Xezal-Nizamettin Karaağar / 1917 Ekim’den Önce ve Sonra: Gün Zileli ve Dostoyevski’nin Bolşevizm Eleştirisi
(Bu yazı, kısmen kısıltılmış olarak Birikim dergisinin Ekim 2020 tarihli 378. sayısında yayınlanmıştır.)
Hem Nietzche hem de Benjamin “Büyük Tarihsel” olay ve anlatılara karşı benzer bir eleştirel tutum takınırlar. Bu tutum “sabit bir noktadan tutunup belli bir ‘ilerleme’ mantığıyla, anlatıyı ‘şimdiye getirme’” biçiminde toparlanabilir.
Tarihin ilahileştirdiği ve zihinlerin bu ilahiliğin işgaliyle tarumar edildiği durum karşısında Nietzche, “Büyük Anlatı”nın “toz dumanını” kundaklamaya çalışırken Benjamin “çöp sepetine” atılmış olanı didikler.
Gün Zileli, 1917-1918 Rusya’da Devrimden Tek Parti Diktatörlüğüne (Bilim ve Sanat Yayınları, Eylül 2019) kitabında bir yandan “seküler-teoloji”nin Büyük Anlatı’sının sis perdesini aralarken yolunu “çöp sepeti”ne atılmış ölülerle bulmaya çalışıyor. “Çökertilmiş bedenlerden” yükselen kulelerin dehşetli anlatısı “Büyük Anlatı”nın altını oyuyor. Bunu yaparken kaçınılmaz olarak “Büyük Anlatı”nın birinci, ikinci, üçüncü elden inkârı, karikatürü ve nihilizmiyle karşılaşmak zorunda kalıyor. Kitabın basımı, yazılması kadar zor oluyor.
- İLAHİ SOL
“Büyük anlatı” büyük olduğu için değil, gerçekte “büyük olmadığı” için yalandır. Milyonların hikâyesini varlıklarıyla beraber birkaç kavramda soğurup (ulus, proletarya, parti, kitle vb) tüm anlatıyı “Yüce Önder”, “kutsal Parti”, “Büyük Devrim” kurgusallığı içinde, en küçük canlı hücresine değin nüfuz ettiren “Anlatı”, “Büyük anlatı” değil, “Büyük iktidar”dır.
Zileli sadece bu son kitabında değil, daha önce yazdığı otobiyografi ve romanlarında da temel itirazını, isyanını ve karşı duruşunu, “ilerlemenin” “sapağı”na getirerek “Büyük Anlatı”nın cüceliğine odaklanıyor ve hakikaten “Büyük bir anlatı” inşa etmeye çalışıyor: çokluğun, oluşun, yaşamsal etkinliğin büyük ve diri anlatısı.
“Büyük Anlatı”, J. P. Sartre’ın “Bozuk İnanç” dediği şeye tekabül eder. “Bozuk inanç” Max Sheler’in “Organik Yalancılık-sahtecilik” dediği şeyi karşılar. Sartre psikanalitik bilinçdışı kavramını eleştirirken “tek bir bilinç içinde ikizleşmeye” dikkat çeker. Bunun yaygın tanımı “kendini kandırma”dır. Burada saf bir aldatılmadan öte bir durum söz konusudur. “Bilinç bilerek bilmiyordur ya da bilmeden biliyordur.” Zileli’nin “Bolşevizmin bilinen bilinmeyenlerini ya da bilinmeyen bilinenleri”ni takip edebilmek için, Kant’ın “inanca yer açmak için bilgiyi sınırlan”dıran tutumunu tersine çevirip inancı sınırlandırarak bilgiye yer açmamız gerekecek.
Zileli Şubat 1917’den Ekim 1917’ye değin “kaotik” 8 ayı günbegün olay-kişi üzerinden takip ederken sesleri bir yüzyıldır kısılmış ölülerden yeni bilgi alanları yaratıyor. “Bozuk inançta, yalan söyleyen kişiyle kendisine yalan söyleyen kişi birdir. Ben kandırılan kişi rolünde benden saklanan hakikati kandıran kişi rolümden biliyor olmalıyımdır. Dahası, hakikati çok kesin olarak bilmeliyimdir ki onu daha özenle saklayabileyim. Ve bunları farklı anlarda değil (bu, yeni bir ilişkiye dönmek olurdu) tek bir projenin birlikçi yapısı içinde gerçekleştiriyorumdur.”[1]
“Büyük Anlatı”nın bilgi-bilgisizlik düzenekleriyle kuşatılmış olan mümin-militan-ideolog gerçek hayatta son derece dürüst bir insan olabilir. Örneğin bir mümin “Dört Halife Dönemi”ni İslam’ın “Altın Çağı” olarak zikrettiğinde, bunu ne kendisini ne de bir başkasını aldatmak için söylüyor, tam aksine “mutlak hakikat”i ifade ediyor, sanıyordur. Bu “Altın Çağ’da” 4 halifeden 3’ünün Müslümanlar eliyle katledilmiş olması, peygamber Muhammet’in eşi Ayşe ile Hz. Ali’nin Cemel Savaşı’nda birbirlerini kıyıp geçtikleri Müslümanların Suffin’de iç savaşın dehşetine tutuldukları, bunun akabinde Hz. Ali’nin binlerce Harici’yi kılıçtan geçirip Fırat’a attığı, Fırat’ın günlerce ceset ve kan aktığı, sonra Hz. Ali’nin katledildiği ve son olarak peygamber Muhammed’in ailesinde son kalanların Kerbela’da paramparça edildikleri. Bu mümin için sadece “şeytanî bir dış bilgi” olabilir.
Mümin dürüsttür, karıncayı bile gerçekten ezmemiştir ve Kuran-ı Kerim’in “Tek bir masumun katli bütün insanlığın katlidir…” (Maide Suresi 32. Ayet) ayetine imanı tamdır.
Mümin ile “Büyük Anlatı” arasındaki paradoksal ilişkiye “Cin Ali” septomu diyebiliriz. Okuyucu-dinleyici için “Cin Ali” kurgusal, saçma, komik ve öğretici bir “masal” olabilir, ancak Cin Ali, Cemil, Fatma vb. için hakikattir.
Gökhan Atılgan’ın hazırladığı “100. Yılında Ekim Devrimi”[2] kitabında, burada bir kere daha alıntılayamayacağımız görüşlere kesin olarak iman ettiğine kuşku yok. Bu alıntıdaki “Cin Ali” coşkusunun temeli nedir? Milyonlarca ölüye ve geride bıraktığı yüz yıllık bedensel-zihinsel “çöp yığını”na rağmen bu steril-septom nereden üremeye devam eder?
Max Scheler, Hınç adlı baş yapıtında modernitenin yığınlaştırma sürecinde (modernistlerin “ilerleme”, “ilericilik” diye kutsadıkları süreç) insanların çeşitli neden ve biçimlerde “hınç” ile dolduklarını gözlemler. Hırs kadar ezenin tüm etkinlikleri ezilenlerin beden ve zihinlerine nüfuz eder. Bilinçleri bu dehşet süreçleri içinde oluşur: Nietzcheci bir kavramsallaştırma kullanacak olursak köleleştirilmiş-tepkisel kuvvetin, köleleştiren etkin kuvvete şiddetli bir benzeme arzusu. Burada Hegelci “köle-efendi” diyalektiğindeki mekanik sentezci süreç değil, kölelerin yeni efendi olma arzusunun septomlarıdır söz konusu olan.
Zileli’nin, Lenin, Stalin, Troçki vb.’lerin canavarlaşmasında gözlemlediği şey, yeni efendilerin – hınçla dolu – her devrimde hızla eski efendileri aratan dehşetleridir.
Atılgan ve 20. yy boyunca vicdan ve duyarlılıklarından şüphe duyulmayacak milyonlarca insan nasıl oldu da Rus Çarlığı’nın modernize olmuş hali olarak Leninist – Rus ulus – devlet şebekesinin korkunç cinayet aygıtını, “sosyalizm”, “komünizm”, “anti-emperyalizm” olarak savundular ve halen savunmaya devam edebiliyorlar? Ve daha da korkuncu, bu dehşete “sosyalizm” diye iman edebiliyorlar?
“Bütün bilinçli yalan ve tahrifatların ötesinde, daha derin bir organik riyakârlık vardır. Burada tahrifat bilinçte oluşmaz, belirdiği evre, zihinsel süreçte izlenim ve değer yargılarının da oluştuğu evredir, deneyimin bilince doğru gittiği yol üzerinde. İnsanın zihninin sadece kendi ‘çıkarına’ ya da içgüdüsel tavrına uygun düşen izlenimleri’ aldığı her yerde ‘organik riyakârlık’ var demektir… Böylece riyakâr olanın yalan söylemesine gerek yoktur! Onda anımsamanın, izlenim ve duygu oluşumunun otomatik süreçleri istenç-dışı biçimde çarpılmıştır. Zaten bu yüzden bilinçli tahrifata ihtiyaç yoktur.”[3] Haliyle “sosyalizmin anavatanı olarak Sovyetler Birliği”, “Bolşevik Devrimi” vb. derken, konumumuz ve söylemimiz “bilinçli yalan söylüyor” değildir. Çoğu zaman buna inanıyoruzdur! Asıl soru da burada; çünkü Enis Batur’un da belirttiği gibi, “inançta evrim yoktur”, sadece kendine inandığı için hiçbir şeye inanmayarak donup kalmıştır.
- MİTOLOJİ
Max Weber bize moderniteyle ilgili şöyle bir hikâye anlatacaktı: “Modernlik toplumsal dünyanın mitten arındırılması ve büyüsünün bozulması”ydı, rasyonel sosyolojinin bu “Cin Ali” anlatısına önceden Marx – Her devrim anında eskinin komik tezahürü – ardından Nietzche sonrasındaysa ilkin W. Benjamin ve peşinden Adorno ve Horkheimer “Aydınlanmanın Diyalektiği”yle itiraz edecek, zengin bir reddiye oluşturacaklardı.
(Zileli, kitabının yayınlanması için epey uğraşacaktı, Adorno ve Horkheimer de 1944’de bitirdikleri A-D için bir yayınevi bulamamış, 1947’ye kadar yayınevi arayıp durmuşlardı. Aynı dönemde G. Orwell de 1984 için ancak “sağcı” bir yayınevi bulabilecekti. Bizim solun böyle karanlık, otosansürcü bir yanı hep olageldi.)
Marx, Nietsche, Benjamin Adorno-Horkheimer’in reddiyesi, modernliğin biyolojik şahdamarının ifşasına dönüktü. Modernitenin “Cin Ali” masalında iddia edilen ve A. Comte tarafından en duyurulmuş formülüne kavuşan “Mitolojik hal”, “Teolojik hal” ve modernitenin şimdisini ifade eden “Bilimsel hal” “ilerlemesine” “Mit’in Aydınlanma, Aydınlanmanın ise Mit’e dönüş olduğu” teziydi. Bu reddiyeye önce faşistlere ve faşistler yenilince bu kez de liberallere hukuk felsefesi öğreten Karl Schimitt de katılacak, “tüm çağdaş siyasal kavramlardaki teolojik-mitsel” öze dikkat çekecekti.
Mitoloji, teolojisiyle kuvvetlenerek ve kurucu aktörü olan Rahip (Türkçe-Arapça: Şeyh; İbranice: Kohen; Sankristçe: Brahman; Latince: Rahip) marifetiyle Fransız Devrimi’ne kadar kurucu ideoloji ve kurucu olma vasfını sürdürdü.
İlk kent devleti olan Sümerlerden Osmanlı’ya (Şelh Edibali) modernitenin şafağında Şeyh Luther, Şeyh Calvin ve muhalif Şeyh Münzer, Osmanlı’nın yanı başında bulunan İran imparatorluğundaki Safevi şeyhlerinin kurduğu Safevi imparatorluğu bu rolü, Fransız devrimi’nden sonra yerini sosyologlara bırakıncaya kadar sürdürecekti. Calvin ve Luther’in tahtına Weber, Richeleau’nun tahtına Comte ve Durkheim, papanın tahtına Pareto oturacak, Anglikan papazın yerini Spencer, Şeyh Edibali’nin yerini ise Z. Gökalp alacaktı. Mitoloji-teoloji ideolojikleşirken devlet iktidarının kadim düzenekleri Hegel’den Weber’e uzanan çizgide “rasyonalleşiyor”du. Sadece mitoloji-teoloji değil, rasyonalite de hızla ideolojikleşiyordu. Gün Zileli’nin “Bolşevizm Eleştirisi”ni dayandırdığı temel parametreleri anlamak için Marx’ın ilk hamlesinin ve kopuşunun “Hegel’in Hukuk -ki devlettir – Felsefesi” ve ideolojiye – Alman ideolojisi – dönük olduğuna dikkat etmemiz gerekiyor. Stalinist-Leninist doktrinlerin göğe çıkardığı ideoloji, Marx’a göre “doğası gereği yanılsamadan ibaret”ti.
Rahiplerin icat ettiği düzenek neydi ve modernitenin içine nasıl yayılmıştı? Nietsche, kendisini modern canavarlığın karşısında konumlandırırken şöyle nitelendirecekti: “Rahip psikolojisinin kaşifiyim.”[4]
Rahibin kurnazlığı “yerine”, “için”, “adına”, vatan-istikrar-güvenlik vb. için, cennet-refah vb. uğruna. Bu düzenekler sekülerleştiğinde, Tanrı’nın yerini Devlet-ulus, “sola” doğru evrildiğinde “sınıf adına” biçimini kazanacaktı. Orijinal-kök-iktidar inşasının düzenekleri budur. Marx, felsefe ve politikayı sınıf adına değil doğrudan sınıfın bilinç ve eylem hattına çektiğinde, bin yıllardır süregelen tahakküm ilişkilerine “Kopernikvari” bir müdahalede bulunacaktı. Marx’ın ilkin devleti, ardından ideolojiyi ve ardından temsili sistemleri (18. Brumaire) hedef alırken yıktığı düzenekler “yerine”, “adına”, “için” ve “uğruna” düzenekleriydi.
Marksizmin “üçlü teslisi”nin tezahürü olarak Kautski (ki daha yaşarken “Marksizmin Papası” titrini almıştı) Bernstein ve Lenin’in Devlet-iktidarında soluğu almaları tesadüf değildi. Lenin her zamanki kurnaz oportünizmiyle I. Dünya Savaşı’nda Alman Devleti’nin saflarında yer aldığı için Proleter Devleti ve Dönek Kautski tiradını atacak, sonra sadece zorunlu olduğu Brest-Litovsk Antlaşmasıyla değil, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u katleden Alman Devleti’yle Rapollo Andlaşmasını imzalamakta bir beis görmeyecek ve sol muhalefeti “çocukluk hastalığı” olarak lanetleyip dört başı mamur Rus ulus-Devleti’ni inşaya girişecektir.
Proletarya adına Bolşevik Partisi yerine önder komünist cennet uğruna bir yüzyıl boyunca milyonlarca insan kurban edilecektir.
- EMANSİPASYON ŞÖLENİ
“Tarihin akışı neden bu şekildedir? İnsanlık kendi geçmişinden kopsun diye […] Gerçekte beraberinde kendi devrimci olasılığını getirmeyen tek bir an yoktur. – Yalnızca özgül bir olasılık olarak tanınmak ister o.”[5]
Fikret Başkaya, Gün Zileli’nin kitabına yazdığı önsözde “Devrim Şubat’ta oldu”[6] diyor. Asıl devrim Şubat’ta oldu ama Ekim’den sonra Şubat’tan hiç söz edilmedi. Edildiğinde de “burjuva devrimi” denilerek aşağılandı. Ekim ayının devrimin başlangıç tarihi sayılmasının sebebi neydi? Elinizdeki kitapta bu sorunun cevabı var. Ekim’de kurulan yeni rejim Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) adını aldı. Fakat orada ne Sovyetler vardı ne de sosyalizm. Adı öyle konuldu diye öyle olması gerekmiyordu. Süratle Marksizm-Leninizm denilen, köşeli, bağnaz bir resmî ideoloji oluşturuldu. Yeri gelmişken Marksizm-Leninizm dizilişine itirazımı belirteyim. Doğru yazılışı Leninizm-Marksizmdir. Hatta Stalinizm-Leninizm-Marksizmdir. Her şeyden önce Marx’ın bir Marksizmi yoktu. Üçlü teslis Kautski-Bernstein-Lenin bunu icat etti. Haliyle Marx’ın bir Leninizm, Leninizmin de bir Stalinizm yorumu yoktur. Durum ve çarpıtma tersindendir.
Fakat resmî ideoloji resmî tarihi varsayar. Dolayısıyla resmî tarih kendi başına bir amaç değildir. Resmî ideolojinin hammaddesidir. Kimi zaman yaşanmış bir olay efsaneleştirilir, yaşanmış bir başka olay yok sayılır veya bir tek şahsiyete (lidere) mal edilir. Kişiyi yüceltmek, kişi kültü yaratmadaki amaç da sadece tarihi tahrif etmek, kafaları bulandırmak değildir. Böylece tarihin gerçek öznesi olan kitlelerin rolü yok sayılır. Böyle yazılmış tarih de kaçınılmaz olarak elitist, erkek merkezli ve militaristtir.
Bolşevizmin felaketi, “Sui genesis” bir felaket olmamasıydı, başarılı olduğu için etkisi “Enternasyonalist”ler üzerinden tüm sola nüfuz eden bir virüs düzeyinde gerçekleşti.
- ŞENLİKTEN KÂBUSA DOĞRU
Gramsci’nin “Kapitale karşı Ekim Devrimi” derkenki coşkusu, Şubat ve Ekim süreçlerindeki hegemonik kırılmayı ıskalamıştı. Hapishane Defterleri’nde bu tezcanlılığın yığınla toparlanma girişimine şahit oluruz.
“9 Ocak 1917’de, Petrograd büyük bir grevle sarsılıyordu. Grevler ülke çapında yayıldı… 23 Şubat Dünya Kadınlar günü en yoğun işçi nüfusunun bulunduğu Vıborg bölgesindeki kadın işçiler, ‘ekmek istiyoruz!’ sloganıyla yürüyüşe geçtiler ve ekmek fırınlarına saldırdılar… Gösteriler 24’ünde de devam etti. İş bırakan işçi sayısı 200.000’e ulaştı… 1917 Büyük Şubat Devrimi işçilerin ve askerlerin ayaklanmasıyla başarıya ulaşmıştı.”[7]
Zileli, sekiz aylık anlatının tümünde Bolşevik Rus devlet iktidarının söylemsel hilelerini ifşa etmeye çalışır. Genelde Ortodoks Marksizmin, özelde ise bunun kök hücresi olan Bolşevizmin Şubat Devrimi’ni “burjuva demokrat devrim” olarak olarak nitelemesindeki hileyi “… Şubat Devrimi’ne bu yafta asılmalıdır ki, ondan sonra Bolşeviklerin iktidarıyla sonuçlanacak olan Ekim’e kolaylıkla ‘Sosyalist Devrim’ denebilsin. Bu sadece Bolşeviklerin yaptığı bir adlandırma değil üstelik, tüm Marksist gelenek, Menşevikler de dahil olmak üzere bu terminolojiyi ya da ayrımı benimsemiştir”[8] diye açıklar.
Şubat Devrimi olduğunda Lenin İsviçre’dedir. Bookchin’in aktardığına göre, bir kafede öğrencilerle sohbet ederken, “Devrim ne zaman olacak?” diye soran bir öğrenciye cevaben, “Devrimi torunlarımız görecek” mealinde bir cevap verir.[9] Leninist teolojinin yere göğe sığdıramadığı “Leninist deha” ve bir yüzyıldır mumyalanmış stratejik aklın öngörüsü gerçekte bu düzeydeydi. Zileli, Rex A. Wade’den[10] ve başka yazarlardan alıntılarla, o dönemde yalnız Lenin’in değil, hiçbir örgütün devrimi öngöremediğini ortaya koyar.
Lenin Alman hükümetinin sağladığı “mühürlü tren”le nisan ayında Rusya’ya hareket ettiğinde ülkede hâkim olan hava şenlikti.
Torunlarının görebileceği Devrim için gelmekte olan Lenin, “Nisan Tezleri” olarak bilinen bir “Devrim Programı” hazırlamıştır. Ancak Lenin Petrograd’a indiğinde kendisini bekleyen bir sürpriz vardı: Bolşevizm.
Bolşevizm tüm katılığına rağmen özünde ultra-oportünist bir ideolojik ve politik örgütsel yapıdır. Bolşevizmin ortaya çıktığı 1902-1903 tarihinden tasfiye olduğu 1991’e kadar değişmez tek ilkesi oportünizm olmuştur. İster çocuklarını yerken ister Hitler’le ittifak yaparken, isterse Churchill ve Truman’la dünyayı paylaşırken olsun, her zaman “parıltılı”, “cafcaflı” bir teorisi olmuştur.
Mesela Bolşevizmin “ontolojisi” Sovyet’e karşı çıkarak oluşmuştur, ancak sorun değildir, zamanı gelince bir de bakmışız ki, Bolşevikler tüm Sovyetlerin sahibi oluvermiştir!
Lenin Petrograd’a indiğinde 15 yıldır doktrine ettiği Bolşeviklerle çatışmaya başlayacaktı. Lenin’in aşamalı-öncü partili devrim teorisi çökmüştü. Bunu en iyi anlayan Lenin’di ama Bolşevikler o kadar Leninistti ki Lenin ancak Nisan’dan Ekim’e kadar kâh şantaj (ikide bir istifa restini çekiyordu) kâh ikna, kâh otoritesini kullanarak Bolşevikleri adım adım ikna edecekti.
Lenin 1916’da 1917’yi görmemişti ama 1917’deki özgürlükçü-devrimci havayı tüm Bolşeviklerden iyi sezmişti. Bu sezginin politik ifadesi olarak Devlet ve Devrim kitabını yayınlayacaktı. Bu kitap, Lenin’in Bolşevizmiyle o kadar tezattı ki kitabı okuyanlar Lenin’in “Bakunin’den boşalan Anarşizmin tahtına göz diktiği”ni[11] söyleyeceklerdi. Kısacası 1917’de Lenin’in durumu Kautski’den Sosyalizmin, Bakunin’den ise Anarşizmin tahtını almak gibi sıra dışı bir duruma tekabül ediyordu.
Nisan Krizi
Zileli, “Toplumsal Devrim’le bireysel aşk” arasında bir analoji kurarak 1917 ortalarına doğru ilk günlerin iyimserliğinin yerine gerginliğin ve hayal kırıklıklarının almaya başladığını anlatır.[12]
Devrimi ele geçirmek isteyen “sağ” ve “sol” grupların hamlesine son derece elverişli bir ortam yaratan devrimdeki bu iç büzülme devrime içkin olan teolojik-mitolojik karakterden beslenir. Marx, Kapital’de meta için ilk bakışta kolayca anlaşılan, ancak inceleme derinleştikçe metayı çepeçevre sarmalamış teolojiyle karşılaşıldığını ve eni sonu meta fetişizmine varıldığını belirtir.
Devrim de ilk bakışta son derece basit bir fenomendir: “Kötü, çirkin ve yanlış yıkılıp yerine iyi, güzel ve doğru geçecek.” Ne var ki devrimin ontolojisine doğru indikçe vaatle kışkırtılmış teolojik arzular, hınçla beslenmiş doyurulmamışlıklar, bilinçaltının kaybolup beliren imgeleri, geleneğin ve “anadilin” kâbuslarıyla iç içe bir Devrim Fetişizmiyle karşılaşırız. Bu fetişe her türlü kudreti atfederiz, bu fetişin arzumuzu ve aklımızı nihilizmin kıyılarında her şeyden vazgeçecek bir sonla cesetleştirmesine yol veririz. Aslında tıpkı tanrının kudretinin tek bir çocuğu doyurma, o çocuğu açlıktan kurtarma kudreti olmadığı gibi, Devrimin de yoktur. Hem tanrı hem de devrim sadece bir imkân yaratır. Devrimin bir imkân yaratma dışında yüklendiği her türlü rol, tıpkı metanın ölümcül sıçraması gibi sağ ya da sol iktidar çetesine doğru ölümcül bir sıçramadır. İslam Devrimi’nden en son Mısır Devrimi’ne kadarki Devrim panaromasında yaşanan budur. Marx’ın metaya dönük materyalist hamlesinin aynısına devrimin de ihtiyacı vardır. Bir imkân olarak Devrim.
- HAZİRAN-TEMMUZ
“İktidarın Sovyetlere geçişi doğrudan doğruya iktidarın doğrudan doğruya uzlaşmacılara geçişi olurdu.” (Troçki, Rus Devrimi’nin Tarihi II)
Zileli, kitabının 29. sayfasından 79. sayfasına kadarki bölümde, Haziran-Ekim aralığında tüm kesimlerin (Bolşevikler, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler, Anarşistler, Kerenski yanlıları, darbeci askerler) politik hamlelerini birbirleriyle ve kendi içlerindeki farklı eğilimlerle, ilişki, çatışma ve çalışmalarını irdeliyor, pozisyon değişimlerini gözlemliyor.
Belirsizlik ve buradan beslenen “bir düzen olsun” arzusunun gittikçe baskın bir ruh hali yaratmasının Ekim’e gidişte nasıl bir “yol yapıcı” rol oynadığını gözler önüne seriyor.
“Ekim’in yolu, bir yandan “Demokratik Devlet Konferansı’nın sosyalist bir koalisyon hükümeti kurması olasılığını en kritik anında sabote eden Lenin, diğer yandan, sosyalistlerden oluşan bir koalisyon hükümeti yerine Kerenski’nin koalisyon hükümetini destekleme kararı alan (bu karara en çok sevinenin Lenin olacağını tahmin etmek hiç de zor değildir) ılımlı sosyalistlerin eliyle açılmıştı.”[13]
Ân’ın tarihin uzunca bir dilimini belirlediği zamanda, Mesih’in yerine Aziz Pavlus çıkıp gelecekti, Robespierre kılığında!
- EKİM
“Devrimci demokrasinin çoğunluğu tarafından iktidarın fethi sorusunun yerine bu çoğunlukla mücadele ederek iktidarın fethi sorununu koymak kabul edilemez.” Martov
“Lenin açısından her şey çok açıktı. Ilımlı sosyalistlerin bile yarım gönüllü desteğine sahip Kerenski hükümetine karşı silahlı ayaklanmanın zamanı gelmişti. Bolşevik önderliğin çoğu bu fikri paylaşmakla birlikte ayaklanmanın zamanı konusunda farklı eğilimler söz konusuydu.”[14]
Lenin ise Sovyetler kongresini beklemenin aptalca bir tavır olacağını yazıyordu. Zileli, Lenin’in “aceleciliğini” şöyle açıklıyor:
“Geriye dönüp bakıldığında Lenin’in Sovyet Kongresi’nin açılışından önce Geçici Hükümet’in şiddet yoluyla devrilmesinde ısrar etmesindeki temel amacının, kongrenin ılımlı sosyalistlerin de önemli bir söz hakkına sahip olacağı bir sosyalist koalisyon kurması ihtimalini ortadan kaldırmak olduğu açıktır.”[15]
Oscar Anweiler’e göre de Lenin’in “zihninde sosyalist devrimle partinin iktidarı alması çakışıyordu.”[16]
Lenin bu hedeflerini açık açık ve belirgin bir şekilde hiçbir zaman söylemedi. Bu hedefler, 1917 Mart’ından itibaren Lenin’in devrimci programında ön planda yer alan yeni Sovyet iktidarı sloganının ardında kamufle edilmişlerdi.
Kamenev ve Zinovyev, Nisan ayında olduğu gibi, Ekim’in 10’unda, sol-Menşevik Sukhanov’un evinde yapılan toplantıda Lenin’e karşı çıkarlar. Tezleri, Rus işçi sınıfının kendi başına şimdiki devrimi tamamlayamayacağı yönündeydi. Burada bir şeyin altını çizmekte fayda var. Bolşevik parti içindeki muhalifleri Lenin’i sosyalist perspektif açısından eleştiriyorlardı. Oysa Lenin’in perspektifinin odağı iktidardı. Muhaliflerinin çoğu zaman şoke olmalarının nedeni buydu. Onlar Lenin’i anlayamazlardı. Onu anlayacak olanlar, Rahip Luther, Kardinal Richeavleve, 3. Napolyon, Bismark ve Arent’in deyişiyle onun tek dostu Hitler’di.
Kamenev ve Zinovyev, Lenin’in tezlerine karşı, Sovyetler’i ve Kurucu Meclis’i arkasına alan, ılımlı ve radikal sosyalistlerle geniş bir blok oluşturmayı hedefleyen, barışçıl bir yol izlenmesinin devrimin başarısı açısından gerekli olduğunu ileri sürdüler.
Toplantının sonunda Lenin’in silahlı ayaklanma önerisi ikiye karşı on oyla kabul edildi. “10 Ekim kararı, partinin Eylül ayı boyunca izlediği, devrimin barışçı gelişimi çizgisinin resmen geri çekilmesi anlamına geliyordu.”[17]
Lenin tüm bu kararlara nasıl varmıştı, örneğin hangi verilere dayanarak “proletarya partisinin (yani Bolşeviklerin) çoğunluğu sağladığını” ileri sürebiliyordu.
Lenin, Marx’ın değil, Hobbes ve Hegel’in takipçisiydi. Hegel, Nesnel Tin’i – mutlak hakikatti – tamamen kavramsal olarak inşa etmişti. Hegel’de özdeksel olan bile eni sonu kavramsaldı. Tin eksik us olarak bunu şimdilik kavramayabilirdi ama kavrayacaktı. Hegel’in kavramlar üzerinden inşa ettiği hakikat dünyası, motorize olmuş tarihin birlikleri eliyle (öncü parti) ilerleme halindeydi. Önder bir şey dediğinde, sorun o şeyin doğru olup olmadığını tartışmak değil, onu anlayıp anlamadığımızdadır. İmanı ve zekâsı tam olanlar anlar, aptallar ve köleler ise anlamaz! Önder’in Lenin’deki konumu Hobbesçudur. Mutlak doğrunun sahibidir o. Şayet biri o toplantıda, “Yoldaş Lenin, partimizin çoğunluğu ele geçirdiğini neye dayanarak ileri sürüyorsunuz?” diye bir soru sormuş olsaydı ne olurdu!
Muhtemelen olacak şey, kardinaller toplantısında bir kardinalin, Papa’ya, “tüm bunları İsa’nın ve Baba’sının söylediklerini nereden çıkarıyorsunuz?” sorusunun ardından olacaklara benzerdi!
- 20. YÜZYILIN EN UZUN GECESİ
Lenin’in 24 Ekim’i 25 Ekim’e bağlayan gece kullandığı inisiyatif sosyalizmin yüz yıllık kaderine doğrudan nüfuz etti. Çok kısa bir sürenin bu kadar uzun bir zamanı etkilemesi Kuantum Kuramı’nın alanına girer.
“25 Ekim sabahı durum berraklığa kavuştu. Kerenski Hükümeti, Askeri Devrimci Komite karşısında yenilgiye uğramıştı. Kerenski cephe birliklerinden destek bulmak üzere Petrograd’dan kaçtı. Lenin, Smolni’ye yerleşerek ADK adına hükümetin devrildiğini ilan eden bir bildiri yazdı ve bildiri bütün şehirde hızla dağıtıldı.”[18]
Bookchin o gece ciddi bir çatışmanın olmadığını, “Ekim Devrimi” sabahı normal hayatın devam ettiğini, yedisi devrimcilerden toplamda on beş kişinin çatışmalarda öldüğünü aktarır.[19] Bookchin’in “Büyük Ekim Devrimi”nde zaman olayını eleştirmesi çok önemli. Bu sadeleştirme, solun “Leninist mitoloji” üzerinden bulaştığı ve maruz kaldığı “şiddet-savaş-terör” tuzağının kavramsal-teorik ve kurumsal döl yatağıdır. Sol bunun üzerinden öyle bir saldırı altında kaldı ki, çoğu zaman dağılmaktan kurtulamadı. Şiddetin ve savaşın kavramsal-kuralsal ve hukuk teorisi üzerinden esas sorumlusu Devlet iktidarıyken ve bu iktidar sadece II. Dünya Savaşı’nda yüz milyondan fazla insanın katlinin doğrudan sorumlusuyken şiddet-terör-savaş teslisiyle özdeşleşen sol oldu, bunda Leninist mitolojinin rolü büyüktür.
Daha sonra filmi de çekilen, John Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün kitabında anlatılan “Ekim Günleri”ndeki savaş sahneleri ve anlatısı mitolojik bir “Cin Ali”den ibaretti. Ve aslında daha büyük bir çarpışmaya hizmet ediyordu: Esas şiddet-terör-savaş, devrimlerde değil, devrimlerin sağ ya da sol bir çetenin iktidarına doğru sıçrama yaptığı zaman, kısacası devlet iktidarına kavuştuğunda yaşanacaktı. Arendt’in çok yerinde tespit ettiği gibi, “şiddet peygamberlerinin aksine, iktidar ele geçirildikten sonra” terör üretilecekti.[20]
İngiliz Devrimi’nde asıl terör Cromwell’in 1649-57 yılları arasında;
Fransız Devrimi’nde 1792-94’te;
Rus Devrimi’nde 1918-38 arasında;
Çin Devrimi’nde 1960-70 arasında yaşanacaktı.
İngiliz Devrimi’nin tarihi 1649, Fransa’nın 1789, Rusya’nın 1917, Çin’in ise 1949’dur.
Terör, şiddet ve savaşın sola mal olmasında solun kendi pratiklerinin payı şüphesiz vardır, bu pay romantizmle, döl yatağından mitolojik bir keyfiyetle sürekli devşirilmiştir. Ayrıca Marx Kapital’in birinci cildinde ekonomik bir kategori olarak “zor”u konumlandırmasına rağmen “papalar” tarafından bilerek saptırılmıştır. Tüm bunların faturası sol için ağır ve travmatik olmuştur.
Zileli, 25 Ekim sabahından başlayarak Mart 1929’a kadarki zaman aralığında inşa edilecek Tek Parti Diktatörlüğünü ve bunun parti-devlet simbiyotiğini, önemli olaylar, kişisel kırılmalar, süreklilikler, süreksizlikler ışığında tanıklara da başvurarak somut bir anlatıya kavuşturuyor.
Bu dört yıllık süre zarfında önemli iki noktayı vurgulamakta fayda görüyorum. Aslında bu iki noktada birbirini besleyen ve Zileli’nin “Tek parti yönetimine Geçiş ve Tek parti yönetiminin temelleri” başlıkları altında, diğer gelişme ve sonuçları birlikte ele alınmış ancak “özgül ağırlıkları” babında üzerinde durulmayı hak ediyorlar.
5 Ocak’ta toplanan Kurucu Meclis bir daha hiçbir zaman toplanamamak üzere Bolşevikler tarafından dağıtılır, bu aynı zamanda tarihin gördüğü en demokratik ANAYASA’nın da lağvedilmesidir.
Kurucu Meclis ve Anayasa’nın lağvı, Devrimin karşıdevrime savrulmasının en önemli dönemeçlerindendir.
Meclisin lağvedilmesi Bolşevik karşıdevrim için tüm sınırlamaları kaldırmıştır. Bu noktaya gelişte tetikleyici gelişme 6 Kasım seçimlerinin demokratik niteliğinin Lenin ve çelik çekirdeğini dehşete düşüren sonuçlarıydı. Bu sonuçlara göre;
SD’ler tüm kanatlarıyla: 15.8 milyon
Bolşevikler: 9.8 milyon
Menşevikler: 1.9 milyon
Kadetler: 1.9 milyon oy almışlardı.
Bolşeviklerin tüm oyların %25’ini alabilmesi kabul edebilecekleri bir sonuç değildi. Bolşevikler ki “tüm proletarya adına ve yerine” tarihsel misyonu üstlenmiş ve bizzat Lenin tarafından daha 10 Ekim’deki M.K. toplantısında deklare edilmişti! Nesnel bilinç yarılabilir miydi?
Bolşevikler, Meclis ve Anayasa’nın feshinden on altı gün önce, Ekim’den 2 ay sonra, 20 Aralık 1917’de ÇEKA’yı kurarak nasıl bir “Devrim” tahayyül ettiklerini ortaya koyacaklardı.
Çeka, OGPU, GPU, NKVD, Lenin, Troçki, Stalin’lerin kontrolünden çıkmış kötü örnekler değildir. Bizzat bu liderler tarafından inşa edilmişlerdir. İç savaştan önce, iç savaştan sonra bu Leviathanist ağızdan bazı örnekleri vererek zihinsel Çekacılığın boyutlarını göstermek yerinde olur.
“Lenin, “karşıdevrimin genel kurmayı” haline geldiğini ileri sürdüğü Kadetleri yasa dışı ilan eden tutumunu şöyle savunuyordu: ‘Buna verilecek tek cevap olabilir: Hapishane! Büyük Fransız Devriminde Jakobenlerin yaptıkları buydu; burjuva partilerini yasa dışı ilan ettiler.” Troçki, Lenin’den de ileri giderek “karşıdevrimcilere” terör uygulamasını şu sözlerle savundu: “Proletaryanın çöken bir sınıfın kökünü kazımasında ahlâki olmayan hiçbir şey yoktur… Siz SolSR’ler düşmanlarımıza uyguladığımız çıplak teröre verip veriştiriyorsunuz. Fakat sizi temin ederim ki, uyguladığımız terör büyük Fransız devrimcilerinin terörünü örnek alarak, en fazla bir ay içinde çok daha korkunç biçimler alacak. Düşmanlarımızı sadece Peter ve Paul Kalesi değil, giyotin bekliyor.”[21] (29-30 Kasım 1917)
Lenin’in bir köylü isyanının meydana geldiği Volga bölgesinde bulunan Penza şehrindeki Bolşevik görevlilere gönderdiği 11 Ağustos 1918 tarihli telgraf, rejimin bu konudaki tüyler ürpertici tutumunu ortaya koyması açısından tipiktir.
“1. Yüz kişiden az olmamak kaydıyla adı çıkmış kulakları, zenginleri, kan emicileri asın (asın ki bütün halk görsün).
“2. İsimlerini yayınlayın.
“3. Ellerindeki bütün tahıllara el koyun.
“4. Dünkü telgraf doğrultusunda rehineleri belirleyin.
“Bunları öyle bir şekilde icra edin ki yüzlerce kilometre ötedeki halk bile görsün, korksun, bilsin ve şöyle haykırsın: ‘insanları gırtlaklıyorlar ve kan emici kulagları gırtlaklayacaklar.’
“Telgraf alındısı ve icraat.
Saygılar, Lenin
“Not: Daha çetin ceviz adamları bulun.”[22]
Marx’ın “liberalizmden kopuşuna” yol açan olay, “mosel ormanları meselesi”ydi. Bir grup köylü, ormanda topladıkları ağaçlardan dolayı mahkemeye verilmiş ve nihayetinde cezalandırılmışlardı. Bunun üzerine Marx yazı kurulunda bulunduğu gazetede yayınlanmak üzere bir makale yazmıştı. Marx, köylülerin cezalandırılmış olmasını, sistemin “Hayvanlar Krallığı” karakterine bağlamıştı. “Aynıların eşitliğine dayalı bir Hayvanlar Krallığı”. Bu makaleden sonra Marx gazeteden ve liberalizmden ayrılmıştı. Bundan yetmiş beş yıl sonra Leninist-Marksistlerin kendisi adına köylülere yapılanları duysaydı ne derdi, başına ne gelirdi? Hegelciliğin DNA’sıyla kapitalizmin tüm iç organlarıyla, devlet iktidarlarının fildişi kuleleriyle savaşmış Marx’ın, Leninist Çeka karşısında yapabileceği ne olabilirdi ki? Ne de olsa Marx olsa olsa vulger bir Marksist olabilirdi. Oysa Leninistler profesyonel öncülerden oluşmuş, sınıf bilincini almış – dışardan bile olsa – Marksistlerdi.
İ) DEVLET-PARTİ/PARTİ-DEVLET
Marx’ın tahakküm ilişkilerine Kopernik müdahalesi “devlet” eleştirisiyle gerçekleştirilmişti. Ancak Marx daha sağken Papa Kautsky’nin başını çektiği Alman Sosyal Demokrat Partisi, “Devlete Dönüş”ün tüm emarelerini göstermeye başlamıştı.
Lenin’in Proleter Devrimi ve Dönek Kautski gibi kitapları bizi aldatmasın. Lenin, II. Enternasyonal’in ve Kautski’nin burjuva devlet aygıtının bir aygıt olarak kullanılması görüşüne ağırlık vermiştir.[23]
Devlet ve Devrim’deki görüşler Lenin için taktikti. O, ta en başından beri Bolşevizmi mobilize, etkin, materyalist ve metafizik her şeyi merkezileştiren çekirdek bir parti-devlet olarak tasarladı. Kardinaller Kurulu’nu çağrıştıran Merkez Komite, Önder’in mutlak iktidarının hiyerarşinin tüm katmanlarına nüfuz etmesiyle maluldü.
Lenin’in zihin dünyasındaki sosyalizm “kimin” sahip olacağı, “öncülük” edeceği, “proletarya adına, yerine, uğruna ve için” hüküm vereceğiyle ilgiliydi.
“… sosyalizm, devlet-kapitalisti tekelden yalnızca bir sonraki adımdır. Ya da başka bir deyişle, sosyalizm, tüm halkın çıkarlarına hizmet etmeye koşulmuş ve o ölçüde kapitalist tekel olmaktan çıkmış devlet-kapitalist tekelinin ta kendisidir.”[24]
İlkin Şopenhaur, ardından Marx ve son olarak Nietsche, Alman Romantizmi ve Hegelci Romantizm, Alman İdeolojisi, Alman Kültürü konusunda peygamberce uyarılarda bulunmuşlardı. Engels ve I. Papa Kautski’nin tam tersine Nietsche modern parti sistemini Geneleve, devleti ise “soğuk canavarların en soğuğu”na benzetmiş, felaketin bu tür bir Almanlık üzerinden yaklaştığını gözlemlemişti.
Hegel, Wagner, Bismark, Hohenzol kombine zorundan dehşete kapılan Nietzsche’nin aksine Lenin, Deli Petro ile Alman kültürüne olan hayranlığını “diktatoryal yöntemlerden kaçınmadan” Bolşeviklere buyuruyordu.
K) NEYDİ EKİM? BOLŞEVİK MİRAS?
Liste:
Sadece ölü yığınlar değil, ölümcül bir miras bıraktı bize. Salt bir yüzyılın kaybı değil, dünyayı değiştirme kapasitesini soğurdu. Sosyalizmi en korkunç Devlet-Parti iktidarına taşıyarak kapitalizmi güçlendirdi. Leninist virüs “Enternasyonal” üzerinden komünist-sosyalist vicdanı ve bilinci felç etti. Girdiği her yerde karikatürleşerek bir “mezhep” halinde dünya solunun devasa potansiyelini kapitalist sistemin hizmetine soktu. Bolşevik zehirden önce sosyalistler arasındaki tartışmanın estetik, ahlaki anlağa dayalı bir geleneği vardı. Bolşevizm farklılığı, eleştiriyi, karşı çıkmayı, düşmanca bir edime dönüştürüp entelektüel olanı Çekalaştırdı. Bolşeviklerden beri yoldaşlar birbirlerini fiziken ve zihnen katledip duruyorlar. Bolşeviklerden sonra yoldaş yoldaşın celladı, ajanı, ispiyoncusu ve cehennemi olmuştur.
Cinayet döngüsü milyonlardan kişilere kadar bir kaleydeskop gibi değişip durmuştur: muhalifler en hayasız yöntemlerle katledilirken sessiz kalan, çoğu zaman da alkış tutan Bolşevik lider kadrolar, kendileri en rezil yöntemlerle katledilirken kulak adı verilen köylüler önceden kesilmişti.
Ölümden etkileyici bir anlatı yoktur. Gılgamış’tan Yaşar Kemal’e anlatının ölümsüzlüğü, ölülerin anlatısıdır. Zileli’nin kitap boyunca isimlerini verdiği ölülerin “listesi” bence kitabın en yaşamsal boyutudur. Milyonlarcasından sadece bir avucunun isim ve ölüm tarihleri şöyledir:
Raskolnikov: 1933 (s. 33)
Troçki: 1940 (s. 37)
Sukhanov: 1940 (s. 42)
Spiridonova: 1942 (s. 45)
Kamkov: 1938 (s. 45)
Zinovyev: 1936 (s. 46)
Antonov Ovseenko 1938 (s. 72)
Dibenko 1938 (s. 73)
Riyazanov 1938 (s. 76)
Krilenko 1938 (s. 87)
Şilyapnikov 1937 (s. 87)
Sokolnikov 1939 (s. 131)
Rikov 1938 (s. 133)
Milyatin 1937 (s. 134)
Teodoroviç 1937 (s. 134)
Skobelev 1938 (s. 139)
Petriçenko 1945 (s. 177)
Orjonikidze 1937 (s. 232)
Zileli, Ekim Devrimi’nin aslında bir Bolşevik Coup’u olduğunu ileri süren liberal tez ile Leninist ve Troçkist otokrasinin Ekim Devrimi’ni salt bir proleter devrimi olarak gören ve işçi, asker kitlelerinin gücüne dayanan Sovyet’in iradesini gaspeden Bolşevik Coup’unu görmemeyi ve göstermemeyi tercih eden tezin[25] yol açtığı “hakikat yarılması”nın paradoksuna atıfta bulunur. Ardından Fikret Başkaya’nın “…Asıl Devrim Şubat’ta oldu ve devrim Moşarşiyi çökertti. Şubat ayıyla Ekim arasındaki 8 ayda Bolşevik Parti gücünü, etkinliğini ve kitle tabanını büyüttü ve iktidarı ele geçirmeyi başardı. Elbette Lenin ve Troçki gibi iki cüretkâr şahsiyet olmasaydı devletin ele geçirilmesi mümkün olmayabilirdi ve tabii ondan sonrasının nasıl bir yol izleyeceği belirsizliğini korumaya devam ederdi. … Dolayısıyla iktidarın Bolşevik Parti tarafından ele geçirilmesi, tarihte bireyin rolüne dair tartışmayı angaje eden bir husustur. Tabii bunu söylerken Ekim’de iktidarın ele geçirilmesi olayının bir hükümet darbesi olduğunu ima ediyor değilim… Bolşevik Parti önemli bir kitle desteğine sahipti” değerlendirmesini yaparak darbe-devrim olasılıkları arasında nüanslara dayalı bir pozisyonda durur.[26]
L) PEKİ YA DOSTOYEVSKİ NE DEMİŞTİ?
Foucault 1964’te Royaumont Kolokyum’una “Nietzsche, Freud, Marx” başlıklı bir bildiri sunar. Foucault’un bu bildirideki hareket noktası, gösterenle gösterilen arasındaki tek anlamlı bir ilişki olarak, gösterge hegemonyasından uzak bir hareket sağlamaktır. Marx’a göre tahakkümü örten daimi bir teatral düzenek Freud’a göre nevrotik arzuyu örten sürekli bir inkâr, Nietsche’ye göre dekedansı örten sürekli bir maskeleme vardır: ne tahakküm ne nevrotik arzu ne de dekadans doğrudan temsile kavuşmaz. Her üçü aynı düzenek içinde büyük bir özgürleşme imkânı keşfederler. İdeologun, psikoloğun ve yaşam koçunun ıskalamasına ve “gösterge hegemonyası”nın yanında mevzilenmesine yol açan, her üçünün de düzeneği olduğu gibi koruyarak özne-nesne-özne – ki Hegelci bir çözümdür bu – kaydırmaları yapmakla sınırlı kalmalarıdır.[27]
Marx: EkoPolitik eleştirisi;
Nietzsche: Biyopolitik eleştirisi;
Freud: Ekopolitik eleştirisinin- ki Freud’un bu düzlemdeki pozisyonu ya da tutumu kadın meselesinde berbattır – yanında Rene Girard’ın uzun zamanlar gündemleştirmeye çalıştığı ve adına “Edepolitik” ya da “Edeontoloji eleştirisi” diyebileceğimiz eleştiriyi yerleştirebiliriz. Girard’ın önerisi “Büyük başyaptıları modern kurumların ışığında yorumlamak yerine, modern kurumları bu başyapıtların ışığında eleştirmek”[28], kısacası Girard bize, Makbecht’i, Makyavel’in Prens’ine göre okuma, Kayıp Cennet’i Hobbes’un Leviathlan’ına göre okuma, Balzac’ın İnsanlık Komedyası’nı Marx’ın Kapital’ine göre okuma yerine, tüm bu başyapıtları edebi metinlerin ışığında okumayı önerir.
Ekopolitikte Marx metanın ilkin M.P.M, sonra P.M.P. ve son olarak da “ölümcül sıçramalar” eşliğinde P.P.P. dönüşümüne uğradığını anlatır. Bu hayati bir öğretidir tamam ama bu ontolojimize içkin olan tavır ve maske dönüşümlerini izah etmekte yetersizdir. Örneğin, bu ekopolitik eleştiriyle, Aydınlık hareketinin 70’lerde ABD’ni değil de Sovyetleri baş düşman ilan etmesini, 74 Kıbrıs Harekâtı’na “işgal” demesini, 80’lere doğru PKK’yi “Doğu”nun MHP’si olarak görüp, 90’larda PKK ile Kürt-Türk Federasyonu’nu dillendirmesini, ardından Rusyacı, Denktaşçı, ultra-milliyetçi olmasını, önce “16 Türk Devletinin bir mit olduğuna” dair kitap yazıp sonra da “16 imparatorluk kurmak 5000 yıllık devlet aklıdır” diye yazılmasını, böyle bir zihni anlayamayız.
Dostoyevski’nin Bolşevizm Eleştirisi!
Biliyordu, tüm olacakları önceden görmüştü! Cin çarpmış bir grubun içine domuzların gireceğini, inandıkları şeyin altında ezileceklerini, Tanrı olma isteğiyle böcek gibi hissetmenin mengenesinde sâraya tutulmuşçasına kendilerini ve birbirlerini en aşağılık yöntemlerle katledip sorumluluğu üstlenmeyeceklerini; suça ideal araçlar bulup cezayı men edeceklerini, bu cehennem döngüsüne katılmayanların olsa olsa Budala olabileceğini, hayatta kalmanın bir kumar gibi talih işi olacağını, bundan kurtulmak için insanların kendi yeraltlarına inip dışarıya sadece maskeyle çıkabileceklerini bilmişti Dostoyevski.
Son eseri olan Karamazof Kardeşler’de “Tanrı’nın olmaması durumunda her şeyin olabileceğini” söylememiş miydi? Tanrı yoktu Rusya’da; “Bugün hiçbir temeli olmayan, soyut, amaçsız bir tedirginlik, yarın sonucunda hiçbir şey elde edilemeyecek bitmez tükenmez önseziler… Asya’nın derinliklerinden Avrupa’ya doğru bugüne dek görülüp duyulmamış bir kıran geliyordu. Seçkin birkaç kişi dışında herkes ölüyordu. İnsanların bedenlerinde yeni birtakım kurtçuklar, gözle görülmeyen yaratıklar türüyordu. Ama akıl ve iradesi olan yaratıklardı bunlar. Bunları bedenlerine alanlar cin tutmuşa dönüyor, deliriyordu. Öte yandan, insanlar kendilerini hiç ama hiçbir zaman bu yaratıkların pençesine düşenler denli akıllı, gerçeği bulduklarından emin hissetmemişlerdi. Verdikleri kararları, yaptıkları bilimsel araştırmaların sorunlarını, ahlâki ve dini inançlarını hiçbir zaman böylesine şaşmaz doğrulukta bulmamışlardı.
Bütün köyler, bütün kentler, tüm dünya, tüm insanlar bu hastalığın pençesindeydi, herkes deliriyordu. Kimse kimseyi anlamıyor, herkes telaş içinde koşturuyordu. Herkes gerçeği kendisinin bildiğini düşünüyor, karşısındakilerin bunu anlamıyor olmasından acı çekiyor, göğsünü yumrukluyor, ağlıyor, kıvranıyor, ellerini ovuşturuyordu. Kimi yargılayacaklarını, nasıl yargılayacaklarını bilemiyor, neyin iyi neyin kötü olduğunda anlaşamıyorlardı. Kim suçlanacak, kim aklanacak kimsenin bildiği yoktu. İnsanlar anlamsız bir hınç ve öfkeyle birbirlerini öldürüyorlardı. Birbirlerine karşı koca koca ordular topluyor ama bu ordular daha yoldayken birdenbire kendi kendilerini kırmaya başlıyor, saflar dağılıyor, savaşçılar birbirinin üzerine atlıyor, birbirini kesiyor, doğruyor, ısırıyor, yiyordu. Kentlerde bütün gün tehlike çanları çalıyordu. Herkesi çağırıyorlardı ama kim çağırıyor, niye çağırıyor bilen yoktu. Herkes telaş içinde koşturuyordu. En sıradan işler bile bırakılmıştı, çünkü işlerin düzeltilmesiyle ilgili olarak herkesin bir görüşü vardı ve herkes kendi görüşünün şaşmazlığında ısrarlıydı, bir türlü anlaşamıyorlardı.
Sonra yangınlar ve açlık başlıyordu. Herkes, her şey mahvoluyor, mikrop gitgide derinlere işliyor, çoğalıyor, büyüyordu. Dünyada ancak birkaç kişi kurtulabilmişti. Yeni bir insan soyu ve yeni bir hayat başlatmak, dünyayı temizlemek ve yenilemekle görevli temiz ve seçkin insanlardı bunlar; ama hiç kimse bunlardan bir ses çıktığını, bunların bir söz söylediğini duymamıştı.
Bu anlamsız sayıklamanın belleğinde böylesine acılı yer etmesi, bu korkunç, bu ateşli düşün böylesine uzun süre izlerinin geçmeden kalmış olması Raskolnikov’a acı veriyordu.” (Dostoyevski, Suç ve Ceza, çev. Mazlum Beyhan, İş Bankası, 2012, s. 682-683)
Gün Zileli’nin Bolşevizm Eleştirisi’ni Dostoyevski’nin Bolşevizm Eleştirisi’yle tamamlayalım:
Son eseri Karamazov Kardeşler’in en ünlü diyaloglarından birinde “Tanrı’nın olmaması durumunda her şeyin mübah olacağı” söylenmişti. Tanrı yoktu Rusya’da, ölmüş Tanrı’nın yerine “en çirkin insan” geçmişti.
Ekopolitik, biyopolitik, eropolitik ve edepolitik eleştirisiyle iktidar düzeneklerinin beynine doğru yönelme ve özgürlük imkânı yakalamak, büyük olaylara, anlatılar edebiyat ile dokunmak! Güncelde devam eden devlet, iktidar, sermaye, parti, önder krizini aşmakta sağlayacağı imkânı keşfetmek.
M) KİBİR
Zileli’nin tüm anlatılarında yırttığı şey, insanın ilk halinden beri en derininde taşıdığı sola bulaşmış olan kibrin çelik levhasıdır. Bu levha yırtıldığında, ötekilerin – ötekiler sadece insanlar değil, kediler, köpekler, kuşlar ve bitkilerdir de – ve ötekilerin bastırılması üzerine yükselmiş büyüklerin dehşetiyle karşılaşırız: Bu tam da Nietscheci metinler için “insanca pek insanca” dediği karnaval halidir. Tüm Nietzscheci metinler gibi her halin çokluğuna işarettir. Nedenini bilmediğimiz Kantçı bir dürtünün iyilik titreşimi ve yoldaşın katline teşne tasarımcı bir us. İkisi de biziz.
Zileli Kitabının sonsözünde aradan geçen kırk yılın sonunda M. Ali Aybar’ın Leninist Parti Burjuva Modelinde Bir Örgüttür kitabında Bora dergisi yazarına dönük geliştirdiği bir bölümle bitiriyor. Biz de kitabın kritiğini bu son sözle bitirelim. Aybar ve Zileli’ye saygılarla.
“Bora’nın yazarı ve arkadaşları şimdiki Sovyet yöneticilerini rahatlıkla suçluyorlar. Ama olayları doğru değerlendirdikleri kuşkulu. Sovyet yöneticilerinin yanlış yaptıklarını kendileri saptadıkları için değil, Sovyetleri Çinliler suçladıkları için suçluyorlar. Ve Çin yöneticileri, Stalin’i suçlamadıkları için de Bora’nın yazarı ve arkadaşları Stalin’in kanlı politikasına sünger çekiyorlar. Oysa sosyalizmin bürokratik sapma içine düşmesinde Stalin başlıca sorumlulardan biridir. Yöneticilerin hasımlarını öldürerek tasfiye etmesi yolu onun zamanında açılmıştır. Düzmece mahkemeler, namuslu komünistlerin idamı, yığın sürgünler vs. Yazar, Moskova duruşmaları hakkında ne biliyor? Resmî ağızların söyledikleri dışında ne biliyor? Buharin’in, Zinovyev’in, Kamenev’in, Rikov’un idamları hakkında ne biliyor? Troçki hakkında ne biliyor? Kirov’un öldürülmesi hakkında ne biliyor? Yazarın Stalin döneminin parti makinası hakkında bildikleri ne? Lenin’le Stalin’in son zamanlardaki ilişkileri hakkında yazar ne biliyor? Ve daha gerilere giderek: ‘İşçi Muhalefeti’, Kronstadt ayaklanmasına ilişkin neler biliyor? Roza Luxemburg’un Lenin’e, Troçki’ye yönelttiği eleştirilerden haberi var mı yazarın?” (M. Ali Aybar, Age, s. 180-181)
“Sözü geçen Bora dergisi yazarı benim. Kırk yıl sonra, yukarıdaki satırların yazarı M. Ali Aybar’a saygılarımı sunuyorum.” Gün Zileli[29]
[1] J. P. Sartre, Varlık ve Hiçlik, aktaran R. Girard, Romantik Yalan-Romansal Hakikat, Metis, 2017, s. 18.
[2] Alıntı için bkz: Gün Zileli’nin kitabı.
[3] Max Scheler, Hınç, Çev: Abdullah Yılmaz, Alfa, 2005, s. 76.
[4] Gilles Deleuze, Nietsche ve Felsefe, çev: Ferhat Taylan, Norgunk, 2016, s. 157.
[5] Walter Benjamin, Tarih Tezleri-I; aktaran Susan Buck Morss, Görmenin Diyalektiği, Çev: Ferhat Burak Aydar, Metis, 2015, s. 367.
[6] Söz konusu kitap, s. XII.
[7] Age, s. 5-7.
[8] Age, s. 7.
[9] Murray Bookchin, 1905’ten 1917’ye Rus Devrimleri, 3. Cilt, Çev: A. İhsan Başgül, Dipnot, 2011.
[10] Rex A. Wade, Rus Devrimi 1917, Çev. Engin Özler, İletişim, 2018, s. 59.
[11] Bookchin, 3. Cilt.
[12] Zileli, s. 19.
[13] Zileli, s. 79.
[14] Agy, s. 79.
[15] Agy, s. 80.
[16] Agy, s. 81.
[17] Agy, s. 84-85.
[18] Agy, s. 107.
[19] Bookchin, Agy.
[20] Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev: S. Şener, İletişim.
[21] Zileli, s. 136.
[22] Aktaran Zileli, s. 186-187.
[23] Zileli, s. 205.
[24] Lenin’den aktaran: Zileli, s. 207.
[25] Zileli, s. 120.
[26] Aktaran Zileli, s. 120-121.
[27] Nietzsche Paris’te, Otonom, 2013, s. 20-21.
[28] Rene Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat, Edebi yapıda Ben ve Öteki, Çev: Arzu Etensel İldem, Metis, 2017, s. 12.
[29] Gün Zileli, s. 223.