sürülür. Uygarlık ise 5,500-6,000 yıl önce doğdu. Bilim 500 yıl önce. Demek uygarlık içinde bile ʻyanlışʼ inançlarla yaşamak ve bilgide büyük adımlar atmak mümkün. Örneğin, uygarlıktan önce ve uygarlığı mümkün kılan bitki ve hayvan evcilleştirme düzenli mi, düzensiz mi?
Felsefe doğduktan sonra da sorunlar var.
Antik Grekʼde değişmenin imkansızlığı ʻyanlışʼ felsefesi,, diğer bir deyişle değişmenin imkansızlığı, değişmenin maddelerin aldığı hallerinde olduğu ve dolayısıyla atom teorisine yol açtı. Benzeri olarak, ʻsıfırʼ ile ʻhiçliğiʼ aynı algılama ʻyanlışʼ düşüncesi Antik Greklerin ʻ0ʼ sembolünü bulup aritmetikte ilerleme yerine geometride ilerlemelerine neden oldu. Bu da daha çok gökyüzü biliminde kullanıldığı için bir yandan başımıza ʻdüzenlilikʼ belası açtı, diğer yandan ve daha da kötüsü, cansızlar üzerinde akıl yürütme, insana düzenin mimarı yerine girme sevdasını aşılayıp hız kazandırdı. Nihayet modern çağlarda, aynı akıl yürütme canlılar arasında da kullanılıp, örneğin bu sitede devrimcilik aşkı ile coşmuş ilerleme tezahüratçıları yarattı.
Özetlersem, bilgi ve bilim,ʻdüzenli VEYA düzensizʼ değil ʻdüzenli VE düzensizʼ.
Platon da güzel bir örnek. Platon, düzensiz dünyanın gerçek olmadığın savundu ama dünyayı en iyi düzene sokup bu sitedekilerin dırdırına neden olan modern bilimin temelini atanlar, sürekli değişen ve düzensiz gibi ʻgörünenʼ dünyanın altında yatan düzenin varlığı ilhamını Platonʼdan aldılar.
Son söz: Felsefe/bilim tartşması sona ermiş değil, hatta son yıllarda, fesefenin bilim kafesinden kaçıp kurtulmasıyla, hız bile kazandı.
Etmeyeceğidin bunu
Engin Ardıç
13 Eylül 2018, Perşembe
Yerde kalem bulanın Atatürk kitabı yazdığı ülkemizde (İlker Başbuğ bile yazmıştı) değerli ablamız İpek Çalışlar da bundan geri kalmamış.
Reklamı da bir muhalif gazete tarafından iki tam sayfa yapıldı. Hakkıdır.
Kitabından, Atatürk hakkında müthiş gerçekler öğreniyoruz.
Gerçi bunların çoğu Andrew Mango’nun Atatürk biyografisinde de bulunuyor ama zarar yok. Atatürkçülüğü, bir emekli paşamızın da belirtmiş olduğu üzere, zihinlere çivi gibi çakmakta fayda vardır.
Bakalım nelermiş bu tarihi gerçekler?
Kahveyi çok şekerli içermiş. (Bunu bilmeyen var mıydı?)
Çok sigara içermiş. Peş peşe yakarmış.
Sucuk ve pastırmadan nefret eder, yanına yaklaştırmazmış. Soğan ve sarmısak kokusu sevmezmiş.
Kefal ızgara ve çipura severmiş.
Beyaz peynirli ve tavuklu börek, ayrıca suluca irmik helvası da sofrasından eksik olmazmış. (Tuhaftır, Attila İlhan onun en çok kuru fasulya ve pilav yediğini açıklamıştı.)
Az pişmiş sulu omlet, ayrıca İtalyan soslu makarna da severmiş.
Soğan sevmediğine göre menemeni da soğansız yaptırırmış herhalde. (Şiştiniz mi soğancılar?)
Güzel mekânlara meraklıymış.
Günde iki üç kere kıyafet değiştirirmiş.
Fakir değil, varlıklı bir ailenin çocuğuymuş. (Ali Rıza Efendi’nin memurluktan ayrılıp kereste ticaretine atıldığı biliniyor.)
Zübeyde Hanım’a “ben evlenmeyeceğim” demiş…
Latife Hanım parlamentoda görev almak istermiş!…
Fikriye Hanım da Makbule Hanım’ı kızdırmaktan zevk alırmış.
Falih Rıfkı, “utangaçtı, içki bu utangaçlıktan kurtulmasına yardım etmiştir” diyor.
***
Değerli kardeşimiz Yılmaz Özdil de bir Mustafa Kemal kitabı yazmış, yakında çıkıyor. Bunun resimli, resimsiz, büyük boy, küçük boy, okuma yazma bilenler için, bilmeyenler için, çeşitli “edisyonları” olacakmış. Reklamını kendi köşesinde yapıyor, muhabir desteğine ihtiyacı yok.
Bakalım oradan ne gibi tarihi ve çarpıcı gerçekler öğreneceğiz?
Samsun’a çıktığını öğrenebilecek miyiz?
Cumhuriyeti kurduğunu da öğrenirsek vallahi hiç şaşmam.
Şimdi artık Nihat Doğan, Talat Bulut, Aleyna Tilki, Mabel Matiz ve Demet Akalın’dan da birer Atatürk kitabı bekleriz. İsterse Lucescu bile yazabilir.
“Uygarlıkta felsefenin yaklaşık 2,600 yıl önce Antik Grek ve/veya Hindistanʼda doğduğu ileri sürülür. Uygarlık ise 5,500-6,000 yıl önce doğdu. Bilim 500 yıl önce.”
İlkelcilik nostaljisi ise, ilkel tekhücrelilerden, ilkel sürüngenlerden, ilkel memelilerden ve hatta ilkel insanlardan çok sonra, bundan çok kısa bir süre önce, bu sitede doğdu.
http://marksist.net/oktay-baran/makedonya-ve-yunanistanin-isim-kavgasi
Sözde “ilerleme karşıtı” geçinip “ilkel insan toplumları”na geri dönülmesini savunan “insanlığa ilerleme” yandaşları, gerçekte su katılmamış birer ilerlemecidirler.
İlkel primatların daha gelişmiş bir primat türü olan “insan”a ilerlemesine karşı olmamak ilerlemeciliktir.
İlkel memelilerin daha gelişmiş bir memeli ailesi olan “primatlığa ilerlemesi”nden yana olmak da öyle.
Keza, tekhücrelilerin ilk çokhücrelilere, o çokhücrelilerin de memelilere varıncaya kadar daha gelişmiş canlılara ilerlemelerine itiraz etmemek de sinsi bir ilerlemeciliktir.
Daha ilkel varlıklar olan “cansız”ların “canlılığa ilerlemesi”, yani dünyada yaşamın ortaya çıkması gibi bir ilerlemeye karşı olmamak ise daha da azılı bir ilerlemeciliktir.
En azılı ilerlemecilik ise, cansız evrenin ortaya çıkışını da kabullenmek, “hiçlik” karşısında “varlığı” savunarak bütün ilerlemeciliklerin tohumlarını atmaktır.
Modern Batı Kapitalizmi Ve Asyatik Doğu Despotizminin Kadın Sömürüsü
Birçok farklı toplumdan, fakat çoğunlukla Doğulu Hıristiyan, yani genelde Ortodoks Slav kavimlerinden (Rus, Ukraynalı vb) olan kadınlar, Batı kapitalizmi ve sömürgeciliğinin yükselişinden önceki dönemlerde, “Doğu Despotlukları”nın sömürgeciliğinin ve fetihçiliğinin bir sonucu olarak, Osmanlı sarayının, paşa konaklarının haremlerinde “cariye” olarak sömürülüyorlardı.
Günümüzdeyse, fuhuş, pornografi, hatta o zamanlar “hukuken” kabul edilmiş cariyelikten farksız “fiili” seks köleliği gibi en kötü sömürü biçimlerini bir kenara bıraksak bile, Osmanlı haremlerinin seks objeleri olmaktan çıkıp kapitalist Batılıların kurduğu erkek dergilerinin seks objeleri olmuşlardır.
Tanrı’nın Nasıl Bir Varlık Olduğu Üzerine İnananların ve Pozitivistlerin Ortak Kabulleri
“Böyle bir konu ilk bakışta günümüzün sorunlarıyla ilgisiz gibi görünebilir.
Ancak bu konu, zıt gibi görünenlerin aslında hiç de zıt olmadıklarını görmemizi ve o zıtların sürdürdüğü dövüşün, bir kayıkçı dövüşü olduğunu anlamayı ve kayıkçı dövüşünün kendisine karşı bir mücadeleye başlamamızı sağlayabilir.
Bu ortak kabulleri ve kayıkçı dövüşünü, onların Allah ya da Tanrı konusundaki ortak kabullerinde görmek mümkündür.
Örneğin Yaradılışçılar ve Darvinciler veya evrimciler kavgasını ele alalım.
İkisi de çok farklı ve birbirine karşı tezleri savunuyor görünürler. Bir taraf Allah’ın varlığını, diğerleri Allah’ın yokluğunu kanıtlamaya çalışır.
Ancak bunların getirdikleri argümanlara baktığımızda, aynı ortak kabullerle konuyu tartıştıklarını görürüz.
Allah’ın varlığının ya da yokluğunun fiziksel veya biyolojik argümanlarla kanıtlanacak bir şey olduğunda anlaşmaktadırlar. Yani Allah’ın varlığını fizik ve biyolojinin konusu olarak el almaktadırlar. Diğer bir deyişle, Allah’ı fiziksel veya biyolojik bir olgu olarak tartışırlar.”
Demir Küçükaydın, MART 11, 2017
http://www.adilmedya.com/tanrinin-nasil-bir-varlik-oldugu-uzerine-inananlarin-ve-pozitivistlerin-ortak-kabulleri/
Kadın’ın Nasıl Bir Varlık Olduğu Üzerine İnananların ve Kapitalistlerin Ortak Kabulleri
“Kadınlar [doğrusu: Playboy modelleri / Cennet hurileri] seks objesidir”
Kadınlar seks objesidir
Playboy’un kurucusu ve yöneticisi Hugh Hefner, kadınların birer seks objesi olduğu şeklindeki sözleriyle dikkatleri bir kez daha üstünde topladı
Bu açıklamasıyla eleştiri konusu da olan 84 yaşındaki Hefner, “Playboy’un kadınları bir seks objesi olarak gösterdiği söylentilerini komik buluyorum. Kadınlar zaten seks objesidir. Eğer öyle olmasalardı, neslimizi devam ettiremezdik. Dünyanın dönmesini sağlayan şey iki cins arasındaki çekimdir. Kadınlar bu yüzden kısa etek giyip, ruj sürerler” dedi. Haftada iki kere seks yapabilmesini Viagra’ya borçlu olduğunu söyleyen Hefner sarışın kadınları her zaman daha çekici bulduğunu da sözlerine ekledi.
https://www.ensonhaber.com/kadinlar-seks-objesidir.html
Acaba neden böyle demiş de;
“Kadınlar aşık olunma, sevilme, tapılma ve – dolayısıyla bunun bir ifade biçimi olarak – seks süjesi (“obje”si değil!) dirler”
dememiş?
İnsanlar “süje”ler değil de “obje”ler üzerinden para kazandığı için mi yoksa?
“Gerek Kuran, gerekse hadisler incelendiğinde, kadın-erkek ilişkilerine ağırlık verildiği, kadının bir “insan” değil, sevişme, doğal ilişkilerde bulunma aracı olarak görüldüğü kolayca anlaşılır.”
demiş İ. Z. Eyuboğlu “İrticanın Ayak Sesleri” adlı kitabında.
Kitabın tamamının değil, fakat sadece bu kısmının adını “İlerlemenin Ayak Sesleri ve kadını sevişme aracı olarak gören ilerici kapitalistlerin kurduğu erkek dergileri” olarak da koyabilirmiş.
Meral Akşener’den Tunç Soyer açıklaması
İYİ Parti lideri Meral Akşener Ankara’da gazetecilerle kahvaltıda bir araya geldi. Akşener toplantıda gazetecilerin gündeme ilişkin tüm sorularını yanıtladı. CHP’nin İzmir adayı Tunç Soyer’in babası için yapılan eleştirileri de değerlendiren Akşener, ‘Babadan oğula suç geçmez, oğuldan babaya da suç geçmez’ dedi.
https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/meral-aksenerden-tunc-soyer-aciklamasi-3309464/
nurettin soyer
fethullah gulen’in ilk hapis cezasini almasini saglamis savci. sozde, ulkuculere iskence yapmismis. gercekten boyle olsaydi, ulkuculer onu sag birakirmis gibi.
https://eksisozluk.com/entry/85847684
bahsi geçen şahsın 12 eylül yönetimi ile pek de iyi ilişkilerinin olmadığı ortadadır. bunun en büyük kanıtı ankara sıkıyönetim komutanı recep ergun ile yaşadıkları kavgalardır. detaylı bilgi için uğur mumcu’nun 12 eylül adaleti adlı kitabı okunabilir.
https://eksisozluk.com/entry/86045528
70’lerde teskilatcilik oynayip ulkeyi kan golune cevirmis kimi ulkucuyu yargiladigi icin ogluna oy verilmemesi gereken rahmetli kisilikmis.
komando kamplari kurup universite onlerinde ogrencileri c-4 patlayici ile olduren, mezheb gerginligi olan illerde tarihin en kanli katliamlarini yapan, kahvehane tarayan, gencleri evlerinde telle bogup katledenleri yargilamis olmasinin ne gibi bir sakincasi var anlamadim? bu hassasiyete sahip insanlar acaba o donemde sadece solcular yargilanmis olsaydi(ki yargilamalarin cogu da o kesimedir) bundan da hosnutsuz olacak miydi?
darbeye giden yolda ciddi ciddi alparslan turkes ve ulkuculerin hicbir sorumlulugunun olmadigini ve yargilanmayi hak etmedigini dusunen biriyseniz zaten bu adamin ogluna oy vermeyin.
https://eksisozluk.com/entry/86061714
Tunç Soyer’den babası Nurettin Soyer ile ilgili ilk açıklama
CHP’nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Tunç Soyer, Alparslan Türkeş için idam isteyen babası Nurettin Soyer ile ilgili ilk kez konuştu. Soyer, “Eski yaraları kaşımanın faydası yok.” dedi.
CHP’nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Tunç Soyer, babası askeri savcı Nurettin Soyer’den dolayı tartışmaların merkezinde. 12 Eylül darbesi sonrası Alparslan Türkeş ve ülkücülere idam isteyen ve işkence iddialarıyla anılan Soyer’in oğlunun İzmir adayı olması İYİ Parti’de tepkiyle karşılandı.
CHP’nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Tunç Soyer ve eşi Neptün Soyer, Başkan Aziz Kocaoğlu’nu makamında ziyaret etti. Hedefdeki isim olan Soyer, babasıyla ilgili eleştirilere ilk kez yanıt verdi.
CHP’nin 31 Mart yerel seçimi için Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Tunç Soyer, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nu makamında ziyaret ettikten sonra çıkışta gazetecilerin sorularını yanıtladı.
VAHŞİ BİR DÖNEMDİ: Tunç Soyer, 12 Eylül döneminde askeri savcı olan babası üzerinden kendisine yöneltilen eleştirilere cevap verdi. 12 Eylül döneminin, çok acı dolu olduğunu kaydeden Soyer, “Tamamen dış güçlerin içinde olduğu bir dönem. Darbeye o dönemde biz tabi ki karşı çıktık. Darbe ile ilgili bir şeyi tartışmanın manası yok, yanlıştı; ama kardeş kanı dökülüyordu. İnsanlar birbirini boğazlıyordu, öldürüyordu. Vahşi bir dönemdi, kırıcı ve üzücü bir dönemdi. Ama o dönem üzerinden bugüne dair bir şey çıkarmaya çalışmak, hiç doğru değil. Eski yaraları kaşımanın faydası yok. Bugün yepyeni bir Türkiye, yepyeni bir dünya, yepyeni bir kent için uğraşmak gerekiyor. Onları geride bırakmak gerekiyor” diye konuştu.
BABA NURETTİN SOYER KİMDİR?
Tepkiye neden olan isim Tunç Soyer’in babası Nurettin Soyer 12 Eylül 1980 darbesinde Ankara Sıkıyönetim başsavcısıydı. Nurettin Soyer’in o dönemde ülkücülere ağır işkenceler yaptığı iddia edilmişti. Aynı zamanda Alparslan Türkeş için de idam cezası isteyen savcı olarak da biliniyor.
Savaş uçaklarının harekât sorumlusu Tuğgeneral Akgülay’a FETÖ gözaltısı
TÜRK Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) savaş uçaklarının harekât sorumlusu olarak görev yaparken emekliliğini isteyen Eskişehir Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi (BHHM) Komutanı Tuğgeneral Özkan Edip Akgülay, FETÖ/PDY soruşturması kapsamında gözaltına alındı. Diyarbakır’a getirilen Akgülay, ifadesi alındıktan sonra adliyeye sevk edildi.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma kapsamında, BHHM Komutanı Tuğgeneral Özkan Edip Akgülay’ın, FETÖ’nün TSK’daki mahrem üyeleriyle haberleşmek için ankesörlü telefonlarla ardışık irtibat sağladığı tespit edildi. Tuğgeneral Özkan Edip Akgülay, Eskişehir’de 26 Ocak’ta gözaltına alındı. Diyarbakır’a getirilen Tuğgeneral Akgülay, İl Emniyet Müdürlüğündeki ifade işlemlerinin ardından güvenlik önlemleri eşliğinde adliyeye sevk edildi.
2017’de Tuğgeneralliğe, Yüksek Askeri Şûra’da ise Eskişehir BHHM Komutanlığına terfi ettirilen Akgülay’ın, kısa süre önce istifasını sunup, emekliliğini istediği belirtildi.
Gökçek = Necip (?)
‘KÖKEN TARTIŞMASI YANLIŞ’
Akşener, Melih Gökçek’in Mansur Yavaş’ın Makedon asıllı olduğu iddiası için ise, ”Ben de mübadil bir ailenin çocuğuyum. Ne yapmış bu göçmen aileler çalışmaktan başka bu ülkeye. Köken tartışması yanlış, çirkin ve terbiyesizce” diye konuştu.
Son dakika: Tuğgeneral Özkan Edip Akgülay tutuklandı…
FETÖ/PDY soruşturma kapsamında gözaltına alınan Tuğgeneral Özkan Edip Akgülay, Diyarbakır Adliyesi’nde savcılıktaki sorgusunun ardından mahkemeye çıkarıldı. Akgülay, mahkemece tutuklanarak cezaevine konuldu.
Türkiye’nin değişiminin önüne engel olarak dikilen coğrafi nedenler hangileridir?
Doğal sınırları mesela.
Kuzeyde, tıpkı İran’da olduğu gibi, kapalı bir iç deniz, güneyde, sekiz yıldır iç savaşın sürdüğü, uzun süre kolay kolay değişemeyecek olan Suriye ve dağlık Irak, doğuda da İran ve kapalı tutulan bir Ermenistan sınırları ile çevrili.
Bu karanın ortasındaki Ankara gelişmesini tamamen bir “kara toplumu”nun başkenti olmasına borçlu. Kapalı denizin güneyindeki bir boğazın iki yakasına sıkışmış olan İstanbul gibi yani.
Güney denizi daha açık ama Rusya’yla yaşanan kısa süreli bir “turizm krizi”nde de görüldüğü üzere, bu bölgenin dayandığı ekonomi “sürdürülebilir” ve değişime açık değil. Yani ülkenin geri kalanında olduğu gibi, “üretici” değil, dışa bağımlı.
Sonuç itibariyle, güney sınırlarının ardındaki güçlerinden de destek alan cılız bir ulusal hareket, ve batı ucundaki sahillere sıkışmış bir liman şehri ve çevresinde odaklanan küçük bir muhalefet dışında, ciddiye alınabilecek bir toplumsal hareket ortaya çıkamıyor.
Barodan ‘evlilik affı’ tepkisi
İZMİR Barosu, kamuoyunda ‘evlilik affı’ adıyla bilinen, cinsel istismar suçunda mağdur ile failin evlenmesi durumunda fail hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılması veya cezanın ertelenmesine imkan veren düzenlemenin çıkarılmak istenmesiyle ilgili Türkiye’nin farklı bölgelerindeki barolar ile eş zamanlı olarak basın açıklaması yapıp, bu duruma tepki gösterdi.
İzmir Barosu Konferans Salonu’nda yapılan açıklamayı Baro adına Kadın Hakları Merkezi yönetim kurulu üyesi Perihan Çağrışım Kayadelen okudu. Söz konusu düzenlemenin daha önce toplumsal tepkiden dolayı geri çekilmesine rağmen yeniden gündeme taşınmaya çalışıldığını söyleyen Kayadelen, “Çocuklar söz konusu olduğunda devletlerin ödevi; çocuğu her tür suistimale, ihmale, sömürüye, hak ihlaline karşı korumak ve attığı her adımda çocuğun üstün yararı ilkesini gözetmektir. Bu yolda temel rehber evrensel hukuk normları ve uluslararası sözleşmelerdir” dedi.
Uluslararası anlaşmaları ve yasaları hiçe sayarak; çocuğun vücut bütünlüğüne, cinsel dokunulmazlığına, manevi gelişimine, geleceğine el uzatan, çocukların tüm hayatlarını onları istismar eden suçluların ipoteği altına alan düzenlemelerin hiçbir gerekçeyle kabul edilemeyeceğini söyleyen Kayadelen açıklamaya şöyle devam etti:
“Bu tür düzenlemeler, bir yandan çocukların temel haklarını ihlal ederken, diğer yandan da kadının statüsünü düşürmekte, kadınları eğitimsizlik, yoksulluk, bağımlılık ve şiddetle örülü bir döngüye hapsetmektedir. Kanunlarımıza göre hür iradesi olmadığı kabul edilen çocuk; velisi, vasisi ve hatta Millet Meclisi’nce, evlilik gibi ağır sorumlulukları olan bir kuruma mecbur bırakılmakta ve bu durum modern anlamda köleliğin dayatılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, çocuğun istismarını meşrulaştıran, teşvik eden, özendiren bu ‘evlilik affı’na ilişkin düzenleme çağ dışıdır, hukuk dışıdır ve kabul edilemez.”
Türkiye’deki tüm çocuklar için sorumluluk bilinciyle hareket edilmesi gerektiğini vurgulayan Kayadelen, “İstismarı bir kere affetmek; tekrarlarına sebep olacak, istisna olduğu iddia edilen düzenleme asıl hale gelecek, henüz 12 yaşındaki oyun çağı çocuklarının kendi çocuklarına bakmak zorunda kalmalarına yol açacaktır” diye konuştu.
Barolar olarak çocuğa ve kadına yönelik şiddeti körükleyen, çocuk istismarını meşru hale getiren evlilik hukuk dışı uygulamalara ilişkin söylemlerin ülke gündeminden derhal kaldırılması ve bu hususta sorumlu hukuk politikası izlenmesinin gereğini belirten Kayadelen, “Çocuk ve ülke yararına bir düzenleme yapabilmek üzere disiplinler arası bir tartışma ortamı sağlamak için gerekli organizasyona hazır olduğumuzun bilinmesini istiyoruz” dedi.
307&309 okuyunca, mevcut düzeni en katı savunanların haklı olma ihtimali korkusuna düştüm. Bu düzencilere göre başı boş brakılanın başı boşalırmış.
Laik sahte sarışın 307&309, tarihsel ve doğal nesnel bilgilerle ideolojileri karıştırmış.
Boş kafadan ancak boş laf çıkar. Önce boş kafalarını dolduralım.
Bilimsel olmayan inancın müminlerine göre, Allah, ilkel tekhücrelileri, ilkel sürüngenleri, 307&309 gibi bönler de dahil, ilkel memelileri hep beraber yaratmış.
Bunda ilerleme yok.
İlerlemenin dandik vikipedi tanımı:
ʻʻİlerleme, teknolojideki, bilimdeki ve sosyal organizasyondaki gelişmelerin insanlık koşullarında bir iyileşme sağlayabileceği ve dolayısıyla genel olarak tüm toplumların ve genel olarak insanlığın sosyal, politik ve ekonomik yapıları bakımından gelişebileceği düşüncesidir.ˮ
[ilerleme = progress = figurative sense of “growth, development, advancement to higher stages”
figurative: mecazi, mecazli, timsali]
İlerleme buna inananların beyninde, yapay sarışın bilgiçler 307&309.
Bilimsel olan inancın babası asıl sarışın Darwin ve 307&309 gibi doğuştan dalkavuk sahte sarışınlara göre insanlar, ilkel tekhücrelilerden kendileri gibi bönlere kadar birbirlerinden tesadüflerle fırlamışlar.
Bunda da ilerleme yok.
İlerleme inancı 19. yüzyılda başladı. Önce sadece asıl sarışın Avrupa ve Amerikalıların özel mülkiyetiydi. Zamanla 307&309 gibi cahil ama düzene gerekli evcileşmiş sahte sarışın ücret köleleri ve tüketiciler artınca, ilkel ırkçılık da ilerledi, demokratikleşti. Tabii, asıl sarışınlar arası sürtüşmelerde taraf tutucu şakşakçı avcılı-devşiriciliğinin katkısı da oldu. Demokratik enayi avcılı-devşiriciliği: ʻʻHerkes ileri ama bazıları daha ileri!ˮ, tıpkık sahte sarışın bilgiçler 307&309 ve bu site sakinleri gibi.
Nitekim asıl sarışınların ilham aldıkları asıl asıl filozoflar, taklit etiğiniz asıl sarışınların aksine, toplumun gittikçe yozlaştığına inandılar.
Nitekim evren bile kaosa doğru ilerlemekte. Hatta belki, asıl sarışın bilim adam-karılara göre, evren ilkel zamana dönme hasreti içinde ilerlemekte.
İnsan da öyle. Yaşı, tekrar madde parçacıklarına dönme hasreti içinde ilerler.
Peki kim beyninizi bu kadar boşalttı? Muhammed mi? Atatürk mü? Karl Marks mı? Bu sitenin özü Marksist, ambalajı anarşist endüstri-üretim-tüketim fanatikleri mi? Ve nihayet, en son ve en öz, bolluk-zenginlik mi?
309 tek başına daha da bilgiç. Bu herif bir zamanların Necip beyi. Lügat ile dünyayı, yeryüzü ile haritayı karıştırmış.
Bak şu herifin [] arası sarı boyalı altın yumurtasına!
Not: Zileli ve Başkaya sarılıkta devrim koklayalı, sarı moda oldu galiba.
[Sözde “ilerleme karşıtı” geçinip “ilkel insan toplumları”na geri dönülmesini savunan “insanlığa ilerleme” yandaşları, gerçekte su katılmamış birer ilerlemecidirler.]
19. yüzyılda gelişen bir ideoloji hakkında bilgisi sıfır olan bu tahsilli, ilerlemenin lügat anlamıyla sadece ne kadar kara cahil olduğunu sergilemiş.
Mantığı bu sitedekilerin tipik mantığı:
Hareketsiz ilerleme olamaz. Belirli iki nokta, A ve B, arası hareketinde her iki yönde harekette bir ilerleme vardır. Her iki yönde burnunun ucunu takip edersin.
Not: Zaten hareketsiz ne evren, ne madde, ne zaman, ne de yaşam olur. Sadece ve sadece bilgiç 309, bu site marksist anarşistleri, solcu devrimciler, devrim profesörü ve sarışın sarı yelekliler falan filan olur.
İlerleme ideolojisini savunanlar bu 309 kadar keriz olmadıklarından ve ne dediklerini bildiklerinden, örneğin ʻʻinsanlık koşullarında bir iyileşme sağlayabileceğiˮ, inancını savundular.
Dikkat, dikkat, sayın seyirciler: yukarıdaki ilerleme tanımını veren dandik vikipedi bile bu herif kadar cahil değil! Bu herif kadar zevzekçe “insanlığa ilerleme” değil ʻʻkoşullardaˮ iyileşme demiş. 309Sun konuyu, farkında bile olmadan, devrimci solcu sidik yarışı dırdırları gibi anlaması ne kadar çaylak olduğunu kanıtlamış.
Boşuna sıraladığın ʻilkel primatlarʼ, ʻprimat türüʼ,ʻmemeli ailesiʼ, ʻtekhücrelilerʼ, ʻçokhücrelilerʼ, ʻmemelilerʼ, ʻcansızlarʼ, ʻcanlılarʼ falan filan cici bici kelimeler de öyle.
Hadi yavrum, sen de git şu meşhur Özgür Üniversiteʼye yazıl. Akıl almaz zırvalamların artar ama hiç değilse, “ilkel insan toplumları”nın tarihte var olmuş olduğunu öğrenirsin. Sor senin kadar boş beyinli hocalarına bakalım ʻütopyaʼ ne demek. Onu da bırak. Sor bakalım bir sürü devrim olduğu halde neden bu Müslüman-Türk eski alışkanlıkla hâlâ BAKİRE, kız oğlan kız, sarışın sarı yelekliler gibi, devrim ve devrimilik emziği emiyorlar.
Batsın bu medeniyet, bitsin bu ilerleme!
Kaderin böylesine yazıklar olsun!
Aşağıdakilerden hangisi diğerlerinden farklıdır?
A) Asr-ı Saâdet
B) Âge D’or
C) Golden Age
D) Prehistoric Golden Age
E) None of them
Bkz;
(Bu “altın çağ” fikri, milliyetçi tarihle sınırlı değildir aslında. Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır. Bir “asr-ı saadet”i vardır, bir “kıyamet günü” vardır. Tarihin belirli bir yönü olduğunu varsayan her düşünce sisteminde, benzer öğelere rastlanabilir. Tarihi sonsuz değişim olarak düşünmenin, ilke olarak “altın çağ”cılığa karşı olması gerekir. Marksizm bu açıdan kendi içinde çelişkilidir. Bir yandan, felsefî boyutuyla sonsuz değişimi kabul eder. Diğer yandan, Hegelci “tarihin yönü” takıntısını aşamaz. Dolayısıyla Marksizm’de de maalesef hem geçmişteki, hem gelecekteki bir “altın çağ”la –ya da “kıyamet günü”yle- yüz yüze geliriz. Birincisi “ilkel komünizm,” ikincisiyse “proletarya devrimi ve sınıfsız toplum”dur. Her ikisi de metafiziktir, tarih dışıdır. Ama şimdilik bu ve diğer örnekleri bir yana bırakıp, sadece milliyetçi “büyük anlatı”lara eğiliyorum.)
http://www.duzceyerelhaber.com/Halil-BERKTAY/1520-Uc-altin-cag
And by the way, don’t forget these two:
“The time of the Elves is over, my people are leaving these shores.”
“For over a thousand generations the Jedi Knights were the guardians of peace and justice in the Old Republic. Before the dark times. Before the Empire.”
So, what is your answer?
IF you can answer this, of course!
“And tell me, Mr. Anderson, what good is a phone call if you’re unable to speak?”
No further questions your honor.
Sayın Pipsqueak,
Sizce,
Modernite, medeniyetin zirve noktası mıdır?
“Why do I like primitivism so much?
I would tell you if I knew.”
https://www.youtube.com/watch?v=5_sxUintAZM
[And “Why do I like this song so much?”
“I would tell you if I knew.”]
321 daha önce biraz daha bol çıkarıyordu. Site bulaşıcı hastalığı iyice yerleşmiş. Zavallı sıka sıka çıkarıyor ama az ve özü çıkmış!
69 yaşındaki Toshio Takata, fakir olduğu için bir yerde ücretsiz olarak yaşamak istedi: “Emeklilik yaşına geldim ve param bitti. Bu yüzden aklıma geldi – eğer hapishanede yaşayabilirsem bedavaya yaşayabilirim”
“Ben de bir bisiklet alıp karakola götürdüm ve oradaki adama: ‘Bak, bunu aldım’ dedim.”
Plan işe yaradı. 62 yaşında Toshio bu ilk suçundan bir yıl hapis cezası aldı.
Küçük, narin ve sık sık kıkırdayan Toshio, kadınları bıçakla tehdit edecek birine benzemiyor ama…
“Bir parka gittim ve onları tehdit ettim. Zarar vermek niyetinde değildim. Birinin polisi arayacağını umarak bıçağı gösterdim.”
Toplamda, Toshio son sekiz yılın yarısını hapiste geçirdi.
Bak şu EVVEL ZAMAN İÇİNDE ilerlemiş alçak kapitalistlerin yaptığına!
Bir de bak şu bizim solcu devrimci amcalarımıza! Bizimkiler SONRA ZAMAN İÇİNDE olacak ivme, taş oynatma, sarı yelek devrim davul zurnasına göbek atacak kadar genç ve dinçler maşallah.
Merak edip ʻʻhttp://www.duzceyerelhaber.com/Halil-BERKTAY/1520-Uc-altin-cagˮ yazısını okudum. İnceleme ve eleştirmeye değer.
Çok ama çok basit bir örnek:
İlk göze çarpan, yazarın, insanın mitsiz yaşayamadığını es geçmesi. Bu da kendi mitinin mit değil hakikat olduğu tipik mitsel inanç.
En modern mitlerin başında ilerleme ve modern bilim ve tarih gelir. Milliyetçilik, uluslararacılık, marksizm, ırkçılık, aryancılık ve hitler ardında. Eskilerden de dinler, mitler, putperestlik, putperestleri kılıçtan geçirme caizdir, kitapsızları kılıçtan geçirme caizdir…
Hepsine ortak bir nokta var. Her mit mümini diğer mit müminlerinin saflığına ve aptallığına inanamaz, alay eder, güler. Makale yazarı bu noktayı unutmuş. Eskiden inandığı mitlerden kurtulmuş, aynı zamanda, zamanımızın en güçlü mitlerinden biri olan ʻTarihʼ mitine , eski dini olan marks-lenin-mao falan filana sarıldığı gibi, aynı şiddetle sarılmış: Eskiden tarih insanın yaşamına ANLAM veren miti kanıtlardı; şimdi tarihin kendisi ANLAM oldu.
Her neyse yazıya hakkını verecek kadar ne zamanım ne de arzum var. Böyle kısa bir örneğin haksızlık ettiğimi de biliyorum.
Gelelim 322’nin tipik kalite düşüklüğüne.
Ders verdiğim günlerimde benimle samimiyet kurmak için abuk sabuk, anlamadığım laflar eden öğrencileri hatırlattı.
Gelmiş geçmiş tek bildiğim fuzuli varlıklar, televizyon içinde doğmuş, televizyon içinde büyümüş bu artık ürünler. Ve bu artık ürünler sayesinde ilk canavara benzeyen bir canavar doğar: Küresel İmparatorluk kuran Facebook, Google, Silicon Valley,Twitter, Amazon, AI falan filan.
Her neyse, hayatta parmakla sayılacak kadar az televizyon seyrettiğimden talebelere inek trene bakar gibi bakardım. Onlar da, ʻherkes yumuşak pornografileri ve fuzulilerin ağzına sokulan emzikleri biliyordurʼ düşünerek, bana inek trene bakar gibi bakarlardı.
İnsaf be! Tamam anladık, siteyi dolduran, ağzında emzik bolluk kazazedeleri, çoktan ölmüş 322ʼ ler zaten ölmezler. Ama bu mitleri kendilerine silah edenler, mitlerinin mit değil gerçeğin kendisi olduğuna inananlar milyonları kırımdan geçirdiler ve geçirmekteler. Hatta tüm canlılığın sonunu getirecek bir nükleer savaş bile gece 12ʼye beş dakika yaklaştı. Şu an yine o devire dönmüş bulunuyoruz.
Oku: https://thebulletin.org/doomsday-clock/past-announcements/
322, lütfen bırak şu dırdırları. Bu dırdırlar sana Allahʼtan inmiyor, seni günde 24 saat pompalıyorlar.
Keşke hep böyle sadece birbirleriyle uğraşsalar.
Al birini vur ötekine.
–
Çıkrıkçı’nın ses kaydındaki ifadeleri
Çıkrıkçı, kendisine ait olduğu belirtilen ses kayıtlarında, darbe gecesi şu ifadeleri kullanıyor:
“Şu an Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti yönetimine el koymuştur.”, “Kapat, bütün herkes telefonlarını kapatsın, askerin sözünü dinlediğiniz sürece selamettesiniz. Selamet isteyenler askerin sözünü dinlesinler, şu an askerin sözü devlettir. Bunun dışındakilerin sözü emin olun çapulculardır. Onlarla beraber olmak isteyenler gerekli sıkıyönetim cezaları ile cezalandırılacaktır.”, “Komutanım bölgeye mühimmat nakli yaptırabilir misin? (Yakın mesafeden silah sesleri geliyor) Helikopterler nerede helikopterler? Beylerbeyi yolu üzerine helikopterleri yönlendirin.”, “Direnen kalabalık var doğrudan ateş edilsin. Şu an direnmeyen zaten dükkanların içerisine girmiş durumda. Biz onları yol üzerine aldık, şu an kontrol altında yaklaşık 50-60 yakın insan var, kadın, çocuklar da var içlerinde.”
Sanık Çıkrıkçı, ortaya çıkan bu ses kaydına ilişkin, insanları yönlendiren kısımların kendisine ait olduğunu kabul ederken diğerlerinin ise montaj olduğunu öne sürerek inkar yolunu seçti.
“Sizi dinlemeyen halkı alnının çatından vurun”
Dava kapsamında ifadesi alınan müşteki Kudret Pala da 15 Temmuz’da arkadaşlarıyla birlikte Kuleli Caddesi’ne geldiklerinde, bu sırada darbe girişimi için liseden çıkan ve bölgeyi kontrol altına almaya çalışan darbeci Mürsel Çıkrıkçı ile emir ve komutasındaki diğer sanıkların, civardaki açık olan iş yerlerine girerek ve seyir halindeki araçları durdurarak, vatandaşları derdest ettiklerini gördüğünü anlattı.
İçinde bulunan aracın durdurulduğunu ve ellerinin kelepçelendiğini söyleyen Pala, “İndirdikten sonra Mürsel Çıkrıkçı, bizleri tekme, tokat dövmeye başladı. Bize, ‘siz vatan hainisiniz’ dedi. Daha sonra bana, ‘Sen AK Partili misin?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ deyince bana daha çok vurmaya başladı ve bana ‘sizin yüzünüzden her gün 3-5 şehit veriyoruz’ dedi. Akabinde bizi el ve ayaklarımızdan plastik kelepçe ile bağladılar ve okul girişi önünde yüzüstü yere yatırdılar. Bu vaziyette yarım saat bekledik. Mürsel Çıkrıkçı, bizi sürekli tehdit ediyordu. ‘Sizi doğduğunuza pişman edeceğim, olaylar bittikten sonra sizinle özel olarak ilgileneceğim’ diyordu.” şeklinde beyanda bulundu.
İnsan mitsiz yaşayamıyorsa senin tek hakikat zannettiğin kendi mitinin, yani ilkelleri yüceltmekten ziyade tüm “medeni”leri aynı torbaya doldurup aşağılama mitinin diğerlerinden farkı ne?
Söyleyeyim.
Küfürbazlık, hakaret, kin, nefret, öfke, şizofreni ve psikopatlık noktasında hiçbir mitin onunla boy ölçüşemeyecek olması.
Dünyaya ve “atmosfere” hiçbir katkıları olmayan, söyleneni anlamak ve sıkıştıkları sorulara cevap vermek yerine bolca ad hominem yapan birer “kutuphane memuru ufuklu atmosfer isgalcisi” olan “Wahsi”lere bakıp “kis kis gulmekten” kendimi alamıyorum.
Bu yüzden çok özür dilerim.
“Dusene kis kis gulmek”, hele hele “kor dovusu” gibi çok gülünç durumlara düşenlere, hem de “kis kis” gülmek çok ayıptır.
Bağışlayın.
“Tek soruyla (Şimdiki maymunlar niye insan olmuyor?) Evrim Teorisi’ni çökerten adam” internette dolaşan bir geyiktir.
Ve geyikler güzel hayvanlar olduğu için herkes sever tabii ki.
“İki kelimeyle (Altın Çağ) Anarşizm dahil bütün ideolojileri çökerten Marksist eskisi tarihçi” ise, maalesef, bir gerçektir.
Hem de çok acı bir gerçek.
Ve bu yüzden neredeyse hiç kimse kendisini sevmez.
Bu da, tıpkı gerçekler gibi, kendisi için acı bir durumdur.
İlkelliği istediğiniz kadar savunabilirsiniz. Çünkü insanlar istedikleri şeyleri savunma hakkına sahiptirler.
Tıpkı “Uçan Spagetti Canavarı”nı savunmaya hakkı olanlar gibi, bu sizin en doğal hakkınızdır.
Bir ömür boyu savunabilirsiniz isterseniz.
Bu uğurda ömrünüzü tüketme hakkınız kadar doğal bir hak olamaz. Elbette bu doğal hakkınızı kimse sizden alamaz.
Çünkü haklar ve özgürlükler, başkalarının haklarının ve özgürlüklerinin başladığı yerde biter.
Karamollaoğlu: Geçmişe giderek insanları itham etmek hatadır
SAADET Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, CHP’nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı Tunç Soyer’e, 12 Eylül döneminin askeri savcısı olan babası üzerinden yöneltilen eleştirilerin doğru olmadığını söyledi. Karamollaoğlu, “Geçmişe giderek hayatta olmayan insanlar üzerinden bugünkü insanları tenkit etmek, itham etmek çok büyük bir hatadır” dedi.
‘GEÇMİŞE GİDEREK İNSANLARI İTHAM ETMEK HATADIR’
Temel Karamollaoğlu, CHP’nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Tunç Soyer’e, 12 Eylül döneminin askeri savcısı olan babası üzerinden yöneltilen eleştirilerin doğru olmadığını bildirerek şöyle konuştu:
“Geçmişe giderek hayatta olmayan insanlar üzerinden bugünkü insanları tenkit etmek, itham etmek çok büyük bir hatadır. İnancımız gereği Peygamber efendimizin en yakın arkadaşlarından bir kısmının babaları, dedeleri inkarcıydı. Ebu Cehil meşhurdur; ama Ebu Cehil’in oğlu Müslüman oldu. ‘Senin baban böyleydi’ diyebilir miyiz? Denmez. Bugün de geçmişe dönük ‘senin baban bu hataları yapmıştı’ denmez. Bugün bir insanı, babasının yapmış olduğu bir hatadan dolayı itham etmenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Herkes kendisi sorumludur yaptıklarından, yapmadıklarından, hatalarından dolayı. Bu husus maalesef iktidar partisi tarafından hep göz ardı ediliyor. Sırf siyasi bir rant elde edebilmek için geçmişe atıf yapılıyor.”
Türkiye’nin 1950’den sonra çok partili sisteme döndüğünü; ama bugün AK Parti’nin 1950 öncesi tek partili sistemin savunucusu haline geldiğini ileri süren Karamollaoğul, “Bunu neyle izah edeceğiz? Bu yaklaşımları yaparken biraz insaflı olmak icap eder. Çünkü insanlar da değişir, kanaatlerini değiştirebilirler. Bugün yanlış yapan, yarın doğru yapabilir. Bugün doğru şeyleri söyleyen, yarın yanlış da yapabilir. Babasından dolayı bir insanı itham etmenin doğru olmadığı kanaatindeyim” diye konuştu.
‘MİLLET KUTUPLAŞMAK İSTEMİYOR’
Temel Karamollaoğlu, Cumhur İttifakı karşısında olan siyasi partilere ‘İllet İttifakı’, ‘Zillet İttifakı’ benzetmelerini de eleştirerek şunları söyledi:
“Bu konularda sadece ‘kötü söz sahibine aittir’ diyorum. Bunun da üzerinde durmuyorum; ama ülke yönünden üzülüyorum. Çünkü bu kutuplaşmaya neden oluyor. İnsanlar birbirlerine karşı düşman gözüyle bakmaya başlıyor, hor görerek yaklaşıyor. Halbuki iktidarın ve ona destek verenlerin ülkede barışı, huzuru, kardeşliği sağlamak en önemli görevleridir. Bunu ihmal etmemeleri icap eder. Ama millet yavaş yavaş uyanıyor. Kamplaşmak istemiyor. Kendi ailesinin içinde farklı kanaatlere sahip insanların olduğunun farkına varıyor. Ama annesiyle, babasıyla, kardeşiyle bundan dolayı kavgalı olmayı düşünmüyor artık insanlar. Düşünenler var; ama sayıları giderek azalacak bunların. Başkalarına bu çirkin ifadeleri kullananlar yarın kendilerinin aynı noktaya düştüklerini görecekler.”
Önce size takılıp gülelim: Soru basit! Cevap basit! Siz de mi bu site dahilerinin bulaşıcı kabızlık hastalığına yakalandınız?
Belgeli tarihe göre en az 3 bin yıldır kelimelerin kölesi olmaya, kelimelerin zincir olmasına karşı uyarıldık.
Çok daha basit düşünürsek binlerce yıl söz ve/veya yazılar toplumu ve doğal dünyayı anlama çabasına daha henüz son verdi diyemeyiz.
Hatta bilim adam-karıların cici bici ʻentropi/in-formationʼ teorisine göre bilgi ile egemen olma rüyası gittikçe evrenin sonuna kaymakta. Üstelik Bilgi de Kapital gibi azınlığın beyninden azınlığın beynine geçiyor. Bu dalkavukları dinleyecek zamanım sadece dalkavukların dalkavukları bilimselliğe özenen solcu devrimcileri okuyunca oluyor. Her halükârda, yaltakçı bilim adamı-karıların, doğayı bilmem de, toplumda herkesin gittikçe aynı olduğu bilimsel fikirlerine yüzde yüz katılıyorum.
In short, though I believe that the language I will employ is the language of the monster, I have absolutely no choice. Sarışın sarı yeleklilerin özgürlük vaat eden ve her rastladıkları özgürü cehenneme gönderen dedeleri daha henüz bana bu değerli ʻözgürlükʼ Amerikan cikletini çiğnetmediler.
Toplum veya insan tarihinde önemli kopuşları simgeleyen isimlerle tarihi devirlere ayırmalar var, bu inkar edilemez. Bunu ciddiye almalarda özen göstermeli, bu da inkar edilemez. Elma ağacıyla armut ağacı farkı gibi. Hatta dilin kendisi bu ʻfarka varışʼ prensipiyle dil oldu. Aksi halde saf kaos, bilim adam-karıların kaosu, her şey aynı.
Önce benim sevdiğim bir devirlere ayırma.
Varoluş Devri : Neolitik devrime kadar.
Sahip Oluş Devri : Aşağı yukarı İkinci Dünya Savaşıʼna kadar.
Gibi Görünüş Devri: İçinde olduğumuz devir.
Son devre bir ekle sitedeki evcil, uslu, terbiyeli solcu devrimcileri gocundurayım. Salt ABD ve Avrupa gibi sarışın sarı yeleklilerin devrim yapmak üzere olduğu ülkelerde, yılda güzellik maddeleri ve elbise modasına harcanan para dünya yiyecek, giyecek, eğitim ve sağlık sorununu çözer. Eğer buna eğlenceye harcananı da eklersen, ütopya kitaplarının satışı sona erer.
İyi, çözer çözer de, Fransa ve benzeri ülkelerin savaş, tabii kendileri değil başkalarının, terörünü körüklemelerini de durdurur, dostlara ve düşmanlara silah satışını baltalar.
Daha da kötüsü, insan hakları, demokrasi, kadınların çıplak ama vahşiler gibi tam çıplak değil olmaları özgürlüğünün savunuculuğu ve binlerce diğerleri de sona erebilir.
Daha daha kötüsü, endüstri ve bolluk sol devrimcilerinin çenelerini de kapatır.
Bence en şahane geçim ilkesi ʻʻWANT NOT, LACK NOTˮ
Doğrusu, yukarıda sözünü ettiğim ABDʼlilerin ve Avrupalıların sarışın güzelliklerinden vazgeçip sadaka dağıtarak dünya sorununu çözmeleri ile bolluk solcu devrimcilerin istedikleri, beni en azından tiksindirir, ama daha çok korkutur. Hayalimde, yalnızlar kalablığı insanlarlarının, zerre kadar etkisi ve değerleri olmadığını görüp, ʻʻWANT NOT, LACK NOTˮ ilkesine uyanırlar.
What I see among this lonely crowd is what Blake saw in his time. I will leave it to him to describe it. He is much more eloquent than I.
ʻʻI wander through each chartered street,
Near where the chartered Thames does flow,
And mark in every face I meet,
Marks of weakness, marks of woe.ˮ
Var, var biliyorum. Bu sitedekiler gibi ağızları zevkten bir karış açıklar da var, telefonuyla sevişen cheerful robotlar da var, var allah var.
Gereğinden fazlasını isteme tarihsel bir hastalık. Bu sapıklığın, bu iğrençliğin ne devrim ne de insan doğası ile alakası var. Bu site devrimcileri Kapitalʼin getirdiği bolluğun şakşakçıları.
Basit bir örnek vereyim.Şu an bile 6 milyonluk harabeye çevrilmiş Lübnanʼda yılda 1,5 milyon çok güzel genç kızlar benzemek istedikleri bir resimle estetik ameliyatı yapan doktora gidip ʻbu kız gibi olmak istiyorumʼ diyerek kesilip biçiliyorlar.
Neyse yine konuyu dağıttım, ağrı başlılığı unuttum. Bu site, diplomalı, ağrı başlı, idiot profesörlerin ciddi, solcu, devrimci yazılar veya yerel dedikodular yapma sitesi.
Şimdi de sorunuza kırk dereden su getirmeden ve ince eleyip sık dokumadan bir yanıt vermeye çalışacağım.
But not only the language I will use is of the monsterʼs, I am not at all kowlaedgable enough to treat the subject with care and academic competence that I wish I had.
İnşallah gayretimi takdir eder cahilliğimi affedersiniz. Aslında, cevabım yıllarca yararlandığım ve takdir ettiğim kaynakların kopyası, tekrarı.
Daha sonra, daha uzun tarih ve geniş coğrafyaya da değinmek istiyorum. Şimdilik konuyu Medeniyet trenini son çeken lokomotif Batı ile kısıtlayacağım.
Modern olma daha önce his edildi ama 13-14. yüzyıllarda daha belirgin olur. Zirve süreci 16 – 20. yüzyıllar arası. Ve bence, postmodern başkaldırmaya rağmen, hâlâ devam etmekte. Yine bence, postmodernlik, modernlik ayıp donunu çıkarıp atma veya kendine ʻraison d’etreʼ (varolma nedeni) sağlayan ve eskilerle kavgasına anlam veren burjuvaların yeryüzünden silinmesi. Burjuvaların yerini, ki bu site sakinleri solcu devrimciler mükemmel örnekler, ʻwhatever worksʼçi orta sınıflar ve bunu sağlayıp tedarik eden teknisyenler (algoritmacılar falan filan) aldı.
Bu site solcu devrimcilerinin vızıldamaları yerine asıl devrimci, ʻʻa paragon of ʻwhatever worksʼ and ʻnew and betterʼˮ Satya Nadella veya yüzlerce benzerlerlerini dinleyin. Aslı Hindistanlı kendisi sarışın Nadela, genç ve dinamik. Bu sitedekilerin başını çekenler ise, bolluğa kavuşma vaazleri veren yaşlı ama genç ruhlu, ne yarden ne serden geçenler, yeni ivme kazananlar, 68ʼlilerin taş uykusundan yeni uyananlar ve aynı Bolşevikler gibi umudu asıl sarışın sarı yeleklilere bağlayanlar.
Her neyse, yine konu dağıldı.
Modernlik ne ve baş artisler kimler?
Akılcılığın veya rasyonalistliğin evrenselliği (here is that famous universalism again); modern bilim ve tekniğe bağlılık; doğanın insan için ve insan tarafından egemenlik altına alınıp sömürülmesini savunma; ilerici hümanizm veya insanların kendi kaderlerini kendiler tarafından tayin etme inancı; geçmişi küçümseme ve geçmişi sadece moderniliğe hazırlık safhası olarak görme; ve nihayet, ütopizm.
Alay etmemek ve ağzımı bozmamak için çok gayret ettim, inşallah takdir edersiniz.
With my apologies to modern medicine and nanotechnology cheerful robots: BUT THE EMPEROR IS NAKED!
Baş yıldızlar: İki Bacons (R. & F.), Occam, Hobbes, Descartes, Locke, Leibniz, Rousseau, Kant, Hegel, Saint-Simon, Comte, Marx, Schopenhauer, Nietzsche falan filan.
Baş akan yıldızlar: emprisizm, materyalizm, idealizm, aydıncılık, diyalektik, evrimcilik, scientism, pozitivizm, utilitarizm falan filan.
Kısaca da olsa, çok daha önce olan benzeri bir deviri, gözleri fazla kamaşıp moderniteden başka bir şey göremeyenlere hatırlatayım.
İranʼda Zerdüş; Hindistanʼda Buda, Mahavira ve Upanişadlar; Çinʼde Konfüçyüs ve Lao-Tseu; ve nihayet kapı komşu eski Grekler. Yahudi çöl peygamberleri de var. İsa ortaya yakın.
ʻʻModernite, medeniyetin zirve noktası mıdır?ˮ sorunuza cevabım: Zirve Medeniyetʼin doğuşunda. Ondan beri de bir avuç çevik maymun daha yukarılara, zirveden zirveye zıplamakta. Geri kalanlar? Lafı üstünde ʻgeri kalanlarʼ. Geri kalanlar, yokuş aşağı yuvarlanan, çırpındıkça bataklığa daha çok batanlar.
Özür dilerim, ben Medeniyet bataklığının en dibine saplanmış kalmışım. Tek gördüğüm Medeniyet adlı hilkat garibesinin doruk çizgisi.
Eğer ʻwhat ifʼ tarihçiler gibi düşünürsem, aklıma sayısız toplumlar geliyor, 4-6 milyon yıl! Bu sitedeki solcu devrimciler ve diğer Türk aydınlarının çoğu gibi ırkçı da değilim ki unutup geçeyim. Ama, bence, ʻmake it simple and stupidʼ bir misal yeter artar bile. ABD halkı arasında sık kullanılan bir tabir var: ʻʻToo many chiefs, not enough Indians! ˮ
Hardly are those words out, this siteʼs realist and materialist leftist revolutionary cheerful robots who ape their realist and materialist anti-revolutionary counterpart will tell you, ʻʻBe real, man! That is a moronic nostalgiaˮ. A good example of how deep these people are sunk in a quagmire.
Yok eğer Medeniyetʼin ʻiçerde baskı, dışarda fetihʼ olmasını, hayal gücü ve zekaları benden sonsuz üstün ve sonsuz güçlü aydınların alın veya gen yazısı inançlarını, insan doğasına inananları; şu an, solcu devrimciler de dahil, Medeniyetʼin en son tanrısı Kapital’e tapanların sayılmaz kadar çok olmasını; insanların doğuştan getirdikleri hiyerarşik dünya görüşlerini vesaire, vesaire, vesaire düşünürsem işin içinden çıkamıyorum.
Bunlar da yetmez gibi yaltakçı sosyal bilim adam-karıların dünyayı alt üst eden bir devrimi de var. Eskiden fala bakanlar gelecekten haber verirdi. Bu dalkavuklar geçmişe bakıp ʻʻmutlaka böyle olacaktıˮyı gören falcılar. Bunların diğer marifeti de kokmuş burjuva arşivlerinde bulduklarıyla salak süt inekleri teknisyen bilim adam-karıların imdadına koşmaları.
Her neyse, benim size daha da zor bir zirve sorum var:
Do you think that the Civilization reached its zenith when the oppressed loved and admired their oppressors?
Siz site müdavimlerinin yaşamaktansa demokrasi özgürlüğüne kuzu gibi uyarak iyi yaşamayı seçenler olduğunuzu söyleyerek kısa ve öz bir cevapla yetinebilirdim. Velakin, zeki okuryazarların, aynı saman için eşek numarası yapanlar gibi, aldanma numaralarına gülmek de hoşuma gidiyor ve sağlığa da iyi. İnternet bu siteye benzer sosyal medya artistleriyle dolu ama hemen hemen hepsi medenilerin en medenisi facebook, google falan filan Big Brotherʼlara özgürce abone olmanı istiyorlar.
Müsaade et biraz daha güleyim.
ʻʻİlk göze çarpan, yazarın, insanın mitsiz yaşayamadığını es geçmesi. Bu da kendi mitinin mit değil hakikat olduğu tipik mitsel inanç.ˮ
Kibar çevrelerde yukardakini anlamayan 329ʼlara kelimerle kurulan hakiki dünya modasına uygun üstü kapalı, medeni bir ad verildi: ʻfunctional illitiracyʼ.
Kibar olmayan küfürbaz falan filanların adı: ʻʻokul+teleziyon fabrikasının pompaladığı artık ürün-fuzuli ama gerekli tüketiciler.ˮ
Artık ürün-fuzuli 329, okumasını bile bilmeyen tipik bir mürit-asker. Kendi ve benzerlerine ayna tutana karşı hemen saldırıya geçmiş. Sağ ve solun aynı olduğuna güzel bir örnek: tek doğru mit kendilerinin mit olmayan doğru mitleri.
Not: İnşallah ʻartık ürün-fuzuliʼ lafının hakaret değil iltifat olduğunu biliyorsundur. Medeniyet ʻartık ürün-fuzuliʼler sayesinde doğdu ve gelişti. Trumpʼın ʻshit holesʼ lafını ciddiye alma. Bütün medeniyetler eşit ama asıl Medeniyet eşitsiz. (Beş parmak bir mi?) Hem bak, alçak Kapitalislerin oyuncağı Devletler bile kazık atanları da yiyenleri de kardeş yapıp vatandaş etmiş.
Eğer bu artık ürün-fuzuli 329 okumasını bilseydi, yazdığından utanırdı. Utanmamasının tek nedeni sitenin tümünün kendi gibi futbol maçında taraf tutan seyirciler olması.
Bakalım iki cümleye:
ʻʻİlk göze çarpan, yazarın, insanın mitsiz yaşayamadığını es geçmesi.ˮ
ʻʻBu da kendi mitinin mit değil hakikat olduğu tipik mitsel inanç.ˮ
Götür bunu Özgür Üniversiteʼde bir sivri kelle profesöre göster. Eğer gocunmazsa, bırak senàn mitler hakkında çaylaklığını, ikinci cümle ve daha sonraki nitelendirmeleri anlamadığını sana söyler.
Ne var ki, Batı ama tam Batı olmayan Doğu Avrupa devrimci özgür üniversitelerinin ʻʻDünya Özgür Üniversiteleri Birleşinʼ çağrısını uyar uymaz katılan halis Türk solcu devrimci Özgür Üniversitesiʼnin enayiliği özgürce seçenlere ihtiyacı var. Özgür Üniversitesi şu an sarışın sarı yeleklilerin, iklim değişmesine şükür, kar içinde açtıkları örgütsüz devrim tarihindeki patikada ʻdar ama yoldan çıkmazsan bolluk cennetine varırsınʼ ilahileri okumakta. İvme kazanmayan kalmadı.
Her neyse, şu an bu Doğu Avrupa’da çıkan ʻMyth as a Phenomenon of Cultureʼ kitabını okuyorum.
Note: My apologies to dynamic used car salesman, right wing Karl Marx of the site, Myasster Necip. I am not interesed in changing the world by selling cars, even less in busy body hoppings!
Kitaptan bir alıntı: ʻIf we imagine culture as an onion comprised of different layers (the “onion” model of culture), then myth is the center of it – it is a core beyond articulation.ʼ
Bence, bu ücret köleleri Özgür Üniversite memur profesörleri asla oturduğu dalı kesmezler. Sendeki mükemmel solcu devrimci orta sınıf mürit-asker, kara cahilliği sezip seni pompalarlar. Kendileri de o yollardan geçip özgürce özgür yerde köle olmuşlardı. Bir taşla iki kuş, hem seni hem kendi kendilerini pompalamış olurlar.
Siz Türklerin kültüründe Muhammed, Atatürk, Marks gibi asıl sivri kelleliler size ʻmit olmayanʼ bilgi güçtür mitini, dolaylı da olsa, pompalamadılar mı?
Bunu bile bilmemen çok tuhaf. Daha da tuhafı benim bigilerimin medenilerden değil sizin sivri kelleler Muhammed, Atatürk, Marks gibi dinde vahiy, laiklikte dehalıktan geldiğini sanman.
Sizlere acımamak çok zor. Günde 24 saat sizlerin ve hatta tüm insanların değersiz olduğu hakikatini bas bas bağırmaya kızacağına, buna kızana saldırıyorsun.
Niye tek başına veya idealize ettiğin ve romantikleştirdiğin ilkellerin yanına giderek delicesine savunduğun o idealize edilmiş, romantik, medeniyetsiz, teknolojisiz, okuma yazmasız hayatı yaşamıyorsun da karşı çıktığın o medeni, teknolojik, alfabetik hayatı yaşıyorsun?
Sinsi “Devlet Projeleri” Yahut “Biz Anadolu Oligarşisi’yiz” Projesi
Diyarbakırlı öğrenciler Çanakkale’ye uğurlandı
DİYARBAKIR’da, İçişleri Bakanlığı’nca hayata geçirilen ‘Biz Anadolu’yuz’ projesi kapsamında 40 öğrenci Çanakkale’ye uğurlandı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın himayelerinde, İçişleri Bakanlığı tarafından 180 günlük eylem planı çerçevesinde yürütülen ‘Biz Anadolu’yuz’ projesi devam ediyor. Proje kapsamında Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 21 ilden 15 yaş ve altı 50 bin öğrencinin, ülkenin farklı şehirlerini ziyaret etmelerini sağlayarak, kardeşlik köprüsünün kurulması, ortak kültürel değerlerin paylaşılması hedefleniyor. Bugüne kadar 6 bin 271 öğrenci ve görevlinin yararlandığı projede dün akşam saatlerinde 40 öğrenci, beraberlerindeki görevlilerle Çanakkale’ye uğurlandı.
‘HEDEF 6 BİN ÖĞRENCİ’
Uğurlama öncesi Diyarbakır Havalimanında bir tören düzenlendi. Törene Hasan Basri Güzeloğlu ile eşi Ayşe Güzeloğlu ve öğrenciler katıldı. Burada bir konuşma yapan Vali Güzeloğlu, “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın himayesinde ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun bu anlamdaki yönetiminde Diyarbakır’ın da dahil olduğu illerimizden Türkiye’nin her bir tarafı güzel olan illerine öğrencilerimizi gönderiyoruz. Oradan da bize öğrenciler geliyor. Yaklaşık 5 bin evladımızı hem İstanbul’da hem Çanakkale’de göndermiş olduk. Yıl sonuna kadar hedefimiz en az 6 bin öğrencimizi göndermek. Çanakkale, tarihimizin çok önemli bir dönüm noktası. Çanakkale savaşlarında bu ülkenin her bir köşesinden gelen vatan evlatlarının vatanını devletini bayrağını korumak için savaştığı ve şehit düştüğü bir yer. Nasıl büyük bir millet ve devlet olduğumuzu, düşmana ve ihanet karşı nasıl bir onurlu ve şerefli bir duruşla savaşıp şehadete erdiğini göreceksiniz” dedi.
İlk defa uçağa bineceğini belirten 8’nci sınıf öğrencisi Evin Kaymaz ise “İlk defa şehir dışına çıkacağım. İlk defa arkadaşlarımla güzel anlar geçireceğim. Bunun için çok mutluyum. Çok teşekkür ediyorum” diye konuştu.
Müjdeler olsun sayın site seyircileri, sağ bolluk ve sol bolluk devrimcileri!
05 Şubat 2019
Steve Bannon: “Les gilets jaunes inspirent le monde entier”
Steve Bannon: “Sarı yelekler dünyaya ilham veriyor”
İnşallah bu iki kovboylar arası çatışma dünyayı Kapital’e tapan iki kovboy arası bir savaşa sürüklemez.
Steve Bannon kim yahu?
Sağda, Necipler ve falan filanlar. Necipʼin, hayat boyu istediği ama bir türlü olamadığı AKP akıl hocalığı.
Sol daha demokratik ve site sol bolluk devrimciler sitesi olduğundan yıldızlar çok; F. Başkaya (Samir Aminʼin ruhu), G. Zileli, D. Graeber, Troçkist Hortlak (Sungur Savran), Troçkist Roni Margulies, DIEM25ʼci Avrupa Türkleri ve diğer bazı coşan taraftar falan filanlar. Bunlar da saraya girmek isteyen HDPʼnin başkanı Islahettin Temiztaşʼa akıl hocalığı etmeye can atan saray aşıkları. Sarayʼın en şahane bolluk misali olduğunu bilenler.
Özür dilerim, romantiklik ve idealize etmek gibi eğilimler hakkında yaptığımız, bu site de dahil, geniş çapta araştırma daha henüz sona ermediğinden dolaysız bir cevap veremem.
Araştırmamızı tahmin etmen için sana bir ipucu vereyim, bakalım, sivri kellen ne kadar sivri ve kültür endüstrisinden, televizyondan ne kadar yararlanmışmısın.
Herman Brochʼın faşistlik ve Nazilikʼin gelişini önceden sezdiği eseri.
Die Schlafwandler: Eine Romantrilogie: Pasenow; oder, Die Romantik – 1888, 1931; Esch; oder, Die Anarchie – 1903, 1931; Huguenau, oder, Die Sachlichkeit – 1918,
Sleepwalkers: A Trilogy
Uyurgezerler: Triloji
Eserdeki ana karakterler:
Binbaşı Joachim von Pasenow: Tutucu, romantik ve idealizci.
August Esch anarşist: Bu sitenin terbiyeli, evcil bolluk anarşistlerine hiç benzemez bir kafayı yemiş. Bu sitenin tanrıları Bolşeviklere ʻʻyou fu*king bureaucrats!ˮ diyen zincire vurulmuş olana benzer.
Wilhelm Huguenau, gerçekçi veya zamanın sanat akımı adıyla objektifçi. Tıpkı bu sitenin sağ Necip ve çok sayıda sol devrimcilerinden.
Pasenow ve Esch çok iyi anlaşırlar ama ne biri ne de diğeri Huguenau ile geçinebiliri hatta sevmezler, hatta ve hatta pek anlamazlar.
Necip’in solculardan farkı, kendisi gibi bolluk peşinde koştuğunuz halde arzunuzu solcu dırdırları ayıp donu ile kapatmanızı lüzumsuz görmesinde. Temelde sizlerle anlaşıyor ve temelde sizler gibi benden gıcık alıyor.
Not: Araştırmamız sona erdiğinde sonuçları, istatistksel irdelemeden sonra, burada yayınlayacağız.
Ama bu arada, lafı, siz sağ ve sol bolluk devrimcilerini benden daha iyi dile getiren birine bırakacağım.
“I’d like to do a song of great social and political import,”
“Oh Lord, won’t you buy me a Mercedes Benz?
My friends all drive Porsches, I must make amends.
Worked hard all my lifetime, no help from my friends,
So Lord, won’t you buy me a Mercedes Benz?”
…
That’s it, Folks!
Keşke ben de 332 gibi özgür olsaydım veya en azından kendimi 332 gibi özgür olduğuma kandırabilseydim. Doğrusu 332ʼyi kıskanmamak elde değil. Türkiye galiba nihayet sarışınlar ülkesi olmuş. Yaşamda asıl şeyler, örneğin okula gidip gitmemek, askerlik yapıp yapmamak, çalışmamak, kira vermemek, yiyecek & giyecek & sağlık gibi temel ihtiyaçları parasız elde edememek, kimlikli olmak, … mutlak zoraki, kendisi gibi çene çalmak serbest. O a sorun olabilir ama neyse.
Benim bildiğim insan tarihinde ne zaman bir özgür çıksa kan gövdeyi götürür.
Türk Fukuyamaʼsı (o da kim, yahu?) 332 tarihin sonunu (ʻtarihin sonuʼ ne demek, yahu?), biraz geç de olsa, getirmiş, helal olsun. Bak işte bu gerçek özgürlük!
“Yaşamda asıl şeyler, örneğin okula gidip gitmemek, askerlik yapıp yapmamak, çalışmamak, kira vermemek, yiyecek & giyecek & sağlık gibi temel ihtiyaçları parasız elde edememek, kimlikli olmak,”
kısaca Devletleşme/Şehirleşme/Medenileşme olmasaydı bugün nerede olurduk?
Kabile savaşlarıyla birbirlerini tüketen Arap yarımadasının yağmacı bedevilerinin veya Orta Asya bozkır avcı-savaşçılarının yerinde.
Not: Hayatı boyunca hiç çalışmayarak anne-baba ve akraba-taallukat parası yemiş bir mirasyediyim. Babam gibi ben de çürük raporuyla askerlik yapmadım. 12 yıl gittiğim okulun ilk 6 yılı iyi geçti sayılır, son 6 yılı bazen kötü bazen iyiydi ama tahammül edebildim. Genelde kimlik gerektirecek işlemlere pek ihtiyaç duymuyorum. Kısacası hayatımdan memnunum. Başka bir soru var mıydı Sayın Yargıç?
Şamanizm dönemi ilkel toplumuna geri dönülmesini savunanlara
Siz hiç duygulandığınız bir roman okudunuz mu?
Duygulandığınız bir film izlediniz mi?
Duygulandığınız bir dizi takip ettiniz mi?
Duygulandığınız bir müzik dinlediniz mi?
Duygulandığınız bir klip izlediniz mi?
Bunlardan etkilenip ağladığınız oldu mu?
Bunlar “kültür” adı verilen şeylerdendir.
Şamanist büyü ayinlerinden ibaret “ilkel kültür” gibi yani.
Veya “Zalim Kapitalistler ve Mazlum İşçi Sınıfı”ndan ibaret bir “edebiyat” gibi.
Şaman ayinlerini izlerken veya işçi sınıfı edebiyatını okurken duygulanıp ağlamış iseniz muhtemelen bu sorulara da olumlu yanıt vereceksinizdir.
https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/esas-chpye-oy-vermek-akpnin-ekmegine-yag-surmektir
İzmir Barosu delegelerinden Metin Feyzioğlu’na tepki
İZMİR Barosu, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun geçen hafta Rize’de siyasi parti il başkanlıklarını ziyaret etmesine ve yaptığı açıklamalara tepki gösterdi. Baro delegeleri tarafından yapılan açıklamada, “Hükümet temsilcisi gibi hareket etme hak ve yetkisine sahip değilsiniz” denildi.
İzmir Barosu Türkiye Barolar Birliği delegeleri, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun geçen hafta Rize’de siyasi partilerin il başkanlıklarına yaptığı ziyaretleri ve bu ziyaretlerdeki açıklamalarına tepki gösterdi. Delegeler adına basın açıklamasını okuyan Av. Ümit Görgülü Sevil, “Barolar ve Türkiye Barolar Birliği her zaman, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve özünde demokratik, laik, sosyal hukuk devletini korumak konusunda görev bilinci ile mücadele etmek ve sorumluluklarını yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu kapsamda İzmir Barosu delegeleri olarak Sayın Feyzioğlu’na seslenmeyi bir görev addetmekteyiz” dedi. Sevil, şunları söyledi:
“Sayın Feyzioğlu, öncelikle size yönelik eleştiri ve itirazlarımızın, yalnızca Rize’de yaptığınız siyasi parti ziyaretlerinden kaynaklandığını düşünme kolaylık ve rahatlığına düşerseniz, yanlış bir değerlendirme içinde olduğunuzu bilmelisiniz ki meslektaşlarınız olarak hiçbirimiz o düşüncede değiliz. Yani Sayın Feyzioğlu, Rize’de sarf ettiğiniz sözler bardağı taşıran son damladan başka bir şey değildir. Ancak geçmişte sergilediğiniz duruşunuzun açık ve öz ifadesidir. Bulunduğunuz konuma yakışmayan ve hukuka aykırı davranışlarınıza yönelik itirazımız çok daha önce, birliğin ve bazı baroların siyasi iktidarlar karşısındaki onurlu duruşunu terk edip egemenlerin sözlerini saraylarda topuk selamı ile karşılamasından ve emir bekliyor olmasından başlayıp seçim ve hukuk güvenliği için gereken adımları atsaydınız da şimdi söylediklerinizin bir kıymeti kalsaydı. Bugüne kadar hukuka ve avukatlık mesleğine karşı göstermiş olduğunuz bu tavır, biz avukatları temsil etmediğinizi göstermesinin yanı sıra, Barolar ve Türkiye Barolar Birliği’nin onurlu tarih ve duruşuna yakışmıyor olup, hukuk devleti gereklerine de aykırıdır. Size, görev ve yetkilerinizi bir daha hatırlatmak isteriz. Siz, Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak, bu onurlu görevi hukuka aykırı olarak şahsi görüş ve amaçlarınız için kullanmaya yönelik tutum ve davranışlar içinde olamazsınız. Siz, Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak, yönetim kurulundan özel yetki alsanız bile, hükümet temsilcisi gibi hareket etme hak ve yetkisine sahip değilsiniz. Siz, yetkinizi aşarak ve konumunuza aykırı olarak bu surette davranma yolunu tercih etseniz dahi, biz avukatlar buna izin vermeyiz, vermeyeceğiz.”
ʻʻDevletleşme/Şehirleşme/Medenileşmeˮ olayının en büyük başarısı çocukluğu uzatmak. Belki o yüzden enayilerin ağızlarına tıktıkları en yaygın emziğin adı ʻʻbiz daha çok yaşıyoruz!ˮ
Üç silahşörü öveceğine onların sana verdiği oyuncak bilgisayarda MÖ 3 500 ile MS 2019, yani Medeniyet tarihinde ʻʻ savaşlar ve ölen sayıları tarih cetveliˮ arasaydın belki hayretten, imkansız ama olsun, emziğin ağzından düşerdi.
1. ve 2. Dünya Savaşlarına ʻteknolojikʼ niteliğini senin gibi bebeklere salt ninni olsun diye eklemediler, devasa ve görülmemiş ölenler sayısından.
Neyse senin gibi televizon +okulda doğmuş ama büyümemiş bebeğe seni eğlendirici bir olmuş olayı anlatayım.
Senin ʻʻKabile savaşlarıyla birbirlerini tüketen Arap yarımadasının yağmacı bedevilerinin veya Orta Asya bozkır avcı-savaşçılarının yerinde.ˮ bebek konuşmandaki bedeviler veya Orta Asya bozkır svaşçlarına benzeyen bir kabile sizin gibileri köle etmiş ʻʻDevlet/Şehir/Medeniˮ şişko Xʼe durmadan saldırır anbarlarını hafifletirmiş. Nihayet Xʼin sizlerin başkanları Trump veya Erdoğan’a benzeyen Y adlı kahraman şefi bunları kovalamaya girişir ve hatta boğazı geçerken kolay geçişine engel olan terbiyesiz denize sopa attırır. Sarışın Avrupaʼnızı dolaşır dolaşır bulamaz.
Bir mektupla meydan okur: ʻʻERKEKSENİZ çıkın karşıma!ˮ
Cevap alır: ʻʻBizde mal mülk yok, dolu ambar yok, savunacak bir şey yok. Ama atalarımızın mezarlarına el sür bak o zaman seni ne yaparız!ˮ
Hadi yavrum, sana yargıç değil Özgür Üniversiteʼde bebeklikten çıkmış çocuk olmuş profesörlerden ders almak lazım.
Ayrıca unutma, dünyada, senin gibi rahat olmak için yaşamaktan vazgeçenler sayısı gittikçe artıyor. Gelecek tarihçileri sizleri silahsız öldürülenler arası istatiğine dahil edecekler.
Hatta şimdi bile bazı meta-tarihçiler sizlerin asker olduğunuz ʻʻDevlet/Şehir/Medeniˮ şişkoya karşı savaşa güzel bir ad taktılar: ÖLÜME KARŞI YAŞAM!
Ölü ölmeyeceğinden savaşı kimin kazanacağı belli.
“Özel toprak mülkiyeti tanımayan göçebe aşiretlerin tarım bölgelerini istilalarıyla, arazide kamu mülkiyetine dayalı askeri-despotik merkeziyetçi devletlerin ortaya çıktığını ileri süren “Asyagil üretim biçimi” yanlıları pek şaşacaklardır ama, Moğol dönemi, Anadolu’da özel mülklerin büyük ölçüde çoğalmasına ve Batı feodalitesini anımsatan yüzlerce küçük beyliklerin meydana çıkmasına yol açan gelişmelere sahne olur. Ancak yüz küsur yıl sonra Fatih Sultan Mehmet, Anadolu feodalitesini tasfiyeye kalkışmaya cesaret edebilecektir.
….
İleride göreceğimiz üzere, Fatih Sultan Mehmet ve ardılları, bu Anadolu feodalitesini ortadan kaldırmak ve Osmanlı tımar sistemini yerleştirmekte büyük direnişlerle karşılaşacaklardır. Şimdilik belirtmek istediğimiz, Selçuklu ve Moğol yönetiminin, göçebe Türkmen oymaklarının yoğun biçimde Anadolu’ya göçlerinin, bir bölüm kuramcının düşlediği gibi kollektif mülkiyete dayalı köy cemaatleri ile onların tepesindeki Asya tipi, merkeziyetçi “despotik” devlete yol açmadığı, tam tersine Batı feodalitesine benzer bir evrimin Anadolu’da gözlendiğidir. Ne var ki, bu evrim, üretim güçlerinin gelişmesi açısından hiç de elverişli olmaz.
Üretim güçlerinin gerilemesinin çeşitli nedenleri vardır. Fakat ilk planda göze çarpan, geçmiş yüzyıllarda önemli ticaret ve sanayi merkezi olan Doğu Anadolu kentlerinin, artan sayıda göçebe topluluklarla kuşatılmış bulunmasıdır. Akkoyunlu, Karakoyunlu, Dulkadırlı vb. gibi çeşitli Türkmen grupları, Anadolu’da yerleşmiş Çaykazan, Barımbay, Samagar vb. gibi Moğol oymakları ve Kürt aşiretleri, bölgede giderek egemenlik sağlarlar. Büyük Selçuklu ve Türkiye Selçuklu devletleri de göçebe aşiretlere dayanarak kurulmakla birlikte, kısa bir bocalama döneminden sonra, yerleşik düzene dayalı siyasal kuruluşlara dönüşürler ve göçebeyi disiplin altında tutarlar. XIV. Yüzyılda Orta ve Doğu Anadolu’daki gelişmeler ise, tam tersine, göçebenin kentler ve tarım bölgeleri üzerinde egemenlik kurması biçimindedir. Eretna Devleti’nin başına buyruk feodal beyleri, yeterli askeri güce sahip bulunmadıklarından, aralarındaki mücadelelerde sürekli göçebe savaşçı toplulukların başındaki beylerin yardımını aramak zorunda kalırlar. Güçlerinin bilincine varan göçebe beyler, desteklerini pahalıya ödetirler. Sonuç, can ve mal güvenliğinin yıkılması, ticaret ve tarımın gerilemesi ve çevrenin göçebeleşmesi olur. Böylece Anadolu’nun Batısı ile Doğusu, birbirinden farklı bir yöneliş alırlar.
Doğu Anadolu’daki gelişmeler, XIV. ve XV. Yüzyıllar Osmanlı Devleti’nin dışında geçer. Osmanlı tarihçileri, kendi devletlerini ilgilendirmeyen bu gelişmeler üzerinde durmazlar. Çağdaş tarihçiler de genellikle aynı tutumu sürdürdüğünden, Anadolu’nun önemli bir bölümünün bu dönemdeki tarihi bilmezlikten gelinir. Onun içindir ki, Batı Anadolu’daki gelişmelere ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna geçmeden önce, Doğu Anadolu olaylarını, kısaca da olsa, gözden geçirmek uygun düşecektir. Bir “Doğu Sorunu”nun çok eskiden beri var olduğu, böylece daha iyi anlaşılacaktır.”
D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi